وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ

48- Artık şu günden korkun ki; O gün, Hiç kimse bir başkası adına zerre kadar bir şey yapamaz ve hiç kimseden şefaat kabul edilmez ve hiç kimseye karşılık fidye de alınmaz. Ve onlara yardım da edilmez. (Bakara:48)



.





ALAK SURESİ


Alak Sûresi

1-Oku, yaradan Rabbinin ismi ile!

İkrâ, “karae” fiilinin emir kipidir. Bu kelime İbranice ve Süryanicede de ‘kıryono’ şeklinde kullanılır. “İkri” kelimesi de adımla, oku anlamındadır. Dilciler ‘’ikrâ’’ kelimesinin hangi dilden diğe­rine geçmiş olduğu konusunda kesin bir kanaat sahibi değildir. Arapçada ilk olarak “karae” kelimesinden “el-kur” hayız kanının rahîmde toplanması ve dışarı atılması anlamında kullanılmıştır. Bu nedenle kelimenin temel mânası “toplamak” demektir. (Râzi) (Kurûin için Bkz. Bakara:228) Daha sonra kelime, istiare (ödünç alma) yoluyla "bir şeyleri biriktirip onu dağıtmak,başka yerlere nakletmek" anlamında kulla­nılmaya başlanmıştır. Aynı kelime, yukarıdakilere ek olarak "harfleri,kelimeleri, cümleleri ya da bilgileri bir araya getirip bir başkasına nakletme" ey­lemi için de kullanılmaktadır. Aynı kökten bir kelime olan“karye” evleri bir araya toplandığı için “köy, kasaba” gibi küçük yerleşim yerlerine isim olmuştur. Bu manalarından dolayı “karae” kelimesini "okumak"diye çevirmek yeterli olmaz. Çünkü Türkçede kullanılan "okumak"kelimesinin karşılığı, Arapçada tilâvet’tir. Bir de okuma olarak meallendirilen ‘’kıraat’’vardır. Kıraat, 'harflerin ve kelimelerin 'tertil' üzere bir­birlerine ulanması'demektir ki burada tilâvetteki takip ve duyurmadan ziyade akletme, kavrama süreci bu okumaya eşlik etmektedir. Görüldüğü üzere “ikrâ” kelimesinin temel anlamı tek bir kelimeyle ifade edilememektedir. Meal ve tefsirde ‘’ikrâ’’ kelimesine "oku" diye anlam verilmiş olsa bile içerdiği mâna ve okuyucudaki çağrışımı daha geniş olmalıdır. Bu sebeple ‘’ikrâ’’ kelimesini önce bilgilerin toplandığı sonra nakledildiği,aktarıldığı bir ‘’eğitim faaliyeti’’olarak anlamak daha doğru olacaktır. Haddizatında okuma eylemi, içinde anlama, kavrama ve harekete geçmeyi barındıran çok katmanlı bir eylemdir. Sonuç olarak ikrâ;oku, öğren, yaşa ve aktar anlamını taşımaktadır.

İnen bu ilk âyetlerdeki ''İkrâ/Oku!’’ emri, Allah Resûlü’nün vahiy inmeden çok ciddi bir anlam arayışı içinde bulunduğunu, bu sebeple şaşkınlık içinde ne yapacağını bilemez bir hâlde yolunu kaybetmiş olduğunu (Duhâ:7), Hz. İbrâhîm gibi derin sorgulamalar geçirdiğini göstermektedir. Bir bakıma muhatap kabul edilmesinin bedeli arayış ve sorgulamalarıdır. Esasen ‘’İkrâ/Oku!’’ ile başlayan âyetler, bu arayış ve sorgulamalarına verilen ilâhî ilk cevaptır. İlk beş âyetin muhtevasındaki cevaplara bakıldığında bunların hangi soruların karşılığı olduğu anlaşılacaktır. Hira arayışı ve sancısı; Allah Resûlü’nün bu eylemine, kesbine ve çabasına verilmiş ilâhî bir mevhibedir. Başka bir ifadeyle, vahiyle karşılaşmadan bizzat Allah Resûlü bir insan olarak yaradanı, kendisini, çevresini, hayatı, yaratılışı ve varlığı okuma çabası içine girmiş; fakat bunu ‘nasıl yapacağını’ tam olarak bilemez bir hâlde iken bu çabasına karşılık Rabbinden inen bu ilk âyetlerle ‘doğru yaklaşım, yol ve yöntem’ kendisine öğretilmiştir. Ve Rabb adına yapılacak bu faaliyet yaklaşık 23 yıl boyunca devam etmiştir.

İsim, bir şeyin zihinde doğmasını sağlayan işaret ve alâ­met demektir. Bu âyette “bismi ilâhik” değil de“bismi rabbik” gelmesi; okumanın, öğrenmenin Rab isminin tecellisi olmasıdır.

Rab kelimesi, Kurân-ı Kerim’de tam 968 yerde geçer. Rab kelimesinin çoğulu olan “erbâb” 4 yerde ve bu kelimeden türemiş olan “rabbâniyyûn” 3, “ribbiyyûn”ise tek yerde kullanılır. Toplam olarak “Rab” kelimesi ve türevleri Kurân’da 976 yerde tekrar edilir. Rab ismi, Kurân'da Allah lafzından sonra en çok kullanılan isimdir. İlginçtir ki, ilk nazil olan 30 sûrede "Rab" ismi 80 kez geçtiği halde, "Allah" ismi sadece 20 kez geçer. Rab terbiye etmek, besleyip büyütmek anlamına geldiği için Arapçada çocuk bakıcısı veya yetiştiricisi olan anneye rabbe, babaya da rab denirdi. Ayrıca Rab cansız veya alınıp satılan bir mülk ile gelirse onun sahibi ve mâliki olan kişi için de kullanılırdı. “Felya’budû rabbe hâżâ-lbeyt” bu evin sahibi (Kureyş:3) Melik, efendi, sözü dinlenen kişi anlamında da kullanılmıştır. Hz. Yusûf’un zindan arkadaşına “żkurnî ‘inde rabbike”, ‘’Git, rabbine benden bahset!’’ kullanımında olduğu gibi. (Yusûf:42)Veya “enâ rabbukumu-l-a’lâ” Ben sizin en yüce efendiniz/Rabbiniz değil miyim? (Naziât:24)Görüldüğü gibi Rab kelimesi terbiye eden, yöneten, besleyip gözeten, sahip ve mâlik olan gibi pek çok anlam taşımaktadır. Çeşitli anlam nüanslarının hepsini birden tek bir kelime ile dile getirmek mümkün değildir. Bu yüzden Rab kelimesi, hangi bağlamda, niçin kullanıldığına bakılarak anlaşılmalıdır. Açıklama ve tespitlerden sonra Alak sûresinde Rab kelimesinin öncelikli ve ağırlıklı olarak terbiye eden, öğreten (Mürebbi/eğitimci) manasının ağır bastığını söyleyebiliriz.

Halk kelimesinin yaratmayı ifade eden "haleka" kökü, Kurân-ı Kerim'de 259 yerde kullanılmıştır. “Halk” kelimesi, özellikle evrenin ve insanın yaratılışıyla ilgili olarak Kurân'da önemli bir yer tutar. Bedi isminden farklıdır. Bedi emsalsiz/örneksiz yaratan, bir ham madde olmadan sıfırdan yaratan demek iken “Halk” bir ham maddeden başka bir ürün ortaya koymaktır. Bu nedenle hem fiil, hem isim olan kelime Kurân’da hep Allah'a izafe edilmemiştir. Âli İmran 49, Mâide,110’da Hz. İsa'ya yaratıcılık yani bir şeyden başka bir şey elde etme, icat etmek, yapmak mânasında da kullanılmıştır. Allah nasıl ki hakîkî semi, basîr, hâlık ise insan da işitir, görür ve bir icat eder, sanat eseri ortaya koyabilir.

Okumak ilkesi yaratan sıfatı ile birleşince insanoğlunun eğitilmek, okuyup anlamak ve öğrenmek için yaratıldığı anlaşılmaktadır. İnsan öğrenebilen bir fıtratta yaratıldığı için öğrenmeyen,okumayan, eğitilmeyen aslında fıtratı ile savaşmaktadır. Bir var eden olduğu şuuru ile mahlûkat kitabını okumak, öğrenmek ve öğretmek insanın ödevidir ve Kurân’ın ilk emridir. Kurân bu yüzden ‘’İnan!’’ diyerek değil ‘’Oku, öğren,araştır!’’ şeklinde başlar. Zira makbul imân, bilinçli bir kulluk istemektedir.

2-İnsanı alaktan yarattı.

İnsan, “üns” kelimesinden türemiştir. Üns; ünsiyet, yakınlık demektir. Bu “yakınlık, yaklaşma duygusu”hemcinsi ve mahlûkata yakınlığı, onlarla uyum içinde yaşaması ve Allah’a olan yakınlığını ifade eder. Yaratana yakın ve yaratılanla da uyumlu olmayana insan denemez. Kurân’da beşerin yaratılmasında “Ben mutlaka, karışım olan toprak türü balçıkta bir beşer halk edeceğim.” (Hicr:28) denir. Ancak topraktan yaratılan bu bedenin insan olabilmesi için onun ünsiyet kurması, sosyalleşip hâlık ve mahlûkla sağlıklı ve uyumlu bir alâka içinde olması şarttır.

Alak, alâka’nın çoğuludur. Alâka, yapışıp ilişmek de­mektir. Bir yere yapışıp/alâka kurup beslendiğinden sülüğe de alak değil "alâka" denir. Aynı şekilde rahimdeki embriyoya da,anneye göbek kordonu ile bağlı olmasından dolayı “alâka” denmiştir. Askı ve askıda durmak miglak kelimesi ile anlatılır. Kurân’da sadece burada kelime “alak”olarak geçer. Geçtiği diğer 4 yerde hep alâka şeklinde yuvarlak “te” ile gelmiştir ki bağlam anne karnında asılı duran embriyo demektir. Âyetteki "alak" ile diğer âyetlerde geçen “alâka” kelimesinin aynı anlamda olduğunu düşünemeyiz, çünkü kelime burada çoğul-müzekker diğerlerinde ise tekil-müennes gelmiştir ve bağlamlar farklıdır. Okumak ve eğitimle insanın embriyodan yaratılmasının doğrudan bir bağlantısı yoktur. O zaman ‘’alak’’ bu bağlamda neyi ifade eder? Aluk, yavrusunu sevip ona bağlanan deveye denir. "Alak",manevî olarak, ilgi, muhabbet ve sevgi mânasında bağlı; ancak bu bağ ve ünsiyetle beslenerek insan olabilen gibi bir manaya ulaşılabilir. Rahimdeki embriyonun/bebeğin ölmemesi ve beslenmek için nasıl ki göbek kordonuna ihtiyacı varsa, insanlığın da büyümesi için öğrenmeye, bilgilenmeye, vahye ihtiyacı vardır. Allah, beşeri topraktan insanı da sevgi ve alâkadan yaratmış, vahiyle rızıklandırmıştır. Bir bakıma beşer toprakla, insan ilgi ve sevgiyle yaşar.

3- Oku! Ve Rabbin en cömert olandır.

‘’Ekrem’’ esmâsı ‘’Kerîm’’esmâsından farklıdır. ‘’Kerîm’’, ikram eden manasında fiile yakınken, ‘’Ekrem’’zâtî bir özellik olarak Allah’ın cömertliğini anlatır. Rahmân ve Rahmân örnekliğinde olduğu gibi. Ekrem, karşılık beklemeden sınırsızca verene denir.Kerem cimriliğin zıddıdır. Burada tekrar oku, öğren, öğret emri gelmektedir.Zira el-Ekrem olan Allah’ın insana en büyük ikramı, onu öğrenme potansiyelinde yaratmasıdır. Allah hem öğrenebileceğimiz bir meleke ile bizi donatmış hem de keşfe açık bir varlık âleminde bizi yaratmıştır. Beşer insan olabilmeyi bu kabiliyeti/melekesi ile sağlamaktadır. Rab olan bize ne ile öğretti?

4-Ki O, kalem ile öğretti.

Bir yazı aleti olan kalem Yunancada “sulak yerde yetişen kamış, hasır otu, Hint kamışı” manalarına gelen “kalamos”ile Latince “kalamus”tan Arapçaya ve oradan Türkçeye geçmiştir. Milâttan önce III. bin yılından itibaren Mısırlılar, Yunanlılar ve Romalılar, papirüs,parşömen vb. satıhlar üzerine mürekkeple ve kamış kalemle yazı yazmışlardır. Kalem; bilgi, eğitim ve öğretimin sembolüdür. Daha ilk âyetlerde vahyin, bilginin zamanla unutulma ve tahrif edilme riskine karşı yazılarak muhafazası öğretilmiştir. Kurân’ın, canlılar arasında insanın farklı ve üstün yerini onun öğrenme özelliği ile tanımlaması son derece anlamlıdır.

5-İnsana bilmediği şeyleri öğretti.

İki türlü bilgiden biri olan husûlî bilgi, çalışılarak öğrenilir.Yani sonradan hâsıl ettiğimiz bilgidir. Diğeri de hudûrî bilgidir ki, bu insan fıtratına nakşedilen bilgidir. Bubilgi bizde her zaman vardır. Örnek vermek gerekirse insan hafıza kaybına uğrarsa adını, nerde oturduğunu, yani husûlî olanları unutsa da iştah, şehvet,korkma ve güven gibi hudûrî olanları unutmaz. Zira bunlar insanın DNA’sına bir kalemle yazılmış gibi nakşedilmiştir. Bu nedenle Allah insana iki türlü öğretmiştir. Öncelikle dürtü ve güdülerle beşer yanımızın hayatta kalmasını sağlamış, sonra da fücûr ve takvayı ilham ederek insan olabilmeyi öğretmiştir. İnsan olmak yetmeyecektir, insan kalabilmek ve bu potansiyeli kâmil anlamda en üst seviyeye çıkarmak için gaybî bilgiler olan vahyi de öğretmiştir.

6- Hayır, muhakkak ki insan kesinlikle haddini aşar.

El insan cins içindir. Yani“insan kendine verilen potansiyeli kötüye kullanırsa bu üstünlük ve meziyetler onun kendini müstağni görmesine ve haddini aşmasına sebep olabilir. Beşerin zaten böyle bir potansiyeli yoktur. Bu yüzden insan kullanılmıştır.

Kellâ, harfireddir. Basralılara göre ‘hayır asla’, Kisâi’ye göre ‘gerçekten de, hakîkat şu ki’, Sa’leb’e göre ‘değil mi ki’, Ferrâ’ya göre ‘evet,kesinlikle’ mânasına gelir. Bizce bütün bu mânaları kapsar. Bağlamına göre tercih edilir. Bu bağlama uygun düşen, önceki yargıları red için değil sonraki yargıları ispat için geldiğidir.

Yetğâ, haddini aşar, tuğyan eder, azar mânasındadır. Kelimenin kökeninde su kanaldan taştı “tağal me” kullanımı vardır. Tuğyan; taşkınlık, azgınlık, sınırı aşmak demektir. Kavram olarak tuğyan, isyan ve günahta, sınır tanımayacak ölçüde ileri gitmektir. İnsanın haddi ve ölçüyü aşması demektir. Öğrenen,bilgiyi üreten, kaydeden ve aktaran insan eğer yaratılan âlemi yaratan Rab ismi ile okumazsa, kendine verilen meziyetlerle, kendisini müstağni görerek mahlûkatın efendisi/rabbi olduğunu iddia edecek bir tuğyana kapılabilir.

7- Kendini müstağni görürse.

İstiğna, zengin olmak ve bir şeyle iktifa edip başkasına muhtaç olmamak anlamındaki “ğınâ” kelimesinden türemiştir. Bu kökten gelen gâni,zengin demektir. Ğaniyetun, süse ihtiyaç duymayan güzel kadın demektir.Görüldüğü gibi bu kelimenin aslı “kendi kendine yeten” demektir. Sadece servetle alâkalı anlamak manayı daraltmak olur. Bu kelime Kurân'da 4 âyette geçmiştir. Bu âyetlerden biri Allah ile diğerleri insanlarla ilgilidir. Allah'ın istiğnası; insanların imân ve ibadetlerine ihtiyacının olmamasıdır (Teğâbûn:6). İnsanın istiğnası ise kendini yeterli görmesi, büyüklenmesidir. İnsan, belli nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarından müstağni zannettiği, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek vehmettiği zaman, artık Allah'ı da unutur, anne, baba, kardeş, arkadaş ve dostlarını da bir kenara atar. Ünsiyet kurarak insan olma vasfını yavaş yavaş kaybederek egosantrik/benmerkezci/bencil,hazcı, paylaşımdan, fedakârlıktan uzak bir mahlûka dönüşebilir. Kurân bu tipi Karun ve Firavun örnekleri ile somutlaştıracaktır. Kendimizi müstağni görmemenin biricik yolu ve ilacı ölümlü olduğumuz gerçeğini unutmamaktır.

8- Muhakkak ki dönüş Rabbinedir!

İnsan Rabbine döneceğini unutunca kendini müstağni görür; bu hâl sınırı aşıp azmak olarak karşımıza çıkmaktadır. Rabbine dönüşten maksat insanın öldükten sonra haşrolup hesap vermek ve yaptıklarının karşılığını almak üzere Allah tarafından diriltilmesidir. Nitekim rac' kelimesi, Kurân'da birçok âyette "Allah'a dönüş" “ilk hale dönüş” anlamında kullanılmıştır. İnsan müstağni olamaz, zira en temel ihtiyacı olan hayatı, sağlığı, bedeni bile elinden kayıp gitmekte ve bunu durduramamaktadır. Bu yüzden hiçbir şeye muhtaç olmadığı zannı,insanın sadece kendi kendini kandırmasıdır.

9- Gördün mü şu engelleyeni?

Râzi der ki; “eraeyte” "Gördün mü sen?" ifadesi, taaccüp üslûbuyla Hz. peygambere yapılmış bir hitaptır. Aslında bu ifade, her zaman ve zeminde karşılaşılan bir tipi anlatmaktadır.

10-Yöneldiğinde bir kulu.

Salla; yöneliş, aracısız kulluk manalarına gelmektedir. Zıddı hem bu sûrenin 13. âyetinde “tevella” olarak gelmektedir. Aynı kullanım Kıyâmet 31 ve 32’de zıddıyla şöyledir: “Fe lâ saddeka ve lâ sallâ.” ‘’Fakat o tasdik etmedi ve yönelmedi.’’ “Ve lâkin kezzebe ve tevellâ.” ‘’Ve lâkin yalanladı ve yüz çevirdi.’’ Görüldüğü gibi “saddeka” yani tasdikin zıddı “kezebbe” yalanlama iken “salla” nın zıddı “tevella” ifadesidir yani sırt dönmedir. Burada,aracısız yardım ve destek istemenin müstağni tip tarafından engellenmesi anlatılmaktadır. Kendini hiçbir şeye muhtaç görmeme zannını besleyen bir faktörde çevresindekilerin ona muhtaçlığı ve onu sürekli övmesi ile oluşan haletirûhiyedir. Eğer kişi kendini vazgeçilmez olarak görmeye başlıyorsa ve çevresindekiler ona haddinden fazla övgüde bulunup şımartıyorsa zamanla bu kişi azmaya, had ve hududunu bilmemeye başlar. Müstağni tipin en sevmediği kişiler karakter sahibi,omurgalı ve müstağni olan bu tipe gereğinden fazla hürmet edip yağ çekmeyen şahsiyetlerdir. Bu örnek duruşu, Allah’a aracısız yönelme ve kulluk sağladığı için tebâsını veya kölelerini kaybetme korkusu ile müstağni tip bu örnek yönelişe mâni olmak isteyecektir.

11- Gördün mü? Ya o hidâyet üzereyse?

Hidâyet; istikâmeti, hakyolu/doğru yolu bulmak manalarına gelmektedir. Zıddı dalâlettir. Dalâlet,doğru yoldan sapmak, yolu kaybetmektir. Allah neden sadece kendisinden istememizi ister? Zira bu hâl insana, kula kulluğu önleyen bir şahsiyet kazandırır. Sadece Allah’a yönelmek, sadece ona muhtaç olduğumuzu bilmek bizi müstağni bir kibirden de koruyacaktır. (Bkz. Fâtır:15)

12- Veya takvayı emrediyorsa?

Emara, kişinin kendine/nefsine buyruğu, talimatıdır. Sakınmayı ilke edinmektir. Tıpkı, emri bil maruftaki gibi. Kendinize yaptığınız bu telkin başkalarının da kapsayan bir tavsiyeye, öneriye dönüşmektedir.

Takva, Kurân öncesi ‘hayvanın tekmesinden sakınma’ olarak anlaşılıyordu. Kurân kelimeyi öncelikle bu âyette olduğu gibi insanı ayartan duygu ve düşüncelerden koruma olarak kavramsallaştırmaya başlamıştır. Takvayı emretme, insanı ayartan tüm iç ve dış unsurlardan sakınma bilincini inşa etmedir. Herkesin ve her şeyin Allah’a muhtaçlık noktasında eşit olması şuuru, insanın başkası üstünde tahakküm kurarak zulmetmesine de mânidir. Görüldüğü gibi âyetler tamamen provoke edici değil,düşündürücü ve sorgulatıcı bir üslûpla gelmektedir. Kurân âyetleri ile insanları müşrik, sapık, akılsız ilan eden tutum kesinlikle Rahmânî ve Kurân’î değil şeytânîdir. Kurân’ın bu ilk âyetlerinin öncelikle insana kendi zaaflarını tanıtarak başlaması, öncelikli olarak odaklanılması gerekenin ne olduğunu da bize göstermektedir.

13- Gördün mü, yalanlayıp sırtını döneni?

Tevelle, çekildi, gitti, ayrıldı(Bkz. Kasas:24, Neml:28, Tevbe:92);yüz çevirdi, reddetti, kabul etmedi demektir (Bkz. Mâide:49, Nisâ:80, Yunus:72, Zâriyât:54, Kıyamet:32). İnsan eğer ayartıcı güdü ve dürtülere karşı kendini sağduyu ve vicdan ile savunmuyorsa bunun temelinde doğru olanı önce yalanlaması,sonra rahatsız eden hak ve hakîkatin sesine sırt dönmesi yatar.

14- Bilmiyor mu Allah'ın görmekte olduğunu?

Bir dış gözlemcinin varlığı insan davranışlarının sosyal norm ve kurallara uygunluğunu artırmaktadır. Birbirine yakın yaş grubundaki çocuklar üzerinde yapılan bir deneyde çocuklara ödül alacakları bir görev verilir. Bu görevi tek başlarına bir odada yapacakları söylenir. Görev, belli bir uzaklıktan arkaları dönük olarak duvardaki hedefi ellerindeki yapışkan toplarla vurmalarıdır. En fazla puanı alan ödülü kazanacaktır. İlk grubun, görevin zorluğunu tecrübe edince çizgiyi ihlal ederek hedefe topları yapıştırdıkları gizli kameralarla gözlemlenir. İkinci grup çocuğa, odada kendilerini gören olağanüstü bir varlığın olduğu anlatılır.İkinci grup çocuğun bu bilgiden sonra büyük oranda hile yapmadan atışları tamamladığı gözlemlenir. Bu deneyden elde edilen sonuç, sürekli bizi gören,duyan kâdirimutlak bir yaratıcının varlığı iç ve dış ayartmalara karşı korumada son derece etkili olduğudur.

15- Hayır, eğer vazgeçmezse, onu alnından tutup sürükleyeceğiz!

Nâsiye, alındaki saç, yani kâküldür. Bu bölgenin özellikle seçilmesi ilginçtir. Değerli ilim adamı Abdulmecid Zendanî, bu konu üzerinde öteden beri düşündüğünü, nihayet Kahire’de Kanadalı bir bilim adamının verdiği konferansı dinlerken bunun hikmetini öğrendiğini şöyle dile getirir: Meğer kialnın ön kısmı, hataların işlenmesinde rol oynayan ve suçların işlenmesine dair kararlar alan bir merkezdir. Bir tıp kongresine katılan Kanadalı bilim adamı bu bilginin ancak elli yıl önce keşfedildiğini söylemiştir. Âyette özellikle o bölgenin seçilmesi, insanı ayartan duygu ve düşüncelerin merkezi olmasındandır.İnsan kendine verilen potansiyeli öğrenme ve öğretme kabiliyetini hak ve hakîkat yönünde kullanmazsa canlıların en tehlikelisine/şerlisine dönüşecektir. Bkz. “Muhakkak ki; Allah katında, canlıların en şerlisi aklını kullanmayan sağır ve dilsizlerdir.” (Enfal:22)

16- O yalancı, hata yapan alnından.

Hâtıeh, hata yapmaktan gelir ve “yanılgı” anlamı içerir. Yalancı, günahkârlık ve sahtekârlıktan sorumlu bölge olduğu için alın bölgesinden yakalanmaktadır.Suç aleti ile büyük mahkemeye sürüklenme resmedilmiştir.

17- Artık çağırsın yardımcılarını!

Bu ifade suçun çoğunluk psikolojisi ile yapıldığını ve kalabalıkların suça ve müstağni tavra yardımlarına bir göndermedir.

18- Çağıracağız zebânileri!

Zebâni; zapteden, sıkıca yakalayan, hiç bırakmayan güç/güçler demektir. Dildeki asıl anlamı, polis, zabıta, asker yani güvenlik görevlisi, mu­hâfız demektir. Çoğul bir kelime­dir. Araplar, şiddetle yakalayan kimselere bu ismi verir. Evet, bu âyet âhiret bağlamında olabileceği gibi dünya için de düşünülmelidir. Buradan, suçluların zulmünü önlemek için kolluk kuvvetlerinin önemi anlaşılmaktadır. Müstağni kişilere verilebilecek en etkili ceza hürriyetlerinin kısıtlanması ve onların zaptedilmesidir. Buradan şunu anlıyoruz:Bir kişinin her istediğini yapması, onun haddini aşmasına, kendini şımartıp ilahlaştırmasına sebeptir. İnsanın güdü ve dürtülerini zapturapt altına alması onu koruyacaktır.Takvalı kişi, kendine hâkim olana, frontal lobu irade ve kontrol yönünde geliştirene denir. Kurân’ın çoğu emir ve yasağı iradenin geliştirilmesine yöneliktir.

19- Hayır, ona itaat etme ve secde et ve yakın ol!

Kellâ; yani böyle yapmayın. Yaradan Rab’den bağımsız hayatı okumak,insanı her şeye gücünün yeteceği zannına götürür. Bu hâl, Allah'a yönelme ve takvalı davranmaya engel teşkil eder. İnsanı ayartan arzu ve istekleri zaptetmesi insanı insan yapan aklını Allah’ın emir ve yasakları yönünde eğmek(secde) ile mümkündür. Frontal/ön lobu doğru eğitmek onu kulluk, hayır ve iyilikte kullanmaya bağlanmıştır.


 
Eklenme Tarihi : 25.6.2018 23:39:54
Okunma Sayısı : 7426