مَّن ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللّهَ قَرْضاً حَسَناً فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافاً كَثِيرَةً وَاللّهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Kim Allah’a (onun yolunda) güzel bir kredi (limiti) açarsa, Allah da onun verdiğinin (mükâfatını) kat kat artırır. (İmkânları) Daraltanda genişletende Allah’tır ve siz O'na döndürüleceksiniz. (Bakara:245)



.





FURKAN SÛRESİ


FURKÂN SÛRESİ

1- Âlemlere uyarıcı olması için kuluna Furkan’ı indiren, bereketin kaynağıdır.

Tebâreke; üreme ve fazlalık anlamındaki berk, bereket kelimelerinin tefâ’ale kalıbındaki bir türevidir. Kelimenin kökü olan berk, bereket genellikle hayırlı olan bir şeyin bolluğu olarak ifade edilir. (Lisanül-Arab) Bereket de verimlilik, bir şeye değer ve fiyatını yükleyen esas neden olarak tarif edilebilir. Râzî de bu mânada der ki, 'tebâreke'nin temel mânası, kaynağa ve devamlılığa işaret eder. (Râzî) Tebâreke fiili 'te’âlâ' gibi yalnız Allah için kullanıldığı için bereketin kaynağı olarak meallendirilmiştir.

Furkan, Mürselât sûresinde de değindiğimiz gibi, iki şeyi birbirinden ayırmak anlamındaki fark kökünden türemiştir. Genellikle tefrik, firak, firkat, fırka, tefrika kelimeleri somut şeyler için; fârikât, fârûk ve furkân kelimeleri ise soyut şeyler için  kullanılır. Önemli da­vaları sağlam delillerle çözerek sonuca bağlayan delillere de furkân denilir. Bu manada soyut şeyler olan hak ile bâtılı, iman ile küfrü, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü hayır ve şerri birbirinden ayırdığı için Kur’an’a da isim olarak verilmiştir. Furkân kavramı Kur’an içerisinde 7 yerde geçmektedir. Bu kelime, Bakara 53, Âli İmran 4 ve Enbiya 48’de Tevrat ve İncil’e bir vasıf olarak geçerken; Enfal 41’de ise 'Yevmü’l-Furkan' şeklinde, iman ile inkârın ilk karşılaşması olan Bedir Gazvesi için kullanılmaktadır. Enfal 29’da ise Allah’a karşı sorumluluk bilincini kuşananlara Allah’ın bahşedeceği bir özellik olarak geçmektedir. Bakara 185 ile Furkân 1’de; Kur’an’ın bir ismi ve özelliği olarak kullanılmaktadır.

Âlemler insan topluluklarıdır. Her toplumun kendine has iyi-kötü tanımları olabilir. Eğer kişi, iyi ve kötüyü âlemlerin inisiyatifine göre değil de indirilen Kur’an’a göre belirlerse eğriyi doğrudan ayıran bir faruk olabilecek ve çevresine bereketler getirecektir. Âlemleri uyarmak, mesajın evrenselliğini göstermektedir. Kur’an yine kendi beyanına göre yöresel motif ve örnekleri kullanan evrensel bir hitaptır. Mübarek olan Allah, Furkan’ı indirmiştir. Kur’an’ı mehcûr bırakıp hayatımızdan uzaklaştırmak, bereketsiz ve kısır bir ömür geçirmemize sebep olur.

2- O ki; göklerin ve yerin mülkü, O’nun. Ve O, çocuk edinmemiştir. O’nun mülkte ortağı olmadı. Ve O her şeyi yarattı. Böylece onları bir ölçüye göre takdir etti.

Allah’ın bereket kaynağı olması demek, neseb ve çocuklarının olması demek değildir. Bu ayrım müşrik zihne bir reddiyedir. Mülk, Arapça milk mastarından türemiş bir isimdir. Üzerinde kâdir olunan şeyin genişliğini ifade eder. El Mülk, hem mülkiyete tekabül eder hem de malikiyete. Mülkü’s-semavati ve’l-ard, göklerin ve yerin, yani yaratılan her şeyin sahipliğinin onları yaratanda olduğunu ifade için kullanılan bir kalıptır.

Şerîk, ortak demektir. Şe-ri-ke fiil kökünden gelmektedir. Şirk ise şe-ri-ke fiilinden mastardır. Şirk ve aynı kökten gelen şirket ve müşareket gibi kelimeler sözlükte, mülk ve saltanatta ortak olmak demektir. Bir şeyin birden fazla kişiye ait olduğunu ifade ederler. Aynı kökten gelen ‘eşreke’ fiili ortak koşmak, ortak olmak anlamına gelir. Ortak koşana ise “müşrik” denir.

Kader ve takdir, bir şeyin miktarını göstermektir. Takdir, Allah’ın ve kulların fiilleri hakkında kullanılır. Kader ise sadece Allah’ın fiilleri hakkında kullanılır. Takdir güzel olduğu gibi çirkin de olabilir, oysa kader ancak güzel olabilir. Allah'ın, yarattıklarının tamamını matematiksel bir ölçü ve sistemle yaratması kader iken, bu şekilde uyumu sağlamak istemesi O’nun takdiridir.

3- Ve bir şey yaratamayan ve yaratılmış olan, kendilerine fayda ve zarar vermeye mâlik olmayan, O’nun astında ilâhlar edindiler. Ve öldürüp hayat vermeye ve yeniden diriltmeye mâlik değillerdir.

Kur’an Furkan oluşunu öncelikle kişinin bu âleme gelme amacı ve mülkün emanet oluşuyla göstermiştir. Allah’la nesep bağı kurarak astında yakın olduğunu iddia edenlerin bu mülke ortak olmak isteyen şirk unsurları olduğunu beyan ederek farkındalığı artırmıştır. 3. âyet bu unsurların âcizliğine ayna tutmuştur.

4- Ve hakîkati örtenler dediler ki: “Bu, sadece onun uydurduğu bir iftiradır. Ona bu konuda diğer kavimler de yardım etti.” Böylece onlar, çarpıtma ve zulümle geldiler.

Yukarıdaki âyette müşriklerden burada ise ateist ve deistlerden kâfir olarak, yani hakîkatin üstünü örtenler şeklinde bahsedilmektedir.

İfk; asıl ve esasından uzaklaştırılmış, hakîkati tahrif edilmiş, yalan, dolan, iftira ve bâtıl şey demektir. Bühtan da ansızın atılıp insanı rahatsız eden iftira demektir. Kezib (yalan) ile ifk arasında şöyle bir fark vardır. Kezib her türlü yalan için kullanılırken, ifk ise hedefinde bir kişi, grup, yapı, düşünce vs. olmakla birlikte amacı o şeyi itibarsızlaştırıp karalama olan çirkin ve büyük yalanlar için kullanılır. Mesela evde olmasına rağmen telefonla konuşurken markette olduğunu söyleyen biri yalan söylemiş, karşısındakini aldatmıştır ki bu kezibdir. Dürüst bir işletmecinin tartarken hırsızlık yaptığını savunmak ise ifktir. İftira, bir kezbe (yalana) kesin olarak karar verip onu yaymak anlamına gelir. Amaç bozgunculuktan maddî ve manevî menfaat devşirmektir. Kur’an’da tam 60 yerde geçen “iftira” kelimesi, çoğunlukla yalanla birlikte gelmektedir. En büyük iftira Allah’a atılan iftiradır. ''Allah'a yalan uyduran ya da O'nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kim olabilir? Şüphesiz zâlimler kurtuluşa eremezler.'' (En’am:21)

İâne, avn kökünden gelip yardım etmek, desteklemek anlamına gelir. Bu kökten gelen avni, muavin yardımcı demektir. İstiane, yardım istemek anlamına gelir. Yakın anlamdaki nusret ise, ancak galip gelmeye çalışan kavgacıya ve isyan eden düşmana karşı yardımlaşmak demektir.

Zûr, doğru sanılsın diye görüntü itibariyle düzeltilmiş ve süslenmiş söz anlamına gelir. Türkçemizde eğriyi doğru gösterme çabası olarak çarpıtma şeklinde ifade edilir. Hakîkati çarpıttıkları için ortaya atılan yalanların hak ve hakîkate karşı yapılmış bir yardımlaşma ve zulüm olduğu âyette ifade edilmektedir. Günümüzde dahi Kur’an’ın eski medeniyetlerden alıntılarla oluşturuluş bir içeriğe sahip olduğu iddia edilmektedir. Önceki anlatılarla ortak yanlarının olması onun eskilerin masalları değil, tek bir kaynaktan neşet edip yayıldığını gösteren önemli delillerdendir. Yalan ve yanlışlarla hakîkati örtme girişimi şimdi de mesajı getiren elçi üzerinden devam edecektir.

5- Ve dediler ki: ''Bu, sabah akşam okunsun diye ona yazdırılan eskilerin masallarıdır.''

Esâtîru’levvelin; önceki yaşayanların uydurduğu efsaneler, gerçek olmayan masallar manasındadır. (Bkz. Kalem:15) Bu ifade genelde ilk bakışta Kur’an kıssalarını masal gibi görenlerin bir benzetmesi olarak görülse de Kur’an’da bu kalıp çoğunlukla âhiretle ilgili pasajlarda yer almaktadır. Bu da gösterir ki ateist ve deistler esasen yeniden dirilişi eskilerin masalları olarak görüyorlardı. Mü’minun sûresinin 82–83. âyetleri buna delildir. “Dediler ki biz öldükten, toza toprağa, kemiğe dönüştükten sonra, yeniden diriltileceğiz, öyle mi? Doğrusu şu ki, bize de, bizden önce atalarımıza da aynı şey vaad edilmişti; bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir.” (Mü’minûn:82–83)

Tumla aleyhi, kendisine okunsun diye demektir. Bundan amaç kendisinin öğrenmesi, ezberlemesi ve başkalarına yazdırtmasıdır. Bu iddia günümüzde özellikle ateist ve deistler tarafından devam ettirilmektedir. Kur’an’ın eski Sümer yazıtlarından, ehlikitabın kaynaklarından derleme olduğu iddia edilir. Oysa tam aksine Kur’an’ın kadim anlatımlarla ortak yanlarının bulunması hepsinin bir tek kaynaktan geldiğinin kanıtıdır. Kur'an bu anlatımları yeniden düzenleyerek yepyeni bir anlatımla dosdoğru bir şekilde sunmaktadır.

6- De ki: “Onu, göklerin ve yerin sırrını bilen indirdi. Muhakkak ki O, Gafûr’dur, Rahîm’dir.”

Bu âyette onu, göklere ve yere ait bütün sırları bilen indirmiştir denilmek sûretiyle çok ince bir noktaya temas edilmiştir. O da aslında Kur’an’a iftira edenlerin tarihî hakîkatleri ayrıntıları ile bilmedikleridir. Varlık, tarihin sırlarıyla doludur. Bu bilgilere vâkıf olmayanların spekülasyonlarla hareket etmesi Allah’ın bağış ve merhametini celp etmeyecektir. Asıl iftirayı kendileri atmaktadır.

Ğafûr, insanların günahlarını örten, onların hata ve suçlarını çokça bağışlayan, üstünü çizen anlamına gelir. Rahîm, merhametini fiileri ile gösteren demektir. Bu ayette Ğafûr ve Rahîm ismiyle verilen zımnî mesaj şudur: Vahiy, Allah’ın insana bağış ve merhametinin bir ürünüdür.

7- Ve dediler ki: “Bu nasıl elçi ki, yemek yiyor ve çarşıda pazarda dolaşıyor. Ona bir melek indirilseydi olmaz mıydı? Böylece onunla beraber uyarıcı olurdu.”

Esvâk, çarşı anlamına gelen “sûk” kelimesinin çoğulu olduğundan çarşı-pazar olarak meallendirilmiştir. Sevk etmek de aynı kökten gelir. Çarşıya ve pazara sulk denmesinin sebebi malın sevk edildiği (gönderildiği) yer olmasındandır. “Bu nasıl bir elçi?” derken kendi bilinçaltlarını da ortaya döküyorlar ki o da bedavacılık, emeksiz, beleşçi ve rantçı bir bakışa sahip olmalarıdır. Bu kafaya göre elçinin geçim derdi, yeme içme derdi olmamalıdır. Yan gelip yatarak, insanlara din satarak geçinmelidir. Zaten bir alttaki âyette hazinesinin, bağ ve bahçesinin olması gerektiğinden de bahsedecekler. Medyatik hocaları çarşı pazarda göreniniz oldu mu? Oysa elçinin sünneti, halkın içine karışıp halkla hemhâl olabilmek ve yabancı biri o topluma yaklaştığında “Hanginiz Muhammed?” dedirtecek kadar halktan biri gibi yaşamaktır. Ateist ve deist kafa elçinin beşeri özelliklerini bir türlü kabullenemez. Özellikle evlilikleri üzerinden şaibe yaymaya çalışır. Zirâ beşer bir elçi değil, melek bir elçi beklentisi kendi insanlıklarından utanmalarının bir yansımasıdır. Bu tipler herkesi kendisi gibi kötü zannettiği için günahsız, üstün bir melek elçi bekler. Rabbimiz cevabı İsra 95'te şöyle verir: “Eğer yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsaydı, biz de onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik.” Zirâ bu imtihanın gereğidir. Kendi türünden bir elçi olacak ki emir ve yasaklar tam olarak uygulayabilsin.

 

8- Veya ona, bir hazine ilka edilseydi veya ondan yiyeceği bir cenneti olsaydı. Ve zâlimler dediler ki: “Siz ancak, büyülenmiş bir adama tâbi oluyorsunuz.”

İlkâ kelimesi fırlatıp atma, yukardan aşağıya bırakma” anlamında kullanılmıştır. Âyette elçiye emeksiz, gökten indirilen hazine(kenz) beklentisini ifade etmektedir. Kenz, biriktirmek kökünden gelmektedir. Keneztu’t-Temre, hurmayı toplamak, biriktirmek anlamına gelir. İyice kilo almış deveye de “Nakatun kinâzun” adı verilmiştir. (Rağıb) Sonra kelime bütün birikimleri ifade eden genel bir ada dönüşmüştür. Cennet burada bağ, bahçe, yiyip içip yatılan bir çiftlik anlamındadır.

Sihr, nüzul sürecinde ilk olarak Müddessir 24. âyetinde geçer. Türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de 60 yerde geçer. Dilde; gizli bir sebeple insanın gözünü ya da gönlünü yanıltan şey demektir. Amaç onları etkileyip aldatmaktır. Elçinin önceki ahlâkını bildiklerinden onun şahsiyetine laf söyleyemeyerek “Sen bir sihrin, büyünün tesirindesin, sen kendinde değilsin.” şeklinde bir ithamda bulunuyorlar. Eğer elçinin yanında Cibril hadisinde olduğu gibi melek gelse idi bu sefer ''Sen sihirbazsın, büyücüsün.'' diyeceklerdi. Cibril hadisinde dini öğretme ve uyarı emri meleği görerek olmaktadır ve bu âyetteki müşrik, ateistlerin istediği rivâyet yoluyla yerine getirilmektedir. Allah Resûlü'nün vefatından asırlar sonra müşriklerin isteklerinin rivâyet yoluyla yerine getirilmesine tipik bir örnektir.

9- Bak! Sana nasıl misaller veriyorlar. Bundan dolayı dalâlette kaldılar. Artık yola güçleri yetmez.

Sebil; gidilen, takip edilen yol demektir. Dalâlet, doğ­ru yoldan bilerek veya hataen sapmaktır. Bilerek sapmaya Türkçede sapıklık, hataen sapmaya yolu şaşırma denir. (Darb ve Emsal için bkz. Yâsin:13). Emekten uzak bu zihniyet onları gayret ve fedakârlık isteyen Allah’ın yolunda ilerlemekten alıkoymuş, takatlerini kesmiştir.

10- O ki bereketin kaynağıdır, dilerse sana bundan daha hayırlı olanı kılar, altından ırmaklar akan cennetler verir ve senin için köşkler yapar.

Zımnen bereketin kaynağı olan Allah isteseydi resûlünü köşkte kalan, bağları, bahçeleri olan birinden seçebilirdi ki Hz. Süleyman buna güzel bir örnektir. Ancak son nebinin yaşadığı ve son saate kadar geçerli olan vahyin tamamlanma sürecine en uygun ortam ve örneklik takdir edilmiştir.

11- Bilakis onlar o saati yalanladılar ve Biz, o saati yalanlayanlara, çıldırtan bir ateş hazırladık.

Sâ’at kelimesinin nüzul sürecinde ilk geçtiği yer burasıdır. Bildiğimiz saat anlamındadır. Es-sâ’at kelimesi, Allah tarafından bilinen ve kararlaştırılmış olan zaman anlamına gelir. Kur’an’da, Allah’ın bu dünya için belirlediği sürenin sonunda kozmik düzenin bozulma anına “Es-Sâ’at”, bundan sonra insanların hesap vermek için kalkacakları döneme de yevmü’l kıyame kalkış günü denir.

Sa’îr; ateşi yakmak, tutuşturmak, kışkırtmak, alevi yükseltmek anlamına gelir. Es su’r, kışkırtılmış ateşe benzediği için saldırgan deliye denir. Dolayısıyla bu normal bir ateş değil çılgın bir ateş veya çıldırtan bir ateştir. (Benzer bir kullanım için bkz. İnsan:4)

Çarşıda pazarda gezen, ölümlü, kendilerinden üstün olarak görmedikleri bir beşerin getirdiğinden dolayı müsrifçe, bencilce ve zâlimce yaşadıkları hayatın hesabını verecekleri düşüncesi müşrik, deist, ateist ve kâfir tipi çıldırtan ve saldırganlaştıran bir hakîkattir. Bu ateşin özellikleri anlatılmaya devam edilecektir.

12- Onları uzak bir mekândan gördüğü zaman onun taşkınlığını ve uğultusunu işittiler.

Teğayyüz, “öfkeyi dışa vurmak” demektir. Kök anlam irtibatıyla bir şeyin sınırını aşıp taşmasıdır. Aslında sağlıklı düşünen, vicdan kulağını sağır etmeyen, sağduyulu her insan yaptığı yanlışların yanına kâr kalmayacağını ve yaşlandıkça yaklaştığı cezanın ayak seslerini duyar. Ancak bunu ne kendisine ne de başkasına itiraf edebilir.

13- Ve birbirine bağlanmış olarak oradan, dar sıkışık bir yere atıldıkları zaman orada yok olmayı isterler.

Sanki, değerini yitirmiş beşerlerin çöpler gibi istif edilip dev bir presten geçerek ateşe doğru sürüklenmesi tasvir edilmektedir. Dayyik, genişliğin zıddıdır. Darlık ve sıkıntı manasındadır. Kur’an’da göğsün içinin sıkılması, darlanması manasında da kullanılır (Şu’ara:13) Subûr; helak olma, yıkılma, bozulma anlamındadır. Da’vetus-subûr, şiddetli bir duruma düşüp de darda kalanın, ölümün darda kalmaktan daha kolay olduğunu görerek nida edip (vâ subûrâh) ''Vah ölüm, yetiş!'' demektir. Nitekim toplumda dayanılmaz acı ve sancı içinde kıvranan kişilerin de “Allah’ım canımı al da kurtar!” tarzında yakarışına çokça rastlanmaktadır. Subûr, tekrar dirilişi olan ölüm anlamındaki mevt’ten farklı olarak bir daha dirilmemecesine ölüm, yok olup gitmek anlamına gelir. (Mekâyîs) Artık yok olmak için yalvaracak. (İnşikâk:11) Burada hakîkate karşı yalanı, inanca karşı inançsızlığı tercih edenlerin içine düştüğü belirsizlikler ve iç sıkıntılar sonucu, intihara eğilimler olarak da gözlenen bir psikolojik hâlden başlayan bir azap da olabilir.

14- Bugün yok olmayı bir defa istemeyin, defalarca isteyin.

Âyette cehennemliklere bu sözü birinin haykırmasından ziyâde bir vaadin vuku bulması kastedilmiş olabilir. Zirâ anlatımda “De ki” veya “Denilir ki” gibi bir hitap zamiri bulunmamaktadır.

15- De ki: “Bu mu daha hayırlıdır, yoksa muttakilere vaat edilen, onlar için bir karşılık ve dönüş yeri olan huld cenneti mi?”

Huld; ölümsüzlük, halin bozulmaması, âhirete has bir kavram olduğu için âhiretin bir adı da (dârü’lhuld) ölümsüzlük yurdudur. Zaten Kur’an’da cennet ve cehennem huld kelimesi ile ifade edilmiştir. (Ayrıntı için Hümeze 3’e bakınız)

Muttaki, takva sahibi olanlar demektir. Takva, kötülüklerin cezasız kalmayacağı şuuru ile onlardan sakınmadır. Bu sakınmanın temelinde Japon âlim İzutsu’nun da ifade ettiği gibi sorumluluk bilinci yatar.

Cezâ, karşılığını vermek anlamına geliyor. Cehennem bir dayatma değil tamamen kişinin tercihine bırakılmış bir seçimdir. Bu âyetlerde Rabbimiz kıyas yapılması için en ince ayrıntısına kadar âhiret bilincini inşa etmektedir.

16- Orada onlar için, diledikleri her şey kalıcı olarak vardır. Bu Rabbinin üzerine aldığı istenilen bir vaaddir.

Âhirette olacak şeylerin mazi sigasıyla anlatılmasının anlamı şudur: Allah’ın vaadi, gerçekte sanki olmuş-bitmiş gibi kesindir. Allah’ın hiçbir mecburiyeti olmamasına rağmen, belirlediği ilke gereği herkesin istediği, ancak hak edenlere sunulan vaadi cennettir.

17- Ve o gün, onları ve Allah’ın astında taptıkları şeyleri toplayacak ve diyecek ki: “Şu kullarımı, siz mi dalâlete düşürdünüz, yoksa kendileri mi yoldan saptılar?”

 

Haşr, toplamak demektir. O alana da mahşer denmiştir. Burada diriltilen, Allah’ın astında ilah edinilen cansız putlar olduğu gibi insanlar tarafından putlaştırılan her tür varlık olabilir.


18- Dediler ki: “Sen Sübhan’sın, Senden başka veliler edinmemiz bize yakışmaz. Fakat Sen, onları ve onların babalarını metalandırdın. Öyle ki zikri unuttular ve yok olup giden bir kavim oldular.”

Bu iki âyette Allah’ın astında konuşturulan putlar olsa “Senden başkasını veli edinmek yakışmaz.” demezlerdi. Zirâ isteseler de bunu yapacak iradeleri yoktur. Eğer bu konuşanlar geçmişte yaşamış ve sonradan putlaştırılmış, ilahlaştırılmış sâlih kullar ise (Hz. İsa’nın ilahlaştırılması gibi) o zaman bu kullar kendisinden sonra gelenlerin zikri unuttuğunu, dünyalıkla metalandırıldıklarını nerden bilecektir? Maide 117’de Hz. İsa onların içinde yaşadığım sürece ilahlaştırmalarına şahit olmadığını ve bilmediğini ifade etmektedir. Zikrin/vahyin unutulduğu nasıl anlaşılır? Allah’ın dûnunda kendilerini bir makamda görenler; halka, zikre aykırı uydurmalar anlatmalarına rağmen halkın bu uydurmalara din diye inanması onların zikri unuttuklarını gösteren en önemli delildir. O zaman burada diriltilen, Allah’ın astında ilah edinilen cansız putlar değil kendini Allah’a yakın gibi tanıtıp insanları sömüren, din istismarı yapıp onları şirke düşüren sahte peygamberler, mollalar, veliler, azizler, gavs ve kutuplardır. Mahşer günü Allah’a hesap vermektedirler. Bu diyalog Hz. İsa’nın Maide 116’da Allah tarafından hesaba çekilmesine benzese de buradakiler suçlunun Allah olduğunu ima ederek ‘’Sen, onları ve onların babalarını metalandırmasaydın zikri unutmayacaklardı.’’ gibi yanlış bir çıkarım yapıp suçu Allah’a atmaya çalışmaktadırlar.  Bu tutumu İblis’te de görmekteyiz. İblis Allah’a “Mademki beni saptırdın/azdırdın, ben de kullarını saptırmak için senin dosdoğru yoluna oturacağım.” (Araf:16) ifadesinde de görmekteyiz. Yolun doğru olduğunu bilerek suçu Allah’a atıp hatada ısrar mantıksızlığı. Suçu Allah’ta arama şu âyette de ifade edilir: Hesap günü, “Onlar, ‘Eğer Allah, bizi hidayete erdirseydi elbette biz de sizi hidayete erdirirdik. Sabretsek de, sabretmesek de bizim için aynıdır. Bizim için kaçacak bir yer yoktur.’ dediler.’’(İbrahim:21)

Şeytan, Allah’ın astında ilahlar edinmemiştir, kendisini ilahlaştıranları kabul etmemiştir. Ve Allah’tan korktuğunu da beyan etmiştir: ” Şüphesiz daha önce ben, beni ortak koşmanızı inkâr ettim/kabul etmedim.” Şüphesiz zâlimler için elem verici bir azap vardır.(İbrahim:22)

Görüldüğü gibi şeytan veya şeytanlaşmış kişileri evliya edinenleri, hesap günü Allah huzurunda toplayacak ve Allah’ın yanında kendilerini kayıracaklarına inandıkları veliler onları yalanlayarak yüzüstü bırakacaktır. İşte devam eden âyet…

19- İşte böylece, söylediklerinizden dolayı sizi yalanladılar. Artık savuşturmaya ve yardım almaya muktedir olamazsınız. Ve sizden kim zulmederse ona büyük azap tattırırız.

Allah’ın astında ilahlar, veliler edinmek aslında kast sistemini, yani efendi-köle sistemini ihya edip desteklemektir. Bu sistem ezen/efendi ve ezilen/köle olarak toplumu sınıflara böler, bu sınıfsal farklılıklar zulüm ürettir. Bu zulüm dünyevî bir azaptır. Âyette zâlimlere uhrevî olan ve çok daha büyük bir azap olan âhiret azabı hatırlatılır. Amaç kendilerini Allah’a çok yakın gösterenlerin Allah’ın hür olarak yarattığı kulları üzerindeki tahakkümlerini kırmaktır. Veliler, azizler, zatlar, ulular gibi sıfatlarla Allah’ın hür yarattığı kullarını köleleştirmek zulmetmektir. Pasaj peygamberlerin bile böyle olmadığını anlatarak devam edecektir. Bu pasajda Allah’ın astında dostlar edinenlerin Allah’a verdikleri cevabı ve sergiledikleri derin pişmanlığı 27. âyette okuyacağız.

20- Ve senden önce, yemek yiyen ve çarşı pazar dolaşan resûllerden başka resûl göndermedik. Ve sabredecek misiniz diye bazılarınızı bazılarınıza fitne kıldık. Ve Rabbin, görendir.

Fitne kelimesinin aslı “fetn”dir. “Fetn” kök mânası, altın ve gümüş gibi değerli madenlerin sahte olup olmadığını anlamak, cevheriyle cürufunu birbirinden ayırmak için onları ateşte eritmek demektir. “Bazılarınızı diğerleriniz için bir fitne kıldık” ifadesinden; Allah’ın insana ârız olan kusurları, hastalıkları, sosyal yaşamda birbirleri ile olan etkileşimleri ile temizlemesinden, cevheri cürufundan ayırmasından bahsedilir. Ancak bazen cüruf gider, cevher kalır; bazen de cevherden çok olan cüruf kalır, cevher bu potada/baskıda yok olur. Hayat öyle bir imtihandır ki kişiyi insanlık ayarını/kıratını/değerini ortaya çıkaracak kadar büyük bir baskı ve elemeye tâbi tutar. Bu saflaştırma işlemine resûller de dahildir. Peki resûller hangi özellikleri ile cevheri cüruftan ayıran bir imtihan olur? İçinde kibir olan ve insanlara tepeden bakarak onlar üzerinde tahakküm kurmak isteyenler, resûllerin hiçbir olağanüstü yanlarının olmadığını, mütevazı insanlar olduklarını anladıklarında olumsuz bakışları hemen kendini gösterir. “Rabbin görendir.” ifadesi ile yapılan sınamanın sonuçlarının kesinlikle değerlendirilmekte olduğunu, hiçbir şeyin zâyi olmayacağı vurgulanmaktadır

21- Ve Bizimle karşılaşmayı ummayanlar dediler ki: “Bize de melekler indirilmeli değil miydi veya Rabbimizi görmemiz gerekmez miydi?” Yemin olsun ki onlar, kendi içlerinde kibirlendiler ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar.

Likâ, sözlükte “karşılaşmak ve buluşmak” gibi anlamlara gelir. Melek yerine melekler tabirinin kullanılması aslında kibirlerinden her birine melek indirilmesi isteğindendir. İstikbar, kibir kökünden türeyen bir kavramdır. İstikbar; sözlükte büyüklenme, kendini büyük görme, böbürlenme, insanları küçük görme anlamlarına gelir. (Bkz. Müddessir:23) Atev, haddi aşmak, azmak, hududu çiğnemek, itaat etmemektir. Mukatil, bu kelimeyi yeryüzünde üstünlük taslamak diye açıklamıştır. (Kurtubî)

22- O gün melekleri görecekler, izin günü mücrimler için müjde yoktur. Ve diyecekler ki bize zarar vermeyin.

Lâ Büşra, müjdenin yokluğudur. Asıl kaybın mahrumiyet olduğu kinayeli olarak vurgulanır. Mücrim, suçlu demektir. Hıcr, haram (yasak) anlamındadır. (Bkz. En’am:138) Mahcûra, ismimeful olup yasaklanmış, men edilmiş demektir. “Hıcran mahcûran” ifadesi ise bir bedevî tabiri olup bedevîlerin genellikle haram aylarda korktukları bir kişiyle karşılaştıklarında kullandıkları bir ifadedir. Bu tabirin anlamı “Bana zarar verme! Bana zarar vermek yasaklanmıştır!” demektir. (Râzî) Yeniden diriliş gününde mücrimler, melekleri görünce “hıcran mahcûran/bize zarar vermeyin!” diyecekler ve bu sözlerinin dünyada yaptıkları gibi kendilerine fayda vermeyeceği anlatılmaktadır. Zirâ dünya hayatı olan 12 aylık haram aylar mücrimler için bitmiş, Allah’ın tanıdığı mühlet sona ermiştir.

Melekler ancak imtihanın bittiği hesap gününde görülebilir. Zirâ iman gaybe imandır. Âyette suçlular denmesi önemlidir. Başkalarına karşı suçu karakter haline getirenler için müjde, mutluluk, sevinç ve umut haram kılınacaktır. Yaptıkları iyilik ve ameller ne olacak sorusunun cevabını bir alttaki âyet açıklar.

23- Ve onların yaptığı amelleri ele alarak onu, savrulmuş toz kılacağız.

Kötülerin yaptığı iyiliklerin ele alınması aslında onların değerlendirilmesidir. Şöyle ki yapılan iyilikte riya, gösteriş, kibir, dünyevî çıkarın olduğu bu suçluya gösterilerek aslında yaptığının iyilik olmadığı, bir katma değer üretmediği ispatlanır. Bu ispatın üzerine mücrim yaptığı amelin savrulmuş bir toz kadar değersiz olduğunu anlayacaktır, ancak iş işten geçmiş olacaktır. Dünya imtihanını kaybedenlerin iyilikleri imtihana girip barajı geçememiş bir öğrencinin doğru cevapladığı sorulara benzer. Amaç mizanda iyiliğin ağır basmasıdır. Hafif gelen iyilik kefesi içindekiler, bir değer ifade etmeyecektir. Bu bağlamda Allah’ın katında değer ifade etmeyen bir yolla kazanılan para ile yapılanların hiçbir geçerliliğinin olmaması gibi. Faiz, hırsızlık veya kumarla elde ettikleri kara para ile yapılan yardımlar Allah katında savrulmuş toz gibi değersiz ve önemsizdir. Hesap günü sıkıntılı bir süreç geçiren mücrimlere karşılık cennet ehli şöyle der:

24- İzin günü cennet ehlinin karar kıldığı yer ne hayırlı, dinlendikleri yer ne güzeldir.

Müstekar, bir yerde durma mânasına mimli mastar, ismizaman veya ismime­kân olabilir. Burada durma yeri mânasına yer bildiren bir isim olması muhtemeldir. Makîle; öğle uykusu, bu uykunun yapıldığı mekân, dinlenme yeri demektir. Kaylule, öğle uykusu anlamına gelmektedir. Bu uyku hayata devam için günün ortasında verilen bir aradır. Hesap günü mücrimler kaçacak delik ararken, cennet ehli günün ortalarında hayırlı mekanlarda güzel bir şekilde ağırlanacaklardır.

25- Ve sema bulutlarla parçalandığı gün, melekler peyderpey indirilir.

Nezzele-Yunezzilu-Tenzilen, inzal gibi indirmek anlamına gelir. Ancak “tenzîl” çokluk ifade eder. Bu nedenle vahiy için kullanıldığında birdenbire indir­meyi değil, parçalar halinde tedrîci bir inmeyi ifade eder. Meleklerin tenzîl etmesi ise birbiri ardınca inmesi veya bölük bölük inmesidir. Ğamâm kelimesinin aslı bir şeyi gizlemektir. Bu anlamdan güneşin ışığını örttüğü için buluta “ğamâm” denmiştir. Şakk, bir şeyde meydana gelen yarık ve çatlaklardır.

Burada bulut kullanımı aslında gizli/perdeli olan gayb olan yüce âlemin kapılarının açılması manasındaki semadan inzali ile meleklerin suçlular için peyderpey inmesidir. Meleklerin dişi veya erkek olmayan varlılar oluşu, enerji boyutunda olmalarından dolayı şekil ve şemaili bizlere gaybdır. Bizim burada anladığımız, artık hayatın dünyadaki gibi olmadığıdır, dünyevi yasalar değişmiştir. Meleklerin birden değil de peyderpey zamana yayılarak inişi de Allah’ın mülkü olan yeryüzündeki kanunlarının/yasalarının peyderpey değiştirileceği, yepyeni bir âlemin bizi beklediğidir. Bu âlemde bir şeyi gizlemenin, kötülük etmenin, günah işlemenin olamayacağı; eskimenin, yaşlanmanın, eşyanın melekûtunun birbirine bağlı olarak değişmesi ile mümkün olmayacağıdır. Bu mahiyet değişikliği ilk olarak gayb perdesinin kaldırılması/parçalanmasında kendini göstermektedir. Kısaca meleklerin peyderpey indirilişi, melek kavramına daha geniş perspektiften bakıldığından eşyanın melekûtunun/yasalarının peyderpey değişimi olarak algılanabilir.

26- Mülk, izin günü Rahmân için haktır ve o gün hakîkati gizleyenler için zor bir gündür.

Mülk Allah’ındır. Çünkü o gerçek mâliktir ve mülkünde istediği değişikliği yapma hakkı sadece O’na aittir. “Her şeyin bariz olarak ortaya çıktığı gün hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. O gün mülk kimindir? Vâhid ve Kahhar olan Allah’ındır.” (Mü’min:16) Kur’an’da 57 yerde gelen er-Rahman hep Allah için kullanılır. Bu siga, süreklilik bildirir. Mülkün sahibinin yeni sisteminde onun merhametine mazhar olma fırsatı bu esma ile hatırlatılırken hakîkati örtenlerin bu kapsamda olmadığı, onları zor bir günün beklediği özellikle âyetin devamında belirtilmiştir. ‘Usr’, zorluk, kolaylığın (Yusr) zıddıdır. Yevmun ‘asîr, işin güçleştiği zor gün demektir. Peki bu zor günde zâlimler ne yapacak?

27- Ve o gün, zâlim ellerini ısırır ve der ki “Keşke resûlle beraber bir yol tutsaydım.”

Adda-Yeuddu, bu fiil dişlerle ısırmak demektir. Elini ısırmak ise, öfkeden, hayretten veya pişmanlıktan dolayı yapılan bir harekettir. Türkçede buna karşılık “dizini dövmek” deyimi kullanılır. İçteki derin ve yoğun pişmanlığın dışa taşmasıdır. Âyette geçen zâlim kimse ifadesinin başındaki el/belirlilik takısı zâlim kişinin herkesin bildiği bir tipi anlattığını gösterir. Bu tip günümüzde ve gelecekte olmaya devam edecektir. Zirâ zâlimler ölür, ancak zulüm devam eder. Sûrenin 17. âyetinde Allah’ın astında veliler edinmenin sebepleri bundan sonraki âyetlerde anlatılmaya devam edecektir.

28- Yazıklar olsun, keşke ben filanı dost edinmeseydim.

Fulân, insanın yoldan çıkmasına vesile olan kişiyi yahut kişileştirilmiş güçleri dile getiren genel bir ifadedir. Bu yüzden insanı Allah’ın dininden alıkoyan ve peygamber izinden yürümeyi men eden herkes, bu kelimenin anlam sahasına girmektedir. Halîl, iki şey arasındaki boşluk anlamına gelen “halel” kökünden gelir. Hulleh; dostluk, sevgi demektir. (Bakara:254) Kaybı ile oluşan kalpteki doldurulamayan boşluk dostu arkadaştan ayırır. Halil, sevgi ve muhabbet duyulan yakın dost demektir. Bu dost şeytanlaşmış biridir.

İnsanlar arkadaşlarını, dostlarını ve çevresini kendi istek ve arzularına göre oluştururlar. Nefsanî ve şeytanî duyguları ağır basan tipler, bu tarz eğilimleri olanlarla samimi olup onlarla dostluk yapmak isterler. Bu nedenle arkadaş kişinin aynasıdır. Hür irade ile oluşturulan çevre, bir noktadan sonra onun iradesini kullanmasına engel olarak sürü psikolojisi ile suça ve zulme eğilimini arttıracaktır. Kişi tek olsa yapmayacağı suçları grup psikolojisinde iken çok daha rahat ve aşırı bir şekilde yapmaktadır. Sonuç, ağır bedelin oluşturduğu pişmanlıktır.

29- Yemin olsun ki; bana zikir geldikten sonra beni zikirden saptırdı. Ve şeytan, insana yardımı engelleyendir.

Şeytan kelimesi iki köke dayandırılır. Bunlardan biri olan eş-şetanu, çok sağlam ve uzun ip, halat anlamına gelir. Şetane an, uzaklaştı; şatın, haktan uzaklaşan demektir.  Araplar gece sinsice gelip uyuyana zarar veren yılana da şeytan derlerdi. Eğer kelime ş-t-n değil de ş-y-t kökünden türetilmişse o zaman kök anlamı yanmak, öfkeden yanıp tutuşmak anlamına gelir. Kur’an’da şeytanın Allah ile ilişkisinde ‘iblis’ sıfatı ile anılır. Zirâ şeytan Allah karşısında umut kesmiş, iflas etmiştir. İblis’in insan ile ilişkisinde ’şeytan’ sıfatı kullanılır. İnsanı ayartan sinsi düşmandır. Bakara 34 ve 36 buna örnektir. Görünen ve görünmeyen insan ve cin her tür kötülük için kullanılır. Kur’an’a göre şeytan insanın apaçık düşmanıdır.

Zikir; anma, hatırlama, bir şeyi zihinde hazır etme, bir şeyi dile getirme, ayrıca hatırlatma ve öğüt demektir. Aynı kökten gelen ‘mezkûr’, zikredilen, anılan şey demektir. Zikrâ; çok zikir, yoğun zikir demektir ki bu, ‘zikir’ kavramından daha geniş bir manayı kapsamaktadır. ‘Zikir’ kökünden gelen ‘zeker’, ‘müzekker’, ‘zükür’ kelimeleri ise, dişinin karşıtı olarak erkekliği ifade ederler. Aynı kökten gelen bir başka kelime ise ‘tezekkür’dür. Bu da düşünüp öğüt almak, ibret almak demektir.

Kur’an’ın bir adı da zikirdir. Âyette Kur’an değil de zikir gelmesi ifadenin tüm vahiyleri kapsayan genel kullanımına âtıftır. Resûllerin getirdiği öğüt fıtrata uygun olmasına ve muhatabı tarafından doğru olduğuna kanaat getirilmesine rağmen kötü çevre kişinin şeytanî eğilimleri zikir ile kendi arasına duvarlar örmesi ile sonuçlanır. Bu mesafeli tutum zikri insanlara ulaştıran resûlleri de üzmektedir.

30- Ve resûl dedi ki: “Ya Rabbi! Muhakkak ki kavmim, bu Kur’ân’ı mehcûr edindi.

İttihaz, bir şeyi sürekli bir şey için almaktır. Mesela, binmek için hayvan, oturmak için ev ittihaz edilir. Bu kelime bu âyette “elle sarılıp tutma veya görünüşte benimseme” mânasına gelir.

Mehcûr, he-ce-ra kökünden ismimeful’dür. Hecr veya hecran, insanın bedenle, dille veya kalple başkalarından ayrılmasıdır. Bu kelime sadece fizikî bir ayrılık mânasına gelmez. Nitekim âyette terk edilmiş mânasında “metrûken” denilmiyor “mehcûran” deniliyor. Bu anlama binaen Kur’an onların elinde olacak ama manasından ve amacından uzaklaşmış olacaklar mânasına gelir. 

Kelimenin kökünde “alay etme” ve “hezeyan savurma’’ anlamları da bulunmaktadır. Kelime ‘’Kur’an’ı anlamaktan hicret ettiler, yüz çevirdiler.” manasını da barındırmaktadır.

Müslümanlar Kur’an’ı Allah kelâmı olduğunu kabul ederek onun her çağda geçerli ve yeterli olduğuna inandıklarını söyledikleri halde, gerçekte Kur’an’ı hayatlarının rehberi yapamayanların ve ona aktif bir âmelle uyum sağlayamayanların, hangi nedenlerle Kur’an’ı göz ardı ettikleri/mehcûr bıraktıkları sorgulanması gereken bir durumdur.

Bu âyette “dedi ki” şeklinde geçmiş zaman kipinin kullanılması, te’kit ve tahakkukunun vukuuna binaendir, yani olayların mutlaka belirtildiği gibi gerçekleşeceğinden dolayıdır. Buna göre, hesap günü Allah’ın Resûlü çağırıldığında “Kavmim şu Kur’an’ı mehcûr bıraktı.” diyerek görünüşte benimsemiş gibi durmalarına rağmen Kur’an’ı terk edenlerden şikâyette bulunacağı anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber, bizi Allah’a böyle şikâyet ederse halimiz ne olur? Mevcut durum, bu şikâyetin haklılığını gözler önüne sermektedir. Kur’an’da ki İslam ile yaşanan İslam’ın birbirlerinden bu kadar uzak olmasının asıl sebebi bizce de budur.

Kuran; suça, suçluya, günaha, şeytanî ve nefsanî arzulara engel olan bir hitaptır. Zaaf ve eğilimleri fazla olanlar önce ilkeleri/kitabı mehcûr bırakır, kitabı bilmeyen müntesipler düşmanlara karşı onu hakkı ile ne yaşayabilir ne de savunabilir.

31- Ve işte böylece nebilerin hepsine mücrimlerden düşman kıldık. Ve senin Rabbin, hidayet ve yardım için kâfidir.

Mücrim kelimesinin ismifail oluşu bu işi devamlı yaptığını bildirir. Yani cürüm/suç işlemek onun bir vasfı, karakteri olmuştur. Yoksa bir suça karışmış ve buna pişman olmuş olanlara bu isim verilmez.

Bir üsteki âyette mesajın yalnızlaştırılmasından, burada ise nebilerin hepsine mücrimlerin düşman olmasından bahsedilmiştir.  Verilen mesaj zımnen şudur: Vahiy, doğası gereği suç ve suçluyla mücadeleyi emreder. Bu durum suçluların düşmanlığını artırmaktadır. Çözüm; nübüvvetle gelen vahyi mehcûr bırakmamaktır. İç ve dış düşmanlara karşı Allah’ın hidayet ve yardımını isteyenlere, hayatın merkezine alınan Kur’an kâfidir.

Hâdi; hidayet eden, hidayeti yaratan, isteyeni hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan anlamına gelir. Kur’an’a göre mutlak Hâdi, yalnızca Allah’tır.

Allah’tan başkasından hidayet dilemek dalâlettir. Kavram ilk başta çölde seyahat esnasındaki rehberlikle ilgili iken daha sonra, insanın, dünya ve ebedî hayatını cehenneme çeviren manevî çöllerin aşılması ile ilgili dinî bir kavram olarak kullanılmıştır.

Nasîr; na-sa-ra fiilinden türetilmiş, mübalağa ifade eden bir sıfattır. Yardım eden demektir. Bir kimse birisine yardım ettiğinde “Nasarahu” der­lerdi. Rabbimizin de en-Nasîr diye bir esması mevcûttur. Manası; yardım edip destekleyen, eşsiz ve benzersiz yardım ve destek sahibi demektir. Nasîr için ayrıca bkz. Hac:78, Efal:40

32- Ve hakîkati örtenler dediler ki: “Kur’an ona, bir defada toplu olarak indirilse olmaz mıydı?” Oysaki onu senin idrakine tespit etmemiz için, ağır ağır tertipledik.

 

Tertîl, bir şeyin tertibinin güzelliği demektir. Bu kelime bedevînin dilinde “bir şeyden birinin diğerine karışmaması, tarak dişi gibi simetrik ve düzenli olması” anlamına gelir. Bu durum ‘’muhkem, kuvvetli, sımsıkı olmanın zıddıdır.” Meselâ dişlerin tertîli “dişlerin seyrek bir şekilde düzene konulmuş, dizilmiş olması” demektir ve bu sözcük Arapçada “güzel dizilmiş dişler” manasında da kullanılır. Burada yer alan “tertîl” kelimesi, hem “bir şeyin parçalarını, bütünü meydana getirecek şekilde bir araya toparlayıp uygun bir düzen vermek” hem de “o bütüne iç tutarlılık sağlamak” anlamına gelmektedir. “Tertîl” kelimesi, Kur’an’ın okunması anlamında kullanıldığı zaman “onun düşünülerek, sakin, ölçülü ve bütüncül biçimde okunması” gerektiğini ifade eder.

Yirmi üç yıllık bir zaman sürecine yayılan mesajın her bakımdan tutarlı bir bütün oluşturması, onun Allah tarafından vahyedilmiş olduğunun açık kanıtıdır. Kur’an’ın parça parça gönderilmesi ise ilahî hikmeti yansıtır. Kur’an, pratik hayattan kopuk olarak hızlı ve masa başında değil, aksine doğrudan doğruya yaşanan hayatın içinde ona yön vermesi için tertîl ile yaşanmalıdır. Aksi halde insanı, resûlün şikâyet ettiği Kur’an’ı mehcûr bırakanlardan olma derekesine düşürecektir.

Zihin; bilgiyi bir konu veya hikâye içinde, olayları mantıksal sebep-sonuç ilişkisi kurarak öğrenir. Fuad denen idrak merkezinin veriyi/bilgiyi tertîl ile hayatın içinde, sebep-sonuç ilişkisini kurarak alması aslında insanoğlunun en ideal öğrenme şeklidir. Bu cümle Kur’an’ın neden parça parça hayatın içine indirildiğini açıklamaktadır. Kur’an okumanın usûlü de bu âyetle bizlere öğretilmektedir. Kur’an, yaşanılan hayat ile birlikte, iç dünyamızı aşama aşama imar ve inşa etmesi için sistematik bir düzenle öğrenilmeli ki sağlıklı yaşanabilsin. (Ayrıca Fuad için bkz. Humeze:7)

33- Ve sana bir meseleyle gelmezler ki biz sana hak ve güzel tefsiri getirmiş olmayalım.

Hak; gerçek, sabit ve doğru olmak gibi anlamlara gelir. Bâtılın zıddıdır. (Ayrıntı için bkz. Asr:3)

Tefsir, Kur’an’ın tamamında sadece bir kez geçer. Kelimenin nispet edildiği iki kök olan “Fesr” veya “Sefr” kelimelerinin her ikisi de açarak anlamak manasındadır. “Fesr” kelimesinde zahirî, somut, maddî bir açma anlamı varken; “sefr” kelimesinde ise manevî, soyut bir keşif, açma anlamı vardır. Tefsir, anlama ve yorumlama faaliyetine verilen bir isimdir. Bir üsteki âyetle birlikte okuduğumuzda peyderpey yaşanmışlıkların içine inen Kur’an; hayatı, insanı, imtihanı, dünyayı ve âhireti hak ve güzel bir örnekle tefsir eden bir Furkan’dır. Peygamber hayatı Kur’an’la tefsir etmektedir. Bu anlama ve açıklamada iki temel prensip vardır: İlki hak ve hakîkat temelli gerçekçi bir okuma ve anlayış, ikincisi ise estetik ve güzelliği içinde barındıran sanatsal bakıştır.

34- Onlar cehenneme sürünerek toplanırlar. İşte onlar, en şerli konumda olan ve yoldan çok sapanlardır.

Edallusebil ifadesi mübalağa içeriyor. Ve yoldan çokça uzaklaşarak sapma anlamına gelir. “Alâ vucûhihim” ifadesinin tam anlamı, yüzler üzerine şeklindedir. Lafzından hareketle bu ifadeden inkârcıların yüzüstü sürünerek mahşer yerine toplanacakları manasını çıkaranlar yanında, bunun mecaz olduğunu düşünüp onların âhirette içine düşecekleri zilleti, perişanlığı, utanç ve pişmanlık duygularını anlattığını söyleyenler de vardır. “En kötü yer, mekân” ile inkârcıların Allah katındaki itibarsız ve değersiz konumları, “en kötü yol” ile de onların dünyada iken tutmuş oldukları yanlış ve sapkın yol kastedilmiş olabilir. (Taberî)

35- Ve yemin olsun ki Musa’ya kitabı verdik. Ve onunla beraber ona kardeşi Harun’u, yardımcı kıldık.

Müşriklerin, ehlikitabın elindeki hayattan kopuk ve tahrif olmuş Tevrat ve İncil gibi Kur’an’ın da tamamlanmış olarak bütün bir kitap hâlinde inmesi gerektiği talebi, aslında anlık hayata müdahalesinden razı olmadıklarının beyanı gibidir. Bu pasajda sözün Hz. Musa ve Hz. Harun’a getirilmesindeki zımnî sebep bu olabilir. Çünkü Hz. Musa’ya levhalar veya kitap tek bir seferde verilmiştir.

Kur’an’da, “Hz Musa’ya Tevrat’ı verdik” şeklinde bir ibare hiç geçmez. Hz Musa’ya kitap verildi denir. Bu ayrıntı Tevrat’ın, İsrailoğullarının ortak kitabı olduğu izlenimi verir. Hz. Musa’nın ailesinden, kardeşi Harun’un kendisine vezir/yardımcı kılınması yine Hz. Musa’nın talebidir. Hz. Harun’un “kendisinden lisan olarak daha fasîh” (28/Kasas:34) olması, “tasdik eden/doğrulayan bir yardımcı” (28/Kasas:34) ve “beraberce Rabbi bolca tesbih ve tezekkür etmeleri/anmaları” (20/Tâhâ:33–34), “sırtının/arkasının güçlenmesi ve işine iştirak etmesi/ortak olması” (20/Tâhâ:31–32) gerekçesiyle istediği Kur’an tarafından bildirilmektedir. Bundan sonraki âyetlerde mücadele eden nebi kıssaları örneklik için anlatılmaya devam edecektir.

36- Bundan sonra “Âyetlerimizi yalanlayan kavme gidin!” dedik. Böylece onları dumura uğrattık.

Peygamberlerin henüz gitmediği bir kavim için Kur’an’ın âyetlerimizi yalanlayan kavme gidin demesi, âyetlerin sadece kitabî olmadığının bir başka Kur’an’î delilidir. Firavun ve yandaşları fıtrî âyetleri yalanlamakta, insanlara zulmedip ilahlık taslamaktadır. Demmera- tedmîr fiili, dumura uğratmak, darmaduman etmek, bir şeyi yok etmek, yerle bir etmek anlamlarına gelir. Firavun; Hz. Musa ve Harun’u ilk etapta öldürmek isteyip bunu imanını gizleyen kişi yüzünden yapamamıştır. Bunun üzerine ziynet günü (Bkz. Taha:59) sihirbazları kullanmış, fakat mağlup olmuştur. 4-5 yıl süren tufan, çekirge, kene, kurbağa ve kan gibi musibetlerle çaresizliği tatmıştır. Karun’un sarayının içinde diri diri gömülmesi, Haman’ın ölümü Firavun’un kurduğu sistemi aşama aşama dumura uğratmıştır. Bu yönetimsel dağılma örneği kavimlerin helaki ile karıştırılmamalıdır. Zirâ Firavun’un kavmi toplu olarak helak olmamıştır. Kavimlerin helaki ile alâkalı örnekler aşağıdaki âyetlerde sırası ile verilecektir.

37- Ve Nuh’un kavmi, resûlleri yalanladığı zaman onları boğduk. Ve onları, insanlar için âyet kıldık. Ve zâlimler için elîm azap hazırladık. 

Âyette resûl değil de resûlleri yalanladılar denmesi, gelecek olan tufan felaketini haber veren iradeli-iradesiz tüm elçileri/resûlleri ve alâmet/işâret/âyetleri önemsemeyip yalanladıkları manasında anlaşılmalıdır. Zirâ boğulan kavme o dönemde sadece Hz. Nuh gitmiştir. Hz. Nuh’tan önce giden resûller de vardır. Putçuluk dediğimiz şirk inancında bir yaratıcı olmalıdır ki ortak koşulsun. Bu yaratıcı inancı resûllerin getirdiği tevhidin sonucudur. Ancak her kavim, dünyevî çıkarlardan dolayı zamanla tevhid inancına şirk bulaştırır. Nuh’un kavmi de kadim bir put inancına sahiptir. Bu beş putu peydahlayanların boğulmayıp son neslin boğulması bu felaketin inançsızlığın karşılığı/cezası olmadığının kanıtıdır. Bazen bir bulut, bazen bir öncü sarsıntı veya çatlak felaketin habercisi/resûlü olabilir. “Ve onları insanlar için âyet kıldık.” Bu ifade hem Nuh kavmine hem de felaketi haber veren işâretlere, alâmetlere âtıf olabilir. Felaketin habercisi olan işâret ve âyetlerin iyi okunması gerektiğine dair bu cümle, bizlere ve gelecek nesillere sunulan Rahmanî bir uyarıdır. Maddî haber ve işâretleri önemsemeyenler için asıl kötü akıbet, elîm yani sürekli azabın olduğu cehennemdir.

38- Ve Âd ve Semûd ve Ress ashabını ve bunların arasındaki birçok nesilleri… 

Doğal bir âfetle tarih sahnesinden silinen kavimler için bkz. Fecr:6-13.

39- Ve onların hepsine, örnekler verdik ve hepsini dağıtıp yok ettik.

Verilen misaller kendilerini bekleyen âfetin işâretleri/âyetleri idi. Bu âyetleri resûller de getirdikleri vahiyle desteklemiş, ancak sayılan kavimler bu kadar uyarıya kayıtsız kalmayı tercih etmişlerdir.

40- Ve yemin olsun ki onlar, felaket yağmuru yağdırılmış olan kasabaya geldiler. Onu görmediler mi? Bilakis, onlar yeniden dirilmeyi ümit etmiyorlardı.

Karye’nin yaygın kullanımı, şehirden küçük kasaba anlamına gelmektedir. Kur’an’da anlatılan ve bir doğal âfetle toplu olarak helak olan tüm kavimler bilinen coğrafyalardır ve o zamanlarda anlatılan bilinen kavimlerdir. “Onu görmediler mi?” sorusu, ticaret kervanlarıyla Suriye’ye gidip oradan dönerken Sodom ve Gomore’nin ardında bıraktığı kalıntıları görmeleri ve işitmeleri olarak anlaşılabilir. Ayrıca Semûd kavminden kalan taşlardan oyulmuş evler ve su kuyuları o günden günümüze kadar ulaşmıştır. Allah yine geçmiş bir kavmi örnek vererek dünyada hiçbir medeniyet ve topluluğun sürekli kalmadığını, hesap günü denen akıbete doğru ilerlediğini, ilk muhatapların bildiği ve korktuğu felaketler üzerinden ifade etmektedir.

Âyette felaket yağmuru yağdırdığımız yerine, “felaket yağmuru yağdırılmış” denilmesi de güzel bir ayrıntıdır. Zirâ Kur’an’da şer, belâ ve felâket doğrudan Allah’a isnat edilmez. Allah, resûlleri ve misalleri/âyetleri ile kavimlerin tamamını uyarır. Uyarılara kulak asmayanlardan yanlış yerlerde yerleşenlerin ecelleri öne alınır. Doğru yerde yerleşenler ise ecelleri gelince helak olur. Önce de sonra da olsa ölüm her canlı için kaçınılmazdır. Bu hakîkati Hz. Hud’un dilinden şöyle okumaktayız: “Bütün yüksek tepelere, âyet bina ederek abesle mi iştigal ediyorsunuz? Ve ebedî kalacağınızı umarak, yapıtlar ediniyorsunuz.” Şuara:129

Dünyanın tamamı binlerce derecelik bir lav okyanusunun üzerinde yüzmektedir. Ölüm ve yaşam arasındaki çizgi çok ince ve kırılgan olmasına rağmen, insan yaptığı binalar veya kurduğu şehirlerle her şeyden güvende olduğunu düşünüp dünyevîleşmektedir. Kur’an dünya hayatının fâniliğini, geçip giden kavimler üzerinden sürekli hatırlatır. Sâffât:133–138, Hicr:79 vs.

41- Ve seni gördükleri zaman ancak alay konusu edinerek: “Allah’ın resûl olarak dirilttiği bu mudur?”

Ba’s, Kur’an’da türevleriyle birlikte 67 yerde geçer. Dirilme manasındadır. Bu dirilme maddî olarak insanların öldükten sonra diriltilmesi anlamında olduğu gibi manevî olarak dirilmeyi de anlatır. (Kehf:11–12) Bu itibarla “ba’s” kelimesi resûl adayı kişilerin seçilip farkındalık kazanarak manen diriltmek için vahiyle dirilmeleridir. Beşerüstü özellikler bekleyen cahiliye zihni bu seçimden razı değildir. Bu âyette 7. âyetteki “Bu nasıl elçi? Yemek yiyor, çarşı pazar geziyor.” itirazının alayla birlikte ifade edilişi söz konusudur.

42- “Eğer ona sabretmemiş olsaydık, neredeyse bizi ilâhlarımızdan saptırıyordu.” Azabı gördükleri zaman kimin yoldan saptığını bilecekler.

Sabr sözlükte göğüs germek, karşı koymak, di­renmek, sebat etmek, dayanmak anlamındadır. Sabır olumlu olduğu gibi olumsuz da olabilir. Burada eskimiş, mantıksız ilahlar fikrinde, şirk inancında inatla ısrarı anlatmaktadır. Hin, zamanın az veya çok sınırlı bir süresine denir. Sebil; gidilen, takip edilen yol demektir.

Azabı gördükleri zaman kimin yoldan saptığını 34. âyette ifade edildiği gibi yüzüstü sürünerek cehenneme atıldıklarında aynelyakin olarak bilecekler, ama bu bilgi bir şeye yaramayacaktır. Bu tipin şirkteki inadının en önemli sebebi aslında hevâlarını/canlarının her isteğini yerine getirme arzusudur.

43- Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü? Yoksa sen mi ona vekil olacaksın?

Hevâ, bedeni arzuların meyli demektir. Keyif anlamına da gelir. Türkçemizde canının her istediğini yapmak hevânın tam karşılığıdır. Hevâ, iki temel köke nispet edilir. İlki düşüş manasındadır. Çünkü uhrevî hedeflere göre nefsanî istekler düşük ve bayağıdır. İlkel beynin isteklerini, hayvanî dürtüleri hevâ olarak isimlendirebiliriz. Üst beyin olan korteks ise kendine daha gelişmiş ve üstün, yüce hedefler belirlemektedir. Hevânın ikinci manası ise boş, sonuçsuz, değersizdir. Türkçemizde kullandığımız atmosferde bulunan hava da buradan gelir.

Hevâyı ilah edinmenin belirtileri başka bir âyette Kur’an tarafından şöyle tefsir edilmektedir: “Hevâsını ilâh edineni gördün mü? Ve Allah, onu ilim üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme yetisini ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) yetisinin üzerine perde çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?” Casiye:23 İnsanın canının istediği her şeyi yapması; çok konuşup az dinleyen (işitme yetisinin mühürlenmesi), dediğimdedik biri hâline dönüşüp yeni bilgilere kendini kapatması, merhameti ve empatik bakışı kaybetmesi ve bencil biri olmasına (kalbi mühürleme) yol açar. Böylece basîret ve ferasetini yitirip (basar yetisinin kaybı ile) kendini bekleyen tehlikeleri göremeyen, anı yaşamayı hedefe koyan bir tipe çevirir.

Vekil; bir kişiye güvenmek, kendi yerine birini tayin etmek demektir. Vekil kelimesi, Kur’an’da toplam 24 yerde geçer. 14 âyette Allah’ı niteler. İnsan hakkında kullanılan vekil; bekçi, koruyucu, avukat anlamına gelmektedir. “Birisi adına iş yürütmek” anlamına gelen vekâlet de bu kökten gelmektedir. Peygamberimize yönelik olan bu ifade aslında bir teselli cümlesidir. Şöyle ki “Canının her istediğini yapan biri için sen mi sorumlu tutulacaksın?” denmek istenmektedir. Bu soru aslında bir cevaptır. Ne kadar gayret ederek tevhidi anlatıp kişiyi fizikî putlardan uzak tutsanız da, kalpteki en büyük ilah olan hevâ putunun tahakkümünü, ancak kişinin kendi kırabilir.

44- Yoksa onların çoğunun işittiğini veya aklettiğini mi sanıyorsun? Onlar sadece hayvanlar gibidir. Hatta, onlar yoldan daha çok uzaklaşmışlardır.

Âyet canının her dediğini önceleyenin hakkı ve hakîkati duymazlıktan geldiğini, tıpkı bir hayvan gibi güdüleri ile hareket ettiğini ifade etmektedir. Hayvandan üstün yaratılan ve akıl nimeti ile donatılan insanın sadece bedeni ihtiyaçları öncelemesi, onu canlıların en şerlisi konumuna düşüreceği başka bir âyette şöyle ifade edilir: “Allah katında canlıların en şerlisi, aklını kullanmayan sağır ve dilsizlerdir.” Enfal:22. Âyette aklı, verenin rızasına göre değil de nefsanî arzuları yerine getirmede kullanmak akılsızlık, hakîkate karşı duyarsızlık, sağırlık, doğruları söylememek, dilsizlik olarak ifade edilmektedir.

45- Görmedin mi Rabbin gölgeyi nasıl uzattı? Eğer dileseydi elbette onu sabit kılardı. Sonra da güneşi üzerine delil kıldı. 

Zıll sözlükte gölge, karanlık ve himaye gibi anlamlara gelir. Şeffaf olmayan bir cismin ışığı engellemesi sonucu oluşan karanlığa gölge denir. Gölge, karanlık ile aydınlık arasında latîf bir durum olduğundan Kur’an’da karanlık nûra; zıll/gölge de harûra/yakıcı sıcağa karşıt olarak kullanılmıştır. Demek ki gölge, aydınlıktan ziyâde yakıcı sıcağın karşıtı olmaktadır. Bunun için “zıll” kelimesi “himaye” anlamına da gelir. Nitekim “arşın gölgesi” tabiriyle “onun himayesi” kastedilir. (Krş. için bkz. İnsan:14)

Arabistan gibi kurak ve çöllerle kaplı bir bölgede yaşayan insanlar için, Allah’ın evrene koyduğu yasaların tanıtımında gölgenin kullanılması, o bölge halkının gölgenin kıymetini dünyada en iyi kavrayacak insanlar olmaları bakımından bir incelik arz etmektedir.

Delîl, sözlükte yol gösteren, kılavuz, alâmet, rehber, işâret, iz gibi anlamlara gelmektedir. Yolda topluluğa öncülük edene delîl (kılavuz) denir. Bu âyette de sözlük anlamıyla kullanılmıştır. Pasajda maddî bir anlatımla manevî mesajların verildiği âyetler sıralanacaktır. Gölge güneşin yakıcı sıcaklığı karşısında geçici nimetlenmeye, ilahî gözetim ve himayeye, metalanmaya âtıf olabilir. Âyet nimetin sebebini, güneşin hareketliliğini delîl olarak göstererek ifade eder. Aslında her nimetin bir sebebinin olduğu ifade edilmektedir. Durağanlık aslında imkânların durması ve nimetten mahrumiyet demektir.

46- Sonra da onu kavrayıp kolaylıkla kendimize çektik.

Kabz; avuçlamak, çekmek, rızkı daraltmak anlamına gelir. Bakara 245’te bollaştırma, genişletme anlamındaki bast’ın karşıtı olarak daraltma anlamında gelmiştir. “Kabadnahu” ibaresindeki “hu” zamiri gölgeyi işâret ettiği gibi güneşi de işâret ediyor olabilir.

Yesîr, az ve kolay olan şey anlamlarına gelir. Yüsra; kolay, kolaylık, anlamına gelmektedir. Bu âyetteki yesiran için “azar azar, yavaş yavaş” şeklinde yan manalar da verilmiştir. Gölgenin kavranıp kolaylıkla çekilmesinden maksat; Allah’ın gölge dediği imkânları emanet olarak verdiği kullarından kolay bir şekilde geri alması olarak anlaşılabilir.

47- Ve O ki, geceyi, sizin için elbise kıldı ve uykuyu dinlenme kıldı. Ve gündüzü yeniden dirilme kıldı.

Keşşaf sahibi Zemahşerî uyku manasındaki ‘subât’ kelimesine, ölüm manası vermiştir. Hayatı sona erdiği için ölene ‘mesbût denilir’ demiştir. Ayrıca buna delîl olarak, nuşûr’un zıddı formunda gelmesi gösterilmiştir. (Râzî) Âyeti bu şekilde anlayabiliriz. O zaman vahyin amacının her gün yaşadığımız olayı örnek vererek yeniden dirilişi hatırlatması olduğunu söyleyebiliriz.

Nuşûr, neşr kelimesinden türemiştir. Arap dilinde bir şeyin yeniden diriltilmesi manasından alınmıştır. Bitkinin ortaya çıktıktan sonra, kuraklık sebebiyle kuruması ve yağmurun tekrar yağmasıyla ortaya çıkmasına da “neşr” denilir.  

48- Ve rüzgârları, müjdeleyici olarak rahmetinin önünde gönderen O’dur. Ve Biz, semâdan tertemiz su indirdik.

Rîyah, çoğul bir kelime olup tekili rîh’tir. Rîh, hareket halindeki hava akımları olan rüzgâra denir. Büşran müjde manasına gelmektedir. Yağmurdan önce nasıl ki müjdeciler gelir, temiz ve temizleyen rahmet yağmuru olan vahiyden önce de müjdeci resûller gelir. 56. âyette zaten müjdeci olan rüzgâr resûl manasında kullanılacaktır.

49- Onunla ölü beldeye hayat vermek ve yarattığımız hayvanlardan ve insanlardan birçoğunu suya kavuşturmak içindir.

Ölü beldeye yağmur ile hayat verme örneğinin, ölenlerin tekrar dirilmesi ile olan ilişkisi başka bir âyette şöyle ifade edilmektedir: “O (Allah) ki rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderendir; nihayet bunlar yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu ölü toprağa doğru sevk edip bu yolla su indiririz ve böylece her türlü ürünün yeşerip boy vermesini sağlarız. Ölüleri de işte böyle dirilteceğiz; belki düşünür ders alırsınız.” (A’râf:57)

50- Ve yemin olsun ki tezekkür etmeleri için onu, onların aralarında paylaştırdık. Fakat insanların çoğu sadece nankörlükte direndiler.

Ölü beldelere hayat veren yağmur, bir ölçüye ve sisteme göre yağmaktadır. Bu denge sayesinde nimetlere kavuşulmaktadır. Doğadaki hassas dengeyi anlamayanların nankörlükleri kaçınılmazdır. Zaten tezekkür, parçaları birleştirip büyük resmi görebilmektir.

51- Eğer dileseydik, elbette her toplumun içinden uyarıcı diriltirdik.

Nezir, uyarıcı demektir. Aynı zamanda gelecek olan felâketler ve âhiretteki akıbetler ile alâkalı uyarılarda bulunduğu için resûllerin de bir sıfatıdır. (Bkz. Furkan:56) 48. âyette müjdeden, burada ise uyarıdan bahsedilmiştir. Müjde rahmetin her yeri kuşatması bağlamında her yer ve herkese ulaşabilirken; uyarının bazı toplumlara, kavimlere yapılması konunun maddî doğal âfetler ve bu sebeple helak olan kavimler bağlamında anlaşılması gerektiği ihtimalini akla getirmektedir. Zirâ sûrenin 37 ve 38. âyetlerinde bu konuya âtıf yapılmıştır.

 52- Artık hakîkatin üstünü örtenlere itaat etme ve büyük cihâdla mücâdele et.

Cihâd, nüzûl sürecinde ilk defa bu âyette geçiyor. Unutmayalım, henüz Mekke döneminin 5. yılındayız. O hâlde rahatlıkla söyleyebiliriz ki burada cihâd ile kastedilen savaş değildir. Cihâd, cehd kelimesinin mufaale babından mastarıdır. Kelimenin diğer bir okunuşu da cühd şeklindedir. Cehd, ağır yük taşıyan hayvanın menziline ulaşabilmesi için gösterdiği çabayı anlatmak için türetilmiştir ve dolayısıyla esas anlamı tâkat getirmektir. Mufaale babı işteşlik ifade ettiği için, konumuz olan cihâd kelimesi de karşılıklı olarak gayretleşme anlamına gelir. Diğer bir ifadeyle cihâd, karşı tarafın gücüne karşı takat yettiğince mukabele etme demektir. Kelimenin türediği cehd de “müçtehid, mücâhede, içtihat” gibi türevleri ile Türkçeye geçmiştir. Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda cehd kelimesini “gayeye ulaşmak için sorumluluk altında gösterilen gayret” olarak anlamlandırmak mümkündür. Cihâd kelimesinin anlamları arasında adam öldürme, düşmanı yok etme, ortadan kaldırma yoktur. Ölme ve öldürme manasındaki savaş Kur’an’da ‘kıtal ve muharebe’ ifadeleriyle yer almıştır. Cihâdın her zaman yapılmasını isteyen Rabbimiz, savaşa ise ancak fitneyi yok etmek, zulüm ve fesadı ortadan kaldırmak için izin vermiştir. Kur’an’da 41 kez yer alan cihâd kavramı, İslâm dininin temel sabitelerinden biri olmasına rağmen günümüzde sadece katletmeye indirgenmiş ve mana kaymasına uğramış bir kavramdır. İbni Abbas’a göre âyetteki ‘bihi’ zamiri Kur’an’ı kastetmektedir. (Kurtubî-Taberî). Kur’an sözdür, sözden ibarettir, sözün gücüne dayanır. Bu âyette Rabbimiz elçisine, Kur’an ile mücadele etmesini, asıl ve en önemli büyük cihadın bu olduğunu emretmektedir. Bu da demektir ki elçi cihâdında silâhı değil Kur’an’ı, yani sözü kullanacaktır. Kur’an’la yapılan söze dayalı fikrî mücadele her zaman silahla yapılandan çok daha etkili olduğu için kebir(büyük) mücadele olarak isimlendirilir. Bu anlamda cihad, Allah’ın emri olan bir ibadettir.

53- Ve iki denizi salıveren O’dur; biri lezzetli ve tatlı, diğeri tuzlu ve acı. Ve ikisinin arasına berzah kıldı. Ve engelleyerek mâni oldu.

Meraca, salıvermek demektir. Nitekim hayvanların salındığı bol otlu meraya da merac denmektedir. (Rağıb) Bahreyn, bahr kelimesinin tesniye şeklidir. Kelimenin asıl anlamı geniş ve büyük su kütlesini toplayan mekânı anlatır.

Berzah, Kur’an-ı Kerim’de üç yerde geçer. İki şey arasın­daki engel, aralık, perde demektir. Bu kelime hem maddî bir engeli hem de manevî bir engeli ifade eder. Bu ifade yüzey gerilimidir. Fizik kuraları gereği yoğunlukları birbirinden farklı olan sıvılar birbirine karışmamaktadır. Aralarında sanki bir engel varmış gibi müşâhade edilmektedir.  Kelime Rahmân sûresinde yine aynı konuyu anlatmak için gelecektir. (Krş. için bkz. Rahmân:19–20)

Bu âyetin ilk Furkan sûresinde yer alması sûrenin de ayırıcı manasını yansıtmaktadır. Rabbimiz kurduğu düzende nasıl ki gece ile gündüzü, ölü ile diriyi, tatlı ile acıyı birbirinden ayırmış ise masum ile zâlimi, mağdur ile mücrimi; hak ve bâtılı, doğru ve yanlışı Furkan olan Kur’an’la ayırmaktadır. İnsanlar da su gibidir. Kimi başkasına faydalı ve tatlı mizaçta iken, kimi de bu hayırlı fıtratını kendi eliyle bozarak insanlara zararlı ve işe yaramayan acı bir suya dönüşebilir.

54- Ve sudan beşeri yaratan O’dur. Böylece ona akraba ve hısımlar kıldı. Ve senin Rabbin Kâdir’dir

Neseb, soy ve kan akrabalığı; sıhr ise evlilik yoluyla kurulan akrabalığı ifade eder. Sudan yaratılan beşerin genetik materyalini bir sonraki nesle aktarmasına soya çekim denir. Herkes anne babasından bir takım huy ve eğilimler edinir. Önemli olan bunları sağlıklı bir şekilde değerlendirerek acı ve zararlı olanları terk edip olumlu ve faydalı olanları almaktır. Zirâ insanı çevresine faydalı hâle getirip tatlandıran iman, babadan anneden elde edilen bir miras veya genetik materyal değildir. Kişinin kendi emeği ve gayreti ile elde ettiği bir değerdir. Atanın yaptığı olumsuzlukları da bir sonraki nesle aktarmak bizi taklitten kurtaramayacaktır.

İmtihanın gereği olarak genetik yoldan edindiklerimiz, içinde yaşadığımız kültür ve sosyal çevreye rağmen; doğru, iyi ve güzel olanı seçme iradesini gösterebilmek bizi kötülerden ayıracaktır.

55- Ve onlara fayda ve zarar vermeyen Allah’ın astında ilahlara kulluk ediyorlar. Ve kâfir, Rabbine zahîr oldu.

Zâhîr; z-h-r kökünden türemiş, görünür olmak, açığa çıkmak manasındadır. Gündüz aydınlığın en güçlü hâli ile her şeyin aydınlanmasına ‘zuhr’/’öğle vakti’ denir. Zıddı bâtındır. Sırt göründüğünden zâhir iken, karın bölgesi biraz daha içerde kaldığından bâtın diye isimlendirilir. Zâhirin arka çıkma, sırtı dayayıp güç alma gibi manaları da dolaylı olarak vardır. Biz âyette temel mana olan görünür olma, aşikâr olma manasının kastedildiğini düşünmekteyiz. Zirâ Allah her şeyi bilendir. Zâhir olmak bu bilinenin kulun kendi amelleri ile dışa yansıtmasıdır. Şeytanın içindeki kibri bilen Allah Hz. Âdem ile bunu zâhir edip açığa çıkarmıştır. Gönderilen elçiler hayat imtihanında müjde ve uyarı ile tatlı ve faydalı olanla, tuzlu ve zararlı olanı ortaya çıkaran, zâhir eden bir turnusol kâğıdı gibidir. Farkları fark ettiren Kur’an/Furkan, Allah’ın astında ilahların hiçbir şeye fayda ve zarar veremeyecek kadar âciz olduklarını, hak sûretindeki bâtıllar olduklarını seçip ayırmaktadır.

56- Ve Biz, seni sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.

Âyetteki ‘illa’ sadece manası taşımaktadır. Bu ifade gönderilen elçinin görev ve sorumluluğunu sınırlandırmaktadır. Elçinin herkesi dindar yapma, onlara din dayatma, cehennemden kurtarıp cennete koyma, onlara hidayet etme veya şefaat etme gibi bir yetkisi yoktur. Sadece iyiliğin karşılığının mükâfat olarak verileceğini müjdeler, kötülüğün cezasız kalmayacağı konusunda uyarır. Bu görev için de maddî bir ücret, dünyalık bir çıkar beklentisi yoktur.

57- De ki: “Ben sizden onun için bir ücret istemiyorum; sadece dileyen kimsenin Rabbine bir yol edinmesini istiyorum.”

Ecir, dünyevî veya uhrevî amellerin kişiye dönmesini anlatan bir kelimedir. Türkçede kullanılan ücret kelimesi bu manadadır. Bu âyette peygamberin risâlet görevini maddî bir ücret karşılığında yapmadığı, onun tek isteğinin ve asıl maksadının insanları hidayete çağırmak olduğu belirtilir. Öyleyse mümin de tebliğ görevini çıkar sağlamak için değil, Allah’ın rızasına ermek için yapmalıdır. Elçilik karşılığında hiçbir rant elde etmemek, onların elçiliğinin gerçek bir kanıtıdır.

58- Ve hayatın kaynağı olan ölümsüze tevekkül et. Ve O’nu, hamd ile tesbih et. Ve kullarının günahlarından haberdâr olması kâfidir. 

Tevekkül, v-k-l kökünden türemiş, tefe’ul babından bir mastardır. Lügat mânası, vekâlet vermek, teslim olmak, terk etmek, bırakmaktır. Kur’an’da takriben 80 âyette zikredilmiştir. Kur’an’dan önceki dönemde tevekkül mefhumunun bi­lindiğini şiirlerden anlıyoruz. Ancak o dönemdeki tevekkül Kur’an’daki anlayıştan farklı olarak dar anlamda bir şahsa dayanmak ve güvenmek mânasında kullanılıyordu. Allah’ın el-Vekil diye bir de esması vardır. Manası sonsuz güven veren, dayananı koruyacağına inanılan tek mabut demektir. Ölsen bile, hiç ölmeyen ve yepyeni bir hayat bahşetme gücü olana güvenmek aslında ölümü bile öldürebilecektir. Dünyevî bir beklenti içinde olmadan Kur’an’la yapılan büyük cihâdda vekil olarak Allah kâfidir. Şimdi doğru tevekkül anlatılacak.

59- Ki O gökleri ve yeri ve ikisi arasındakileri altı gün içinde yarattı. Sonra Rahmân arşa istiva etti. Bu yüzden onu, bundan haberdâr olana sor.

Tabiata konulan kuralları, var eden Allah’ın yönlendirmesi, en başta belirlenen, fiziki, biyolojik veya psikolojik kanunlara uyumlu olmaktır. İşte tevekkülde tamda budur. Bunun için ayet kâinata konulan yasalara atıfla ilk yaratılıştan konuyu başlatmaktadır.

Bu yüzden onu bundan haberdar olana sor ifadesindeki ‘onu’ kelimesi, altı günü bilen ehli kitaba sor şeklinde anlayanlar olmuştur. Ancak biz yeri ve gökleri yaratan ve yönetim makamında olan Rahmandan doğru tevekkülü sor/öğren şeklinde anladık. Zira hayatın kaynağına doğru tevekkül hayatı yaratıp, yasaları belirleyen Allah’ın, kainat kanunlarına uygunluk oranında sağlıklı gerçekleşir.

Rahman yaratıp başıboş bırakmamıştır. Yönetim makamındadır. Yönetimi de merhamet temellidir. Yevm, zaman olarak güneşin doğması ile batması arasındaki süreyi ifade eder. Bazen de süre dikkate alınmaksızın herhangi bir zaman dilimini anlatır. Bu kelime Kur’ân’da yerine göre an, gün, devre, aşama, anlamlarında kullanılmıştır.

‘Sittetieyyam’ terkibi; altı gün, altı devre, altı aşama anlamına gelir. Bu terkip, Kur’an’ın tamamında yedi kez geçer, nüzûl sırasına göre de ilk defa Kâf sûresi 38. âyette geçmiştir. Tevrat’ta da bu terkibe rastlanmaktadır. Yaratılış bölümünün ilk 27 âyeti her günü ayrıntıları ile açıklar. Kur’an ayrıca zikir ehline sorulmasını Nahl 43. âyette de tavsiye eder.

60- Ve onlara “Rahmân’a secde edin!” dendiği zaman, “Rahmân da neymiş? Senin bize emrettiğin şeye mi secde edeceğiz?” dediler. Ve onların nefreti arttı.

Secde kelimesinde “yere kapanmak” anlamı yoktur. Arapçada yere kapanmak eylemi ‘harûr’ kelimesi ile ifade edilir. Nitekim bazı âyetlerde (Yusuf:100) ‘harrû sücceden’ diye geçer ki, bunun anlamı “secde ederek, teslim olarak, yere kapandılar” demektir. Âyette Rahman’a secde edin emri, ‘’Gökleri ve yeri yaratıp yönetim makamında olan Allah’ın büyüklüğünü tanıyın, kendi küçük ve âcizliğinizin şuuru ile kurallarına uyun.’’ manasındadır. Secde emre itaatin sembolü iken; rükû emir karşısındaki boyun büküşü, acziyeti anlatır; yani önce acziyetten boyun büküş, sonra itaat gelir. Rahman da neymiş sorusu, bu esmayı bilmemekten kaynaklı bir soru değil, meydan okuma barındıran haddini bilmeme tavrıdır. Âyette Allah’ın merhametin kaynağı oluşunun hatırlatılması da tebliğde önemli bir detaydır. Muhatabın içinde bulunduğu tüm olumsuzluklara rağmen hatadan dönerek secde etmesi/ itaati, Allah’ın merhametinin kapılarını açacaktır.

61-Gökte yıldız kümelerini ve orada bir kandil ve ayı nurlanmış kılan bereketin kaynağıdır.

Munîr, nurlanmış ve nurlandıran demektir. Bu kelime hem başkası tarafından aydınlanan nesne hem de başkasını aydınlatan özne demektir. “Kameran munîra” terkibi ayın, güneş gibi ışık kaynağı olmadığını, fakat güneşten aldığı ışıkla aydınlanan ve başkalarına da yansıtan bir gök cismi olduğunu ifade eder.

Sirâc, sözlükte “ışık saçan kandil veya lamba” gibi anlamlar taşır. Önce yıldız kümeleri olan burçlardan bahsedilmesi, ardından yıldızlardan biri olan ve onlar gibi yanan güneşten ve onun ardından munîr/aydınlanmış olan aydan bahsedilmesi kozmolojinin doğru kullanıldığını göstermektedir. (Bkz. Nur:16)

Tebâreke ifadesi Kur’an’ın tamamında toplam 9 kere geçmektedir. Bu 9 kullanımın ise 3’ü Furkân sûresindedir. Bu ifade sûrenin ilk âyetinde geçtiği gibi, 10 ve 61. âyetlerinde de geçmektedir. Bereket, bir şeye değer ve fiyatını yükleyen esas neden olarak tarif edilebilir.

62- Ve tezekkür etmek veya şükretmek isteyen kişi için geceyi gündüze halife kılan O’dur. 

Hılfeten; arka arkaya, birbirinin arkasından gitmesi demektir. Halife de aynı köktendir. Yani gece gündüzün, gündüz de gecenin halifesidir. Zikir için bkz. Furkân:29. Şükür için bkz. İnsan:3. 

Âyette gece, tezekküre denk gelirken; gündüz, şükre karşılık gelmektedir. Gece yapılan tezekkür Müzemmil sûresinde ifade edildiği gibi tertîl ile yapılan Kur’an eğitimidir. Gündüz, gece yapılan tezekkürün hayata tatbik sahasıdır. Bilginin şükrü ise bir alttaki âyette ifade edilir.

63- Ve Rahmân’ın kulları yeryüzünde tevazuyla yürürler. Ve cahiller onlara seslendiğinde “selâm” derler.

Hevn, yumuşak ve şefkatle davranmak manasında bir mastardır. Genellikle “sekînet, vakar, rifk (yumuşaklık), tevazu” ve bu anlamların hepsini içeren hîlm kavramıyla açıklanmıştır.

Cehâlet, Türkçede bilgisizlik anlamına gelir. Kur’an’da türevleriyle birlikte 24 kez geçer. Kur’an bu fiili ve bunun türevleri olan ‘câhil’, ‘câhiliyye’, ‘cehâlet’, ‘cehûl’ kelimelerini kullanmaktadır. ‘Cehûl’ çok câhil, ‘cehâlet’ ise bilmeme hâlini, cehl içinde olma durumunu ifade eder. Türkçede ‘câhillik’; cehâlet, bilgisizlik, bilmeme, ilimden ve olgun davranıştan uzak, biraz da genç ve tecrübesiz kimse anlamında kullanılmaktadır. Âyetteki cehâlet had ve hudut bilmeme hâlidir. Beşeri insan yapan bilmek değil, bilgiyi vakarla yaşamaktır. Kendini bilmezlerin sataşmalarına selam denmesi istenir; zira Rahman’ın kulları savaş için değil merhamet için zamanlarını kullanmalıdır. Daha öncelikli, daha onurlu ve daha üstün değerlerle ilgilenen bu şahsiyetler, vaktini ve emeğini uygun olmayan bir işte harcamamalıdırlar. Selam; barış, huzur, esenlik, saadet, af, mağfiret mânalarını kapsar. Bu âyetteki, “selâm” tazim, saygı ve tanışma selamı değil, vakarı korumak için vedalaşma ve uzaklaşma selamıdır. Cahillerin laf atmasına, seslenmelerine verilen barış ve esenlik telkini aslında kişinin duyguları ile değil, selim akıl ile hareket ettiğini göstermektedir. Bu tavır kötülüğü iyilik ile savmaktır. “İşte onlara, sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızası için harcarlar.” Kassas:54 “O müttakîler ki bollukta ve darlıkta infak ederler ve kızdıklarında öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını afv edicidirler, Allah da muhsinleri sever.” Âli İmran:134. Rahman olan Allah’ın has kullarının ilk özelliği bilgili olmalarına rağmen bilmenin kibrine kapılmayıp tevazulu olmaları, cehâletin karşısında vakarlarını bozmamalarıdır.

64- Ve onlar gecelerini Rabblerine secde ve kıyam ederek geçirirler.

Bu âyet bir üsteki âyetin gerekçesi gibidir. Âyette namaz kastedilse idi kıyamın secdeden önce zikredilmesi gerekirdi. Burada ‘’secde ve kıyam’’ -namazın unsurları olması bakımından- namazı akla getirse de namazdan çok daha geniş bir anlamda anlaşılabilir. Şöyle ki secde itaat demektir. Bu bağlamda Allah’ı tek Rabb bilerek sadece ona secde/itaat etmek gerektir. Secdeyi hakkıyla yapamayanlar zulme, haksızlığa, adâletsizliğe kıyamlarını gösteremeyecektir. Buradaki kıyam, itaat edilen Allah’ın rızası için gösterilen dik duruştur. Muhammed İkbal’in köleleşmiş bir mantıkla İngiliz sömürgeciliğini kabul eden Pakistanlılara söylediği gibi “Kölelerin secdesi uzun sürer.” Neden? Zira hakkıyla kıyamı beceremezler de ondan. Bu âyet bir üsteki âyetteki tevazunun sınırını da belirtmektedir. Tevazu yürürken iki büklüm bir halde, zulme, haksızlığa ses çıkarmadan selâm diyerek geçmek değildir. Bu âcizlik ve kula kulluk doğurur. Hakkı verilmiş bir secde kıyam gerektirir.

Yebitu; gecelemek, geceyi geçirmek anlamına gelen bâte fiilinin muzari hâlidir. Beyt, gecelenen yer demektir. Bu mânada çadır için de beyt kelimesi kullanılır. Bir yerin dâr olması için duvar şartı vardır. Fakat beyt olması için sadece orada gecenin geçirilmesi yeter.

Kıyam; dikilmek, ayağa kalkmak ve durmak anlamlarına gelir. Varlığın ayağa kalması ve yeniden diriliş anlamına gelen kıyamet kelimesi de aynı köktendir. Âhirette kıyam edeceğine inanmak, bu dünyada kişinin bencilce konfora gömülüp dünyevîleşmesini önler ve kişiyi aktifleştirir. Zira geceleri âbid olmadan gündüzleri mücahit olunmaz. Rahman’ın has kullarının 2. özelliği herkes câhiliye karanlığı ve gaflet uykusunda iken, onların âhiret şuuru ile korku ve ümit arasındaki istekleri aşağıdaki âyette ifade edilir.

65- Ve onlar derler ki: ‘’Rabbimiz, cehennem azabını bizden uzaklaştır! Muhakkak ki onun azabı dâimi bir beladır.’’

Sarf; çevirmek, değiştirmek, uzaklaştırmak anlamlarına gelir. Ğarâme ise insanın başına gelen musibet ve sıkıntı, bela demektir. Burada cehennemin bir sıfatı olarak zikredilmiştir.

66- Muhakkak o, kötü bir karar kılma yeri ve makamıdır. 

Müstekar, yapısı itibariyle bir yerde durma mânasında mimli mastar, ismizaman veya ismime­kân olabilir. Burada tercih edilen mana yer bildirmesidir. Mukâme; durulacak, kalınacak mekân/yer anlamına gelir.

67- Ve onlar, infâk ettikleri zaman israf etmezler ve kısmazlar. Ve bu ikisi arasında dengeli olurlar.

İnfâk, karşılıksız ihtiyaç sahipleri ile imkânların paylaşılmasıdır. (Geniş bilgi için bkz. Yâsin:47). İçinde ümidi barındırmayan cehennem korkusu veya aşırı dünya sevgisinden dolayı dengeli ve hikmetli bir paylaşım kültürü oluşmadığı için Rabbimiz infâkın usûlünü öğretmektedir. Zira usûlsüz yapılan infâk maksada ulaştırmayacaktır.

İsraf, ‘se-re-fe’ kökünden türemiştir. Herhangi bir değeri boşa harcamak demektir. Ayrıca, ihtiyaçtan fazla tüketmek, gereksiz yere harcama yapmak, savurganlık yapmak gibi anlamlara da gelir. Katera; nafakayı daraltmaktır, kısmak anlamında israfın zıddıdır. Kavâme; dengeli, ölçülü, kıvamında demektir.

İnfâkta israf çok vermek değil yanlış yere vermektir. Etrafımız infâkta israfın örnekleri ile doludur. Küçücük bir köyde, köyün zenginlerinin yaptırdığı birden fazla camiiler gibi. Gereksiz beton yığınlarına dönen camiler tamamen israftır. Onun yerine gençlere sosyal aktivite sağlayan, insanların dersler yapıp araştırma yapmasına imkân sunan, kalacak yeri olmayan yolcuları misafirhanesinde ağırlayacak potansiyeli olan, zemininde bina giderlerini karşılamak için iş yerleri açılmasına imkân veren yapıların kurulması bu israfın önüne geçecektir. Allah Resûlü’nün yaşadığı döneme ait olmayan, elektiriğin olmadığı dönemlerde cemaate sesini duyurmak maksadı ile belli bir zarurete bağlı olarak yapılan; ancak şu anda müezzin ve imamların çıkma ihtiyacı hiç duymadıkları minarelere neden hâlâ ihtiyaç duymaktayız? Ecdat kendi yaşadığı dönemin gökkubbe bakışını yansıttığı kubbeli ve minareli bir mimari geliştirmesine rağmen biz neden zamanın ihtiyaçlarını karşılayacak, şehrin câzibe merkezi olacak mescitler, camiler inşa etmekten bu kadar uzağız? Rahmanın has kullarının 3. özelliği infak ederlerken bunu hikmetle yapmalarıdır.

68- Ve onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha kulluk etmezler. Allah’ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler ve zina yapmazlar. Ve kim bunları yaparsa kınanmaya müstahak bir günahla karşılaşır. 

Cahiliye Arapları kendi yakınlarından biri öldürüldüğünde, ölenin öcünü almak için uğraşır, sadece katili öldürmekle yetinmeyip katilin yakınlarını da öldürerek öç ve intikamda haddi aşarlardı. Hele katilin sülâlesinden güçlü olduklarında daha da ileri giderlerdi. Âyette “haksız yere” ifadesi ile kısas ve savaşta öldürmek zorunda kalmak istisna edilmiştir.

Haram; sözlükte, yasaklama, mahrum etme, dokunulmaz kılma anlamlarına gelir. İsm, sonunda üzerine ceza gerektiren günah demektir. Esim, günahkâr anlamına gelir. İsm, işleyeni kınanmaya müstahak kılan günah demektir. Çoğulu âsâm’dir. Arap dilinde kullanımı, sevaptan alıkoyan ve geri bıraktıran iş, yapılmasıyla hayırdan uzaklaştıran eylem, karşılığın­da ceza gerektiren günah demektir. “Esime” yani fiil şeklinde kullanıldığında ise insanın günaha düşmesi demektir. Bazen “zenb” günah ile aynı anlamda kullanılmış ise de aralarında ince fark olduğu söylenebilir. Şöyle ki “zenb” kasıtlı ve kasıtsız günahlara delâlet ederken, “ism” sadece belirli bir kasıt ve seçim neticesinde işlenilen günahlardır. Burada dünyevî bir ceza ve zarar ifade edilirken bir alttaki âyette şirkin, birini öldürmenin veya zinanın uhrevî cezası ifade edileceği için kınanmaya, ayıplanmaya, aşağılanmaya müstahak bir günah olarak anlaşılabilir.

Zina, karşı cinsle nikâhsız olarak cinsel temasta bulunmak demektir. Arapça “zenâ” fiilinden mastardır. Zinanın sözlük ve terim anlamı birdir. Zina eden erkeğe “zânî”, kadına ise “zâniye” denir. Kelime, nûzül sürecinde ilk defa burada geçmektedir. Kur’an’da zinayı yapmamanın yolu da İsra 32’de ona yaklaşmamak, ona götüren her tür yoldan uzak durmak metoduyla öğretilmiştir. Zina, aileyi ve gelecek nesilleri tehlikeye atan bir suçtur. Sadakati bitirerek yalanın yaygınlaşmasına, insan onurunun ve şahsiyetinin hayvanlar derekesine düşmesine yol açarak toplumdaki güvensizliğin artmasına sebep olur. Zina insanlıkla yaşıt bir suçtur. Zira bütün peygamberler kendi dönemlerinde zinayı yasaklayan âyetleri Allah’ın kullarına ulaştırmışlardır. Tevrat’ta zina ‘On Emir’ ile yasaklanmıştır. (Çıkış, 20/14; Levililer18/20; Tesniye, 22/22–29). Hıristiyanlıkta zina, İsa Mesih’in dağdaki vaazında (Matta, 5) ‘On Emir’deki “Zina etmeyeceksin.” maddesini yorumlamasıyla aydınlık kazanmıştır. Hıristiyanlar, ‘On Emir’in zina ile ilgili yasağına uymaları yanında, “Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zina etmiştir.” (Matta, 5/28) şeklindeki İncil cümlesini göz önünde tutmak ve eğer bir göz sürçmelere sebep oluyorsa onu çıkarıp atmakla yükümlü idiler (Matta, 5/29). Zina suçu ve cezası, M.Ö. 1792–1750 yılları arasında hüküm sürmüş olan Babil kralı Hammurabi’nin yaptığı yasalarda da yer almıştır. Bu yasaların o dönemde Babil Devleti ile ittifak hâlindeki diğer 15 ülkede de uygulandığı düşünülmektedir. Bu devletler arasında meşhur Asûr Krallığı da bulunmaktadır. Bu yasaların kaynağı ise daha önceki kent toplumlarına yüzyıllar boyunca yol göstermiş olan Sümer hukukudur. Câhiliyye döneminde ise erkekler çoğunlukla zinayı ayıp saymazlar, hatta bununla övünürlerdi. Nitekim bu husus İmru’ul Kays’ın şiirlerinde açıkça görülmektedir. Günümüzde de maalesef zina bir marifet gibi lanse edilmekte, bu tür çirkin ilişkiler arkadaşlık, dostluk adı altında meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Aslında câhiliyedeki zihniyet hâlâ yaşamaktadır. Zinanın birini öldürmekten sonra sayılması, sorumluluk almayan kişilerden dünyaya gelen neslin sağlıklı gelişip toplumda yer edinmelerini tehlikeye atan bir suç olmasından dolayıdır.

Rahman’ın has kullarının 4. özelliği, insanların yaşama hakkını elinden alan her türlü sistemle, düşünceyle, ideoloji veya hiziple mücadele etmektir. Muttakilerin hedefi insanı ve aileyi yaşatmaktır. Buna karşılık tekrar diriliş günü bu câni ve ahlâksız tipi, daha beter bir cezanın beklediği aşağıdaki âyette ifade edilir.

69- Kıyâmet günü onun azabı katlanır. Ve orada alçaltılmış olarak dâimidir. 

Yudâaf; katlanır, artırılır, katlanarak ziyadeleştirilir anlamına gelir. Cezanın katlanması bu suçların mutlaka dünyevî bir sıkıntısının olduğuna bir âtıftır. Huld, halin bozulmadan kalmasıdır. Dünyada en ağır cezanın bile bir sonu varken âhirette ölüm bile bir kurtuluş olmayacaktır.


70- Ancak kim tevbe eder, iman eder ve sâlih amel işlerse Allah, böylece onların kötülüklerini güzelliklere çevirir. Ve Allah, Gafûr’dur, Rahîm’dir.

Âyette tevbenin nasıl yapılması gerektiği de açıklanmaktadır. Öncelikle güven veren ve güvenen biri olup ıslah eden amelleri yapmak gerekmektedir. Bunun yolu da daha bağışlayıcı ve merhametli olmaktan geçmektedir. Yapılan suç ne kadar büyük olursa olsun suçu işleyen, hatadan dönüp mağduriyetleri giderme gayreti içinde olursa Allah’a tevbe etmiş olacaktır. Çünkü ‘tâbe’; hatadan dönmek, pişman olmak ve affetmek gibi anlamlar taşıyan t-v-b kökünün türemiş şeklidir. İstiğfar, günah ve hatasını terk etmek iken tevbe; kişinin iyiye, hayra, güzelliğe, yani Allah’a dönmesi, Allah’ın da kendisini affettirmeye çalışan kuluna bağışla yönelmesini ifade eder. İ’tizar (özür dileme) tevbe değildir. Çünkü mu’tezir/özür dileyen, yaptığı işte özrü olduğunu düşünür. Tevbe ise herhangi bir özrü olmadığını itiraf ederek o yanlışı telafiye yönelmektir. Her nimetin şükrü nasıl ki kendi cinsinden ise her suçun tevbesi de kendi cinsindendir. Birini öldüren, mağdur ettiği hayatları maddî ve manevî bir ömür desteklemelidir. Zina yapan zina ile savaşmalı, toplumda bu tür ahlâksızlıkların yayılmaması için mücadele etmelidir. Eğer suçlu, sâlih amellerle fiili tevbesini yapmazsa, suçlunun kavlî tevbesi Allah’a ulaşamayacaktır.

71- Ve kim tevbe eder ve sâlih amel yaparsa, böylelikle o, makbul tevbe olarak Allah’a ulaşır.

Tevbenin karşılık bulması için olmazsa olmaz olan şart ıslah edici davranışlarda bulunmaktır. Islah edici davranışlara şimdi birkaç örnek verilecektir.

72- Ve onlar çarpıtarak şâhitlik yapmazlar. Ve boş sözle karşılaştıkları zaman vakarla geçip giderler.

Zûr, doğru sanılsın diye görüntü itibariyle düzeltilmiş ve süslenmiş söz anlamına gelir. Türkçemizde eğriyi doğru gösterme çabası olarak çarpıtma şeklinde ifade edilir. Kirâma; onurlu, şereflice, vakarlı demektir.

Rahman’ın has kullarının 5. özelliği, adâletin gerçekleşmesi için kendi menfaatlerine de olsa doğruyu söylemeleridir. Boş laftan, gevezelikten uzak durmalarıdır. Şâhitlik ile boş söz etmemenin arkalı önlü zikredilmesindeki hikmet önemlidir. Zira içi dolu olmayan sözler eden kişide bu bir ahlâk haline gelir ve hayati önemi olan bir şâhitlikte eğriyi doğru gibi anlatma eğilimi artar. O yüzden dili doğru terbiye etmek, gerektiği yerde gerekeni, kırmadan, incitmeden hak olarak söylememizi sağlayacaktır. Ayrıca çok boş gevezelik yapanlarda zamanla hakîkate karşı ilgisizlik gerçekleşmektedir. Boş sözün zıddı hak söz olan âyetlerdir.

73- Ve onlara Rabblerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı kör ve sağır olmazlar.

Boş ve anlamsız gevezeliklere ilgi duyanlara hak ve hakîkat olan doğrular hatırlatıldığında onlara karşı bu tipte bir ilgisizlik gözlenir. Ancak Allah’ın has kulları bunun tam tersidir. Sürekli Rabblerinin âyetleri ile haşır neşir olmak isterler. Neden âyetlere ilgi duyarlar? Zira hakîkati başkalarına ulaştırıp yaymak gibi bir gayeleri vardır.

74- Ve onlar şöyle derler: “Rabbimiz, bize göz aydınlığı olan eşler ve zürriyyetler hibe et ve bizi muttakilere imam kıl.”

Hibe kelimesi fiil olarak v-h-b kökünden gelir. El vehhâb, Kur’an’da Allah için kullanılır ve yaratıklarına karşılık beklemeden maddî ve manevî pek çok nimet veren, hediye eden demektir. Doğru bir eş ve zürriyet el-Vehhab olan Allah’ın paha biçilemeyecek olan bir hediyesidir. Zevc kişinin kendi eşi olabileceği gibi beraber vakit geçirmekten mutlu olacağı çevresi de olabilir.

Âyet, Rahman’ın has kullarının bu sûrede sayılan son özelliğini ve isteklerini anlatır. Allah’ın âyetlerini Allah’ın kullarına ulaştıranların ilk başlaması gereken nokta kendi aileleridir. Ancak aile ile imtihanı hızlı ve kolayca geçenler, çevrelerine daha rahat ve sağlıklı bir şekilde ulaşabilecek, imamlık/öncülük edebileceklerdir. Ailesinin desteğini alan kul, daha güçlü ve kendinden emin bir şekilde tebliğde bulunabilecektir. Muttakilere imam olmak demek, takva sahiplerini âyetlerle buluşturmaktır. Zira Bakara 2. âyetin beyan ettiği gibi âyetler, ancak takva sahipleri olan muttakilere yol göstericidir. İmam da zaten önder, öncü, lider manasına gelmektedir. Sorumluluk bilincinde olan, boş laflardan uzak duranlara âyetlerin yol göstermesi için Rahman’ın tevazulu, vakarlı, has kulları bu örneklikte öncü olmalıdır. Bu sorumluluk sabır isteyen bir mücadele de olsa ödülü hem dünyada hem âhirette büyük olacaktır

75- İşte onlar, sabırlarından dolayı yüksek makamlarla mükâfatlandırılırlar. Ve orada hürmetli bir yaşam ve esenlikle karşılanırlar.

Yukarda sayılan özellikleri sergileyen her kul dünyada hürmete layık bir hayat yaşayacaktır. Âhirette ise bu hâl daha güzeli ile bitimsiz hâlde devam edecektir.

76- Orada hâlleri bozulmaz. Ne güzel bir karar kılma yeri ve makamıdır. 

Bu ifade 66. âyette geçen cehennemliklerin durumuna mukabil olarak gelmiştir.

77- De ki: ‘’Dualarınız olmasa Rabbim size niye değer versin?’’ Oysa siz yalanlamıştınız kaçınılmaz olanı.  

Bu âyetteki “ma” için istifham (soru) mânası vereler olduğu gibi nefiy (olumsuzluk) mânası veren de olmuştur. Biz soru manasını tercih ettik.

Ya’beu, değer ve ehemmiyet vermek anlamına gelir. Bu kelimenin kökü ağırlıktır. ‘Benim yanımda herhan­gi bir değer ve ağırlığı yoktur.’ anlamındadır.

Dua, davet gibi çağır­mak anlamında mastardır. Dua; çağırmak, yalvarmak, davet etmek, ileri sürmek, celb etmek, istemek, teklif etmek, teşvik etmek, sevk etmek, hatırlatmak, namaz kılmak, bir şey için Allah’a yalvarmak, bir şeye karşı Allah’tan yardım dilemek gibi geniş manalara gelen Kur’an’î bir kavramdır. Dua kelimesi nida kelimesinden farklıdır. Nida, anlamlı bir eda ile sesi yükseltmeye denir. Duada bir dava uğruna yapılan gayret davet söz konusudur. Kur’an’da 209 âyet doğrudan ya da dolaylı olarak dua konusundan bahsetmektedir. Bize şah damarımızdan yakın olan Rabbimiz, bizim neye ihtiyacımız olup olmadığını zaten bilir. Rabbe sesleniş olan nidada amaç Rabbimizin bizim isteklerimizden haberdar olması değildir. Aslında dua istediğimiz hedefleri kendimize telkin etmemiz, beynimize bir hedef belirlememizdir. Bu hedef de yukarıda okuduğumuz iyilikler, güzellikler, ıslah ve selâmet olmalıdır. Barışı, insanı yaşatmayı, ahlâksızlığı, zinayı önlemeyi, sâlih ameli Allah’ın ilkeleri olan âyetleri insanlara ulaştırmayı, adâlet için hakkın şâhitleri olmak gerektiğini anlatıyor ve yaşıyorsak duamızı ediyoruz demektir. Rabbimiz buna değer vermektedir. Bu son âyet şöyle anlaşılmalıdır: Bu çaba ve gayretleriniz, fiili dualarınız olmasa Rabbim size ne diye değer versin, sizi neden cennetle ödüllendirsin? diye, içinde cevap olan bir soru ile sûre bitmektedir. Çünkü marifet iltifata tâbidir. İlahi iltifat, Allah’ın rızası sonucu oluşan cennettir. Özetle, dua Allah’tan istemek değil neyi, niçin ne kadar istediğini bilmektir. (İslamoğlu)

Lizâmâ, azabın kaçınılmazlığını ifade eder. Zımnen, suçlara boğulup telafisi için hiçbir şey yapmamak Rabbin nazarında değersizleşmektir. Değerini yitirenler ilahî adâlet gereği kaçışı olmayan, yakalarını bırakmayan cezaya çarptırılacaklardır.

Rabbim boş konuşanlardan değil duayı ayağa kaldıranlardan, sözden eyleme geçirenlerden eylesin bizleri… Furkân sûresinden anladıklarımız bunlar olmakla birlikte doğrusunu Allah bilir.  

 

 

 



 

 


 
Eklenme Tarihi : 4.4.2019 11:34:49
Okunma Sayısı : 5409