فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

24- O halde yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten sakının. O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır. (Bakara:24)



.





MEÂRİC SÛRESİ

                                                                       MEÂRİC SÛRESİ

1-İsteyen birisi, vuku bulacak azabı sordu.

Seele; istedi,dilendi, sordu anlamlarına gelir. İçinde iddia ve istek olan bir soru üzerine âyetler cevap olarak inmiştir. Sûre Mekkîdir. Sûre, hakîkati örtenleri bekleyen azabı, muhtemelen uzak bir ihtimal olarak gören veya azabın kesinlikle olmayacağına iyice kanaat getiren birinin meydan okur gibi bir soru sorması üzerine nazil olmuştur. Burada “birisi” denerek bir kişi değil, bir zihniyet öne çıkarılmıştır. O zihniyet de;hesapsız bir hayat yaşamak isteyen, bencil, sorumsuz, kendi menfaati için suç işlemekten, başkalarının hukukunu önemsemeyerek zulmetmekten geri durmayanları imler.

2-Hakîkati örtenler için, onu bertaraf edecek yoktur.

Dâfi’un, “reddetmek, deffetmek, bertaraf etmek, sevk etmek,müdafaada bulunmak, himaye etmek” gibi anlamlara gelen defe’a fiilinin ismifâilidir. Anlaşılan, azabı durduracak güçte birilerinin olduğunu sanıyorlar. Bu bilgi bize kimden geliyor?

3-Meâric sahibi Allah’tandır.

” edatı, tartışmasız olarak “sahip” anlamındadır. Meâric kelimesinin tekili “mi’rac” veya “me’rac”dır. Mi’rac”kelimesi, “uruc” mastarının “ismialet” kalıbı olup “yükselme aleti (merdiven,asansör)” demektir. Nitekim Zuhruf sûresinde bu kalıptan olan anlamıyla yer almıştır. Me’rac kelimesi ise “ismizaman ve ismimekân” kalıbı olup eylemin yer ve zamanını bildiren bir anlam taşımaktadır. Kelimenin zaman anlamına mı, yoksa mekân anlamına mı alınacağı cümledeki söz akışına bakılarak tespit edilir. Bu âyette mekânsal,somut bir merdivenden/asansörden veya basamaktan bahsedilmemektedir. Bi sonraki âyette zamansal bir miktar verildiğinden zamansal bir anlam öne çıkarılmıştır. Dolayısıyla meâric,zamansal tenzil ve yükselmeyi ifade için kullanılmıştır. Allah’a izafe edilme sebebi de bu sistemin Allah’ın isteği olmasındandır. Allah nûrunu/vahyini zamana yayarak tamamlamıştır. Bu tekâmülü de meâric ile ifade etmiştir. Âyetin indiği dönemde kâhinler, gelecek ile alâkalı, genelde basamaklarla çıkılan, yüksek kayalıkları, ezoterik mekanları mesken edinirlerdi. Bunun amacı kendilerine gelip kehanet isteyen ve altınlar döken zenginleri inandırıp etkileyebilmekti. Hakka sûresinin sonunda ‘şair vekâhin sözü değildir’ anlatımı burada bir kıyas üzerinden devam etmektedir. Kendilerine bile hayırları dokunamayan, para için gaybı taşlayan, tarihler söyleyen,göstermelik yüksek mekânları mesken tutan kâhinlerin,azabın mutlaka vuku bulacağını söyleyen Allah’ın resûlleri ile bir tutulmaması gerektiği uyarısı kendini hissettirmektedir.

4- Melekler ve rûhun ona yükselmesi bir gün içindedir, onun miktarı elli bin sene oldu.

Ta’rucu fiili;merdivenlerden çıkma, yücelme, yükselip inme hareketini tanımlamaktadır.

Rûh kelimesi ile ilgili detaylı bilgi Kadr sûresinde sunulmuştur. Burada melekler çoğul, rûh tekil zikredilmiştir. Hayata anlam ve amaç katan ilahî bilgi manasındaki ruh, Kuran’ın ve aynı zamanda diğer vahiylerin de bir adıdır. Melekler ise hayata anlam ve amaç katma amacını gerçekleştirmek için gerekli melekelerdir.

Yevm, zaman olarak güneşin doğuş ile batışı arasındaki süreyi ifade eder. Bazen de süre dikkate alınmaksızın herhangi bir zaman dilimini anlatır. Bu kelime Kurân’da yerine göre “an, gün, devre, çağ, dönem” anlamlarında kullanılmıştır. Âyette geçen gün kelimesi dönem manasında şöyle ifade edilir: ''Ve and olsun ki, gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yarattık.’’ (Kaf:38) Kuran gün kelimesini 24 saatlik zaman içinde, dönemler manasında, başı sonu belirli,müstakil zaman dilimleri için de kullanır. İnsanoğlunun 50 bin yıllık bir dönemine Allah’u Te’âla yevm (bir gün) demektedir. Pasajı bitirip bunun konuyla bağlantısını açıklayalım. ''Artık, cemîl bir sabırla sabret! Muhakkak ki onlar,onu uzak olarak görüyorlar ve Biz, onu yakın olarak görüyoruz.'' (Meâric:5-7) 50bin yıl ile kasıt insanlığın hangi dönemidir? İnsan sûresinin ilk âyeti ‘insanın tarih sahnesine çıkana kadar belli belirsiz uzun bir süre geçirdiğinden ve kayda değer hiçbir şey yapmadığından’ bahseder. Günümüzdeki araştırmalara göre de Kuran’ın ''dehr'' dediği süreden şöyle bahsedilir: İnsansılar, anatomik olarak 200.000 yıl önce Afrika'da ortaya çıkmış ve modern davranışlarına 50.000 yıl önce kavuşmuşlardır. Demek ki insanın tarih sahnesine çıkıp kayda değer bir şeyle ryapma süresi, aşağı yukarı 50.000 yıllık bir süreçtir. Beşerin rûh üflenerek yeryüzünün halifesi kılındığı tarih Allah’ın katında bir gün, bir dönemdir. İlk beşerler arasından seçilen ve vahiyle insanlığın sıçramasına yol açan Hz. Âdem ile son Nebî Hz. Muhammed arasındaki süre 50 bin yıldır. Âyeti, iç ve dış bağlamı ile düşündüğümüzde, Allah’tan haber alan nebîlerin yaşadığı dönem 50 bin yıllık bir dönemdir. Rabbimiz de bu döneme bir gün diyor. Geleceği bildiği sanılan kâhinler, Allah’la özel bir iletişimleri olduğunu iddia eden günümüzdeki mollalar, şeyhler, üstatlar, sahte peygamberler… Bunların gaybî bir bilgilenme/haber alma imkânlarının olmadığı, meleklerin ve rûhun (vahyin veya onu getiren elçi meleğin) 50 bin yıllık bir dönemde Allah ile insanlar arasında uruç (yükselme) ve inzali (inme/tenezzül) gerçekleştirdiği çok veciz bir dille Meâric 4. âyette ifade edilmiştir. Başka bir âyette son Nebî Hz. Muhammed'in ilk haber alışını, yine aynı ifadeler ile Kurân şöyle anlatır: ''Melekler ve rûh, onda (o gecede) Rabblerinin izniyle her bir emir için inerler.'' Kadr:4 Allah’ın, kullarını bilgilendirme bağlamında yine aynı kalıbı şu âyette de görmekteyiz: “Kullarından dilediği kişi üzerine “Benden başka ilâh yoktur.” tarzında uyarmaları için melekleri,emrinden rûh ile beraber indirir. Öyleyse Bana karşı takva sahibi olun.” (Nahl:2)

Meâric sûresinde, insanlığa Allah’a muhatap olacağı olgunluğa ulaşması ile vahyedildiği ve bu dönemin 50 bin yıllık bir dönem olduğu hakîkati yüksek bir belagat ile ifade edilir. Bununda amacı insanların din ile aldatılmamaları isteğidir. Kâhinlere, falcılara,medyumlara aldanıp geleceği/gaybı bildiğini iddia edenlerle resûllerin karıştırılmaması gerektiği gerçeği hatırlatılmaktadır.

5-Artık, cemîl bir sabır ile sabret!

Sabır; direnmek, sıkıntılara göğüs germek, kararlı olmak demektir. Cemîl, olumlu özelliklerin bir arada olması/cem olmasıdır. ‘Sabrun cemîl’;Yusuf:18’de şikâyet etmeden, yük olmadan, safını kaybetmeden yapılan olumlu, iyi, güzel direnişlerin tamamına denir. Sadece iftiralara,sıkıntı ve zorluklara tahammül etmek değil, doğru olanı insanlara ulaştırmada da yapılan hikmetli mücadelenin adıdır sabrıcemîl.

6-Muhakkak ki onlar, onu uzak görüyorlar.

Bu ifadeyi “İmkânsız görüyorlar.” şek­linde anlamak da mümkündür. Zira müşrikler öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettik­leri için kıyamet, âhiret ve hesap gibi olayların gerçekleşmesini imkânsız buluyor, bunların gerçekleşeceğini haber veren Hz. Peygamber’le alay edip onu aşağılıyorlardı.

7-Ve Biz ise onu yakın görüyoruz.

Aslında ölüm, insana çok yakın bir hakîkattir. Her an ölümle burun buruna gelmek, ölümden sonrası için hazırlıklı olmayı gerektirir. Zamanını bilmediğimiz bir yolculuğa çıkacaksak bavulumuzu hazır tutmalıyız.

8-O gün gökyüzü, erimiş maden gibi olacak.

Mühl; yağın posası, yağ tortusudur. Yanık yağ, potada eritilen maden gibi kaynar. Türlü renklerde görünür. İbni Mesud “eritilen gümüş gibi renkli” manasına geleceğini söylemiştir. (Elmalılı) Bu ifade Hakka 16. âyetteki ‘’Ve sema yarılmıştır. Artık o, o gün zaafa uğramıştır.’’ ifadesinin açıklanması hükmündedir. Atmosferdeki hidrojen ve diğer gazların yoğun sıcaklık karşısında verdikleri tepkime sonucu değişik renklerdeki hâlleri, maden görünümüne benzetilerek resmedilmiştir. Her madde veya gaz yanarken farklı enerji açığa çıktığı için, her maddenin yaydığı ışığın dalga boyu farklılaşmaktadır.

9- Ve dağlar yün parçaları gibi olacak.

İhn; yün, özellikle çeşitli renkte yün demektir. Kâria 5’te dağların parçalanmasından, burada ise bu parçalanmanın yüksek ısının oluşturduğu patlama ve kırıklardan oluşacağı şeklinde tefsir edilmiştir.

10-Ve dost, dostunu sormaz.

Hamîm, ‘veliyy-i hamîm’ sözünde olduğu gibi yakın, candan hısım veya dost demektir. Bu kişi yakınlarını korumak için sertleştiğinden bu anlam verilmiştir. Ferrâ da der ki: Mâna “Hiçbir dosta, dostun nerede diye sorulmaz.”şeklindedir. (Râzî) (Krş. Hâkka:35, Şu’arâ:101)

11-Onlar birbirlerine gösterilirler, suçlu olan o gün azaptan kurtulmak için, evlatlarını fidye olarak verebilmeyi temenni eder.

Yubesserûne fiili, onlar birbirlerini görürler demektir. Sanki bilerek ve kasten birbirlerine gösterilirler. Zira büyük mahkemede maskeler düşecek ve herkesin gerçek yüzü ortaya çıkacaktır. Bu anlatılanlar suçu karakter haline getiren zihniyeti deşifre etmektedir. Kendi menfaatine ters düşen veya kendini sıkıntıya sokan bir durumla karşılaşan bu tip en yakın dostunu hemen tanımaz olur; yeri gelir çocuğunu, eşini veya kardeşini bile satar, en yakınları bile ona güvenemez. Bu tarz tiplerle tanışmak bile zarar verebilir.

12- Ve eşini ve kardeşini…

Sâhibetihi, kişinin nikâhında bulunan eşidir. Birbirine sahip olma, birbirini kollama manasında zevçten farklı bir mana taşır. Sıralama, sorumluluk ve sahiplenmeye gör eyapılmıştır.

13- Ve kendisini barındıran yakınlarını…

Fasile kelimesi, kabileden daha az kişinin çevresi ve akrabalarıdır. Kendisine emek verenleri bile, yeri geldiğinde menfaatleri doğrultusunda yok sayan tip, insanlıktan nasibi olmayan zavallıdır.

14- Ve yeryüzündekilerin tümünü… Sonra kendisini kurtarsın.

Bir insanın kalitesi zor zamanlarda ortaya çıkar. Ölüm ve sonrasındaki anlatımlar aslında bu tipin yaşarken edindiği kötü karakterdir.

15- Hayır, asla! Muhakkak ki o, yalın alevdir.

Lezâ, “yalın alev”demektir. Cehennemi kışkırtan ise insanın amelleridir.

16-Deriyi soyarak ortaya çıkarır.

Nezzâ’aten, nüz’u kökünden“saldırıcı”; nezi’ kökündense “soyucu” mânasına gelir. Şevâ; “el,ayak gibi etrafta bulunan organlar” demektir. Yani öldürücü noktalar teşkil etmeyen azalardır. 

17- Arkasını döneni ve yüz çevireni çağırır.

Edbera, ‘Sırtını döndü.’ demektir. Bu ifade; hakîkati önemsememek, arkaya atmak, öncelikler arasına almamaktır. Tevellâ ise yüz çevirmeyi, yani doğru olanı kabul etmemeyi ifade eder. İnsan menfaatini seçerse, önce hakîkati görmezden gelir,arkasına atar. Bu tutum olması gerekene düşman olmayla sonuçlanan bir sürece onu iter. 

18- Ve toplayıp, sonra da onu biriktireni.

Bencil tip dünyada tüketemeyeceği kadar mal biriktirme hastalığına kapılır. Bu hastalığın ilacı paylaşmaktır.

19- Muhakkak ki insan, hırslı olarak yaratıldı.

Helû’â kelimesi sadece burada geçer. Bu kelimeye Ferrâ “sürekli yakınmak, sızlanmak, tatminsizlik”manasını vermiştir. Sonraki iki âyet de, açıklayıcı formda bu manayı destekler.Esasen yakınma ve sızlanma tatminsizliğin, tatminsizlik de hırsın sonucudur. İnsan, birçok konuda kendini hırstan kurtaramaz. Çünkü hırs, insanın tabiatında vardır. O hâlde onun yönünü hayra çevirmek lazımdır. Aslında bu duygu insana, iyilik yolunda, hayır için ve hak yolunda kullanmak için verilmiştir.  Örnek olarak, hırs duyacağımız şey lüks, konfor ve rahat değil de ilim olursa, bu durum bizi açgözlü bir bencillikten kurtararak ilim sahibi yapar.

20- Ona bir şer dokunmasından şikâyetçidir.

Şerr kelimesi sözlükte;istenmeyen, arzu edilmeyen, her açıdan kendisinden kaçınılan şey demektir. 

Cezua kelimesi sabrın zıddı olup “sızlanmak, feryat etmek,mızmızlanmak ve şikâyetçi olmak” demektir. Hüzünden daha etkilidir; çünkü hüzün geneldir, cezua ise kişiyi işinden, gücünden alıkoyan ve onlardan koparan olumsuz düşüncelerdir. Sürekli şikâyet edip mızmızlanmak,aslında duygusal ve mental gelişimin tamamlanmadığını gösteren psikolojik bir rahatsızlıktır. Beyin bir sorunla karşılaştığında bunu çözmek için sinaptik yollar kurar. Çözümü değil de bunu dillendirip şikâyete odaklananlarda bu nörosinaptik kanallar kurulamaz. Şikâyet, aslında âcizliğin göstergesidir ve en kolay yoldur. Sürekli mızmızlananlar, sorunu düzeltmek için hiçbir gayret ve çaba sergileyemezler. Karanlığa küfre odaklanan, mumu yakmayı akledemez. Sebebi beynin sonuca odaklanmasındandır. Sürekli şikâyet edenler etrafındakilere fayda yerine zarar verir ve onlara yük olurlar. 

21- Ve ona bir hayır dokununca paylaşmaz.

Hayr; istenilen, arzu edilen, değerli, dünya ve âhirette faydalı olan her şeydir. Bağlamdan bu hayrın dünyalık mal, mülk ve imkânlar olduğu anlaşılmaktadır.

Menûan; menetmek, vermemek, cimrilik edip paylaşmamaktır. Paylaşmamak, esasen o malda hakkı olan hak sahiplerine hayrın ulaşmasına mâni olmaktır. (Bkz. Mearic:24) Sürekli şikâyet eden âciz tipler, topladığı mal-mülkle kendilerinde olan bu zaafı kamufle etmeye çalışırlar ve bu maske onları daha güçlü hissettirir. Aslında paylaşmalarının sebebi bu zaaflarıdır. (Bkz. Hümeze:2-3)

22-Musallînler hariç.

Musallîn; Allah'ın değerlerine sahip çıkıp destek olan ve Allah'a yönelenler manasındadır. Zıddı 17. ayette “edbera ve tevellâ” önemsemedi yüz çevirdi şeklinde ifade edilmiştir. Ayrıca Kıyamet sûresinin 31-32. âyetlerinde “sallâ/yöneldi - tevellâ/yüzçevirdi” şeklinde kullanılmıştır. Burada Allah’ın değerler sistemine yönelerek gereğini yapanlar manasındadır.

23- Onlar salâtlarında dâimdirler.

Salât; yöneliş, aracısız kulluk, dua, ibadet ve destek manalarına gelmektedir. Allah’a yönelmenin sembolik hâli namaz ibadetidir. ‘’Allah’ın kabul ettiği namaz, sadece paylaşanların kıldığı namazdır.’’ gibi bir yargının doğruluğu ihtimal dışı değildir. Bu paylaşıma riya da bulaşmamalıdır. Yoksa o da boşa gidecektir. (Bkz. Mâûn sûresi) Allah’a yönelerek yapılan bireysel telkin ve talimler olan namaz; hayata mutlaka merhamet,paylaşma, sabır, hakkaniyet ve adalet olarak yansımalıdır.

24- Ve onların mallarında malûm bir hak vardır.

Emvâl, mal kelimesinin çoğuludur. Mal, “meyl” kökünden gelir. Buradaki malûm olanın ne olduğu konusunda İbni Abbas, Hasan Basri farz olan zekât olduğunu söylemişlerdir. Biz de aynı kanaatteyiz. Zira zekât,nüzûl sürecinde buraya gelinceye kadar defaatle anlatılmıştır. Zaten zekât,malın içine karışan mahrumların haklarını sahiplerine iade ederek, malı arındırıp temizlemektir. Peki herkesin maddî durumu farklı iken standart bir oran belirlenebilir mi? İslam âlimleri kendi yaşadıkları tarihsel konjonktür ve sosyoekonomik şartlara bakarak bazı oranlar belirlese de, bu oranlar ilahî değil, beşerî ve tarihseldir. Sonuç olarak zekât ve sadakanın oranını, kişinin içinde bulunduğu maddî imkânlar ile Allah’a olan imanı ve samimiyeti belirler,denebilir.

25- İsteyenler ve mahrûm olanlar için.

Sâil söz­lükte,“isteyen” demektir. Ancak kelimenin Kuran’da özellikle de Duhâ sûresindeki kullanımında olduğu gibi soru sorup cevap isteme manasında da kullanılır. Mahrûm olan, isteğini sadece sözleri ile ifade etmez. Dış görünüşünde, hâl ve hareketlerinden de mahrûmiyet ve yoksulluğu okunabilir.

26- Ve onlar dîn gününü tasdik ederler.

Tam tersi dini yalanlamaktır. Paylaşmayan,kendi bacağının arasında yiyen, ne kadar dindarlık iddiasında olursa olsun dini yalanlamaktadır. Hesabını verebilecek bir hayat yaşamak isteyen herkes imkânlarını paylaşmalıdır.

27- Ve onlar, Rabblerinin azabından çekinirler.

Müşfikûn kelimesinde, “min” edatıyla geçişli olduğunda korku anlamı, “fî” edatıyla inâyet/iyilik anlamı öne çıkar. İşfak, korkuyla karışık iyilik etmektir. Müşfik,şefkat eden kimde demektir. Rabbin kendisinden değil de Rabbin azabından çekinme ince bir detaydır. Zira sürekli sahiplenen ve terbiye eden Rab, insan psikolojisine ve sosyal hayata bazı yasalar koymuştur. Bu yasaları hiçe saymak azabı beraberinde getirecektir. Sürekli toplumun fakîrleşmesinden, işsizlik ve yoksulluktan, ekonomik krizden şikâyet etmek yerine,hayrı ihtiyaç sahipleri ile paylaşmak, üretim ile istihdam alanları açarak onların haklarını yine onlara ulaştırmak daha barışçıl ve müreffeh bir sosyal yaşam sağlayacaktır. Bu yapılmadığında ise bir tarafta açlık ve sefaletten kırılan bir kesimin, diğer tarafta ise parasını harcamak için yer arayan azınlıkların türemesi kaçınılmazdır. Zenginin malında sürekli muhtacın gözü olursa, muhtaç fırsatını bulduğunda onu gasp edecek yollar arayacaktır. Bu tür bir ortam Rabbin dünyevî azabı anlamına gelir.

28- Muhakkak ki Rabbinin azabından emin olunmaz.

Azaptan emin olmama durumunu anlamak için iç bağlama bakılmalıdır. Sosyal adâletin sağlanmadığı bir ortamda insanlar mallarını kilitleyip kasalara koysalar da yüzde yüz emin bir şekilde başlarını yastığa koyamazlar. Bu güvensizlik ortamını fırsat bilen sigortacıların halkın üzerinden nasıl semirdiklerini, dev firmalar hâline geldiklerini anlamak zor değildir. Sigorta ve kasko firmaları sürekli insanlara risk satar. Faraziye ve âdil olmayan sistemin zaafları üzerinden, tevekkül sorunu olan bencil ve korkak müşterilerini sömürürler.

29- Ve onlar, ırzlarını muhafaza edenlerdir.

Furûc, ferc kelimesinin çoğuludur. Kelimenin kökeni “iki şey arasındaki” demektir. Ferci muhafaza etmek, iki ayağın aralığında olanı korumaktır. ‘Fercleri korurlar.’ ifadesi,insanların giyim kuşam konusunda da edep yerlerini teşhir etmeden, dar ve ince giysilerden kaçınmaları manasında bir uyarıyı taşır. (Tesettür ile alâkalı daha detaylı bilgi için Bkz. Nûr sûresi 30–31. âyetler)

30- Zevceleri, yani sağ ellerinin mâlik oldukları müstesna. Artık muhakkak ki onlar kınanmazlar.

Çoğu müfessir, “meleketeymânühüm” ifadesinin, şüphe götürmez bir şekilde “kadın kölelerle ilgili olduğunu ve “ev/yahut”takısının da meşru seçeneklerden birine işaret için kullanıldığını ileri sürmüştür. Bu geleneksel yorum, bizce kadın kölelerle/cariyelerle evlilik dışı cinsel ilişkinin meşruiyetini öngördüğü sürece doğru ve kabul edilebilir gözükmemektedir. Çünkü böyle bir öngörü ya da ön kabul, Kuran’ın diğer sûrelerindeki âyetlerle çelişmektedir (Bkz. Nisâ:3, 24, 25; Nûr:32). Üstelik sözü geçen yoruma karşı yapılabilecek tek itiraz da bu değildir. Çünkü Kuran, “müminler”terimiyle hem erkek hem de kadın müminleri kastetmekte, “ezvâc/eşler” terimi de hem erkek hem de kadın eşlere işaret etmektedir. Bunun içindir ki “mâ meleket eymânühüm” ifadesinin“onların kadın köleleri” anlamına yorulması için ortada hiçbir dilsel karine de bulunmamaktadır. Öte yandan bu ifadeyle erkek ve kadın kölelerin birlikte kastedilmiş olması da söz konusu olmadığına göre, ifadenin hiçbir şekilde kölelerle ilgili olmadığı, fakat Nisâ 24’teki gibi nikâh yoluyla meşru olarak sahip olduğu kimseler anlamına gel­diği aşikârdır. (Muhammed Esed) Bu yoruma göre cümlenin başında yer alan ev (اَوْ) takısı da “yahut”anlamında bir seçenek bildirmeyip benzer şekilde açıklayıcı bir ifadeye geçiş işle­vini görmektedir ki, bu durumda, bir bütün olarak cümlenin anlamı şöy­ledir: “Eşleri yani (evlilik akdi ile) meşru olarak sahip oldukları kimseler dışında”.Kısaca “Sağ elin sahip olduğu” deyiminden maksat nikâh mülkiyeti veya nikâh sahibi olmaktır. Zira bu tâbir henüz savaş ve esir kadın ele geçirmenin söz konusu bile olmadığı Mekke dönemi âyetlerinde geçmeye başlamıştır. Hz. Muhammed’in vefat ettiğinde hiçbir kölesinin bulunmayışı, Beni Müstalik Gazvesi’nde esir kadınları cariye yapmak yerine, içlerinden biri ile evlenmesi ve bu yolla tüm esirlerin sahabe tarafından serbest bırakılması, İslâm’ın harem kurup içini cariyelerle doldurmak için müsait bir din olmadığını göstermektedir. Maalesef bozuk,cahiliye Arap kültürü din olarak lanse edilmiş ve erkek egemen bakış tarafından benimsenip zina, din kılıfı ile meşrulaştırılmıştır.

31- Artık kim bunun ötesini ararsa, o takdirde işte onlar, sınırı aşanlardır.

Allah, insan ilişkile­rinde manevî sınırlar koymuştur. Bu sınırlar, insanların huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşaması için elzemdir. Bu ilkelere uyulmadığında hayat azaba döner. Beşer,insan olmayı beceremezse güdülerinin esiri olur. Bu tipler için sosyal ilke ve yasalardan çok orman kanunları geçerlidir. Yani kimin gücü kime yeterse…

32- Ve onlar emanetlerine ve verdikleri sözlere riayet edenlerdir.

Mutlu ve huzurlu bir sosyal yaşam için, hayatî önemi olan altın ilkeler vaaz edilmektedir. Kişiye emanet edilen bedenine bile emanet olduğu şuuru ile yaklaşması, onu verenin rızasına uygun kullanması, zinadan ve teberrüçten uzak durarak sağlıklı bir aile hayatı oluşturması, kendisine emanet olarak verilen mal-mülkü mahrumlarla paylaşması,yalan ve kandırmaya başvurmamaları, insanların verdikleri söze sâdık olmaları,aslında dini tasdik etmeleridir.  Tersi ise dini reddetmektir ve azaptır.

33- Ve onlar, şehâdetlerinde kâimdirler.

Kâim, kıyamdan gelir. Bir işi yapmak için hazır olan, ayakta bekleyen, işinin başında, işini görüp gözeten, ihmal etmeyen anlamı taşır. Şehâdet ile gelmesi, şâhit olmaktan geri durmayan, çekinmeyen, adâlet, hak ve hakîkatiçin geri adım atmayan demektir. Rabbimizin de eş-Şehid ve el-Kâim diye iki esması da bulunmaktadır. Bu âyetin gereğini yapan, bu iki esmadan nasiptâr olanlardır. Bir olaya tanık olan ve onu ilgili yerlerde anlatan kişiye şâhit denir. Eğer bir adâletsizliğe şâhit olmuşsanız ve bunu söylemekten geri duruyorsanız azap size de dokunacaktır. ‘’Zamanın çoksa şâhit, paran çoksa kefil ol!’’ zırvası Kuran’a, akla, vicdana tamamen ters bir uydurmadır. Şâhitlik sadece mahkemede bir suça tanıklık değil kelimeyişehâdette de belirtildiği gibi hakka ve hakîkate şehâdettir.

34- Ve onlar, salâtlarını muhafaza edenlerdir. 

Salâtı muhafaza etmek, sürekli namaz kılmak demek değildir. Zira bu emir tesbih ifadesi ile daha önceki âyetlerde zaten emredilmiştir. Buradaki muhafaza, Mâûn sûresindeki riya ve dünyevî çıkariçin yapılan, gösterişe dönüşen dindarlığa karşı bir uyarıdır. Aslında yapılan ihlâs çağrısıdır. İhlâs, sadece Allah ile kul arasında sırdır. Melek bilmez ki onu yazsın, şeytan bilmez ki onu bozsun. (Cüneyd-i Bağdadî)

35- İşte onlar, cennetlerde ikram olunan kimselerdir.

Me’âric sûresi, cennet hayatı gibi bir hayat sürüp ikramlara mazhar olmak için yapılması gerekenleri sıralıyor. Öncelikle,ilahi olduğu iddia edilen haberler ile gaybı sûistimal edenlere karşı uyarı ile sûre başladı. İnsanların kendi mallarında bulunan, birlikte yaşama sonucu oluşan hakları paylaşmaları, ahlâkı ve ırzlarını muhafaza etmeleri, emanetleri ehline verip sözünde durmaları, dürüst ve güvenilir kişiler olmaları ile din gününü tasdik eden musallînler olacakları ifade edilerek sûre devam etmektedir.

36-Artık hakîkati örtenler,niçin senin tarafına doğru koşuşturuyor?

37-Sağdan ve soldan gruplar hâlinde.

38- Onlardan her biri nimet cennetine dâhil olacaklarını mı umuyorlar?

Muht’i, boynundan bir iple çekiliyormuşçasına hızlı adımlarla yürüyen demektir. Boynundakinden kurtulmak için sağa sola hareketleri de 37. âyette ifade edilmiştir. İzîn,her biri bir bölüğe mensup olarak, parça parça, dağınık bir hâlde demektir. Âyet-ikerime üstü kapalı olarak onların kuşkulu hareketlerini deşifre etmektedir.Zira Kuran, insanlığın ortak doğrularından bahsetmekte, fıtrî olan, olması gerekenleri referans almaktadır. Bu doğruları inkâr edemeyen muhatabın, inkâr için yaptığı çaresizlik tasvir edilmektedir.

Ta-ma-a, nefsin bir şeye olan şiddetli arzusundan dolayı ona meyletmesidir. Türkçede kullandığımız tamah etmek, tamahkâr manasındadır. İlahî hükümler karşısında sağa sola koşuşturup argümanlar geliştirenlerin en büyük yanılgısı bu âyette ifade edilmektedir.Çözüm için hiçbir şey yapmadan sızlanıp şikâyet eden, Allah’ın ilkelerine riayet etmeyen, taşın altına ellerini koymayan, emek verip çaba göstermeyenlerde zamanla, ilk önce kendilerinin kurtulacaklarına dair aldatıcı bir zan gelişir. ‘Kalbim temiz’ ifadesi bunun en güzel örneğidir. Kalbi temiz olanın sözü yalandan, ticareti haklardan, ırzı namussuzluk ve ahlaksızlıklardan, ibadetleri de riya ve gösterişten arınmış, tertemiz olmalıdır ki cennetvarî bir yaşam ve âhiret hayalini kurabilsin.

39- Hayır, asla! Muhakkak ki Biz, onları bildikleri şeyden yarattık.

Kellâ edatı, burada azarlamak ve men etmeyi ifade eder. Yani,hayır, iş onların arzu ettiği gibi değildir! Yaratılışın nasıl olduğunu, elementer süreçleri bilmelerinden bahsedilmez. Burada, ayaklarının altındaki ham madde olan toprak veya basit bir sıvıdan yaratıldıklarını bildikleri kastedilmektedir. Gönderme, kendini çok üstün gören, kibirli ama güya gönlü temiz olanlaradır. Aslında küstahlığa sürükleyen yanılgı şudur: “Benim gibi biri, hiç yanar mı ya?”

40- Artık doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki muhakkak Biz, kâdiriz.

Âyette Rabbimiz kendisini kuzeylerin ve güneylerin veya her yerin Rabbi olarak değil de neden “doğuların ve batıların Rabbi” olarak nitelemiştir? Bu, yön olarak doğular-batılar manasından ziyade gün doğumu/gün batımı gibi zamansal yeniden başlangıç ve sonlar manasındadır. Bu niteliğini, son saati getirmeye ve yeniden diriltmeye kâdir olması şeklinde tamamlama sebebi de budur. Böylece dünya ve âhiret hayatını yaratmaya kâdir olanın sistemine tâbi olmak gerektiği hatırlatılmıştır. Doğular ve batılar çoğuldur. Bunlar hem dünya hem de hesap günüyle başlayan âhiret hayatına da âtıftır.

41- Onları daha hayırlısı ile değiştiririz ve Bizim önümüze geçilmez.

Her geçen nesil aslında bu hakîkati bize tekrar tekrar göstermektedir. Yeryüzü çok kötü, câni beşer ve nesiller görmüştür; ancak hiçbiri bu zulmünü ilelebet sürdürememiştir. Bu hakîkatten ötürü, hesap sorucu olarak önüne geçilemeyen Allah yeter.

42- Artık onları terk et, vaad olundukları güne kavuşuncaya kadar dalsınlar ve oyalansınlar.

Derdi, dünya hayatının oyun ve eğlencesi olanlara maalesef hakîkat ulaşmaz. Zira hakîkatler bu insanlara soğuk ve sıkıcı gelmektedir. Âyetteki uyarı çok nettir. Bu tipleri terk etmek gerektiği emredilir. Neden terk etmek gerekir? Bunun iki sebebi vardır: İlki davet edilen kişinin üzerine düşüldükçe sorumluluk gerektirmeyen ve kendini görece mutlu kılan eğlencesine kaçışı artacaktır. İkinci sebep arkadaş çevresinin oyun odaklı, eğlence merkezli tiplerden oluşmasının kişiyi de etkileme riskidir. Bu hâl, en hafifinden yeniden diriliş günü yokmuş gibi yaşanması ve değerli bir nimet olan zamanın israf edilmesiyle sonuçlanacaktır. Dünya, âhiret hasadının tarlasıdır. Oyun ve eğlencenin abartılması nefsanî duygu ve düşünceleri de kabartır. Bu durum, bir kukla konumuna düşülerek duygulara söz geçirememeyle sonuçlanır. Oysa dünya hayatı oyun ve eğlence ile geçirilmeyecek kadar ciddi bir zaman dilimidir. Ne ekersek onu biçeceğiz. “Dediler ki: Biz ‘Musallîn’değildik. Miskini doyurmazdık. Ve biz bâtıla dalanlarla beraber bâtıla dalardık. Ve biz din gününü önemsemezdik. Sonunda yakîn gelip bize çattı.” (Müddessir:44-47)Dünyevî ve uhrevî bir fayda sağlamayan, boş ve yararsız şeylerle uğraşmak bâtıla dalmaktır. Mu'minûn sûresi 3. âyet olması gerekeni şöyle ifade eder:"Ve onlar, boş şeylerden yüz çevirenlerdir." Burada iki tehlike vardır: Biri dinlerini oyun ve eğlenceye çevirenler, ki def eşliğinde yapılan folklorik hareketler buna bir örnektir.Diğeri de oyun ve eğlence için yaşayanlardır. “Kendi dînlerini bir oyun ve bir eğlence edinenleri terk et.” (En’am:70, A’raf:51) 

43- Bulundukları yerlerden süratle çıkacakları gün, sanki onlar dikili bir taşa koşuyorlar.

Nusub, ‘nisab’ın çoğuludur. Yanında kurban kestikleri taş ve ya put demektir. Âyette ‘kabir’yerine ‘ecdâs’ kullanılmıştır. Ecdas için kabirler mânası vermek bizce doğru olmayacaktır. Zira Âdiyat sûresinde kabir “kubur” olarak zikredilmiştir. Burada bulundukları yerlerden dikilip hızla tapacak put aramaları resmedilmiştir.Aslında müşriklere bir gönderme söz konusudur. Dünyada başları sıkıştığında hemen bir dikili taş arama mantıksızlığı ile yüzleştirilmektedirler. 

44- Onların bakışları korkulu bir hâlde iken kendilerini bir zillet kaplar. İşte bu, vaad olundukları gündür.

“Haşiaten ebsaruhum”, yani gözleri zelilce yere kaymış bakı­yorlar. Allah’ın azabının geleceğini bildiklerinden gözlerini kaldı­ramıyorlar. Onları zillet bürümektedir. Rehika; kuşatmak, kaplamak anlamına gelir. (Bkz. Nâzi’ât:9) Zillet; “zelillik, horluk ve hakîrlik” demektir. 

Rabbim bizleri yeniden dirilişten önce dirilen, gaflet uykusundan ölmeden önce uyananlardan eylesin.

Meariç sûresinden anladıklarımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu Allah bilir.

 
Eklenme Tarihi : 26.10.2019 09:59:49
Okunma Sayısı : 4651