وَمِنَ النَّاسِ مَن يَشْرِي نَفْسَهُ ابْتِغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ وَاللّهُ رَؤُوفٌ بِالْعِبَادِ

207- Ama insanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için kendisini (hakka) satar (feda eder): Hiç şüphesiz Allah, kullarına karşı çok şefkatlidir. (Bakara:207)



.





MUHKEM, MÜTEŞABİH VE TEVİL KAVRAMLARI


MUHKEM, MÜTEŞABİH ve TE’VîL KAVRAMLARI

Muhkem'in Lügat Manası;

Muhkem, "Ha-ke-me" kökünden türemiş olup, if’âl babından ism-i mefûl kalıbına sokulmuş bir kelimedir. Menetmek, geri çevirmek anlamına gelmektedir. İnsanlar arasındaki sorunu çözüp insanları zulümden men ettiği için, insanlar arasında hüküm veren kimseye hâkim denilmiştir. Hükümet kelimesi de bu kökten türemiştir. Hükümet; insanları kötülük yapmaktan alıkoymak için ortaya koyduğu sistem ve hükümler bütünüdür. Eksiklikleri yok etme anlamında "Ehkeme' l-emre" yani işi sağlamlaştırdı, olgunlaştırdı; Kur'an bu anlamda kendisini "muhkem" olarak isimlendirmiştir: "Kitabun uhkimet ayatuhu " yani ayetleri; üslubuyla, nazmıyla eksikliklerden arındırılmıştır. Kur’an gerek ilahi kelam vasfını taşıması gerekse lafız, mana ve mesajının erişilmez bir üstünlüğe sahip olması bakımından bütünüyle muhkemdir. Sağlamlık, mükemmellik ve insanoğluna rehberlik gibi birçok konuda ayetler arasında benzerlik ve uyum bulunması yönünden de bütünüyle muteşabihtir.

Muhkemin terim manası; Lügat manasından esinlenerek şöyle tarif edilmiştir; manası kolaylıkla anlaşılan, haricî bir yoruma ihtiyaç duyulmayan, manası açık ve net olan, tevil ve tahsis kabul etmeyecek derecede olan Kur-ân'ın sarih lafızlarına ve ayetlerine denir. Yine bu mana da; Hak ile batılı ayıran, hakikatleri tasdik edip ortaya koyan, akideyi oluşturan temel esasları belirleyen manasına da gelir. İlimde ve amelde peşine düşülmesi ve uyulması gereken temel ilkeler ve belgeler, hidayet için deliller bunlardır.  İbn Aşur: "Ali İmran suresindeki muhkem, istiare yoluyla manası açık olana ıtlak olunmuştur. Çünkü delaleti kesin olan şeyde kasıt hususunda şüphe uyandıracak şeyler men edilmiştir"  demektedir.

Müteşabihin lugat mansı;

"Şe-be-he" kökünden türemiş, tefâül vezninde ism-i fâil formatındadır. "müteşabih"; benzemek, dengi olmak manasına gelir. Arapça'da: Bir şey başka bir şeye benzedi, onunla aynı hale geldi demek için "İştebehe'ş-şey'u eş-şey'e" denilir. Dilimizde de "teşbihte hata yoktur" yani temsilde (benzetmede) hata yoktur şeklinde kullanılmaktadır. Buna göre;       "el-müteşabihat", "el-mütemasilat" yani benzerler anlamına gelir. “Teşbîh“ ve “müşâbehat” birbirine benzeyen iki şeyden birinin fer’ (asıl olmayan) ve nakıs, diğerinin ise asıl ve mana yönünden mükemmel olduğunu gösterir. Fakat “teşâbüh”   -tefâul vezni- ise iki taraf arasındaki benzemenin eşit seviyede olduğunu ifade eder. Yani “teşâbüh” de söz konusu benzerlik her iki taraf arasında asıl ve mana yönüyle eş değerdir. Tabiatıyla bu benzerlikle de ortaya çıkan manalardan birinin diğerine tercihini zorlaştırmakta hatta bazen imkânsız hale getirmektedir. Bu sebepledir ki iki şeyin birbirine eşit bir şekilde benzemesine “teşâbüh”, Fakat fer olanın asıl olana benzetilmesine ise müteşabih denir. Bu manada Al-i İmran 7. Ayetteki müteşabih kelimesi fer (asıl olmayan)’nın, Muhkem olana benzetilmesi gerektiğini ifade eder.

Müteşabihin terim manası; Terim manası ile müteşabih iki kısma ayrılmıştır.

1) Mana yönü ile müteşabih; Manası kolaylıkla anlaşılmayan, birçok manaya ihtimali olup bunlardan hak olan manayı tayin edebilmek için bir delile ihtiyaç duyulan, ne anlama geldiği, ne anlatmak istediği hususunda iyiye ve kötüye yorumlana bilen, manası açık ve net olmayan ayetlere müteşabih ayetler denir. Aslında söyleyene ve gerçeğe göre, hiçbir şüphe ve tereddüt olmadığı halde dinleyene göre bizzat anlaşılması kapalı (hafi) dır.

2) Uslup yönü ile müteşabih; Ayetlerin anlatım üslup ve maksatlarının birbirine benzeşmesine üsluben müteşabih denir.  Bu manda Kur’an’ın tamamı müteşâbihtir.

اللَّهُ نَزَّلَ أَحْسَنَ الْحَدِيثِ كِتَابًا مُتَشَابِهًا مَثَانِيَ تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ ثُمَّ تَلِينُ جُلُودُهُمْ وَقُلُوبُهُمْ إِلَى ذِكْرِ اللَّهِ ذَلِكَ هُدَى اللَّهِ يَهْدِي بِهِ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُضْلِلِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ (23)

 “Allah, bütün sözlerin en güzelini, kendi içinde tutarlı, (gerçeğin) her türlü ifadesini çeşitli biçimlerde tekrarlayan bir ilahi kelam şeklinde indirdi. (bir ilahi kelam ki) Rablerinden korkanların ondan tüyleri ürperir; (fakat) sonunda Allah'ı(n rahmetini) hatırlayınca kalpleri ve tenleri yumuşar, sakinleşir. İşte Allah'ın rehberliği böyledir: (Doğruya yönelmek) isteyeni bu şekilde doğru yola eriştirir; (Sapmayı istediğinden dolayı) Allah'ın saptırdığı (kişi) ise, hiçbir yol gösterici bulamaz.  (39/Zümer, 23).

Bu ayetteki müteşâbihten kasıt; Kur’an’ın bütün ayetleri manalarının sıhhati, sözlerinin belagati, anlatımda ki üslubu hususunda birbirinin benzeridir. Her ayetin ve kıssanın bir manası vardır. Fakat bu manalar ve kıssalar hiç bir zaman birbirine zıt değildir. Kur'ân'ın baştan sona lafızları, anlatım üslûbu ve mânâları birbirine benzemekte ve birbiriyle uyum içerisindedir. Kur'ân'ın bir âyeti, başka bir âyetiyle çelişmez.

 

Kur-an da Muhkem ve Müteşabih Kavramları;

 

Kur’ân’da muhkem ve müteşâbihle alakalı ayetleri üç grupta toplaya biliriz.

1)  Kur-an’ın tümü muhkemdir. Hud suresi 1. ayet;

11.1*************الَر كِتَابٌ اُحْكِمَتْ اٰيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكيمٍ خَبيرٍ
“Elif lâm râ. (Bu,) bir Kitaptır ki, hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah) tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış ve güzelce açıklanmıştır.”

 

2) Kur’ân’ın tamamı müteşâbihtir. Zümer suresi 23. Ayet;

اللَّهُ نَزَّلَ أَحْسَنَ الْحَدِيثِ كِتَابًا مُتَشَابِهًا مَثَانِيَ تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ ثُمَّ تَلِينُ جُلُودُهُمْ وَقُلُوبُهُمْ إِلَى ذِكْرِ اللَّهِ ذَلِكَ هُدَى اللَّهِ يَهْدِي بِهِ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُضْلِلِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ (23)

“Allah, bütün sözlerin en güzelini, kendi içinde tutarlı, (gerçeğin) her türlü ifadesini çeşitli biçimlerde tekrarlayan bir ilahi kelam şeklinde indirdi. (bir ilahi kelam ki) Rablerinden korkanların ondan tüyleri ürperir; (fakat) sonunda Allah'ı(n rahmetini) hatırlayınca kalpleri ve tenleri yumuşar, sakinleşir. İşte Allah'ın rehberliği böyledir: (Doğruya yönelmek) isteyeni bu şekilde doğru yola eriştirir; (Sapmayı istediğinden dolayı) Allah'ın saptırdığı (kişi) ise, hiçbir yol gösterici bulamaz.  (39/Zümer, 23)

 

3) Kur’ân âyetlerinin bir kısmı muhkem bir kısmı da müteşâbihtir. Al-i İmran 7. Ayet;

هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آَيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آَمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ (7)

Sana Kitabı indiren odur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki bunlar Kitabın (temeli)  anayasasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihtir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve (kendi arzularına göre) onun te'vîline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar. Hâlbuki onun te'vilini (gerçeğe uygun olan manasını) Allah’tan ve ilimde derinleşenlerden başkası bilmez (o ilimde derinleşenler) derler ki; Biz Ona (kitaba) inandık. (o kitabın ayetlerinin) Hepsi Rabbimizin katındandır. (Bunları) derin kavrayış sâhiplerinden başkası düşünüp öğüt almaz.

 

                        Bu âyetler arasında her ne kadar tezatlık görünse de aslında her hangi bir tezat söz konusu değildir. Zira ilk âyette zikredilen “Kur’ân’ın tamamı muhkemdir” ifa­desi, Kur’ân’ın nazım ve i’câzının güzelliğini, lafız ve mana cihetiyle âyetler arasında bir bozukluk ve fesadın bulunmadığını, ikinci ayette yer alan “müteşâbih bir kitâb” sözü de, belâgat, fesâhât ve i’câz yönleriyle ayetlerin birbirlerine mükemmel bir şekilde uyum içinde olduğunu ifade eder. Kur'ân'ın baştan sona lafızları, anlatım üslûbu ve manaları birbirine benzemekte ve birbiriyle uyum içerisindedir. Kur'ân'ın bir ayeti, başka bir ayetiyle çelişmez. Kur’an gerek ilahi kelam vasfını taşıması gerekse lafız, mana ve mesajının erişilmez bir üstünlüğe sahip olması bakımından bütünüyle muhkemdir. Sağlamlık, mükemmellik ve insanoğluna rehberlik gibi birçok konuda ayetler arasında benzerlik ve uyum bulunması yönünden de bütünüyle

muteşabihtir. Müteşâbihlik yani benzeşmelik Kur'an verilerinin açıklanmasında ve anlaşılmasında önemli yeri vardır. Kur'an birçok ayette açık ve anlaşılır bir kitap olduğunu vurgular. Bu bakımdan Al-i İmran 7. Ayetteki müteşabihin dışındaki müteşabih kavramı Kur’an’ın konuyu anlatırken kullanmış olduğu bir birine benzer üslup, uyum ve ayetleri anlatma şekline delalet eder. Pek çok Kur'an ayetlerinde ifade edildiği gibi Kur'an'ın açıklaması bizzat Allah tarafından yapılmaktadır. Kur'an'a göre Allah Kendi kitabının anlaşılmasında bizzat kendisi insanlara rehberlik etmektedir. Kur'an kendi kendini açıklarken ve kendi hüküm ve kavramlarına izahat getirirken aynı kelimelerin müteşâbihlerini yani benzeşenlerini kullanır. Bu bakımdan müteşâbihler yani benzeşen kelimeler veya ayetler bir araya getirilerek Kur'an'da yer alan herhangi bir konu ile ilgili detaylı sonuçlara ulaşılabilir. Örneğin Âdem ile iblis arasında geçen ayetleri ve bu ayetlerin müteşâbihlerini yani benzeşenlerinin bir bütün halinde inceleyerek, insanoğlu ile iblis arasındaki mücadeleyi ve bu mücadelenin maksadını yine bizatihi kur-an’ın kendisinden konuyla ilgili en geniş ve detaylı bilgilere ulaşabilir. İşte bu anlatım biçimine müteşabih denir. Bundan dolayı "Allahu nezzele ahsene' i-hadısi kitaben müteşabihen " yani ayetleri; manalanın sıhhati, sözlerinin belagati hususunda birbirinin benzeridir. Buna göre sözünü ettiğimiz bu iki ayette geçen muhkem ve müteşâbih kavramları lügat anlamı ile kullanılmışken, Ali-İmran suresindeki ayette ise bu kavramlar, ifade ve mana yönüyle ele alınmıştır. Böylece Kur’ân ayetlerinin bir kısmı muhkem, bir kısmı da müteşâbih ola­rak nitelendirilmektedir. Bu manda Kur'ân-ı Kerim ayetleri muhkem ve müteşâbih olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Müteşâbihler te'vil ve tahsisi kabul ederken; muhkem lafızlar bunları kabul etmeyecek derecede açık ve nettir. Muhkem ayetler, kitabın, yani ilahi mesajın omurgasını teşkil ederken, müteşabihler ise bu omurgaya et mesabesindedir. Ne var ki kalplerinde hakikati kabulden yan çizme eğilimi bulunanlar fitne ve tevil arzusuyla Kur’an’ın muteşabihlerinin ardına düşmüşlerdir.

              Kur’ân-ı Kerim’de “muhkemetun” kelimesi Muhammed sûresi, 20. âyette; “muhkemât” şeklinde çoğul olarak da Âl-i İmrân sûresi 7. âyette geçmektedir. “Muhkem” kelimesinin türediği h-k-m (hukm) ve türevleri ise Kur’ân-ı Kerim’de tam 210 yerde geçer. “Müteşâbih” ve çoğulu ise toplam 5 yerde (2/Bakara, 25; 3/Âl-i İmrân, 7; 6/En’âm, 99, 141; 39/Zümer, 23), bu kelimenin türediği ş-b-h ve türevleri ise Kur’ân-ı Kerim’de toplam 12 yerde kullanılır. Bu analizden şöyle bir sonuç çıkarılabilir; Al-i İmran suresinde belirtilen muhkem ayetler Kur-an’ın % 98 civarına tekabül ederken müteşabih ayetler ise Kur-an’ın yaklaşık % 2 ‘sine tekabül etmektedir. Demek ki asıl olan muhkemdir. Müteşabihler ise fer’dir. Bu ferlerin asla uygun olarak anlaşılma zorunluluğu vardır. Müteşabihler anlaşılırken pergelin sivri ucunu muhkemler merkezine yerleştirip öylece bir yuvarlak çizmemiz gerekir. İşte çizilen bu dairenin içinde kalan tüm yorumlar İslami’dir. Fakat muhkemler merkezine konulan pergelin sivri ucunda sapma olursa çizilen daire, İslam dairesi değildir. Muhkemler merkezinde ki sapma açısı ne kadar olursa çizilen dairede de sapma açısı artarak büyür.

 

 

 

 

 

Muhkem ve muteşabih hakkında tarihi yorumlar;

1= Muhkem; manaya delaleti başka beyana ihtiyaç hissettirmeyecek düzeyde açık olan; muteşabih ise; manası insanların tamamına veya birçoğuna kapalı olup beyana muhtaç bulunan.

 

2= Muhkem; tek manalı olup tevile ihtiyaç duyurmayan, muteşabih; birden fazla manaya ihtimalli olup kolayca anlaşılmayan;

 

3= Muhkem; kendisiyle ne kastedildiği delaletinin açıklığı sebebiyle veya tevil yoluyla anlaşılabilen, muteşabih; huruf-ı mukatta‘a ve kıyamet vakti gibi, manası ancak Allah tarafından bilinen;

 

4= Muhkem; farzları, helal ve haramları bildiren; muteşabih; kıssaları ve meselleri içeren.

 

5= Muhkem; hem iman edilen hem kendisiyle amel olunan, muteşabih; amele konu olmayıp sadece inanılan.

 

6= Muhkem; mensuh olmayan veya kendisi neshetme konumunda bulunan, muteşabih; neshedilen, hükmü geçersiz olan.

 

7= Muhkem; illeti akılla idrak edilebilen, muteşabih; ise içerdikleri hükümlerin illeti bilinmeyen naslardır.

 

Kadim gelenekte ki bütün bu görüşlerden hareketle denebilir k;i bunca ilmi ve entelektüel çabaya rağmen muteşabihatın aslında neye delalet ettiği meselesini tam olarak açıklığa kavuşturamamıştır. Ayrıca, konuyla ilgili görüşlerin anlama ve yorumlamaya ilişkin sistematik bir usul bilgisi olduğunu iddia etmekte hakikaten ön yargılı bir yaklaşımdan başka hiçbir şey değildir. Zaten yapılan yorumların bu nitelikte olmadığı da açıktır.

            

İlgili Al-i İmran suresinin 7.ayetinde muteşabihlerin teviliyle meşguliyet kalplerinde hak ve hakikatten sapma eğilimi bulunan kimselere atfedilen bir faaliyet olarak nitelendirilmesine ve dolayısıyla düpedüz bir günahkârlık olmasına, ayrıca ilgili ayetteki ve’r-râsihûne lafzındaki

“vav”  harfinin atıf değil, isti’naf (yeni bir cümlenin başlangıcı) için olduğu Çoğunluk tarafından kabul görmesine rağmen hemen bütün müfessirler muteşabih saydıkları ayetleri yorumlamaktan istinkâf (çekingenlik) etmemişlerdir. Muteşabihlerin teviliyle uğraşmanın günahkârlık olduğu, kuşkusuz bütün müfessirlerce bilinmektedir; ancak hiçbir müfessir kendisinin böyle bir günah irtikâp (kazandığını) ettiğini düşünmemekte, aksine Kur-an’daki muteşabihleri belki de en doğru şekilde kendisinin ve dolayısıyla mensubu bulunduğu mezhebin anlayıp yorumladığına inanmaktadır. Haliyle bu inanç, tevil günahkârlığı için bir “öteki” yaratmayı gerekli kılmaktadır. Bunun sonucunda da her müfessir bir taraftan ayette müspet mana ifade eden kavramları kendi mezhebiyle, fitne ve tevil gibi menfi içerikteki kavramları da muhalif mezhep veya fırkalarla ilişkilendirmektedir. Böylece her bir fırkanın ve hizbin kendine göre müteşabih ve muhkemleri oluşmaktadır.

 

Tercihimiz;

Kur'an, insanları hidayete erdirmek, onlara nasıl yaşamalarının gerektiğini öğretmek amacıyla indirilmiştir. Bu da ancak onun anlaşılmasıyla mümkün olacaktır. Böyle bir amaçla indirilen Kur'an' ın Hz. Peygamber dahil hiç kimse tarafından anlaşılamayan ayetlerinin bulunduğunu iddia etmek, bu amaca ters düşer. Bu iddiaya göre bu bölümlerin pratikte bir değeri kalmaz.

Muhkem ve müteşabih kelimelerinin semantik yapıları da böyle bir neticeye pek uygun düşmemektedir. Daha önce lügat manalarını verirken, muhkemin, istiare yoluyla manası açık olan ayetlere delalet ettiğini söylemiştik. Ayeti kerimede müteşabih, muhkemin karşıtı olarak verilmiştir. O halde müteşabih de istiare yoluyla manası hemen net olarak anlaşılmayana ıtlak edilmiş olmalıdır.

Teşabüh iki şeyarasında olur. Fakat “müteşâbih” kelimesi: “Teşbîh ve müşâbehet birbirine benzeyen iki şeyden birinin fer’ (asıl olmayan) ve nakıs, diğerinin ise asıl ve mana yönünden mükemmel olduğunu gösterir.  Bu da bize ayetin manasında birden fazla hususta anlaşılabileceği veya ayetin başka ayetlere benzediği gerçeğini verir. İşte şüphe edilen şey, bu birden fazla ortaya çıkan hususlardan fer olanın asla uygun olarak anlaşılmasıdır. Tıpkı bir ağaç gibi düşünelim. Bu ağacın kökü muhkem ayetleri oluştururken, dalları ise müteşabihi temsil eder. Eğer siz dalı gövdeden ayırır ve onu başka tarafa götürürseniz hem dalı kurutmuş olursunuz, hem de kopardığınız bu dalın kökle bir alakası kalmadığı için kestiğiniz dalı kök olarak kullanmak zorunda kalırsınız. Fakat siz dalı kök olan ağaca bağlı kılarsanız ağaç dalı ile beraber size meyve verir ve siz de bu meyveden yerken tat alırsınız. Gövdeden koparılmayan bir dalın meyve vermesi demek; müteşabihlerin muhkemlere göre anlaşıla bileceğini ve güzel sonuçlar elde edileceğini göstermektedir. Buna paralel olarak baktığımızda tefsir geleneği, müteşabihin pratikte "Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği ayetler" şeklinde yorumladığını pek göremeyiz. Zerkeşi'nin de işaret ettiği gibi birinin bilemeyip Allah'a havale ettiği ayeti, bir başkası tefsir etmiştir. Bu konuda bir birlik sağlanamamıştır. Nelerin bilgisinin Allah'a ait olduğu hususunda bu tezi savunanlar dahi görüş birliği içerisinde olamamışlardır. İbn Teymiyye'nin de vurguladığı gibi bu konuda aşırı derecede ısrarlı davranan İbnu'I-Enbar, müteşabih ayetler hakkında en çok konuşan kişidir; bu konudaki rivayetler genellikle meşhur tabii Katade'ye dayandırılmaktadır, oysa onun kitabı bu müteşabih sayılan ayetlerin tefsiriyle doludur.

 

                 Al-i İmran surenin yedinci ayeti, Necranlı heyetin Hz. Peygamber’e, “Sen İsa’nın Allah’tan bir ruh ve O’nun kelimesi olduğunu söylemiyor musun?”diye sorması, Hz. Peygamber’in de bu soruya “Evet!”diye karşılık vermesi üzerine nazil olmuş; heyet bu ayetteki mesajı reddedince Hz.Peygamber onlara lanetleşme teklifinde bulunmuştur.

Al-i İmran suresinin bilhassa 1-8, 18-20, 35-61. ayetlerindeki muhteva Necran

Hıristiyanlarıyla ilgili rivayette anlatılan hadisenin gerçek sebeb-i nuzul olduğuna işaret etmektedir. Çünkü söz konusu ayetlerde ilkin Allah’ın ulûhiyette eşsiz ve ortaksız olduğu (tenzih-i ilahi) bildirilmekte, ardından Tevrat ve İncil’in yanı sıra

Kur-an’ı da Allah tarafından gönderildiği belirtilmekte, ayrıca Kur-an’daki kimi ayetlerin muhkem, diğer birtakım ayetlerin muteşabih olduğundan söz edilmektedir. Bu bağlamda, sırf muteşabihlerin teviliyle meşgul olanlar, kalplerinde hakikati kabulden yan çizme eğilimi bulunan kimseler olarak nitelendirilmektedir. 35-61. ayetlerde ise Hz. İsa’nın gerçek kimliği hakkında detaylı sayılabilecek bilgiler verilmekte, bu arada her ikisinin de Allah tarafından yaratılmış olması hasebiyle Âdem ile İsa arasında benzerlik kurulmakta ve son olarak Kuran’da anlatılan gerçeklere rağmen Hz. İsa’nın kimliği hakkında tartışacak olanlara Hz. Peygamber’in lanetleşme teklifinde bulunması emredilmektedir.

Kısaca, Al-i İmran suresinin tevhit ve tenzih-i ilahiyle başlaması Hıristiyanların

Hz. İsa hakkındaki ulûhiyet iddialarına bir reddiye niteliğindedir. Dolayısıyla muhkem-muteşabih konusuyla ilgili ayeti içeren pasaj da dahil surenin baştan itibaren en az üçte birlik kısmının nuzul sebebi Necranlı Hıristiyan heyetin Hz. İsa’nın uluhiyeti üzerine tartışmalarıdır. Binaenaleyh, 7. ayette gecen “muteşabih” ve “tevil”kavramları da Hz. İsa’nın Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olması gibi sıfatlarıyla ilgilidir. Bu bağlamda tevil, bilindik anlamda bir yorum faaliyetine değil, İsa’nın anılan sıfatlarıyla ilgili ayetlerin medlullerine ilişkin son sözü söyleme iradesine veya konuyla ilgili ayetlerin gerçek mana ve mahiyetini belirleme iddiasına delalet eder. Söz gelimi, Hz. İsa’nın “Rab” ya da “Efendi” anlamında kullandığı “Baba” tabirine, inkarnasyon ve teslis doktrinlerini olumlayan bir anlam yüklemek veya İsa’nın Allah’tan bir ruh (rûhun minh) ve kelime (kelimetuh) olduğunu bildiren Kur’an

İfadelerini ki bu ifadelerin geçtiği 4.Nisa 171. ayet çok kesin bir dille teslisi reddetmektedir.

İsa’nın ulûhiyetine hamletmek muteşabihin tevili demektir. Bu çerçevede ayetteki “fitne” kelimesi de İsa’nın teolojik kimliği konusunda çizmeyi aşmak gibi bir mana ifade eder. Nitekim Fahreddin er-Razi soz konusu kelimenin buradaki anlamına ilişkin izahatında fülânun meftûnün bi-talebi’d-dünyâ ifadesini şahit gösterir. Bu ifadede gecen meftûn kelimesi, dunyayı ve dunyevi olanı sevme hususunda haddi aşma ve ölçüyü kaçırma anlamına gelir.  Hz. İsa’nın Allah’tan bir ruh ve O’nun kelimesi olduğunu bildiren ama aynı zamanda teslisi de şiddetle reddeden 4.Nisa 171. ayetin, “Ey Ehl-i Kitap [Ey Hıristiyanlar!] İnanç sisteminizde ölçüyü kaçırıp haddi aşmayın; Allah hakkında da hakikatten [yani O’nun eş ve ortağı bulunmayan yegâne ilah olduğu gerçeğinden] başka birtakım iddialarda bulunmayın.” mealindeki bir hitapla başlaması, fitne kelimesinin 3.Al-i İmran 7. ayette “aşırılık” ve “ölçüyü kaçırmak” manasına geldiğini teyit etmektedir.

 

          Sonuç itibariyle, 3.Al-i İmran 7. ayette sözü edilen “muteşabihlerin tevili”masum, makul ve makbul bir anlama-yorumlama çabası değil, düpedüz bir günah ve günahkârlıktır. Bu günahı işleyen Hıristiyanları “Haşviyye” diye nitelendirmek mümkündür. Çünkü Haşviyye, İslam düşünce tarihinde teşbih-tecsim fikrine sıcak bakan zümreleri ifade ederken, tevil kavramı özellikle Bâtınilikle birlikte anıldığında nasların hermenotik imkân ve sınırlarını zorlama cabasına işaret eder. Mamafih Hıristiyanların İsa hakkındaki telakkileri göz önüne alındığında “muteşabihin tevili” kesinlikle Haşviyye mantığına karşılık gelir. Çünkü burada İsa ile ilgili kimi nasların salt zahiri manaya hamledilmesi söz konusudur. Ayrıca bu noktada Hıristiyanlığın Hz. İsa ile ilgili değişmeceli-alegorik ifadelerin zahiri ve dolayısıyla yanlış yorumu üzerine inşa edilmiş bir inanç sistemi olduğu hatırlanmalıdır. Sözgelişi, İncillerde gecen, “Baba, yerin göğün Rabbi! Bu gerçekleri bilge ve akıllı kişilerden gizleyip küçük çocuklara açtığın için sana şükrederim. Evet, Baba; senin isteğin buydu. Babam her şeyi bana teslim etti. Oğul’u, Baba’dan başka kimse tanımaz. Baba’yı da Oğul’dan ve Oğul’un

O’nu tanıtmak istediği kişilerden başkası tanımaz.” şeklindeki ifadeler inkarnasyon

(hulul) doktrini çerçevesinde İsa’nın “Tanrı’dan sudur eden biricik oğul” ve “Tanrı oğlu Tanrı” olduğu iddiasına mesnet kılınmaktadır. Diğer bir deyişle, İncillerdeki bu

tur mecazi ifadeler ki bu ifadelerin Kur-an’daki karşılığı muteşabihlerdir- Haşviyye mantığıyla zahiri manaya hamledilmekte ve dolayısıyla muteşabihlerin teviliyle teslis doktrinine yol verilmiş olmaktadır. Şu halde teslis, Elmalılı’nın deyişiyle,Hıristiyanlığı gizlice ta temelinden değiştiren, ters yüz eden bir tahrif olmuştur ki, bunun başlangıcı gizli toplantılara ve ilk İncil tercümelerindeki tahriflere, sonu da meşhur İznik konsilinde alınan kararlara dayanır. Yani teslis inancı, Hıristiyanlığın kaynağından gelen öz inanç ilkesi değildir, müteşabihata uymak suretiyle içtihada bağlı olarak tahriften kaynaklanan bir batıl inancıdır. Bundan dolayı Hıristiyanlar İncil'in metnine ve ayetlerine önem vermezler de "biz onun ruhunu, özünü gözetiyoruz" diyerek İncil nüshalarını her zaman ve sürekli olarak yeniler ve değiştirirler. Durmadan onun müteşabihatıyla oynarlar.

 

Kur-an’daki ayetlerin bir kısmının ilahi mesajın temeli niteliğindeki muhkemattan, diğer kısmının muteşabihattan oluştuğu noktasından hareketle muteşabihlerin muhkemler ışığında anlaşılması gerek Bu kural, ilgili ayetleri anlama ve yorumlama yöntemi açısından oldukça önemlidir.

 

Te'vil,

lügat manası; bir şeyin varacağı neticeye, gayeye, hedefe vardırmak demektir. Bilhassa bir lafzın meâlini, yani varacağı mânâyı alıp tefsir eylemeye denilir. Te'vil ya doğru ve sıhhatli bir te'vil olur, ya da yanlış ve bozuk bir te'vil olur. Bir sözü hiç ihtimal bulunmayan bir mânâya çekmek veya ihtimali olan mânâlar içinde daha uygunu ve daha kuvvetlisi varken en uzaktaki ihtimale çekmek fasid ve batıl bir te'vil olur. Te'vil her halükârda haklı bir gerekçeye ve sebebe dayanmalıdır. O sebep, o delil bulunduğu zaman, çoğu yerde hafî olan açık olana, mecaz da hakikate tercih edilir. Aksi halde yapılan te'vil indî ve fasittir. Bundan dolayı muhkematı hiç gözönünde tutmadan müteşabihatı arzuya göre te'vil etmek, sapıklık demek olduğu zaten âyette açık seçik söylenmiş olduğundan bunda şüphe yoktur. Fakat muhkematı esas almak, cidden hüsnüniyet ve konunun şartlarına riayet ederek hareket eylemek üzere, müteşabihat için "işte bundan murad budur" diye hükmederek doğru ve sıhhatli bir te'vil yapabilmek âlimler için mümkün müdür.

Bu kelime, Kur'an'da 7 surede geçmekte olup hepsinde de hedefe vardırmak, lafzın mealini, yani varacağı manayı yakalamak manasında kullanılmıştır:

1- Ali İmran suresindeki bu ayette,

2- Nisa suresi 59. ayette:” Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve elçisine d?ndürün. Şayet Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.”  

3- Araf suresi 53. ayette: “Onlar (kâfirler) onun te'vîlinden başkasını bekler mi? (Hayır). Onun haber verdiği akıbetin (başlarına) geldiği gün ise daha evvelden onu (o akıbeti) unutanlar diyecek (ler) ki; Cidden Rabbimizin Peygamberleri hakkı (gerçeği) getirmiştir.”

4- Yunus suresi 39. ayette: “Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, sonucu henüz başlarına gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Bak, o zalimlerin sonu nice oldu?”

5- Yusuf suresi 6. ayette: "İşte Rabbin seni böylece seçecek, sana (rüyada görülen) olayların nihai olarak nereye varacağını öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ve İshak'a nimetlerini tamamladığı gibi sana ve Yakub soyuna da tamamlayacaktır. Şüphesiz Rabbin hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."  

6- Kehf suresi 78. ayette: “İşte dedi, bu benimle senin ayrılışımızdır. Sana üzerinde asla sabredemediğin şeylerin iç yüzünü (netice olarak nereye varacağını) haber vereceğim

Yani sabredemediğin işlerin neticesini sana bildireceğim.

Görüldüğü gibi tevil kelimesi, Kur'an'da kesinlikle tefsir manasında değil, işin varacağı netice anlamında kullanılmıştır.

 

 
Eklenme Tarihi : 04.12.2013 06:42:19
Okunma Sayısı : 10359