فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

24- O halde yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten sakının. O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır. (Bakara:24)



.





MURSELÂT SÛRESİ

MURSELÂT SÛRESİ

1- And olsun! Art arda gönderilip… 

Mürselât kelimesi irsal kökünden türemiş olup “gönderilmişler” anlamındadır. Yine irsal kökünden türemiş olan ''ersele'' fiili, öznesi Allah olmak üzere, “Peygamber gönderdi/gönderir, bulut gönderdi/gönderir, rüzgâr gönderdi/gönderir.” biçimlerinde Kur’an’da birçok kez yer almıştır. Bu kök anlamı nedeniyle ''el-Mürselât'' kelimesi tefsirlerde “bulutlar, rüzgârlar ve peygamberler” vb. olarak değerlendirilmiştir. Ancak biz bu 1 ve 2. âyetlerde arka arkaya gönderilip fırtına koparanların ''âyetler'' olduğu kanaatindeyiz.

Urfen, birbiri ardınca demektir. Bu kelime hâl veya sebep bildiren bir mef’ûl/tümleçtir. “Urf”, müstear olarak “peş peşe/art arda” mânasına gelir.

Sûre, 6 âyetten oluşan yemin cümlesiyle başlamış ve bu âyet grubu 7. âyetteki  “Muhakkak vaad olunduğunuz şey, mutlaka vuku bulacaktır.” ifâdesini güçlendirmektedir. Burada ilk dikkat edilmesi gereken husus, ardı ardına zikredilen altı niteliğin gerçekleşmesi ile artık insanların mutlaka vuku bulacak olan hesap gününde mazeret ve özür beyan edecekleri bir bahanelerinin kalmayacağıdır.

---------------------

2-Fırtınalar koparanlara.

El-‘âsifât, ''asf'' kökünden türemiş bir ismifâildir. Bitkilerin kuru yapraklarının rüzgâr etkisiyle savrulması de Arapçada bu kelimeyle ifâde edilmiştir. (Bkz. Fil:5 ve Rahman:12) Daha sonra, bitkilerin kuru yapraklarını, samanı, tozu toprağı savuran, koparan kuvvetli rüzgâra (fırtınaya) da ‘asıf, ‘asıfet denilmiştir. Kur’an’da şu âyetlerde fırtına anlamıyla yer almıştır: Yunus:22, İbrahim:18, Enbiya:81.

Artık kurumuş, insanların sırtına yük olmuş din algısı art arda gönderilen âyetlerle toplumda fırtınalar koparmış ve hayat dolu yeni bir başlangıç sağlamıştır. Zımnen “art arda gönderilip fırtınalar koparan âyetler şahit olsun ki” şeklinde sûre başlamaktadır.

Sûre 1 ve 3. âyetler yemin “vav”ları ile başlarken; 2, 4 ve 5. âyetler ise “fe” bağlacı ile başlamaktadır. Yeminler ile başlayanların kendi başına müstakil bir cümle olduğunu, “fe” ile başlayanların da bir üsteki âyetlerin devamı olduğu unutulmamalıdır. 

---------------------

3- And olsun! İnşa olup inşa ederek…

En-nâşirât, neşr kelimesinden türemiştir. Arap dilinde bir şeyin yeniden diriltilmesi mânasından alınmıştır. Bitkinin ortaya çıktıktan sonra, kuraklık sebebiyle kuruması ve tekrar yağmurun yağmasıyla ortaya çıkmasına da “neşr” denilir. Otlakların yayılmasına da sonradan ''neşr'' denmeye başlamıştır. Burada yaymanın; açmak ve neşretmekten ziyâde iç bağlamdan dolayı daha temel bir mâna olan dirilmek değil, inşa olup inşa etme mânası tercih edilmiştir.

Kuru otlar nasıl ki yağmur öncesi rüzgarlarla savrulup gidiyor, yağan yağmurlarla yepyeni çayırlar her yere yayılıyorsa geleneğin tortuları art arda gönderilen âyetlerle temizlenip manen ölü olanlar dirilmektedir. “Neşera’l-meyyitu” için “Suyu semadan bir kader ile indiren O’dur. Böylece onunla ölü beldeyi dirilttik.” (Zuhruf:11) ifâdeleri kullanılmaktadır.

---------------------

4- Farkları fark edip…

Fârikât, ''iki şeyi birbirinden ayırmak'' anlamındaki ''fark'' mastarından türemiş olup ''tefrik'' kelimesi ile aynı anlamdadır. Ancak ''fârikât'' kelimesi soyut şeyler için, ''tefrik'' kelimesi ise somut şeyler için kullanılır. Bu nedenle fârikât kelimesi, “soyut şeyleri birbirinden ayıranlar” demektir. Yine, fark kökünden türemiş ve bu anlama gelen bir kelime daha vardır ki, aynı zamanda Kurân’ın da adıdır. Bu kelime ''Furkan''dır. “Bütün insanlığa bir uyarı olsun diye kuluna hakla batılı birbirinden ayıran vahyi indiren (Allah) ne yüce bir bereket kaynağıdır!” (Furkân:1)

---------------------

5- Zikri ulaştıranlara.

Mülkıyât; bırakmak, yere koymak, terk etmek anlamlarına gelen ''ilkâ'' mastarının ismifâilidir. Farklı kalıplardaki türevleri Kur’an’da birçok kez kullanılmıştır. Bununla birlikte ''ilkâ'' kelimesinin Kur’an’da “içe bırakma, zihne iyice yerleştirme, fırlatıp atma, yukardan aşağıya bırakma” anlamında da kullanıldığı görülmektedir. Bu kelime nüzûl sûrecinde ilk olarak Müzzemmil sûresinde vahyetme anlamında kullanılmıştır: “Muhakkak ki, biz sana ağır bir hitap ilka edeceğiz/ulaştıracağız.” (Müzzemmil:5)

Zikr; anma, hatırda tutma ve öğüt anlamlarında kullanılmaktadır. Vahiylerin bir sıfatı da fıtrî olanı hatırlatan; iyiye, doğruya ve erdeme kavuşturan bir öğüt olmasıdır.

3, 4 ve 5. âyetlerde üzerine yemin edilen varlığın ''peygamber ve müminler'' olduğu anlaşılmaktadır. Adiyat sûresinin girişinde; nefes nefese erkenden kalkıp toplumun ortasına zikir ile dalıp, insanlarda bir iz, eser bırakanlara yapılan yemin ile bu bağlam benzerlik göstermektedir.  

---------------------

6- Mazeret ve uyarı için.

Uzr; insanın, günahlarının kendisiyle silineceği bir şey araması veya yapmaya çalışmasıdır. (Rağıb) Nüzür; uyarmak, korkutmak, sakındırmak mânasına mastardır.(İnzar için Müddessir sûresinin 2. âyeti) 

Buraya kadarki âyetleri birlikte değerlendirdiğimizde, ilk 2 âyette üzerine yemin edilip peş peşe gönderilen ve fırtınalar koparan âyetler; insanların eski, kurumuş ve çürümüş inançlarını temizleyerek bir inşa gerçekleştirmiştir. Bu inşâ ile inşâ olan peygamber ve müminler; geçmiş kabulleri, yeni öğrenilenler ile sorgulayan bir farkındalık kazanmıştır. Hakikate teslim olanlar, bunu insanlara ulaştırmak için bir gayret içine girmişledir. Bu gayretin sebebi hem kendi günahlarına bir kefâret ve mazeret olması hem de başkalarının da uyarılarak dirilmesi içindir. Benzer bir tutum bu âyette de vardır: “Ve onlardan bir ümmet: “Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir azapla azap edeceği bir kavme niçin öğüt veriyorsunuz?” dedikleri zaman şöyle dediler: “Rabbinize bir mazeret olsun ve böylece sakınanlar olsunlar diye.” (Araf:164) İlk 6 ayet bu gerçeğe vurgu yapmakta; âyetleri, peygamber ve müminleri yüceltip şâhit göstermektedir. 

---------------------

7- Muhakkak vaad olunduğunuz şey, mutlaka vuku bulacaktır.

Mazeret ve özür hakikati öğrenen ve şirk kültüründen kurtulan muttakilerin çabaları iken bu âyet ve devamı uyarının mahiyeti üzerinedir.

---------------------

8- Ki, o zaman yıldızların ışığı görünmez olur.

Nucûm, yıldızlar demektir. Müneccim, yıldızlarla uğraşanlardır. Kur’an'da geçen ''kevkeb'' ise; daha çok, büyük yıldız, gezegen mânasına gelir.

Tumiset; ''tams'' mastarından türemiş “fiil-i mazi, bina-i meçhul, müfret, müennes” bir kelimedir. Tams; kök olarak “silmek, ortada iz bırakmamak, imha etmek, uzaklaştırmak” anlamlarına gelmektedir. Nitekim Arapçada gözleri görmeyene “gözleri silinmiş, gözleri imha olmuş, kör olmuş” anlamında ''tamusu’l – basar''; kalbi, kalplikten çıkıp fesada uğramışlara da “kalbi silinmiş, kalbi imha olmuş, kalbi körleşmiş” anlamında ''tamûsu’l – kalb'' denmektedir. (Lisanü'l-Arab)

''Şâyet dilemiş olsaydık gözlerini kör ederdik.'' (Yâsîn:66) Yani gözler var ama ışığı alamıyor. Burada dünyadan milyonlarca ışık yılı uzakta olan yıldızların bir anda sönmesinden bahsedilmemektedir. Zîrâ sönen bir yıldızın söndüğünü, ışık yılından dolayı milyonlarca yıl sonra ancak anlayabiliriz. Bu durum, dev bir astroit ile dünyanın çarpışmasıyla ışığı geçirmeyip canlılığı yok eden yoğun gaz ve kül bulutlarının oluşacağı anlamına gelebilir. (Allahualem)

---------------------

9- Ve o zaman yüksekte olan yarılmıştır.

Sema, ‘yükseklik, yücelik’ anlamındaki “es-sümüvv” kelimesinin türevlerindendir. Her yüksek ve yüce şeye ''es-sema'' denilir. Gökyüzüne sema denmesinin sebebi, yeryüzünden yukarıda olmasındandır. Her bir şeyin üstüne ve üstününe de semâ denilir. Ayakkabının üstü 'sema'dır, evin tavanı da 'sema'dır.

Furicet, “iki şey arasındaki aralık” demek olan 'ferc' kelimesinden türemiştir. Bu kelime genellikle “yarmak” anlamındaki 'fecr' kelimesi ile karıştırılmaktadır. (Lisanul Arab). 

Üzerindeki yoğun gaz tabakası ile son saatini yaşayan dünyamızda ışığın yeryüzüne yarılma ile (Furicet) aydınlatması, mahşer alanı ortaya çıkmıştır. Dünyevi canlılık sona ermiş ve kıyam günü gelmiştir.

---------------------

10- Ve o zaman dağlar un ufak olup dağılmıştır.

Dağılan ve yarılan toz bulutlarının ardından dağların ve yüksekliklerin kalmadığı dümdüz bir mahşer yeri oluşmuştur. “O gün dağlar yerinden ayırıp yürütürüz. Yeryüzünü düz ve pürüzsüz görürsün. Biz onları mahşerde toplarız da içlerinden hiçbirini bırakmayız.” Kehf:47

---------------------

11- Ve o zaman elçilerin vakti.

Ukkıtet, 'ekkate'nin meçhulüdür. Vaktini tayin emek, vakitlendirmek anlamına gelmektedir. Bunun asıl kökü “vakt” kelimesidir. Vakt, bir iş için belirlenmiş olan zamanın sonudur. Elçileri susturanların vaad olunan günde susacağı ve konuşma sırasının yalanlanan elçilere geleceği belirtilmektedir.

---------------------

12- Hangi gün için ertelendi?

Uccilet; te’cil etmek, ileriye bırakmak anlamına gelir. Kelimenin kökü 'ecel'dir. Ecel, bir şey için belirlenmiş süredir. Eğer kötüler ertelenmese idi, iyi ve kötülerin tam olarak seçilip ayrılacakları bir imtihan dünyası olmayacaktı/r. Âyetteki sorunun cevabı şu âyette verilmektedir: “Eğer Allah, insanları kazandıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Ne var ki, onları belirli bir süreye kadar erteliyor.” (Fatır:45)

---------------------

13- Fasıl günü için.

Fasl, aralarında bir boşluk oluşuncaya kadar iki şeyden birini diğerinden uzaklaştırmak demektir. Türkçede kullandığımız fasıla (ara), mafsal (eklem) kelimeleri de aynı köktendir. Fasl sadece bir bütün hakkında söz konusudur. Bu noktada fark kelimesinden de ayrılır.

Dünyada haklı-haksız, suçlu-suçsuz, iyi-kötü hep bir arada yaşarken; ayrım günü bütün bunlar kesin ve net bir şekilde ayrılacaktır. Dünyada kötülüklerin cezasız kalması insanı aldatabilir. Ama unutulmamalıdır ki ilâhî adâletten kimse kaçamayacaktır.

---------------------

14- Fasıl gününün ne olduğunu bilir misin?

Rabbimiz, iyi ve kötülerin ayrıldığı ''fasıl günü''nün ne olduğunu bir alttaki âyetin başında cevaplayarak onun ''hesap günü'' olduğunu ifâde etmektedir.

---------------------

15- O izin günüdür, yalanlayanların vay haline!

İlk yalanlama hesap gününü yalanlamadır. Bu bakış, kişiyi hesabını veremeyeceği bir hayata sürükleyecektir.

---------------------

16- Evvelkileri Biz helâk etmedik mi?

Hem fütursuzca yaşamış ve helak olmuş kavimler hem de o günü yalanlayarak ölenlerin helak olduğuna dair bir hatırlatma yapılmaktadır.

---------------------

17- Sonra diğerlerini de onların peşine takarız.

İlahi adâletten kaçış olmayıp herkes 'mahkeme-i kübra'ya çıkıp suçlu-suçsuz ayrılacaktır.

---------------------

18- Mücrimlere işte böyle yaparız.

Mücrim; cürüm, suç, günah işleyen demektir. Âyetten; değişim ve dönüşüme, yıkıma, helaka uğramanın sebebinin inkâr değil, suç işleme olduğu anlaşılmaktadır. Bu, Allah'ın en temel yasasıdır ve zaman, mekân, kişi ve topluma göre değişmez; suçlular her türlü belâ, âfet ve ölüm gibi sonlarla karşılaşır.

---------------------

19- O günü yalanlayanların vay haline!

Birinci yalanlama fasıl gününü, yani suçlu-suçsuzun ayrım gününü önemsemeyerek yaşamakken, burada bu tavrın suçu işlemeye sevk ettiği/edeceği uyarısı yapılmaktadır. Hesap gününü önemsemeyen mücrim atalar veya geçmiş kavimlerin kıssaları kendine ulaşmasına rağmen onların düştüğü hataları tekrarlayanların vay haline denmektedir.

---------------------

20- Sizi Biz, değersiz bir sudan yaratmadık mı?

Mehîn; hakîr, zayıf, az, kıymetsiz şey demektir. Bununla meni kastedilmiştir. Aynı ifâde bir başka âyette daha geçmektedir. (Bkz. Secde:8)

---------------------

21- Sonra onu sağlam bir yerde karar kıldırdık.

Döllenmiş yumurtanın plasenta duvarında karar kılıp oraya gömülmesinin “karârin mekîn” şeklinde ifâde edilmesi, döllenmenin olmaması durumunda atılacağına dair mucizevî bir atıf mevcûttur. Bu ifâdelerin kullanıldığı dönemde mikroskobik olayların bu şekilde bilinmesi ve detaylandırılması imkansızdır. Bu da inanmayanlar için vahyin ilâhî kaynağına açık bir delildir. 

---------------------

22- Malum bir kadere kadar.

''Kaderin ma’lum'' ifâdesi; güçsüz ve savunmasız ceninin, dünyaya doğması için ihtiyacı olan zamanı, fizikî ölçü ve ideal miktarı ifâde etmektedir. 

---------------------

23- İşte bunu Biz takdir ettik, bunu takdir edenler ne güzel!

Allah’ın yaratılıştaki takdirlerine bakıp bunu var edenin en güzel şekilde tekrar var edebilecek kudrette olduğunu idrak edenler, ne güzel ve doğru bir kıyas yapmaktadır. Ancak bu mantıksal bağlantıyı ve kıyası reddedip yalanlayanların vay haline!

---------------------

24- O günü yalanlayanların vay haline!

Bu üçüncü yalanlamada ise; bir önceki nesilde yok iken şu an değersiz bir sudan var olmayı kabul eden birinin, bunun tekrar olma ihtimalini bile düşünmeyip yalanlamasından bahsedilmektedir.

---------------------

25- Biz arzı toplanma yeri kılmadık mı?

Kifat, 'kefet'ten fial kalıbıyla gelmiştir. Kelimenin mastarı “bir yere bir şeylerin toplanması ve orada tutulması” anlamına gelir. Dünyada suçlu-suçsuzun herkesin bir arada yaşama zorunluluğuna bir atıftır. 

---------------------

26- Diriler ve ölülere.

Manen diri ve ölülerin bir arada yaşadığı yeryüzü mükemmel bir imtihan alanıdır.

---------------------

27- Ve orada yüksek ağırlıklar kıldık ve sizi tatlı su ile suladık.

Göl ve denizlerden buharlaşan suların yüksek dağların üzerinde yağış olarak yağması yeraltı tatlı suların oluşmasını sağlayan döngüye atıfla nimetler hatırlatılmaktadır. Aynı zamanda suçlu-suçsuz herkesin istifâde edeceği nimetlerle dolu bir dünya hatırlatılmaktadır.

---------------------

28- O günü yalanlayanların vay haline!

Nimetlerin yalanlanması konusunu Rahman sûresinde detaylı olarak okumaktayız. Rahman sûresindeki “O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” sorusuna yanlış cevap verenlerin o gün vay hallerine!

---------------------

29- O yalanlamış olduğunuz şeye ilerleyin!

İntalık, ''entaleka'' fiilinin emir kipidir. Kısaca ''Gidin!'' anlamına gelir. Kelimenin kökü 'ta-le-ka'dır. Kök anlamı; bağdan kurtulmak, serbest kalmak anlamına gelir. Nikâh bağının çözülmesi olan 'talak' da bu anlama gelmektedir.

Hiçbir bağ ve kısıtlamanın olmadığı imtihan dünyasında her geçen gün yalanlamış oldukları güne doğru yaklaşan inkârcılar anlatılmaktadır.

---------------------

30- Üç şubeli gölgeye ilerleyin.

Şu’be; tek bir yerden gelip sonra dallanan, çatallanan demektir. Üç şubeli gölge ifâdesinin mecazî bir kullanım olduğu anlaşılmaktadır. Zaten yukarıda okuduğumuz yalanlama ve gölgeleme çabaları hep bir sonrakini tetikleyen sebep-sonuç ilişkileridir. 

Birinci gölge fasıl gününü gölgeleme ve karartma, ikinci gölge tarihi karartıp anı mutlaklaştırma, üçüncü gölge şahit olduğu göz önündeki/hâlihazırdaki değersiz bir sudan yaratılıp birçok nimete ulaşmasına rağmen bunun tekrar olma ihtimalini karartmadır. Kısaca geçmiş, şimdi ve gelecekteki hakikati gölgeleme/karartmadır. Bu öz ifâde, bu tutumun  aynı kör bakışın şubeleri olarak tezahür ettiğini ifâde etmektedir. Düşünce, duygu ve davranışları olumsuz etkileyen geçmiş, şimdi ve gelecekteki (üç şube) hakikati örtme girişiminin sonucu ve üç şubeli gölgenin olumsuz mânasının mahiyeti  alttaki âyetler izah edecektir.

---------------------

31- Hiçbir serinliği olmayan ve ateşin alevinden korumayan.

Normalde gölge güneşin yakıcı ateşinden koruyan ve insanı ferahlatan bir sığınak iken burada bahsedilen karartma ve karalama çabası insanın dünyevî ve uhrevî ceza ve sıkıntılarını arttırmaktadır.

---------------------

32- Muhakkak ki o, kütükler gibi kıvılcımlar atar.

Termi, fiilinin kök anlamı ''atmaktır.'' Taş atmak, ok atmak gibi işler 'remy' ile ifâde edildiği gibi, mermi kelimesi de bu kökten türetilmiştir.

Şerer, şer kökünden gelir. Şerr; sözlükte, istenmeyen, arzu edilmeyen, her açıdan kendisinden kaçınılan şey demektir.

Kasr, “köşk, saray, kütük ve odun demeti” gibi anlamlara gelir. Bu gölgeler güçlü ateşlerin sonucudur. Aslında hür olan insan çıkardığı yangının kurbanı olmuş, yalanları ile kendini o yangının içinde tutsak etmiştir.

---------------------

33- Sanki o, sarı halat gibidir.

---------------------

34- O günü yalanlayanların vay haline!

---------------------

35-Bu nutkun tutulduğu gündür.

---------------------

36- Ve onlara izin verilmez ki, özür beyan etsinler.

Dünyada hem konuşma hem de kendi kusurlarını telafi edip özür beyan etme fırsatları varken, onlar yalanlama kolaycılığını tercih etmişlerdir. Art arda sunulan deliller, şahitler yüzünden o günü yalanlayan yaptıklarını yalanlamaya fırsat bulamayacaktır. Özür beyan edip Allah’ın merhametini suistimal edeceğini sananların vay haline.

---------------------

37- O günü yalanlayanların vay haline!

---------------------

38- Bu fasıl günü için sizi ve sizden öncekileri bir araya topladık.

Yani tüm davalılar duruşmada hazır bulunacak, kimse gıyabında yargılanmayacaktır. Mahşerde ilk insandan son insana kadar tüm insanlar bir araya toplanacak, sonra inananlar ile inanmayanlar birbirlerinden ayrılarak kendi yollarını tutacaklardır.

---------------------

39- Haydi eğer sizin bir plânınız varsa hemen uygulayın!

Keyd; plân kurmak, aldatmak, kötülük etmek, hile yapmak, bir başkasına gizlice zarar vermeyi istemek, sinsi hile anlamı taşımaktadır. Dünyada yapılan entrikaların, ayrım/fasıl günü hiçbir işe yaramayacağı ifâde edilmektedir.

---------------------

40- O günü yalanlayanların vay haline!

Dünyadaki mahkemeleri atlatanlar fasıl gününde kalabalıklara karışacağını zannediyorsa planlar kuruyorsa vay hallerine. Gördüğünüz gibi her yalanlama ifadesi kendi bağlamında farklı bir yanlışa verilen cevap hükmündedir.

---------------------

41- Muhakkak takva sahipleri gölgelerde ve pınar başlarındadır.

---------------------

42- Ve canlarının çektiği meyveler vardır.

---------------------

43- Yaptıklarınız sebebiyle afiyetle yiyin ve için.

---------------------

44- Muhakkak ki Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız.

Muhsin kelimesinin nüzûl sûrecinde ilk geçtiği yer muhtemelen burasıdır. Sürekli ihsanda bulunan demektir. İhsan; yaptığı işi en iyi biçimde, güzel ve noksansız yapmaya denir. İhsan kelimesi, “husn” kökünden türemiş “ahsene” fiilinin mastarıdır. Muhsin kelimesi de bu fiilin ismifailidir, yani bunu ahlâk haline getirenlere denir. 

İhsan, iyilik kastı ve fayda sağlama niyeti ile yapılan güzel davranışlardır. Fazl ise; mecburi bir sebep olmaksızın birine lütufta bulunmaktır. İhsan ise, mecburi olarak yapılabildiği gibi mecburi olmadan da yapılabilir.

---------------------

45- O günü yalanlayanların vay haline!

Bunu muhsin olmayanların vay haline şekilde okursak, muhsin ve fazl ayrımı daha netleşecektir. Fazlı ahiret inancı olmayan biride yapar ancak o günün korkusu veya ilahi rızayı kaybetme endişesi ile yapılan ihsanlar sadece muhsinlere hastır. 

---------------------

46- Yiyin ve az biraz da metalanın! Muhakkak siz mücrimlersiniz.

''Onlar için dünyada (geçici) bir yararlanma vardır. Sonra dönüşleri bize olacaktır. En sonunda Biz de, (hakkı) ısrarla inkâr etmelerinin karşılığı olarak onlara o çok şiddetli azabı tattıracağız.'' (Yunus:70)

Dünyada muhsin olanların ihsanını enayilik, mücrim olanların gasp ettiklerini de kârlı bir kazanç olarak okuyan ters mantığa cevap bir alttaki âyettir.

---------------------

47- O günü yalanlayanların vay haline!

---------------------

48- Ve onlara: “Rükû edin!” denildiği zaman rükû etmezler.

Rükû; eğilmek, boyun eğmek anlamına geliyor. Rükû denince, herkesin aklına sadece “namazda ayakta dururken eğilip belin bükülmesi” gelmektedir. Ancak burada dik başlılık yapıp kibirlenmenin zıddı olarak kullanılmıştır. Zaten namazdaki rükû emrinin de sembolize ettiği budur. 

---------------------

49- O günü yalanlayanların vay haline!

Görüldüğü gibi on kez gelen bu ilâhî ikazın her biri farklı bir suça verilmiş net cevaplar hükmünde olup kesinlikle tekrar değildir. 

---------------------

50- Bundan başka artık hangi söze inanacaklar?

Murselât sûresinden anladıklarımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu Allah bilir.

 
Eklenme Tarihi : 4.11.2018 13:55:17
Okunma Sayısı : 5624