وَاذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمَا أَنزَلَ عَلَيْكُمْ مِّنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُكُم بِهِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve (ondaki) hikmet'i düşünün. (Ki;) Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve iyi biliniz ki, hiç şüphesiz Allah her şeyi bilendir. (Bakara:231)



.





NEBE SÛRESİ

Nebe Sûresi

1-Birbirlerine neyi soruyorlar?

Nebe sûresinin neden soru ile başladığının Kuranî cevabı Meâric sûresinin son âyeti olan “Onların bakışları korkulu bir hâlde iken kendilerini bir zillet kaplar. İşte bu, vaad olundukları gündür.” ifadesidir. Nebe sûresi, ‘vaad olundukları günü’ birbirlerine sormaları üzerine inen ve konuyu devam ettiren bir sûredir. Bu nedenle soru ile başlamıştır. Kuran’da empatik (digergam/duygudaş) bir üslûp vardır. Kendisini soru soran yerine koyar. Amaç, verilen cevabın hangi soruya karşılık geldiğini göstermek ve dikkatleri üzerinde toplamaktır.

2-Azîm haberden.

Birbirlerine sordukları soru,hesap günü gibi önemli bir günün kendilerini beklediği ve detaylarıdır. Arapçada“Habîr” haber demekken; “Nebe” önemli, hayatî haber anlamındadır. Habîr, önemli veya önemsiz olmakla birlikte nebeyi de kapsar. Nebeyi getirene “muhbir-isâdık” denir. Kesin olarak doğru haber veren demektir. Nebenin azîm ile birlikte kullanılması, kesin olacak olan son saat ve ölümden sonra hesap için dirilişin azametine, etkileyici ve dehşet verici mahiyetine dikkat çekmek içindir. Vahiyle insanları haberdar edene de nebî denir. Kuran-ı Kerim, geleceğe ve geçmişe dair hayatî haber ve kıssalar ihtiva eder. O bakımdan Kurân’ın bir adı da “nebeilazîm”, azametli bir hitaptır.

3-Onlar ki, onda ihtilâf içindeler.

Kurân bu farklı görüşleri bize şöyle bildirir: “Saat nedir bilmiyoruz, onu sadece bir kuruntu sanıyoruz, biz ona inanmıyoruz.”  (Câsiye:32) Bazıları ise, öbür dünyadaki hayata hiçbir şekilde inanmıyorlardı. “Dediler ki: Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur,diriltilecek değiliz.”  (En’âm:29) Bazı ateist ve dehrîler de diyorlardı ki: “Ne varsa dünya hayatımızdır, başka bir şey yoktur, ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası helâk etmiyor.” (Câsiye:24) Yine bazıları ölümden sonraki dirilişi imkânsız sanarak şöyle söylüyorlardı: “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Bir kısmı da öldükten sonra dirilmeyi kabul ederler ama ilahlarının kendilerine şefaat edeceklerini zannederler. “Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir, derler.”  (Yunus:18) Öldükten sonra dirilmek o kadar önemlidir ki kiminin inanarak, kiminin inkâr ederek, kiminin tereddüde düşerek o haber hakkında ihtilafları bile onun önemini göstermektedir. İhtilaf etmek bile, ilerde bir fayda veya zarar gelebileceği düşüncesiyle olacağından,gelecekte iyi veya kötü mutlaka bir sorumluluk günü geleceğini hissetmekten kaynaklanır ve bütün kavgalar bundan kopar. 

4-Hayır, yakında bilecekler.

Kellâ, red harfidir. Bu kelime çift taraflıdır. Bir tarafı kesinlikle hayır manasına gelir. Yani önceki hesap günü ile alâkalı ihtilafları reddeder. Diğer tarafı kesinlikle evet manasına gelir. Yani sonrasını “Yakında bilecekler!” diyerek ispat eder.

5-Sonra, hayır yakında bilecekler.

Sümme, âtıf harfidir ve sonra demektir. İki olay arasında zaman aralığına delâlet eder. Bu zaman dilimi, sûre bağlamında ömrün sonu olarak anlaşılmaktadır. İlki hayatta vahiyle duyup öğrenme, ikincisi öldükten sonra görerek ve yaşayarak öğrenmeye âtıf olabilir. Bilgiyi ilmelyakine dönüştürmek için bundan sonraki âyetlerde kâinat kitabından örnekler sunulacaktır.

6- Arzı döşek kılmadık mı?

Döşek denilince beşiğin sallanması da aklımıza geliyor. İlim ve tekniğin son hızla ilerletildiği zamanımızda yapılan araştırmalara göre yeryüzünde her saniye deprem olmaktadır. Fakat bunlar küçük ölçekli olduklarından ancak sismograflarla tespit edilebilmektedir. Bunların küçük ölçekli olmasının sebebi, taş kürenin sarsıntıları absorbe etmesi ve fay hatları ile elastikiyet kazanması içindir.

7- Ve dağları kazıklar…

Evtâd, “veted” kelimesinin çoğulu olup “kazıklar, direkler” demektir. Bu benzetmenin mucizevî yönünü ancak son yüzyıldaki jeolojik bulgulara dayanarak anlayabiliyoruz. Dağların yeryüzünde görünen kısmından çok daha büyük olan kökleri, yerin altında görünmez bir durumdadır. Dağların yerin altındaki kökleri, dağın görünen kısmının 10–15 katına kadar çıkabilmektedir. Dağlar aslında köklerinden dolayı sarsıntıları en önce ve en çok hisseden oluşumlardır. Bu oluşumlar ile dipten gelen yıkıcı gücün absorbe edilmesiyle etkisi azaltılmaktadır. Rabbimiz bu teknik bilgileri nimeti görmemiz için bizlere anlatmaktadır.

8- Ve Biz sizi eşler hâlinde yarattık.

Ezvâc kelimesi, “zevc”in çoğuludur. Halık ve mahluk arasındaki en önemli farklardan biri hâlıkın tek mahlûkun çift/eş olmasıdır. Deprem ve dağlar anlatımı aslında ezdat olan etki ve tepki prensibini anlatır. Dünya bu tarz eşve zıtlıklarla yaratılmıştır. İtme-çekme kuvvetlerinden, proton-antiprotonların, nötron-anti nötron, anyon-katyon gece-gündüz dengesine kadar dünya muazzam bir mizan ile yaratılmıştır.

9- Ve uykunuzu dinlenme kıldık.

10- Ve geceyi örtü kıldık.

Yeniden dirilişi ihtimal dışı görenlere her şeyin çift/eş olarak yaratıldığı, arkasından uyku ile ölüm hatırlatılmıştır. Uykunun peşinden uyanmak geldiğine göre, ‘’Bu dünya hayatından sonra da ölüm örtüsünün ardından mutlaka bir uyanma yeri ve zamanı olarak âhiret neden gelmesin ki?’’ gibi bir soru okuyucunun zihnine bırakılmıştır. Gecenin yokluktan ziyade örtüye benzetilmesi de manidârdır. Karanlık bile mutlak bir yokluk değilse, insan öldükten sonra nasıl yok olacağını sanır?

11-Ve gündüzü geçimlik kıldık.

Gündüzü iyi geçmiş bir hayatın gecesi cennet bahçesi, tersi ise cehennem çukurudur.

12- Ve sizin üstünüzde sağlam yedi kat bina ettik.

Taş küreden sonra atmosfer âyetlerine geçilmiştir. Şidâden, “şedid’in”çoğuludur ve “sağlam” anlamında kullanılmıştır. Kuran’da 7 gök tâbiri tam 7 kez geçmektedir. “O ki, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yarattı. Sonra göğe yönelip onları da yedi gök olarak düzenledi ve o, her şeyi en iyi bilendir.” (Bakara:29) Böylece onları,iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işini bildirdi.” (Fussilet:12) Bu katmanlar şunlardır: 1-Troposfer 2-Stratosfer 3-Mezosfer 4-Termosfer 5-Ekzosfer 6-Magnetosfer 7. ise şu an sınırını bilmediğimiz uzayın geri kalan tamamıdır. Bu ana katmanlar da kendi aralarında onlarca ara katmana ayrılır. Atmosferin her katmanının dünyayı koruma anlamında farklı görevleri vardır. Troposfer, iklimleri oluşturur. Stratosfer, güneş ışınlarının atmosfere dağılıp gölge olan yerlerin zifiri karanlık olmasını önler. Mezosfer,meteorlardan korur. Termosfer, aşırı ısınma ve soğumayı önler, radyo dalgalarını yansıtarak haberleşmeyi sağlar. Ekzosfer ve magnetosfer ile güneşten gelen zararlı ultraviyole ışınlardan canlılığı korur. 6. Kat sema olan magnetosfere “mıknatısküre” ya da “çekimküre” de denilmektedir. Yeryüzü yoğun bir radyasyon alanıyla kaplı olup bu radyasyon alanına “Van Allen Alanı” adı verilmektedir. Kutuplardaki aura ışıkları da bu alanın etkisiyle dalgalı bir şekilde gözlenmektedir. Magnetosfer Güneş’ten ve diğer yıldızlardan yayılan zararlı ışınlara karşı kalkan işlevi gören, göçmen kuşların ve diğer deniz canlılarının hayatî göç yollarında pusulaların çalışmasında ve daha sayamayacağımız yüzlerce faydası olan tabakadır. Bu tabaka manyetizma sonucunda ortaya çıkmakta, Dünya’nın manyetik alanından kaynaklanmaktadır ve 6. kat semâyıoluşturur. 7. kat semanın ise uzayın geri kalan kısmını oluşturduğunu ifade etmiştik. Zira sürekli genişleyen bir evrenin başı olduğu gibi bir sonu da olmalıdır. Çoklu evrenler teorisine göre bu evrenin de bir sınırı bulunmaktadır. 7. kat semânın, şu an sınırlarını bilmediğimiz uzayın geri kalanı olması muhtemeldir. (Allahualem.) Ancak 1. kat semâ uzaydır diyen müfessirlerin delil getirdiği Saffat 6. âyete bir itiraz yapılabilir. Bu itirazın sebebi yanlış mealdir. Hatalı meal şudur: ‘’Biz yere en yakın semâyı yıldızlarla süsledik.’’ Âyetin orijinalinde en yakın ifadesi yoktur. Doğru mealşöyle olmalıdır: “Muhakkak ki Biz; dünya semâsını, yıldızları ziynet kılarak süsledik.” (Saffat:6) Âyet çıplak gözle görülen, dünyadan fark edilen yıldızların oluşturduğu bir görselden bahsetmektedir. Burada herhangi bir katmandan söz edilmez. Ayrıca âyette hem “zeyyennâ” süslemek fiili kullanılmıştır, hem de “ziynetin” dışa yansıyan güzellik ve süs anlamı kullanılmıştır. Sonuç: Semâ yıldızların kendileriyle değil ışıklarıyla süslenmiştir.

13-Ve ışık saçan bir kandil kıldık.

Sirâc, sözlükte “ışık saçan kandil veya lamba” gibi anlamlar taşır.Parlayan her şeye de bu isim verilir. Vehhâc; aşırı derecede alevli olduğu için, etrafa alev saçan, yanıcı ve çok parlayıcı şey demektir. Güneşin bir kandil şeklinde yaratılması değil de cealnâ/kılınması, onun da sonradan bir bütünden koparak oluştuğuna ve kandil kılındığı ifade edilerek ezeli ve ebedi olmayacağına da bir göndermedir. Zira güneşe tapılan bir ortam mevcuttu.

14-Ve yağmur bulutlarından akan su indirdik.

Güneşin bu ekosistemdeki önemine ilk örnek yeryüzünde ısınan suyun buharlaşıp tekrar yağmur olarak rüzgârın etkisi ile farklı coğrafyaları sulamasıdır.

15-Onunla tohumlar ve nebatlar çıkaralım.

Işık ve su, besin zincirinin temelini oluşturan bitki örtüsünün varlık sebebidir.

16- Ve sık cennetler.

Cennet; içine girmeden görülmeyen, gizli, çok değerli bağ, bahçe demektir. (Bkz. Kalem:17, Kehf:32–40, Sebe:15–16, Bakara:265) Bu özelliklerin tümünü kapsayan inananların,Müslümanların âhiretteki vatanına, sevap evine “el-cennet” denir. (Bkz.Tekvir:13, Fecr:30) Elfâf “çok sık, birbirine geçmiş şekilde”demektir. “Cennâtün elfâf” ise ağaçlarının sık dalları birbirlerine geçmiş çok ağaçlı bahçeler demektir.

17- Muhakkak ki ayrım günü, belirlenmiştir.

Fasl, aralarında bir boşluk oluşuncaya kadar iki şeyden birini diğerinden uzaklaştırmak demektir. Türkçede kullandığımız fasıla (ara), mafsal(eklem) kelimeleri de aynı köktendir. Fasl sadece bir bütün hakkında söz konusudur. Yevmulfasl tamlaması Kuran’da doğruyu yanlıştan, suçluyu suçsuzdan, zâlimi mazlûmdan,iyiyi kötüden, muttakîyi günahkârdan, her şeyin ve herkesin birbirinden ayrılacağı günün, hesap gününün sıfatıdır. “İşte bu, yalanlamış olduğunuz ayrım günüdür.”  (Sâffât:21) 'Yevmulfurkan' (Furkan günü) iyi ve kötünün farklarının ortaya çıkışı, yevmulfasl (fasıl günü) ise birbirlerinden uzaklaşmasıdır. Mîkât, Allah’ın ilminde ve ezelî takdirinde, önceden belirlenmiş, tayin edilmiş, süresi, miktarı belli bir vakittir. İsmimekân olarak “randevu ve buluşma yeri” anlamına gelir. Bir şeyin yapıldığı yer için de bu kelime kullanılabilmektedir. Haccın mîkâti (ihram giyilen yerler) gibi.

18- O gün sûra üflenir.Böylece bölükler halinde gelirsiniz.

Fevc, “gurup, cemaat, topluluk” demektir.  Peyderpey, alay alay gelen bir durum söz konusudur. Zira herkes kendi ulaşabildiği, hakları geçenler ile mahkemeleşecektir.

19- Ve semâ açılmış, böylece kapılar oluşmuştur.

Hakka 16. âyette dünyanın son saatinde gökyüzünün koruma özelliği kısmen zaafa uğrayacağından bahsedilmişti. Burada bunun sebebi açıklanmaktadır. Gökyüzünün delik deşik olması, meteorlar ve zararlı ışınların yeryüzüne ulaşmasında bir engel teşkil edememesiyle sonuçlanacaktır. Bu kapıların farklı boyutlara açılan kapılar olması da muhtemeldir.

20-Ve dağlar yürütülmüş, böylece yerlerinden kaymıştırlar.

Serâb kelimesinin temel anlamı “aşağı doğru gitmektir”, ayrıca meyilli mekâna da serâb denir. Serâb, çöldesu gibi parlayan şeydir. Çünkü göze hareket ediyormuş gibi görünmektedir. Hakîkati olan şeye serâb denildiği gibi hakîkati olmayana da “serâb”denir. (Rağıb) Burada taş kürenin, kıtaların çok şiddetli sarsıntılarla kayması ve yer değiştirmesi anlatılıyor olabilir.

21- Muhakkak ki cehennem hazır beklemektedir.

Mirsâd “rasat” kökünden türetilmiş bir alet ismi veya mihrab,mizmar gibi daha çok mekân ismi olarak kullanılan bir kelimedir.Dolayısıyla “mirsâd” dürbün gibi gözetleme aletinden çok gözetleme yeri manasında kullanılır ki avcının avı gözlediği yer gibi gözetme yeri, gözetleme noktası demek olur. Pusu da aslında, münasip bir anda saldırmak için hazır beklemedir.Yani cehennem hazır hâle getirilmiştir.

22-Azgınların son yeri oldu.

Meâb “dönüş yeri, son varış yeri” demektir.

23-Onlar orada süresiz kalacaklardır.

Ahkâb “belirsiz, uzun süre” anlamına gelen “hukub” kelimesinin çoğuludur. Bu belirsizlik; süresiz veya sonsuz kelimeleriyle Türkçemizde ifade edilir. Yukarıdaki âyette meab kelimesine verilen son varış yeri manasından dolayı ahkab’ın bir çıkış veya cehennemin bitişi ile alâkalı bir zaman belirtmediği âşikârdır.

24-Orada serinlik tatmazlar ve içmezler.

Berd kelimesinden maksat, rahatlatan ve ateşin hararetini gideren şeydir. İçecekten maksat,susuzluklarını gideren şeydir. Rahatlama da kemâl derecede olduğu için,genellemeden sonra tahsis olarak “soğuk bir su” manasınadır.

25-Ğassâk ve hamîmden başka.

Hamîm, çok sıcak olan sudur. Türkçemizdeki hamam kelimesi de bu kökten gelir. Humma hastalığında ateşli bir hastalık olduğundan bu isimle anılmıştır. Ğassâk, içilmez derecede soğuk ve çirkin kokulu demektir. Ğâsik kelimesinin mastarı olan “ğassâk”veya “ğusûk” veyahut “ğaseken”, şiddetli karanlık ve soğukluk manasındadır. Sonuç olarak çok kaynar ve çok soğuktan başka bir alternatifin olmadığı uçlarda yaşamaya çalışmak aslında buz gibi bir karanlıkta yakıcı bir ümitsizlik içinde olmaktır.

26-Uygun bir karşılık.

Cezâ, karşılığını vermek anlamına gelir. ‘’Hayır ve şer’’ için de kullanılır. Cezâ 36. âyette muttakilere verilen lütûf manasında da kullanılmıştır.

27-Muhakkak ki onlar hesaba çekilmeyi ummazlar.

 

Recâ, bilinen geniş mânası ile emel, arzu ve umuttur.Rica etmek de buradan gelir. Teşekkürden sonra yapılan rica, aslında teşekkürü beklediğini, umduğunu ifade eder. Emel ve recânın da ayrımları vardır. Emel, mümkün ve muhal de (imkânsız da)olur, recâ ise mümküne mahsustur.” Neden arzu etmezler? Zira mümkünde hesabını veremeyecekleri bir hayat yaşadıkları için.

28- Ve âyetlerimizi yalanladıkça yalanladılar

Kezzebu “tekzib”mânasındadır. Yani, haberin tamamen yalan olduğuna kesin karar vermektir. Mükezzib sıfatı, ancak birisi hakkı yalanladığı zaman kullanılır. Çünkü mükezzib bir kötüleme sıfatıdır. Ve Kuran’da da daima tasdikin karşıtı olarak dinî anlamda kullanılır. İçlerindeki arzu ve istek onları bu yola teşvik etmiştir. Zira hesap gününün olmadığını iddia etmek,hesabını verecekleri bir hayat yaşamaktan çok daha basit bir kolaycılıktır.

29- Ve Biz, her şeyi kitapta saydık.

Kitap, iki şeyi birbirine dikmek anlamına gelen “ketb” mastarından türetilmiştir. Harfleri birbirine tutarak anlamlı kelimeler oluşturma sonucunda elde edilen metnin tümüne denir. Burada yargılamanın olması için önceden belirlenen ilahî ilkeler bütününe kitap denmiştir. Zaten bir üstteki âyette yalanlanan kitabın âyetleridir.

30-Artık tadın! Böylece size azaptan başkasını arttırmayacağız.

Tatmak, yapılan kötülüklerin sonuçlarını çekmek manasındadır. Bundan sonraki pasajda anlatılacak olan cennetliklerin, artarak devam eden mükâfatlarına ve tattıkları lütûflara da bir gönderme yapılmaktadır.

31- Muhakkak, muttakîler için kurtuluş vardır.

Muttakî, kötülük ve yanlışlardan uzak duran, erdemli ve sorumlu şahsiyetlerdir. Mefâz, kurtulmak mânasında mimli mastar veya kurtulma yeri mânasında mekân ismi olabilir. Muttakîler için hazırlanmış bu ödüller hem erkek veya hem de kadınlar içindir. Zira âyet bir cinsiyet ayrımı ile başlamaz. 

32- Sulak bahçeler ve bağlar…

Hadâik, bostanlar demektir. Hadîka kelimesinin çoğuludur. Hadîka, ağaç bahçesi yahut da bina veya hurma ağaçlarının kuşattığı şeydir. Bu kelime daha çok içinden su çıkan bahçeler manasına gelmektedir. Cennet kelimesi için altından ırmaklar akan ifadesi eklenir; ama hadâik için eklenmez. Çünkü hadâik zaten “sulak bahçeler” demektir. (Bkz. Abese:30)A’nâb, kelimesi “ineb”in çoğulu olup üzümler demek ise de burada üzüm bağları anlamındadır. Zira hem meyvesi için hem de ağacı için aynı kelime kullanılır.

33- Ve denk taneler.

Kevâib, çoğul olup ne dişil ne de erildir. Üzüm daneleri gibi meyveler için kullanılır. Tekil hâli olan ka’be ise "dane"dir. Ka’betü e’nab, üzüm danesi demektir. Kurân bu kökten gelen kea'beyni, kelimesini Maide 6’da kullanır. Abdest uzuvlarından olan ayağın aşık kemiğine tıpkı üzüm tanelerinde olduğu gibi yuvarlak yapısından dolayı böyle denilmiştir. Çoğulu "kevâib"dir ki taneler,habbeler demektir. Ka’be kelimesinin başka bir çoğulu olan unkûd ise salkım demektir. Âyette ve bağlamda ima yolu bile olsa ne zevç ne kız ne de huri kelimesi geçmez. Yaşıt diye algılanan etraben ise sıfattır, âyette bulunan kevaibin sıfatıdır. Kız, eş veya huriyi değil âyette bulunan kevâibi tanımlar. Sıfatlar bir nesneyi tanımlar. Misalen kırmızı kalem gibi. Eğer kevaibe göğüs dersek bunu tanımlayan etrab’ın yaşıt göğüs veya denk göğüs manasında kullanılması gerekir ki bu akla ziyandır. Cennette günaha girilmez. “Orada boş bir söz işitmezler ve günaha girmezler.” (Vakıa:25) Peki günah nedir? Günah dünyada yapılması Allah tarafından hoş karşılanmayan söz ve davranışların tümüdür. “Etrab”kelimesi Vakıa 37. âyette de geçer. Bağlamı ile şöyledir: “Orada boş bir söz işitmezler ve günaha girmezler. Sadece selâm, selâm sözü söylenir. Ashabı yemin,(ama) ne ashabı yemin! Dikensiz sedir ağaçları arasında. Ve meyveleri kat kat dizili muz ağaçları (arasında). Ve uzayan gölgeler (içinde) ve çağlayan sular(arasında). Ve pek çok meyveler (arasında). Eksilmeyen ve yasaklanmayan. Ve yükseltilmiş döşeklerdedirler (tahtlardadırlar). Muhakkak ki Biz, onları(döşekleri ve nimetlerin tamamını) yeni bir inşa ile inşa ettik. Böylece Biz,onları (bu inşa olanları) bakireler (hiçbir gözün görmediği kimsenin kullanmadığı dokunmadığı, sıfır, orijinal, nimetler) kıldık. (Uruben etrâben)göz alıcı ve denk (size laik nimetler). Ashabı yemin için.” (Vakıa 25-38)

Etrâb kelimesi tirb kelimesinin çoğuludur. Her biri eşit, denk manasına gelir ki sunulan nimetlerde çürük,küçük, lezzetsiz, eksiklik ve noksanlığın olmadığını ifade edebilir. Bir de muttakî cennetliklere denk, onlara layık nimetler manasına da gelir.

Bu izahlar ve benzetmelerin temelinde insan zihninin duyuları ile algılayarak dış dünyayı tanıması yatar. Deneyimlenmeyen olgular (cennet vs.) muhataba aktarılırken benzerlikler ile bağlantı kurmak zaruridir. Duyulardan arınmış saf akıl, saadeti deneyimlemediği için cennet nimetleri bahsi bedensel hazlarla başlar. Bu kadar sade ve basit bir anlatım ne yazık ki meal ve tefsirlerde cinsellikle irtibatlandırılıp rızayı-ilahi ve rıdvanullah seviyesine ulaşılamamıştır.

34-Ve içi dolu kâseler.

Ke’s, kâse veya kadehin dolusuna denir. Boş olursa ke’s denmez. Kadeh ise dolu da boş da olabilir. Dihâk, dolup taşan anlamındadır. 25. âyette“gassâk” ve “hamim”den bahsederken burada mukabili olan içeceklerden bahsedilir. Bağlamdan, sulak bağ ve bahçelerden elde edilen yemiş ve meyve suları ile dolu kâselerin ikram edileceği anlaşılmaktadır. Aslında bu ilk muhatabın hayalini kurduğu en üst nimetlerdir. Kırsal yaşam nimetleri tasvir edilmiştir. Bu kırsal yaşamı eski insanlardan çok, yeni nesillerden ise daha az kişinin isteyeceği Vakıa sûresinde yukarıdaki pasajdan önce şöyle ifade edilir:“Onlar, “Naîm cennetlerindedirler. (Onların) çoğu önceki ümmetlerden, azı da sonrakilerdendir.” (Vakıa:12-14)

35- Orada boş laf ve yalan işitmezler.

Lağv, faydasız veya zararlı olduğundan terk edilip ortadan kaldırılması bir görev olan lüzumsuz şeyler demektir ve bu meyanda yalanı, gıybeti, çekişmeyi, çekiştirmeyi, iğrenç şarkıları, müstehcen fıkraları ve benzeri şeyleri de kapsar. Boş lafın,dedikodunun, belden aşağı küfür ve fıkra türü gevezeliklerin olmadığı ortamlar çok büyük nimetlerdir, cennetin şubeleridir. Böyle ortamları bulduğumuzda değerini bilmeli ve o ortamı korumalıyız. Cennet aslında ahlâkın, erdemin,sadakatin zirve mekânlarıdır. Bu nedenle cennet nimetlerini her tür ahlaksız,müstehcen ve çocuk istismarına götürecek beşerî yorumlardan korumak muttakîlerin vazifesidir.

36-Rabbinden hesaba karşılık bir lütûf.

İ’tâ kelimesi, bir şeyi emanet veya geçici olarak değil temelli olarak verme anlamındadır. Bu anlam aynı zamanda bir lütûf olarak vermeyi de içeren bir anlamdır. İta ise i’tâyı da kapsayacak şekilde, daha geniş anlamda kullanılır. Yani ita, hem lütûf olarak içinden gelerek vermeyi, hem de bir görev olarak vermeyi ifade etmektedir. Hisabiyen, hesabı belli rastgelelikten uzak, bir kaide ve kuralla sistematik olarak, yeterli miktarda, hak edişe göre, amellerin ölçüsünde bir oran ile -ki bu oran bire yedi yüz gibi bir miktarla- Kurân’da örneklendirilmiştir. (Bkz. Bakara:261)  

37- Gökler ve yerin ve ikisi arasındaki şeylerin Rabbi O, Rahmân’dır. Onlar hitaba mâlik değildir.

Hitaba mâlik/sahip olmamak;itirazda bulunma, beğenmeme, küçümseme, kaçamaklı yollara başvurma, aldatmaya çalışma gibi hâlleri kapsar. O gün hüküm yalnız Allah’a aittir. 36. âyette ‘’Rabbinden hesaba karşılık bir lütûftur.’’ denildikten sonra burada bu hesaba, ölçüye,Rabbin takdirine kimsenin söz söylemeye, itiraz edip hesap sormaya mâlik olamadığı ifade edilmiştir. (Bkz. Fatiha:3)

38- O gün, rûh ve melekler,saf saf kıyamdadır. Rahmân’ın kendisine izin verdiği kişiden başka konuşamaz.Ve sadece sevâbı söyler.

Kıyam, hazırda bulunma manasındadır. Rûh tekil, melekler çoğuldur. 36. âyette Rabbinden bir hesaba karşılık lütûftan bahsedildi. Bu hesap, vahiyle insanlara bildirilen ve onların hayatlarına anlam ve amaç katan ilahî kriterler olan rûhtur. Mesela Allah kullarına yalan söylememeyi, dürüst olmayı emrinden bir rûh ile elçisine vahyetmiştir. Bu kritere uygunluk ölçüsünde kullar yargılanacaktır. Melekler de bu yargılamada şahitlik edecek ve tam adâlet sağlanmış olacaktır. Zira kanunsuz suç ve ceza olamaz. Bir eylemin suç olabilmesi için önceden onun suç olarak belirlenmiş olması gerekir. Kırmızı ışıkta geçmenin suç olduğunu kanunla belirlemezseniz kırmızı ışıkta geçene ceza yazamazsınız. Rabbimiz de Kurân’la kulluk sınırlarını belirlemiş (Ve Biz, her şeyi kitapta saydık. Nebe:29) ve yine bu belirlediği ilkeler ölçüsünde bizi yargılayacağını beyan etmiştir. “Ve muhakkak ki o hem senin için hem kavmin için bir şereftir ve ileride ondan mesul olacaksınız.” (Zuhruf:44) Mesul olunan, Kurân’ın da bir adı olan hayata anlam ve amaç katan ilahî ilkelerin tamamıdır, yani rûhtur.

Savâbâ kelimesinin kökünde“isabet etti” anlamındaki esâbe fiili vardır. Ok hedefe, doğru bir şekilde isabet ettiğinde “esabessehmu” denir. Musibet kelimesinin de asıl anlamı atışla alâkalıdır. Kötü şeylerin isabet etmesi manasındadır. Sevâp; yapılan doğru, güzel, hayırlı işlerle hedefi tutturmaktır, Rabbin rızasını kazanmaktır. Rahmân’dan söz alan,başkalarını kurtarmak, şefaat etmek veya onları savunur gibi bir söz söylemeye mâlik değildir. Sadece Allah’ın nimetlerini dillendirmektedir. Aslında bu cennetlik karakter dünyada iken edinilmiştir. “Ve Rabbinin nimetini anlat.”(Dûhâ:11) Allah’ın nimetini söylemek aslında onun şuurunda olmaktır, zıddı nankörlüktür.Nimetin şuurunda olmak şükür ve hamd ile sonuçlanır. “Orada duaları «subhanekeallahumme» sağlıkları «selam», Dualarının sonu da hakîkat «elhamdulillahirabbilalemîn» dir. (Yunus:10)

39-İşte o gün, Hakk günüdür. Dileyen kişi, Rabbini varış yeri edinsin.

Meâb kelimesi “dönüş yeri, varış yeri” demektir. Sûrenin 22 ve 24. âyetlerinde “meâb”cehennemliklerin son varış yeri olarak ifade edilmişti. Burada ise nimetlerden bahsedildikten sonra Rabbin nazarında bir yer edinmek ve nihaî hedefin Rabbin rızası olduğu ifade edilmek için kullanılmıştır. Asıl amaç Rabbin nazarında bir yer edinmektir. Yunus’un dediği gibi: ‘’Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşkle birkaç huri/ İsteyene ver sen anı/Bana seni gerek seni. Yunus’dürür benim adım/Gün geçtikçe artar odum/ İki cihanda maksudum/ Bana seni gerek seni…’’ Rabbin var, neyin eksik? Rabbin yok, neyin var? “Allah onlardan razı oldu, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.” (Maide:119) “Onlar için orada zevkler ve murad ettikleri şey vardır. (Ama asıl olan) Rahîm olan Rabden "selâm" sözüdür.” (Yasin:57-58)

40-Muhakkak ki, sizi yakın bir azapla uyardık. O gün kişi, elleri ile takdim ettiği şeye bakacak. Ve hakîkati örten diyecek ki: “Ah! Keşke ben toprak olsaydım.”

Âyetteki yâ edatı, pişmanlığı pekiştirmek için konmuştur. Sâdece “keşke” anlamını zaten “leyte”edatı vermektedir. Dolayısıyla yâ edatına, “âh” anlamını vererek âyeti yorumlamak gerekmektedir. Âyetin sonunda “Âh! Keşke ben toprak olsaydım.”ifadesini “Keşke ben, hesap için yeniden diriltilmeseydim ve toprak halinde bırakılsaydım, dünyaya hiç gelmemiş olsaydım, yükümlülük verilen bir varlık olmasaydım!” şeklinde anlamamız mümkündür. Zira bu kişi, yaşarken yeniden diriliş gerçeğine inanmak yerine toprak olacağını sanmıştı. Bu zannının gerçek olmasını dilemiş, ancak iş işten geçmiştir. Başkalarının değil sadece ve sadece kendi ellerimizle takdim ettiğimiz ameller ile ancak hem dünyada hem de azîm haber olan o günde bir şeyler umabileceğimizi unutmamamız gerekmektedir.

Nebe sûresinden anladıklarımız bunlar olmakla beraber en doğrusunu Allah bilir.

 
Eklenme Tarihi : 2.12.2019 08:57:51
Okunma Sayısı : 3576