وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ

48- Artık şu günden korkun ki; O gün, Hiç kimse bir başkası adına zerre kadar bir şey yapamaz ve hiç kimseden şefaat kabul edilmez ve hiç kimseye karşılık fidye de alınmaz. Ve onlara yardım da edilmez. (Bakara:48)



.





Secde Sûresi


Secde Sûresi

1- Elif, Lâm, Mîm.

İsmini 15. âyetten alan secde sûresi Basralıların sayımına göre 29, diğer görüşlere göre ise 30 âyettir. Zîra âyet numaraları sonradan verilmiş olup beşerîdir. Sûrenin “Öyleyse artık onlardan yüz çevir ve bekle! Muhakkak ki onlar (da) bekleyenlerdir.” şeklindeki son âyeti, yakın bir ifadenin geçtiği Zümer sûresinin 39. âyeti gibi Mekke döneminin sonlarına işâret etmektedir. Sûreyi yıl olarak 9. yılın başına yerleştirebiliriz. Sûrenin ana fikri Elif/tevhit, Lam/şirk, Mim/yaratılıştır.

2- Muğlaklığın olmadığı bu kitabın indirilişi âlemlerin Rabbindendir.

Rayb kelimesi, “r-y-b” kökünden gelir. Kurân’da 17 yerde geçen bu kelime, ya Kurân ya da yeniden diriliş konusunda zikredilmiştir. Rayb; endişe, korku, tasa, ihtimal, şüphe, şekk, kaygı, vesvese, zan, tahmin vs. gibi her türlü belirsizlik, muğlaklık ve kararsızlığın genel adıdır. Kökü rey/oy/tercihdeki belirsizliğin, kararsızlığın ifadesinden gelir. Daha ötesi ‘bir ineğin sütten kesilip kesilmediği konusunda yaşanan belirsizlikten’ gelir. Kısaca, aralarındaki benzerlikten dolayı iki şeyden biri diğerinden ayırt edilemediğinde şüphe; iki zıt şey birbirine karıştırıldığında şekk; kararsızlık ve belirsizlikte rayb, hiçbir şüphe ve endişeye mahal kalmadan ortaya çıkan gerçeğe “lâ Rayb” kullanılır. Eğer “rayb” kelimesi şüphe şeklinde tercüme edilirse kitabın kaynağına bir işâret yapılacakken, muğlaklık olarak tercüme edilmesi kitabın iç bütünlüğü ve ahengine atfen bir cümle kullanılmış olur. Bu iki çeviri, manasal bir farklılığa sebep olacağından bu inceliklere dikkat edilmelidir.

El-Kitab, Kurân’î öğretinin yazılı hâlidir. Kurân’da hiçbir çelişki, tutarsızlık ve belirsizliğin olmadığı Rabbimiz tarafından birçok kez vurgulanmıştır. (Bkz. Kehf:1, Zümer:27–28, Bakara:1–2, Nisâ:82) Bu nedenle Kurân’da iç bütünlük ve uyumunun olması aranır. Kitabı kitap ile anlamak çelişki gibi görünen anlama hatalarını en aza indirecektir.

3-Yoksa “O’nu iftira mı etti?” diyorlar? Bilakis o, senden önce nezîr gelmemiş olan kavmi uyarman için Rabbinden bir haktır. Umulur ki onlar, hidâyete erer.

İftira, bir kezb’e (yalana) kesin olarak karar verip onu haber vermek sûretiyle hedeflediğini karalama, aşağılama anlamına gelir. Bu kelime “fe-ra-ye” fiilinin iftial vezninde mastardır. Kurân, uydurulmuş bir kitap olmayışını çelişkiden uzak olması ile gerekçelendirmiştir. Zîra iftira, yalana dayandığından mutlaka birkaç yerde tutarsızlığa düşülür.

Çok uzun zaman önce onlara da nezîrler geldiği hâlde, zamanla o uyarıcının getirdiği mesajın etkisi azalmış ve yok olmuştur. Bu nedenle Kurân’ın bu anlatımıyla, bu uyarıcıların aynı veya yakın nesilde bir şekilde kavimleri tarafından susturulduğu veya göçe zorlandığı anlaşılmaktadır. Kurân’dan önce uyarıcıların varlığı farklı bir konu, kavimde söz sahibi olup insanları etkileyebilme, uyarabilme iktidarı farklı bir konudur. Burada bireysel muvahhitlerden ziyâde halkı etkileyip uyarı görevini hakkıyla yapabilme kastı vardır. Zîra arşın sahibi olan Allah’ın sözleri ile toplum uyarılacaktır.

4-O Allah ki; gökleri ve yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattı. Sonra arşa istiva etti. Sizin için Onun astında velî ve şefaatçi yoktur. Hâlâ tezekkür etmez misiniz?

Sitteti eyyâm terkibi, altı gün/altı devre/altı aşama anlamına gelir. Bu terkip, Kurân’ın tamamında “yedi kez”, nüzul sırasına göre de ilk defa Kâf:38. âyette geçer. (Krş. Arâf:54) Geçtiği 7 yerde de farklı mana nüanslarına sahiptir. Kaf 38’de ‘Bize bir bezginlik dokunmadı.’ şeklinde bir ifade kullanarak ‘6. günün sonundaki 7. gün dinlenmeye çekildi.’ şeklindeki kaymayı konu edinmiştir. Burada ise konu atmosferin, yer kabuğunun oluşum aşamalarından ziyâde yaratılan âlemin üzerindeki mutlak hâkimiyet konu edilmiştir. Zaten arş ve istiva, belirli kurallar ölçüsünde yaratıp yönetim makamını elinde tutmak anlamında mecazî bir kullanımdır.

Allah’ın vasfı olarak el-Velî, kullara yakınlığıyla onları koruma ve kollama işini üstlenen, tabiri caizse onlara velilik yapan demektir. Şefâat ise burada Allah’ı nitelemek için kullanılmıştır. Peki, şefâat aracı demek iken Allah kim ile kimin arasında hâşâ aracılık, arabuluculuk yapacaktır? Burada  “Şefi‘” kelimesinin Rabbimiz için zikredilmesi müşakelet kabilindendir. Yani onların söylediklerine karşılık onların söylediklerini kullanarak onları olumsuzlamak içindir. Çünkü putperestler “Bu putlarımız bizim Allah ile aramızda, Allah’ın berisinde ve astında şefâatçılarımız olacaktır”. İddiasını savunuyorlardı.(Bkz. Zuhrûf:86) Allah bu iddiayı red sadedinde ondan başka velî ve şefâatçileriniz nerede gibi bir meydan okuma yapmaktadır.(Bkz. Zümer:43-44) Allah’ın şefâatçi olması, dünyadaki kayırma ve torpilin Allah katında olacağı iddiası üzerinden konu edilmiş ve bu durum reddedilmiştir. Âyetin işâret ettiği hakîkatin tezekküre bağlanması evliyâ ve şefâatçiler konusunun duygusallıkla, düşünme ve mantıktan uzak değerlendirildiğine işârettir. Âyet bir soruna değinerek cevabı bir sonraki âyette olan bir soru ile sonlanmıştır. Şimdi neden evliyâlara, aracılara/şefâatçilere Allah’ın ihtiyaç duymadığı izah edilecektir.

5- Gökten yere emri idare eder. Sonra bir günde O’na yükselir ki, onun miktarı sizin saymanızla bin sene oldu.

Senetin, olumsuz ve zor seneler için “a’men” verimli güzel yıllar için kullanılır. (Bkz. Ankebût:14) Burada sizin saymanızla bin senelik (olumsuz) zamanlardan “fi yevmin” “bir günün içinde” olarak ifade edilmiştir.

Emir kelimesinin, sadece amir makamından memuruna buyruk, talimat manası yoktur. Aynı zamanda “emr” tıpkı, emribilmaruftaki gibi öneri ve davet manasını da kapsar. “Veya takvayı emrediyorsa? (Alâk 12)  Melekler ve rûh bütün emirler için Rabblerinin izniyle sürekli inerler.” (Kadr:4)

Tedbîr kelimesi, bir işin iyi bir sonuca ulaşması için ardını ve âkıbetini, önünü ve sonunu hesap ederek gözetmek, takdir ve idare etmek demektir. Bu ifade kullanılmak sûretiyle Allah’ın yarattığı sistemin evliyâlara, kutuplara, aracılara-şefâatçilere ihtiyacı olmadığı vurgulanmaktadır. Beşerî şirketlerin, organizasyon için bazı yönetim sistemlerine, piramitsel hiyerarşilere, aracılara ihtiyacı olabilir. Ancak Allah’ın yarattığı mükemmel âlemlerin böyle bir kast sistemine, taşeronlara, aracı/şefâatçilere ihtiyacı yoktur. Şefâati anlatmak için yüksek makamlardakilere ulaştıran aracıları, beşerî sistemleri örnek olarak sunmak, Allah’ın yarattığı hâlık-mahlûk ilişkisine eksiklik, noksanlık izâfe etmektir. Bu kıyas zaten ilâhî düzeni, beşerî şirketlere benzetme olur ki buna Kurân şirk demektedir.

Allah insanlar ile iletişime geçerek emir ve tavsiyelerini, olması gereken fıtrî ilkelerini, elçileri ile inzal etmiştir. Ancak bu kurucu ilkeler zamanla, nesilden nesile hayattan uzaklaştırılmıştır. Allah; insanlığın iyi bir sonuca ulaşması için ardını ve âkıbetini bilerek, takdir ve idare ettiği (tedbir ettiği) emir ve tavsiyeleri, miktarı bin sene olan bir günde (olumsuz bir dönem içinde) yok edilmiş, geldiği yere geri gönderilerek hayattan uzaklaştırılmıştır. Yerini mitolojilere astı astarı olmayan velî ve şefâatçi inançlara bırakmıştır. Bu nedenle konu kendisinde muğlaklığın olmadığı kitap ve babalarına nezîr gitmemiş nesillerden buraya getirilmiştir. Buradaki bin ifadesi Hz. Muhammed’in yaşadığı coğrafyada bin yıl öncesinde müşriklerden ziyâde Allah’ın emir ve yasaklarının hâkim olduğunu söyleyen aritmetik bir sayı da olabilir, çok uzun bir süreyi ifade eden çokluktan kinaye bir kullanım da olabilir. Allah katındaki tek din olan İslam’ın insan eliyle tarih sürecinde nasıl dejenere olup farklı inançların oluştuğuna dair gayb kapsamına almaktadır. İşte pasajın devamı…

6- İşte O, gaybı ve şehâdeti bilen Azîz’dir, Rahîm’dir.

Gayb; gizli kalmak, gizlenmek, görünmemek, gözden kaybolmak anlamında “ğâbe” fiilinden mastar veya gizlenen, hazırda olmayan şey manasında isim veya sıfat olarak kullanılır. “Ğâbe anni: Benden gizlendi.” demektir. Allah’ın emirlerini örtenlere kâfir denmesinin sebebi hakîkati gizlemeleridir. Bu emirlerin nesiller boyunca gizlenmesi şâhit olunan hayatta insanlığın merhamet (rahim), izzet ve değerini (azîz)  kaybetmesi ile sonuçlanmıştır. Azîz ve Rahîm olanın uyarısı dikkate alınmamasının sebebi de kibirdir. Allah’ın emirlerini kibir ve küstahlıkla beğenmeyen ve yeryüzünü ifsât eden insanoğlunun geldiği ve gideceği yer aslında basit bir hammaddedir.

7-Ki O, her şeyin yaratılışını en güzel yaptı. Ve insanı yaratmaya ilk defa çamurdan başladı.

“Güzel yapma” anlamına gelen “ahsene” fiili insanın yaptığı kötülüklerin sebebinin, onun donanımlı yaratılışı olmadığını ifade içindir. Allah’ın yarattığı her şey hikmetin gereklerine ve maksada uygunluk ilkesinin icaplarına göre düzenlenmiştir. Âyet varlığın en temel yasası olan “amaçlılık” ve “anlamlılığa” âtıftır. İbda‘ ise, bir şeyi örneği olmaksızın yaratmak demektir. (İnsanın topraktan yaratılması ile ilgili Bkz. Fâtır:11)

8-Sonra onun neslini; basit, süzülmüş bir sudan kıldı.

Pasajda önce toprak ve su ile elementer süreç sonucu beşerlerin yaratıldığı, arkasından beşerlerin neslinin nutfeden devam ettiği ifade edilerek embriyolojik aşama ile konu insana getirilmiştir. Şimdi toprak ve nutfe aşamalarından geçmiş ve çoğalmış beşerlerin insana dönüşme süreci anlatılacaktır. Bu süreçlerin anlatılma sebebi, insan için emrin nasıl tedbir edildiğini izah etmek içindir.

9-Sonra onu sevva etti ve onun içine rûhundan üfürdü ve sizler için semî, basar ve fuadlar kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!

Dikkat edilirse âyet “Sonra onu sevva etti.” diyerek beşerin durumunu ifade ederken rûhtan sonraki süreçte “sizler için” demekte ve insanın ancak bundan sonra muhatap alınmaya başladığını ifade etmektedir. Allah’ın gerçek/maddî anlamda üfürmeyeceği bilindiğine göre, “üfürmek” ifadesinin hikmetli bir mecâz olduğu hemen anlaşılmaktadır.  Rûh üflemek ile kastedilen; Allah’ın sonsuz ilminden çok azının yarattığı beşerin insanıkâmile yükselmesi için ona öğretilmesidir.(Bkz. “Ve sana rûhtan sorarlar. De ki: Rûh, Rabbimin emrindendir ve size az bir ilimden başka bir şey verilmedi. İsrâ:85) Beşeri insan yapan ona bir anlam ve amaç katan ilâhî öğretinin isim ve sıfatları vardır. Bu sıfatlardan bazıları karanlıktan aydınlığa çıkaran Nûr, doğruyu eğriden ayıran Furkân, ikrâm ederek öğreten Kerîm, muhatabına şeref katan Mecît, olayları en güzel şekilde aktaran ahsenü'l-Hadîs, basîret kazandıran besâir, yol gösteren hüdâ ve hayata bir anlam ve amaç katan rûhtur. Kurân; işiten, gören ve bunları yorumlama kabiliyeti olan beşere yeryüzünün halîfesi olma gibi bir anlam ve amaç yükleyerek üflenilen ilâhî rûhtur. Âyetteki sevva, rûh denilen ilâhî bilgiyi alabilme seviyesini ifade eder. Üfleme ile bu âyetin birleştirilmesinin zımnî anlamı şudur: Rûhun üfürülmesi/üflenmesi ifadesi, “Allah’ın sonsuz bilgisinin çok az bir kısmının insanı bilgilendirmek için ona vahyedilmesi” (bilgiyi koklatması)  anlamında mecazî bir kullanımdır. Bununla birlikte belirtmek gerekir ki rûhun üfürülmesinden sonra işitme, görme ve zihin melekelerinin sayılması, üflenen rûhun mahiyetinin, işitme ve görme vasıtasıyla gelen ve direk fuatlarla ilgili olduğunu göstermektedir. Buda üfürülen ruhu ilahi bilginin alınışı, yorumlanması, muhakeme edilmesi ile alakalı zihni duygusal bir mahiyetine işaret etmektedir.

Şükür, nimet vereni bilip onu açığa vurmak olduğu gibi, bunun tam zıddı olan ‘küfr’ ise, nimet vereni inkâr edip onu gizlemektir. Hakkı işiten, gören ve yaşayan insan yaratılış amacını yerine getirip şükrediyor demektir. Hakka karşı sağır ve kör olan duygularını bâtıllar ile besleyen ise küfredip nankörlük ediyor demektir.

10- Ve dediler ki: "Biz yerde kaybolduğumuzda mutlaka yeni bir yaratılış içinde mi olacağız?" Bilakis onlar, Rabblerine kavuşmayı örtüyorlar.

Dalelnâ, kaybolmak anlamındaki fiil, ‘suyun sütün içerisinde kaybolması’ tabirinden alınmıştır. Araplar bir şey azınlık olup başka bir şey ona daha baskın gelir de azın izi görünmeyecek hâle geldiği takdirde kayboldu derler. (Kurtubî) Hasan, Ameş ve Eban bin Said bin As “dalelnâ” yerine “salelnâ” şeklinde noktasız okumuşlardır. Bu takdirde manası “Biz kuru toprak içine gömüldükten sonra…” veya “Biz battıktan sonra…” demektir. Her iki okumada aslında kastın aynı olduğu görülmektedir. Toprağın içinde çürüyüp yok olma inancından dolayı Kurân konuya topraktan yaratılma anlatımı ile mukabele sadedinde başlatmış ve sözü getirmek istediği noktaya getirmiştir. Şimdi ölüm ve sonrasını anlatarak toprakta bir gübre yığınına dönüşüp yok olanın sadece beden olduğuna âtıf yapıp muhataplarını düşündürmektedir.

11-De ki: “Size vekil kılınan ölüm melekesi sizi tamamlayacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.”

Kurân’da Azrail diye bir melekten bahsedilmez. “Melek-ul mevt” ifadesindeki “melek” kelimesi mârife değil nekredir. Yani bilinen bir melek değil, herhangi bir melekten bahsedilir. “Melek” kelimesinin başında “el” takısı, yani belirlilik takısı olmadığı için bunu “Azrâîl” gibi özel adla anmak ve başından beri bütün insanların canını aynı meleğin aldığını iddia etmek doğru olmaz. Melek; kuvvet, yönetim gücü anlamındaki ‘melk’ kökünden türemiştir. Kelimenin başındaki mim, ek olmayıp kelimenin aslındandır. “Mülk, milk, mâlik ve melik” kelimeleri de bu kökten türemiş ve anlamlarını da bu kökten almıştır. Bu anlamıyla melek Allah’ın her tür gücünü temsil eder. Buradaki vekil birinin, kendi adına iş görmesi için yetki verdiği ya da iş görmesi için kendi yerine bıraktığı demektir. Ölümü vekil kılınan bu yasa/meleke gerçekleştirir. Ölüm sebepleri muhtelif olduğundan melek nekira/belirsiz gelmiştir

Teveffâ kelimesi, vefâ‘dan gelir. Tastamam verme, eksiltmeden yerine getirme, süresi dolduğunda gereğini yapma, söze bağlı kalma demektir. Kurân’da toplam 66 kez aynı kökten kelimelerin yer aldığı görülmektedir. Vefat kelimesinin geçtiği âyetlere bakıldığında, kelimenin “ölüm” anlamına gelmediği, “ölüm” ile “vefat”ın birbirinden farklı iki ayrı şey olduğu görülmektedir. Ölüm bir son, vefâ ise bu sona ulaşmak için tamamlanması gereken sürecin adıdır. (Bkz. Arâf 37) Arapça’da meyt ölü, mevt ölüm demektir. Mevt hayatın karşıtı olup sözlükte “hayatın sona ermesi” anlamına gelir. Kurân’da ölüm ile alâkalı tüm kelimeler bu kökten türemiştir. İnsana vekil kılınan ölüm melekesi onun yaratılışına yerleştirilen ölüm geni/gerçeğidir. Bu fıtrî gerçek hiçbir bilimsel çalışma ile değiştirilemez. Yani ölümsüzlük akıl, mantık ve Kurân dışıdır. Ölüm melekesinin vefâsı bedenin ömrünün tastamam olduğunu ifade etmek içindir. (Ölümün geri çevrilmemesi ile alâkalı bkz. Vakıa:87) “İlâ rabbiküm turceûn” (Ancak Rabbinize döndürüleceksiniz) ifadesinde “ilâ rabbiküm”, ihtisas ifade etmek için önce gelmiştir. Yani “Hesap günü dönüşünüz başkasına değil, sadece O’nadır.” manasındadır. Yine vurgu tevhit ve şefâatçilerin olmadığınadır. Bu 11 âyette tevhit, şirk ve yaratılış konuları işlenmiş, Elif-Lam-Mim başlığı altında ilk âyetle özetlenen konuya girizgâh yapılmıştır.

12- Ve keşke mücrimleri görseydin! Rabblerinin huzurunda eksik olanlar: "Rabbimiz, biz gördük ve işittik. Bizi geri döndür, sâlih amel yapalım! Muhakkak ki biz, ikna olduk!"

Rabbin huzurunda nâkıs olmak, âyetin devamında izah edilmiştir. Buradaki noksanlık, görülen ve bilinen sâlih amel konusundadır. İyiliğin iyi olduğuna ikna olmanın verdiği pişmanlıktır. Hayatta yapılması gereken iyilik ve sâlih ameller asla ertelenmemelidir. Her şey ertelenebilir ancak ıslah edici, topluma faydalı ameller ertelenmemelidir. Zîra zamanın ve imkânların geri döndürülmesi mümkün değildir. Tıpkı içimizdeki ölüm geninin geri sayımı gibi sâlih ameller yapma imkânı da her an elimizden kaybolabilir.

 13-Ve eğer dileseydik, bütün nefislere kendi hidâyetlerini elbette verirdik. Ve lâkin benden "Mutlaka cehennemi, cin ve insanların hepsinden dolduracağım." sözü hakk oldu.

Kurân’ın bütünsel mesajı göz önüne alındığında, Allah’ın kimseyi doğru yola zorlamadığı, insana hem iyiyi, doğruyu, güzel olanı seçecek bir “akıl ve fıtrat” verip hem de iyiyi, doğruyu ve güzel olanı açıklayan bir “kitap” gönderip gerisini insanların tercihlerine bıraktığı anlaşılmaktadır. Kurân inanç ve fikir özgürlüğünü sonu kötü de olsa serbest bırakır. Bunu “Eğer dileseydik bütün nefislere hidâyeti elbette verirdik.” cümlesinden anlamaktayız. Tabiî ki bu verme irâde ve tercihi yok edecek olan bir vermedir ki bunun adı dayatmadır. Tercihlerde cebrin ve zorlamanın olmadığı bir kitapta cümlenin bu şekilde kurulması gayet doğaldır. (Bkz. Kâf:45, Kehf:29, Yûnus:99, Bakara:256) İrâde sonucu bilinen-bilinmeyen bütün varlıkların nefsanî, bencilce tercihler yapabileceği, bu özgürlüğün zulümlere dönme tehlikesi ve yan etkisi “…sözüm hak oldu, doğru çıktı.” şeklinde ifade edilmiştir. Hayatı cehenneme çevirmemenin yolu nedir? Kavuşma gününü unutmamaktır. Aksi takdirde…

14-Öyleyse bu kavuşma gününüzü unutmanızdan dolayı tadın! Muhakkak ki Biz de sizi unuttuk. Ve yaptıklarınız sebebiyle hâlid azâbı tadın!

İnsan, vicdanının tersine ameller yaparsa önce yaratanının yüklediği fıtratı örter, sonra çevresindekilerinin haklarını unutur, nihayetinde kendisini kaybeder. Bu unutma hatayla değil kasten ve bilinçli bir şekilde, ihmal ve umursamazlığın sonucu oluşmaktadır. Bu unutma hâli bitmeyene kadar cehennemvarî hayat onlar için kalıcı (hâlit) olacaktır. İnsanın unutması Kurân’da şöyle örneklendirilir: Örtenler, yaratılışlarını (Yâsîn:78), âhireti (Arâf:51), hesap gününü (Sâd:26), kitabı (Arâf:53), Allah’ın âyetlerini (Tâhâ:126), Allah’ı anmayı (Furkân:18) ve yaptıklarını (Mücadile:6) unutur. Münafıkların, Allah’ı (Tevbe:67), zâlimlerin isyan ve günahlarını (Kehf:57), insanların başkalarına iyiliği emredip nefislerini unutmaları (Bakara:44) “nisyân” kavramı ile ifade edilmiştir.

15-Ancak âyetlerimize inananlar, kendilerine hatırlatıldığı zaman secde ederek yere kapanırlar ve Rabblerini hamd ile tesbih ederler ve onlar kibirlenmezler.

Harra-yehirru; yüksekten düşmek, çökmek, yıkılmak anlamına gelir. Yere kapanarak secde etmek bu kelimeyle  “harrû succeden” şeklinde Kurân’da namazdaki secdeyi ifade eder. Âyetler karşısında yere kapanmak; tevazuu, kabullenme ve teslimiyetin dışa yansımasını temsil eder. Tesbih, bir varlığın yaratılış gayesi istikâmetinde hareket etmesinin adıdır.  Hamd kelimesi lügatte, övmek, bir şeyi iyilik, üstünlük ve erdemlilikle nitelemek gibi anlamlar taşıyan “h-m-d” kökünün türemiş şeklidir. Hamd ile tesbih; övülen, imrenilen, örnek alınan davranışlar içerisinde olmaktır. İstikbâr, kibir kökünden türeyen bir kavramdır. İstikbâr sözlükte büyüklenme, kendini büyük görme, böbürlenme, insanları küçük görme anlamlarına gelir. Çamurdan ve basit bir sudan yaratılan insanın kendisine verilen potansiyeli kötüye kullanması sonucu oluşan istikbar/kibir, sâlih olmayan ve yaratılış amacına aykırı ameller yaptırarak kulu değersizleştirir. Yapılması gereken, insanı insan yapan değerlerin sürekli telkin edilmesi ve amellerle bu telkinin hayata geçirilmesidir.

16- Yanlarını yataktan uzaklaştırırlar. Rabblerine korku ve büyük beklenti ile dua ederler. Ve onları rızıklandırdığımız şeylerden infâk ederler.

Tamaa, nefsin bir şeye olan şiddetli arzusundan dolayı ona meyletmesidir. Tamah etmek de buradan gelir.(el-Müfredat) Fakat burada olumlu anlamda kullanılmış olup şiddetli bir arzu ve beklentiyi karşılamaktadır.

İnfâk kelimesi, “ne-fe-ka” kökünden türemiştir. ‘Elden çıktı, bitti, tükendi.’ anlamlarına gelir. Nafaka; harcanan para veya ihtiyaçların tamamı için gerekli kazanç anlamında kullanılır. İnfâk ise; malı veya benzeri ihtiyaç maddelerini hayır yolunda kullanarak değerlendirmek, ihtiyaçları gidermektir.

15 ve 16. âyetlerde Allah’ın râzı olduğu kul tarif edilmektedir. Öncelikle bu kullar âyetlere açık olurlar. Fıtrî mahlûkatın yararına olan tüm alâmetleri görünce onları örtmez, çıkarları uğruna direnmez, secde ederek onları kabullenirler. Bu hâl onların hamd ile tespihini, yani yaradılış amacına uygun; örnek, övülen ve imrenilen davranışlar içinde olmasını tetikler. Tevazularını arttırır, kibirlenmezler. Zamanlarını yatarak tüketmezler. Zaten insanın durağan, tembelce bir hayat düzeni oluşturması Kurân’ın istemediği sağlıksız bir yaşantıdır. Dolayısıyla pasif değil, aktiftirler. İtici güç olarak toplumun ıslâhı için taşıdıkları korkuları kullanır; ancak karamsarlık içinde değil, ümit veren beklentilerle geleceği karşılarlar. Son olarak, kazandıklarından infâk ederek hem kendilerine hem başkalarına dua olurlar.

17- Artık hiçbir nefis, yapmış olduklarına karşılık kendileri için göz aydınlığından nelerin saklı olduğunu bilmez.

Kurretulayn ibaresi lâfzen göz aydınlığı demektir. Dolaylı olarak mutluluk ve sevinç kararları/haberleri demektir. Ve işte mutlu son! Sorumluluk bilinci ile yukarıda saydıklarımızı yapanlar bunların hayatlarında ne denli ön görülemez güzelliklere, hayırlara vesile olacağını tahmin dahi edemezler. Bu yüzden yapılan her iyiliğin, hayrın, güzelliğin kelebek etkisine sahip olduğu unutulmamalıdır.

18- Öyleyse inanan kimse, fâsık kimse gibi midir? Onlar eşit olmazlar.

Bu âyetteki kıyaslama, sûrenin sonuna kadar örnekler ile açıklanmaya devam edilecektir. Fısk, insanı insan yapan donanım ve fıtratın üstünü örtmekle yaratılış amacından sapma ve yoldan çıkmadır. Kurân’da ontolojik olarak kadın-erkek arasında eşitlik olsa da, eylem ve davranışlarıyla insanlar arasında eşitliğin olmaması gerektiği savunulur. Topluma zararlı olan, yoldan çıkmış, bencil, kibirli, küstah, asalak ve tembel biri ile mütevazı, sorumluluk bilinci ve korkusunu taşıyan, bir şeyler yapmak için gözüne uyku girmeyen, insan gibi insan olan biri ister kadın ister erkek olsun nasıl eşit, bir, denk, müsavi olabilir? Zîra her eşitlik, adâlet değildir. Bencil, kibirli, sorumsuz fâsıklar;  paylaşan, çalışkan ve sorumlu olan, iyilik, erdem ve vicdan gibi âyetlere inananlarla bir tutulmamalıdır. Ancak toplum buna değer vermese de, insanlar menfaatleri gereği zengin ve kibirlileri el üstünde tutsa da, muttakî ödülün onlardan gelmeyeceğini çok iyi bilendir.

19- İnanan ve sâlih amel yapanlar ise, işte onlar için yapmış olduklarından dolayı mevâ cennetleri sunulacaktır.

Nüzûl kelimesi âyette ikrâm anlamındadır. Bu kelime  misafire sunulan yemek manasında kullanılır. Bu manada, ‘enzeltu fulanen/falanı misafir ettim’ demektir. Âyette geçen “cennetü’l-me’vâ” tamlamasını bazı âlimler müstakil bir isim olarak düşünmüşlerdir. Ancak ‘me’vâ’ kelimesinin cehennem için de kullanılmasından özel bir cennet ismi değil genel bir sıfat olduğu anlaşılmaktadır.(Bkz. Âli İmrân:151) Bu anlayışa göre tamlamanın anlamı ‘sığınılacak, barınılacak cennet’ demektir. Me’vâ kelimesi cenneti nitelemektedir. Bu sebeple, belirtilen tamlama ‘huzur içinde yaşayacakları, kalacakları cennetler’ şeklinde anlaşılmalıdır. Böyle bir hayat için insan, üstüne düşen sorumlulukları yerine getirmelidir. Toplum için ıslâh edici amellerin işe yarayacağına inanmak ve bu uğurda çabalamak; yaşanılan ev, şehir ve ülkenin mevâ cennetlerine çevrilmesini sağlar.

20-Ve fâsık olanların ise mevâsı ateştir. Oradan çıkmayı her irâde ettiklerinde oraya iade edilirler. Ve onlara denir ki: “Ateşin azâbını tadın! Ki onu yalanlamıştınız.”

Fâsık insansıların bu dünya barınağını fesâda uğrattığı şu an müşahede ettiğimiz bir hakîkattir. İnsanlık tarihindeki savaş, kıtlık ve salgınların “cennetülmevâ” olması gereken dünyamızı nasıl ateşe çevirdiğinin sayısız örneği ile doludur. Konuyu en güzel özetleyen âyet Rûm 41’dir. "İnsanların elleriyle yaptıkları sebebiyle karada ve denizde bozulma zuhûr etti. Umulur ki böylece dönerler diye yaptıklarının bir kısmı onlara tattırıldı." (Rûm:41) (Ayrıca bkz. “İnsanların çoğu fâsıktır.” Mâide:49)

21- Ve Biz, mutlaka en büyük azâbın astında, daha yakın azâptan onlara elbette tattıracağız. Umulur ki, böylece dönerler.

El-Edna,  en yakın manasındadır. En yakın azâptan maksat hiç kuşkusuz dünya azâbıdır. Yukarıdaki âyetleri sadece âhiret ve yeniden diriliş anlamında değil de mükâfatın ve azâbın dünyada başladığı şeklinde yorumlamamızın temel nedeni bu âyettir. “Umulur ki” ifadesi insanın hatadan dönme imkânı ve potansiyeline âtıftır. Dünya kaynaklarını tüketerek yaşamayı imkânsız kılacak uzay boşluğundaki tek barınağımız olan dünyamızı ne kadar kirletsek de Kurân umut veren bir vizyonu hedeflemektedir.

22- Ve Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra ona sırt çeviren kimseden daha zâlim kim vardır? Muhakkak ki Biz, mücrimlerden intikam alırız.

Rûm 41 ve Secde 21 gibi âyetler ile insanlık uyarılmasına, bizi bekleyen tehlikeler tarihin tecrübesi ile aktarılmasına rağmen sırf kendi çıkarları, doymak bilmez konfor ve lüksleri için âlemlerin Rabbinin kavlî ve kevnî âyetlerine yüz çevirenler; açlara, hayvanlara, bitkilere, temiz kaynaklara zulmetmeye devam edecektir. Bu zulmün Allah’ın değişmez yasalarından dolayı dönüp dolaşıp kendilerini vuracağı, sünettulaha ters davranmanın insanın bindiği dalı kesmek olduğu âyette “muntekim” kelimesi ile özetlenmiştir. ‘İntikam alıcıyız!’ kullanımının çoğul gelmesi (muntekimûne) dikkat çekicidir. Aslında burada muttakî kullara bir görev verilmektedir. Bu da, Allah’ın emanetlerine sırt dönüp onlara hor davrananlara müsaade edilmemesi, sünettulahın bir süreçle intikamını almasından önce, elden ne geliyorsa sonuna kadar yapılması ödevidir.

23-Ve and olsun ki Mûsâ’ya kitap verdik. Bundan sonra sen, ona kavuşmaktan yana belirsizlik içinde olma! Ve O’nu İsrâîloğulları için hidâyet rehberi kıldık.

Kurân’da Tevrat ve Mûsâ hiç yan yana yer almaz. Burada zaten Hz. Mûsâ’ya verilen bir kitaptan bahsedilir. Tevrat ise toplama bir kitaptır. Âyetin “…ona kavuşmaktan yana belirsizlik içinde olma!” şeklinde çevrilen kısmında yer alan “ona” zamiri neyi göstermektedir? Bu konudaki görüşler özetle şöyledir: O kitabın Mûsâ’ya ulaşmış olmasından kuşku duyma! Mûsâ’nın Allah ile iletişime geçip ona kavuşmasından, yani o kitabı vahiy olarak Allah’tan aldığından şüphen olmasın! Mûsâ’ya (Miraç gecesinde veya âhirette) kavuşacağından kuşkun olmasın! Mûsâ’nın karşılaştığı durumlarla, bazı eziyetlerle senin de karşılaşacağından tereddüdün olmasın! Senin de kitaba kavuşacağından şüphen olmasın! …

Bizce bu sorunun cevabı köleleşmiş insanları bu hâllerinden, başlarındaki firavunlardan kurtaracak imamların (önder ve liderlerin) yetişeceğine, böyle bir topluma kavuşulacağına dair kuşkuların giderilmesidir. Bu yorumumuzun delili devam eden âyettir.

24- Ve onlardan, âyetlerimize iknâ oldukları ve sabrettikleri için emrimizle hidâyete eren imâmlar kıldık.

Dünyayı “cehennemülmevâdan-cenettülmevâya” çevirmenin yolu yaratılan her şeyin birer âyet olduğuna iknâ olmuş, emaneti mülkiyet olarak görmeyen topluma örnek olacak numune insanların etkisini sabırla artırmak olmalıdır. Âyetin “lemmâ saberû” şeklindeki kısmı “limâ saberû” şeklinde de okunmuştur. Bu sebeple belirtilen kısma birinci kıraate göre ‘ikna olup sabrettikleri zaman’ manası verilebileceği gibi ikinci kıraate göre ‘ikna olup sabrettikleri için’ anlamı da verilebilir. Çevirimizin gerekçesi sebep-sonuca dayanmaktadır.

25- Muhakkak ki Rabbin, O, kıyâm günü ihtilâf etmiş oldukları şey konusunda onların arasını ayırır.

Toplumu iyiye-doğruya yönlendirmek, mücadele ve sabır isteyen bir fedakârlıktır. Bu mücadele zâhiren kaybedilse de safların belli olması Rabbin nazarında yeterlidir. Tarih, zâlim ve mazlûmu birbirinden ayıran bir mahiyete sahiptir.

26- Onların meskûn oldukları yerlerde dolaşan önceki nesillerden nicelerini helâk etmemiz onları hidayete erdirmedi mi? Muhakkak ki bunda, elbette âyetler vardır. Hâlâ işitmeyecekler mi?

Kurûn kelimesi “karn” kelimesinin çoğuludur. Karn kelimesi, zamansal olarak birbirine yakın olan, aynı zaman diliminde ya­şayan insan topluluğu anlamındadır. Günümüzde hırs ve bencillikle verilmiş kararlarla felâketlere uğramış şehirler bir âyet olarak hâlâ durmaktadır. Çernobil’in yaşandığı hayalet Pripyat şehri, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombasının etkilerinin yıllar geçmesine rağmen hâlâ devam etmesi ve daha onlarca hayalet şehir birer âyet olarak okumasını bilenler için durmaktadır. Dünyanın maddî ve manevî olarak hayalet bir gezegene çevrilmemesi konusundaki feryatlara insanlık çoğu zaman sağır kalmaktadır. O yüzde âyet “Hâlâ işitmeyecekler mi?” sorusunu vicdanın kulaklarına fısıldar.

27-Onlar, kurak araziye suyu nasıl sevk ettiğimizi görmediler mi? Böylece oradan ekinler çıkarırız, ondan hayvanları ve onlar yerler. Hâlâ görmüyorlar mı?

Enâm, nimet kökünden gelir. Nimet, iyi hâl/güzel hayat demektir. Na’am develere mahsus bir isimdir -develerin en büyük nimet sayılması sebebiyle- ve çoğulu enâmdır. Bununla birlikte insanlar için etinden, sütünden, deri ve diğer ürünleri ile tam bir nimet olan deve, sığır, koyun ve keçi hayvan türleri için de kullanılır. (Bkz. Enâm:143-144)  Kısaca daha çok evcil, otçul ve kendilerinden faydalanılan hayvanlar anlaşılır.

Şimdi ve gelecekte dünyamızı bekleyen en önemli tehlike kuraklıktır. Kuraklık öncelikle bitki örtüsünü, arkasından diğer canlılar ve etinden sütünden istifade edilen enâm türü hayvanları ve en sonda insanları etkilemektedir. Âyet besin zincirindeki sıralamayı yaparak tehlikenin kaynağına işaret etmiştir.

28- Ve eğer siz sâdıksanız "Bu fetih ne zaman?" derler.

Fetih kelimesi kapalı olan şeyi açmak demektir. Çoğulu fütûh, bunun da çoğulu fütûhât’tır. Kelime, kapalı olanı açmak anlamı eksen alınarak sulama amacıyla toprağa su vermek, nehrin açarak ilerleyişi, savaş ülkesini açmak; fethetmek, zafer kazanmak, zapt etmek, yardım etmek gibi anlamlarda da kullanılmaktadır. (Bkz. Şuarâ:118, Arâf:89) El-Fettah, Allah’ın isimlerinden biridir. Bununla Allah’ın kullarına rahmet ve rızık kapılarını açtığı kastedilir. Âyette geçen fetih ile müşriklere karşı Mekke’de sıkışan müminleri bekleyen yeni ufuk ve kapılar kastedilmiş olabilir. Medine’ye hicret ile açılan yeni rahmet kapıları veya Mekke’nin fethi günü de kastedilmiş olabilir. İdeal kulların özeliklerinin sayıldığı bu pasajın sonunun ideal topluma ulaşmaya bağlanması doğaldır. Toplumun ıslâhı için, sabırla, gece gündüz demeden mücadele eden imâmların yetiştiği ve müminlere barınak (me’vâ) olan Yesrib, Medine olacaktır.

29- De ki: "Fetih günü, örtenlerin imânları onlara bir fayda vermez ve onlara süre verilmez."

Sûrenin bu son âyetlerinde Hz. Muhammed’e muhataplarına karşı takınacağı tavır bildirilmektedir. İnsanları köleleştiren uyduruk inançları bir rant kapısına çeviren câhiliyenin kendilerini üstün görmesine neden olan “değerler” sistemlerinin vahyin fıtrî yönlendirmesi karşısındaki mağlubiyeti, onların imânlarının bâtıl/faydasız olacağı burada hicret öncesi inananlara müjdelenmektedir. Ulaşılacak fetihler bu âyette gerekçelendirilmiştir. Fıtrî, evrensel, kurucu ilkelere/âyetlere dayanmayan her toplum eninde sonunda tabiî olarak helâk olup dağılır.

30-Öyleyse artık onları terk et ve bekle! Muhakkak ki onlar bekleyenlerdir.

Burada sırt çevrilen, onların düşünce ve inanç sistemleridir. Zîra bu taklitçilik onları atâlete sürüklemiştir. Ataların dinini körü körüne taklit, sorgulayıcı bir tahkikle hayatı değerlendirmeyen toplumlar, ölümcül bir durağanlığın içine girerler. İşte câhiliye Araplarının kaybettikleri nokta, bu değişim dinamizmini durağanlıkla karşılamalarıdır. Müminlerin beklemesi hicret, fetih, atılım ve ilerlemek için doğru zaman ve zemini gözlemek iken, müşriklerin beklemesi atâletleri sonucu onları bekleyen dünyevî ve uhrevî mahvoluştur. Başka bir deyişle genel olarak değerlendirildiğinde fetih günü, esasen buradan başlayıp âhirette tamamlanan bir sürecin adıdır.

Secde sûresinden anladıklarımız şimdilik bunlar olmakla birlikte, en doğrusunu Alîm olan Allah bilir.

 


 
Eklenme Tarihi : 30.04.2021 17:12:00
Okunma Sayısı : 2684