مَّن ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللّهَ قَرْضاً حَسَناً فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافاً كَثِيرَةً وَاللّهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Kim Allah’a (onun yolunda) güzel bir kredi (limiti) açarsa, Allah da onun verdiğinin (mükâfatını) kat kat artırır. (İmkânları) Daraltanda genişletende Allah’tır ve siz O'na döndürüleceksiniz. (Bakara:245)



.





VÂKIA SÛRESİ

Vâkıa Sûresi

1-O vâkıa vuku bulduğu zaman.

Olan, meydana gelen, olması kesin olan şey anlamına gelen vâkıa,burada ‘’el-vâkı’a’’ şeklindeki belirtili hâliyle özelleşmiş ve son saatin adlarından birisi olmuştur. Vuku bulacak manasında olayın kendisine bakan bir kullanıma sahip iken; Hakka, olayın bilgisine bakan, hakîkat yüzünü; saat, olayın zamanlaması ile ilgili birer isimlendirmedir. Kozmik sistemin büyük ve etkileyici değişim ve dönüşümüne sürekli yapılan vurgu, insanoğlunda dönem dönem artan dünya sevgisi sebebiyledir.

2- O vuku bulduğunda yalanlayan kalmayacak.

3- Alçaltır, yükseltir.

Bu hareket bir sonraki âyet ışığında anlaşılmalıdır. Küresel ölçekli devasa depremlerden bahsedildiğine göre son saatin alçaltıp yükseltmesi levha tektoniği ile açıklanabilir.Dünyanın derinlerine inildikçe hem basınç hem de sıcaklık aşırı derecede artar. Misalen 2700 kilometre derinlikteki basınç, atmosfer basıncının yaklaşık iki milyon katına ulaşır. Taş kürenin oluşturduğu bu basınç ile dengenin bozulması,devasa kara kütlelerinin hareketlerini beraberinde getirecektir. Âyet tam da bunu tasvir edilmektedir.

4- O zaman arz şiddetli bir sarsıntıyla sarsılmıştır.

Recc, “şiddetli yer sarsıntısı” demektir. Bu kelimenin kökü olan ‘’recce’’ bir şeyi sallayıp rahatsız etmektir.

5- Ve dağlar ufalanarak parçalanmıştır.

6-Böylece dağılıp toz duman olduğunda.

4. âyetteki şiddetin büyüklüğü tarif edilerek sarsıntıların bölgesel değil küresel boyutu öne çıkarılmaktadır.(Bkz. Zilzal Sûresi)

7- Ve siz üç sınıfa ayrılmış olursunuz.

Bundan sonraki anlatımlar ile kozmik sonun ardından yeniden diriliş ve yaşananlara değinilecektir. Yeniden dirilenlerden oluşan bu sınıflar aşağıdaki âyetlerde, ashâbımeymene, ashâbımeşeme ve sâbikun şeklinde isimlendirilmiştir.

8- Ki ashâbımeymene, ne ashâbımeymene!

Meymene,  ‘’yemin veya yumn’’ kelimelerinden türemiş olabilir. Yemin ile zaten ashâbıyemin şeklinde bahsedildiğine göre burada kelimenin ‘’yumn’’ kökünden türediği düşünülmelidir.  Meymene, “bahtiyar,bereketli” demektir. Ashâbulmeymene deyimi; bahtı iyi olan, bereketliler,mutlular, mesut olanlar manasında cennetlikleri tarif eder. Ashâb ise arkadaşlar, yoldaşlar, bir arada olanlardır. (Bkz. Fil Ashâbı, Kehf Ashâbı gibi)

9- Ve ashâbımeşeme ne ashâbımeşeme!

Meş’eme, ‘’şu’m’’ kelimesinden türemiş olup‘’uğursuzluk, talihsizlik, mutsuzluk’’demektir. Her iki kullanımda da bir sınavın sonunda mutlu olan iyiler ve kaybeden kötüler, deyimsel olarak ifade edilmektedir. Kurân’ın deyimsel kullanımında bu iki kavram sırasıyla, “doğruluk ve dürüstlükte arkadaş olanlar, birleşenler” ile “eğrilik ve kötülükte yardımlaşıp birleşenler” olarak anlaşılmalıdır.

10- Ve öne geçen öncüler

Sebk kelimesinin asıl anlamı yürüyüşte öne geçmektir. İstibak ve müsabaka, yarışma,birbirinin önüne geçmek anlamındadır. Sâbikun, öne geçenlerdir. Kelime burada iyilikte öne geçmiş, örnek teşkil eden, hayırlı kişiler anlamına gelir. İyilikte öncü olmak, başı çekmek, teşvik açısından çok değerlidir. Bazen çok derin mahrumiyetlerin yaşanmasının arkasındaki sebeplerden biri o insanlara yardım edecek potansiyelde olanların geride kalmaları olabilir. Tarih boyunca iyi,güzel ve sâlih projelerin hayata geçmesinde fedakârlık eden, taşın altına elini koyup sorumluluğu öncelikli olarak üstlenen yiğitler olmuştur. Bunlar sâbikun iken, onları izleyen ve destekleyenler ise ashâbımeymenedir. Peki, bu sorumluluğu alıp yükü üstlenmede sâbikunları öne geçiren itici güç nedir?

11- İşte onlar mukarrebûndur.

Mukarrebûn, yakın olanlar demektir. Hayra, iyiliğe, güzelliğe, sâlih amellere, garip gurebaya daha yakın olanlar mukarebûnlardır.

12- Nimet cennetlerindedirler.

Bu naîm cennetlerinde ne tür nimetlerin olduğu aşağıdaki âyetlerde örneklendirilecektir. Bu nimetleri arzu edenlerin çoğunun eski ümmetlerden olması onların dönemsel ihtiyaçlarına binaendir.

13- Evvelkilerden bir silsile.

Sülle,  meşhur tefsire göre fertleri ister çok, isterse az olsun cemaat demektir. Zemahşeri “Bu kelime birçok kimseden meydana gelen bir cemaat için kullanılır.” demiş vebuna dair bir şiir delil getirmiştir. Türkçemizdeki sülale de buradan gelmiştir.

14- Ve çok azı sonrakilerdendir.

“Öncekiler” ve “sonrakiler”ayrımının zamana göre yapıldığı kabul edilirse Hz. Muhammed’in dönemi ve sonraki ümmetlerden naîm cennetlerine gidenlerin az olduğu, geçmiş ümmetlerin çok olduğu sonucu çıkar ki, bu artan nüfus göz önüne alındığında doğru bir değerlendirme olmayacaktır. Buradaki azlık çokluk, sayılacak olan nimetleri isteyenler bağlamındadır.

15- İşlemeli sedirler üzerinde

Mevdûne,  “işlenmiş,örülmüş” demektir. Örülmüş zırha da “mevdûne” denişi bundandır. Mecazen ise “ince işçilikli, emek mahsulü”demektir. Ibn Cerir’in İbn Abbas’tan rivayet ettiğine göre altınla örülmüş, İkrime’den gelen rivayete göre de inciler ve yakutlarla işlenmiş tahtlar olarak anlaşılmıştır. Görüldüğü gibi herkesin zevki doğrultusunda nimetler farklı algılanmıştır. Zaten naîm cennetleri çoğul olarak gelmesinin sebebi de budur. Bunda bir standart aramak yanlış olacaktır. Her zamanın nimetleri farklı olduğundan,her jenerasyonun naîm cennetleri farklılaşacaktır.

16- Karşılıklı olarak yaslananlar onlardır

Müttekî; ittikâ eden, bir yere dayanıp itimat eden, yaslanan kimse demektir. Bu tarz nimetleri sevenler onlardır denerek geçmiş ümmetlere gönderme yapılmıştır.

17- Onların etrafında yaşlanmayan gençler dolaşır.

Vildân, çoğul bir kelimedir, tekili velid’dir. Çocuk, genç mânasına gelir. Bu mânada “vildânun muhalledûn” ölümsüz gençler demektir. Mastar mânasına alınırsa “ebedi, kalıcı,yaşlanmayan, hâlinin bozulmadığı gençlik” anlamına gelir. Sabikûnlar,hayır ve iyilikte öne geçerek ölmez eserler bırakmış; insanlığın, erdemin yükselmesi için hizmet etmiş ve hizmete lâyık görülmüşlerdir.

18- Akan pınarlardan doldurulmuş kâseler, ibrikler ve bardaklar.

Mêun ma’în, akan birsu demektir. Ekvâb, kulpsuz bardak mânasına olan kûb lafzının cemidir. Ebârîk, ibrik kelimesinin çoğuludur. Ke’s, kâsenin dolusuna denir, boş olursa ke’s denmez. Kadeh ise dolu da, boş da olabilir.

19- Ondan başları ağrımaz ve anlayışları zayıflamaz.

Sad, cam demir ve benzeri sert cisimlerdeki yarılmadır. Baş ağrısı da bu anlamdan istiare edilmiştir. Bizdeki başın çatlarcasına ağrımasıdır. Yunzifûn, sarhoş etmek anlamında kullanılır. Bunun aslı ‘’kuyuların suyu tükendi’’ anlamına gelen ‘’enzefû’’ fiilinden alınmıştır. Anlayışı tamamen tükettiği ve zayıflattığı için sarhoşluk da bu kelimeyle ifade edilmiştir. Kurân, cennetteki içecekler için “temiz, baş ağrıtmayan ve aklı bozmayan” gibi nitelikler sayarak alkollü içkinin, müminin pratik hayatında neden yer almaması gerektiğine dair bir gönderme yapmaktadır.

20- Ve arzuladıkları meyveler.

Fâkihe kelimesinin ilk anlamı meyvedir. Bu kelimenin asıl anlamı ‘’mutluluk verici lezzetler’’demektir. Sevinç ve neşe de bu kökten gelen kelimelerle ifade edilir.

21- Ve canlarının çektiği kuş etlerinden.

Doğru beslenmede âyetler cennet nimetleri üzerinden mucizevî bir sıralama yapmaktadır. Bize verilen bu önemli sıralama şöyledir: Öncelikle sıvı alarak midenin asidik yapısı dengelenir.Sonra meyve yenerek maksimum emilim ile fayda sağlanır. En son protein ile doyum gerçekleşmelidir. Bu sıralama tersine çevrildiğinde nimet zahmete dönüşebilmektedir. Meyveden sağladığımız faydayı en üst noktaya çıkarabilmek için onu aç karnına tüketmemiz şu anki bilimin tespitleridir. Allah Resûlü’nden gelen rivayetlerde de bu tarz iftar açma ve yemeye başlama alışkanlıklarına rastlamaktayız.Yemeğin üzerine yenen meyveler ve sıvı alımı hazımsızlıklara, gastrit ve ülserlere sebep olabilmektedir.

22- Ve temiz bakışlılar…

Hûr kelimesi Kurân’da ilk defa Rahmân 72’de geçer. Ahver ve havra‘nın her ikisinin de çoğulu olmasından dolayı hem eril hem dişil anlama gelir. Havâri de buradan gelir. Havvertuş-şey, bir şeyi beyazlaştırmak ve yuvarlaştırmaktır. Bu âyetteki ‘ıyn kelimesi ise göz demektir. Hûr ile birleşince temiz bakışlı, iyi niyetli vildânların bir vasfı olarak burada karşımıza çıkmaktadır. Zira hûrinin 17. âyetteki yaşlanmayan gençlerden sonra ikram edilen nimetler ve bunu sunanların ismi değil sıfatı olarak anlaşılması bağlama daha uygun görünmektedir. Şimdi vildânların yani hizmet edenlerin bir vasfı daha zikredilecektir.

23- Sanki saklanmış inci gibidirler.

Âyette geçen “lü’lü” kelimesi inci, özellikle iri, beyaz ve parlak inci anlamındadır. Bu yorumumuzu temellendirdiğimiz Kurân’î referansımız Tûr sûresi 24. âyettir. “Ve kendileri için hizmet edenler onların etraflarında dolaşırlar.Onlar sanki saklanmış inci gibidirler. (Tûr:24) Âyette hizmet edenlerin,kimsenin görmediği ve bilmediğine âtıfla, onların değerli incilere benzetilmesi,hûri kelimesindeki beyazlık ve saflığın da inciye benzetilerek tarif edilmesi önemli bir detaydır.

24- Yapmış olduklarına karşılık olarak.

Cezâ, karşılık demektir. İyi niyetli tertemiz insanların, cennet nimetlerini birbirlerine ikram ettikleri ortam zaten cennet olacaktır. Bu cennetin ve saadetin devamı için bir sonraki âyet günümüze bir uyarı niteliğindedir.

25- Orada boş bir söz işitmezler ve günaha düşmezler.

Lağv, faydasız veya zararlı olduğundan terk edilip ortadan kaldırılması bir görev olan lüzumsuz şeyler demektir. Bu anlamda kişinin amacına ulaşmasında yararı olmayan her tür boş ve anlamsız şeyleri içine alır ve bu meyanda yalanı, gıybeti, çekişmeyi, çekiştirmeyi, iğrenç şarkıları,müstehcen fıkraları ve benzeri şeyleri de kapsar.

Essem’in mastarı olarak te’sim günah olarak meallendirilir. Bu günah türü, kişiyi hayırdan uzaklaştıran bir özelliğe sahiptir. “Sana içki vekumardan soruyorlar. De ki: “O ikisinde de hem büyük günah (ismun kebîrun) hemde insanlar için birtakım menfaatler barındırır. Onların günahları (ism),menfaatlerinden daha büyüktür.” (Bakara:219) 19. âyette içtikten sonra başı ağrıtmayan şuuru bulandırıp idraki zayıflatmayan içeceklere mukabil burada böyle bir kullanım yapılmıştır. Boş söz olan gıybet, iftira, yalan aslında insanların birbirlerini aşağıladıkları, yadırgayıp ayıpladıkları bir sonuç doğurur. Lağv’ın (gıybet vs.) aslında cennetvârî bir barış/selam ortamını bozan, bağımlılık yapıp sarhoşluk veren ve idraki zayıflatan bir yanı davardır.

26- Sadece selâm, selâm denir.

Selâm; barış, huzur,esenlik, saadet, af, mağfiret manalarını kapsar. Bu ifade cennette sadece selîm sözlerin duyulacağını bildirir. Cennetvârî bir sosyal yaşamın olmazsa olmazı barıştır,selâmettir. Barış ve huzurun olmadığı yerde hiçbir nimet ve lezzetin değer ve önemi yoktur. İnsanlar iç ve dış barışı sağlamadan hayattan lezzet alamaz. Bu durumda insanların yiyip içtikleri dünyanın en güzel içecek ve yemeği olsa da boğazlarına dizilir.

27- Ashâbıyemin, ne ashâbıyemin!

Ashâbıyemîn, sağın ashâbı, sağın adamları demektir. Bu ifade 8. âyette ashâbımeymene ve sabikûnları kapsayan genel bir isimlendirmedir. Araplarda sağ; güç ve kuvvet, şeref ve izzetin sembolü olduğundan ashâbıyemin, izzetli, şerefli, mutlu ve bahtiyâr olanlar, iyilik ve erdemde öne geçenler manasındadır.

28- Dikensiz sedir ağaçları arasında.

Sidr, Arabistan kirazı denilen bir ağaçtır. Bu ağaç türü için üç özellik sayılır. Gölgesi geniş, meyvesi leziz, kokusu hoştur.

Mahdûd, hem dikeninden arındırılmış hem de dikensiz demektir. Cennet gibi bolluk ve bereketin olduğu sosyal bir hayat isteyen herkes gıdaya rahat ulaşmalıdır.Bunun yolu da bir sonraki âyette şöyle ifade edilmiştir:

29- Ve meyveleri kat kat dizili muz ağaçları.

Piyasayı doyuracak kadar üretim yapıldığında halk gıdaya kolay ve ucuz yoldan ulaşacak ve halkın temel ihtiyacı olan beslenme imkânı artacaktır.

30- Ve uzayan gölgeler.

Zıll, sözlükte“gölge, karanlık ve himaye” gibi anlamlara gelir. Gıda bolluğu, piyasagüvenliğini de yanında getirmelidir. Ticarette mal güvenliği olmazsa olmazdır.

31- Ve çağlayan sular.

Yeryüzünün dörtte üçü sularla kaplı olmasına rağmen, kullanımına uygun tatlı su miktarı oldukça sınırlıdır.Yüzeyindeki mevcût suyun yüzde 1’den daha az bir kısmı ekosistem ve insan kullanımına elverişli tatlı su kaynaklarından oluşur. Cennetvârî bir hayat ve yemyeşil bir tabiat için temiz su kaynakları hayatî önem taşımaktadır.Önümüzdeki yılların en önemli sorunu temiz ve sağlıklı içme suyuna ulaşımı olacaktır. Dünya nüfusunun yüzde 40’ını barındıran 80 ülke şimdiden su sıkıntısı çekmektedir.

32- Ve pek çok meyveler.

33-Azalmayan ve men edilmeyen.

34- Ve kabartılmış döşekler…

Furûş,  döşek anlamındaki firaş kelimesinin çoğuludur. Mefrûşat, halı,döşeme takımları demektir. Güzel bir hayat yaşamak için âciz yaratılan insanın temel ihtiyaçları, öncelikle gıda ve arkasından barınma ve konaklama ihtiyacıdır.

35- Muhakkak ki Biz, onları bir inşâ ile inşâ ettik.

İnşâ, en güzel şekilde‘inşaat’ kelimesiyle açıklanabilir. Bilindiği gibi, ‘inşaat’ yapılarla ilgili ola­rak kullanılır ve temelin atılmasından yapının tamam­lanmasına kadar geçen süreci kapsar. Bir inşâ ile inşâ etmek, onları daha önce hiç kimsenin görmediği orijinallikte tasarlamak demektir. Bunun yanında yeni bir inşâ; daha önce kullanan, tecrübe eden olmamış demektir.

36- Böylece Biz, onları yepyeni kıldık.

Ebkâr,  “bikr” kelimesinin çoğulu olup lügat anlamı, erkek için kullanıldığında “kadına yanaşmamış bâkire, bekâr erkek”, kadın için kullanıldığında ise “erkeğe yanaşmamış kadın”demektir. (Lisanül Arab) Ancak konumuz olan bu âyetlerde ebkâr kelimesi nesnelere, nimetlere izafe edilmiştir. Anlamı “el değmemiş, dokunulmamış, orijinalliği bozulmamış, yepyeni” demektir. Nitekim bu kelime mecazen “el değmemiş, kullanılmamış, işlenmemiş toprak, eskimemiş, yıpranmamış, yeni”anlamlarında Türkçede de “bâkir topraklar, bâkir orman” gibi ifadelerle kullanılmaktadır.

37- Göz alıcı ve denk.

Lügatlere göre ‘urub kelimesi ‘arube ve‘aribe kelimelerinin çoğulu olup kök anlamı “ibane, izhar (dışa vurma,açığa çıkarma)” demektir. Bir lisanın güzel konuşulması da ‘arube’ kelimesiyle ifade edilir ve bununla meramın ortaya konuşu, açıklanışı kastedilir. (LisanülArab) İ’rab kelimesi de buradan gelir. Bir gıda için kullanıldığında“tadını, kokusunu, nefasetini, lezzetini dışa vuran, gösteren, ortaya koyan”demek olur. Kelimenin bu anlamı düşünüldüğünde, cennet nimetlerinin beğeni uyandıran, çekici, albenili olduğu anlaşılır. Bu kelimenin genel anlayışın aksine kadınların değil, sedirler, döşekler sıralı meyve ve muzlar, gölgeler,fışkıran su gibi nimetlerin sıfatı olarak kabul edilmelidir. Zira bu âyetle nimetlerin sıralanışı bitmiştir. 

“Etrâb” kelimesi “tirb” kelimesinin çoğuludur. Her biri eşit, denk, uyumlu manasına gelir ki sunulan nimetlerde çürük, küçük, lezzetsiz, eksiklik ve noksanlığın olmadığını ifade eder. Bunun yanında muttakî cennetliklere denk, uyumlu, onlara lâyık nimetler manasına dagelir.

38- Ashâbıyemin için.

Sözüne sadık olan erdemli, dürüst, çalışkan insanların (ashâbıyemin)nimetlerle buluşturulması sosyal hayatı daha âdil bir seviyeye yükseltecektir.

39- Evvelkilerden bir silsile.

40- Ve sonrakilerden bir silsile.

Bu âyette 13 ve 14. âyetlerdeki azlık-çokluk ifadesi yerine eski ve yeni nesillerden bu cennetlere kavuşanların olacağı haber verilmektedir.

41- Ve ashâbışimâl neashâbışimâl!

Şimâl, lügatlerde şu’ma kelimesi ile birlikte “sol el” olarak belirtilmiştir. Sol el,zayıflığın ve zilletin simgesidir. Nitekim önemsiz ve aşağı mevkide görülen kimseler meclislerde sol tarafa oturtulurdu. Allah’ın değerler sistemi olan adâlet, liyâkat, merhamet, istişare, maslahat ve ıslahata engel olanlar meclislerde değer görüp itibar bulmamalıdır. Ancak tarihte ve günümüzde kamudan kim daha fazla çalıyor, insanların haklarını kim daha çok yiyip semiriyorsa onlar itibar görüp başköşeye oturtulmaktadır.  

42- Semûm ve hamîm içindedir.

“Semûm” kelimesi içe işleme, “hamîm” sıcaklık ve hararettir. Sonuç, insanın içini yakan derinbir ümitsizliktir.

43- Ve boğucu bir gölge ki,

“Zıll/gölge” serinleten, rahatlatan bir şey iken, ona sıfat olan “yahmum” ifadesi, gölgeye boğucu, nefes aldırmayan bir nitelik kazandırmıştır. Adâlete ve liyâkati amaç edinen yönetimler insanları himaye eden bir yapı oluştururken saltanatı ve iktidarı tek amaç edinen yönetimler vatandaşlarının üzerinde kurdukları tahakküm ile bunaltıcı/boğucu bir baskı rejimi oluşturur.

44- Ne serinletici ne de rahatlatıcı.

Bu fiziksel ve psikolojik son hâlin sebebi bir sonraki âyette şöyle ifade edilir:

45- Muhakkak ki onlar, daha önce mütref idiler.

Mütref, dilediğini yapan ve nimetleri bencilce israf eden, rahatı ve şımarıklığı için her türlü azgınlığı sergileyen demektir. Arapça “Te-Ri-Fe” den gelir, fiil şekli de “etrafa”dır. Lügatte, ‘olumlu manada sulu ve taze oldu, kendine has bolluk içinde semirdi, bitkinin suyu bol oldu’ manâsınadır. Bu fiilden türeyen turfa, az bulunan ve kıymetli olan şey demektir. Türkçede“turfanda sebze veya turfanda meyve” şeklinde hâlen kullanılmaktadır. Turfanda mevsimin ilk yetişen ürünleridir. Olumsuz manada dünya kaynaklarını bencilce tüketerek semiren, dünyayı çocuklarından miras aldığını unutup kendi mülkü zanneden,ahlâkî bir endişe taşımadan zevke dayalı bir yaşam süren herkes mütreftir. İfrat ve tefrit de bu köktendir; aşırı gitmek, ölçüyü kaçırmak, eksiltmek,azaltmak demektir. Sosyolojik açıdan bir toplum harcayamayacağından,ihtiyacından fazlasını emeksiz elde ederse toplum çürümeye başlar. Tıpkı aşırı su verilen bir bitkinin köklerden başlayarak çürümesi gibi.

Zevkler bireyi ve insan ilişkilerini çözerken, dert ve sıkıntılar onları bir arada tutarak olgunlaştırır. Birlikte yaşamak için bencilliği bir kenara bırakıp paylaşmak olgunlaşmanın aslî şartıdır. Paylaşmadığımız her nimet zahmete dönüşerek bedenimizi ve insanlığımızı çürütecektir. Mütref yaşam, ihtiyaçlara değil zevklere dayalı yaşamdır. Hz. Muhammed’e ilk karşı çıkanlar mütref bir hayat yaşayanlardı. Azgınlaştıran zenginlikten ve bezdiren fakîrlikten kurtulmanın yolu sade bir yaşam tarzını benimsemektir. Dünya kaynakları açısından da bu en ideal olanıdır. Mütref yaşam bir tür bağımlılıktır. Bu bağımlılığın yolu haksız kazançla hakka girmekten geçer. İnsan büyük günahlar işleyebilir, hatalar yapabilir. Asıl sıkıntı bunda ısrardır.

46- Ve onlar, azîm sapmada ısrar ediyorlardı.

Hıns kelimesi asıl olarak,“haktan bâtıla kaymak, bâtıla sapmak, günah işlemek ve kararsızlık” anlamlarına gelmektedir. Yemin eden birisinin yemininden caymasına da, “haktan bâtıla kaymak” mânasında hânis olma denir. 

Yusirrûne, “ısrar etmek” kökünden olup “devam ederler” demektir. Bu kökten gelen “surreh” paranın içerisine bağlandığı şey (para kesesi) demektir. Âyette mütref yaşamın devam ettirilmesi için yapılan ısrarın, bağımlılığın derin bir sapmaya dönüşmesinden bahsedilmektedir.

Azîm kelimesi ulu,azametli ve olumsuz manada korkunç demektir. Özetle mütref yaşam, hesap gününü yok saymaya kadar giden korkunç bir sapmadır. Ayrıca bu sapma sosyal adâleti yok eder. İnsanları kendi hevâ ve heveslerine kul eder. (Bkz. Furkân:43)

47- Ve şöyle diyorlardı: “Biz ölüp de toprak ve kemik olduğumuz zaman gerçekten, dirilecek miyiz?”

Şimdiye kadar inmiş olan birçok âyetten de anlaşıldığı kadarıyla mal ve hevâ tutkusu ile âhireti yalanlayanlar, aslında hakîkat karşısında deve kuşu gibi kafalarını kuma gömenlerdir.

48- Ve evvelki babalarımız da mı?

Bu zihniyet, ölen atalarına bakıp‘’Biz de öleceğiz, bu hayatın amacı nedir?’’ şeklinde bir sorgulamaya girmek yerine ölmeden daha fazla saltanat kurup haz peşinde koşmayı hedeflemektedir.Ölümü bir yok oluş olarak görmek, hayatın anlamını zevk ve hazlar derekesine düşürecektir. Âhirete inanmamak, mütref bir hayatı doğurur. Kurân’da buna 46. âyette ‘azîm sapmada ısrar’ denmiştir.

49- De ki: “Muhakkak önce ve sonrakiler de’’

Hesap günü gerçeği, imtihanda olan tüm insanları kapsar. Bu hakîkat bizlere olması gereken yargılamanın temel unsurlarını da öğretmektedir. Doğru ve güvenilir bir adâlet sisteminde geçmişte yapılan fâilimeçhûller dahi gün ışığına çıkarılıp suçlular mutlaka yargılanmalıdır. Adâletin er geç tecelli ettiği, kimsenin yaptığının yanına kalmadığı herkese ibret olarak gösterilmelidir. Bu sebeple adâlet zaman aşımına uğramamalıdır.

50- Malûm günün, belirlenmiş vaktinde mutlaka toplanacaksınız.

Allah, yargılama gününü kimsenin atlatamayacağını net olarak ifade etmektedir. Nasıl ki hakkıyla buna inanan suç ve günaha karşı kendini sakındırıyorsa, dünyada bir inanca sahip olmayanlar için de bu şuur güçlü bir beşerî adâlet sistemi ile sağlanmalıdır. Adâletin atlatılmayıp mutlaka karşısına çıkacağı inancı, zaman aşımına uğramayacağı bilinci, suç oranında gözle görülür bir düşüşü beraberinde getirecektir.

51- Sonra siz, ey gerçekten dalâlette olan yalanlayıcılar!

Dâllun; köken itibariyle doğru yoldan sapmak, ayrılmak anlamlarına gelir. Mukezzibûn,  “tekzib” manasındadır. Mükezzib bir kötüleme sıfatıdır.  Ticaret, siyaset,inanç ve insani ilişkilerde yalan, dalâletin ta kendisidir. Adâlet yokluğu,insanlığın ortak doğrularından sapmayı (dalâleti) ve güvensizliği beraberinde getirir. Menfaatleri için sürekli birbirlerini aldatan toplumlarda ilerleme ve medeniyet beklenemez. Şeytan, atamız Hz. Âdem’i yalanlarla kandırıp dalâlete sürüklemiştir. Yalan ve dolanla başkasının hakkını yemek şeytanî bir aldatmacadır. Başkalarının özgürlük alanı bizim yasak ağacımızdır.

52- Mutlaka zakkûm ağacından yiyeceksiniz.

Zakkûm,  sözlükte “yutmak, bir şeyi nahoş şekilde yemek”gibi anlamlara gelir. Halk dilinde “çokacı, zehir zemberek, zehir zıkkım” vb. deyimlerle günlük hayatımızda da kullanılmaktadır. Yine Arap dilinde kelimenin aslı olan “ez-Zakm“, ‘’oburca yemek-içmek, yalayıp yutmak’’ anlamlarına da gelirdi. Zakkûm ağacının öz suyu zehirli olduğundan insan ve hayvanların yaklaşmadığı tehlikeli bir bitkidir. Kurân’da dört sûrede toplam 15 âyette zakkum kelimesi geçmektedir. (Bkz. Sâffât:62-68 ve Duhân:43-46) Bağlamdan anladığımız kadarıyla mütref bir hayat süren ve adâletin zaaflarını sûistimal eden, helal-haram demeden başkalarının hakkını gasp eden herkes aslında Kurân’î bir üslupla karnını zehir zıkkımla doldurmaktadır.

53- Böylece içlerini onunla doldurdular.

Butûn, “kapalı olmak, içte kalmak” mânasına gelir. Sırtın tersi olduğundan içte kalan karın bölgesine de bâtın denmiştir.

54- Üzerine hamimden içecekler.

Hamîm, çok sıcak olan sudur. Ter de teşbih yoluyla hamim diye adlandırılmıştır. Hamam ve humma da buradan gelir. Cehennemdeki muamele dünyadakinin misli ve tam karşılığıdır. Bir önceki âyette başkalarının, kamunun malını, servetini hortumlamak anlatılırken burada Allahualem onların alın teri, zihin terine de uzanan emek hırsızlığının sonucuna bir gönderme olabilir.

55- Öyle ki, suya kanmayan hasta develerin içmesi gibi içeceksiniz.

Âyette o coğrafyada yaşayanların gözlemlediği tasvirler yapılmaktadır. Yapılan anlatım caydırma ve sakındırma içerir.Tasvirlerde etkileyici bir benzetme sanatı kullanılmıştır. Cehennemdeki bu hâl dünyadaki emek ve rant hırsızlığının bir uzantısıdır. Bu azap aslında dünyada başlamaktadır. Emek ve servet hırsızlığı, yolsuzluk ve dolandırıcılık, bilgi hırsızlığı aslında çalanı hasta eden, âciz düşüren bir kolaycılıktır. Misal, sürekli çalarak ilmî tez ve yayınlar hazırlayan sözde akademisyen, hazıra alışarak uzmanlık alanında bile insanlara kayda değer hiçbir şey söyleyemez. Asalak yaşam insan onurunu kemiren, zedeleyen bir hastalıktır. Hastalığın çözümü sürekli hortumlamak, çalmak değil zor da olsa dünyanın cazibesine kapılmadan, kimseye yük olmadan, emek odaklı bir yaşam prensibi edinmektir.

56- Bu, onların din günündeki ziyâfetleridir.

Din, “deyn” kökünden gelir ve manası borçluluk bilincidir. Din günü, insanın Allah’a, insanlara ve diğer mahlûklara olan sorumluluklarını ve borçlarının sorgulanacağı hesap günüdür. Nüzul kelimesi bu âyette “misafire takdim edilen yemek” anlamındadır. Misafir misafirliğini bilmezse hak ettiğini bulmasından şikâyet etmemelidir. Cehennemliklerin yediklerinin ziyâfet olarak nitelenmesi ince bir göndermedir. Dünyada emeksiz elde edilen menfaatin, insana lezzetli ve çekici gelmesine bir göndermedir.Aslında yetim malı yiyenler, halkın sırtından kendine ziyâfet çekenler, zehir zıkkım yediklerinin farkında olmalıdır.

Cennet gibi sosyal bir hayat için güçlü bir adâlet ve cezalandırma sistemi olmazsa olmazımız olmalıdır. Günde 3 öğün beslenerek semiren mahkûmların, taşkınlık yapmaları kaçınılmazdır. Sadece günlük protein, karbonhidrat, vitamin ve mineral ihtiyacını karşılayan, lezzetsiz içecek ve yiyecekler verilerek taşkınlıkların ve hapishane isyanlarının önüne geçilebilir. Ceza infaz evlerinde mutlaka suçlular işledikleri suç ve mağdur ettikleri insanlar oranında sınıflandırılmalıdır. Yiyecek ve içecekler bile bu sınıflandırmaya uygun verilmelidir.  Fizikî olarak güçlü mahkûmların zayıf ve yaşlılar üzerinde tahakküm kurması engellenmelidir.

57- Sizi Biz yarattık. Hâlâ tasdik etmiyorsunuz?

Âyette biz ifadesi ile insanın yaratılıp dünya misafirhanesine gönderilişindeki farklı birçok unsura dikkat çekilerek, doğrudan değil dolaylı yaratılma süreci ifade edilmiştir. Buradaki dip mana sizin sahibiniz ‘biziz’dir. Zira insan neye sahipse hepsi yaratanın emanetidir. O yüzden emaneti verenin rızası asıl olandır. ‘’Şu an varlık âleminde olmayan gelecek nesil nasıl olur da zamanla bizim gibi gezen, konuşan, düşünen ve üreten bireyler oluyorlar? Bu yokluktan varlık âlemine çıkmak değil midir?’’ şeklindeki bir soruyu Kurân zihinlere bırakmıştır.

58- Öyleyse akıttığınız meni nedir, gördünüz mü?

 “Erâeyte”gözle görmek anlamına geldiği gibi aynı zamanda gözlem yapıp üzerinde düşünmek,anlamak anlamlarına da gelmektedir. Meselâ biz, “Bakın!” deriz. Bunun anlamı, biraz ‘’Düşünün!’’dür. Bu meyanda âyet, “Attığınız o meni üzerinde hiç düşündünüz mü?” şeklinde anlaşılmaktadır. Bu tarz örnekler Kurân’da sıklıkla verilir. Bir tohumun dev bir ağaca dönüşmesi veya gözle görülmeyen bir hücreden yeryüzünün en zeki varlığının oluşması aslında Allah’ın yoktan yaratmasına bâriz örneklerdir. Bu varlığı var edene nankörlük, kendi varlığını da inkârdır.

59- Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan Biz miyiz?

Nimetin şuurunda olmak açısından bir kimsenin, yeryüzündeki diğer varlıkları ve özellikle kendi bedeni hakkında biraz bilgi edinmesi ve düşünmesi gerekmektedir. Bu okuma yaratanı tanıma adına olursa, muhteşem tasarımın ancak muazzam bir güç ve kudret tarafından gerçekleştirildiği ve bunu bir kez yapanın elbette tekrar yaratmaya güç yetireceği konularında kalbî tatmin gerçekleşecektir. 

60- Aranızda ölümü Biz, takdir ettik. Ve Bizim önümüze geçilemez.

Yeniden dirilişi inkâr edenler,ölümü inkâr edemeyecek kadar âcizdir. “Aranızda ölümü takdir ettik.” denerek ölümün yaratılış için olmazsa olmaz nimet boyutuna da dikkat çekilmiştir. Yeni nesillerin hayata gelmesi eski nesillerin ölümü ile gerçekleşir.

61- Sizi emsallerinizle değiştirmek ve sizi, bilmediğiniz bir şekilde yaratmak için.

Mutlak değişim için kullanılan “tebdil”in sözlük anlamı, bir şeyi başka bir şey ile değiştirmektir. Yalnız bu kelime tahvil ve tağyir kelimesinden farklı olarak eskisini kaldırıp yerine başka bir şey koymak anlamına gelir.

62- Ve and olsun ki, önceki neş’eti bildiniz, hâlâ tezekkür etmiyor musunuz?

Tezekkür,  “düşünüp öğüt almak, ibret almak, ders çıkarmak” demektir. Bu kalıbın özelliği,külfet içermesidir. Neş’et, doğada bitkilerin topraktan çıkışıdır. Kışın ardından bahardaki dirilme üzerinde araştırma yapanlar, bunun farklı bir mekanizma ile insanlar için de gerçekleşme ihtimalinin yüksekliğini fark edeceklerdir. Önceki neş’et’ten kastın ilk beşerlerin yaratılması olmasından ziyade kuraklığın veya kışın arkasından gelen yağmurlarla toprağın ve tabiatın canlanmasıdır. Zira bir sonraki âyet bunu örneklendirerek açıklamaktadır.

63- Öyleyse ektiğiniz ekin nedir gördünüz mü?

Toprağa ektiğiniz tohumu hiç düşündünüz mü? Önce menideki o tek tohum hücre üzerinde, şimdi de toprağa yeni bir hayat için gömülen tek habbe üzerinde düşünmemiz istenmektedir. İnsanın varlığı meniye, hayatının devamı tohuma bağlıdır. Bu açıdan düşünüldüğünde tohumun korunması ve geliştirilmesinin önemi ortadadır. Zira geleceğe hâkim olacak toplumlar, tohum bilimi ve embriyoloji üzerinde araştırma yapan medeniyetler olacaktır.

64- Onu siz mi yetiştiriyorsunuz, yoksa onu yetiştiren Biz miyiz?

İnsanın varlığının devamı tamamen Allah’ın tabiata koyduğu yasalara bağlıdır. İnsan, ancak bu yasalara mutabık kaldığı sürece yaşamını devam ettirebilir. Allah’ın yasalarına mutabık kalınarak aktif bir şekilde ucuz, organik tohumların yetiştirilmesi sağlıklı beslenme ve açlıkla mücadelede kritik önem taşıdığı da alabileceğimiz derslerdendir.

65- Şayet dileseydik, elbette onu kuru ot kılardık. Böylece sızlanır dururdunuz.

Tefekkehûne; onun kötü halinden sızlanmak, ne yapacağını şaşırmak,verdiğiniz emekten dolayı pişman olurdunuz, demektir. İkrime “Yaptığınızdan ötürü birbirinizi kınardınız.’’ demektir, der. Bu kelimeyi Elmalılı da ‘’Gevelerdiniz.’’şeklinde meallendirmiştir. Oyunu kuran, kuralları belirler. Hayatı var edenin kurallarını hiçe saymak mahrûmiyettir.

66- Muhakkak zarardayız

67- Doğrusu, biz mahrûmuz.

68- Ayrıca siz, o içtiğiniz suyu gördünüz mü?

Kullanılabilen su kaynaklarının önemi de ortaya çıkmaktadır. Suyun kullanılabilmesi için tuzdan, zararlı patojenlerden ve ağır metallerden arınmış olması gerekir. Dünyadaki suyun %97,5'i tuzlu su olduğundan insan tüketimine uygun değildir. Bu suyun kullanılır hâle gelmesi için gerekli mekanizmaya sonraki âyetlerde dikkat çeker.

69- Onu bulutlardan siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz?

Tam bir doğal mûcize olan yağmur suyunu normal sudan ayıran özellik tuz, klor, ağır metal ve kimyasallar içermemesidir. Yaratanın tabiata koyduğu yasalar yaşam için hayatîdir. Bu mekanizmaların korunması her muttakinin görevidir. Yağış dengesizliklerine sebep olan küresel ısınma ile mücadele, Allah’ın yasalarını/âyetlerini korumak için yapılan mukaddes bir mücadeledir.

70- Eğer dileseydik, onu acı kılardık,öyleyse niçin şükretmiyorsunuz?

Deniz suyu böyle bir mekanizmadan geçmeden içilmez. Böbrek, adeta filtre gibi, kandaki zararlı maddeleri süzer ve bunları idrar yolu ile dışarı atılmak üzere mesaneye gönderir.Ancak böbrek en fazla %2 oranında tuzlu idrar üretebilir. Oysa deniz suyu yaklaşık %3 oranında tuzludur. Eğer susuzluğu gidermek için deniz suyu içilirse, vücut bu tuzu atabilmek için, vücutta var olan suyu da kullanacaktır.Hücrelerimizde var olan su, tuzu elimine etmek için hücre dışına çıkar, buna ozmos süreci denir. Vücut, aşırı miktardaki tuzu gidermek için, daha fazla idrar üretme eğilimi gösterir; ancak idrar her zaman deniz suyundan daha az tuzludur. Yani deniz suyu içmek, vücudumuza su vermek yerine, su eksiltmek olur. Buna susuzluk paradoksu denir. Bir litre deniz suyu içen 1,5 litre su kaybeder. Tatlı su kaynaklarını korumak ve onu susuz coğrafyalara ulaştırmak şükürdür. Yağmur mekanizmasını bozan küresel ısınma ile mücadele şükürdür.

71- Ayrıca o yaktığınız ateşi gördünüz mü?

Su molekülü 2 hidrojen, 1 oksijenden oluşur. Hidrojen yanıcıdır. Hidrojenin yanması ile elde edilen enerji çok fazladır. İşte bu yüzden uzaya gönderilecek araçlarda sıvılaştırılmış hidrojen kullanılır. Hidrojen son derece yüksek sıcaklık üreten yanıcı bir gazdır. Yanması için oksitleyici maddeye ihtiyacı vardır ki bu maddede atmosferimizde bol miktarda bulunan oksijendir. Hidrojen atomları oksijen atomları ile karşılaştığında “yanar” ve bu reaksiyonun ürünü de sudur. Başka bir deyişle su, ateşin bir ürünüdür. Sonuç olarak, kâğıdı yaktığımız zaman kül elde ettiğimiz gibi hidrojeni oksijenle yaktığımızda da su elde ederiz. Nasıl ki küllerin yeniden yanması mümkün değilse suyun da yanması mümkün değildir ve ikisi de söndürücüdür.

72- Onun ağacını siz mi yoksa Biz mi inşa ettik?

Petrol ve kömür de dâhil, kökeni bitki olan tüm fosil yakıtları kapsayan bir ifadedir. Ateş aslında bir enerjinin dönüşümüdür. Şöyle ki güneşten elde edilen enerji ile sular buharlaşır. Buharlaşan sular yeryüzüne düşer ve tohumları sular. Bu tohumlardan yepyeni filizler çıkar. Çıkan bitkiler veya o bitkilerden beslenen hayvanlardan fosil yakıtlar oluşur ve güneşin ateşi yine ateş şekline dönüşür. Bakıldığında enerji kaybolmamaktadır. Peki, dünyada yok olan hiçbir şey yokken insan öldükten sonra neden yok olup gideceğine inanır?

73- Biz, onu ibret ve ıssız yolculuklar için bir metâ kıldık.

Mukvîn,  ismifâil olup “kaviye” fiilinden türetilmiş ve ‘’terk edilmiş oldu, terk edildi, perişan oldu, dolayısıyla ıssız ve tenha’’ anlamlarına gelir. Ateş hem cehennem azabını hatırlatan bir ibret kılınmış, hem de yolculuklarımızı yapmamızı sağlayacak bir metâ kılınmıştır. Buharlı motorlar, içten yanmalı motorlar, roketlerin hepsi ateşin hareket enerjisine dönüşmüş hâlidir. Uzayın o ıssız ortamına bizi çıkaran, çok yüksek bir ısı ve itiş gücü üreten yine ateş teknolojisidir.

74- Artık Rabbini azîm ismi ile tesbih et.

‘’Tesbih et!’’ şeklinde meallendirdiğimiz sebbih, sebbeha fiilinin emir kipidir. Kelimenin kökeni olan ‘sebeha’ fiilinin kök anlamı “suda ve havada hareket etmek”demektir. Bu kelime cisimlerin havada hareket etmesi anlamında Kurân’da şöyle kullanılmıştır:“Her biri bir yörüngede yüzmektedir.”(Enbiya:33) Rabbini “Azîm” ismi ile tesbih etmek, Rabbin azametine uygun hareket etmektir. Allah’ın azametli yasalarına/âyetlerine saygı duyup onları öğrenmek ve ona göre hareket etmektir. Rükûdaki sembolizm bu şuurun telkinidir.

75- Artık yok! Yıldızların mevkilerine yemin ederim.

Necm, yıldız demek olup çoğulu 'nücûm'dur. Araplar ‘en-necm’ ile Süreyya yıldızını kastederlerdi. Aynı kökten olan teneccüm, yıldızlarla hükmetmektir. Müneccim, yıldızlarla uğraşan kişidir.

Mevâki,  tekil ve çoğul olarak da okunmuştur. Vuku’ kökünden gelen bu kelime iniş anlamında yıldızlar için kullanıldığında “batış” manâsını ifade eder. Kelime çoğul olarak okunursa yıldızlar için “yörünge” anlamına da gelir.Bu anlamda mevâki “mevkiler”, ya yıldızların yok olduğu kara deliklere ya da bu çekim güçlerinin etrafında yüzdükleri yörüngeler manasındadır. Rabbimiz önce ıssız yolculuklarda kullanılan ateşe dikkat çektikten sonra burada yıldızların yörüngelerini işaretle bunun azametli bir yemin olduğunu şöyle ifade etmektedir:

76- Ve muhakkak ki o, çok azametli bir yemindir, keşke bilseniz.

Bu âyette ‘Keşke bilseniz!’ denilerek âyetin indiği dönemde yıldız yörüngeleri ile ilgili bugün bilinenlerin henüz bilinmediği ifade edilmiş olabilir. Aynı zamanda bugünkü insanlık ailesinin de henüz birçok şeyi bilmediğine de bir işâret olabilir. Kurân’ın yönlendirdiği istikametinde çalışmak gerektiği ve bu ufuk bilgilerin Kurân’ın bir ikramı olduğu bir sonraki âyette şöyle ifade edilir:

77- Muhakkak ki O, gerçekten kerîm olan Kurân’dır.

Kerîm sıfatının Kurân’ı nitelediği tek yer burasıdır. Bu âyetten dolayı Kurân-ı Kerim deriz. Kerîm, ikram etmek ve bu ikramı da en kaliteli ve değerlisi ile vermek demektir. Kurân, insanlık için El-Kerîm olan Allah’ın değerli bir ikramı ve kıymetli bir lütfûdur.

78- Korunmuş bir kitaptadır.

Buradaki kitabunmeknûn terkibi, “saklı, sağlam, korunmuş ve bozulmamış kitap” anlamına gelir. Kurân kaynağı itibariyle, Allah’ın korunmuş yasalarına dayanmaktadır. Bir şeyi korumak için onu hak ve hakîkatle ilişkilendirmek yeterlidir. Kurân’ın verdiği ufuk bilgiler zamanının ötesindedir. Bu nedenle muhatapları tarafından cinlerin tasallutunda,aslı astarı olmayan sözler gibi algılanma riskine karşı Kurân hem kaynağının hem de o kaynaktan bize kadar ulaşmasının temiz olduğunu ifade etmektedir. Kurân’ın bozulmadan bize kadar ulaştığının en önemli delili verdiği bilgilerin güncelliğini yitirmemiş olmasıdır.

79- O’na, temiz olanlardan başkası dokunamaz.

Ne yazık ki birçok müfessir, bu âyeti bağlamından koparıp Kurân’ı da Mushaf’a indirerek birtakım hükümler çıkarmıştır.Onlardan bir kısmına göre abdestsiz, cünüp ve hayızlı olanların Mushaf’a dokunması bu âyet sebebiyle câiz değildir. Bu konudaki hâkim kanı, Mushafa bdestsiz tutulamaz; fakat ezbere okunabilir. Cünüp olan kimse ise Mushaf’a el süremediği gibi Kurân’ı ezbere de okuyamaz şeklindedir. Ancak Kurân, yazılı olarak değil, sözlü olarak vahyedilmiş bir mesajdır. Sözlü olarak vahyedilen Kurân’ın, yazıya geçirilip kitaplaşmış hâline Mushaf denir. Öyleyse peygamberliğin ilk yıllarında inen bu âyetlerde Mushaf kastedilmiş olamaz; zira mushaflaşma Mekkî 6 veya 7. yıl için çok erken bir tarihtir. Burada kastedilen,Allah katından Hz. Peygamber’e sözlü olarak iletilen vahiylerdir. Zaten âyette dokunamaz deniyor yani istese de dokunamaz. Maksat abdestsiz Mushaf’a el sürmemek kastedilseydi dokunamaz değil dokunmasınlar şeklinde olması emir gerekirdi. Haddizatında, aynı zamanda burada muhatap Kurân’a inananlar değil, Allah kelamı olduğuna inanmayan, şüphe edenlerdir. (Bkz. Vâkıa:81)

Mutahharûn, t-h-r kökünün ortadaki harfi tekrar edilmek suretiyle dört harf haline getirilmiş bir kelimedir. Arapçada orta harfi tekrar ederek yeni bir fiil elde etmeye yarayan kalıba tef’îl babı denir. Tef’il”kalıbından gelen tathîr kelimesi ve türevleri, Kurân’da geçtiği onyedi yerde de “tenezzüh, tenzih etme, manevî kirlerden arıtma ve tertemiz etme” anlamında kullanılmıştır. (Bkz.Abese:13-16,  Hac: 26, Bakara: 125, Âli İmrân:42-43, Tevbe:103, Mâide:6-41,Enfâl:11, Ahzab:33, Nîsâ:57, Beyyine:2 ) Buradaki temizliğin maddî değil manevî olmasından dolayı mutatahharûn kelimesi,kirden temizlenenler anlamına gelirken, mutahharûn kelimesi ise melek gibi aslî olarak temiz olanları kast eder diyenler de olmuştur. Bu nedenle de âyetteki mess/dokunma kelimesinin “istifade edebilme/yararlanabilme” şeklinde yorumlandığı yani “Kurân’dan ancak temiz bakışlı, iyi niyetli, kötülüklerden ve günahlardan sakınanlar istifade edip yararlanabilecekler.” şeklinde de tefsir edenler olmuştur. Zaten mutahharûn iyice arınmış, temizlenmiş manasına gelmektedir. Kurân okumadan önce kovulmuş şeytandan Allah’a sığınma da aslında zihnî bir arınmadır. Ancak burada Kurân’ın kaynağına ve mahiyetine şaibe bulaştırma zihniyetine karşı bir savunma söz konusudur. Bizim kanaatimiz; Kurân kaynağından muhatabına ulaşıncaya kadar temiz ve şaibeden uzak bir şekilde Nebî’ye ulaşmış, arınan Nebî onu arındırmak amacıyla insanlara ulaştırmıştır. Sonuç olarak, Kurân’ın Mushaf hâlini abdestsiz okumak kesinlikle saygısızlık değildir. Zaten abdest saygı ile değil,temizlikle alâkalıdır. Kurân’a karşı asıl saygısızlık, içinde ne yazdığını merak edip okumamaktır. Onun emir ve tavsiyelerini kulak ardı ederek onu tehcir bırakmaktır. Haddizatında bu yüzyılda Kurân artık ağaçtan elde edilen sayfalarla birlikte cep telefonu ve diğer dijital araçlardan okunmaya da başlanmıştır. Zira teknoloji, bir şeyi okumak için ona dokunmanın gerekmediği, göz hareketlerini algılayan ve böylece monitördeki sayfaları çeviren bir noktaya ulaşmıştır. Tarihin bir köşesinde kalmış kâğıttan yapılmış Mushaf’ı abdestiz dokunmanın caiz olmadığı görüşü bugüne ve bilginin mikro çiplerle taşındığı geleceğe hitap etmeyen tarihsel bir yorumdur.

80- Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.

Bu bilgiler âlemleri yaratan tarafından indirildiği için âyetler, âlemlerin büyüklüğü oranında düşünülmeli ve yorumlanmalıdır. Tarihsel bir bakışla, zaman ve mekânla kısıtlı yorumlar âlemlere hitap etmediği gibi kaynağa da hakaret etmektedir.

81- Yoksa siz bu sözü lekeliyor musunuz?

Hadîs, fiil olarak “vâki olmak, var olanı hadiseyi aktarmak’’ demektir. Haddese kalıbı da “haber vermek,hadis rivayet etmek, konuşmak” anlamına gelmektedir. Mudhinûn, “gevşeklik gösterenler” demektir. Bu kelime esasında herhangi bir deriyi, bir nesneyi yağlamayı kasteder. Yağ gevşetir, ancak burada lekelemek manası bağlamdan dolayı öne çıkmaktadır. ‘’Şimdi bu kelama siz yağ mı süreceksiniz?(Elmalılı)“Şimdi siz, bu (İlâhi) kelâma mı yağ (leke) süreceksiniz?”( A.F. Yavuz) biçiminde anlayan müfessirler gibi düşünmekteyiz. Türkçedeki çamur atma değiminde olduğu gibi karalama/kirletme çabası söz konusudur.

82- Ve siz, yalanlamayı kendinize rızık ediniyorsunuz.

Bazı kimseler hakîkati yalanlamayı kendine geçim kaynağı hâline getirir. Mesleği yalan olanlar, en çok direnen ve zarar verenlerdir. O yüzden inanç bir geçim kaynağı olmamalı,teolojik konulara menfaatler bulaşmamalıdır. Yalandan para kazanıp bunu meslek hâline getirmek günümüzde de çok sık rastlanılan bir hastalıktır. Gerçeği sahte,doğruyu eğri gibi göstererek bundan rant elde eden her tür tâcir, siyasi ve ruhbana vaaz olarak ölüm yeter.

83- Hele can boğaza gelip dayandığında.

Hulkûm, boğaz demektir. Tükçede de kullandığımız halka kelimesi de bu kökten olup boğaza benzediğinden bu adı almıştır. Dilimizde “canı boğazında” deyimi bu manada kullanılır. Bu deyimsel ifade, canın çıkmak üzere bulunduğu can çekişme vaktini tasvir içindir.

84- Ve siz, o anda bakakalırsınız.

Burada siz zamiri ile kastedilen,ölünün can çekişmesine tanık olup orada bulunan ve hiçbir şey yapamayanlardır. Ölüm karşısındaki âcziyet resmedilmektedir.

85- Ve Biz, ona sizden dahayakınız; fakat siz görmezsiniz.

Ölüm ve sonrası tamamen gayb alanıdır. Ölülerin akıbeti ile alakalı hükümler vermek, zanlarda bulunmak gaybı taşlamak olur. İnsan doğduğu andan itibaren bu hayatı verene borçlanmaktadır.Kendi emeğimiz ve gayretimizle elde ettiğimiz bir bedene, akla, uzuvlara ve ebeveyne sahip değiliz. Bunlar ve daha birçok nimet bize en başta el-Vehhab olanın armağanıdır. İşte asıl nankörler kendisini hiçbir şeye ve hiç kimseye borçlu hissetmeyenlerdir.

86- Öyleyse eğer siz borçlu değilseniz.

Medînin ‘d-y-n’ kökünden gelir. Bu kökten gelen bütün kelimeler “borç ve hesap’’ anlamlarını taşır. Mütedeyyin; boyun eğen, itaatkâr demektir. Şehre Medine denmesinin sebebi bir hukuk, ticaret ve borçlanma ile oluşan sorumlulukların câri olmasındandır. Kısaca, insan Allah’a borçludur. Dinde borçluluk bilincidir. Borçluluk aynı zamanda zorunlu ontolojik bir bağlılık ilişkisini de doğurur.

87- Onu geri çevirin eğer siz sâdıksanız.

Borçlu olmayandan tahsilât yapılamaz.Eğer kendi hayatını kendi emeği ile elde etmiş biri olsaydı o hayatı onun elinden, onun izni olmadan kimse alamazdı. Ölümü geri çevirebilirdi. Ancak dünyada hiçbir mahlûkun böyle bir tasarrufu yoktur. Âyetteki meydan okuma günümüzde hâlâ dillendirilen ölüm meleğini geri çevirme menkıbelerine bir reddiyedir. ‘’ Onu geri çevirin eğer siz sâdıksanız.’’ meydan okuması, zorunluontolojik bağlılık ilişkisi sebebiyle cevapsız kalacaktır.

Allah’ın bizi kendisine borçlu hissettirmesi yine rahmet ve merhametindendir. Allah’ın hiç kimsenin kulluğunave canına ihtiyacı yoktur. Yaratan, önüne geçilemeyecek şekilde bizi emsallerimiz ile değiştirir. (Bkz. Vâkıa:61) Aslında bu anlatımlar dünyevîleşme hastalığına karşı bize sunulmuş reçetelerdir. İnsanın kendi varlığının ve dünyalıkların emanet olduğu şuuru insanoğlundaki hırsı törpüler. Zira bu hırsın fazlası zulüm üretmektedir.

88- Fakat o mukarrebîn oldu ise.

Mukarrebîn sözlükte “yakın olmak, yaklaşmak” mânasındaki kurb kökünün tef‘îl kalıbından türer. Kelime çoğul şeklinde bir sıfattır. İsim olarak da kullanılan kurb sadece fiziksel yakınlık için değil kişinin bir başkasının yanındaki itibar ve değerinin yüksekliğini de ifade eder.

Ölen kişi Allah’a yakın ise onun ilke ve âyetlerine uygun bir hayat sürüp ölüm meleklerine emaneti teslim eder. ZiraAllah’ı seven bir an önce ona kavuşmak ister. Allah’a yakın olan birinin ölümügeri çevirmesi Kurân, akıl ve mantığa aykırıdır.

89- Artık, rahatlama, ferâhlık ve nimet cenneti…

Revh kelimesinden maksat rahatlamaktır. Hasan Basri “Revh, rahmet demektir.” demiştir. Dahhak ise“İstirahat etmektir.” şeklinde anlamıştır. Aslında burada öncelikli mana iç huzur, mutluluk ve kurtulmuş olmanın verdiği rahatlamadır. Reyhan, güzel kokulu ve gönül açıcı demek olup ayrıca koklanan güzel kokulu otların hepsine denir. Bu tarz nimetler insanı ferahlatmasından dolayı bu şekilde meallendirilmiştir. Hesap gününde yüzü ak çıkmanın verdiği rahatlık ve iç huzur cennet nimetlerinin lezzetini de arttırmaktadır. Son araştırmalarda yemek yenilen ortamın huzurlu olması ve rahat hissettirmesiyle yemekten alınan lezzettin o oranda arttığı tespit edilmiştir.

90- Ve ashâbıyeminden oldu ise.

Ashâbıyemin; iyilik,erdem, dürüstlük ve doğrulukta yani marufta birleşen, Allah’a verdikleri sözde duranlar demektir. İnsanlığın ortak doğruları olan marufun etrafında toplanma; selâmet, barış, mutluluk, rahatlık ve güveni beraberinde getirerek hayatımızı da nimetlerle dolu cennetlere dönüştürecektir.

91- O hâlde ashâbıyeminden sana selam…

Selâmet, barış, huzur ve güvenliğin verdiği ferah, mutlu bir yaşam kesinlikle tesadüfî değildir. Ashâbıyemine katılmak aslında barış ve selâmın kişinin üzerine olması demektir. Bu âyetler sadece konuşma ile birilerine selâm söyleme şeklinde sığ anlaşılmamalıdır. İyi,erdemli, muttaki insanlar nereye gitseler barış, selâm ve mutluluğu beraberinde götürenlerdir.

92- Ve fakat dalâletteki yalancılardan oldu ise.

Yalan ve kandırma hiçbir zaman kalıcı bir huzur ve mutluluk getirmez. Bir müminin olmazsa olmazı dürüstlük olmalıdır. Zira iman kavramı, kök anlamıyla evin iç avlusu demek olup güven ve emin olmakla alâkalıdır. Yalancılık dalâletin ta kendisi olup bulunduğu ortamı cehenneme çevirir. Yalanı dilimize o kadar yerleştirmişiz ki maalesef bazen cümlelerimize ‘doğruyu söylemek gerekirse’ şeklinde başlıyoruz.

93- Artık hamîmden ziyafet.

Hamîm, sıcaklık ve hararettir. Yalan ve kandırma ilk başta söyleyene tatlı gelebilir; ancak bunun sonu her zaman çok acı biter.

94- Ve cahîme yaslanma...

Cahîm, çok kızışmış ateş kelimesinden gelir. Çukurda yanan alevli ateş demektir. Kurân’da 26 kez geçer. Cehennemin isimlerinden biridir. Cehennem aynı zamanda insanın içini yakan derin bir ümitsizlik hâlidir. Sonuç olarak yalan insanı insan yapan değerlerin düşmanıdır. İnsan kötülük veya günah için yalan söyler, sonra bu kötülük ve günahlarını yine yalanla örtmeye çalışır. Bunu başarırsa daha fazla suç ve kötülüğe batar. Sonunda dünyasını da âhiretini de yakıp kül eder. Bütün inanç ve kültürlerde yalan kötüdür.

95- Muhakkak bu gerçekten, hakkulyakîndir.

Âyette geçen “hakkulyakîn” tamlaması hakve yakîn kelimelerinin bir arayagelmesi ile oluşur. Hak gerçek, yakîn ise kesin demektir. Bu manada hakkulyakîn gerçeğin ta kendisi demektir. İçine girmeden, onun gerçekliğini yaşamadan anlaşılamayacak bir hakîkattir. İlmelyakîn, bir şeyin kötü olduğunu bilgi ile anlamak; aynelyakîn,gözlemle fark etmek; hakkulyakîn ise bizatihi tecrübe edip yaşayarak öğrenmedir. Bazı şeylerin tecrübe ile öğrenilmesi çok büyük kayıp ve bedellere sebep olabilir. Bu nedenle makbul olanı ilmelyakîn ile hakîkate ulaşmaktır.

96- Artık Rabbini azîm ismi ile tesbih et.

Bu sûrede ‘’Rabbini azîm ismi ile tesbih et!’’ emri iki yerde gelmiştir. İlki 74. âyette Rabbin tabiata koyduğu yasalara uyumluluk manasında maddî saadete bir göndermede bulunurken, burada biraz daha sosyolojik ve manevî yasalara riayet ve âhiret bağlamında da bunun yapılması istenmiştir. Dünya ve âhiret saadeti için Kurân bize gerçeğin ta kendisini anlatıp ona uygun hareket etmemizi önermektedir. Kaynaklarda, bu sûrenin son âyeti nazil olduğu zaman Hz. Peygamber’in müminlere, “Rükûda sübhane rabbiyelazîm’’ deyiniz diye buyurduğu belirtilir. Bu da Hz. Peygamber’in namazla ilgili en ayrıntılı uygulamaları bile Kurân’dan aldığını gösterir. Allah’ın maddî-manevî yasalarına boyun bükerek hareket etmek, bizlere dünya ve âhiret saadeti kazandıracaktır. Namazda bu emrin her rükûda gerçekleştirilmesi Allah’ın yasalarına uygun hareket etmenin önemine ve zorluğuna binaendir. Bu telkinin şuuru ile rükû edilmesi daha hikmetli sonuçlar doğuracaktır. (Allahualem) 

Vâkıa sûresinden anladıklarımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu Allah bilir.

 
Eklenme Tarihi : 1.01.2020 21:47:03
Okunma Sayısı : 3972