يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

21- Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk (Emir ve yasaklarına riayet) ediniz. Umulur ki, böylece kendinizi (İlahi azaptan) korumuş olursunuz. (Bakara:21)



.





İNSAN SÛRESİ

İNSAN SÛRESİ

هَلْأَتَى عَلَى الْإِنسَانِ حِينٌ مِّنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُن شَيْئًا مَّذْكُورًا

1-İnsanın üzerinden, henüz “anılmaya değer bir şey” değilken, uzun bir zaman geçti mi?

Hel, soru edatıdır. Âyetteki sorunun cevabı, “Evet, geçti.” şeklinde olmalıdır. Arapçada bundan başka soru edatları da vardır. Her soru, cevap için değildir. Hemze ile sorulan sorular genelde tefekkür içindir. Keyfe ile sorulanlar, durum ve uyarı içerir. Hel, tasdik anlamıyla sadece olumlu cümlelerde kullanılır. Kurân’daki kullanımlarından biri de kesinlik ifâde etmesidir. Yani hel eta (geçti mi), kad eta (elbette geçmişti) gibi tekid vurgusu taşır. Ancak bu geçen dönemde ona insan denmemektedir. Bir alttaki ayet bu dönemden bahsedecektir. Hücresel aşamadaki canlıya insan denmez. 

İnsan kelimesi; üns, ünsiyet,yakınlık kökünden türemiştir. Bu “yakınlık, yaklaşma duygusu” bir yandan hem cinsleriyle bir arada yaşama anlamında insanın sosyal yanına âtıf iken, bir yandan da Allah’a bütün varlıkların üstünde olan yakınlığını ifâde eder.  Kur’an’da; görünen, ünsiyet kuran ''ins'' kökünün zıddı “cin”dir. Veya sosyal varlığın zıddı; vahşi, anti sosyal vs.dir. Zıtlarından anlaşıldığı gibi vurgular bağlama göre değişir. İnsan kelimesinin,bir de “nesy” unutmak fiilinden geldiği söylenir. İnsan unutan varlık olduğu için böyle denmiştir. Ancak İnsan sûresinde tarih sahnesine çıkan, sosyalleşen,anılmaya değer bir şeyler ortaya koyan anlamında insandan bahsedilir.

Hîn; zamanın az veya çok, sınırlı bir süresine denir. Dehr, Kurân’da biri burada diğeri Câsiye 24’te olmak üzere iki yerde geçer. Bu kelimenin asıl anlamı âlemin ilk var oluşundan son bulacağı ana kadar olan süreye denir. Daha sonra uzun olan her müddet için kullanılmıştır. Yine “birbirinden farklı olsun ya da olmasın ardı ardına gelen vakitlerin toplamı” diye de tarif edilmiştir. Dehr, 'zaman'dan farklıdır. Çünkü zaman, kısa-uzun her müddet anlamına gelir. Hin kelimesi sonu belli bir vaktin parçası iken; dehr, birbirinden farklı vakitlerin toplamıdır.

Bu âyetle, insanın ''ruh'' üflenmeden önceki beşer hâli kastedilmiş olabilir. Hiçbir şey değildi demek yerine 'anılmaya değer' bir şey değildi denmesi bu ihtimali doğrular.Yani beşer, anılmaya değer bir şeyler yapması için ilahî bilgi demek olan ''ruh''ile desteklenince insan olmuştur. Dehr denen uzun sürede edindiği ''bilgiyi kullanma potansiyeli taşıyan aklî melekeleri'' nutfedeki genlerle sonraki nesillere de aktarabilmiştir.

--------------------

إِنَّاخَلَقْنَا الْإِنسَانَ مِن نُّطْفَةٍ أَمْشَاجٍ نَّبْتَلِيهِ فَجَعَلْنَاهُسَمِيعًا بَصِيرًا

2- Muhakkak Biz, insanı karışım olan bir nutfeden yarattık. Onu imtihan edeceğiz. Bu sebeple onu işiten, gören kıldık.

Nutfe, sadece meni değildir,içindeki hayat tohumu olan spermadır. (Bkz. Necm:46) Bu âyet bize nutfenin meni değil, meniden bir parça olduğunu gösteriyor. O küçük ve yoğun parça, genetik materyali taşıyan spermdir.

Emşâc, karışık mânasına gelen“meşec” ve “meşîc” kelimelerinin çoğulu olup karışım demektir. Kur’an'da sadece burada geçer. Erkek ve dişinin genetik materyali birbirine karıştığında bu adı alır. Yani döllenmiş yumurtadır. Nebtelîhi, ''Onu deniyoruz, imtihandan geçiriyoruz.'' demek­tir.

“Sem” işitme, “basar” görmedir.İnsan; gelişen beyni ile artık etrafındaki sesleri duymadan ziyade, anlayıp yorumlama olan işitme yeteneğine kavuşmuştur. Aklın pencereleri olan gözlerle sadece bakan değil, baktığını anlayıp yorumlayan bir görüş kazanmıştır.

Mesela bir öğrencinin aklı başka yerde ise, tahtada bir şeyler yazarak ders anlatan hocasına bakmasına rağmen yazdıklarını göremez, duymasına rağmen söylediklerini işitemez, yani anlayamaz. İlahî bilgi ve yönlendirme ile insan duyduklarını işitmeye, baktıklarını da görme ve anlamaya başlamış, basiret ve firâset kazanmıştır.

--------------------

إِنَّاهَدَيْنَاهُ السَّبِيلَ إِمَّا شَاكِرًا وَإِمَّا كَفُورًا

3.Muhakkak Biz onu doğru yola yönlendirdik. Ya şükrederek karşılık verir veya nankörlük ederek onu örter.

Sebil; gidilen, takip edilen yol demektir. Herhangi bir şeye ulaşmayı sağlayan her şey, onun yolu/sebilidir. Sebil, kolayca yürünen yol demektir. Çoğulu 'sübül'dür. İster hayır ister şer olsun, vasıta olmasıyla bir başka şeye ulaşmayı sağlayan her nesneye 'sebil'denir.

Şükr kelimesinin sözlük anlamı“Hayvanın yediği besini, verdiği süt ve semizliği ile belli etmesi” demektir.(Lisanü'l-Arab) Kelimenin bu anlamı biraz daha açılacak olursa şükür; “beslenen hayvanın, yediklerinin karşılığını maddeten vermesi”, yani “bir tavuğun yumurta, bir ineğin süt, bir koyunun yün vermesi ve her üçünün de et verecek şekilde semirmesi” olarak tanımlanabilir.

Genel olarak verilen mana“nimetin bilinmesi ve açığa vurulması” demektir. Açmak, meydana çıkarmak anlamına gelen “keşr” kelimesinden “ş” harfinin “k” harfi ile yer değiştirmesi sonucu oluştuğu söylenmektedir. (Rağıb) Bu kelimenin karşıtı ise “örtmek,gizlemek” mânasına gelen “küfür“dür.

Şükür, nimet vereni bilip onu açığa vurmak olduğu gibi, bunun tam zıddı olan ‘küfr’ ise, nimet vereni inkâr edip onu gizlemektir.

--------------------

إِنَّاأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ سَلَاسِلَا وَأَغْلَالًا وَسَعِيرًا

4-Muhakkak Biz, örtenler için prangalar, demir tasmalar ve çıldırtan ateş hazırladık.

Selâsil, çoğul bir kelimedir.Ayakları birbirine bağlayacak olan zincirler demektir. Tekili 'silsile'dir. Eğlâl kelimesi, kendisiyle bağlanılan ve organları ortasına alan bağ; zorlamak,azap etmek, esirlik manasıyla boynu saran ve boyun ile beraber iki veya bir elide bu bağla, hapsedilenin boynuna geçirdikleri demir toka/halka, kelepçe denilen demir bir bağdır. (Elmalılı)

Sa’îr kelimesinin nüzûl sürecinde bu kalıpla ilk geçtiği yer burasıdır. Bu kelime “toplum” ile kullanılınca “insanlara kötü bir şey atmak”; “at”la kullanılınca “hızlı koşmak”; se’irekalıbı, “rengi siyaha meyletmek”; su’ire kalıbı “delirmek, açlık ve susuzluğu artmak”; es-sa’îr de “ateş, ateşin alevi” demektir. Kamer sûresinin 24. âyetinde bu kelime, “ahmaklık, delilik” anla­mına gelmektedir. Tekvir 12’de de“ateşin parlaması, alevlenmesi” de­mektir.

Kısaca; “ateşi yakmak,tutuşturmak, kışkırtmak, alevi yükseltmek” anlamına gelir. Es-su’r, kışkırtılmış ateşe benzediği için saldırgan deliye denir. Dolayısıyla bu normal bir ateş değil, çılgın veya çıldırtan bir ateştir.

Cehennem azabı; pişmanlıkların, iç yangınların insanı çıldırtması, maddî çaresizliğin manevî olarak da iliklere kadar hissedilmesidir.

--------------------

إِنَّالْأَبْرَارَ يَشْرَبُونَ مِن كَأْسٍ كَانَ مِزَاجُهَا كَافُورًا

5- Muhakkak iyiler, kâfûr katılan kâseden içerler.

Ebrâr, berr kelimesinin çoğuludur. Berr; iyilik sahibi, tam anlamıyla hayır sahibi, itaat edici, iyi insan demektir. Müminler çok iyilik yaparak ''birr''in bizzat kendisi hâline gelirler. Kurân böyle kimseleri berr kelimesinin çoğulu olan ''ebrâr''kelimesi ile tanımlamıştır. (Bkz. Abese:16)

Ke’s, kâse veya kadehin dolusuna denir. Boş olursa 'ke’s' denmez. Kadeh ise dolu olduğu gibi boş da olabilir. Mizâc, âlet bildiren isim manasında bir şeye katılan katkı demektir ki,katkının özelliği bunda görünür. Mesela, bir şerbete katılan gül suyu onun mizacı, katkısı olmuştur. Sonundaki “Ha” zamiri, kâsenin yerini tutmaktadır. Ke’s, dolu kabın kendisinin ismi olduğuna göre kâfûr, kadehin katkısı olmuş olur.

Kâfûr, Çin ve Hindistan’daki ağaçlardan elde edilen güzel bir kokudur. İçecek olduğu da söylenmiştir. Bu ağaçların üzerinden 200 yıl geçtikten sonra bazı kısımlarının damıtılarak içecek elde edilen ağaç olduğu söylenmiştir.

--------------------

عَيْنًايَشْرَبُ بِهَا عِبَادُ اللَّهِ يُفَجِّرُونَهَا تَفْجِيرًا

6- O kaynaktan Allah’ın kulları, gürül gürül akıtarak içerler.

“İbâdullâh, Allah’ın kulları”,“İbâdu’r-Rahmân, Rahman’ın kulları” demektir. Kur’an-ı Kerim’de bu kelimelerin kullanıldığı yerlerde, Allah’ın iyi ve sâlih kulları kastedilmektedir. Akıtma kontrolünün cennetliklere verilmesi, müminlerin hem çok değerli bir içeceği istedikleri kadar içeceklerine hem de içeceğin lüzumsuz yere akmayacağına bir göndermedir. Cennete bile israf yoktur. Peki bu insanlar dünyada ne yapmıştır da bu ödüle kavuşmuştur? Cevabı bir alttaki âyet verecektir.

--------------------

يُوفُونَبِالنَّذْرِ وَيَخَافُونَ يَوْمًا كَانَ شَرُّهُ مُسْتَطِيرًا

7- Yükümlülüklerini ifa ederler ve şerrin salgın gibi yayılacağı günden korkarlar.

Nezr, insanın hayatında üzerine vacip kıldığı her türlü iş demektir. 'Yerine getirirler' fiili de müzari sigası(geniş zaman kipi) ile bunu yerine getirmeye devam ettiklerini ifâde eder. Yani, bir iki defa yerine getirmekle kalıvermez, devamlı yerine getirip dururlar. Nezrini yerine getirmek görev edindikleri kulluğu yapmak,üstlendikleri yükümlülükleri yerine getirmektir. Başka bir deyişle bu işi ciddiye alır, ona içten sarılır; sorumluluklarından kaçmaya, yükümlülüklerinden sıyrılmaya kalkışmazlar. Yoksa âyette sadece “adaklarını yerine getirirler” denmek istenmemektedir.

Mustatîr, son derece yaygın demektir. Bir şey yayıldığında “istitâre’ş-şey’” denir. Salgın manası da verilir. Salgın manası, aslında onun her şeyi ve herkesi ilgilendiren mahiyetine âtıftır. Bu yüzden sâlih, iyi kullar o şerli günleri görmemek için tedbirler alırlar. Peki, şer yayılmasın diye bu sorumluluğunu bilen iyi kullarna yaparlar?

--------------------

وَيُطْعِمُونَالطَّعَامَ عَلَى حُبِّهِ مِسْكِينًا وَيَتِيمًا وَأَسِيرًا

8- Ve sevdiklerinden; miskin, yetim ve esir olanlara yedirirler.

Ala hubbihi; sevilen, ihtiyaç duyulan her şeydir. Kulu sevdiğine kul etmesin diye Rabbimiz, sevilenin tasarrufunu sevene vermek istemiştir. Böylece kişi hayatın öznesi olacak ve sevdiğinin kölesi konumuna düşmeyecektir. Vermek aslında verilenden önce verene fayda sağlamaktadır.

Zeyd b. Hârise (r.a)"Seyl" adındaki ünlü atını tasadduk etmesini Hz. Peygamber'den istemiş, O da atı Usâme b. Zeyd (r.a)'e vermiştir. Hasan el-Basrî şöyle der:"Bir kimse sevdiği bir tek hurmayı bile Allah rızası için sadaka olarak verirse bu âyetteki "birr"e mazhar olmuş, ebrarlar zümresine katılmış olur". Ömer b. Abdülaziz, yoksullara bol miktarda şeker dağıtır ve sebebini soranlara da şu cevabı verirdi: ''Çünkü ben en çok şekeri severim.'' (Miskin için Bkz. Kalem:24, Tevbe:60)

Esîrlik; zor şartlara mahkûm olmuş, esaret altına girmiş herkes için geçerlidir. Bu mânada madde bağımlıları, tutku ve şehvetinin esaretinden kurtulamayan, borç yüzünden alacaklının esiri konumuna düşenler birer esirdir. Sevdiği malı paylaşmak;aslında onun esaretinden kurtulmak, maddeye batıp mana yetimi olmamak, âhireti için hiçbir şey yapmayan miskin konumuna düşmemektir.

--------------------

إِنَّمَانُطْعِمُكُمْ لِوَجْهِ اللَّهِ لَا نُرِيدُ مِنكُمْ جَزَاء وَلَا شُكُورًا

9- Biz sadece Allah’ın vechi için sizi doyuruyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür istemiyoruz.

Li vechillâhi; Allah’ın yüzü,devamlı olan âhiret yönü, Allah rızası için demektir. Arapçada nasıl el ile güç, ağız ile söz kast ediliyorsa yüz ile de zat, ilgi ve alâka kastedilir.

Salih kullar, kendilerine ikramda bulundukları kişilere bu sözleri bizzat söyleyebilir veya içlerinden,hâlleriyle de bu şuuru hissettirirler ki iyilik yapılanlar kendilerini iyilik yapanlara karşı borçlu hissedip mahcup olmasın. Bu durum, esasen verme adabına dair altın bir ilkedir. İslam hem kalpleri besleyen bir inanç sistemi hem de bu kalpleri arındırmayı amaçlayan bir eğitim yöntemidir.

--------------------

إِنَّانَخَافُ مِن رَّبِّنَا يَوْمًا عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا

10- Muhakkak biz, yüzleri asıp kaşları çatan bir günde, Rabbimizden korkuyoruz.

Abûs; çirkin suratlı, yan i“içinde bulunanların yüzlerini ekşitip fenalaştıracak olan kara gün”, çatık suratlı anlamına geliyor. Yüzlerin buruştuğu o gün, kıyamet günüdür. Kamtarîr,kaşları çatan demek olup Kur’an’da sadece burada geçer. Mecazen, belası uzun süren zor gün anlamına geliyor.

Vererek; muhtaçlardan ve çevreden bir şeyler umanların, riyâ ve gösteriş yapanların âhirette Allah’tan bir şeyler ummaya yüzleri olmayacaktır. Ebrar olmak, yapılan iyiliği dünyevî kazanca çevirmemeye bağlıdır.

--------------------

فَوَقَاهُمُ اللَّهُ شَرَّ ذَلِكَ الْيَوْمِوَلَقَّاهُمْ نَضْرَةً وَسُرُورًا

11- Oysa Allah, onları işte böyle bir günün şerrinden korudu. Ve onları, pırıl pırıl bir yüze ve sevince kavuşturdu.

Âyette gelecekte olacak bir olayı anlatmasına rağmen geçmiş zaman kipinin kullanılması bunun mutlaka olacağına dair bir taahhüt içermesindendir.

Rabbimiz bir üsteki endişeyi fiili dua olarak kabul ederek onların korkmalarının hesap günü sevince dönüşeceği, yüzlerinin asılmayacağı, pırıl pırıl parlayacağı ve kaşların çatılmayıp sevince kavuşacakları haberini vermektedir.

Nedrah, her şeyin tazesi için kullanılır. Gençlik, parlaklık, letâfet, zarâfet, güzellik gibi manalara gelir. Yüzlerdeki bu sevinç hâlini anlatan başka ayetler de var: ''Onların yüzünde nimetlerin parıltısını görürsün.'' (Mutaffifîn:24)

Sürûr, sevinç anlamına geliyor. Zıddı hüzündür. Sürûr, hakikî anlamda bir fayda veya lezzet sebebiyle gerçekleşir. Bundan dolayı ferah (rahatlık) kelimesinden ayrılır. Çünkü ferah, kendisinde bir fayda veya lezzet olmayan bir şey sebebiyle de olur. Kelimenin nekira (belirsiz) olarak getirilmesi sevincin büyüklüğünü ifade eder.

--------------------

وَجَزَاهُم بِمَا صَبَرُوا جَنَّةًوَحَرِيرًا

12- Ve sabırlarından dolayı onları cennetle, yani ipek elbiselerle mükâfatlandırdı.

Arapçada “vav” bağlacı sadece iki ayrı unsuru ayırmak için değil, yükleme göre kendisinden sonra gelen ifâdeyi açıklamak, onun bir veya daha fazla özelliğini anlatmak amacıyla da kullanılır.Mesela Araplar “Güzel insan geldi.” derken “İnsan ve güzel geldi.” demek ister. Burada ''insan ve güzel'' ile farklı iki unsuru değil, insanın bir özelliği olarak insanı açıklamak için kullanılmıştır. Bu âyette de''...cennet ve ipek elbiselerle mükâfatlandırdı.'' biçiminde değil; cennet,yani ipek elbiseler, süslü yataklar, uygun ısı, meyveler, içecekler,hizmetkarlar, selsebil vs. şeklinde 22. âyete kadar cennetin içeriği izah edilmektedir.

Harîr, ipek anlamına gelir. Hürriyet kelimesi de aynı köktendir. İpek böceği kelebeğe dönüşmek için emek ve sabırla bir koza örer. Bu koza zâhiren bakıldığında bir tutsaklık ve esâretiken, hakikatte onu dışardan gelecek olan tehlikelerden koruyan bir mahiyete sahiptir. Özgürce uçup güzel bir bedene sahip olmanın ilk şartı emekle sabrederek kozayı örmektir. Buradan hürriyete kavuşmanın bile belli bir çabanın ürünü olduğu anlaşılmaktadır.

Elbise, tıpkı bir koza gibi aslında bizi bakışlardan, soğuk ve sıcaktan korur. Takva elbisesi de bizi şeytanî ayartma, nefsanî isteklerden korumaktadır. Dünyada nefsanî isteklere rağmen kendini kısıtlama gibi görünen takva elbisesini ilmek ilmek örenler,cennette yepyeni bir bedenle özgür ve güzel bir kelebek gibi dilediklerini yapacaklardır. Allah’ın emirleri ilk etapta kısıtlama ve fedakarlıklar gibi görünse de aslında insanı ahlâken, manen değiştiren, dönüştüren, güzelleştiren bir koza gibi olduğunu hiç unutmamalıyız. Takva elbisesi için bkz. Araf:26.Şimdi Kur’an cennet nimetlerini anlatmaya devam edecektir.

--------------------

مُتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَائِكِلَا يَرَوْنَ فِيهَا شَمْسًا وَلَا زَمْهَرِيرًا

13- Orada işlemeli süslü yataklara kurulurlar. Orada güneş ve şiddetli dondurucu soğuk görmezler.

Erâik kelimesinin tekili erîke’dir. Erîke; gelin odasına kurulan yatak, donatılmış koltuk demektir. Tam karşılığı taze gelin karyolasıdır. Yataktaki işlemeler aslında el emeği, göz nuru bir emeğin karşılığıdır. Dünyada sadece Rabbinin rızasını umarak karşılıksız iyiliklerde bulunanlar, aslında âhiretlerini ilmek ilmek süslemekte, inşa ve imar etmektedirler. Buradaki manevîyât orada maddîyâta dönüşmektedir. Cezâ için de bu geçerlidir.

--------------------

وَدَانِيَةً عَلَيْهِمْ ظِلَالُهَاوَذُلِّلَتْ قُطُوفُهَا تَذْلِيلًا

14- Onun gölgesi, onların üzerine yakındır ve onun meyveleri boyun bükerek yaklaştırılmıştır.

Bu ifâdeler, cennet nimetlerinin cennetliklere tahsis edilişini bir ağaç örneği ile anlatmaktadır. Dâniye, yakın manasınadır. Kutûf; salkımlar, meyveleri düşürülecek şeyler demektir. Kıtaf,meyvenin koparılmış olanıdır. Bu konu başka âyette de geçer: ''Meyveleri yakın olacak.'' (Hâkka:23) Zullilet; kolaylaştırılmış, meyvenin sarkıtılması demektir. Tezlil; zelil kılmak, boyun eğdirmek anlamına gelir. Zımnen, onlar dünyadayken Allah’ın emrine amâde oldukları için cennette de her şey onların emrinde olacak demektir.

--------------------

وَيُطَافُ عَلَيْهِم بِآنِيَةٍ مِّنفِضَّةٍ وَأَكْوَابٍ كَانَتْ قَوَارِيرَا

15- Ve gümüşten kaplar ve billur bardaklar ile onların etraflarında dönerler.

Âniye, kap mânasına gelen ''inâ'' kelimesinin çoğuludur. Dikkat edilirse buradaki kelimeler hep nekira (belirsiz)formunda gelmiştir. Arapçada bir kelimenin nekira olarak gelmesi onun somut,bilinen şeylerle örneklendirilmesidir. Muhataptan kaynaklı tarifi mümkün olmayan nimetlerin beşerî tasavvura indirgenerek izahıdır.

--------------------

قَوَارِيرَ مِن فِضَّةٍ قَدَّرُوهَاتَقْدِيرًا

16- Gümüşi billûr bardaklar ki onların miktarını takdir ederler.

Hacimlerini tamamen kendileri takdir edecektir. Yani olduğu kadar değil, istediği kadar içecektir. Cennetteki ikramlarda bile artık ve israf yoktur. Herkes ihtiyacı kadar tüketecektir. Maalesef dünyada ihtiyacından fazlasına açgözlülükle sahip olma hırsı, dünya kaynaklarını hızla tüketmektedir. Bu ahlakî bir problemdir. Cennet nimetlerini bitimsiz bir nehre benzetirsek, o nehrin kenarında abdest alan bir müminin israftan kaçınma ahlâkı, aslında cennetlik bir karakterdir.

--------------------

وَيُسْقَوْنَ فِيهَا كَأْسًا كَانَمِزَاجُهَا زَنجَبِيلًا

17- Ve orada, muhtevası zencefil olan kaseler içirilir.

Yuskavne; sunulacak, ikram edilecek demektir. İçerler değil de, içirilir denmiştir. Bu ifâde, ikramın bir hediye gibi sunulmasına bir işarettir. Zencebîl; Farsça zencefil demektir. O dönemde çok kullanılan bir tür tatlandırıcıdır. Bu âyetlerin bugüne yansıması;içilen kadar onun sunumu, kokusu ve sunanların tavrının da önemli oluşudur.

--------------------

عَيْنًا فِيهَا تُسَمَّى سَلْسَبِيلًا

18- Orada “selsebîl” diye isimlendirilen bir kaynak vardır.

Ayn; pınar, kaynak, göz, su,kuyu, anlamlarına gelir. Tusemmâ, isimlendirilir anlamına gelir. Yükselmek,yücelmek anlamına gelen ''sumuv'' kökünden türetilmiştir. Bir şeyin ismi olması diğer varlıklar arasından öne çıkmasının ve kıymet aldığının göstergesidir.

Selsebîl, Arap dilinde ilk kez Kur’an’dan işitilmiş bir kelime olduğu söylenmiştir. Eğer böyle ise muhatabın merakını celbeden bir kullanımdır. Bu kelimenin ''selsel ve selsâl''gibi, akıcı olmak ve peş peşe akıp gitmek mânalarıyla ilgili olarak “akımı art arda olan, içim ve yudumu boğaza dokunmayacak şekilde gayet kolay ve tatlı”mânasını ifade ettiği de söylenmiştir.

--------------------

وَيَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُّخَلَّدُونَإِذَا رَأَيْتَهُمْ حَسِبْتَهُمْ لُؤْلُؤًا مَّنثُورًا

19- Ve genç kalanlar onların etrafında dolaşırlar. Sen onları gördüğün zaman saçılmış inciler sanırsın.

Lu’luem mensûra, saçılmış inci demektir. Vildân, çoğul bir kelimedir. Tekili velid’dir. Çocuk, genç mânasına gelir. Bu mânada ''vildenun muhalledun'' gençlikleri sürekli demektir. Mastar mânasına alınırsa, ebedî kalıcı gençlik anlamına gelir. Benzer bir kullanım için bkz. Vâkı’a:17. Tirmizî’de bir hadiste Allah Resûlü “cennetliklerin hep genç kalacağını” söyler. Konumuz olan bu âyeti bu hadisle birlikte anlarsak genç ve saçılmış inci gibi olanların da cennetlikler olduğu ve birbirlerine ikramlarda bulunmaktan zevk aldıkları bir ortam gözümüzde canlanmaktadır. (Allahualem)

--------------------

وَإِذَا رَأَيْتَ ثَمَّ رَأَيْتَ نَعِيمًاوَمُلْكًا كَبِيرًا

20- Ve baktığın zaman orada ni’metler, büyük bir mülk görürsün.

Mülken kebîra; görkemli biriktidar, kusursuz bir şeklide çalışan kurulu büyük bir düzen ve sistem anlamınag eliyor. Bu sûrenin Mekke'de 4. yılda indiğini hatırlanırsa, Müslümanların mahrumiyet, baskı, şiddet ve işkence altında olduklarını, bir düzen ve sisteme,nimetlere hasret yaşadıkları unutulmamalıdır. Zenginin fakîri kolladığı,iyiliğin sadece iyilik olarak yapıldığı bir ortamda Kur’an’ın vaadi gerçekleşir. Bu vaat insanların birbirine yardım ettiği ve Müslümanların rahat ve bolluğa kavuştuğu Hz. Süleyman döneminde de yaşanmıştır.

--------------------

عَالِيَهُمْ ثِيَابُ سُندُسٍ خُضْرٌوَإِسْتَبْرَقٌ وَحُلُّوا أَسَاوِرَ مِن فِضَّةٍ وَسَقَاهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا

21- Onların üstlerinde yeşil ince ipekten ve işlenmiş atlastan elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir ve Rabbleri onlara temiz içecekler sundu.

Sündüs, ince ipek elbise demektir. Hurdun, lâfzen yeşil rengi mecazen canlılığı ifade eder. İstebrak kalın ipek elbise demektir. Tahûr, fe’ul vezni olup hem fâil hem mefûle delâlet eder. Lügatte “tahara“ temizlendi, “taharet” de temizlik anlamındadır. Kur’an’da türevleriyle birlikte 31 âyette zikredilen bu kelime, cahiliyedöneminde sadece maddî temizliği ifâde ederdi. Kur’an âyetlerinde öncelikle işlenen, manevî kalp temizliği, imanın sağlamlığı ve ahlâk güzelliğidir. Bu içeceğin Allah’a izâfe edilmesi içenleri maddî-manevî arındırmasına işâret olabilir. Daha önceki âyetlerde iki çeşit içecek olduğu söylenmişti. Birincisi kâfur kokusu olan, ikincisi de zencefil kokusu olan içeceklerdir. Bu ikisinin dışında temiz olan ve temizleyen özel bir ikramdır.

--------------------

إِنَّ هَذَا كَانَ لَكُمْ جَزَاء وَكَانَسَعْيُكُم مَّشْكُورًا

22- Muhakkak bu, sizin karşılığınız oldu ve sizin gayretiniz şükre değer bulundu.

Cezâ, karşılığını vermek anlamına gelir. Hem hayır hem de şer için kullanılır. Buradaki “sa’y” den kasıt bir kulun hayatta iken gösterdiği bütün çabalardır. Bu gayretlerin meşkûr olması yapılanların Allah’ın indinde güzel görülmesi ve teşekküre lâyık bulunup kişinin en sonunda ''elhamdülillah'' diyebilmesidir.

Eş-Şekûr; az amele çok ödül veren, şükre sınırsız karşılık veren, şükretme ihtimalini dahi ödüllendiren demektir. Kulun teşekkürü Allah’ın verdiği nimetleri dünyada kullardan teşekkür beklemeden paylaşmak iken, Allah’ın teşekkürü bu kısıtlı şükre çok ödülle mukabele etmektir. Rabbim bizleri Allah’ın teşekkürüne nail olanlardan eylesin.

--------------------

إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا عَلَيْكَالْقُرْآنَ تَنزِيلً

23- Muhakkak Biz, Biz sana Kurân’ı, tenzil ederek indirdik.

İnzal, indirmek manasına gelir. Bu kelimeyle aynı kökten gelen nüzûl;yüksekten aşağı inmek, düşmek demektir. Tenzîl ise inişin sürekliliğine işarettir. Kur’an için kullanıldığında parça parça, âyet âyet, sûre sûre inişe vurgu yapılmaktadır. ''Tenzîl''den bahsedildiğinde vahyin indirilişine,Allah’tan gelişine, asıl kaynağına atıfta bulunulurken; ''inzal''den bahsedildiğinde içeriğine, kadir ve kıymetine, metod ve hükümlerine atıfta bulunulduğunu söyleyebiliriz. (Ayrıntılı bilgi için Bkz. Kadr:1)

Her nimetin şükrü kendi cinsindendir. Hayatın içine onu inşa etmek için parça parça, ilmek ilmek inen vahyin şükrü de, sabırla Allah’ın hükümlerinin gereğini yapmaktır.

--------------------

فَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ وَلَا تُطِعْمِنْهُمْ آثِمًا أَوْ كَفُورًا

24- Artık Rabbinin hükmüne sabret. Ve onlardan günahkâr veya hakikatin üstünü örtenlere itaat etme!

Esim, ‘isim’ işleyendir. İsm;işleyeni, kınanmaya müstahak kılan günah demektir. Çoğulu âsâm’dır. İsm; sevaptan alıkoyan ve geri bıraktıran iş, yapılmasıyla hayırdan uzaklaştıran eylem, karşılığın­da cezâ gerektiren davranışlardır. “Esime” yani fiil şeklinde kullanıldığında ise insanın günaha düşmesi, günahkâr olması demektir. Aslında günâh Kur’an’da ‘cunâhun’ şeklinde ifade edilir. Bakara 198, Ahzab 5’de ‘cunâhun’kabahat ve kusur manasındadır. Ancak dilimizde günâh Allah’a karşı büyük küçük tüm yanlışlar manasında yer etmiştir. Kur’an hata, yanlış ve kötülüğün; çeşit ve zararına göre detaylı bir isimlendirme yapmıştır. Kefûr, mübalağa ifade eden kiplerdendir. Küfrün ahlâkî karşılığı olan nankörlükte aşırı giden, sürekli hakkı ve hakikati örtenler demektir

Sabır aslında bir direniştir. Zorluğa, güçlüklere, imkânsızlıklara, darlıklara, felâketlere, sınanmalara, Allah yolunda çekilen çile ve sıkıntılara, amellerin getirdiği yüklere,nefsinin arzularına karşı bir direniştir. Sabır; pasif bir durgunluk, sessiz bir şekilde bekleme, hele hele her şeye katlanma, zillete boyun eğip razı olma hiç değildir. Sabır, aktif bir direnmedir. Günah işlemenin çok uygun olduğu bir ortamda nefsinin kötü isteklerine direnip ona hayırlı amelleri işletmek, kötü isteklerinin yerine ma’ruf (iyi) olan şeyleri ona yaptırtmaktır.

--------------------

وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ بُكْرَةً وَأَصِيلًا

25- Ve Rabbinin ismini sabah ve akşam zikret.

Bükra, erken demektir. Sabah ve sabahtan öğleye kadar olan süre için kullanılır. Asîl, ikindi ve akşam üzeri manalarına gelmekle beraber öğleden akşama kadar olan zamana denir. Bükraten ve asile, yan yana geldiği zaman, sabah kalkıp gün batana kadar olan zamanın tamamını anlatır. Bu bizim sağda solda deyişimize benzer. Aslında yöneldiğimiz cephenin tamamı kastedilir.

Günün tamamında aktif hayatın içinde iken sürekli Allah’ı anmak; insanın ticaretine, sosyal ilişkilerine muazzam katkılar sağlayacaktır. Peki ''Allah’ı gün boyu zihinde tutmanın yolu nedir?'' diye Kurân’a sorduğumuzda bir alttaki âyetin bize cevap verdiğini görmekteyiz.

--------------------

وَمِنَ اللَّيْلِ فَاسْجُدْ لَهُ وَسَبِّحْهُلَيْلًا طَوِيلًا

26- Ve artık, gecenin bir kısmında O’na secde et. Ve gecenin uzun kısmında O’nu tesbih et.

Zarf olan “gece” lafzının başına ‘min’in gelmesi kısmîlik bildirmek için­dir. Bu durum mealde, “bir kısmında”anlamı verilerek karşılanmıştır.

Secde Allah'a yakın olmak ve itaat etmenin sembolik bir ifâdesidir. Gecenin bir kısmında secde vakitler ile belirlenmiş yatsı namazına bir işaret iken, uzun kısımdaki tesbih ise Müzzemmil sûresi 20. âyette emredilen gece kalkıp Kurân’ı tertîl ile okumanın sürekli hale getirilmesidir. Zîrâ tesbih, bir varlığın yaratılış gayesi istikametinde hareket etmesinin adıdır. Bir varlığı Allah ne için yaratmışsa, kendisine ne tür bir sorumluluk yüklemiş, ne tür bir yörünge, bir hayat programı çizmişse, o varlığın bu program dâhilinde hareket etmesidir. Neden gecenin uzun kısmında tesbih? Zîrâ bu karanlık günler, ancak sabır ve teslimiyetle aşılabilir. Gündüze hazırlıklı olunmalıdır. Sıkıntılara ve zorluklara sabretmek; yatarak veya pasif bir şekilde bekleyerek değil, sürekli ayakta ve teyakkuzda olmakla mümkündür. Herkes yatarken kendi öz disiplini için gecenin bir kısmında talim yapan gün boyu Rabbini hep hatırında tutacaktır.

--------------------

إِنَّ هَؤُلَاء يُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَوَيَذَرُونَ وَرَاءهُمْ يَوْمًا ثَقِيلً

27- Muhakkak ki onlar, önce olanı seviyorlar. Ağır günü arkalarına atıyorlar.

Acele, zamanından önce bir şeyi istemek ve aramaktır. Bu da nefsin bir isteğidir. Kurân’ın tümünde acele etmekten ziyade sabır ve sebatla sergilenen duruş öne çıkarılmıştır. Âcileh; âcil olan, önde ve öncelik verilen dünya hayatıdır. Dünya hayatını önceleyen hesap ve âhiret için uykusunu bölmez.

Sekîl, hafifin zıddı olup ağır demektir. Tartılan veya ölçülen her şeyin ağır basanına ''sekîl''denir. Maddî olduğu gibi manevî anlamda da kullanılır. Yevmen sekîle; dehşetli, zor ve ağır gün demektir. Önce olanı tercih edenlerin sonu çok ağır ve dehşet verici olacaktır.

--------------------

نَحْنُ خَلَقْنَاهُمْ وَشَدَدْنَا أَسْرَهُمْوَإِذَا شِئْنَا بَدَّلْنَا أَمْثَالَهُمْ تَبْدِيلًا

28- Onları Biz yarattık ve bağlarını Biz kuvvetlendirdik ve dilediğimiz zaman onları emsalleri ile değiştiririz.

Buradaki bağlar; mafsal veya kaslar, eklemler değil, insanın Allah, vahiy ve fıtrat sâyesinde Allah’a olan kulluk bağıdır. Yaratılan beşer bu bağdan yoksun iken, ilahî ruhla insan olan ilk adam hem Yaratanı hem de çevresi ile kurduğu bağdan/ünsiyetten dolayı insan ismini almıştır. İnsan sûresi 8-9'da ihtiyaç sahiplerine Allah’a olan bağları yüzünden karşılıksız hatta teşekkür bile beklemeden verme teşvik edilmiştir. Eğer bu gerçekleşmezse bunları yapan bir nesil mutlaka gelecektir. Kul için Allah ile kurduğu ''bağ'' olmazsa olmaz iken, Allah için kimse olmazsa olmaz değildir.

--------------------

إِنَّ هَذِهِ تَذْكِرَةٌ فَمَن شَاءاتَّخَذَ إِلَى رَبِّهِ سَبِيلً

29- Muhakkak bu bir öğüttür. Artık kim dilerse Rabbine bir yol tutsun.

İnsan/adam olmak zorla olacak bir hâl değildir. Öğüt ve hatırlatma ile tercih edilen bir yoldur.

--------------------

وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاءاللَّهُ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا

30- Ve Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Muhakkak ki Allah; Alîm’dir, Hakîm’dir.

Allah’ın dilemesi beşerin insan olabilme potansiyelidir. Bu potansiyeli yani Allah’a bağlanma, Allah'la ünsiyet kurma ve insanları sevme yeteneğini Allah en başta dilemeseydi biz istesek de bu yetileri edinemezdik. Hatta bunları bile istemekten âciz hayvanlar gibi olurduk. Her şeyi bilen ve her hükmünde tam isabet eden Allah’u Te’ala, bizi taşıyacağımızdan fazlası ile mükellef tutmamıştır. Allah’ın dilediklerini dilemek hikmettir ve bu bilgili olmaya bağlıdır.

--------------------

يُدْخِلُ مَن يَشَاء فِي رَحْمَتِهِوَالظَّالِمِينَ أَعَدَّ لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا

31- O, dileyen kişiyi rahmetinin içine dahil eder ve zalimler için elîm azap hazırladı.

Yeşâ fiilinin fâili olan “o”zamiri, Arap dil kurallarına göre yanı başında bulunan men, (kim) kelimesini gösterir. Uzağı göstermesi için karine, yani geçerli bir sebep olmadığından rahmeti/ ilahi merhameti dileyen kişinin kendi olmalıdır.

Zâlim kelimesini nüzûl sürecinde ilk geçtiği yer Kalem sûresinin 29. âyetidir. Bu kelime zulmet mastarının fâil(özne) ismidir. Zâlim; zulmeden, zulüm işleyen kimse demektir. Zulüm, bir şeyi kendisine ait olan yerin dışına koymaktır. Başka bir ifâdeyle bir şeyi yerinden etmektir. Bunun zıddı olan hikmet ise, bir şeyi âit olduğu yere koymak demektir. Hikmet adâleti beraberinde getirir. Fıtrî olanı kabul/secde,yaradılış amacına uygun davranmak/tesbih, kişiyi Allah’ın rahmetine dahil eden sırâtımüstakime ulaştıracaktır.

Elem, aşırı acı demektir. Türkçemize geçen bir kelimedir. Azabun elim, çok acı veren azab demektir. Azab,elem kelimesinden daha özel bir anlam taşır. Çünkü azab, “sürekli elem”demektir. Bundan dolayı her azab bir elemdir. Her elem bir azab değildir. Râzî’nin de dediği gibi, bu ifâde biçimi, elem verici azabın sözü edilenlerden çok daha şiddetli ve sürekli olduğuna işarettir.

--------------------

 

 

 

 


 
Eklenme Tarihi : 15.12.2018 11:34:43
Okunma Sayısı : 5598