ABESE SÛRESİ
عَبَسَوَتَوَلَّى
1- Yüzünü ekşitti ve sırt döndü.
Abese; göğüs daralmasından dolayı yüzün buruşmasıdır. Müteaddi (geçişli) olarak da kullanılır ki, yüzü ekşitmek, surat asmak, kaşını çatmak tabirleriyle ifade edilir. Yani içerdeki huzursuzluğun, memnuniyetsizliğin yüze yansıması demektir. Tevellâ; sırt dönmeyi ifade eder.Bkz. Necm: 29
Abese; göğüs daralmasından dolayı yüzün buruşmasıdır. Müteaddi (geçişli) olarak da kullanılır ki, yüzü ekşitmek, surat asmak, kaşını çatmak tabirleriyle ifade edilir. Yani içerdeki huzursuzluğun, memnuniyetsizliğin yüze yansıması demektir. Tevellâ; sırt dönmeyi ifade eder. (Bkz. Necm: 29)
Sürekli güler yüzlü iseniz en ufak bir kaş çatma, yüz asma dikkat çekici olabilir. İçi-dışı bir insanların duygu düşünceleri yüzlerinden okunur. Zira bu insanlar maske ile gezmedikleri ve beklenmedik zamanlarda umulmadık tepkiler vermedikleri için güven veren kişilerdir. İki yüzlü menfaatçi tipler, menfaatleri gereği memnun olmasalar da memnunmuş gibi görünerek çevrelerini aldatırlar. Peki yüzünü ekşitip sırtını dönen kim? Bizce bu kişi Allah Resûl'ü Hz. Muhammed olabilir. Bu davranışı yapmasının nedeni nüzûlde Abese sûresinden önce inen Necm sûresi 29. âyettir. ''Öyleyse zikrimize yüz çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyene sırtını dön.'' Allah Hz. Muhammed’e zikirden/vahiyden yüz çevirenlere sırtını dönmesini emretmiştir. Burada Hz. Peygamber bu emrin dışında gayri ihtiyari bir şekilde yüzünü ekşitip/buruşturup sırtını dönmüş ve uyarılmıştır. Bu durumda âmâ olan Abdullah bin Ümmü Mektûm'un, Allah’tan haşyet duyup Hz. Muhammed’e acele ile gelmesinin sebebini de anlamış oluyoruz. Sonradan iman eden bu sahabinin zikri/vahyi işitmesi sonucu, düşünüp/tezekkür edip pişmanlıkla Resûl'e dönmesi gerekmektedir. Zira zikrin fayda vermesi ve kişinin Allah’a karşı bilgiye dayalı korku olan haşyet duyması için vahyi daha önce mutlaka işitmesi, üzerinde tezekkür etmesi gereklidir. Abese sûresinin 4. yılda inmesinden dolayı Abdullah bin Ümmü Mektûm’un vahyi önceden işitmiş olması doğaldır. Allah Resûl'ü daha önce vahyi duyup kabul etmeyen bu kişinin tebliğ yaptığı ortama gelmesinden ve yeni yaptığı tebliğin başarısız olacağını hissetmesinden dolayı yüzünü ekşitmiş olabilir. Asla gelen âmâyı küçümsediğinden değil, olayların kendi kontrolü dışında ilerleyişine üzüldüğü ve bundan ötürü bu üzüntünün yüzüne yansıdığı kanaatindeyiz.
Necm 29. âyetin ikinci cümlesi “Ve dünya hayatından başka istemeyene de sırtını dön.” idi. Ancak kendini müstağni gören Mekke’nin kodamanına Hz. Muhammed ısrarla yönelmeye devam etmiş ve sûrenin 5-6 ve 7. âyetlerinde bunun hata olduğu ifade edilmiştir.
Tebliğin başarısız olma sebebini Müşriklerin içinde yaşayan Allah Resûl'ü çok iyi biliyordu. Zira zenginler kibirlerinden, köle, sakat, düşkün ve fakirlerle oturup kalkmazlardı, onlarla aynı karede yer almak bile istemez, sınıfsal bir üstünlük taslardı. Onları aşağıladıkları için bir araya gelmek istemezdi. Bu kadim bir hastalıktır. Hz.Nuh bile bu seçkinci/elitik zihniyetle mücadele etmiştir: “Sana en basit insanlar tâbi olduğuna göre, biz mi sana inanalım?” dediler. Şuara:111
------------------
أَنجَاءهُ الْأَعْمَى
2- Âmâ geldi diye.
El-Umyu, gözün kaybedilmesidir. El-Âmâ’daki ''el'' takısı ile bilinen âmâ kastedilir. Kuran’ın genel üslubu gereği kişilerin ismi kullanılmaz. Vasıflar üzerinden mesaj verilir. Burada vahyi okuyarak değil sadece duyarak öğrenecek olan, imkanları kısıtlı; ancak istekli biri üzerinden evrensel ilkeler verilecektir.
İkinci görüş olan yüzünü ekşitip sırtını dönenin; kibirli, kendi kendine yeten müşrik olma ihtimali de mevcuttur. Kuran’ın failin adını belirtmemesi, dikkatleri faile değil yapılan hataya çekmek istemesindendir.
------------------
وَمَايُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّى
3-Ve sen bilemezsin, belki de o arınır.
Burada arınmak isteyen 8,9 ve 10. âyetlerde ifade edileceği gibi Allah’tan huşu duyarak istekli bir şekilde Resûl'ün yanına gelen, gözleri görmeyen sahâbi rivayetlere göre Abdullah bin Ümmü Mektûm'dur.
Yezekkâ, kelimesinin aslı yetezekke’dir. İşteş kiptir. Arınmak ve arındırmak karşılıklı niyet ve istekle gerçekleşen bir eylemdir. Zikrin faydası, öğüt almak isteyenleri arındırmasıdır. Âmâ olan arınmayı istemeseydi, Allah Resûl'ü onu arındıramazdı.
Lealle; umut ve beklenti demektir, kesinlik değil ihtimal payı bırakmayı ifade eder. Arınmayı istemek, yüzde yüz arınma ile sonuçlanmayabilir. Buradaki ihtimalin sebebi; arınmak isteyenin geçmişi, niyeti, arınmayı hak edip etmeyişi gibi onlarca değişkenin, sonucu etkilemesidir. O yüzden Rabbimiz Resul'üne belki diyor. Zamandan münezzeh olan Allah için belki olmaz; ancak gaybı bilemeyen, kalpleri göremeyen elçisinin bu ihtimali hesaba katması, peşin hüküm verip sırt dönerek hata yapmasını engeller.
------------------
أَوْيَذَّكَّرُ فَتَنفَعَهُ الذِّكْرَى
4- Yani tezekkür eder, böylece bu zikir ona fayda verir.
Zikir; zihinde tutmak, hatırlamak gibi manalara gelmektedir. İstikameti, geçmişi gösteren düşüncedir. Parçadan bütünü hatırlama faaliyeti olan hafızaya tekabül eder. Tezekkür de zikir kökündendir, öğüt veya nasihat ile oluşan düşünme faaliyetidir. Bu bağlamda Kur’an, fıtrî veya deneyimle kazanılan tecrübeyi, bilgiyi muhatabına hatırlatan bir zikirdir/öğüttür, nasihattir.
Âyetin başında yer alan “ev” takısına “yahut”, “veya” anlamı vermek bizce çelişki oluşturur. Zira böyle bir anlamla, bir üstteki âyetin ikinci bölümü bir seçenek olarak düşünülmüş olur ki, bu durum cümleyi sebep-sonuç cümlesi olmaktan çıkarır ve anlamın değişmesine yol açar. “Ev” aslında “yani” tabirleriyle, açıklayıcı bir ifadeye geçiş işlevini görmektedir ki, bu durumda, bir bütün olarak 3 ve 4. âyet şöyle olur: ''Belki de o arınır, yani düşünür böylece öğüt ona fayda verir.''
Âyeteki “ev” kullanımına verilen “veya” manası, düşünmeyenlerin de arınabileceği sonucunu doğurur ki, bu anlam Kur’an’da onlarca âyetle ters düşen bir çelişki doğurur.
------------------
أَمَّامَنِ اسْتَغْنَى
5- Ama kendini ihtiyaçsız gören kimse…
İstiğnâ,“ğınâ” kelimesinden türemiştir. Bu kökten gelen ğani, ihtiyaçsız demektir. Ğaniyetun, süse ihtiyaç duymayan güzel kadına denir. Görüldüğü gibi bu kelimenin aslı “kendi kendine yeten” demektir. Sadece servet ve zenginliğe yormak yanlıştır. Malı-mülkü olmayanlarda istiğna tavrı görülebilir.
Bu kelime Kur’an’da 4 âyette geçmiştir. Bu âyetlerden biri Allah ile alâkalı iken, diğerleri insanlarla ilgilidir. Allah’ın istiğnası; insanların iman ve kulluğuna ihtiyacının olmamasıdır.(Teğâbün:6) İnsanın istiğnası ise kendini yeterli görmesi, büyüklenmesi, Allah’ın kulu ve yaratığı olduğunu unutması, bu sebeple iman ve kulluğa tenezzül etmemesidir. İnsanın azmasının sebebi de kendini müstağni görmesidir. (Bkz. Alak:7, Leyl:8) Bunun zıddı, hak dini tasdik eden, muttakî ve Resul'ün davetine koşan ve Allah’tan korkan mümin insandır.(Bkz. Abese: 8–9, Leyl: 5–6)İnsan haddi zatında muhtaç bir varlıktır. Kişinin kendini müstağni görmesi sâdece zan ve kibir alâmetidir.
------------------
فَأَنتَلَهُ تَصَدَّى
6-Oysa sen ona yöneliyorsun.
Tesaddâ; bir şeye yönelme, itibara alma, ihtimam göstermedir. Zıddı, ona önem vermemektir. Demek ki, servetine, gücüne, bilgisine güvenip kibirlenen, Kuran’ın öğüdüne ihtiyacının olmadığını zannedenlere mesaj tebliğ edilir; ancak gereğinden fazla onlara yönelmek yanlıştır. Gereğinden fazla yönelmeyerek verilen mesaj açıktır: “Sen Allah için olmazsa olmaz değilsin.” Bunu müstağni birine hissettirebilmek tebliğin başarısında çok önemlidir. Kendini muhtaçsız zanneden birine sürekli yönelmek onun narsizmini/özseverliğini besleyerek sizden daha da uzaklaşıp tepeden bakışını artırmasına sebep olacaktır.
Bir tarafta zikre ulaşmak isteyen ama imkanları dar olan birileri, diğer tarafta imkanları geniş ve istediğinde Kuran’a ulaşabilecek birileri var. Kör (âmâ)imkansızlıkların sembolü iken, diğer tip her türlü nimeti elinde tutmasıyla nankörlüğün sembolü olmuştur.
------------------
وَمَاعَلَيْكَ أَلَّا يَزَّكَّى
7-Ve onun arınması, senin üzerinde değil.
“Onlar mü’min olmuyorlar diye, neredeyse kendini helâk edeceksin.” (Şuara:3 veya Kehf:6) İman bir tekliftir, bir dayatma değildir.
------------------
وَأَمَّامَن جَاءكَ يَسْعَى
8- Fakat sana koşarcasına gelen kimse.
Sa’y, aslında hızlı yürümektir. Bu kelime ister hayr ister şer olsun, bir konuda gayret sarf etmek için kullanılır. Safa ve Merve arasındaki yürümeye de''sa’y'' denir. Burada iştiyakla, pişmanlıkla bir şeyleri düzeltmek ve hatadan bir an önce dönmek için acele etmek anlamında kullanılmıştır.
Bu pasajdan günümüz için şu mesajları çıkarmak mümkündür: Eğitim ve öğretimde istekli/arzulu öğrenciler okutulmalıdır. İmkanları kısıtlı, ancak okumak için istekli öğrencilere yönelerek imkân sağlanmalıdır. Her şeyi bildiğini zanneden müstağni gençliği okutmak yerine, bir an önce hayata hazırlamak çok daha sağlıklıdır. Hem ara elaman ihtiyacı kapanır hem de eğitim-öğretim kurumları zorla okutulanlar yüzünden verim kaybı yaşamayacaktır.
------------------
وَهُوَيَخْشَى
9- Ve o hûşû duyuyor.
Haşyet, 'havf'tan farklıdır.'Havf'ta korkulanın büyüklüğü, 'haşyet’te ise korkanın küçüklüğüne dikkat çekilir. Bu anlamda babadan korkmaya havf, anneden korkmaya haşyet diyebiliriz. Baba yaptırım şeklinde bir ceza verebilir. Anne, sevgisini alarak ceza verebilir. Onun için haşyet duyanlar; korkanlar değil sakınanlardır. Fatır 28. âyette ancak âlimlerin hakkıyla haşyet duyacağı ifade edilmiştir. Çünkü, havf bilgisizlikten kaynaklı bir korku iken, haşyet bilgiye dayalı bir ürpertidir. Havf, daha çok maddî olan, gözle görülür sebeplerden kaynaklanan korkuyu, haşyet ise saygıdan doğan, ümide yönelik, yüceltmeyle birlikte ortaya çıkan bir saygı duyma durumunu anlatmak için kullanılmıştır. Haşyet ile zikirden faydalanmanın doğrudan bir bağlantısı vardır. Rabbimiz A’lâ 10’da şöyle buyurur: “Huşu duyanlar öğüt alacaktır.”
------------------
فَأَنتَعَنْهُ تَلَهَّى
10- Fakat sen, onunla ilgilenmiyorsun.
Telehhâ; yüz çevirmek, ilgilenmemek, onu bırakıp başkasıyla meşgul olmak demektir. Vahyi, dini bilgiyi bilmek isteyen, çaba gösterenlerin anlamasına yardım etmelidir. Öğrenmeye isteksiz olan, ''Hakikat nedir?'' gibi bir derdi olmayan kimselerle de boşa zaman harcanmamalıdır.
Kuran’ın haşa peygamberden değil, Allah’tan geldiğinin en büyük delilleri bu tür içtihat hatalarının Kur’an’da yer almasıdır. Böylece ne kadar insanî de olsa yanlış tutumların gelenekselleşmesinin önüne geçilmiştir. Yeter ki Resûl'ü Kuran’dan tanıyalım.
------------------
كَلَّاإِنَّهَا تَذْكِرَةٌ
11- Hayır, muhakkak ki bu, bir öğüttür.
Kellâ, harf-i reddir. İki yönlü bir kelimedir. Bir yönüyle geçmişi reddeder. Diğer yönüyle sonrasını tasdik eder. Red yönüyle: Yok! Yok! Olmaz bu! Bu davranış sana yakışmaz ey Nebi! Ben bunu onaylamıyorum! Ben bunu düzeltiyorum! Bu davranışının ümmete yansıması olmayacak! İspat yönüyle: Elbette bu Kur’an öğüt ve nasihattir. Dileyen ondan nasiplenir, dileyen mahrum kalır. Zira iman bir tekliftir ve kesinlikle bu teklifte zorlama, dayatma olamaz.
Tezkira, zikir kökünden gelen bir kelimedir. Öğüt, hatırlatan şey demektir. Tezkire; biyografilerin anlatıldığı kitaplara da denilmektir. Türkçede ‘tezkere’ askerlik görevinin bittiğini hatırlatan belgedir. Kur’an ‘Tezkira’ kelimesini bir hatırlatma, bir uyarma olarak kullanmaktadır. (Bkz. Müzzemmil:19,Müddessir:49-54, ‘Abese: 11-12, Tâhâ: 3, Hâkka: 12-48, Vâkı’a: 73)
------------------
فَمَنشَاء ذَكَرَهُ
12- Artık dileyen kimse, bundan öğüt alır.
İman, arınmak için öğüt alıp düşünenlere sunulan önemli bir tekliftir.
------------------
فِيصُحُفٍ مُّكَرَّمَةٍ
13-Kerim sayfalarda.
Suhûf, sahifeler demektir. Sahife ve suhûf; mektup, risâle ve ince kitap için de kullanılır. Nitekim bazı resûllere inmiş olan küçük kitaplara da suhûf denilir. Mushaf; Kur’an sahifelerinin bir arada toplanmış hâli, kitap ise, daha rahat ve sürekli okumak için ciltlenmiş son hâlidir.
Mükerrametin; değerli, Allah katında şeref ve ikram ile seçkin kılınmış, hürmet ve saygı ile kabul edilip alınması gereken demektir. Vahyin teklifini kabul etmek ikrama mazhar olmaktır.
------------------
مَّرْفُوعَةٍمُّطَهَّرَةٍ
14-Yükseltilmiş, temiz kılınmış.
Merfu’atin, şüphe ve tenakuzlardan uzakta, yüksekte demektir. Ref, aşama aşama yükselmektir. İrtifa da oradan gelir. Burada “âlâ” veya “âli” gibi bir yücelikten ziyada spekülasyonlardan uzak tutulmuş, bu nedenle temiz kılınmış bilgiler ifade edilmiştir.
Mutahheratün kelimesi ise, fiziksel temizlik değil manevî, içeriksel bir temizlik anlamındadır. Aynı ifadeyi Beyyine sûresinin 2. âyetinde şöyle okumaktayız: “Allah’tan gönderilen resûl, tertemiz sahifeleri okur.” Yalan ve yanlışlarla kirlenmiş, bâtıl sözler değil; saf,arı-duru, temiz ve yalanı, bâtılı olmayan, zihindeki kirlilikleri, yanlışları temizleyen bilgiler.
------------------
بِأَيْدِيسَفَرَةٍ
15- Götürenlerin elleri ile.
Seferah, sâfir kelimesinin çoğuludur. Bu kelimenin kökü olan ''s-f-r'' fiili; ''yazmak, açıklama yapmak, yola çıkmak, elçi yollamak'' gibi değişik mânalara gelmektedir. Ayrıca kiri, pisliği götürmek için süpürmek de bu kelime ile ifade edilir. Sefâr, deveyi götürmek için vurulan gemdir. Sefer, bir yere gitmek için çıkılan yolculuktur. Sufre yolcunun yanında götürdüğü azıktır, safir yolcu demektir. Bunun çoğulu esfâr veya süffâr’dır. Görüldüğü gibi “seferah” kelimesi yazmak veya elçilik gibi dolaylı anlamlarından ziyade sefer, yolculuk gibi doğrudan bir mana barındıran “götürenler veya getirenler” manası tercih edilmeye daha yakın görünmektedir.
------------------
كِرَامٍبَرَرَةٍ
16- Kerim olan iyiler.
Kirâm, keramet veya kerem kökünden türetilen “kerim”in çoğuludur. Lütûf ve bağış mânasına gelen “kerem”den türemesiyle kirâm, insanlara karşı iyiliksever ve şefkatli ve onlar için mağfiret talep ederler anlamına gelir. Kerem, türünün en iyisi anlamına geliyor.
Berara,“berr” kelimesinin çoğuludur. Birr kelimesi isim olarak kullanıldığı gibi, ismifail olarak da kullanılır ve bu takdirde “çok iyilik yapan” anlamına gelir. Meselâ müminler çok iyilik yaparak birr‘in bizzat kendisi hâline gelirler. Kur’an böyle kimseleri, ''berr'' kelimesinin çoğulu olan ''ebrar'' kelimesi ile tanımlamıştır. Bu anlamda temiz kılınmış kerim sayfaları insanlara taşıyan müminlerin, bilgiyi kendinde saklamayan, kerim, iyi kimseler olmaları gerekir.
------------------
قُتِلَالْإِنسَانُ مَا أَكْفَرَهُ
17- Canı çıkası insan, o ne kadar da nankör!
Kutile kelimesi Kur’an’da yedi yerde geçer. İkisi öldürülme anlamında kullanılmıştır. Bunlardan biri Âli İmran144’de geçer. “Şimdi o (Hz. Muhammed) ölür ya da öldürülürse siz topuklarınız üzerinde geriye mi döneceksiniz?” Diğeri İsra 33. âyette geçer: “Kim haksız yere öldürülürse...” Bu kullanımlar katletmek, öldürmek manasındadır. Bir de gücü, canı çıksaydı da, keşke yapmasa idi manasında Müddessir 19’da geçer:''Canı çıkası, nasıl da ölçüp biçti!” Buradaki ''kutile'' kelimesi, tıpkı Tebbet sûresindeki iki elin, gücün kuruması anlamındadır ve öldürme değil yergi manasında kullanılmıştır.
Mâ-ekferah, hayret ifade eden bir fiil olup öfke ve ayıplamanın sebebini bildirir. İnsanın, Allah’a şükredeceği yerde şaşılacak derecede nankörlük etmesi “Kutile ve Ma-ekferah” ile ifade edilmiştir.
------------------
مِنْأَيِّ شَيْءٍ خَلَقَهُ
18- Onu hangi şeyden yarattı?
------------------
مِننُّطْفَةٍ خَلَقَهُ فَقَدَّرَهُ
19-Nutfeden yarattı, böylece onu takdir etti.
(Nutfe için. Bkz. Necm:46)
Kaddereh, hem ölçülü, dengeli yaratma hem miktarını takdir etme hem de takdir yeteneğini verme mânasına gelir. (Kader Bkz. Kamer:49, krş. Tâhâ:40, Ra’d:17, Hicr:21) Sınırlı, âciz, ölümlü yaratılma en başta Allah tarafından takdir edilmiştir. Kendini müstağni gören nankör insan bu kaderi reddetmektedir.
-----------------
ثُمَّالسَّبِيلَ يَسَّرَهُ
20- Sonra yolu ona kolaylaştırdı.
İnsana, hak ve bâtıl yollar; gerek enfus, gerek afak, gerek vahiy âyetleri ile gösterilmiştir. İnsan sûresinin 3. âyeti bu hakikati şöyle dile getirir: “Şüphesiz biz ona yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör.” Hem yol gösterilmiş hem de gösterilen yol fıtrata uygun yaratılmış, kolaylaştırılmıştır. Bkz. Fussilet:53 Ayrıca kolay olanın kolaylaştırılması bağlamında bkz. Leyl:5-7
------------------
ثُمَّأَمَاتَهُ فَأَقْبَرَهُ
21-Sonra onu öldürdü, böylece onu kabre koydurdu.
''Ekberahu'', âyette “kabera” olarak değil “akbera” formunda gelmiştir. Yani kabre koydu değil kabre koydurdu denilmiştir. Bundan kasıt,''Allah onu kabre gömülecek bir duruma getirdi ve ona bir kabir takdir etti” demektir.
Allah insanı, merasim ile defnedilmesi, bir leş gibi ortada bırakılıp insanlık haysiyetine yakışmayacak şekilde kuşlara ve yırtıcı hayvanlara yem edilmesinden yönlendirmesi ile korumuştur. Bu durum, aslında insanoğlunun sadece dirisine değil cesetine bile verilen değeri göstermektedir.
Âdem'in iki oğlu kıssasında şöyle bir olay anlatılır: ''Sonra, Allah, ona, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. “Yazıklar olsun bana, bu karga gibi olup böylece kardeşimin cesedini gömmekten aciz mi oldum?” dedi. Sonra da pişman olanlardan oldu.'' Maide:31
------------------
ثُمَّإِذَا شَاء أَنشَرَهُ
22- Sonra onu dilediği zaman inşa edecek.
İnşar, inşa etmek iken ba’s diriltmek demektir. Ölümünden sonra da Allah sizi kabirde çürütüp bırakacak değildir. Dilediği zaman onu parmak uçlarına kadar yeni ve bambaşka bir inşa ile inşa edecektir. Sonra da hayat verip diriltecektir.
------------------
كَلَّالَمَّا يَقْضِ مَا أَمَرَهُ
23- Hayır, emredilen şeyi yerine getirmedi.
Mücahid ve Katade diyor ki:“Hiçbir kimse Allah’ın emrettiği şeyleri tam olarak yerine getirmiş değildir.”Beğavi de Hasan el-Basri’den bunu, benzer bir ifade ile nakleder. 1–10. âyetlerde uyarılan Hz. Muhammed bu âyetle teselli edilmektedir. İnsan hata işlemeyen değil, hatadan ders alıp hatasında ısrar etmeyendir.
------------------
فَلْيَنظُرِالْإِنسَانُ إِلَى طَعَامِهِ
24- Artık şu insan yediğine bir baksın.
İnsanın âcizliğine bir örnek verilmektedir. Ekolojik sistemdeki bir aksama, kendini ihtiyaçsız zanneden insanı açlık ve susuzluğun pençesine düşürecektir.
------------------
أَنَّاصَبَبْنَا الْمَاء صَبًّا
25- Biz, suyu nasıl yağdırarak akıttık.
Sabbe, suyu yukarıdan boşaltmak manasında kullanılmaktadır. Araplar normal bir dökme eylemi için bu kelimeyi değil, sekb kelimesini kullanır. Sabb kelimesi sıradan bir dökme olmayıp “suyu yukarıdan aşağıya, yavaşça, süzerek, belirli bir amaca yönelik olarak ve ayarlı bir biçimde dökmek” demektir. Bu şekilde dökmekteki amaç rahmettir.
------------------
ثُمَّشَقَقْنَا الْأَرْضَ شَقًّا
26- Sonra yeri parça parça yardık ki,
------------------
فَأَنبَتْنَافِيهَا حَبًّا
27- Bu sayede orada taneler bitirdik.
İnsanı besleyen toprağın tabiatındaki yaşama elverişli yapı afak âyetlerine birer örnek olarak sunulmaktadır.
------------------
وَعِنَبًاوَقَضْبًا
28- Ve üzümler ve yoncalar.
------------------
وَزَيْتُونًاوَنَخْلًا
29- Ve zeytinler ve hurmalar.
Rabbimiz, hayvanları da insanları da aç-susuz bırakmamış; ancak insan üzüm, hurma gibi besleyici ve faydalı besinlerden sarhoşluk verici içkiler üreterek nankörlüğünü orada da göstermiştir.
------------------
وَحَدَائِقَغُلْبًا
30- Ve sık ağaçlı sulak bahçeler.
------------------
وَفَاكِهَةًوَأَبًّا
31- Ve meyveler ve çayırlar.
------------------
مَّتَاعًالَّكُمْ وَلِأَنْعَامِكُمْ
32- Sizin ve hayvanlarınız için meta olarak.
Dünya ebedî kalınacak bir potansiyelde değil, sadece imtihan süresini geçirecek kadar kalınan geçici bir menfaattir ve dünyanın sonu vardır.
------------------
فَإِذَاجَاءتِ الصَّاخَّةُ
33- Fakat o sahha geldiği zaman.
Sahha, çok şiddetli ses manasına gelmektedir. Bağlamdan anladığımız kadarıyla sûr borusuna üfürülmesinin farklı bir şekilde ifade edilmesidir. Zira Müddessir sûresi 8-9. âyetlerde “Artık sûra üfürüldüğünde, işte o gün, zorlu bir gündür!” şeklinde ifade edilmiştir. Bu korkunç ses hem öldürüyor hem diriltiyor: “Ve sûra üfürülmüş, Allah’ın diledikleri hariç, göklerde ve yerde olanlar ölmüşlerdir. Sonra ona bir defa daha üfürüldüğü zaman onlar ayağa kalkarak bakınırlar.” ''Yeryüzü, Rabbinin nuruyla aydınlanır. Kitap ortaya konur. Nebiler ve şahitler getirilir ve haksızlığa uğratılmaksızın aralarında adaletle hüküm verilir.'' Zümer:68-69 “Vesûr’a üfürülmüştür. İşte o zaman onlar, mezarlarından Rab’lerine koşarlar”Yasin:51
------------------
يَوْمَيَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ أَخِيهِ
34- O gün kişi kardeşinden kaçar.
------------------
وَأُمِّهِوَأَبِيهِ
35- Ve annesinden ve babasından.
------------------
وَصَاحِبَتِهِوَبَنِيهِ
36-Ve eşinden ve oğlundan.
------------------
لِكُلِّامْرِئٍ مِّنْهُمْ يَوْمَئِذٍ شَأْنٌ يُغْنِيهِ
37- Onların hepsinin, o gün, kendine kâfi gelecek bir meşguliyeti vardır.
------------------
وُجُوهٌيَوْمَئِذٍ مُّسْفِرَةٌ
38- O gün parlayan yüzler vardır.
------------------
ضَاحِكَةٌمُّسْتَبْشِرَةٌ
39- Müjdelenmiş gülen yüzler.
------------------
وَوُجُوهٌيَوْمَئِذٍ عَلَيْهَا غَبَرَةٌ
40- Ve o gün sönük yüzler vardır.
------------------
تَرْهَقُهَاقَتَرَةٌ
41- Onu bir karanlık kaplar.
------------------
أُوْلَئِكَهُمُ الْكَفَرَةُ الْفَجَرَةُ
42- İşte onlar, onlar kâfirdir, facirdir.
Küfür ve kâfir kelimelerinin ne anlama geldiği Kâfirûn sûresinde açıklanmıştı. Ancak kısa da olsa hatırlatmakta yarar görüyoruz. Küfür kelimesinin esas anlamı “örtmek” demektir. Bu anlamdan hareketle, insanlığının üstünü örtmüş bencil, nankör ve saldırgan beşer.
Fücur, fecr gibi yarıp çıkmak kökünden gelir. Bu kelimenin çoğulu füccar veya fecere şeklinde ifade edilir. İmanın dışa yansıması nasıl ki salih amel ve muttakî davranışlar ise hakikatin üstünü örtenlerin içlerindeki kötülüğün dışa yansıması zulümdür. Kelime iyilik yapanları zıttı olarak İnfitar 13-14 de şöyle kullanılmıştır. “Muhakkak ebrar olanlar, elbette ni’metler içindedir ve muhakkak ki füccar, mutlaka alevli ateş içindedir.”
|