Bakın bu ilahi kokuyu, bütün benliklerinde hisseden sahabe, Kur'ân 'da nasıl anlatılıyor: ” Ateşten bir çukurun kenarında idiniz; sizi oradan kurtardı. Allah, size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki doğruya ve güzele yol bulasınız”. (Âl-i İmran, 103 ) yani anlamsız ve amaçsız boş bir hayattan sizi kurtararak size hayat verdi, eğer o sizi diriltmemiş olsaydı; siz kokuşmuş bir hayatın için de çürüyüp gidecektiniz. Vahiy ile dirilen bu nesil, kendisini Allah’a şöyle teslim ediyordu.Bilal Habeşi, Habeşi bir köleydi; fakat İslam ile hayat bulmuş bir insandı. Müslüman olduktan sonra ne pahasına olursa olsun, inandığı değerlerden asla vazgeçmemiş ve gerekirse seve seve canını bu uğurda vermeye hazırdı. Mekke müşriklerinin kokuşmuş şirk düzenleri karşısında Müslümanlar, büyük bir baskı ve zulüm görüyorlardı. Bilal; kızgın çöl kumlarına yatırılarak, Allah’ı inkâra zorlanmış fakat Bilal, bu baskılar altında dahi çölün uçsuz bucaksız kum taneciklerine, Allah’ın birliğini haykırırken yer gök Bilal’ın bu haykırışına şahitlik yapıyordu. Şimdi biraz düşünelim, Bilal’a bu baskı ve zulme rağmen kızgın kumların altında ehad ehad ( Allah birdir, Allah birdir. ) dedirten güç neydi acaba? Bilal, bu kadar zulme ve baskıya rağmen Allah'ın birliğini; uçsuz bucaksız çöle haykırırken, biz neden Bilal gibi bir zulme ve baskıya uğramadığımız halde elimiz, ayağımız bağlı olmadığı halde neden öncelikle yüreğimizdeki uçsuz bucaksız çöle Allah'ın birliğini haykıramıyoruz? Ve neden ailemize Allah’ın birliğini haykıramıyoruz ve neden işimize, çevremize topluma ve dünyaya Allah'ın birliğini haykıramıyoruz? Allah'ın birliğini haykırmak; sadece sözden ibaret olan bir şey değildir. Bu kişinin ilahi emirleri, hayatının her sahasında yaşamasıdır. Allah’ı birlemek, bunu ifade ettiğinden Mekke müşrikleri buna son derece karşı çıkıyorlardı. Peygamberimiz (s.a.v): “ Kim Allah'tan başka ilah yoktur derse o cennete girer.” buyurmuşlardır. Evet hakikaten kim Bilal gibi, İbn-i Mesut gibi, Hattab gibi, Mus'ab Bin Umeyr gibi Allah’ın tek ilah olduğunu, hayatın her sahasına tek müdahaleci ve tek belirleyici olarak Allah’ı görürse o cennete girer. İşte Bilal, işte biz. Hakikati haykırmalı değil miyiz? Ve yine o altın nesilden Abdurrahman Bin Avf, görüyoruz vahiy öylesine hücrelerine işlemiş ki Allah yolunda hiçbir şeyden geri kalmamıştır. Bir defasında yedi yüz deveyi yükü ile beraber infak eden bir insan. Çünkü şunu iyi anlamıştı. “ Allah yolunda ne infak ederseniz, kendiniz içindir ve onu Allah katında mutlaka bulacaksınız. Siz Allah’ a (onun dinine ) yardım ederseniz o da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.” ayetleri âdete ruhuna işlemişti. Yine bir defasında yüz elli savaş atını infakta bulunmuş ve bir o kadar da küçük hayvan infak etmiştir. Bir gün biri, beyti tavaf ederken hüngür hüngür ağlayarak Rabbine şöyle yalvardığı rivayet ediliyor: ''Rabbim, nefsimin cimriliğinden ve şeytanın fakirlik kokusuyla vereceği vesveseden sana sığınırım! Rabbim, nefsimin cimriliğinden beni kurtar!' diyerek secdeye kapanan bu adam kimdir diye sordum? diyor ravi. Dediler ki o, Abdurrahman İbni Avf'tır. Allah yolunda, bu kadar fedakâr ve bu kadar infak eden bu zat nefsinin cimriliğinden Allah’a sığınıyorken biz; Allah yolunda ne kadar fedakâr ola bildik ki nefsimizin cimriliğinden Allah’a sığınma hakkımız da olsun. Allah, bizi nefsimizin pasifliğinden ve duyarsızlığından muhafaza etsin. Peki, bu altın nesli bu hale getiren güç neydi? Onları bu hale getiren güç, vahye olan aşkları ve Allah resulünün arkadaşları olmaları, onun sohbetinden bereketlenmeleriydi. Çünkü sahabe demek; sohbet kökü ile aynı olması sebebi ile aynı zaman da sahabe demek, sohbet ehli demektir. Onları bu hale getiren ilahi sohbetlerdi. Allah Resulü, onlara örnek bir kişilik oluşturmuştu. Allah Resulü; gece ibadet eder, kıyam, rükû ve secdeyi uzun tutardı. Onun böyle Allah'a ibadet ettiğini gören Ayşe Validemiz:'' Ya Resulallah! Allah, senin geçmiş gelecek günahlarını affettiği halde niçin bu kadar ibadet ediyorsun?'' dediğinde Peygamber (s.a.v:'' Ben, Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?'' diye cevap vermişti. Gece ibadet etmekten ayakları şişen Peygamberin, uyumaktan gözleri şişen ümmeti haline geldik. Bu uyanış ve diriliş ne zaman olacak. İşte bu uyanışı gerçekleştiren sahabe, Peygamberi örnek almış ve ilahi vahye kendini vakfetmişti. Çünkü onlar, vahyi şöyle okurlardı. Osman Bin Afvan: ''Biz beş ayet okur onun amelini ve ilmini öğrenmedikçe diğer ayetlere geçmezdik.'' diyor. Abdullah İbn-i Mesut ise:'' Biz on ayet okur ve onun amelini ve ilmini öğrenmedikçe diğer ayetlere geçmezdik.'' İbn-i Malik’in muvattasında, Abdullah İbn-i Ömer'in şöyle söylediği rivayet edilir. Abdullah İbni Ömer:'' Ben, Bakara suresini sekiz yılda zor okudum.'' diyor. Fakat bizler okurken gözümüz, sayfanın sonunu iple çekiyor. Yine Hz. Ayşe, Tur suresinden üç ayet okuduğunu rivayet eden ravi der ki: '' Hz. Ayşe, üç ayeti uzun uzun okudu. Ve ben bir ara dışarı çıktım döndüğümde Hz. Ayşe, aynı ayetleri tekrar ettiğini gördüm. Daha sonra namaza durdu, uzun uzun bu üç ayetti tekrar etti ve en son gözlerinden yaşalar boşalmaya başladığını gördüm. İşte sahabe böyle Kur'ân okuyordu. Kur'ân okuyuşları, o Kur'ân 'ı bütün ruhlarına indirmelerine sebep olmuş ve artık bu uğurda seve seve can verebilecek bir iman elde etmişlerdir. Biz ise, hayatımda bir kez dahi Rabbimiz bizden ne istediğini merak edip Allah'ın kitabının manasını öğrenmekten acziyet duyacak kadar duyarsızlaşmışız. Bu nedenle Allah, bizi şöyle uyarıyor: “ Allah'tan gelen öğütlerin ve O'nun indirdiği gerçeğin etkisi ile müminlerin kalplerinin yumuşayacağı, ürpereceği gün halâ gelmedi mi? Müminler daha önce kendilerine kutsal kitap verilenler gibi olmasınlar.( onlarla kitap arasında ) Uzun zaman geçince onların kalpleri katılaştı ve çoğu yoldan çıkmış kimseler oldu. ( Hadid, 16)
|