Ahkâf Suresi
Sure adını 21. ayetinden alır. Kelime, Kurân’da sadece bu surede geçer. Surenin, tüm hadis ve Kurân edebiyatında anıldığı ilk ve tek ismi budur. Mekke’de nâzil olmuştur. Yedi surelik Hâ-Mîm ailesinin 6. suresidir. İlk tertiplerde Câsiye-Zâriyât arasında yer alır.
Surenin nüzul zamanının 29-32. ayetler arasında anlatılan tarihi bir olaydan tespit edilebileceği ileri sürülür. Bu ayetlerde, cinlerin Kurân’ı dinleyerek topluluklarına geri döndükleri hatırlatılır. Bu olay, hadis ve siyer kitaplarındaki rivayete göre Allah Resulü tebliğ için gittiği Taif’ten Mekke’ye dönerken yolda Nahle denilen yerde konakladığı gece gerçekleşmiştir. Bu ifadeler Cin suresinin başında anlatılan hadisenin bir kez daha gerçekleştiğini anlamaktayız. Amaç, hicret edilecek coğrafyalara Kurân’ın ulaştığını ve bunun olumlu karşılandığını müjdelemektir.
Ahkâf suresi, Kûfe kıraatine göre otuz beş, diğer kıraatlere göre otuz dört âyettir. Bu ihtilaf, surenin başındaki hurûfumukataanın başlı başına ayet sayılıp sayılamayacağıyla ilgilidir.
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
1-2 Ha, Mim! Kitabın indirilmesi Azîz, Hakîm olan Allah'tandır.
Kurân’da, “Hâ-Mîm” terkibi ile başlayan yedi sure hem indiği dönem itibariyle hem de içeriği ile nasıl bir hayat memat mücadelesinin verildiğini hatırlatarak başlar. Bu ayetler, Câsiye suresinin ilk iki ayeti ile birebir aynıdır. Benzer girizgâhlar, iki surenin beraber okunmasına veya arkalı önlü anlaşılmasına vesile olmakla birlikte, buna dair bir bilgilendirme de olabilir. Casiye suresindeki “el kitâb” Câsiye kitabını; buradaki “el kitâb” Ahkâf suresinde anlatılacak olan kısmı kastetmiş olabilir. Bu kitabın indirilmesi, yani yeni bir kısmın indirilmesi Azîz ve Hakîm olanın verdiği izzetli hükümlerdir. Bu bölümlere tâbi olanda da bu iki esma tecelli edecektir.
3-Gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakileri isimlendirilmiş ecele kadar hak dışında yaratmadık. Ve onlar ki, uyarıldıkları şeylerden yüz çeviren kâfirlerdir.
Gökler yer ve ikisi arasındakiler, bildiğimiz dünya gezegenindeki hayat ve şu an bilmediğimiz dünya dışı yaşamların tamamıdır. Bu varoluşun bir sonu (ecel-i müsemmâ) ve bir amacının olduğu (hak) bilgisi sonlu ve sınırlı olan insana da bir anlam ve amaç yüklemektedir. İnsanın varoluşsal anlamını bulması ve gerçekleştirmesi ödevinden yüz çevirenlere Kuran “kâfir” demektedir. Kâfir, bu ayet bağlamında anlamın yerine anlamsızlığı, planın yerine plansızlığı, tevafukun yerine tesadüfü koyandır. Kâfir, insan olmanın gereklerinden kaçan, hakka giren, yük olan ve eziyet verendir.
4-De ki: “Allah’tın astında çağırdıklarını gördünüz mü? Onların yeryüzünde ne yarattıklarını bana gösterin. Yoksa onların göklerde ortağı mı var? Eğer siz sadıklarsanız bana, bundan daha önceki kitabı ve ilimden bir eser getirin.”
Burada Allah’ın astı ifadesini anlamak için Allah kavramını anlamak şarttır. Allah yani kadirimutlak olan tek yaratıcı, sonlu insan idraki tarafından sıfatları üzerinden anlaşılmalıdır. Allah’ın sıfatları en üst değerlerdir. Bunlar esmaülhüsnadır. Hak ve Hakîm sıfatlarının astında olan sahte ve haksızlıklardır. Ekrem ve Kerim’in astı bencilliktir. Merhamet ve şefkat üst değerinin aşağısında olan merhametsizlik ve gaddarlıktır, ilmin astı cehâlet, iyiliğin astı kötülük, Kavi’nin astı güçsüzlük, Cebbar’ın ve Kahhar’ın zıddı/astı güçsüzlük ve zillettir.
Hülasa Allah’ın üst erdemlerinin tam tersi istikametinde, onun astında olanlara yönelenler hayatlarına bir değer katamaz ve salih bir amel yapamazlar. Kurân, sahte inanç ve değerler sisteminin hayata kattıklarını, daha doğrusu hayattan götürdüklerini sorgulatır. Mekkeli müşriklerin kast sistemine dayalı zulümleri ortadadır. Tevhidin zamanla, tamamen elit bir grubun ihtiyaçlarına göre kurgulandığı, hevâ ve heves temelli şirkin uydurulduğu, bu yüzden kitabi bir ilim ile desteklenmediği ayetin sonunda özellikle hatırlatılmıştır. Bu ifadeler, ehlikitabın müşriklere göre daha insani değerlere sahip olduğu ve bunların da İslam’ın insanlıkla yaşıt öğretilerinden kaynaklandığı hatırlatılır (Âli İmrân: 113, Maide: 82).
5- Allah’ın astındakini çağırandan daha dalâlette olan kim vardır? Kıyam gününe kadar, ona kimse icabet etmez. Ve onlar, onların çağrılarından gâfildirler.
Bir put ne düşman olur ne ibadeti örter. Zira bunun aklı, iradesi ve hafızası yoktur. Peki burada kıyam günü kendine tapanlara icabet eden ve bir sonraki ayete göre düşman olan kim veya kimlerdir? Bunun cevabı için putperestliğin temeline inmek gerekir. Şirk, geçmiş anlatımların atalar inanç ve düşüncesinin zamanla bozulmasına dayanır. Resullerin “meleiyalâ” denilen “dolu ve yüce varlıklar” ile iletişime geçmesi, zamanla mitleşmiş ve şirke malzeme edilmiştir. Bu sapma, meleklerin ilahlaştırılmasına, Allah ve kullar arasında putlarla sembolize edilmesine sebep olmuştur. Semavi varlıkların putlarla sembolize edilmesi, taştan ve tahtadan oyulan heykeller aracılığı ile onlarla iletişime geçme gayretinin bir sonucudur. Bu hakikate sırtını dayayan yalanın, dünyada yaygınlaşarak putperestliği oluşturması bu nedenle çok hızlı olmuştur.
Zira insanoğlu muhtaç bir varlıktır. İnsanın ihtiyaçlarını taştan, nazar boncuğu gibi nesnelerden veya türbelerden giderebileceği yalanı hem kolay olduğu hem de yüksek menfaat barındırdığı için halk tarafından hızla benimsenip din hâline getirilmiştir.
Ahkâf 5’te anlatılan ise putları ile sembolize etikleri ve yalvarıp kulluk ettikleri meleklerin kıyam gününe kadar onlara cevap veremeyeceği gerçeğidir. Bu konu Sebe 40-41’de şöyle işlenir: “Ve o gün onların cümlesini haşredecektir. Sonra meleklere diyecektir ki: ‘Bunlar mı size kulluk ediyordu?’ Dediler ki: ‘Sen Sübhân’sın! Onların astındansa bizim velimiz sensin. Bilakis, onlar yabancılara kulluk ediyorlardı. Onların çoğu, onlara imân ederdi.’ " Meleklerin Allah’ın astında tapınılacak birer güç olmaktansa Allah’ın veliliğini seçtikleri ayette ifade edilir.
6-İnsanlar haşrolundukları zaman onlara düşman oldular. Ve onların ibadetlerini örttüler.
Kıyam gününe kadar insanların kendilerini ilahlaştırdığını bilmeyen “meleiyalâ” bu durumu öğrendiklerinde bunu yapanlara düşman olacaklarından bahsedilir. Ve onların Allah’ı bırakıp kendilerine ibadet etmelerinin hiçbir faydasının olmayacağını, bunun küfür olacağını da burada net olarak ortaya konulur. Buna rağmen…
7- Ve onlara beyan edilen ayetlerimiz tilavet edildiğinde kâfirler kendilerine hak ile gelene dediler ki: “Bu, apaçık bir sihirdir.”
Burada Allah Resulü’nün ağzından birebir ayetler işitilmemiştir. Bu bölümde resulün beyan ettiği yani ortaya koyduğu ayetler, başka biri tarafından tilavet yolu ile ulaştırılmıştır. Ayette iki farklı kişiden bahsedilir. Birincisi “ellezine keferu/hakikati örtenlerdir.” Diğeri ise onlara hak ile gelen kişidir. Bu kişi Mus’ab bin Umeyr olabilir. 614 yılında İslam’ı seçen Mus’ab, birinci Akabe Biatı'ndan sonra bizzat Hz. Peygamber tarafından İslam'ın tebliğ edilmesi için Medine'ye gönderilen sahabedir. Abdullah bin Mes'ûd, Kâbe’nin avlusunda kendisine beyan edilen ayetleri oradaki tüm halka tilavet etmişti.
“Onlara gelir gelmez/lemme câe-hum …” ifadesi “hemen” anlamındadır. Buna göre onlara hak olanı söylemek için gelen sahabenin sözlerinden ilk etapta etkilendikleri, “Bu apaçık bir sihirdir.” cümlesinden anlaşılmaktadır.
Sihr kelimesi dilde, “gizli bir sebeple insanın gözünü ya da gönlünü yanıltarak etkileyen şey” demektir. Aynı zamanda “aldatmak” manasına da gelir. Bu da “hileli söz ya da el çabukluğu ile aldatmadır.” Bu cümle, hak ve hakikatleri örtenlerin, gerçeği ortaya çıkaran ayetlere karşı bakışlarını da ifade etmektedir. Allah Resulü ayetleri apaçık beyan ediyor ve bu ayetler Medine’den ticaret için gelen Yahudi tüccarlara ulaşıyordu. Onları etkileyen bu sözler, ehlikitabın haham ve ruhbanlarına taşınmıştır. Ruhban sınıfının tepkisi ise bir sonraki ayette şöyle aktarılır:
8-Yoksa onun iftira ettiğini mi söylüyorlar? De ki: “Eğer onu ben iftira ettiysem o takdirde Allah’tan bana gelecek bir şeye malik olamazsınız. O, onun hakkında taşkınlıklarınızı en iyi bilir. Benimle sizin aranızda şehit olarak O yeter. Ve O; Ğafûr’dur, Rahîm’dir.”
İftira “fe-re-ye” kökündendir. Bu kök “i-fe-ka” kökünden olan “ifk” kelimesinden farklıdır. İfk var olan bir durumu yalanlarla farklı bir yöne çevirmek iken, iftira ise olmayan bir durumu isnat etmektir. Arapçada “fara”, “yardı, yırttı, suçladı bozdu” gibi anlamlara gelen iftial vezninde bir mastardır. Kurân’da din ve inançlar yolu ile Allah’a iftira şeklinde kullanılır (Hûd: 18).
Ayetteki Allah’a Hz. Muhammed’in iftira ettiğini iddia edenlerin bu bağlamda Yahudiler olma ihtimali yüksek görünmektedir. Zira son kitap Kurân’ın hem onların beklediği resul ve getireceği kitap olduğu iddiası vardır hem de ellerindeki kitabı tasdik eden, onunla paralel birçok kıssa barındırır. Yahudilerin kendi ırklarından peygamber beklemelerine sebep olan ırkçı tutumları, ayetleri işitir işitmez -tefekkür etmeden- onları Tanrı’ya atılan iftiralar olarak yaftalamalarına sebeptir. Kaldı ki onlara ayetleri ulaştıran Yahudi tüccarlarda bu okuyuştan etkilenmiştir.
Elçilik yapan ehlikitaptan olan tüccarlara verilen cevap şudur: “Eğer onu ben iftira ettiysem Allah’ın elinden beni alamazsınız.”
“Eğer ben iftira atmamışsam sizi Tanrı’nın elinden kim kurtaracak?” şeklindeki tehditkâr bir üsluptansa konuyu kendi üzerinden cevaplaması çok daha hikmetlidir. Bu hikmetli cevap aradaki tacirleri etkilemiş olmalıdır. Bu yüzden ayetin sonu Ğafûr/bağışlama/mağfiret ve Rahîm/merhamet eden esmalarına atıfla sonlanmıştır. Ehlikitabın Kurân’la ve geçmişte yaşayan resullerle alâkalı yaptıkları aşırı yorumlar “tufîdûn” kelimesi ile ifade edilmiştir. Kelime “f-y-d” kökündendir. Bu kök 9 yerde gelir. Müfredatta “suyun akması ve taşması” olarak anlatılır. Yahudi din sınıfının zamanla din konusundaki aşırılıklarını anlatmaktadır.
9- De ki: “Ben resullerden bir türedi değilim.” Ve bana ve size ne yapılacağını bilmem. Sadece bana vahyedilene tâbi olurum. Ve ben apaçık bir nezirden başka bir şey değilim.
Ayette türedi diye çevirdiğimiz bid’an/bidat kelimesi ile geçmişi olmayan biri veya yeni türeyen bir ekol değil, Hz. Muhammed’in resuller silsilesinin bir halkası olduğu ifade edilmiştir. Peygamberlik kurumunu inkâr eden müşriklere veya ateistlere bu cevabın bir karşılığı yoktur (Furkân: 20, Rad. 38, Yusuf: 109, Şûrâ: 3). Bu ifadenin de tıpkı yukardaki ayette olduğu gibi ancak daha önce gelen nebileri kabul eden bir inanca yani Yahudi ve Hıristiyan muhatapta karşılığı olabilir. Dolayısıyla muhatap, elçileri ismen bilen ve bir resul bekleyen ehlikitaptır. “Bana ve size ne yapılacağını bilmem.” sözü ehlikitabın Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu ispatlayan kehanetler beklentisi üzerine verilmiş bir cevap olabilir.
Nebi gaybı, ancak vahiy yoluyla bilebilir. O hâlde bilmediği mugayyabatı (gayb olaylarını) kendi inisiyatifi ile haber vermesi mümkün değildir. Bu manda resule isnat edilen -hâşâ bir kâhin gibi- gelecekte şunlar olacak şeklinde kehanete benzeyen tüm rivayetler uydurmadır. Ancak resulün “Bir zaman gelecek insanlar (muhtemelen) şöyle konuşup şöyle yapacaklar.” şeklindeki rivayetlere kesin olarak geleceği bilme değil, öngörü ve tahminde bulunma olarak okuyup anlamak gerekir.
Kurân’da olmayan bir konuyu resulün net bir dille ifade ettiğini söylemek Yahudileşmiş bir tasavvurun yansımasıdır. Tevrat’ın resulleri bir sihirbaz ve kâhin gibi anlatması Hz. Muhammed’den de beklentileri bu yönde bozmaktadır. Bizce buradaki “Ne yapılacağını bilmem.” ifadesi ahirette nasıl bir muamele edileceği ile değil dünya ile alâkalıdır. Zira cennetlik ve cehennemlikleri neyin beklediği ayrıntılı bir şekilde Kurân’da açıklanmış ve onlara ne muamele yapılacağı gaybi olarak bildirilmiştir. Mekkeli müşriklerin resule ve onu savunan Haşimoğlularına ne yapacakları konusunda vahiy olmadan resulün net bir bilgi veremeyeceği anlatılmıştır.
Boykot döneminde iyice zayıflayan Müslümanlara karşı müşrikler özellikle dışardan gelenlere karşı bir kara propaganda başlatmıştır. Hz. Peygamber’in yaşadığı sıkıntıları öne sürerek onun peygamber olmadığını iddia ediyorlardı. Hz. Peygamber’e ulaşmaya çalışanları bekleyip yollarını keserek peygamber hakkında iftiralar atıyorlar ve soruları olan insanları geri döndürmeye zorluyorlardı. O yüzden İslam’ı merak edenler resulün yanına gizlice gelip sezdirmeden onu dinleme yollarını surenin devam eden ayetleri bize anlatacaktır (Ahkâf: 29).
10- De ki: “Gördünüz mü? Ya o Kurân, Allah’ın katından ise ve siz onu inkâr ettinizse? Ve İsrailoğullarından bir şehid onun misline şahit olduysa, böylece iman ettiyse ve siz de büyüklük tasladıysanız? Muhakkak ki Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez.”
Ayette dikkat çekilen husus, Kurân’ın Allah tarafından gönderilmiş olduğunun işi bilen biri tarafından teyit edilmesidir. İsrailoğullarından olan şehid bir rivayete göre Hz. Musa, diğer bir rivayete göre ise Abdullah b. Selam’dır. Çünkü o, Medine’deki en meşhur Yahudi âlimiydi. Bu şekildeki yorumun kaynağı Hz. Sa’d b. Ebi Vakkas’ın açıklamasıdır. O’na göre bu ayet Hz. Abdullah b. Selam hakkında nazil olmuştur. (Buharî, Müslim, Nesâi, İbn Cerir) Hz. Abdullah bin Selam 550-663 yılları arasından yaşamıştır. Asıl adı Husayn olup Müslüman olduktan sonra Hz. Muhammed kendisine "Abdullah" ismini vermiştir. Abdullah bin Selam, bütün ev halkının Müslümanlığı seçmesini sağlamış, Uhud Muharebesi'ne katılmıştır. Halife Hz. Ömer devrinde savaşlara katılmaya devam etmiş, Kudüs'ün fethinde bulunmuştur. Ayrıca kendisine isnat edilen bazı risaleler günümüze kadar ulaşmıştır. Bizce de ayette Kurân’ın misli olan Tevrat’a şahit olan bu şehit sahabenin olması muhtemeldir.
11- Kâfirler inananlara: “Eğer o hayırlı olsaydı, onda bizi geçemezlerdi.” dediler. Onunla hidayete eremeyince o zaman “Bu, kadim bir uydurmadır.” diyecekler.
Diyaloğun akışından anlaşılmaktadır ki buradaki kâfirler Mekkeli müşrikler; inananlar ise ehlikitaptan olan Musevi ve İsevilerdir. Resulle görüşmek için yollara düşen inançlı İsevi ve Musevilere müşrik kâfirlerin caydırıcı cümlelerinden biri burada konu edilmiştir.
Kurân’ı neden müşrikler hayırlı bir kitap olarak görmez? Bunun birçok sebebi vardır. Bunlardan bazıları atalar inancına dayalı din ticaretine engel oluşu, köleleri efendilerle bir tutması, adaleti ve paylaşmayı öncelemesidir.
Peki Mekkeli müşriklerin hayırdan anladığı nedir? Kurân’da “hayr” kelimesi maddi servet anlamında da kullanılmıştır. “Hayırdan her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Bakara: 273) Müşrik kâfirlerin hayırdan anladığı saltanat içindeki yaşantılarıdır. “Eğer o hayırlı olsaydı, onda bizi geçemezlerdi.” cümlesi “Kurân’da bir menfaat veya saltanat olsaydı biz en dindar olurduk.” itirafıdır. “Onunla hidayete eremeyince…” ifadesinin açılımı da Kurân/inen vahiy ve İslam ile menfaat yollarını bulamayınca, yani din ticareti yapamayınca anlamına gelmektedir. Buradaki hidayet hakikati bulma değil parayı bulup dini tezgâh hâline getirmektir. Kurân’ın sırtından geçinemeyince “Bu ancak (ifkun kadîm) kadim bir uydurmadır.” dediler.
Din ticaretini özetleyen Ebu Cehil’in şu sözü dikkat çekicidir: “Bak Muhammed! Söylediklerin güzel şeyler ama biz bu putları terk edersek Kureyş aç kalır.” Müşriklere benzememek nebevi sünnettir. Dinden geçinmek, yolunu bulmak haramdır, müşrik âdetidir. İsrailoğullarından bir şehidin onun misline şahitlik etmesinden dolayı vahye Mekkeli müşrikler “kadim uydurma” demişlerdir. 7. ayetteki “sihrun mübîn” diyenler ile bu ayetteki “ifkun kadîm” diyenler farklı gruplardır.
12- Ve ondan önce imam ve rahmet olarak Musa’nın kitabı vardı. Ve bu, zalimleri uyarmak ve muhsinleri müjdelemek için apaçık bir lisan ile tasdik eden bir kitaptır.
Kurân’da birçok defa geçen “musaddıken” kelimesi, sürekli doğrulayan ve onaylayan gibi anlamlar ile karşılanır. Fakat bu verilen anlamlar eksiktir. Asıl anlaşılması gereken “doğrulaştıran” anlamında olmalıdır. Tefil babının tasvir etkisi, bir hâlden başka hâle değiştirmektir. Kelime “bi” harficeri ile gelmiş olsa onaylamak olarak algılanabilir. Sadaka kelimesi Arapçada doğrusunu söylemek, doğru, gerçek olmak anlamına gelir. Saddaka kelimesi ise tefil babında olup doğrulaştırma anlamına gelir. Musaddıken kelimesi doğrulaştıran anlamına gelmektedir. Yani Kitap ve Peygamber orijinalliğini yitirmiş diğer kitaplardaki yanlışları ve çelişkileri doğrulaştırır. Peki, bunu nasıl yapar? Doğru olanları tekrar ederek tasdik eder, hatalı olanları muheymin sıfatı gereği revize eder. Önemsiz uydurmalardan da bahsetmeyerek tasdik etmediğini gösterir. Kurân mevcut bilgileri düzeltir, çelişkileri giderir. Gerçekte olması gerektiği hâline döndürür.
Ayrıca tefil babı teksir etkisinden dolayı yapılan işlemin çok çok yapıldığını gösterir. Kurân’da yüzlerce defa diğer kitaplardaki yanlış bilgiler düzeltilmektedir. “Ve sana vahyettiğimiz bu kitap, onların ellerindekini tasdik eden tek haktır.” (Fâtır: 31) Dikkat edilirse önceki inen kitap “onların ellerinde olan” şeklinde ifade edilmiştir. Kitabın kaynağı her ne kadar ilahi olsa da tasarruf hakkı nesillerce onların ellerine bırakılmıştır. Kurân’ın hedef kitlesi ile alâkalı şu ayet de dikkat çekicidir: “Ve işte bu, elleri arasındakini tasdik eden, ummulkura ve avlusundakileri uyarman için sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ve onlar ki, buna ve ahirete iman ederler ve onlar, salatlarını muhafaza ederler.” (Enâm: 92) Salatını muhafaza eden ve ummulkura denen ibadet ve ticaret için pazar yerine toplananlar, ehlikitaptan olan Musevi ve İsevilerdir.
Kurân’dan önce Hz. Musa’ya inen kitabın iki temel sıfatından bahsedilir. İlki imam yani inananlara liderlik eden özne bir kitap, diğeri ise rahmettir. Tevrat’ın muhatapları rahmet ve merhametten uzaklaştığında ihtiyar vasfını yitirip imamlıktan oldular (Duhân: 32). Kurân’ın, kitabın içinde tasdik ettiği kısımlar, insanlara merhamet temelli yaptığı imamlık kısımlarıdır. Yoksa hayata yansımayan ve merhamet mahrumu hikâyeler tasdik kapsamına girmez. Zalimleri uyarması kitabın imam sıfatı, muhsinleri müjdelemesi kitabın rahmet sıfatı gereğidir.
Ahireti belli belirsiz hâle getiren bir kitap muhsinleri nasıl müjdeler ve zalimleri nasıl uyarır? Dışarıdan gelenleri Arapça bir lisan ile uyarmak mantık dışıdır. O yüzden “lisânen arabiyyen” ifadesini apaçık bir lisan ile şeklinde anlaşılması daha uygun görünmektedir. Bu ifade, ehlikitabın elinde anlaşılmaz hâle gelen/getirilen İbranice metinlere de bir göndermedir. (Ayrıca arabiyyen için Bkz. Tâhâ: 113, Şuarâ. 195- 198, 199, Rad: 37, Zümer: 28, Fussilet: 3, Zuhruf: 3)
13-Muhakkak ki onlar “Rabbimiz Allah’tır.” dedikten sonra istikamet üzere oldular. Artık onlara korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmazlar.
Bu ifadeler Musevi ve İsevilerden olup tilavet edilen son vahyi kabul eden, Hz. Muhammed’i de peygamberler silsilesinin devamı olarak gören ehlikitap için olduğu bağlamdan anlaşılmaktadır. Benzer ifadeler özellikle Medeni surelerde artarak devam edecektir. “Muhakkak ki; inananlar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiilerden her kim, Allah’a ve ahiret gününe inanır ve ıslâh edici ameller yaparsa artık onların mükâfatları Rabblerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Bakara: 62) Görüldüğü gibi Ahkâf 13’ün sonu ile Bakara 62’nin sonları birebir aynıdır. Korku ahiretteki akıbetleri ile alâkalı iken, mahzun olmama ise yaptıkları fedakârlıkların boşa gitmeyeceğini gösterir.
14-İşte onlar cennet ashabıdır. Yapmış olduklarının karşılığı olarak orada hâlit kalırlar.
Bir insan cennet ashabı nasıl olur? Eğer kişi bulunduğu yeri cennete çevirmek için bir sayugayret içinde ise onun ayrılması toplumu olumsuz yönde etkiliyorsa o kişi cennet ashabıdır. Kurân şimdi tasdik sıfatı gereği İsrailoğullarından olan ve Kurân’ın misline şahit olmak isteyenlere şöyle bir kıssa aktaracaktır:
15- Biz insana, anne ve babasına ihsanla davranmasını vasiyet ettik. Annesi onu kerhen taşıdı ve onu kerhen indirdi. Ve onun taşınması ve sütten kesilmesi 30 aydır. Nihayet şiddetli çağına erdiği ve 40 seneye eriştiğinde dedi ki: "Rabbim! Anne ve babama verdiğin nimetlere şükretmek ve senin razı olduğun salih ameller yapmak için beni sevk et! Ve zürriyetimi ıslah et! Muhakkak ki ben, sana döndüm ve muhakkak ki ben teslim olanlardanım.”
Anne ve babaya ihsan ile davranmak sadece Kurân’da değil önceki kitaplarda da yer alan bir husustur. O yüzden “…vasiyet ettik.” ifadesi çoğul olarak gelir.
Buradaki anne, çocuğunu “kerhen”, yani istemeyerek gönülsüz bir şekilde taşımıştır. Lokman 14’te ise annenin çocuğu taşıması konusunda “vehnen/zayıflık, gevşeklik” manasında bir kelime seçilmiştir. Bu ayette ise “kerhen” kelimesi seçilmiştir. Kerhen “k-r-h” kökünden gelir ve bu kök Kurân’da 41 yerde geçer. Tiksinme, iğrenme, çirkin bulma gönüllü olmama, istemeden o işi yapma gibi manalara gelir.
Öncelikle burada insanlara emredilen genel bir emri uygulayan özel bir kişiden bahsedildiği anlaşılmaktadır. Bu kişi 40 yaş dediğimiz olgunluk dönemine erişmiş ve anne babasından verilen nimetleri miras yoluyla edinip çoğaltmış biri olmalıdır. Bir de bu kişinin kendi çocukları ve zürriyeti olduğunu ve onların ıslah olması için duacı olduğunu ayetten anlamaktayız. Dolayısıyla kendisinden sonra gelecek olan neslin ıslahı için Allah’a yönelen ve ona teslim olan bir insandan bahsedilmiştir.
Buradaki “el- insan” her ne kadar insan türünün tamamı için kullanılsa da daha önceki surelerde anlatılan ve ehlikitabın bildiği biri olma ihtimali yüksek görünmektedir. Bu yüzden çoğul değil, tekil ve marife gelen bu kelime, Kurân’ın daha önce inen ayetlerinde anlatılan biri olmalıdır. Bu kişi anne babasına ihsan ile davranmayı vasiyet yolu ile öğrenmiştir. Vasiyet kelimesinin kökü olan “v-s-y” müfredatta başkasına yapacaklarını daha önceden öğüt yoluyla bildirmek olarak anlatılmıştır. Kelime Kurân’da şöyle kullanılır: “Bu dini İbrahim, kendi oğullarına vasiyet etti. Yakup da…” (Bakara: 132)
Ayette “Biz vasiyet ettik.” ifadesi de önemlidir. “Biz” çoğulu beşerin insan olabilme sürecinde alınan vahiylere, nesilden nesle vasiyet edilen dini öğretilere bir atıftır. O yüzden insan olabilen anne babasına muhsin olur. Peki, bu duayı yapan kimdir? Ehlikitabın da bildiği bu kişi bizce Hz. Süleyman’dır. Bu ayette yapılan duanın birebir aynısını Neml 19’da şöyledir: “Ve dedi ki: ‘Rabbim! Anne ve babama verdiğin nimetlere şükretmek için, senin razı olduğun sâlih ameller yapmamda beni sevk et.’ ” Hz. Süleyman’ın kendisine maddi ve manevi miras olarak bırakılanların şükrü/teşekkürü için 40 yaşında çıktığı seferin amacında özetlenmiştir. O amaç ıslah edici bir amel yapabilmektir. Hz. Süleyman’ın seferleri ıslaha hizmet ettikçe annesinin emeğinin, babasından edindiği mülkün, iktidarın şükrü olabileceği şuurunu burada okumaktayız. Ayrıca Hz. Süleyman için “muslimun” sıfatının Neml 44’te şöyle okumaktayız: “Süleyman’la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum, dedi.” Hz. Süleyman’ın zürriyeti ile alâkalı mağfiret talebi de Sad 34-35’te şöyle dile getirilir: “Ve doğrusu! Biz, Süleymân’a fitne kıldık. Ve onun kürsüsü üzerine ceset bıraktık. Sonra döndü ve dedi ki: ‘Rabbim, bana mağfiret et! Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir mülk hibe et! Muhakkak ki Sen, Sen Vehhâb’sın.’ ”
Hz. Süleyman’ın annesi Bat-şeba’dır. Tevrat’ta ondan bahsedilir. (Bkz. 2. Samuel) Ancak bu kısımlar Hz. Davud peygambere atılan iftiralar ile doludur. Bat; hanım, kız anlamına gelir. Şeba ise Yahudilerin cumartesi gününe verdikleri dinlenme günü manasındaki şebat’tan gelir. Bat-şeba, şebat’ın kızı manası bu güne hürmet eden kız anlamında bir lakap da olabilir. Yahudi inancına göre Tanrı 6 günde yeri ve gökleri yaratır, 7. gün dinlenir. Bu iddiaya Ahkâf suresinin devamında şöyle bir cevap verilecektir: “Onlar, gökleri ve yeri yaratanın Allah olduğunu görmediler mi? Ve O, onları yaratmaktan yorulmaz.” (Ahkâf: 33) Bu ayet Yahudilerin itikatlarına yönelik, düzelterek tasdike bir örnektir. Bazı Yahudi mezheplerinde mesela Karaimlikte şabat gününde cinsel birliktelik yasaklanmışken, Rabbani Yahudilikte en uygun gün olarak kabul edilmiştir. Çocuğun Bat-şeba tarafından istemsiz/kerhen taşınıp doğrulması böyle bir batıl inançtan kaynaklı da olabilir. Ancak doğan çocuk Hz. Süleyman’dır ve bütün hurafeleri boşa çıkaran faziletli bir kul olmuştur. (Bkz. Neml: 15). Burada hamilelik ve süt emme süresi 30 ay iken Lokman suresi 14’te, 24 aydır. Zira Lokman suresinde hamilelik süresi dâhil edilmemiştir. Bu da Bat-şeba’nın çocuğunu erken doğurduğunu gösterir. Bunda belki de bâtıl inançlarının etkisi olmuş olabilir.
16-İşte onların en güzel amellerini kabul edip kötülüklerinden vazgeçiririz. Onlar cennet ashabıdır. Onlara vaad edilen doğru bir vaaddir.
Buradaki vaad, gerek dünyada gerekse ahirette yapılanların mutlaka bir karşılığı olduğuna dairdir. Bir sonraki ayetten buradaki vaadin tekrar dirilme olduğu anlaşılmaktadır. Kendisine emek veren, başta anne babası olmak üzere çevresindekilere ihsan ile davranan, verilen nimetlere şükür için bir gayret içinde olanların yaptıkları Allah katında kabul ve makbul olmakla birlikte yapılan güzel amellerin bir şekilde kötülüklere de mani olduğu ifade edilmiştir.
Amelin güzelliği sadece pozitif bir değer ortaya koyması değil, negatif olanları da yok etmesindendir. Kadirşinas insanların ortaya koyduğu vefa, onlara her şeylerini bahşeden Allah’a duydukları şükranın bir yansımasıdır. Ancak anne babasına “öf” bile demeyen Hz. Süleyman evladı ile şöyle sınanacaktır:
17- Ve o, anne ve babasına: “Daha önce nesiller gelip geçmişken, benim çıkarılacağımı mı vaad ediyorsunuz? Öf be size!” dedi. Ve onlar Allah’tan yardım isteyerek “Sana yazık, iman et. Muhakkak ki Allah’ın vaadi haktır.” Bunun üzerine o şöyle dedi: “Bu, evvelkilerin masallarından başkası değildir.”
Anne babasına “öf” demesi onların defaten onu uyardıklarını göstermektedir. Bu evladın babası 40 yaşındadır. Bu, çocuğunun imtihan ile mükellef olduğu yaşa ulaştığını göstermektedir.
Hz. Süleyman bir sefere çıkar. Bu sefer sırasında Neml suresinden de öğrendiğimiz üzere “karınca vadisi” denilen bir yerden geçer. Orada dişi bir karınca görür ve ona gülümseyerek Ahkâf suresinin 15. ayetinde geçen duasını yapar.
Seferden döndüğünde ne ile karşılaştığını Sad 34 şöyle anlatır: “Ve doğrusu! Biz, Süleyman’a fitne kıldık. Ve onun tahtına ceset bıraktık. Sonra döndü.” Hz. Süleyman döndüğünde kendi yerine bakan oğlunun kral görünümlü bir ceset olduğunu fark edip oğlunun ahiret bilinci ile değil, bencil isteklerle krallığını yönettiğini görmüştür. Hz. Süleyman ve eşi bu durumda muhtemelen ahirete ilişkin -hesap gününü hatırlatan- nasihatlerde bulunup onu uyarınca çocuk “Bunlar eskilerin masallarıdır.” diyerek içinde olanı dışa vurmuştur. Böylece yaşananlar bir fitneye dönüşmüştür. Bunun üzerine Hz. Süleyman Rabbine yönelir ve der ki: "Rabbim, bana mağfiret et! Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir mülk hibe et! Muhakkak ki Sen, Vehhâb’sın.” (Sad: 35)
Hz. Süleyman kendine emanet edilen mülkün/gücün yanlış ellerde hizmet yerine zulüm üreteceğini anlamıştır. Bu nedenle kendisinden sonra kimsenin bu güce ulaşmamasını istemiştir. Zira yanlış ellere geçen bu güç, ıslah etmek yerine zulüm üretecektir. Hz. Süleyman’a şöyle icâbet edilir: “Bunlar bizim verdiklerimizdir. Artık dilediğine ver veya tut, bunun hesabı olmaz.” (Sad: 39) İsrail Krallığının, Hz. Süleyman’ın vefatından sonra (MÖ 930) yönettiği topraklar Kuzey İsrail Krallığı ve Güney Yahuda Krallığı şeklinde ikiye bölündü. Bunun sebebi Hz. Süleyman’ın oğlu Rehoboam'ı değil, Davut soyundan olmayan Jeroboam’ı işaret etmesiydi. Hz. Süleyman’ın vefatından sonra kuzeydeki on kabile bu yüzden Rehoboam'ı değil, Jeroboam'ı kral bildi. Rehoboam ise peygamber soyundan geldiği gerçeğine dayanıp krallık hakkı için Yehuda kabilesini ayaklandırdı ve kendi krallıklarını oluşturdu. Kısa bir süre sonra Yehudalar'a Bünyamin kabilesi de katılınca Yehuda Krallığı'nın başkenti, Bünyamin kabilesinin toprakları içinde bulunan Kudüs oldu.
Sad 14’te “Onun ölümüne karar verdiğimiz zaman ölümünün ortaya çıkmasına, sadece bulunduğu yerde debelenerek dayanağını yiyen ağaç kurdu delil oldu. Ancak yere kapandığı zaman, cinlere bu durum aşikâr oldu. Eğer gaybı bilmiş olsalardı, alçaltıcı azabın içinde kalmazlardı.” şeklinde bir ifade bulunur. Bu azap, tahta geçen cesedin yönetmeye ehil olmadığı gerçeğini anlatıyor olmalıdır. Peygamber soyundan geldiği gerçeğine dayanan, belli bir süre Hz. Süleyman gibi adalet ve barış için krallığı yönetme imajını koruyan cesedin önemsiz gibi duran istekleri ve hak ihlalleri onun kral görünümlü bir ceset olduğunu aşikâr etmiştir.
Hz. Süleyman’ın mirasının yanlış ellere geçtiği, herkes tarafından değil bazı cinlere belli olmuştur. MÖ 930'da kurulan Yehuda Krallığı, Babil İmparatorluğu'nun işgali sonucu tarih sahnesinden silinmiştir. Hz. Süleyman tıpkı Hz. Nuh gibi oğlu ile sınanmıştır. İki resulün evlatları bizlere şu gerçeği gösterir: Peygamberin soyundan gelmek iman için yeter şart değildir. Böylece onlar için söz hak olur.
18- İşte onlardan önce gelip geçmiş, bilinen ve bilinmeyen ümmetlere söz hak oldu. Muhakkak ki onlar, hüsranda olanlardır.
Cin ve ins kalıbıyla, “tanınmayan ve tanınan topluluklar” kast edilmiştir. Kitab-ı Mukaddes’in Tarihler bölümünde -2:5-18’de, s. 577- Hz. Süleyman’ın ordusunda 150 bin yabancının/cinin olduğundan ayrıntılı olarak bahsedilmiştir.
Bağlamda birden “ins ve cin” topluluklarından söz edilmesi konunun Hz. Süleyman ve yaşadıklarından bahsettiğinin bir başka delilidir. Bu kalıp Süleyman kıssasında “cin ve ins” orduları şeklinde şöyle ifade edilmiştir: “Süleyman için cin ve ins ve kuş ordusu toplandı. Böylece onlar düzenlendi.” (Neml: 17) Hz. Süleyman için kuşlarla istihbarat toplayıp ulaştıran bu düzenli haberleşme ağı da krallığın parçalanması ile düzenini kaybetmiş ve “söz denilen sosyolojik yasalar” onların üzerine de hak olmuştur. Sonuç bu ayette de “hüsran” olarak ifade edilmiştir.
İslami değerlerin -küçük menfaatler uğruna- içinin boşaltılması, bu değerlere dayandığını iddia eden yönetimi ruhsuzlaştırır. Artık kralı ayakta tutan o asa sadece bir kabuk, kral da bir cesettir. Hayata yansımayıp sadece sözde kalan bu değerler kralı ayakta tutmaya yetmez.
19- Ve herkese amellerine göre dereceler vardır. Amelleri vefa ettiği için onlara zulmedilmez.
Amelin vefa etmesi yapılanların karşılığının tastamam verilmesi demektir. Aslında her tercih ya insanlık derecemizi yükseltir ya da düşürür. Dikkat edilirse düşünceler veya sözler değil, insanın derecesini ortaya koyduğu ameller belirlemektedir. Bazı insanlar gençliklerinde daha ilkeli ve tutarlı iken, bazıları yaş ilerledikçe bu kemale erişir. Kurân, insanlık derecemizi amellerimizle artırarak bizi Rabbin huzuruna hazırlar. İnsan olmayı reddedenleri bekleyen son ise şöyledir:
20-Ve o gün kâfirler ateşe arz edilir: “Siz dünya hayatınızda tertemiz olanı zayi ettiniz. Ve onunla metalandınız. Yeryüzünde hakkınız olmadığı hâlde üstünlük taslayıp fasıklık yaptığınız için artık alçaltıcı bir azapla bugün karşılanırsınız.”
Ayetteki “…tertemiz olanı zayi ettiler.” derken ne kastedilir? Dünya metaı için boşa harcanan nedir? Sorumuzun cevabı için “tayyibât” kelimesinin şimdiye kadar inen ayetlerde hangi bağlamda nasıl geçtiğine bakmak yeterlidir. Kelime Arâf 32, 157, 160; İsrâ 70; Yûnus 93 ayetlerinin tamamında, inen vahiy ile insanın maddi ve manevi kirlerden uzaklaşıp temiz ve düzgün bir hayat yaşaması anlamında kullanılır. Temiz olanı zayi etmek, dünya metaı için dayanak olan İslami değerlerin içini boşaltıp imkânları ziyan etmektir. Eğer tahta bir ceset olmasaydı dayanağını kurdun kemirmesine izin vermeyecekti.
Nebiler/peygamberler manasındaki Enbiya suresinin 8. ayeti “Biz enbiyayı ceset kılmadık.” der. Enâm suresi 122’de de “Ölü iken ihya ettiğimiz ve onunla insanlar arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimse…” derken de vahyin insanı nasıl manen diriltip ihya ettiğinden bahseder.
İslami hareketin yükselişi, yapılanların ahlaki bir temele dayanmasıyla gerçekleşir. Bu zemin dünya metaı ile zamanla zayıflarsa sistem çöker. Müslüman iktidarlarda da zuhur eden -ne yazık ki- bu yozlaşmadır. Gücü ve nüfuzu ele geçiren Kurân/kitap ehli olanlar, savundukları tüm değerleri bırakıp fıska düşmüşlerdir. Tayyip olanı saltanat ve maddi çıkar için ayaklar altına almış, hem kendilerini israf etmiş hem de inandıkları değerlere zarar vermişlerdir. Ancak buna mukabil, bu zararı bile cihat zannedip kendilerini Allah katında müstesna bir yere koymuşlardır. Ayet bunun kibirden kaynaklandığını haber verir. Âyetteki “alçaltıcı azap”; insanları yersiz ve haksız yere, sırf menfaatleri uğruna mağdur edip kibirle hakları çiğnemelerinin cezasıdır/karşılığıdır.
21- Âd’ın kardeşini hatırla ki onun önünde ve devamında da birçok uyarıcı gelip geçmişti. Ahkâf’taki kavmine “Azim günün azabının üzerinize olmasından korkuyorum. Allah’tan başkasına kul olmayın!” diye uyarmıştı.
Âd'ın kardeşinden maksat o kavimden gelen, soy olarak o kavme mensup kimsedir ki burada sözü edilen Hz. Hûd’dur. Buradaki amaç Araplar ile aynı soyu paylaşan, onların kardeşleri olarak gördükleri ve içlerinde yaşayan Hz. Muhammed ile olan ortak yönlerini göstermektir. Ehlikitap da onu kendi oğullarını tanır gibi tanır. “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu kendi oğullarını tanır gibi tanırlar.” (Enâm: 20; Bakara: 146)
Burada Hz. Hûd’un -kavmini bekleyen afete ilişkin- korku ve endişelerinden bahsedilir. Amaç tehditler savurmak değil, ilahi bir yasa gereği önceden belirlenmiş afete karşı kavmini uyarmaktı.
Ahkâf kelimesi “uzun ve yüksek kum yığını” manasına gelen “hıkf”ın çoğuludur. Hıkf”, dağ seviyesine ulaşmamakla birlikte uzunlamasına devam edip giden ve eğrilip bükülen büyük kum tepeleridir. Neden burada Ahkâf detayı zikredilmiştir? Çünkü Âd kavminin yaşadığı coğrafyanın afetten sonra kum tepeleri hâline dönüşmüş olma ihtimali yüksek görülmektedir. Muhtemelen afet öncesi o bölge yaşama çok daha elverişli ve verimli bir coğrafya iken, Hz. Peygamber döneminde afetin etkileri sonucu çölleşmiş ibretlik bir hâle dönüşmüştür. Ahkâf’ın öne çıkarılması, orada kurulan ve o çevrede bilinen medeniyetin afet sonrası izinin bile kalmadığını hatırlatmaktır. Hz. Hûd’un kavmini uyarması, Şuarâ 124 ile 135 arasında detaylı olarak anlatılmıştır. 124. ayette “Onların kardeşi Hûd onlara: Hâlâ gelecek olan afetten sakınmayacak mısınız?” şeklinde bir soru ile başlar.
Hz. Hûd emin bir resul olduğunu söyler ve Allah’a karşı da takvalı olmanın gereğini hatırlatır. Kavmini bekleyen azim günün azabına karşı onları tedbir almaya davet eder. Ancak Hz. Hûd, tedbir yerine yüksek tepelere alametler dikip heykeller yapmak gibi abes işlerle meşgul olmalarını yadırgar. Ebedi yaşayacaklarmış gibi yaptıkları kasa gibi sağlam binalar, afet ile kapanan çıkış yolları sebebiyle mezarları olmuştur. Çölün ortasındaki bir vaha gibi olan bölge aralıksız bir kum fırtınası sonucu Ahkâf tepelerine dönüşmüştür.
Bölgenin önceleri çöl olmadığı, yeşil bahçeler ve su kaynakları Kurân’da şöyle ifade edilir: “Size hayvanlar ve oğullarla yardım etti. Ve bahçelerle ve pınarlarla… Muhakkak ki ben, azim günün azabının sizin üzerinize olmasından korkarım.” (Şuarâ: 133-135) Kavmin cevabı ise şu oldu:
22- Dediler ki: “Sen bizi ilahlarımızdan döndürmek için mi geldin? Eğer sen sadıklardansan, o zaman bize vadettiğini getir.”
Helak olan kavimlerin ortak hatası, gelen uyarıyı önce tehdit gibi algılayıp kendini beğenmiş bir tavırla meydan okumalarıdır. Bu müstağni tavırları, kendi sonlarını hazırlayacaktır. Hz. Hûd’un “İlahlarınız ve putlarınız sizi afetten koruyamaz.” uyarısını, dine ve inançlara saldırı olarak algılamış ve böyle lanse etmişlerdir. Bu yüzden oluşacak afetin zamanlamasını ayarlayan ve bu afetin sebebi olarak sanki Hz. Hûd’muş gibi bir algı oluşturmuşlardır. Ancak bu tutuma şöyle bir izah gelir:
23- Dedi ki: “Muhakkak ki onun ilimi sadece Allah’ın katındadır. Ve ben onunla gönderildiğim şeyi size tebliğ ediyorum. Ve fakat ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.”
“Onun ilminin Allah’ın katında olması ile Allah size o afeti gönderecek” arasında çok derin bir fark vardır. Afetler, Allah’ın belirlediği tabiat kanunlarına göre -sebep sonuç prensibi ile- çalışır. Hz. Hûd bunun Allah’ın katından belirlenen doğal bir süreç olduğunu, dolayısıyla kişi ve grupların isteklerinden bağımsız çalıştığını dile getirmiştir. Gelme amacının insanların biraz daha çevrelerine duyarlı, sakınan, kibir ve zulümden uzak duran aciz kullar oldukları hakikatini hatırlatmaktır. Zira toplum, haddini bilmeyecek kadar cahil bir hâldedir. Haddizatında bütün resuller, cehalet içinde kalan kavimlere bir ışık tutmak için gönderilir. Ancak kavmi Hz. Hûd’u yalanlamıştır. Akıbetleri ise şöyle anlatılır:
24- Oysa onun vadilerine doğru yöneldiğini gördükleri zaman dediler ki: “Bu bize yağmur yağdırmak için yöneldi.” Bilakis o, acele istediğiniz, içinde elim azap olan bir rüzgârdır.
7 gece, 8 gün aralıksız esen çok güçlü kum fırtınaları şehri Ahkâf denilen kum tepelerine çevirecektir (Hakka: 7; Kamer: 19). Bu ayetten de anlaşılmaktadır ki afetin kendilerine doğru yaklaştığını görmelerine rağmen bölgeyi terk etmemek için onun yağmur ve bereket getirdiği yalanına sığınmışlardır. Toplumsal duyarsızlaşmanın altında, tabiata hükmedecek kadar güçlü bir şehir kurdukları zannı yatar. “Ve ebedi kalacağınızı umarak, sağlam yapıtlar ediniyorsunuz.” (Şuarâ: 129)
Azabın gece başlayıp bir hafta sonra gündüz bitmesi detayı burada unutulmamış ve bir sonraki ayette sabah detayına şöyle yer verilmiştir:
25- Rabbinin emriyle her şeyi dumura uğratır. Artık sabah onların meskenleri dışındakiler görünmez oldu. Mücrim kavmin karşılığı işte böyledir.
Meskenlerin kaplayıp her şeyin gömülmesine sebep olan şey, bölgeye taşınan kumlardır. Bu durum Hakka 8’de şöyle ifade edilmiştir: “Artık onlara ait bir bâkiye var mı, görüyor musun?” Mücrim bir kavim olmalarının sebebi, Hûd 59’da inatçı zorbalara tâbi oldukları şeklinde izah edilir. Zorbaların bunları kullanma sebebi ise Arâf 69’da yaratılış olarak daha güçlü ve kuvvetli olmaları şeklinde izah edilmiştir. Doğal afetlere karşı sığındıkları pek çok ilahları vardı ama sonuç ortada. Müşrikler, put ve ilah inançları yüzünden aslında sûistimale en açık insanlardır. Hz. Hûd’un apaçık ayetlerle kavmini uyarması, onların gözünü ve gönlünü hakikate açmak için çabalaması bir sonraki ayette şöyle ifade edilir:
26- Ve doğrusu biz, onlara size dahi vermediğimiz imkânları verdik. Ve onlar için işitme, görme ve idrakler kıldık. Fakat işitme, görme ve idrakleri onları ihtiyaçsız kılmadı. Allah’ın ayetlerini bilerek inkâr ediyorlardı. Ve hafife aldıkları şey onları sarıverdi.
Ef’ideh kelimesi fuad denen idrakin çoğuludur. Görme ve işitme hassaları ile idrak beslenir. Mekkennâ fiili “temkin” kökünden gelir. Bu kökten gelen “kevn” tepe demektir. “Mekven” yer anlamına gelir. İsmimekânın sülasi isme dönmesi ile mekân kök olmuştur. Bu âyette kelimeye “İmkân sağladık, güvenli bir yere yerleştirdik.” anlamına ilaveten: “Ona yerleşik, güvenli bir düzen sağladık.” anlamını da verebiliriz. Burada imkân sağlayan güçler yine çoğul olarak ifade edilmiştir. Onlara yerleşecekleri ve nasıl bir düzen içinde yaşayacakları konusunda basiretler indirilmiş; ancak onlar bu idrak seviyesini zulüm ve cebirde kullanınca verilenler geri alınmıştır. Bunu onlara veren güçler de zamanla sahte ilahlara, ikon ve mitlere bağlanmış ve bunların aslı unutulmuştur. Bu inanç o kadar kökleşmiştir ki, putların onları ihtiyaçsız kılacağı zannı gözlerini kör etmiştir. İşte afet tüm bu inançlar karşısında tam bir fitne ortamı oluşturmuştur. Ya resule uyup diri diri gömülmekten kurtulacaklar ya da uydurdukları yalana inanıp adım adım yaklaşan afete karşı buldukları her yüksek tepeye diktikleri alametlerin kendilerini koruyacağına inanacaklardır (Şuarâ: 128).
27- Ve doğrusu, etrafınızdaki beldelerden pek çoğunu helâk ettik. Ve belki dönerler diye ayetleri farklı yönleri ile açıkladık.
Sarf, bir şeyi bir hâlden başka bir hâle çevirmek veya onu başkasıyla değiştirmektir. Tasrifulkelam, konunun farklı yönleri ile açıklanması; tasrifudderâhim, paranın başka bir şeyle değişimidir. Bu işleri yapana da “sarraf” denir. Tasrıfurriyah, rüzgârı bir hâlden başka bir hâle yönlendirmektir. Sarfulkulub kalplerin hidayetten dönmesi demektir. Bu anlamda masruf; dönüş yeri demektir.
Kurân’dan anladığımıza göre Mekkeliler, misal gösterilen eski kavimler hakkında bir hayli bilgi ve belgeye sahip idiler. Arap yarımadasının güneyinde Âd ve Tubba, kuzeyinde Semûd, kuzeybatıda Medyen ve Lût kavmi, güneybatıda da Mısır bulunmaktaydı. Onların yaşadığı kıtlık, kuraklık, sel ve depremler bilinmekte, bunlardan korunma yollarının da putlara tapınma olduğu zannedilmekteydi. Aslında helak olan kavimler ile aynı hataya düşmüşlerdi. Kurân’da helak olan kavimlerin kıssalarının tamamında, resullerin kendilerine inananlar ile afet gelmeden önce bölgeyi tahliye edip kurtulmalarından bahsedilir. İstisnasız tüm resuller gelen afeti Rabbe dua edip durdurmayı değil, bölgeyi afet gelmeden terk etmeyi emretmiştir.
28- Artık Allah’ın astında yakınlık için ilahlaştırdıkları onlara yardım etseler ya? Bilakis, onlardan saptılar. İşte bu, onların yalanları ve iftira etikleri şeydir.
Ayet, yaratan ile kulların içeriye hiçbir şey girmesi gerekir, araya girenlerin kişiyi Rabbe yaklaştırmak yerine O'ndan uzaklaştırdığı, bunların yalan ve iftiraların net bir şekilde ifade eder. Din sınıfı, Allah ile kullar arasında bir köprü, insanları Allah'a yaklaştıran araçları ve görevlileri gibi yine de aslında dinin ihlas ile yaşanmasında en büyük engel dirler. Kişi hiçbir nesneyi, kişiyi veya fikri Rabbi ile araya çorba ile Rabbe yaklaşmayı düşünmemelidir. Resuller bile aracı veya arabulucu olmamıştır. Kişiyi Rabbe'ye yaklaştıran, yaptıkları doğru seçimler ve salih amelleridir (Kehf: 46). Rabbe yolculuk toplumsal yansımaları olan bireysel bir yolculuktur.
29- Ve cinlerden bir kısım neferleri Kurân'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Artık onun huzuruna yakından baktığımda “Susun, turistik!” dediler. Sonra bitirilince kendi kavimlerine bağlılar olmak için dönerler.
Kur'an dışarıdan gelenleri nitelemek için yabancı/acem; mayanyan/munker; Yakınlardaki turistik yerleri, badiyede yaşayanlar (Arap veya bedevî) gibi kullanımlar yaparlar. “Bedevîler/Araplar gelip dediler ki: 'Biz iman ettik…'” (Hucurât: 14) Cinler kullanımı da kantarlardan biridir. Eğer gelenler ile bir münasebet/iletişim/ünsiyet kurulmamış ve bu kişilere sezdirmeden, dikkat çekmeden uzaklaşmışlarsa bu yabancıları Kurân cin sıfatıyla tanımlamıştır.
Gayb; irâdeli-irâdesiz, canlı-cansız, beş duyumuza kapalı olanların genel adı iken cin, daha dar yeteneği irâdeli olup ünsiyet kurulmamış olanların genel adıdır. O nedenle ins in yani ünsiyet adreslerinin zıddı olarak “cin” şeklinde gelir (Enâm: 112-128-130, Arâf: 38 vs.). Cin suresinin başı ve Ahkâf suresinin 29. ayetlerinde anlatılan bu olaylardan Allah Resulü ardından vahiy ile haberdar olmuştur. Yabancıların geldiği görülmemiş ne işitmiş ne de onların varlıkları hisetmiştir. Eğer Hz. Lût gibi yönlendirilseydi onlara cin değil “kavmun münkerun/yabancı bir kavimden kişiler” denilecekti. Burada cin sıfatının tercihi bu kişiler ile herhangi bir temasın kurulmasından dolayıdır.
Beş duyumuz ile algılayamadığımız her şey gaybdır, gaybi her irâdeli cin sıfatını kazanır. Bu isimlendirme sadece metafizik İnceleme için değil, fiziksel İnceleme için de kullanılır. Bir kısım cinlerden olan bu neferlerin, sayıları 3 ilâ 10 kişi arasında olabilir. Kelimenin çoğulu "enfâr"dır. Neferân askerdir, yardımcıdır. Kelime ayrıca savaştan kaçma becerisini gösteren bir sinema filminde kaçmayan savaşçılara denir. Zira nüfûr kelimesinin haktan uzak olmak, haktan kaçma gibi olumsuz bir manası da vardır.
Bu yabancı neferler Kurân’ı dikkatlice dinlemiş, ardından kavimlerine dönüp duyduklarını kendi iradeleri ile anlatmışlardır. Bu gaybi bilgi de Allah Resulü’ne sonradan vahyedilmiştir. Cin suresinin girişinde gelip dinleyen, grubun kavimlerine bunu iletmelerinin akabinde yine onların kavmindeki farklı bir grubun gelip Kurân’ı dinlemeleri anlatılmıştır. Bu detayı ayette “Biz sana yönlendirdik, yönlerini sana doğru değiştirip çevirdik.” manasındaki “sarafnâ” fiili vermektedir.
Farklı farklı gruplar belli zaman aralıkları ile Allah Resulü’nü gizlice dinlemeye geliyorlardı. Neden gizlice gelip dinliyorlardı? Zira Mekkeli müşrikler Hz. Muhammed ile görüşmeye gelenleri engelliyor, yalan ve iftiralarla gelenleri yolundan çevirip geri döndürmeye çalışıyorlardı. Genelde ticaret için gelen bu kişilerin mallarını satmalarına izin vermiyorlar veya çok düşük fiyatlarla zarar etmelerine sebep oluyorlardı. Boykot hâli yüzünden Allah Resulü bu kişileri 5 duyusu ile algılamadığı için bir kısım cinler şeklinde vasıflandırılır. Cin kullanımı ile aslında gelenlerin kimliği değil, yabancı oluşu öne çıkarılmıştır. Hicret öncesi gidilecek diyarlarda bu mesajın karşılığının oluşması o dönem için hayati bir önem taşımaktaydı. Bu olay mesajın -Mekke’de sıkışıp kalmasını önleyerek- yayılmasına da vesile olmuştur.
Resûlullah’ı dinleyen yabancıların, yani cinlerin sayısında rivâyet olarak ihtilaflar vardır. Bazıları 7, bazıları 9 kişiydiler ve Harran ahalisindendiler, bazıları da 4 kişiydiler ve Nusaybin ahalisindendiler, der. Sonuç olarak bu sûrede anlatılan cinler; tefsir ve tarih kitaplarında belirtildiği gibi, Nusaybin’den veya Yesrib’ten (Medine’den), kimliklerini açığa vurmadan peygamberimizin yanına gizlice gelip Kurân dinleyen ve imâna gelen, sonra da kavimlerini uyarmak için geri dönen Nusaybinli veya Yesribli (Medineli) Musevilerdir. Bu yüzden devam eden ayetler hem Hz. Musa’ya hem de Kurân’ın tasdik sıfatına vurgu yapacaktır.
30- Onlar: “Ey kavmimiz! Muhakkak ki biz, Musa’dan sonra indirilen, onların elindekini tasdik eden, hakka ulaştıran ve istikamet verilmiş yola hidayet eden bir kitap dinledik.” dediler.
“Bir kitap dinledik ki, Musa’dan sonra indirilmiş…” ifadesinde cinler neden “Hz İsa’dan sonra indirilen Kurân’ı dinledik.” dememişlerdir? Kaldı ki Hz. Musa’dan sonra Hz. Davut ve Zebur gibi birçok resul ve şeriat da gelip geçmiştir.
Ayette dikkatle bakıldığında öncelikle Musa’dan sonra indirilen ifadesi ile Eski Ahit, “beyne yedey-hi” kalıbı ile de Yeni Ahit’in kastedildiği anlaşılmaktadır. Zira ayette “onların ellerindeki” ifadesi vardır. “Bizim değil de onların elindeki” ifadesi Hıristiyanların elindeki İncil’e bir atıf olmalıdır. O zaman bu cinler, Yahudi oldukları için dinledikleri kitabı “Musa’dan sonra indirilen” şeklinde nitelendirmiştir.
Yahudilerin Tanah ve Müslümanların Tevrat ve Zebur olarak kabul ettikleri kitapları içinde barındıran metin Ahdi Atik’tir. Ayetlerden çıkan sonuç da bu kimselerin Yahudi olup Hıristiyan inancına mensup olanlarla iç içe yaşadıklarıdır.
Kurân dinleyen bu yabancılar, Medineli ilk mühtediler olabilir. Zira Kurân’ı dinleyen ve Peygamber’i anlayan bu yabancıların, Nusaybin veya Ninova gibi “Arap dili ve kültürüne yabancı bir çevre”den ziyade Hicaz, Necd veya Yemen gibi Arap kültürünün hâkim olduğu bir çevreden olmaları muhtemel görünüyor. Cin sûresi ikinci ayette, “bir daha asla şirk koşmayacakları” sözünü veren cinlerden bahsedilmektedir. Bu sözü veren grup ile bu grubun farklı olduğu devam eden ifadelerden anlaşılmaktadır. Allah Resulü’nü önce Medineli müşriklerden dinleyen yabancılar gelmiş, arkasından ehlikitaptan olan yabancılar gizlice dinlemeye gelmiştir. Gelip dinledikten sonra “Bu apaçık sihirdir.” diyen cinler olduğu gibi “Bu, hakka ulaştıran ve istikamet verilmiş yola hidayet eden bir kitaptır.” diyen de vardır.
Bu surede anlatılan cinlerin başka boyuttan varlıklar olarak düşünülmesinin pragmatik bir karşılığı yoktur. Çünkü onlarca ayette vurgulandığı gibi, peygamberimiz bir beşerdir, beşere elçi olmuştur ve “sizden, içinizden biri” olarak nitelenmiştir. Yani o bizden biridir ve başka boyuttaki varlıklara değil, bize elçi olarak gönderilmiştir. “Ben de sizin gibi bir beşerim.” (Fussilet: 6) ayetinin farklı boyutlardaki varlıklarda bir karşılığı yoktur. Onlara kendi içlerinden çıkan bir elçinin rehberlik etmesi gerekir. “Yeryüzünde gezen melekler olsaydı onlara melek resul gönderirdik.” diyen İsrâ 95 ve Kurân’ın diğer ayetleri, cinler ile alâkalı bu soruyu neden hiç gündem etmez? Zira cinler insandan ayrı bir tür değildir.
Kurân, “insüsin” sırasında insanların oluşturulduğu bilinen bilinmeyen, tanınan tanınmayan topluluklardan bahseder. “Kurân'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insücin bir araya gelse…” (İsrâ: 88) gibi. Eğer cinler, metafizik varlıklar ise ne Kurân onlara hidayet olur ne de beşer bir resul olan Hz. Muhammed onları üsveyihasene olabilir. Buna en başta yaratılışları manıdır. Kaldı ki insan iradene, seçimlerine, imtihanına lehte ve aleyhte hiçbir etkisi olmayan, hissedilmeyen bazı varlıkların anlatılmasının da muhataplara bir katkısı yoktur. Buna karşılık bu bilinmeyen alan sadece şirke aletleri insanların hayatlarına olumsuz yansımıştır. Kurân cin kavramlarının doğru sunumunu anlatarak onlara yüklenen aşırı değişiklikleri düzenler ki bu alan şirke aletinin alınması.
31- Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine icabet edin. Ve O'na iman edin ki, peşinizi bırakmayan bazı suçlarınızı mağfiret etsin. Ve sizi elim azaptan korusun.
“Min zunûbiküm” terkibindeki “min” harfi, “bir kısmı“ (teb'îz) anlamında olup terkipte iman soyadı üzerine bazılarının (nesilden nesile devam eden bozuk itikatları aslında peşlerini bırakmayanlarıdır) bağışlanacağına dikkat çekilmiştir. Bu harf belirtilebilir. Buna göre “min” “ecîbû” fiiline karşılık gelir. Bu yönüyle cümle, suçların telafisi için Allah'ın davetine uymalarının gerekliliği tazminatına dikkat çeker. Bu iki manayı birleştirdiğimizde resul ve onun kapsamına giren tâbi olmak hem yeni suç ve günahlara karşı muhatabı mağfiret edecektir hem de eski suçlarını telafi etme fiilini sunacaktır. Elim azaptan korunmayan ve mağfiretten mahrum kalanlar ise içindeki vahyin içindeki doğrulukları toptancı bir bakışla reddedenler ve dinden geçinmek için yaptıkları aşırılıkları düzelterek tasdik eden kitabı sırt çevirenler dir.
32- Ve Allah'ın davetçisine icabet etmeyen kimse onu değiştirmez aciz bırakmaz. Ve onun Allah'ın astında evliyası yoktur. İşte onlar apaçık dalâlet içindedirler.
Burada Allah'ın davetçisi denmesi ve isim verilmemesi de muhatabin onu kesilmiş tanınmadığını gösteriyor. Bir davetçi ve getirdiği bir mesaj var. Bu sonuç, türedi olmadığı gibi gelen de köksüz bir anlatım değildir. İşte Yesribli cinlerin kavimlerine tebliğ ettiği özetlemeler bu minvaldedir. Cinin burada öne çıkan mesajı “Onun bizim desteğimize ihtiyaç duyması değil, bizlerin onun yolunu göstermene ihtiyaç duymamızdır.” Allah Resulü'nün Allah'ın astında bir kurtarıcı veya veli gibi bir görevi ve sıfatının bulunmadığı da vurgulanır. Bundaki amaç şirki önlemektir. Doğru Rab tasavvuru, şirki önlemek için en temel düşünmek. Rab tasavvurundaki bozulma, melek ve resul algılarında da bozulmalara sebep olur.
33-Onlar, göklerin ve yerin mutlak yaratıcısının Allah olduğunu gördüler mi? Ve O, onları yaratmaktan yorulmaz. Ölüleri ihya etmeye gücü yetendir. Bilakis O, Muhtemelen ki her şeye boyutunu koyandır.
Tevrat'ın yaratılış bölümü 2:1-2 Şöyledir: “Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Tanrı'nın işi bittikten sonra Tanrı'nın yapması gerekeni yaptı. Zamanı gelince o gün dinlendi.” Kurân “göklerin ve yerin 6 günde Allah tarafından yaratıldığını” tasdik ederken “7. “Gün dinlendi.” ifadesini tasdik edip Allah'ın yaratmaktan yorulmayacağını ifade eder. Aslında bu, doğrulaştırarak tasdiklemeye bir örnektir.
Buradaki ihya manevi diriltilmelidir. İndirilen ayetlerle ehlikitaptan olup manen pasifleşenlerin dirilmesine Allah'ın kâdir oluşu dip mesaj olarak verilir. Allah'ın “her şeye kâdir oluşu” çok fazla sûistimal edilen bir konudur. “Allah isterse firavunu sorgusuz sualsiz cennete koyar, isterse İblis'i yaratır, isterse şu mucizeyi yaratır, bunu, şunu yapar.” gibi örnekler ve önerilerinizin tamamı hatalıdır. Zira bu cümle, Allah'ın her şeye gücünün yettiği ölçüde kendi adaletini ve inançlarını muhataba inandırmayı hedefler. Amaç, Allah'ın kudretinin arkasına sığınarak gerçekliğini yitirmiş mitlere muhatapların inanmasını sağlamaktır.
Ayet bunu cezalandırmak için “her şeye gücü yeten” anlamındaki “ Kâdir” sıfatından sonra, “Kadîr” sıfatını benimsemenin aksine “bir kaderle yani ölçü ve miktara” anlamında kullanıldığında hatırlanır. Bu, son bir ayet olup elimine çok muazzam ve değerli bir derece verir. Öyle ki Allah isterse ateş yakmaz, su yakmaz gibi önermelerin turu Allah'ın neyi isteyip neyi istemediğine aciz beşerlerin karar vermesidir. Zira Allah, sünnetine aykırı hiçbir şey istemez . Allah'ı yüceltmek için Allah'ın izniyle ortaya çıkan ayetleri okuyun. Genel sekreterin hilafına anlık değişikliklerden etkilenen ve kendi koyduğu kuralları çiğneyen bir Rab tasavvuru zaten geleceği bilmeyen bir Rab tasavvurudur. Sonuç olarak Allah ölümsüzleri ihya etmeye gücü yeten dir. Aynı zamanda bir kader olduğunu , yani bir ölçüt ve bir kural belirlemiştir. Bu kadere uygun seçimler yapanlar ihya sonrasında, aykırı hareket edenleri bekleyen ise kuruldu:
34- Ve o gün kâfirler ateşe arz edilir. Bu hak değil mi? “Ve Rabbimiz, evet!” dediler. “Öyleyse örtmenizin sebebi azabı tadın!” dedi.
“Bu hak değil mi?” oyunun iki şekilde uygulanması. İlki “Bu inkâr, gerçek değil mi?” diğeri ise “Bu hak ettiğin gerçek karşılık değil mi?” sorusudur. Bu sondan kurtulmanın yolu ise bir sonraki ayette şöyle özetlenir:
35-Öyleyse ulûlazm olan resûller gibi sabret! Ve şimdi acele et! O gün, vaktinde olduklarını gördükçe bir gündüzün bir saatinden fazla kalmamış gibi davranıyorlar. Artık fasıklar kavminden başkası helâk edilir mi?
Âyette belirtilen azim sahipleri kimler olduğu, farklı görüşler vardır. Ayet hem onlar için acele edilmemesi gereken hem de helak olan fâsık kavimlere atıfla bittiği için ulûlazm resuller, kavimleri helak olan resuller olabilir. Bunlar Kurân'da anlatıldığı üzere Hz. Nûh, Lût, Hûd, Salih, Şuayb olduğu gibi orduları ile birlikte helak olan firavun ailesi giden Hz. Musa ve Harun'u da ulûlazim resuller olarak anlarım.
“Vadolundukları gün” hesap günü, “gündüzün birkaç saati” kabirde gerçekleşen zamanı algılamaları olabilir. Ya bu teklife ve tebliğe olumlu karşılık verenler ya da her gün tarih sahnesinden silinecekler. Seçim muhatabındır. Azim sahibi olamayan resulleri ise Kur'an'ı şöyle anlatır: Hz. Âdem hedefe ulaşma yönünde bir dönem ilerleme yani azmini kaybetmişti. “ Ve durum daha önce Âdem'le de ahitleşmiştik, ama o unuttu ve onu azimli bulmadık.” (Tahâ: 115)
Bu doğrultuda “ahitleşme” hedeftir, ancak o hedefe ulaşma yönündeki direniş, hedefin unutulması sonucu yitirilmiştir. Hedefi ona unutturan şeytani vesveselerdir. Şeytanın “iki melik olma veya halit kalma” vaatleri yüzünden Hz. Âdem ve eşi asıl hedefin ne olduğu unutulmuştur. Hz. Yunus'ta ise azim vardır; Ancak bu kararlılığı sürdürecek sabır yoktur. “Artık Rabb'inin hüküm vermesi için sabret! Balığın sahibi gibi olma! Hani o, hüzünle için yakarmıştı. Rabb'inden ona bir nimete ulaşmasaydı, kınanmış olarak çorak bir sahile atılacaktı. Fakat Rabb'i onu seçti ve salihlerden kıldı.” (Kalem: 48-50)
Azim, kararlılığa ulaşmak için gerekli olan kararlılığı göstermekte, sabırlı olmak ve hedefe ulaşmadaki engellere direnme gücüdür. Azimli bir kişiye sabır yoksa o kişiye hedefine ulaşamaz. Sonuç olarak ulûlazim olan resuller zaferine Kararlılık ile ilerleyen ki bu resuller karşılaştıkları rakipleri ile göğüslerini kapatıp durmalarını bir an olsun bozmamışlardır. Sabır ve azim Kurân'da övülen meziyetlerdir. "Ve elbette kim sabreder ve mağfiret ederse muhakkak ki bu, gerçekten azîm emirlerdendir." (Şûrâ: 43)
“Azm” kök müfredatta “işin devamına para belgesi” şeklinde belirtilmiştir. “Şu işi yapmayı azmettim.” denir. Allah buyurur ki: “Yapacağın işler hakkında onların listeleri al, ama azmedince artık Allah'a dayan!” (Âli İmrân: 159) “Eğer boşanmaya azmederse şüphe yok ki Allah işiten ve bilendir.” (Bakara: 227)
Yaşanan boykot dönemi ve sıkıntılar tam bir iman sınavına dönüşmüştür. Bu sıkıntılar içinde dışardan gelen yabancıların istikrarını ve istikrar duruşunu görme İslam'ın korunmasında çok önemli bir tebliğ yöntemidir. Bu yüzden ulûlazim resuller gibi sabretme hâli bir tebliğ olarak ifade edildi. Sıkıntı ve zorluklara karşı sabrın yerine konulması, insanların merak edenlere ehlikitap ve müşriklere imanla müşerref olmalarıdır.
Ahkâf suresinden anlaşılanlarımız şimdilik bunlardır. En doğrusunu göklerin ve yerin mutlak yaratıcı olan ve yetkileri ihya eden Allah bilir.