 Ankebût Suresi
Sureye Ankebût adı, 41. ayetindeki “örümcek ağı” misalinden ilhamla verilmiştir. Surenin iniş dönemi ve yeri hakkında 4 görüş vardır: Çoğunluğa göre surenin tümü Mekke’de inmiştir. İbn Abbas’ın iki görüşünden birine ve Katade’ye göre surenin tümü Medine’de inmiştir. Şabi’ye göre 2 ve 3. ayetler Medine’de “Müslüman olduk.” deyip de hicrete yanaşmayanlar hakkında inmiştir (Taberî ve Vahidî). İlk on bir ayetinin Medenî, gerisinin Mekkî ya da tersi olduğunu söyleyenler vardır. Hz. Ali’ye göre Mekke-Medine arasında inmiştir.
Surede, münafıklarla ilişkilendirilen ilk on ayetin Medine'de nazil olduğu görüşünde olanlar, münafıklarla ilgili problemlerin Medine'de ortaya çıktığını ileri sürmektedirler. Ancak surede bahsedilen ve münafıklık alâmeti gösteren kişilerin, müşrikler tarafından uygulanan baskı ve işkenceler nedeniyle ikiyüzlü davranan kimseler oldukları, dolayısıyla bu ilk on ayetin de Mekke’de indirildiği söylenmiştir. Surede bahsedilen konular, hicrete dair vurgular ve Allah’a güvenmeye ve sabırla safını değiştirmemeye dair teşvikler ile bölümler arasındaki uyum, bizleri surenin tamamının Mekkî olduğu sonucuna ulaştırmaktadır.
1-Elif, Lâm, Mîm.
Mukattaa (kesik) harflerle ilgili "elif" harfi tevhidi; "lam" harfi şirki; "mim" ise yaratılışın başlangıcı ve insanın kökenine dair işaretleri çağrıştırmaktadır. Bu anlamlandırma, surenin tematik ilerleyişiyle de örtüşmektedir: Surenin hemen girişindeki ilk sekiz ayette, müminlerin imtihanı, sabır, sadakat ve müşriklerin inkârı çerçevesinde tevhid–şirk mücadelesi öne çıkar. Bu mücadele, özellikle Hz. Nuh ve Hz. İbrahim kıssaları üzerinden tarihsel bir arka plânla desteklenir. Ardından 19. ve 20. ayetlerde "mim" harfinin sembolize ettiği yaratılış ve başlangıcına dikkat çekilir. “Yeryüzünde dolaşın ve ilk yaratılışın nasıl başladığına bir bakın.” Bu, hem yaratılışın kevni delillerle kavranması hem de inkârcıların iddialarına karşı ilahi kudretin apaçık göstergelerinden biri olan “yeniden diriliş” başlığının özetlendirilmesidir.
“Elif-lam-mim” surenin başında bireyin inancı ile toplumsal baskı ve şirk düzeni arasındaki çatışmaya dair derin bir tevhid manifestosu ortaya kayacağını haber verir. Sure, iman edenlerin sabırla sınanacağını, ancak bu sınamaların bir arındırma süreci ile fıtrata dönüş olduğunu vurgular. Yaratılışa dair ayetlerle Allah’ın kudretinin mutlak olduğuna -hem başlangıç hem de yeniden diriliş açısından- deliller getirilir.
2-İnsanlar "İnandık!" demekle baskıya maruz kalmadan bırakılacaklarını mı hesap ettiler?
Bu ayet, imanın yalnızca sözle beyan edilen bir iddia değil, aynı zamanda bazı bedelleri olan bir sorumluluk olduğuna işaret eder. Ayette geçen “fitne” kelimesinin kökü “fetn” olup kelime, sözlük anlamı itibariyle altın ve gümüş gibi değerli madenlerin sahtesini gerçek olandan ayırmak için ateşte eritilmesini ifade eder. Buradan hareketle fitne, imanının ve sadakatinin gerçekliğini ortaya çıkaran en zorlu baskılar, sıkıntılar, maddi ve manevi sarsıntılardır.
Ayette yer alan “en-nâs/insanlar” ifadesiyle kimlerin kastedildiği konusunda müfessirler iki yönlü değerlendirme yapmıştır: Bunlar ya genel olarak tüm insanlar ya da özelde imana yeni adım atmış, henüz içsel sağlamlığı olgunlaşmamış kişiler olabilir. Bağlam dikkate alındığında, özellikle iman iddiasında bulunanların -henüz bu iddiayı davranışlarıyla ve sabırla pekiştirmemiş olanların- kastedildiği anlaşılabilir.
Ayetin devamındaki “fitneye uğramadan bırakılma” ifadesi, kişinin bedenî ya da malî sorumluluklara tâbi tutulmadan rahatlık içinde bir iman süreci geçirmesi beklentisini eleştirir. Zira iman, bir güven duygusudur ve bu güven, ancak sınanarak ve zorluklar karşısında sabredilerek olgunlaşır. Henüz tanımadığımız birine yahut yeterince içselleştirilmemiş bir inanca karşı güçlü ve sarsılmaz bir bağlılık ve güven hemen oluşamaz.
Bu duruma Hucurât Suresi 14. ayeti çarpıcı bir örnek sunar:
“Arabiler/badiyede olanlar ‘Biz, iman ettik dediler.’ De ki: ‘Siz iman etmediniz ancak teslim olduk.’ deyin. Çünkü iman henüz kalplerinize yerleşmedi.” Bu ayet, imanın yalnızca dilde bir başlangıç noktası değil; kalpte kökleşen, davranışla kemale eren bir mertebe olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla iman bir “iddia” değil, zorluklar karşısında sadakatle sergilenen ahlâki bir duruştur.
Ayrıca, Ankebût suresi bağlamında düşünüldüğünde, bu ayet Medine öncesi dönemde, Peygamber’in hicret edebileceği muhtemel yerlerden gelip ona “İman ettik.” diyen bazı kişileri de kapsıyor olabilir. Ancak bu kişiler arasında gerçekten samimi olanlar kadar, görünürde iman etmiş fakat içten içe zarar vermeyi amaçlayan münafıklar da olabilir. Nitekim surenin 11. ayetinde bu durum açıkça ifade edilir: “Allah, elbette iman edenleri de bilir, münafıkları da mutlaka bilir.” Bu vurgu, henüz imanı olgunlaşmamış, imtihanla pekişmemiş kişilerin, münafıklara karışabileceğine, dolayısıyla iman iddiasının tek başına yeterli olmayacağına delalet eder.
3- Ve doğrusu onlardan öncekiler de baskılara maruz kaldı. Allah sadıkları da yalanlayanları da mutlaka bilir.
Bu ayet, iman yolculuğunun tarihsel sürekliliğine dikkat çeker. Ondan önce ifadesi ilk Müslümanlar ile sonraki boykot döneminin zorlukları ile dinden dönenlerin varlığı bu yeni “İman ettik.” diyenlerin içinden de çıkabileceği uyarısını yaparak yakın tecrübeyi hatırlatır. Özellikle müşriklerin, yeni inananlara uyguladığı baskı ve işkenceler, bu imtihanın somut bir tezahürüdür.
Derveze’nin yorumu dikkate alındığında, burada kastedilen “fitne”, doğrudan müşrik babaların mümin evlatlarına uyguladığı dinden döndürmeye yönelik fiziksel ve psikolojik baskılardır.
Burada dikkat çekilmesi gereken husus, Allah’ın “Sadıkları da yalancıları da mutlaka bilir.” ifadesidir. Elbette Allah, gaybı bilen olarak kalplerin içini bilir. Ancak kulların kendilerini tanımaları, içlerinde taşıdıkları imanın sahihliğini bizzat yaşamaları için bu ayrımın fiilî olarak görünür hâle gelmesi gerekir. Yani imanın “kuru bir iddia”dan ibaret olup olmadığı; ancak sabır, fedakârlık ve vazgeçişlerle sınandığında anlaşılır.
İman, ancak uğruna vazgeçilenler oranında kıymet kazanır. Kuru bir iman iddiası taşıyan kimseler, imanın sunduğu manevi ve toplumsal kazanımlardan faydalanmak isterken; risk, bedel veya zarar söz konusu olduğunda geri çekilirler. Bu da, münafıklığın temel belirtilerinden biridir. Zira böylesi bir “iman” güvene değil, dünyevileşmeye ve bencil çıkarlara dayanır.
Oysa gerçek iman, ahlâki bir duruştur. Bir kimsenin kötülükten, iftiradan, hırsızlıktan, zinadan, aldatmadan ve ikiyüzlülükten geri durabilmesi, yalnızca o eylemlerin gerçekten günah olduğuna ve hesabının sorulacağına dair bir inanç taşımasıyla mümkündür. Aksi takdirde, kişi menfaatleri uğruna Allah’ın haram kıldığı fiilleri işleyebilir, ardından da sözde “iman” ettiğini ileri sürerek kendi nefsini aklamaya çalışabilir.
Bu nedenle, ayet sadece tarihsel bir durumu bildirmemekte, aynı zamanda her çağda iman iddiasında bulunan herkese yönelik bir ölçü sunmaktadır: “İman ettik.” demekle bırakılmazsınız. O iman, mutlaka test edilir. Kişi iddiası kadar sınanır.
4- Yoksa kötülük yapanlar, bizi atlatabileceklerini mi hesap ettiler? Hüküm verdikleri şey ne kötü!
Ayette, kötülük yapanların ilahi adaletten kaçabilecekleri yönündeki yanlış zannı eleştirilmekte ve bu düşüncenin tutarsızlığı vurgulanmaktadır.
Ayette geçen “yesbikûnâ” ifadesinin kökü “s-b-k” olup Arapçada “önden gitmek, geçmek, öne çıkmak” anlamlarına gelir. Ancak burada “bizi geçmekten kasıt, ilahi adaletten kaçmak, Allah’ın rahmeti sayesinde O’nun adaletini ve cezadan kurtulmak anlamındadır. Bu bağlamda Mücâhid, ayeti şöyle tefsir eder:
“Bizi aciz bırakacaklarını, amelleri dolayısıyla kendilerine ceza vermeye muktedir olmayacağımızı mı sanıyorlar?”
Ayette geçen “seyyiât” kelimesi, kötülükler anlamına gelir. Bazı müfessirler bunu doğrudan şirk olarak yorumlarken, bazıları da bu kavramın şirk ve küfür dışında kalan tüm günahları kapsadığını ifade etmiştir. Ancak ayetin genel bağlamı, bu kötülüğün daha geniş bir anlam taşıdığına işaret eder.
Bu kapsamda kötülük, insanın hem kendisine hem başkalarına hem de çevresine verdiği her türlü zarar olarak anlaşılmalıdır. Zulüm, aldatma, hile, iftira, gasp gibi fiillerin tümü bu kapsama girer. Nitekim her kötülüğün temelinde yatan ortak psikolojik eğilim, yapılan şeyin cezasız kalacağı, yani “yapanın yanına kâr kalacağı” inancıdır. Bu ise, ilahi adaleti geçersiz saymak gibi vahim bir yanılgıdır.
Gerçek bir mümin bu tür bir düşünceye sahip olamaz. Çünkü iman, yapılan her fiilin hesabının verileceğine dair bir inanç sistemidir. Bu nedenle sahih bir imanın bulunduğu yerde, bilinçli kötülük barınmaz. Allah Resulü bu durumu şöyle özetler:
“Gerçek mümin, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kişidir.” (Tirmizî, İman, 12)
Bu hadisle birlikte düşünüldüğünde, kötülük yapanların kendilerini Allah’ın azabından kurtulabileceklerini zannetmeleri, hem aklen hem de inanç açısından ciddi bir sapmadır. Ayetin sonunda yer alan “Ne kötü hüküm veriyorlar!” ifadesi ise bu yanlış kanaatin sadece sonuçları açısından değil, zihinsel temeli açısından da bozuk bir hüküm olduğunu ortaya koyar. Çünkü Allah’ın mutlak adalet sahibi olduğu bir evrende, hiçbir fiil karşılıksız kalamaz.
5- Kim Allah’a kavuşmayı umarsa bilsin ki Allah’ın belirlediği ecel mutlaka gelecektir. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
Ayette geçen “likâullâh” ifadesi, “Allah’a kavuşma” anlamına gelir. Bu kavuşma, bazı müfessirlerce ahirette Allah’ı görme olarak yorumlanırken, çoğunlukla ölümden sonra ilahi huzura çıkma, hesap verme ve karşılık alma süreciyle ilişkilendirilmiştir. “Likâ” ve “mülâkât” kelimeleri Arapçada genel anlamıyla iki varlığın buluşması, bir araya gelmesidir. Hatta bu kelimeler, iki cansız nesne yan yana geldiğinde dahi kullanılabilir. Dolayısıyla “Allah’a kavuşmak” ifadesi, soyut bir zihinsel durumu değil, insanın varoluşsal sonundaki kaçınılmaz karşılaşmayı ifade eder. Bunu umanlar zalimin ve münafığın zararından çekip ilahi adaletin bir an önce tecelli etmesini uman mazlumlar olabilir.
Ayetteki vurgu, bu buluşmanın ertelenemez oluşu ve mutlak kesinliğine yöneliktir. “Allah’ın eceli mutlaka gelecektir.” ifadesiyle her canlının belli bir süre için yaratıldığı, o sürenin dolmasıyla ilahi adaletin tecelli edeceği hatırlatılmaktadır. Bu yönüyle ayet, sadece iman edenleri teselli etmekle kalmaz, aynı zamanda dünyevi sorumluluğu unutanlar için de ciddi bir uyarıdır.
Ayet aynı zamanda gayba iman ilkesini de gündeme getirir. Zira Allah’a kavuşmayı ummak, ancak ölüm ötesi bir âleme, hesap gününe ve ilahi adalete iman ile mümkündür. Henüz görülmemiş olana, henüz yaşanmamış bir karşılaşmaya inanç beslemek, gaybi imanın özüdür. Ayette bu beklenti teşvik edilmekte, ancak aynı zamanda şu gerçek hatırlatılmaktadır: “Ecel gelmeden önce, bazı hakikatlere kesin bilgiyle -hakkal yakîn’ veya aynel yakîn- ulaşmak mümkün değildir.” Bu ise insanın hem sınırlı idrakine hem de dünya hayatının bir imtihan alanı olduğuna işaret eder.
Son olarak ayetin bitişinde gelen “O, en iyi işiten ve en iyi bilendir.” ifadesi, Allah’ın hem niyetlerden hem de söz ve fiillerden haberdar olduğuna, dolayısıyla ecel sonrasında gerçekleşecek olan karşılaşmanın kusursuz bir bilgiye ve adalete dayanacağına vurgu yapar.
Burada akla şu soru gelebilir. En iyi bilenin işitmesine gerek var mıdır? Bir de neden burada en iyi gören manasında ki “el-Basir” esması zikredilmemiştir? Allah bir şeyi “bilmek” için işitmek veya görmek zorunda değildir, işitmek için de bilmeye ihtiyaç duymaz.
İnsanın bir şarkıyı bilmesi onu dinlemesine engel değildir. İşitmek ve görmek sadece bilmek için yapılmaz. Kurân’da Allah’ın bilmesi, bilinmeyeni bilmesini ifade ederken işitme ve görme gibi sıfatları ise sadece içerde kalan niyetleri ve düşünceleri değil amele dönüşen söz ve davranışlardan da haberdar olduğu imasını taşır.
Dolayısıyla “Mutlak bilenin görmeye ve işitmeye ihtiyacı var mıdır.” gibi sorular “Allah’ın hiçbir şeye zaten ihtiyacı yoktur.” şeklinde cevaplandırılmalıdır. Ancak onun gördüğü ve duyduğunu bilmeye insanın ihtiyacı varıdır. Allah’ın işitme ve görme sıfatları onun bilgi edinme yolları olması ile alâkası yokken, işitme ve görme sıfatlarının zikredilmesinin insana dönük bir terbiye hikmeti taşımaktadır.
6- Ve kim cihat ederse artık sadece kendisi için cihat eder. Muhakkak ki Allah, âlemlerden müstağnidir.
Cihâd, cehd kökünden türeyen ve mufâale babında gelen bir mastardır. Kelimenin bir diğer okunuşu "cühd" şeklindedir. “Cehd”, esasen ağır bir yük taşıyan hayvanın, menziline ulaşabilmek için gösterdiği yoğun çabayı ifade etmek üzere kullanılır ve bu bağlamda asıl anlamı “tâkat getirmek, dayanmak ve direnmek”tir. Mufâale babı ise işteşlik ifade ettiğinden "cihâd", karşılıklı bir çaba, gayretleşme anlamına gelir. Bir başka deyişle cihâd, karşı tarafın gücüne karşı takat yettiğince direniş ve mukabelede bulunmaktır.
Bu kökten türeyen kelimeler arasında "müçtehid", "mücâhede", "içtihat" gibi terimler yer alır ve bu kelimeler, Türkçeye de geçmiştir. Tüm bu açıklamalar ışığında "cehd", “gayeye ulaşmak için üstlenilen sorumluluğun gereği olarak gösterilen yoğun çaba” şeklinde tanımlanabilir.
Önemle belirtilmelidir ki cihâd kelimesinin anlam dünyasında “adam öldürmek, düşmanı ortadan kaldırmak veya yok etmek” gibi unsurlar yer almaz. Kurân’da, ölüm ve öldürme anlamında kullanılan savaş kavramı "kıtâl" ve "muhârebe" kelimeleriyle ifade edilmiştir. Dolayısıyla cihâd bir savaş eylemi değil; hakikate ulaşma, onu yaşama ve yaşatma yolunda gösterilen yoğun ve kararlı bir çabadır.
Allah ve Resulü, hiç kimsenin imanına muhtaç değildir. Kurân’daki “âlemler” ifadesi, burada farklı insan topluluklarını kasteder. Mekkeli müşriklerin kendi aralarındaki inanç pazarlıkları da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Onların dışarıdan gelen diğer müşriklere yaptığı teklif, özünde “Putunu al da gel.” şeklindeydi. Hz. Peygamber’i de diğer Kureyşli liderlerden biri sanan bu müşrikler, imanı sanki bir gruba katılmak, bir takıma geçmek gibi algılamışlardı. Bu nedenle “Biz sizin tarafınızdayız.” demeyi yeterli görmüşler, hatta bu taraf değiştirme durumunu Allah Resulü’nün başına kakacak kadar ileri gitmişlerdir. Kurân, onların bu tavrını “gani” (hiçbir şeye muhtaç olmayan) sıfatı üzerinden eleştirerek açığa çıkarır.
Zira müşriklerin din anlayışı tamamen dünyevi menfaatlere dayalıydı. Bu tutum ticari kaygılarla çevre kabilelerden daha fazla ziyaretçi çekebilmek adına Kâbe’ye 360 put yerleştiren zihniyetin bir yansımasıdır. Kurân, bu bozulmuş iman tasavvurunu net bir biçimde reddeder ve onu düzeltmeye yönelik ilkeleri şöyle ortaya koyar:
7- Ve iman eden ve salih amel işleyenlerin kötülüklerini mutlaka örteceğiz ve onlara yaptıklarının karşılığını en güzeliyle vereceğiz.
“Allah günahları örter.” yerine “Biz örteceğiz.” gibi çoğul bir kullanım vardır. Bu çoğul kullanım, kötülüklerin zamanla ve bazı şartlarla örtüleceğini ifade eder. Bu şartlar arasında birincisi, sınanmış bir imana sahip olmaktır. İkinci ve olmazsa olmaz şart ise, kişinin kötülüklerini unutturacak ve affettirecek kadar salih ameller ortaya koymasıdır. İşte gerçek cihat budur. Kötülüklerin telafisi için kişinin, kendine ve topluma faydalı işler yapması, hiç hesap etmediği güzelliklere de vesile olacağı müjdelenmiştir.
8- Ve biz insana, ebeveynine güzel davranmasını vasiyet ettik. Ve eğer onlar, hakkında bilgin olmayan bir şey ile bana şirk koşman için seninle cihat ederse bu durumda o ikisine itaat etme! Merci banadır. Böylece yaptıklarınızı size haber vereceğim.
Anne ve babaya güzel davranma, Kurân’da bir vasiyet olarak zikredilmiştir. Bu vasiyet, çoğu zaman evladın, babasının yaşlılara olan davranışı üzerinden fiilen öğrendiği ahlâki bir ilkedir. “Ve vassaînâ” ifadesiyle anlatılan, yapılması gereken hususların bir öğüt ve nasihat şeklinde önceden bildirildiğini ifade eder. Bu bağlamda, söz konusu vasiyet hem indirilen önceki ayetleri hem de daha önceki ilahi tavsiyeleri kapsamaktadır.
Ayetin bağlamına dikkat edildiğinde, “el-insân” kelimesiyle tüm insanlıktan ziyade belirli bir şahıs ya da grup kastedilmektedir. Zira anne ve babaya iyi davranma emri, Kurân’da farklı yerlerde bütün insanlara yönelik genel bir ilke olarak zaten vardır. Ancak burada, yeni Müslüman olmuş ve anne babası tarafından şirk koşmaya zorlananlar söz konusudur.
“Hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman…” ifadesindeki “bilgisiz olunan konu”, bir sonraki ayetlerde açıklığa kavuşturulacak ve maddeler hâlinde ele alınacaktır. Ayetin sonunda yer alan “Yaptıklarınızı size haber vereceğim.” ifadesi ise, yalnızca açık davranışları değil, gizli niyet ve tercihleri de ima eder.
Zira anne babasının baskısı sebebiyle onların yanında imanını gizleyen, hatta hâlâ müşrik olduğunu söyleyen bazı münafıklar da bulunmaktadır. Nitekim 11. ayette, “Şüphesiz Allah, iman edenleri de münafıkları da mutlaka bilir.” şeklinde bir kayıt düşülerek bu durum açıklığa kavuşturulmuştur.
Kurân’da bu tür anlatımlar dikkat çekicidir. Önce şirk karşısında anne babasının fitnesine sabır ve güzel amellerle direnen salih kimselerden bahsedilir, ardından ikiyüzlü tutum sergileyen ve inançlarını menfaatleri doğrultusunda şekillendiren münafıklara değinilir.
9- Ve iman eden ve salih amel işleyenleri mutlaka salihlerin içine dâhil edeceğiz.
Ayetin ifadesinden açıkça anlaşılmaktadır ki, Allah Resulü’nün huzuruna gelip “İman ettik.” diyen gençler, sahabe topluluğunu oluşturan o seçkin ve salih kullar arasına dâhil olmayı arzulayan kimselerdir. Bu yeni müminler, en yakın çevreleri olan aileleri ve dostlarıyla imtihan edileceklerdir. Bu imtihanı, çatışma ve kopuşla değil; sulh, sabır ve hikmetle aşabilenler, salihler zümresine katılma liyakatini elde edeceklerdir.
10-Ve insanlardan “Biz Allah’a iman ettik.” diyenlere Allah yolunda eziyet edildiği zaman, insanların fitnesini Allah’ın azabıymış gibi gösterdiler. Ve eğer Rabbinden yardım gelirse “Muhakkak ki biz sizinle beraberiz.” derler. Allah, âlemlerin sinelerinde olanları en iyi bilen değil midir?
Allah’ın Semi ve Âlim oluşu bu ayette, yaşanan durum üzerinden izah edilmiştir.
İnancı sağlamlaştırmak ve makbul bir imana ulaşmak amacıyla katlanılan sıkıntı ve fedakârlıkları, adeta Allah’ın bir tür azabı gibi lanse eden propagandalara karşı, ilgili ayet önemli uyarılarda bulunmaktadır. Hayatta nefsin arzuları uğruna değil; sulh, selamet ve salih bir kul olma gayesiyle çekilen zorluklar, zahiren şer gibi görünse de hakikatte hayırdır. Zira nefsani hastalıkların şifası her zaman tatlı ve kolay olmayabilir; kimi zaman acı bir ilaç, kişiyi heva ve heveslerinin pençesinden kurtarabilir.
Burada dikkat çekilen münafık tavır; zor zamanlarda iman edenleri yalnız bırakıp refaha kavuşulunca onları sahte bir ilgiyle kuşatan menfaatperestlerin tutumudur. Oysa iman, özünde bir güvendir ve bu güven bir anda inşa edilmez. İnsan, özellikle zor zamanlarda yanında olanlara daha derin bir güven besler.
Ayetin mesajı, imanı içselleştiremeyenlerin yalnızca Allah’la olan ilişkilerinde değil, sosyal ilişkilerinde de samimiyetsizlik sergilediklerini ortaya koymaktadır. Karakter erozyonuna uğramış, sürekli kendi çıkarını gözeten kimselere sahih bir iman nasip olmaz. Zira onlar, böyle bir nimeti hak edecek içsel olgunluğa ve ahlâki kaliteye sahip değildirler. Allahuteala’da bu sebeple bazı kimselerin imanını kabul etmez.
Metinde geçen “el-âlem” ifadesi, farklı insan gruplarını; “sudûr” ise bu kimselerin dile getirmedikleri, iç dünyalarında gizledikleri gerçek niyet ve eğilimlerini temsil eder.
11-Ve muhakkak ki Allah, inananları ve münafıkları mutlaka bilir.
Münafık kelimesinin Kurân’da kronolojik olarak ilk geçtiği ayettir. Münafık, içinde bulunduğu koşullarda kendisine pratik faydalar sağlayacak vaatlere göre davranışlarını düzenleyerek manevi ve sosyal yükümlülüklerinden kolayca sıyrılma yolları arayan bir kişilik bozukluğunu tanımlar. Böyle bir karaktersizliği tercih eden kişi, genellikle ahlâken olduğundan daha dürüst, erdemli ve güvenilir görünmeye çalışabilir. Münafıklık bir tür “çok yüzlülük” hâlidir.
Bu kelime, n-f-k kökünden türemiştir. Nefak, “tünel” anlamına gelir ve bu anlamda Enâm 35. ayette geçmektedir. Bir ucundan girilip diğer ucundan çıkılabilen bir tünel anlamında köstebek yuvasına da “nefak” denilmiştir. Köstebek, çıkacağı kapıyı başıyla vurup dışarı çıkmasına imkân verecek şekilde ince tutar ve bu kapı, dışarıdan fark edilmez. Tehlike, açık ve belirgin olan giriş kapısından gelince, köstebek sakladığı bu ikinci, gizli kapıdan kaçar. Kaçmak için yapılan bu ikinci kapıya “nâfika” denir.
Bu etimolojik açıklama, münafıkların tanınması açısından önemlidir. Zira mümin suretinde olan bir münafık, bir taraftan dine girmiş gibi görünürken her zaman için sakladığı bir çıkış kapısıyla ondan uzaklaşmayı hesap eder. İçten inanmadığı hâlde dıştan inanıyor gibi görünen kişiye münafık denir. Çünkü o, küfrünü gizler. Bu eyleme nifak denmiştir. Nifak, çıkışı belli olmayan bir tünel gibidir. İşte bu belirsizlik, güven duygusunu ortadan kaldırır. Artık o kişiden emin olunmaz.
Müminin tanımı yalnızca güvenen değil, aynı zamanda güven verendir. Ne zaman, ne yapacağı belli olmayan birine mümin denemez. Mümin ilkesiz ve tutarsız olamaz. Verdiği sözde durur, ticarette kendi menfaatine göre şartları değiştirmez. Kaypak ve çelişkili davranışlardan uzak durur. Güven verdiği için gıybet etmez. Münafık ise dedikodu ve gıybete meyillidir. Çünkü yüzüne karşı farklı, arkasından bambaşka bir maske takar. Bu, onun ikiyüzlülüğünün bir sonucudur.
Kurân, münafıklığın alametlerini; feraset ve basiret sahiplerinin onları tanıyıp kendilerini koruyabilmeleri için şu şekilde bildirir:
12- Ve örtenler, inananlara "Bizim yolumuza tâbi olun. Sizin hatalarınızı yüklenelim." dediler. Onlar, onların hatalarından bir şey yüklenecek değiller. Muhakkak ki onlar, yalancılardır.
Münafıklık kavramı, hakikatin üzerini örtme ve kişisel çıkar uğruna sahte vaatlerde bulunma eğilimiyle karakterizedir. Fedakârlık yapacaklarını iddia etseler de bu yönde hiçbir adım atmazlar. Münafıklığın temel belirtisi yalandır. Bu husus, Hz. Peygamber’in şu hadisiyle açık bir biçimde ifade edilmiştir: “Münafığın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder.” (Buhârî)
Münafık, yalan söylemeyi, aldatmayı ve manipülasyonu sever. Başkalarının haklarını ve hukukunu önemsemez. Sürekli olarak kendisini haklı görür. Vicdani sorumluluk ve suçluluk hissinden yoksundur. Kendini üstün gördüğü için başkalarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanır ve harcar. Rol yapmak, sahte tevazu göstermek veya yapay bir iyilik sergilemek de münafıkça davranışlardandır.
Münafıklık, dini-ahlâki bir kavram olarak kişinin içi ile dışı arasındaki uyumsuzluğu ifade eder. Psikiyatride benzer davranış örüntüleri, duygusal manipülasyon, dürtüsellik, sahtekârlık ve empati eksikliği gibi özelliklerle tanımlanır. Bu bağlamda münafıklık, antisosyal ve narsistik kişilik bozukluklarına meyyaldir.
13- Ve ağırlık olarak kendi ağırlıkları ile birlikte onların ağırlıklarını da mutlaka yükleneceklerdir. Kıyam günü ise onlar, iftira ettiklerinden elbette sorgulanacaktır.
Burada geçen “eskâl” kelimesinin kökü “s-k-l” olup “ağırlık” anlamına gelir. Kurân’da ayrıca “vizr” kelimesi de “yük” anlamında kullanılır. Söz konusu ayette işlenen kötü amelin sorumluluğunun taşınacağı vurgulanmaktadır. Bu, başkalarının yükünü doğrudan taşımak değil, onları yoldan çıkarma fiilinin vebalini üstlenmektir.
Kurân’ın temel ilkelerinden biri olan “Hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez.” prensibiyle çelişmemesi adına burada bireysel sorumluluğun altı çizilmiştir. Suçun azmettiricisi de fiili işleyen kadar sorumludur. Bu husus “Eğer seninle, hakkında bilgin olmayan bir konuda mücadele ederlerse onlara itaat etme!” (Ankebût: 8; Lokman: 15) ayetiyle de desteklenmektedir.
Kurân’a göre, suçun sorumluluğu hem fiili işleyene hem de onu azmettiren kişiye aittir. Azmettiren “Günahı benim boynumadır.” dese bile -verilen bu boş vaat de- fiili işleyeni kurtarmaz (Necm: 38). Çünkü suç da ceza da ferdidir.
Türk Ceza Kanunu’nda da azmettirenin, işlenen suçun cezasına benzer bir ceza alabileceği belirtilmiştir. Hiyerarşik ilişkiler (örneğin ebeveyn-çocuk) kullanılarak yapılan azmettirme durumlarında cezanın artırılması mümkündür. Bu da ilahi adalet ilkeleriyle paralellik göstermektedir.
Bu ayetler, münafıkları iç muhasebeye davet eder. Münafıkların verdikleri vaatleri ve niyetlerini sorgulama imkânı sunar.
Münafıklık zaman zaman herkesin içinde ortaya çıkabilir. Esas mesele, bunun kalıcı bir huy hâline gelmemesidir. Bu nedenle her mümin, olaylar karşısında iç tutarlılığını kontrol etmeli, içtenliğini korumalıdır. Münafık, önce kendini, sonra da başkalarını kandırmaktan vazgeçmelidir. İslam’daki huzurun kaynağı, işte bu içtenlik ve dürüstlüktür. O yüzden huzur İslam’dadır.
Münafıklığın panzehri, söz ve davranışta doğruluktur. Hz. Peygamber, münafıklık alametlerini azaltmak için imanı derinleştirmeyi ve salih amel işlemeyi tavsiye etmiştir. Bu, samimi bir iç dönüşümle, dürüstlükle, nefis terbiyesiyle ve gerektiğinde profesyonel destekle mümkündür. Kişi, içiyle dışı arasındaki perdeyi kaldırma cesaretini gösterdiğinde hakikate, huzura ve bütünlüğe bir adım daha yaklaşır. Bu tutarlılık onu güçlü kılar. Kendiyle barışık olma onu huzura ve mutluluğa yaklaştırır.
14- Ve doğrusu biz, Nuh’u kavmine gönderdik. Böylece onların arasında bin seneden elli yıl eksik olarak kalmıştı. Hâlbuki onları tufan almıştı. Ve onlar zalimlerdi.
Bu ayette geçen “fe-lebise” ifadesi, klasik Arapçada hem fiziksel bir yerde uzun süre ikamet etmeyi hem de bir kimseye veya olguya bağlı kalmayı ifade eden deyimsel bir anlam taşır. Bu bağlamda, Hz. Nuh’un kavmi arasında kalması, yalnızca fiziki bir mevcudiyet değil aynı zamanda tebliğ ettiği şeriatın toplumsal hayatta yaşanması anlamına gelir.
Ayetin yapısı, Hz. Nuh’un kavmine gönderilmesiyle başlar. “Bin seneden elli yıl eksik…” şeklindeki ifade, Hz. Nuh’un risalet sürecinin uzunluğunu belirtmektedir. Burada “hayat” ya da “ömür” (ʿumur) gibi kelimeler yerine bu ifadenin seçilmesi, Kurân’daki kelime tercihlerindeki bilinçli yaklaşımın bir yansımasıdır. Zira bu anlatım, Hz. Nuh’un biyolojik yaşını belirtmekten çok kurtuluşun ardından toplumda ne ölçüde bir bozulma yaşandığını vurgulama amacını taşımaktadır.
Özellikle “elfe senetin illâ hamsîne âmâ” ifadesiyle 950 yıl yerine bu şekilde detaylı bir anlatım tercih edilmesi, Kurân’ın hiçbir kelimeyi gereksiz kullanmadığı ilkesiyle uyumludur. Bu anlatım tarzı, belirli bir vurguyu ve anlam derinliğini taşıyan hikmetli bir tercihtir. "Elfe senetin→ bin sene, hamsîne âmâ → elli yıl.” Kurân, aynı cümle içerisinde hem “sene” hem de “âmâ” kelimelerini bilinçli olarak ayırarak kullanmaktadır. Bu, sıradan bir anlatım tercihi değil, anlam boyutu yüksek bir seçimdir.
Sene; genellikle sıkıntı, kuraklık, zorluk gibi çağrışımlar içerir. Yıl; refah, bolluk, huzur ve bereket gibi olumlu anlamlar taşır. Yusuf suresi 49. ayette geçen “yıl” kelimesi bolluk dönemlerini ifade eder.
Bu anlam ayrımı dikkate alındığında, tufandan sonraki 50 yılın tevhid inancının hâkim olduğu, adaletin tesis edildiği ve bereketle geçen bir döneme dikkat çekilir. Buna karşılık, kalan 950 yılda ise bolluğun ve bereketin hikmet ve tevhitten koparılarak mütref yaşama/lüks ve doyumsuzluğa dönüştürüldüğü vurgulanmış olabilir. Yozlaşma, şirk sisteminin sosyal ayrışma ve ahlâki çöküşe zemin hazırlamıştır. Bu süreç, nihayetinde Hz. Nuh öncesi şirk ve kast sistemine dönüşle sonlanmıştır.
Bu bağlamda denilebilir ki Hz. Nuh’un risaleti, sadece onun şahsi ömrüyle sınırlı kalmamış, tufandan kurtulan muvahhit nesil aracılığıyla en az elli yıl saf bir şekilde ve bozulmadan devam etmiştir.
“Bin seneden elli yıl eksik” ifadesiyle uzun süren bu bozulma süreci vurgulanmış, risaletin toplumsal bellekteki ömrüne dikkat çekilmiştir. Böylece, Hz. Nuh’un kıssasının sonunda toplumun tekrar yozlaşıp yeni bir resulün gönderilmesine sebep olmuştur. Kurân, Hz. İbrahim’in kıssasına geçiş yaparak bu sebep-sonuç silsilesini sürdürmüştür.
Tarihi kaynaklarda, özellikle İbn İshak ve Taberî gibi rivayet temelli tarihçilerin aktarımlarında, Hz. Nuh ile Hz. İbrahim arasında yaklaşık bin yıllık bir zaman dilimi olduğu görüşü yer alır. Her iki peygamberin de Mezopotamya coğrafyasındaki Ur şehrine gitmiş olmaları muhtemeldir. Bu bölgede yaşanan taşkın ve sel felaketlerine dair jeolojik bulgular, Kurân’daki tufan anlatısını destekler niteliktedir.
Ankebût suresinde Hz. Nuh’un kıssasından hemen sonra (16. ayetten itibaren) Hz. İbrahim’in kıssasına geçilmesi, bu tarihsel ve tematik sürekliliği destekler. Benzer anlatım geçişleri Sâffât suresi 75-82. ayetler ile Hûd suresi 25-76. ayetler arasında da görülür.
Ayette Hz. Nuh’un öğretisinin bin seneden elli yıl eksik bir süre boyunca toplumda bir şekilde bulunup hatırlandığı özelikle vurgulanır. Bunun temel amacı, onun fiziki varlığından çok, tevhid mücadelesine bağlı kalan bir azınlığın her daim putperestliğe ve şirke karşı gösterdiği direniş sayesinde kurtuluşa erişmesini hatırlatmaktır. Bu anlatım, bir resulün biyolojik ölümünden ziyade, onun getirdiği hakikatin toplum tarafından terk edilmesiyle başlayan manevi ölüm sürecine işaret eder. Zira bir peygamberin gerçek anlamda ölümü, onun mesajının şirke ve batıla dönüşmesidir.
15- Böylece onu ve gemi ashabını kurtardık. Ve onu, âlemlere ayet kıldık.
Hz. Nuh’un ve onunla birlikte iman edenlerin tufandan kurtarılışını, evrensel bir ibret vesikası (ayet kılma) olarak burada ifade edilir. Kurân’ın anlatım tarzı burada da, Enbiyâ suresindeki gibi “atlamalı” bir yapı izlemektedir. Özet bir şekilde hatırlatılıp konu Mekkeli müşriklerin inanç sistemlerine getirilecektir.
Hz. Nuh’un hayatı yalnızca tarihi bir olay değil aynı zamanda tevhid inancının koruyucu gücü ve iman edenlerin kurtuluşunun sembolü olarak konumlandırılır. Nitekim sonraki peygamberler de bu kıssayı hatırlatarak onun başından geçenler ve sonrası ilahi bir uyarı işaretine, yani “ayet” hâline getirmiştir.
Nuh kavmi gibi geçmişi sıfırlanan bir yer bile nesiller sonra şirke batabiliyor iken bu sonucun diğer resullerde daha hızlı gözlenmesi kaçınılmazdır. Münafıklık bu sürecin uzun sürüp geri dönüşü olmayan bir hâle getirmiştir.
Şimdi bin seneden 50 yıl eksik olan bu uzun sürecin arkasından o toplumda dirilen başka bir resulün kıssasına geçilecektir.
16- Ve İbrahim, kavmine dedi ki: "Allah’a kul olun ve O’na karşı takva sahibi olun. Eğer siz biliyorsanız, bu sizin için daha hayırlıdır."
Bu ayet, Hz. Nuh’un ardından yaklaşık bin yıllık yozlaşma sürecinden sonra, Hz. İbrahim’in kavmine yaptığı tevhid çağrısını hatırlatır. Hz. İbrahim’in sözleri, üç temel ilkeye dikkat çeker:
1-Sadece Allah’a kulluk
Bu ifade, ilk bozulma noktasının kula kulluğa dönüş ve kast sisteminin nüksettiğini ima eder. Bu dönüş, Hz. Nuh döneminde yıkılan putperestlik anlayışının sonraki nesillerde salgın bir hastalık gibi topluma yayıldığını gösterir. Putlar artık sadece taştan yontular değil, aynı zamanda sosyolojik bir tahakküm düzeninin de birer sembolüdür.
2-Takva
Allah’a karşı bilinçli bir saygı ve sorumluluk duygusu içinde yaşamaktır. Kavim, zamanla bu duyarlılığı kaybetmiş, haram ve helal sınırları silinmiş; ahlâki gözetim, yerini keyfiliğe bırakmıştır.
3-Hayırlı bilgi
Furkan’dan mahrum bilgi, malumattır. Bilmişlerin yüklendiği malumat, onları hayra ulaştıramaz. Bilgelerin edindiği bilgi ise hem kendilerini hem de çevrelerini hayra yaklaştırır, şerden korur. Malumatla yüklenenler sadece kibir ve küstahlığa sürüklenip şerre yaklaşmaktadır. Günümüzde malumat denizinde yüzülmesine rağmen hayırlı olan ile hayırsızın birbirine karıştırılması malumatfuruşları cehalet denizinde daha da dibe çekmektedir. Hz. İbrahim, kavminin hakikati bildiği iddiası üzerinden bu davetin kendileri için daha hayırlı olduğunu vurgular. Ancak gerçek bilginin kendilerinde olduğu ön yargısı putçuların, hayrı şer şerri de hayır zannetmelerine sebep olmuştur.
17- Siz sadece, Allah’ın berisinde taştan putlara tapıyorsunuz ve uyduruyorsunuz. Muhakkak ki sizin, Allah’tan başka taptıklarınız size rızık vermeye malik değillerdir. Öyleyse rızkı, Allah’ın katından isteyin ve O’na kul olun ve O’na şükredin. O’na döndürüleceksiniz.
Bu ayet, Genç İbrahim’in kendi kavminde tevhid–şirk karşıtlığını net bir şekilde tebliğ etmesini konu edinir. Ayetteki taştan putlara tapma vurgusu, hem maddi objelere hem de bu objeler etrafında rızık üzerinden kurulan ideolojik tahakküm sistemine işaret eder. Rızık ile tehdit, şirkin temel enstrümanlarındandır. Bu nedenle şükürsüzler şirk koşmaya meyyaldir. Hz. İbrahim’in eleştirisi, bu objelerin yalnızca maddi varlıklar değil, rızık verip var olan rızkı koruma, şifa ve iktidar gibi yetkilerle donatılarak ilahlaştırıldıklarını gösterir.
Vesen, senem ve timsal kelimeleri putların sıfatlarıdır. Vesen; taş veya kireçten yapılan, sabit, hareketsiz putları tanımlar. Bu tür putlar genellikle halk arasında kutsanmış ama cansız varlıklardır. Sağlamlığı, gücü ve zaman içinde halit kalmayı temsil eder. Senem; madenden yapılan, daha ihtişamlı ve gösterişli putlardır. Genellikle elit sınıfın ve siyasi otoritelerin kutsadığı objelerdir. Zenginlik ve gösterişi temsil eder. Timsal; canlı bir varlığın temsili olarak tasvir edilen figürlerdir. Anlam olarak sadece fiziksel değil, sembolik temsil yönü de taşır; yaşamı, bolluk ve bereketi ya da koruyucu bir gücü temsil edebilir.
İfk kavramı ile putperestliğin asılsız temellerine dikkat çekilir. Ayette geçen "…uyduruyorsunuz." ifadesi, doğrudan “ifk” kavramıyla ilgilidir. İfk, bir gerçeğin bağlamından kopartılarak başka bir anlama çevrilmesi ve çarpıtılmasıdır. Bu anlamıyla fiziksel olarak taş ve kireçten yapılan basit nesnelerin rızka kefil olabilecek ilahi bir güç taşıdığı iddiası bir ifk’tir. Putların temsil ettiği rızık, koruma, adalet gibi değerlerin sahte kaynaklara atfedilmesi, ilahi düzenin tersine çevrilmesidir. Bu sahte kutsallık etrafında üretilen mitolojiler, halkı manipüle edip güç ve kontrol aracı hâline gelmektedir.
İftira ise olmayan bir şeyi sıfırdan uydurmak anlamı taşır. Ayette, iftiradan ziyade, daha ince ve saptırıcı bir anlam dönüştürmesi olarak ifk kavramı öne çıkar. Bu, Hz. Âişe’ye atılan ifk olayında olduğu gibi hakikatin tahrifidir. Aynı şekilde sihirbazların gözbağcılığı yoluyla bir şeyi başka bir şeye benzetmesi de ifk olarak değerlendirilmiştir.
Dolayısıyla bu ayette putperestlik sadece nesnelere yönelmiş bir tapınma değil, aynı zamanda hakikatin ideolojik olarak çarpıtılması ve insanın temel ihtiyaçları üzerinden varlık algısını saptırma ve çarpıtma olarak resmedilmektedir. Olmayan bir şeyin uydurulması daha kolay fark edilirken, var olan bir hakikatin çarpıtılması anlamına gelen ifk daha tehlikelidir.
Hz. İbrahim’in bu ve devamındaki ayetlerdeki cümleleri, Hz. Nuh’un kıssasından sonra oluşan toplumsal bozulmanın teşhisidir. Kurân’ın bu aşamalı anlatımı, ibret alınmayan tarihin tekerrürü sadedindedir.
Hz. Nuh’un ardından gelen dönemde başlayan şirk, kast ve sömürü düzeni, Hz. İbrahim’in tevhid vurgusuyla bir kez daha içi boşaltılan inancın ihyasını ifade eder. Bu çerçevede, Hz. İbrahim’in sözleri yalnızca tarihi bir çağrı değil, aynı zamanda her devirde tevhidi bilinçle yozlaşmaya karşı verilen mücadeleyi simgeler. O yüzden Hz. İbrahim ve onunla birlikte olanlarda güzel bir örneklik vardır (Mümtehine: 4).
18- Ve eğer yalanlarsanız sizden önceki ümmetler de yalanladı. Ve resullerin üzerine düşen apaçık tebliğden başkası değildir.
Bu ayet, muhatabın olası inkârını konu eder. Bu cümle tarihsel ve evrensel niteliktedir. Burada iki önemli unsur ön plâna çıkmaktadır: 1. İnkârın tarihsel sürekliliği: 2. Elçinin asıl görevi ve sorumlulukları. Ayet bir tür tarihi döngüye dikkat çekerek resulü ve ona inananları teselli ederken münafık ve inkârcı muhatapları uyarır.
Ayette geçen "el-belâğul mubîn/apaçık tebliğ” ifadesi, peygamberin görev sınırlarını netleştirir. Bu ifade, Kurân’da birçok yerde hatırlatılır ve peygamberin zorlama, zapt etme, iman ettirme gibi görevlerinin olmadığını, sadece hakikati açık bir şekilde ortaya koyması gerektiğini emreder (Nahl: 82, Yâsîn: 17). Maksat özgür irade ile yapılan tercihlerin kıymetini vurgulamaktır. Aksi takdirde münafıklık kaçınılmazdır.
Hidayet Allah’a aitken, bunu beyan edip duyurmak resulün ve onun ardından gelen tüm abidlerin görevidir. Bu ifade muhatapların ahlâki ve toplumsal sorumluluklarının farkına varmaları için de önemlidir. Verilen dip mesaj artık bu noktadan sonra başa gelen her sıkıntının insanların kendi seçim ve elleriyle yaptıklarının tam karşılığı olacağıdır.
19- Allah’ın yaratılışı nasıl başlattığını, sonra onu iade ettiğini görmüyorlar mı? Muhakkak ki bu Allah’a kolaydır.
Bu ayetle birlikte tebliğden delile dayalı tefekküre geçiş yapılır. Ayette geçen "yevda'u’l-halk/yaratılışı başlatmak ve "yuʿîduh/onu iade etmek ifadeleri, hayatın döngüselliğine bir atıf olabilir. Topraktan yaratılanın toprağa iadesi gibi. Çıkan her filizin, doğan her yavrunun yaşamın devamlılığı için gerekli olduğu ve hayatın bizzat mucizevi bir şekilde başladığına dikkat çekilmektedir. Müşrikler, doğum ve bereketin sebebi olarak Allah’ın astında uydurdukları aracılara inanırlardı. Gerekçelerini ise bu kadar yaratılışın ve çeşidin bir anda ve tek kaynaktan oluşmasının zorluğu üzerine bina etmişlerdir. “Muhakkak ki bu Allah’a kolaydır.” cevabı, bu mucizenin ancak yardımla yapılacak zor bir görev olduğunu müşriklerin zannettiğini gösterir.
20- De ki: "Yeryüzünde dolaşın ve böylece yaratılışın nasıl başladığına bakın! Sonra Allah, ahiretin inşaatını inşa edecektir. Muhakkak ki Allah, her şeye kadirdir."
Kurân’da altı farklı ayette, insanlara yeryüzünde dolaşmaları emredilmektedir. Bu emirler, geçmiş toplumların akıbetlerini gözlemleyerek ibret alınmasını hedefler: “Yeryüzünde dolaşın! Böylece yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın!” (Nahl: 36, Enâm: 11, Âli İmrân: 137) “Yeryüzünde dolaşın! Böylece, mücrimlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bakın!” (Neml: 69) “Yeryüzünde dolaşın. Öncekilerin akıbetinin nasıl olduğuna bir bakın!” (Rûm: 42) Bu ayetlerdeki "Yeryüzünde dolaşın!" emri, sadece fiziksel bir hareketi değil, aynı zamanda tarihsel ve sosyolojik bir gözlem ve değerlendirme sürecini de kapsamaktadır. Bu bağlamda, Ankebut 20. ayette geçen emir ise yaratılışla doğrudan ilişkilidir. Bu emirler, sahada yapılacak gözlem ve araştırmaların hem arkeolojik verilerle tarihin karanlık noktalarını aydınlatma potansiyeline sahip olduğunu hem de tabiatın işleyişiyle ilgili önemli bilgiler sunabileceğini göstermektedir. Buradaki “nazar” (bakış), düzen içinde işleyen tabiatın ve yaratılışın arkasındaki kadîr-i mutlakı anlama ve tanıma gayesi taşımaktadır. Bu maksat olmaksızın yapılan seyahatler ise sadece tüketim ve israfa hizmet eder.
Kurân, seyahatin çeşitli yönlerine temas etmekle birlikte, esas olarak ibret alma ve araştırmayı teşvik etmektedir. Yaratılışın ilk anından ziyade, farklı coğrafyalarda gözlemlenen bitki, hayvan ve insan çeşitliliğine dikkat çekilmekte, bu farklılıkların Allah’ın her şeye koyduğu ölçü/kader ile ilişkili olduğu ifade edilmektedir. Ortam ve şartlardaki değişim, yaratılışta da çeşitlenmelere yol açmaktadır.
Ahiretin inşası, zaman ve mekândan münezzeh olan Allah için değil, kullar açısından bir zamansal kronoloji teşkil etmektedir. Yaratılış ile ahiret arasındaki ilişkinin kurulması, bu varoluşun tekrar eden safhalarında evrenlerin var olabileceğine ve ahiretin, belki de bu evrenlerde farklı bir boyutta devam edebileceğine işaret etmektedir. (Allahualem)
21- Dilediğine azap eder ve dilediğine rahmet eder. Ve O’na, döndürüleceksiniz.
Bu ayette geçen "Allah’ın dilemesi", bir önceki ayette zikredilen “her şeye koyduğu ölçüyle/kaderle” doğrudan ilişkilidir. Mahlûkata konulan fiziksel, sosyolojik ve psikolojik yasalar, Allah’ın dilemesinin ölçütü ve tezahürüdür. Bu yasalara aykırı hareket edenler azaba uğrarken, onlara uygun tercihlerde bulunanlar rahmete nail olur. Bir işte sürekli çalışıp emek verenin tecrübe kazanması rahmet iken, acemiliğin getirdiği kazalar azap olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla bu ayet, yeryüzünü gezip yaratılışı gözlemleme emrinin gerekçesini de açıklamaktadır.
Ancak, şirk inancına saparak çeşitli totemler, uğurlar, temsiller ve putlarla Allah’ın yasalarına aykırı beklentilere giren insanlar bulunmaktadır. Oysa tabiatın işleyiş prensiplerini kavrayan birey, şirkten korunabilir.
22- Ve siz, yerde ve gökte aciz bırakacak değilsiniz. Sizin Allah’ın berisinde veliniz ve yardımcınız yoktur.
Bu ayet, Allah’ın koyduğu yasaların evrenselliğini ve bağlayıcılığını ortaya koymaktadır. Yer ve gökteki hiçbir varlık, bu ilahi yasaların üstüne çıkamaz. Dolayısıyla uydurma ilahlar ve aracılar inancı, Allah’ın kudretini suistimal ederek insanları yanıltmaktadır. “Allah istese, bu put sana yardım etmez miydi?” ya da “Allah, evliyasına tasarruf hakkı veremez mi? Allah isterse ölmüş veliler eliyle yardım edemez mi?” gibi hak suretinde sunulan batıl önermelerle cahil dindarlar binlerce yıldır aldatılmaktadır. Onlara verilen cevap, Allah’ın berisinde/astında konumlandırılanların da bu yasalara tabi olduğudur. Kimse bu yasaları aciz bırakıp kendini ayrıcalıklı bir konumda sanmamalıdır.
23- Allah’ın ayetlerini ve O’na kavuşmayı örtenler işte onlar, benim merhametli oluşumdan ümit kesenlerdir. Ve işte onlar için elim azap vardır.
Ayette konuşanın Hz. İbrahim olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim takip eden ayette kavminin ona yönelik tepkisi “Onu öldürün yahut yakın!” (Ankebût: 24) şeklinde dile getirilmiştir. Bu bağlamda, Hz. İbrahim’in tevhit merkezli daveti, kavmi tarafından reddedilmiş ve bu reddediş, şirki koruma refleksiyle gerçekleştirilmiştir.
Hz. İbrahim’in söz konusu daveti, yalnızca inanç düzleminde bir karşı duruş değil, aynı zamanda toplumun inşa ettiği kültürel ve ekonomik yapının köklü biçimde sorgulanması anlamına gelmekteydi. Bu nedenle kavmi, Hz. İbrahim’in sözlerini yalnızca bir fikir beyanı olarak değil, mevcut düzenin temellerine yöneltilmiş bir tehdit olarak algılamıştır. Ayette geçen “benim merhametli olışumdan ümit kesmek” ifadesi, Hz. İbrahim’in babası ve kavmiyle ilgili olarak sürdürdüğü merhamet ve hidayet temelli davetin, onlar tarafından reddedildiğine ve artık ona karşı tüm insani ve ahlâki sınırların aşılacağına işaret etmektedir.
Hz. İbrahim’in babası, put yapımcısı olarak şirk kültürünün maddi üreticisi konumundaydı. Putçuların bu geleneği sürdüreceğine dair bir beklenti içinde olduğu, Genç İbrahim’in ifadelerinden anlaşılmaktadır. Ne var ki bu beklenti, Hz. İbrahim’in tevhid mücadelesiyle boşa çıkmış, sonuç olarak babası ve kavmi, onu “gözden çıkarılacak” biri olarak görmeye başlamıştır.
Benzer bir durum, Hz. Salih’in kıssasında da gözlemlenmektedir. Kavmi ona şöyle demiştir: “Ey Salih! Sen bundan önce aramızda ümit vadeden bir kişiydin!” (Hûd: 62) Bu ifade, Hz. Salih’in de toplum içinde geleceği parlak, güven duyulan bir birey olarak görüldüğünü ancak tevhit çağrısı ile bu beklentileri boşa çıkardığını göstermektedir.
Allah’ın ayetlerini örtmek onun yasa koyucu oluşunu, kâinatın nasıl işlemesi gerektiğine dair kadiri mutlaklığını örtmektir. Ona kavuşmayı örten, onun yeniden diriliş yasasını da örtmektedir. İşte hayata koyduğu yasaları örten, doğal olarak onun rahmetinden mahrum kalırlar.
Ümitsizlik başlı başına elim bir azaptır. Ümidini yitiren hayata kendini bağlayan sebepleri kaybeder. Eğer Allah’a kavuşma ve ahiret gibi bir ümit kalmamışsa yaklaşan yaşlılık veya sıkıntılar karşısında bunalımlar ve intiharlar kaçınılmazdır.
19. ayette İbrahim kıssasına girilip arada kıssanın anlatım amacı verildikten sonra devam eden ayette bu delillere rağmen muhatabın verdiği tepki tarihi tecrübe üzerinden şöyle hatırlatılacaktır:
24- Ancak onun kavminin cevabı: "Onu katledin veya yakın!" demekten başka bir şey olmadı. Bunun üzerine Allah, onu ateşten kurtardı. Bunda muhakkak ki mümin bir kavim için elbette ayetler vardır.
Ayette dikkatle bakıldığında hem yakmak hem de katletmek birbirinin alternatifi olarak sıralanmıştır. Ayette “Onu yakın veya asın ya da onu kılıçtan geçirin, recmedin veya yakın!” gibi bir ifade yoktur. Yakmaktaki murat eğer gencin ölmesi ve katledilmesi ise ifadenin böyle gelmemesi gerekirdi. Burada şu yorumu yapabiliriz. "Yakmak" kelimesi doğrudan öldürme değil, ateşe maruz bırakma anlamına gelebilir. Harîk fiilinin kökü olan “h-r-k”; yakmak, dağlamak, ateşin ısısı ile azap etmek, alev olmadan da ona sıcaklık vermek gibi anlamlara gelmektedir. Dolayısıyla bu eylemin sonucu, ölümden beter bir işkence ve aşağılama niyetini de aktarabilir.
Genç İbrahim için ortaya atılan bu ceza onun suçu ile uyumlu olmayan abartılı teklifler olduğu için kurtuluşuna vesile olmuştur. Belki de kavminin gözü bu kadar dönmeseydi putçuların yaptığı teklifler halkta veya yönetimde bir karşılık bulup ceza infaz edilecekti. Bu konu daha detaylı olarak Enbiya 70’de işlendiği için bu kadar izahla yetinip bir sonraki ayete geçiyoruz.
25- Ve dedi ki: “Muhakkak ki siz, dünya hayatında severek Allah’ın berisinde taştan putlar edindiniz. Sonra kıyam günü, bir kısmınız bir kısmınıza küfredecek ve bir kısmınız da bir kısmınızı lânetleyecektir. Sizin barınağınız ateştir. Ve sizin için bir yardımcı da yoktur.”
Hz. İbrahim’in, kireç taşından yapılmış putları eleştirmesi, aslında insanların nesnelere duydukları meveddetin/sevginin akıldan ve gerçekten kopuk bir duygusal bağlanma olduğunu gözler önüne serer. Eğer bir inançta akıl, mantık ve düşünme devre dışı bırakılırsa geriye sadece duygular kalır. Duyguların hâkim olduğu bir inanç ise ya insanı köle eder ya da birilerine bela eder. Aklıselimden uzaklaşan inançlar, gözünü kırpmadan herhangi bir genci öldürmeyi ya da onu diri diri yakmayı düşünecek kadar yoldan çıkabilir. Kıyam günü maruz kalacakları küfür ve lanet onların dünyada hakikati örtme ve aklıselime çağıran bir genci toplumdan dışlayıp lanetlemelerinin tam karşılığıdır. İnançlı ya da inançsız -hangi düşünce sistemine mensup olursa olsun- biri inancını ya da inançsızlığını sorgulamadan, körü körüne savunursa bu tutum yalnızca zarar verir. Bu tarz yaklaşımlar kimseye fayda sağlamadığı gibi, içinde bulunulan ortamı da zamanla cehenneme çevirir. Bu yüzden onların barınağı cehennemdir ve onlar bir yardımcı da bulamayacaklardır. Cehennemin barınak olması kaostan beslenmenin tam karşılığıdır.
26- Artık Lut ona inandı ve dedi ki: "Muhakkak ki ben, Rabbime hicret edeceğim. Muhakkak ki O; Aziz’dir, Hakîm’dir."
Hz. İbrahim’e ilk iman edenler içinde Hz. Lut da vardır. “Artık ben Rabbime hicret edeceğim.” ifadesinin kime ait olduğu konusunda farklı yorumlar vardır. Bazı müfessirler bu sözün Hz. Lut’a ait olduğunu söylerken, bazıları bu ifadeyi Hz. İbrahim’e nispet etmektedir.
Saffat suresi 99. ayette, Hz. İbrahim’in “Muhakkak ki ben Rabbime gideceğim. O, beni hidayete erdirecektir.” demesi, onun hicret kararını açıkça ortaya koyar. Ankebut 26. ayette ise, Hz. Lut’un Hz. İbrahim’e iman edip ona tâbi olması anlatılmakta, ardından gelen “Artık ben Rabbime hicret edeceğim.” ifadesi ise muhtemelen Hz. Lut’a aittir. Ayetin siyak ve sibakı dikkate alındığında, bu yorum daha isabetli görünmektedir.
Rabbe hicret, O’nun Aziz ve Hakîm olan hükümlerine hicrettir. Rabbe hicret; şirkten tevhide, zulümden adalete, karanlıktan nura bir yürüyüştür.
Bu ayet, sadece Hz. İbrahim ve Lut’un hicretini anlatmakla kalmaz, aynı zamanda bir yönüyle Hz. Muhammed ve dostu Ebubekir es-Sıddık’ın Medine’ye gerçekleştireceği hicrete de bir hazırlık ve yönlendirme barındırır. Hz. İbrahim ve Lut’un beraber çıktıkları hakikat yolculuğu gibi.
27- Ve biz ona İshak’ı, Yâkub’u hibe ettik. O’nun zürriyetine nübüvvet ve kitap verdik. Dünyada onun ecrini verdik. Ve muhakkak ki o, ahirinde mutlaka salihlerdendi.
Bir önceki ayette “Lut ona inandı.” dendikten sonra burada “Biz ona İshak’ı ve Yakub’u hibe ettik.” denilerek yine Hz. İbrahim’den bahsedilir. Her iki ayette geçen "lehu/ona” zamiri, bağlam itibarıyla Hz. İbrahim’e işaret etmektedir.
Ancak bu ayette Hz. İbrahim’in zürriyetinden bahsedildiği için 26. ayetteki “Artık ben Rabbime hicret edeceğim.” sözünü Hz. İbrahim’e isnat etmek bizce hatalı olur. Bazı müfessirler bu cümleyi Hz. İbrahim’e isnat etse de siyak (önceki ayetin içeriği) ve sibak (sonraki ayetle bağlantı) dikkate alındığında ayetteki “Ben Rabbime hicret edeceğim.” ifadesinin Hz. Lut’a ait olması hem anlam bütünlüğünü korur hem de kronolojik sıralamayı daha isabetli kılar.
Hz. İbrahim; imanı, sabrı ve teslimiyeti sayesinde dünya hayatında salihlerden biri olmakla ödüllendirilmiş, kendisine mutlu bir aile, İshak ve Yakub gibi seçkin bir zürriyet verilmiştir. Bu da onun mücadelesinin dünya hayatındaki karşılığıdır. Öte yandan, Hz. Lut ise kavmiyle vermiş olduğu zorlu mücadele sonucunda ecir ve kurtuluşu hak edecektir.
28- Ve Lut kavmine dedi ki: "Muhakkak ki siz, sizden önce geçmiş olan âlemlerden hiçbirinin yapmadığı fahişeliğe geliyorsunuz."
Eşcinsellik Lut kavmi ile başlamamıştır. Hz. Lut, kavmine burada yaptıkları aşırılığın ve ahlâksızlığın o bölgede daha önce yaşamış ve çevrede yaşamakta olan insan topluluklarının yani "el-âlemin” yapmadığı bir fahişelik olduğunu hatırlatmıştır.
Fâhişe; haddini aşmış, pek çirkin, aşırı edepsizlik demektir. “El-fâhişe” de zinanın bir ismidir. Zina gibi pek çirkin olan iş, nefse zulüm, herhangi bir günahtır. Fahişe aynı zamanda başkasıyla ilgisi olan bir günahtır.
Fahşâ ise çirkinlikler demektir. Zina ve şehvet gibi günahlara ifrat derecede tutsak olmaktır. Hep aşırılıklarla ilgili olarak kullanılır. Türkçede kullanılan fahiş fiyat ifadesi de bu aşırılığı anlatmak içindir. Ayrıca “fuhşiyyât” insanın en çirkin hâlleridir. Kısaca el-fahişe kelimesi tiksinmenin doruk noktasına çıkmaktır (Necm: 32, Neml: 54, Arâf. 28).
Allah'ın neslin devamı için koyduğu cazibenin saptırılmasını Zemahşeri ve Râzî, fıtrata başkaldırmak, dolayısıyla Allah'a isyan anlamına geleceğini belirtmiştir.
Burada hemcinsine ilgi duymaktan ziyade cinsiyet ayırt etmeden yapılan sapıklık ve aşırılık anlatılmıştır. Hapishanelerde erkek mahkûmların birbirlerine yaptıkları, Lut kavminin yaptığına benzer bir pisliktir. Bunu sonraki ayetten anlıyoruz.
29- Gerçekten siz er kişilere yanaşıp yol kesecek ve bir araya geldiğinizde çirkinleşecek misiniz? Bunun üzerine kavminin cevabı "Eğer sadıklardansan bize Allah’ın azabını getir!" demekten başka bir şey olmadı.
“Es-samir” gece toplanma yerine denirken ayetteki “nâdî”, “gündüzün toplanmak” anlamındaki nedv’den türetilmiştir. “İnsanların gündüz toplandığı kamuya açık yerlerde”, gündüz yaptıkları yolculuklar esnasında onların önünü kesmek için bir araya geldikleri anlatılmıştır. "Eğer sen sözüne sadık kimselerden isen bize Allah'ın azabını getir bakalım. " ifadesi istihza ve alay ifadesidir.
Lut kavmi biseksüeldir. Onlar için, erkek-kadın fark etmemektedir. Bu kavimde doğum öncesi veya doğum sırasında çift cinsel organ veya hormonel bozukluklarla değil, sadece şehvetlerini tatmin için -ayırmadan- her iki cinse de saldırıp meyledenler olduğunu söyleyebiliriz.
Lut kavmi ile alâkalı ayetler bunun bir hastalık değil haddi aşmak, bir değeri boşa harcamak, kötü ve aşağılık bir hadsizlik olduğunu “müsrif, münker ve fuhuş” kelimeleri ile net olarak ortaya koymuştur. Bu konuya açıklık getiren bir başka ayet Neml suresi 55’tir. Orada geçen “min düni ennisâi” cümlesinin anlamı “kadınları bırakmak” değildir. Eğer ayette “gayri nisâi” denmiş olsaydı “kadınları bırakıp da” anlamı oluşacaktı ki bu durumda Lut kavmi homoseksüel olacaktı. “Dune” kelimesi kadınların dununda, aşağısında, berisinde yani aşağılık bir isteği anlatmaktadır. Dune ifadesi kadınları yani diğer mefulü hariç kılmaz.
Yol kesme; bu kavmin mütecaviz, yani saldırgan ve tecavüzkâr tavrını anlatır. Yolu kesmek; neslin ve zürriyetin, devamını engellemek anlamında da olabilir. Özetle; ailelerine, çevrelerine ve yaşadıkları bölgeye bela olmuş, pislik ve kalabalık bir gruptan bahsedilmektedir. Bu yüzden Hz. Lut Rabbine yönelir ve şöyle yardım ister:
30- Dedi ki: "Rabbim, müfsitler kavmine karşı bana yardım et!"
Müfsid; ifsat eden, yani bozan ve fesat çıkaran kimse demektir. Resuller, bu bozguncularla bir ömür boyunca mücadele etmişlerdir. Bu iki ayetten anladığımıza göre Hz. Lut, kavmini bölgede gerçekleşecek olan bir afetle ilgili olarak uyarmıştır. Ancak kavminin cevabı, küstahça ve alaycı bir şekilde “Bize azabı getir!” demekten öteye geçmemiştir.
Muhtemelen Hz. Lut, bölgenin altının üstüne geleceğini bilmekte ancak bunun zamanını tam olarak kestirememektedir. Kavminin “Eğer sözünde sadıksan bu azabı getir!” demesi, Hz. Lut’un onları Allah’tan gelecek doğal bir afete karşı uyardığını gösterir.
İşte böyle bir ortamda, elçiler/resuller afetin ne zaman gerçekleşeceğini haber vererek Hz. Lut’u ve ona iman edenleri sağ salim kurtarmak amacıyla gelirler.
Lut kavminin işlediği taşkınlıkların cezası, hakkına girdikleri ve zulmettikleri insanların eliyle de olabilir. Nitekim Rabbimiz Hac suresi 40. ayette şöyle buyurur: “Allah, insanların bir kısmını diğerleriyle defetmeseydi Allah’ın çokça zikredildiği manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi.” Rabbimiz bazen ilahi yardımı, salih kullar eliyle, onları birer elçi/resul kılarak ulaştırır.
31- Ve İbrahim’e resullerimiz müjde ile geldiklerinde dediler ki: "Muhakkak ki biz, bu kasaba ehlini helâk edeceğiz. Gerçekten bu kasaba ehli zalim oldu."
Hz. İbrahim zamanında Kenan diyarı (günümüzdeki Filistin, özellikle Hebron/Halil civarı) ile Lut Kavmi'nin yaşadığı bölge (Sodom ve Gomora olarak bilinen, Lut Gölü/Ölü Deniz çevresi) arasındaki mesafe coğrafi olarak oldukça yakındır.
Neden elçiler önce Hz. İbrahim’in yanına gelip Lut kavmiyle alâkalı bilgiler vermiştir? Bu gelenlere neden “resul” denmiştir? Neden “azap melekleri, zebani, rical, insûcin” gibi ifadeler yerine “resuller” kelimesi tercih edilmiştir?
“Resul”, elçi demektir. Gelenlerin taşıdığı ve aktardığı bilgi ise, Hz. İbrahim’in erkek çocuk sahibi olacağı ve Lut’un kavmindeki zalimlerin yaptıklarının bedelini ödeyeceğidir. Lut’un kavmindeki masum ve mazlumların sığınacağı en yakın yerleşim yeri, Hz. İbrahim’in yaşadığı Kenan diyarı olduğundan belki de önce orası hazırlanmalıdır.
Lut kavminin azgınlığının, Hz. İbrahim’in yaşadığı diyara kadar sirayet etmiş olması da muhtemeldir. Nitekim Hz. İbrahim’in hanımı, bu infaza sevinmiştir. İlgili ayet şöyledir: “Öyle ki, ona ellerinin uzanmadığını görünce onları garipsedi ve onlardan yana içine bir korku düştü. Dediler ki: ‘Korkma! Muhakkak ki biz, Lut kavmine gönderildik.’ Ve bunun üzerine karısı ayakta durmuşken gülümsedi. Artık onu, İshâk ve arkasından Yakûb ile müjdeledik.” (Hûd: 70-71)
Gelen elçiler, Hz. İbrahim’in erkek çocuklarının evlat sahibi oluncaya kadar yaşayacaklarını müjdelemiştir. Yani, Hz. İbrahim’in çocukları sadece doğmakla kalmayacak, sağlıklı şekilde büyüyüp aile kurabileceklerdir. Böylece Hz. İbrahim, kendi bölgesinde risalet görevinin devam edeceği müjdesini almıştır. Burada henüz ismi konmamış torunun adının gelen resuller tarafından verilmesi değil, erkek çocukların sağlıklı ve huzurlu bir ortamda büyüyebileceği müjdelenmektedir.
Peki, nasıl bir ortam vardı ki Hz. İbrahim, Hz. Hacer’den olan erkek evladı Hz. İsmail’i o bölgeden uzaklaştırmak zorunda kalmıştır?
“Ve bir zamanlar İbrahim demişti ki: ‘Rabbim! Bu beldeyi emin kıl!’” (İbrahim: 35) Lut kavmi gibi sapkın ve zalim müşriklerin elinden zürriyetini korumak için Hz. İbrahim şu tedbiri üretmiştir: “Ey Rabbimiz! Ben, zürriyetimden bir kısmını ekin bitmeyen bir vadiye, senin Beyt-i Harâm’ının yanında iskân ettim.” (İbrahim: 37)
“Beyt-i Harâm”; kimsenin ilişmediği, dokunmadığı, güvenli, mahrem, kuş uçmaz kervan geçmez bir yere işaret ediyor olabilir. Acaba Hz. İbrahim, doğan erkek çocuğunu Lut kavminin zulmünden kurtarmak için mi böyle bir yere yerleştirmiştir? Resullerin önce Hz. İbrahim’in yanına gelip Lut kavminin içindeki zalimlerin helâk olacağı bilgisini vermesi, Lut kavminin Kenan diyarına bile yaşattığı mağduriyet ve zulümlerden dolayı olabilir mi? Hz. Sâre’nin sevinci; Hz. Hatice gibi zor bir süreç yaşamayacak olması, ayrıca sapıklık ve zulmün sona ereceği müjdesi olabilir mi?
Sonuç olarak, Hz. İsmail’in biraz büyüdükten sonra Hz. İbrahim’in onu rüyasında boğazladığını görmesi, evladının başına gelebileceklerden duyduğu korkunun bilinçaltına yansıması olabilir. Elçilerin, Lut kavminin ortadan kalkacağına dair getirdiği haber ise bu korkuların henüz doğmamış olan İshak için geçerli olmayacağına dair bir müjde niteliği taşır.
32- Dedi ki: "Muhakkak ki orada Lut var." Dediler ki: "Orada kimin olduğunu biz daha iyi biliriz. O’nun karısı hariç, onu ve ehlini mutlaka kurtaracağız. O geride kalanlardan olacak."
Eğer Ankebût 31. ayette kasaba halkını helâk edenler resuller ise, 32. ayette “Onu ve ehlini mutlaka kurtaracağız.” değil, “Onu ve ehlini -karısı hariç- mutlaka helâk etmeyeceğiz.” denmesi gerekirdi. Bu durumda söz konusu resuller, doğrudan helâk eden değil helâkin oluşmasını sağlayan, doğa kanunlarına ve Allah’ın kudretine kendilerini isnat eden elçiler olmalıdır. Eğer bu elçiler, Allah’ın tabiata yüklediği güçlerin beden bulmuş hâli ise, onların kendileri için “biz” zamirini kullanması, afetin birçok unsurun bir araya gelerek gerçekleşeceğini anlatmak içindir.
Bu elçilerin insan peygamberler olmasıyla melek resuller olması arasında üslup açısından hiçbir fark yoktur. Peygamberler de kendilerini Allah’a isnat ederek çoğul zamirle “biz” ifadesini kullanabilirler. “…kurtaracağız.” ifadesi de, doğrudan Lut’un ve ona inananların, bu elçilerin yönlendirmesi ve desteğiyle zalim topluluktan kurtarılmasını anlatır.
Eğer bu elçiler, o dönemde yaşayan ve farklı coğrafyalardan gelen Allah’ın insan resulleri ise Hz. İbrahim’in, Hz. Lut ile ilgili hatırlatması daha mantıklı bir zemine oturur. Zira muhataplar kendisi gibi bir beşerdir. Merhametli bir resul olan Hz. İbrahim, yaklaşan afetin haberini, gelen resullerden alınca panikleyerek orada iyi ve salih insanların olduğunu hatırlatır.
Burada Allah’ın hizbinde olan farklı peygamberlere böyle bir görev verilmiş olması da ihtimal dâhilindedir. Gelen elçiler Hz. İbrahim’e şöyle der: “Muhakkak ki Rabbinin emri gelmiştir. Ve muhakkak ki onlara, geri çevrilemez bir azap gelecektir.” (Hûd: 76)
33- Ve resullerimiz Lut’a geldiğinde üzüldü, telâşlandı ve onlara karşı içi daraldı. "Korkma ve mahzun olma! Muhakkak ki biz, seni ve karın hariç, ehlini mutlaka kurtaracağız. O geride kalanlardan olacak." dediler.
Allah, peygamberlerini bazen başka peygamberlerle de desteklemiştir. Nitekim Hz. Musa, kardeşi Hz. Harun ile desteklenmiştir: “Senin elini kardeşinle güçlendireceğiz ve ikinizi sultan kılacağız.” (Kasas: 35) Yine Yâsîn suresinde şöyle buyrulmaktadır: “Biz onlara iki elçi göndermiştik fakat ikisini de yalanladılar. Bunun üzerine üçüncü bir resulle onları destekledik. Böylece dediler ki: ‘Muhakkak biz, size gönderilmiş elçileriz.’” (Yâsîn: 14) Hatta bu üç resul, başka bir kişi tarafından da desteklenmiştir: “Ve şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Gönderilen resullere tâbi olun!’” (Yâsîn: 20)
Bu örnekler, Allah’ın mesajını ulaştırmak için birden fazla elçiyi aynı topluluğa gönderdiğini ve onları gerektiğinde salih kullarla da desteklediğini göstermektedir.
Hz. Lut’un “misafirlerim” dediği kişiler, insan resuller olabilir. Bu peygamberler, söz konusu kasabadaki müminlerin gece vakti o bölgeyi tahliye etmelerine dair emri getirmişlerdir. Belki de şehirden başlarında yaşlı Hz. Lut’tan başka erkek olmayan bu grubu güvenle çıkarmışlardır. Lut’un karısı da dâhil olmak üzere geride kalanlar, önceki kavimler gibi yaşanan tektonik bir çökme ile helâk olup gitmiştir.
Bu ayette, "zevce" ya da "eş" yerine “emraete-ke” (senin kadının) ifadesinin tercih edilmesi, Hz. Lut’un karısının ona denk, uyumlu bir eş olmadığını, inanç ve ahlâki yönden onunla bütünleşmediğini ima eder. Bu nedenle mealde “eşi” ya da “hanımı” yerine, özellikle “karısı” şeklinde çeviri yapılmıştır. Çünkü “zevce” ifadesi, genellikle uyumlu ve denk eşler için kullanılırken, “imra’a” kelimesi daha nötr, hatta kimi zaman uyumsuzluğu ifade eden bir bağlamda kullanılır.
34- Muhakkak ki biz, fasık oldukları şey sebebiyle bu karyenin ehli üzerine semadan ürperti indirecek olanlarız.
“Rics” kelimesi, kokuşmuşluk ve pislik anlamına gelirken; burada kökü farklı olan “ricz” kelimesi kullanılmıştır. “R-c-z” ve “r-c-s” kökleri Kurân’da on farklı ayette geçer. Ancak bu ayetlerin anlam bağlamları birbirinden ayrıdır.
Bu ayetteki “ricz” kelimesinin temel anlamı titremedir. Deve, adımları birbirine yakınlaştırarak güçten düşüp titrediğinde bu ifade kullanılır. Aynı kökten olan “recez” vezni de buna benzetilmiştir. Çünkü veznin dizeleri birbirine yakın olup okunduğunda dilde titreme etkisi yaratır. “Falan kişi recez ölçüsüyle şiir yazdı veya okudu.” ifadesinde de bu anlam kullanılır (Müfredât).
Ayrıca “n-z-l” kökü, Müfredât’ta yüksekten aşağıya inmek veya düşmek anlamında tanımlanmıştır. “Semâdan inen ricz” ifadesi, muhatapta sarsıntı ve dehşet uyandıran bir volkanik patlama ya da meteor yağmuruna neden olan doğal bir afet olabilir (Neml: 58). Öte yandan bu anlatım, gökten inen ilâhi emirlerin Lut kavminin zulüm ve sapkınlık düzenini yıkıma uğratması şeklinde sembolik bir değeri de içeriyor olabilir.
Her hâlükârda bu kıssa, Allah’ın safında duranların böyle aşırılıklarla, zulüm ve sapkınlıklarla yüzleşmeleri; adalet, hak, ahlâk ve insanlık adına birer resul gibi sorumluluk üstlenmeleri gerektiği mesajıyla sonlanmaktadır.
35- Ve doğrusu biz, akleden kavim için onda apaçık bir ayet bıraktık.
Ayet, “açık alâmet/belirti” demektir. Her şey, kendi alâmetiyle bilinir. Bu açıdan ayet için duyuların, düşüncelerin veya akılla bilinen şeylerin dışa vurmuş şekli denilebilir. Akleden her kavim için, tarihteki yaşanmışlıklarda alınacak ibretler vardır.
36- Ve Medyen’e, kardeşleri Şuayb dedi ki: "Ey kavmim! Allah’a kul olun ve ahiret gününü umun! Arzda fesat çıkarıp bozgunculuk yapmayın."
Medyen, Kurân’da on yerde geçer (Bkz. Tâhâ: 40). Bu bölge, dağlık ve ormanlık bir yerdir. Medyen halkı, Tevrat’ta Midianlılar (İng: Midianites) adıyla anılmıştır. Hz. Şuayb, Medyen ve Eyke ahalisine gönderilen bir peygamberdir. Şuayb Peygamber’in ismi, nüzul sürecinde ilk olarak Şuarâ suresinde geçmektedir (Bkz. Şuarâ: 177). Daha önce inen Hûd ve Arâf surelerinde Hz. Şuayb ile ilgili ayrıntılı bilgiler verildi.
Hz. İbrahim ve Lut’un ardından Hz. Şuayb’ın zikredilmesi ve kronolojik olarak sıralanmaları, yakın coğrafyalarda yaşamış olmalarından kaynaklanıyor olabilir.
Medyen halkının yaptıkları ticarette ölçü ve tartıya vefa göstermedikleri, Arâf 85’te belirtilir. Medyen’in kullukta yaşadığı sorun, âdeta ahiret yokmuş gibi insanların haklarına girerek yaptıkları hilelerle tezahür etmektedir. Allah’a hakkıyla kulluk, ahiret gününü unutmadan, oradaki akıbetinin hayırlı olacağını umarak ticaretinde ve düşüncelerinde mutedil olmakla kendini göstermelidir. Allah’a hakkıyla kulluk lafla değil amellerle ispatlanır. "Kalbi, mala esir olanın secdesi çalmaktır." Hz. Nuh’un kavmi çıkarlarına; Lut’un kavmi hazlarına; Hz. Hud ve Salih’in kavmi olan Âd ve Semud gösterişli yaşam alanlarına; Medyen halkı ise servet ve biriktirmeye kul oldukları için Allah’a kul olamamışlardır.
Ölçüye vefâlı olmamak, onu tastamam uygulamamaktır. Bu da hırsızlık ve yolsuzluğa yol açarak denge denen mizanı sahtekârın lehine, yoksul ve garibanın aleyhine bozmaktadır. Bu nedenle, arz denilen yaşadıkları bölgede ifsat, kaçınılmaz hâle gelmektedir.
37- Ancak onu yalanladılar. Böylece şiddetli bir sarsıntı onları yakaladı. Bunun üzerine kendi diyarlarında dizüstü çöküp kaldılar.
Hırsızlık ve yolsuzluk yoluyla haksız kazanç sağlayan kimseler, elde ettikleri rantı kaybetmemek adına bulundukları makam ve mevkileri terk etmeye yanaşmazlar. Nitekim bu tür imkânlara sahip olmasalardı içlerinde mevcut olan fırsatçılık ve ifsat eğilimleri de belki açığa çıkmayacaktı. Ancak unutmamak gerekir ki hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir. “Kendinizi temize çıkarmayın. O, kimin takva sahibi olduğunu bilir.” (Necm: 32)
Kurân’da Hz. Şuayb’a ve ona inananlara yönelik toplumsal baskı, çıkar çevrelerinin direnci bağlamında şu şekilde aktarılmaktadır: “Onun kavminden kibirli ileri gelenler dediler ki: ‘Ey Şuayb! Seni ve seninle birlikte inananları mutlaka yurdumuzdan çıkaracağız. Ya da mutlaka bizim milletimize döneceksiniz.’” (Arâf: 88)
Hz. Şuayb’ın kavmine yönelik hitap biçimi, nezaketi ve ikna edici üslubu, klasik tefsir literatüründe onun “Hatîbü’l-Enbiyâ/Peygamberlerin hatibi” olarak anılmasına vesile olmuştur. Bu vasıf, özellikle Hûd suresi 88. ayette şöyle görülmektedir: “Sizi men ettiğim şeyde muhalefeti irade etmiyorum. Sadece gücümün yettiği kadar ıslahı irade etmekteyim. Benim başarım ancak Allah iledir. Ben, O’na tevekkül ederim ve O’na yönelirim.” (Ayrıca bkz. Şuarâ: 177; Arâf: 85; Hûd: 84).
Arâf suresinde geçen ve “sarsıntı” anlamıyla çevrilen “racfe” kelimesi, tefsirlerde iki farklı şekilde açıklanmıştır. Birinci görüşe göre bu kelime, fiziksel anlamda bir depremi ifade ederken, diğer bir yoruma göre ise insanları derinden etkileyen ve kalplerde korku uyandıran şiddetli bir ses (sayha) sonucu yaşadıklarıdır. Bu çerçevede ayetin “Onları bir titreme yakaladı.” şeklinde yorumlanması da mümkündür (Arâf: 78, 91, 155).
38- Ve Ad ve Semud, meskenlerinden size tebeyyün etti. Ve şeytan onlara amellerini süsledi. Böylece onları yoldan alıkoydu. Ve onlar görebilenlerdi.
“Ve kânû mustebsırîn” ifadesi, insanların doğru yolu bilmelerine rağmen, şeytani güdü ve düşüncelerin aldatıcı süsüne kanıp bilerek onu arzulamalarını ifade eder.
Âd ve Semud kavimlerinin geride bıraktıkları meskenler, onların zihniyetini ve dünya görüşünü yansıtmaktadır. Lüks yaşam tarzı bir rekabet unsuru hâline gelince, konutlar araç olmaktan çıkıp birer amaç hâline gelmiştir. Hz. Şuayb’ın doğup büyüdüğü Medyen halkı da, muhtemelen bu tür bir lüks yaşamı sürdürebilmek adına yolsuzluk ve hırsızlık gibi gayrimeşru yollara yönelmiştir.
Bu bağlamda, Âd ve Semud kavimlerinin ulaştığı nokta, onların kurdukları şehirler ve yaşam tarzı üzerinden okunabilir. Bu şehirler, sadece maddi kalkınmanın değil, aynı zamanda sapkın hedeflerin ve kaçınılmaz akıbetlerin de bir göstergesi hâline gelmiş, özellikle Mekkeli müşrikler için ibret alınması gereken serlevha işlevi görmüştür.
Sonuç olarak putperestlik, ahlâki yozlaşma, hırsızlık, lüks ve çoğaltma tutkusu gibi unsurların tümü, Hz. Nuh’tan itibaren zikredilen kavimlerde kısmen görülen hastalıkların kurumsallaşmış biçimiyle Firavun sisteminde beden bulmuştur. Bu kıssalar zinciri, tam da bu noktada, Firavun örneğiyle nihai bir uyarı ve kapanışa ulaşmaktadır.
39- Ve doğrusu Karun ve Firavun ve Haman’a, Musa beyanlarla geldi. Ancak onlar, arzda büyüklendiler. Ve onlar sabikun olmadılar.
“Beyyine” kelimesi, “b-y-n” kökünden gelir. Bu kök, Arapçada iki şey arasındaki boşluğu ve bu boşluğun ortasında bulunan şeyi ifade etmek için kullanılır. Beyyine "açık ve kesin olarak doğruyla yanlışı birbirinden ayıran belge, delil" anlamına gelir. Kurân bağlamında ise hakikati açıklayan, inkâr edilemeyecek ölçüde apaçık ve güçlü kanıtları ifade eder.
Söz konusu ayette dikkat çekici bir sıralama yer almaktadır. Önce Karun, ardından Firavun ve son olarak Haman zikredilmiştir. Bu tercihin sebebi, Hz. Musa’nın tebliğinin öncelikle İsrailoğulları içerisinden çıkmış ve onların emeklerini sömüren Karun’a ulaşması olabilir. Zira Hz. Musa’nın çağrısı ilk önce İsrailoğulları içinden yankı bulmuştur. Firavun sisteminin mali ayağını Karun, bu beyandan doğrudan ilk etkilenecek olandır.
Bu üçlünün kibirlenmesinde en belirgin etkenlerden biri, Karun’un yolsuzlukla elde ettiği muazzam servettir. Karun’un ziynet ve ihtişam içinde halkın karşısına çıkması, toplumda lüks ve gösterişin nasıl birer güç ve amaç göstergesi hâline dönüştüğünü ortaya koyar.
“Sâbikun” ise, “sebk” kökünden türemiştir ve kelime anlam olarak "yürüyüşte öne geçmek" manasına gelir. İstibâk ve müsâbaka (yarış) terimleriyle de bağlantılıdır. “Sâbikîn”, hayırda ve iyilikte öne geçen, örnek teşkil eden kimselerdir. Bu bağlamda, Karun, Firavun ve Haman’a verilen servet ve imkânlar, şayet hayırda ve adalette kullanılsaydı onları yüceltecek ve örnek kılacak nitelikteydi. Ancak onlar, bu imkânları istikbar/büyüklük kuruntusu ve nihayetinde kibir/büyüklük taslama aracı hâline getirerek kaybedenlerden olmuşlardır.
Bu çerçevede, Hz. Yusuf’un Mısır’da yürüttüğü ve açları kurtaran adil hububat depolama (silo) sistemi, zamanla Karun tarafından rant aracı hâline getirilmiş, Firavun’un himayesinde bu sistem halkı sömürme çarkına evrilmiştir. Yeni gelen resuller bu denklemi tersine çevirme potansiyelindedir.
Karun, hayırda yarışan bir sâbikun olmak yerine, lüks yaşamı ile kibirlenmiş ve nihayetinde o ihtişamın altında ezilmiştir. (Bkz. Kasas: 76–82)
40- Bunun üzerine hepsini peşlerini bırakmayan suçlarıyla yakaladık. Böylece onların kimine taş yağdıran kasırga gönderdik. Ve bir kısmını sayha yakaladı, bir kısmını yerin dibine geçirdik ve bir kısmını da boğduk. Allah, onlara zulmetmedi. Ve lâkin onlar, kendilerine zulmettiler.
Kurân’da, Lût kavmi için “hâsiben” Kamer 34’de taş yağdıran kasırga ifadesi yer alır. Korkunç ses anlamındaki “sayha” Hicr 73’de geçerken, aynı şekilde Âd, Semud ve Medyen için “sayha” ifadesi Hûd suresi 67. ve 94. ayetlerde kullanılmıştır. “Yerin dibine geçirme” veya “çökme” anlamına gelen “ḥasefnâ” ifadesi, Kasas 81 ve 82’de özellikle Karun için zikredilir. “Boğma” ifadesi ise Hûd 37’de Nuh kavmi, ayrıca Yunus 90’da Firavun ve askerleri için kullanılmıştır.
Bu afetlerin hiçbiri, Allah’ın doğrudan bir ceza verme veya infazı olmadığı “Allah onlara zulmetmedi.” cümlesi ile hatırlatılır. Bilakis, bu kavimlerin afet bölgesinden çıkmamaları ve kendilerine gönderilen peygamberlerin helâk ile ilgili uyarılarını/ayetleri inkâr etmeleri sonucunda gerçekleşmiştir. Cümlelerin fiillerindeki “biz” çoğul şahıs zamiri de bunu destekler. Aslında kendi kendilerine zulmetmişlerdir. Bu sebeple, Allah onlara zulmetmemiş ancak onlar kendilerine zulmetmişlerdir.
41- Allah’ın berisinde evliya edinenlerin misali bir ev edinen dişi örümceğin misali gibidir. Ve muhakkak ki evlerin en gevşeği örümceğin evidir. Keşke onlar bilselerdi.
Kurân’da geçen “ankebût” kelimesi, genellikle dişi örümcek anlamında kullanılır (Ferrâ). Erkeğine ise “ankeb” adı verilir. Özellikle dişi örümcekten söz edilmesinin nedeni -bu türün birçok alt türünde- dişinin çiftleştikten sonra eşini öldürmesiyle açıklanabilir. Buna karşın, Nahl ve Neml surelerinde kullanılan bal arısı ve karınca, tüm türe verilen isim olarak çoğul hâlde gelirken ankebût, sosyal yaşamında yalnız yaşayan örümcekler için müfret olarak kullanılmıştır. Zira ankebutta birlik ve dayanışma değil bireysellik ve sömürünün temsili vardır.
Burada, Allah’ın berisinde evliya edinmenin, örümcek ağına sığınmaya benzetilmesi derin anlamlar içeren bir metafordur. Şirk sistemi, aslında kandırıp ağına düşürdüklerini sömürme üzerine kuruludur. Aracılar inancı, muhataba bir şeyler kazandırma veya koruma maskesinin arkasına gizlenerek onların dini inançları üzerinden çıkarı hedefler. Tıpkı avını bekleyen bir örümcek gibi müntesiplerinin özgürlüğünü kısıtlar, onları yavaş yavaş tüketir ve tek tipleştirir.
Hicret öncesinde inen bu ayetler, yaşanan olaylarla birebir uyumludur. Önce helâk olan kavimlerdeki iyi ve erdemli insanların yaşadıkları yerleri, evlerini ve barklarını bırakıp zalim müşriklerden nasıl kurtulduğu anlatılır. Arkasından yurt belledikleri meskenlerin -hicret etmeyenler için- müşriklerin kurduğu sinsi bir tuzağa nasıl dönüşeceği çarpıcı bir misalle hatırlatılmıştır.
Menfaat balına üşüşen sinekler, müşriklerin ağına daha hızlı düşerler. Dünya hırsı ve hazlara aşırı meyilli olanlar, şirk düzeninin sömürü tuzaklarına yem olur. Görünmez ağlara kolayca düştüğü gibi seküler vaatlerle kandırılan insanlar da bu sistemlerin esiri hâline gelirler. Menfaat ve haz odaklı yaşayanlar, müşrik sistemlerin sunduğu aldatıcı imkânlara karşı bu yüzden daha savunmasızdır.
42- Muhakkak ki Allah, onların, O’nun berisinde neye kulluk ettiklerini bilir. Ve O; Azîz’dir, Hakîm’dir.
Allah’ın “Hakîm” sıfatı, hüküm ve hikmetle iş yapan, her şeyi yerli yerinde ve anlamlı şekilde yaratan anlamına gelir. “Azîz” sıfatı ise, mutlak izzet ve üstünlüğün yalnızca O’na ait olduğunu ifade eder.
Bu bağlamda, Allah’ın hakîm ayetlerine -hem kevnî hem de şer‘î işaretlerine- tâbi olmak, kişiyi kula kulluktan kurtarır; aynı zamanda hazlara, madde ve mala karşı zelil değil, izzet sahibi (azîz) bir konuma yükseltir. Kul, kendisini yönlendiren ilahi hikmete teslim oldukça dünya nimetlerinin esiri değil, emanetçisi ve hâkimi hâline gelerek özü gürleşir.
43- Ve işte bu misalleri insanlar için veriyoruz. Ve onu, bilenlerden başkası akledemez.
Kurân'da yer alan bu temsillerin özellikle insanlar için ortaya konulduğu vurgulanır. Ancak bu misallerin derinliğini kavrayabilmek, bilenlerin yani ilim ve basiret sahibi, ünsiyet kurabilen -beşerlerin değil- insanların işidir.
Kureyş’in müşrikleri, Hz. Muhammed'in getirdiği vahiyde geçen örnekler üzerinden alaycı tavırlar sergilemişler. “Muhammed’in Rabbi sinekten, örümcekten misaller mi veriyor?” diyerek bu temsillere gülüp bunlarla alay etmişlerdi. İşte bu nedenle, misallerin insan olma mertebesine yükselememişler için değil, “insanlar için” olduğu özellikle vurgulanır. Sığ düşünen, cahil ve ön yargılı beşerlerin bu örnekleri kavramaları zaten beklenmez.
Bu ayet, Kurân’daki temsillerin lafzi manalarının derinlerindeki hikmetli üsluba sadece bir örnektir. Anlam derinliğine ulaşmak ancak bilgi, tefekkür ve basiret ile mümkündür.
Âlim, sadece bilgi ezberleyen değil, edindiklerini sebep sonuç ile birbirine bağlayan/akleden, temsillerin derinliğini kavrayabilen, sığ görüşlü kimselerin geçemediği seviyelerin ötesine geçebilen, ilmi hikmet ve izzetle taşıyabilendir.
44- Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Muhakkak ki bunda, müminler için elbette ayet vardır.
Bu ayet, göklerin ve yerin boş yere değil “hak” üzere yaratıldığını bildirir. Yani varlıkta rastlantı, amaçsızlık ve anlamsızlık yoktur. Bu, Allah’ın her şeyi bir hikmet, ölçü ve adalet doğrultusunda yarattığına işarettir. Gözlerini açıp nazar eden bir mümin, bu düzende kendisinin de başıboş yaratılmadığını fark eder. Çünkü düzenli bir kâinat, amaçlı bir varlık plânına delildir.
Ayetin sonunda yer alan “Müminler için mutlaka ayet vardır.” ifadesi, bu hakikatin özellikle iman sahipleri tarafından fark edileceğini bildirir. Yani sadece gözle değil, imanla da bakmak gerekir.
Kurân’ın başka bir yerinde bu gerçeğe şöyle dikkat çekilir: “Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı ki her nefis kazandığının karşılığını görsün. Ve onlara asla zulmedilmez.” (Câsiye: 22) Peki, insan bu hakikatin içinde kendi amacını nasıl bulur? Bu sorunun cevabı, devamındaki ayettedir:
45- Kitaptan sana vahyedileni tilavet et ve salâtı ikâme et. Muhakkak ki salât, fahşa ve münkere engel olur. Ve Allah’ı zikretmek ise elbette en büyüktür. Ve Allah, yaptığınızı bilir.
Bu ifade, hayatın anlamı ve amacı üzerine sorulan büyük soruya en özlü cevabı verir: Allah’ı zikretmek, yani O’nu gündemde tutmak, hayattaki en yüce ve öncelikli gayedir. Zira bu zikir, insanı aşağı ve bayağı arzuların pençesinden kurtarıp yücelere taşır. Nitekim Bakara suresi 152. ayette şöyle buyrulur: “Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim.” Bu karşılıklı zikir, esmanın kullarda tecellisi olabilir. Allah’ı gündemde tutmak insanı aşağı ve bayağı hedeflerden kurtarır. Allah’ı zikretmek aslında El-Esmaü’l Hüsna denen en mükemmel isim ve sıfatları hedeflemek ve amaç hâline getirmektir. Bu bağlamda zikir, insanın iç dünyasında bir yöneliş olduğu kadar, dış dünyadaki davranışlarına da yansıyan bir bilinçtir. Hayatı Allah’ın isimlerinin yansımasına dönüştürme çabasıdır. Ve bu çaba, kulun hem anlamını hem amacını bulduğu noktadır. Yani Allah’ın Rahmân ismiyle merhameti öncelemek, Kerim ismiyle cömertliği, Vedûd ismiyle sevgiyi büyütmek, Hakîm ismiyle ise her esmayı yerli yerince uygulamayı, hikmet ve derinliği gözetmek gibi… İşte bu çaba, kulun hem anlamını hem de varoluş gayesini bulduğu noktadır.
“Kitap” kelimesi, Kurân’ın kaynağı olan “ana kayıt” anlamındadır. Bu da Zuhrûf 4’te geçen “Ümmü’l-Kitâb” ve Bürûc 21–22’de işaret edilen “Levh-i Mahfuz”a bir gönderme taşır. Ehlikitabın elindeki bazı bozulmamış bilgiler de bu ortak kaynağın parçaları olabilir. Bu ayette bir tavsiye değil doğrudan bir emir vardır. Bu emir, Allah Resulü’nün çevresindekilere okuması, yani duyurması gereken önemli ve kritik bir emirdir. Okunması gereken emir “Salatı ikame et!” emridir.
İkâme’s-salât terkibi sadece namazı kılmayı değil, “namazı yerli yerince ayağa kaldıranlar, onu aslına uygun şekilde ihya edenler” anlamını taşır (Fâtır: 18–29). Salatın ikamesi, Kurân ayetlerinin okunduğu, insanların görüp işitebildiği ortamlarda, çoğunlukla cemaat hâlinde kılınan bir ibadet olarak uygulanmıştır. Bu yönüyle salat, Kurân’ın tebliğinde önemli bir işlev üstlenmektedir. Zira hitap doğrudan Allah Resulü’ne gelmiştir. Sahabenin bu ayeti dikkate alarak müşriklerin baskısı ve zulmüne rağmen Allah Resulü’nün arkasında saf tutması en büyük olandı.
İlk dönemlerde Hz. Peygamber ve sahabe, Erkam’ın evinde gizlice ibadet etmekteydi. Fakat zamanla namazın aleni olarak kılınmasına yönelik teşvikler geldi.
İbn Mes’ud’un, Kureyşlilerin önünde yüksek sesle Kurân okuduğu ve saldırıya uğradığı rivayet edilmiştir. Peygamber ve sahabe, müşriklerin baskısına rağmen Kâbe çevresinde namaz kılmaya devam etmiştir. Müşriklerin en baştan beri aracısız kulluğun sembolü olan namaza engel oluşları Alâk 9-10’da konu edilmiştir. “Gördün mü şu engelleyeni? Yöneldiğinde bir kulu” (Alâk: 9-10)
Ayetin indiği hicret arifesindeki dönemde salatın ikamesi, hem işitsel hem de görsel bir tebliğ aracı olarak safını belli etme işlevi görmüştür. Bu uygulamalar, cemaatle kılınan namazın toplumda ortak bilinç ve görünürlük oluşturma işlevine sahip olduğunu göstermektedir. Kâbe ve çevresi, o dönemin aynı zamanda ticaret ve pazar alanı olduğundan, buradaki salat dört duvarın arasında kılınan bir namaz değil meydanda safını belli etmeydi. Bu ortamda cemaat ile kılınan namazlarının güçlü bir tebliğ ve Müslümanların kimliğini ortaya koyma fonksiyonu vardı. Üstelik cemaat ne kadar kalabalık ve güçlü ise o ölçüde bir dokunulmazlık etkisi oluşturuyordu.
Nitekim “Hz. Ömer Müslüman olduktan sonra Müslümanlar Kâbe’de topluca ve aleni namaz kılmaya başladılar.” (İbn Hişam, Sîre, c.1) rivayeti bu görünürlüğün dönüm noktalarından biridir.
Azgın Mekkeli müşriklerin gözleri önünde Allah Resulü’nün arkasında saf tutmak, en büyük cesaret örneği ve bir nevi cihattı. İşte bu yüzden “Allah’ı zikretmek en büyüktür.” ifadesi, burada sadece bir zikir değil, toplumsal bir tanıklık ve direniş olarak da anlam kazanır.
“İkâme” kelimesi, bir işi sadece yapmak değil, onun asli fonksiyonunu yerine getirecek biçimde kurmak demektir. Dolayısıyla salatın ikamesi, zikre dayalı ve toplumsal etkisi olan bir duruşu ifade eder.
Ankebût 45. ayette geçen “tenhâ” kelimesi, “n-h-y” kökünden gelir ve “bir şeyi engellemek, yapılmasına mani olmak” anlamındadır. Bu bağlamda salatın, fahşâ (aşırılık, çirkinlik) ve münker (kötülük, sapkınlık) gibi şeyler sebebiyle helâk olan kavimlerin ve o dönem müşriklerinin gösterdiği yozlaşmaların zararından aktif olarak engellediği anlatılır. Peki, cemaatle kılınan namaz, müşriklerin Müslümanlara karşı yapacakları fahşayı ve münkeri nasıl engeller? Salat kolektif olursa kötülük ve kötülere karşı güçlü bir bariyerdir.
Salat, sadece bireysel bir ibadet değil, aynı zamanda bireyi ve toplumu koruyan bir mahiyettedir. Cemaatle kılınan namaz, bireyi -yalnızlıktan ve savunmasızlıktan dolayı oluşacak- savrulmalardan da korur. Aynı zamanda cemaat hâlindeki birlik, müşriklerin karşısında duranların güçlü bir topluluk olduğu mesajını verdiğinden çok kıymetlidir.
Tıpkı ehlikitap gibi, bir araya gelen ve saf tutan Müslümanlar bir cemiyet ruhu oluşturur. Bu yüzden Kurân, tefrikayı eleştirir: “Nizalaşmayın, yoksa rüzgârınız (etkiniz) kesilir.” (Enfal: 46) “Allah, kendi yolunda saf bağlayarak savaşanları sever. Onlar, sanki birbirine kenetlenmiş bir bina gibidir.” (Saf: 4)
Müşriklerin her tür fahşasından (aşırılıklarından) ve münkerlerinden (kötü davranış ve tutumlarından) birlikte olup omuz omuza saf tutma anlamındaki salatı ikame etmek Müslümanı korur. Tıpkı insanın içindeki düşmanca ve şeytani dürtülerin onu fahşa ve münker yönünde kışkırtması gibi, Mekkeli müşrikler de dışsal bir “şeytan” gibi davranıyor, müminlere zarar vermek, onları yıldırıp ağına düşürmek istiyorlardı. Bu durumda salât, sadece bireysel bir arınma aracı değil, aynı zamanda şeytani dış kuşatmalara karşı da kolektif bir bilinç ve direniş hattı oluşturuyordu.
Ayetin sonunda geçen “Allah yaptıklarınızı bilir.” ifadesi, o cemaatin içinde saf tutamayanlarla, orada olanların iç dünyalarını bilenin yalnızca Allah olduğunu hatırlatır. Gerçek niyetleri ve cesaretleri sadece O bilir. Münafıklar hususunda bir giriş yapan Ankebut suresi müşriklerin kurduğu gizli ağlara, tuzaklara da bir atıf yapar.
Sonuç olarak ikame edilen salat; sadece bireyi değil, toplumu da kötülüklerden ve kötülerden koruyan, sahici bir duruş ve toplumsal bir tedbirdir. Özellikle baskı ve zulüm altındaki dönemlerde, cemaatle birlikte meydanda kılınan salat, birlik ruhunu ikame eden ve zalime karşı yükseltilmiş bir başkaldırıdır.
46- Ve kitap ehlinden zulmedenler hariç, onlarla en güzel olandan başka mücâdele etmeyin! Ve deyin ki: "Biz, bize ve size indirilene iman ettik. Bizim ilahımız ve sizin ilahınız birdir. Ve biz, ona teslim olanlarız."
Ankebût 46. ayette, Mekke müşriklerine karşı Kurân’ın tek vücut hâlinde bir duruş öğütlediği bir dönemde, ehlikitap ile zıtlaşmanın fayda değil zarar getireceği hatırlatılmaktadır. Hicret öncesi dönemde, onların desteğini tamamen kaybetmemek adına, ortak payda olan “indirilen kitap” üzerinden bir ünsiyet kurulması emredilir. Bu yakınlaşmanın temeli "Bizim de sizin de ilahınız birdir." cümlesinde kendini bulur. Kurân, bu ortak dili kullanarak hem davetin evrenselliğine dikkat çeker hem de farklılıklar yerine ortak yönler üzerinden inşa edilen saygı zemininde bir tebliğ yöntemi öğretir. Bu söylem, davetin çatışma zemininde değil, tanışma ve yakınlaşma zemininde yürütülmesi gerektiğini emreder.
Farklı inançlara mensup kişilerle karşılaşan her Müslümanın ilk adımı, ayrılıkları değil müşterekleri görerek muhatabına yaklaşmak olmalıdır. Ayet, bunun en güzel mücadele yöntemi olduğunu ifade etmektedir.
Ayetin bu öğretisi, sadece o dönemin özel şartlarına değil, evrensel bir ilkeye işaret eder: Farklı inançlara mensup insanlarla iletişimde ilk adım, ayrılıkları değil ortak değerleri görmek ve göstermek olmalıdır. İşte bu, en güzel mücadele yöntemidir.
47- Ve işte böylece sana kitabı indirdik. Artık kendilerine kitap verdiklerimiz ona da inanırlar. Ve şunlardan da ona inananlar vardır. Kâfirler hariç kimse ayetlerimize bile bile karşı çıkmaz.
Bir önceki ayette “Biz, bize ve size indirilene iman ettik.” cümlesine binaen ehlikitaptan da böyle bir saygı ve güvenin beklendiği mesajı verilmiştir. Ancak bu durumda müşriklerin ve ehlikitabın aklına şu gelebilir: Eğer Kurân önceki kitapların devamı ise biz neden ona da inanalım? Belki de bu bir devam kitabı değil, kopyalanmış bir nüshadır. İşte bu soruya şöyle bir cevap verilecektir:
48-Ve sen, bundan önce kitap tilavet eden değildin. Ve sen, onu sağ elinle de yazmıyordun. Öyle olsaydı, batılda olanlar elbette muğlaklığa düşerdi.
Yazı yazmak anlamına gelen “tehuttu” kelimesi, Kurân’da sadece bu ayette geçer. Buradaki “tehuttu” fiilinin kökü olan hat, zaman içerisinde daha çok “güzel yazı” için kullanılan bir kavrama dönüşmüştür. Tarihi süreçte, bu sanata “hüsn-i hat”, bu sanatla uğraşanlara da “hattât” denilmeye başlanmıştır.
Ayetlerde geçen "kitap" ifadesi, ehlikitabın ellerinde tuttuğu ve genellikle marife (belirli) olarak gelen önceki vahiyleri de kapsayan genel bir ifadedir. Zira Arapçada “Nefyin siyakında vaki olan nekre umum ifade eder.” Yani Kurân indirilmeden önce Allah Resulü Hz. Muhammed, ne okuma ne de yazma bilmekteydi. Ancak Kurân inmeye başladıktan sonra, belki de Medeni surelerin sonlarına doğru, 23 yıllık bir süreçte okuma-yazmayı öğrenmiş olabilir. Fakat bu ayetlerin inmeden önce okuryazar olmadığı kesindir.
Burada ki “batılda olanlar”, tahrif edilmiş kitaplara tâbi olup Kurân’ı önceki kitapların okunup derlenmesi zannedenlerdir. Allah Resulü’nün okuma yazma bilmemesi, bu tür muğlaklık ve kuşkuları en aza indirmiştir. Okuma yazma bilseydi batılda olanların kuşku ve ikilemleri daha da artardı.
49- Bilakis o, ilim verilenlerin içlerinde beyan olunan ayetlerdir. Ve zalimlerden başkası ayetlerimize bile bile karşı çıkmaz.
Ayetlerin, ilim sahipleri içinde beyan olunması, onların bu ayetler aracılığıyla yeni açılımlara kapı açıp içlerinde yankı bulmasıdır. İlim sahiplerinin iç dünyalarında bir karşılık bulması anlamına gelir. Buradaki “ilim”, hem ehlikitabın elindeki önceki vahiylerin fıtri ve bozulmamış olan yönlerini hem de hayatın kazandırdığı tecrübeye dayalı bilgeliği kapsar. Ancak zulmü karakter hâline getirenler, Kurân’ın vaaz ettiği değerlerin daha adil ve hakkaniyetli oluşunu çıkarlarına aykırı buldukları için bu ayetlere bile bile karşı çıkmaktadırlar.
“Cehadû” kelimesi, “c-h-d” kökündendir. Kalpte ispatı yerleşmiş bir konuya karşı bilinçli bir reddedişi, kasıtlı bir tavır almayı ifade eder (el-Müfredât). Zulme ve haksızlıklara engel olan ayetlere inanmak istemeyen kimseler, bu kez peygamberden mucize beklemeye başlarlar.
50- Ve dediler ki: "Ona Rabbinden ayetler indirilseydi olmaz mıydı? “De ki: "Muhakkak ki ayetler, ancak Allah’ın katındadır. Ve ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım."
Hz. Peygamber vefat ettikten sonra, ona mucize isnat edenler aslında üç kez zulmetmiş olur: İlk ve en büyük zulüm, hakikati çarpıtmasıdır. Bu, inançlı insanların gerçeklik algısını bozar. İkinci zulüm, hayatı ve dini bu anlayışla yorumlayanlarda, anlatılanlarla yaşananlar arasındaki bağlantının kopmasıdır. Üçüncü zulüm ise inancın, kişinin hayatında yalnızca “eskilerin masalları” seviyesinde kalmasıdır. Bu durumda kişi ya bu mitolojilere inanıp kendisini en dindar zannedecek ya da bunların doğru olmadığını fark edip dinden uzaklaşacaktır.
İşte bu yüzden, Peygamber’e iman kesinlikle mucizeler üzerine bina edilmemelidir. Eğer bu yapılırsa mucizeyi inkâr eden kişi, peygamberi de inkâr etmekle suçlanacak ve tekfir edilecektir.
İman binası, Peygamber’in örnek şahsiyeti, ahlâkı ve onun getirdiği fıtri ve evrensel değerler üzerine inşa edilirse bu hem bireyi hem toplumu olumlu yönde değiştirir ve dönüştürür. Ayrıca, tarih boyunca anlatılan mucizelerin doğru olmadığının ortaya çıkması durumunda, bu sağlam iman yapısı zerre kadar sarsılmaz.
51- Onlara okunmakta olan kitabı, sana indirmemiz onlara kâfi gelmedi mi? Muhakkak ki mümin olan bir kavim için bunda elbette rahmet ve zikir vardır.
Mucizeler üzerine değil, Kurân’daki evrensel değerler ve esma bilinci üzerine inşa edilen bir iman, Kurân’a göre çok daha sahih bir imandır.
Peygamberin olağanüstü biri olması, bizim asla yapamayacağımız mucizeler göstermesi şeklinde bir anlatımda ne rahmet vardır ne de zikir denen örneklik. “Ben de sizin gibi bir beşerim.” Ayeti sayesinde resulle kurulacak ünsiyet, kişiyi şu bilince ulaştırır: “Peygamber ve sahabe bu erdemleri yapabildiyse ben de yapabilirim.” İşte Allah’ın rahmeti, mucize ve kerametlerle değil, bu bilinçle kullarda tecelli edecektir.
52- De ki: "Sizinle benim aramda şahit olarak Allah kâfidir. Göklerde ve yerde ne varsa O bilir." Batıla inanan ve Allah’ı inkâr edenler, işte onlar hüsranda olanlardır.
Batıl kelimesi “be-ta-le” fiil kökünden gelir. Lügatte bu fiil; boşa gitmek, gerçek olmayan, neticesiz, yalan, sahte, yok olmak anlamlarına gelmektedir. Aynı kökten gelen “ibtal”, bir şeyi geçersiz ve hükümsüz kılmak demektir. Bunun fail (özne) ismi olan “mubtıl” ise iptal edici; işi gücü batıl olan ya da işleri boşa giden anlamlarına gelir. (Rûm: 58, Arâf: 173)
Burada “inkârcılar” ifadesi müşrikleri; “batılda olanlar” ifadesi ise ehlikitaptan olup Kurân’ı kabul etmeyenleri ifade ediyor olabilir. Zira iki ayrı gruptan bahsedilmiştir. Peki, Allah’ı şahit göstermek nasıl olabilir? Bu şehadetin ispatı mümkün müdür?
Allah’ın kâfi olması, kişinin Allah’ın sünnetine ve yasalarına uygun adımlar atmasıyla mümkündür. Zira Rabbimiz, sıratımüstakîm üzeredir. Bugün koyduğu yasayı, mucize ve olağanüstülüklerle yarın çiğnemez. O nedenle, sünnetullaha saygılı olana Allah kâfidir.
Allah’ın şahitliği şu şekillerde tecelli eder: Hakkın batıldan ayrılması, zulmün er ya da geç açığa çıkması, salihlerin akıbetinin hayırla sonuçlanması, tarihin şahitliği…
Allah’ın şahit olarak kâfi oluşu, insanlara ya da delillere ihtiyaç bırakmayacak ölçüde mutlak bilgisi, hakkaniyetli hükmü ve sünnetullah içinde ortaya koyduğu gerçeklikle ilgilidir. Allah'ın şahitliği, hem ahirette belirleyicidir hem de dünyada hak-batıl dengesinde yol göstericidir. Allah’ın şahitliği vicdanlarda kendini gösterir. İnsana verdiği muhakeme gücüyle ve aklıselim olanların “furkan” yetisiyle tecelli eder. Allah’ın şahitliği indirdiği kitap ve kelamında, iddia edilen mucizelere yer vermemesidir.
53- Ve azabı senden acele istiyorlar. Ve belirlenmiş bir ecel olmasaydı elbette azap onlara gelmişti. Ve mutlaka o ansızın gelecektir. Ve onlar şuurunda değildir.
Ecel-i müsemma terkibi, “belirlenmiş zaman” ya da “takdir edilmiş ömür” anlamına gelir. Her toplumun ve bireyin bir sonu, yani bir eceli vardır ve bu, ilahi yasalar çerçevesinde belirlenmiştir. Hiçbir toplum bu yasaları çiğneyerek kendi varlığını sürdüremez ya da birilerinin isteği ile tarih sahnesinden silinemez. (Bu yasaların işleyişine dair ayrıntılı izahlar için bkz. İsrâ:16, Enfâl: 53, Rad: 11, Âli İmrân: 140)
Müşriklerin, peygamberden azabı çabucak getirmesini istemeleri, onların bu azabı yalnızca geçmiş kavimlerin helâk anlatılarında geçen bir “ilahi ceza” olarak algıladıklarını göstermektedir. Oysa Kurân’ın ortaya koyduğu gerçek şudur: Bu felaketler, sadece bireylerin günahları veya ahlâki bozulmaları değil, toplumun genel yapısındaki bozulma ve bencil çıkarlar uğruna helâkin ayak seslerine duyarsızlıkla ilişkilidir.
Bununla birlikte, bireyin Allah’a ve topluma karşı geliştirdiği takva ve sorumluluk bilinci, onu bu tür felaketlerden koruyabilir. Duyarlılık ve ahlâk, maddi-manevi afetlerden sakınmada çok kıymetlidir.
Müşriklerin farkında olmadıkları, Allah’ın el-Halîm oluşudur. Allah, cezalandırmada acele etmez. Zira her şeyin bir yeri ve zamanı vardır. Ancak hayata sığ bakan müşrik kafa Allah’ın sünnetini, azabın kendilerine vurmayacağı şeklinde yanlış yorumlamaktadır.
54- Azabı senden acele istiyorlar. Muhakkak ki cehennem, kâfirleri ihata edicidir.
Dikkat edilirse, 53. ve 54. ayetler, aynı cümleyle başlamaktadır: “Azabı senden acele istiyorlar.” Bu cümle, lafzi bir tekrar gibi görünse de içerik açısından iki farklı bağlama yöneltilmiş tek bir cevaptır. Bunun hikmeti, azap kavramının hem dünyevi hem de uhrevi boyutuna dikkat çekmek olabilir. Zira telafisi olmayan bir ömrün ahiri bu tercihlerin devamı olacaktır.
İlk ayetteki ifade (53), dünya hayatında karşılaşılabilecek afetler, helâkler ve sosyal çöküşler üzerinden bir uyarı taşır. İkinci ayette ise ahiret azabı, özellikle cehennemle ilgilidir.
Bu bağlamda tekrar edilen cümle, iki farklı meydan okumaya da cevap niteliğindedir: “Eğer doğru söylüyorsan, hadi getir bakalım azabı!” tarzında dünyevi bir meydan okuma, “O vaat ettiğin cehennem nerede?” şeklindeki uhrevî inkâr ve alaycı bir tavra cevaptır.
Ayette “Cehennem, kâfirleri kuşatıcıdır.” denilmesi, onların artık kaçacak bir yerinin kalmadığını, hakikati örtmenin insanın elini kolunu bağlayıp özgürlüğünü nasıl kısıtlayacağını hatırlatır. Şimdi Kurân, yaptığı uyarının caydırıcılığı açısından ayrıntılı tasvirlerde bulunacaktır.
55- O gün azap, üstlerinden ve ayaklarının altından onları kaplayacak ve "Yapmış olduğunuz şeyleri tadın!" diyecektir.
Ayette “Cehennem onları kuşatacaktır/çepeçevre saracaktır.” gibi genel bir ifade yerine, neden “fevkri-him” (üstlerinde) ve “tahti erculi-him” ayaklarının altında gibi detaylara yer verilmiştir? Cehennemliklerin işledikleri fiillere tam bir karşılık verilecekse bu kişilerin suçları önceki ayetlerde anlatılmış olmalıdır. 39. ayette, yeryüzünde büyüklenip insanlara tepeden bakanların örneği Firavun üzerinden verildikten sonra, Mekkeli müstekbirlerin de resule ve inananlara aynı şekilde yukarıdan bakan kibirli tavırları, “Azabı hemen getir!” gibi küstah sözleri anlatılmıştı. Buna karşılık, azabın tepeden inmesi bu üsten ve kibirli bakışın karşılığıdır. Ayaklarının altından gelen azap ise zulümle çiğnedikleri, ayakaltı etikleri mazlumların hak ve değerlerin tam karşılığıdır.
56- Ey iman eden kullarım! Muhakkak ki arzım geniştir. Öyleyse yalnızca bana kul olun!
Bu ayetin, işkenceye uğrayan Mekke Müslümanlarının zayıfları hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Zira ayakaltı edilenler için, izzetlerine uygun bir yaşam alanı bulma vakti gelmiştir. Sadece Allah’a kulluğun vurgulanması ve hitabın doğrudan Allah tarafından yapılması, kula kulluğa dönüşen Mekke yaşantısının sona ermesi gerektiğine işarettir. İfadelerden anladığımız kadarıyla Akabe biatları tamamlanmış ve Müslümanlar hicrete hazır hâle gelmiştir. Bu bağlamda hicret; şirkten tevhide, zulümden sulha, kibirden tevazuya, zilletten izzete yapılacak bir yolculuktur. Vatanından ve milletinden ayrılmak, ilk etapta insana zor gelir. Bunun temel nedeni, insanda var olan ölümsüzlük duygusudur. İnsan sanki hiç ölmeyecekmiş gibi dünyada bir yer edinme telaşındadır. Bu fıtri duygunun aşırılığı, kişiyi zulme ve şirke razı olup zillete katlanmaya götürebilir. İşte bu yüzden şimdi o serlevha ayet hatırlatılacaktır:
57- Her nefis ölümü tadıcıdır. Sonra bize rücu edeceksiniz.
Canlılar âleminin en geçerli ve değişmez kanunu ölümdür. Ölüm olgusu, insana dünyaya aşırı bir şekilde, tutkuyla bağlanmama konusunda en etkili dersi vermektedir. Ölümün olması, insana dünyaya karşı bir soğukluk getirmektedir. Aşırı dünya sevgisi bir tutkuya dönüşürse dünya, insanı kendine kul-köle eder. Artık insan geçici menfaatleri uğruna baki değerlerden taviz verebilir. Bakilik sloganı ile yerleşen dünyevileşmenin önündeki tek engel faniliğin itiraz götürmeyen hakikatidir.
Ölüm gerçekleştiği anda, ilk saniyede vücuttaki oksijen hızla tükenir. İlginçtir ki, beyin aktivitesi bu anda aniden yükselir. O anda bilinç, bir tür transfer hâlinde olabilir. Ancak nöronlar, birkaç dakika içinde aktiviteleri sonlanır. Beyin kısa bir süre daha canlı kalabilir fakat hormon üretimi durur, vücudun işlevlerini düzenleyen sinyaller artık iletilemez. Ölüm anında idrar ya da dışkı kaçırılması yaygın görülen bir durumdur. Çünkü yaşam enerjisini sağlayan ATP, vücuttaki son rezervlerini kullanmaya başlar ve kaslar gevşer. Bu gevşeme, dışkı ve idrarı tutmaya yarayan sfinkter kaslarını da etkiler. Özellikle açık tenli kişilerde, yüz solgunlaşır. Bu durum, kan akımının durmasından kaynaklanır ve genellikle ölümden 15-20 dakika sonra belirginleşir. Kalp artık kan pompalamaz. Dolaşım durmuş, hayatın devinimi kesilmiştir. Kan, yerçekiminin etkisiyle vücudun en alt noktalarında birikmeye başlar. Birkaç saat sonra, ciltte kırmızı-mor renk değişimleri gözlemlenir. Ölümden 12 saat sonra, bedenin en fazla bozulmaya başladığı sürece girilir. Güzel gıdalarla beslediğimiz, pahalı giysilerle süslediğimiz bedenimizde ölüm sonrası morarma ve lekelenmeler gerçekleşecektir. 3 ila 6 saat sonra, ölüm katılığı meydana gelir. Kaslarda gerçekleşen biyokimyasal değişiklikler bedeni sertleştirir. Uzuvlar bükülmez hâldedir. Bu katılık 24 ila 48 saat süresince devam eder. Zaman ilerledikçe vücutta yavaş yavaş ayrışmalar başlar. Hücrelere artık kan ulaşmadığı için karbondioksit seviyesi artar, pH düşer, dokular bozulmaya başlar. Ardından, bağırsaklarda yaşayan anaerobik bakteriler, hayatta kalabilmek için karın içi organlara saldırır. Bu, çürüme olarak bilinen kötü kokulu sürecin başlangıcıdır. Amino asitlerin parçalanması, leş kokularını açığa çıkarır. Bu kokular, akarları, leş böceklerini ve kurt sineklerini çeker. Kurt sinekleri yumurtalarını çürüyen dokulara bırakır. Yumurtalardan çıkan kurtçuklar, birkaç hafta içinde vücudun %60’ını yiyebilir. Ardından, ölümden 20 ila 50 gün sonra, bütirik mayalanma evresi başlar. Bu evre, böcek larvaları, tek hücreliler ve mantarların vücudu işgal ettiği aşamadır. Bir yıl ve sonrası ise, bedenin tamamen toprağa karışmıştır. Bitkiler, hayvanlar ve mikroorganizmalar, kalan her şeyi tüketir. Geriye sadece iskelet kalır. Ve nihayet, bu iskelet bile zamana toprak olabilir. Rüzgâr, toprak ve su onu öğütür; moleküller çözülerek doğaya geri döner. Peki, insandan geriye ne kalır?
İşte burada insanı durup düşündüren esas soru baş gösterir: “Sümme ileynâ turceûn/Sonra Bize döndürüleceksiniz.”
İnsanı insan yapan şey, ne eti ne kemiğidir. O, bilincidir. Ve bilinç, aktif olabilmek için bir beden altyapısına muhtaçtır. Yeni bir bedende uyanan bilincin ilk sorduğu soru şudur: “Bizi, yattığımız yerden bizi kim diriltti?” “Bu, Rahmân’ın vaat ettiği şeydir. Resuller doğru söylemişler.” (Yâsîn: 52)
“Bana döndürüleceksiniz.” değil de “Bize rücu edeceksiniz.” ifadesi de dikkat çekicidir. Bu dönüş farklı unsurların araya girmesi ve diriliş gününe kadar belirsiz uzun süreci anlatmak için olabilir. (Allahualem.) Baki kalan beden ve mal-mülk değil, salih amellerdir (Kehf: 46).
58- Ve onlar ki inandılar ve salih amel işlediler. Onların mutlaka, altından nehirler akan cennetin yükseklerinde halleri değişmez. Amel işleyenlerin ecri nimettir.
Ğurfe, “yüksek olan” anlamına gelir. Yedinci semaya da "ğurfe" denmiştir. Bu bağlamda, her yüksek bina bir “ğurfe”dir. Rahmân’ın kullarının cennette ğurfe'de bulunmaları, onların yüksek derecelerle, değerli ve itibarlı konumlarda olmalarından kinayesidir.
Nîmet kelimesi sözlükte, mastar olarak “bolluk ve iyi hâl içinde olmak”; isim olarak ise “maddi ve manevi imkânlar” anlamına gelir ( Lisânü’l-ʿArab). İbnü’l-Cevzî, nimeti “insana refah ve mutluluk sağlayan meşru şey” olarak tanımlar. Seyyid Şerîf el-Cürcânî ise “özel bir amaç veya bedel gözetilmeksizin yapılan iyilik” diye tarif eder.
Muttakilerin yaşam alanlarının “nimet” olarak tanımlanması, onların sakınma bilinciyle, sorumluluk içinde yaşamalarının dışa yansıyan hâlidir. Bu hâl sadece kendilerine değil insanlara, hayvanlara ve hatta bitkilere kadar taşan bir hayır olarak yansır. Bu nedenle, ıslahı gözeten her amel yalnız yapana değil, topluma da nimet olarak geri döner.
59- Onlar ki sabrettiler ve Rabblerine tevekkül ettiler.
Onların hâlleri neden halittir? Zira onlar dünyadayken ilahi ve ulvi değerlerin safında sabırla durdular. Dayanakları sadece El-Esmaü’l-Hüsnâ ile temsil edilen Rabbani vasıflardı. Onlar adaletin, merhametin, sabrın, şükrün, hikmetin ve doğruluğun safında, o yüce isimlerin yansıması olarak yaşadılar. Dünya onların gözünde sonsuz olmayan bir sınav alanıydı. Geçici metaların peşinde koşup hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan kalabalıklardan olmadılar. Kendilerini tüketecek boş hırsların, dünyevi yarışların, çıkar hesaplarının ardına düşmediler.
Onlar geçici nimetlerin/metanın peşinde koşup hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya takılıp kendilerini tüketmediler. Tam tersine bazen menfaatlerine aykırı da olsa üstün erdemlerin safında omuz omuza durarak tevekküllerini gösterdiler.
60- Ve hareket eden niceleri vardır ki kendi rızkını taşımaz. Allah, onları ve sizi rızıklandırır. Ve O; en iyi işiten, en iyi bilendir.
Dâbbe, sadece hayvanlar veya canlılar değil, aslında mikroorganizmalar da dâhil olmak üzere tüm debelenen ve hareket edenler için kullanılmaktadır (Neml: 82, Hûd: 6, 56; Enâm: 38, Lokman: 9, Şûrâ: 29, Câsiye: 4).
Ayette geçen “lâ tahmilu rızkahâ” ifadesi, “Rızkın hamalı olmazlar.” anlamındadır. Bu kullanım, rızkın kazanılmasından ziyade onun tekâsürle çoğaltılıp stoklanmasını eleştirir. Bu bağlamda, tabiatta hiçbir canlı, insanoğlu kadar açgözlü ve bencil değildir. Aynı mesajı, Matta 6:26’da Hz. İsa’nın dilinden şöyle okumaktayız: “Gökte uçan kuşlara bakın! Ne eker ne biçer ne de ambarlarda yiyecek biriktirirler. Yüce Rabbiniz yine de onları doyurur. Siz onlardan değerli değil misiniz?”
Ayet, hicret arifesinde birtakım münafıkların yaptığı propagandalara da bir atıf taşır. Ayet, Semî‘ söylenen sözleri; Alîm’de sinelerde gizlenen asıl duyguları Allah’ın bildiğine vurgu yaparak iki esmâya atıfla son bulur.
61- Ve eğer onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı? Güneş ve Ay’ı kim musahhar kıldı?" diye sorsan "Elbette, Allah!" derler. O hâlde nasıl döndürülüyorlar?
Döndürülme diye çevirdiğimiz “yu’fekûn” kelimesi anlam olarak, olması gereken şekilden başka bir şekle giren, yüzünü değiştiren her şey için kullanılmaktadır. Yüze karşı “Allah yarattı.” derken arkada başka bir inanca dönüş söz konusudur. “Her şeyi Allah yarattı.” deyip O’nu kadirimutlak bilmelerine rağmen sefil aracı ve objelere yönelmeleri, güneş ve ayı sembolize eden temsilerden şefaat beklemeleri aslında şirkin kendi içinde ne kadar tutarsız bir inanç olduğunun ispatıdır. Rızıkla gök cisimlerinin dönmesi arasında bağlantı kuran müşriklere, onların da birer mahlûk olduğu ve Rabbin yasalarına boyun büktüğü, musahhar kelimesi ile ifade edilmiştir.
62- Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletir. Ve onun için takdir eder. Muhakkak ki Allah, her şeyi bilendir.
Allah, -hâşâ- beşerî bir kral gibi keyfi dilek ve isteklerde bulunmaz. O’nun dilemesi, kendi koyduğu kural ve kaideler çerçevesindedir. Sünnetullaha uygun tercihler yapanın rızkını Allah genişletir. Rızkın “takdir edilmesi” kullanımı ince ve yerinde bir ifadedir. Zira “takdir”, ölçü ve hikmet doğrultusunda rızkın verileceğini ifade eder."
63-64 Ve eğer onlara “Gökten suyu indiren ve onunla yeri ölümünden sonra ihya eden kimdir?” diye sorsan “Elbette, Allah!” derler. De ki: “Hamd Allah’a aittir.” Bilakis, onların çoğu akıl etmez ve dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muhakkak ki ahiret yurdu, elbette o sürekli hayattır. Keşke bilselerdi.”
Burada oyun ve eğlenceyi hayatında tek gaye edinen bir gruba sesleniş söz konusudur. Bu grup Arâf 51’in beyanıyla eğlence ve oyunu din edinen ve dünya hayatının onları aldattığı kimselerdir.
Lehv, insanı önemli olandan alıkoyan şeydir. “Lehevtu bikeze”, “Falan şeyle oyalandım.”; “El lehve”, “Değirmen taşı boşa dönmesin diye ağzından çıkanı geri içine koyarak taşı oyalamaktır.” Bu kelime sadece faydasız işler için kullanılır. Şugl kelimesi ise faydalı-faydasız her işle meşgul olmaktır. Yasin 55’te geçer ve cennette olumlu manada tatlı bir meşguliyetten bahsedilir. (Oyalanma için bkz. Tekâsür: 1)
Buradaki "mâ... illâ” da gramer olarak kesinlik bildirir. Yani dünya hayatının sadece oyun ve eğlence olduğu bir kanaat olarak verilmiştir. Ancak ayetin devamındaki “Keşke bilselerdi.” ifadesi, bu hükmün hakikati değil eksik ve yanlış bir algıyı yansıttığını gösterir. Dolayısıyla “hasr” yapısı vardır ama bu Allah’ın hükmü değil, müşriklerin eksik ve yanlış algısıdır. Bu da bağlamdan -onların akletmeyişinden- anlaşılır. “Mâ... illâ” kalıbı her zaman hasr/kasr içeren gramatik bir kuraldır. Ancak bu hasrın kime ait olduğunu bağlam belirler. Ankebut 64’teki hasr, inkârcıların yüzeysel dünya algısını resmeder. Cümlede “zan” geçmese de “Keşke bilselerdi.” ifadesi bunun doğru bir bakış olmadığını, bilgisizlikten kaynaklı bir dünya görüşü olduğunu ortaya koyar.
Kurân’ın Duhân 38 ve Enbiyâ 16’daki “Biz, göğü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.” beyanı ile Ankebût 64’teki “Bu dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.” ifadesi arasında herhangi bir çelişki yoktur. Zira bu görüşleri savunanlar farklı olduğu için bu ayetler birbirini tamamlayıp tasdik eder.
Ankebût 63. ayette müşriklerin, gökten yağmurun indirilmesini ve onunla yeryüzünün diriltilmesini Allah’a nispet ettikleri belirtilir. Fakat hemen ardından gelen ifade, onların bu teslimiyetlerine rağmen derin bir akıl yürütme hususunda yoksun olduklarını ortaya koyar. Akıllarını hakta ve hayırda kullanmamaları nedeniyle dünya hayatına dair algıları da çarpıktır. Onlara göre dünya, yalnızca oyun ve eğlenceden ibarettir. Bu bakış açısı, “ma... illa” yapısıyla gelen cümlede “hasr ve kasr” yoluyla kesin bir hüküm olarak yansıtılır. “Sadece budur ve başka bir şey değildir.” manası verir.
Gökten yağan yağmur ile alâkasını da Ankebut suresinden sonra inecek olan Hadid suresi inkârcılar ve yalanlayıcılar üzerinden şöyle verir: “Sadece Dünya hayatını oyun, eğlence ve bir süs; aranızda bir övünme, mal ve evlât çokluğu bildiniz. Yağmurun bitirdiği, çiftçinin hoşuna giden ekin gibi. Bir süre sonra kurur, böylece onu sararmış görürsün. Sonra da o çer çöp olur. Ahirette şiddetli bir azap, Allah’tan bir mağfiret ve razı olma vardır. Ve dünya hayatı aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Hadid: 20) Dünya hayatına ilişkin bu değerlendirmeler, inkârcıların ve yalanlayıcıların dünyaya bakışlarını ortaya koyar. Görüldüğü gibi bu ayette dünyanın sadece oyun ve eğlence olmadığı bir süs, meta, övünme ve çoğaltma yeri gibi algılandığı da bildirilmiştir.
Ayetlerin geneline baktığımızda muhatabın durumuna ve zaaflarına göre bir öncelik ve sonralık belirlendiğini görmekteyiz. Kimisi için dünya bir eğlence ve oyalanma alanı, kimisi için övünme ve tekasür fırsatı, kimisi için de bir süs ve aldanıştan ibarettir.
Oysa Kurân, bu anlayışı yadırgar ve 64. ayetin ikinci cümlesinde “Asıl hayatın ahiret yurdu olduğunu” bildirerek bu bakış açısını reddeder. Ayetin sonunda geçen “Keşke bilselerdi.” ifadesi, hem onların cehaletine işaret eder hem de gerçekleri onların algısı üzerinden beyan eder. Yani “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başkası değildir.” cümlesi, doğru olanı anlatmak için muhatabın algısının zikredildiği bir durum tespitidir. Onun tasdiki değildir. Bilakis insanların bu yanlış algıdan kurtulması gerektiği hatırlatılır.
Bu durumda dünya hayatının oyun ve eğlenceden ibaret zannedilmesi Allah’ın amacı değil; akletmeyenlerin, yani hakikati örten kâfir müşriklerin hedefi ve anlayışıdır. Zira Allah, Duhân ve Enbiyâ surelerinde gökleri, yeri ve bu ikisi arasındaki tüm yaşamı asla boş ve amaçsız bir eğlence mekânı kılmadığını ifade eder. Zira dünya, müşriklerin batıl-şirk inançlarına hizmet eden ve hevalarını tatmin ettikleri ne bir tezgâh ne de bir oyun alanıdır.
65- Artık gemiye bindikleri zaman, dini O’na halis kılarak Allah’a dua ederler. Oysa onları karaya çıkarıp kurtardığımız zaman şirk koşarlar.
Burada denizde boğulup ölmekten kurtulma misali üzerinden bir mesaj verilmektedir. Yunus suresi 22. ayetteki bağlam ile bu ayetteki bağlam farklıdır. Her ne kadar örnekler aynı olsa da muhataplar aynı hataya düşmüş farklı kişiler olabilir.
Dünya hayatını oyun ve eğlenceden ibaret görenlerin, hayatın zorluklarına karşı mukavemetleri zayıf olur. Nefsini sürekli eğlence ve oyunla besleyen kimselerde sabır, hilm ve hoşgörü azalır, böyle kişiler bencilleşir. Gemi anlatımı buna tipik bir örnektir: Zorluk anında Allah’a yönelen insan, rahatlığa kavuştuğunda eski bencilliğine geri döner.
Bu ayette gemiye binenler, Allah’a ihlâsla dua eden, İslam’a yeni girmiş ve henüz inançları oturmamış kimseler de olabilir. Ancak, hicret ettikleri yerde karşılaştıkları dünyevi imkânlar, onların tevhit çizgisinden uzaklaşmalarına sebep olmuş olabilir. Belki de Allah Resulü’nün yanında yeterince kalamadıkları için tevhidi imanları kökleşmeden hicret etmek zorunda kalmışlardır.
Bir diğer dikkat çekici husus da şudur: 46. ayette “Ve kitap ehlinden zulmedenler hariç, onlarla en güzel olandan başka mücadele etmeyin! Ve deyin ki: ‘Biz, bize ve size indirilene iman ettik. Bizim ilahımız ve sizin ilahınız birdir. Ve biz, ona teslim olanlarız.’” buyrulmuştur. Hicret edenlerin, gittikleri yerde bu tavsiyeyi gözetmeleri, daha hızlı kabul görmelerini ve yerleşmelerini kolaylaştırmış olabilir. Ancak dünyevileşmeye kapılıp inançlarından dönenler de olmuştur. Nitekim Ubaydullah b. Cahş, hicret ettikten sonra Habeşistan’da Hristiyan olmuş ve orada ölmüştür. Eşi ise Müslüman kalmış ve geri dönmüştür.
Peki, hicret etmesine rağmen dinini bırakmanın gerekçesi nedir? Menfaat odaklı kişiler, dev dalgalar arasında dini Allah’a hâlis kılarken, rahatlığa ve konfora eriştiklerinde şirki tercih edebilirler. Zira şirk inancında, tevhitten farklı olarak fedakârlık değil, menfaatler önceliklidir.
66- Nihayet onlara verdiğimizi örterler ve metalanırlar. Oysa yakında bilecekler.
Onlara verilen en kıymetli nimet, yalnızca Allah’tan isteme şuuru kazandıran tevhit inancıdır. Ancak, bu büyük nimeti kısa süreli ve geçici dünya menfaatleri karşılığında örtmeyi tercih etmişlerdir. Nimetin değerini bilmeyip onu inkâr eden bu tutumları, ileride kendileri için bir pişmanlık sebebi olacaktır.
Özellikle Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar özgürlük, itibar ve nimetleri elde ettiklerinde müşriklerin safında yer almanın ne kadar hatalı bir tercih olduğunu anlayacaklardır. Bu ayette ayrıca, Müslümanların güç kazanmasıyla birlikte bazı kimselerin içten gelmeyen bir iman beyanında bulunabileceklerine dair bir ima da vardır. Bu tür sahte bağlılıklar, aslında tevhidin ruhundan uzak, menfaate dayalı yönelimlerdir.
67- Onun etrafındaki insanlar kapılıp götürülürken haram ve emin kıldığımızı görmediler mi? Hâlâ batıla inanıyor ve Allah’ın nimetini örtüyorlar mı?
Bu ayette geçen “haram ve emin kılınan yer”, doğrudan Mekke’ye işaret etmektedir. Aynı zamanda, haram aylar gibi dokunulmaz zaman dilimlerine de ince bir gönderme olabilir. Allah’ın “emin belde” olarak ifade ettiği Mekke, müşriklerin şirke dayalı yönetimi sebebiyle güvenilirliğini kaybetmiş ve adeta iyi insanların terk ettiği bir şehir hâline gelmiştir. Kureyş suresinde de bu “eminlik” şöyle vurgulanır: “Kureyş’in ilâfı için, kış ve yaz yolculuklarında sağlanan ilâf için, bu Beyt’in Rabbine kulluk etsinler! O, onları açlıktan doyuran ve korkudan emin kılandır.”
İlâf; bir araya gelmek, anlaşmak ve kaynaşmak anlamına gelir. Allah, ticari güvenlik ve siyasi istikrar gibi nimetlerle Mekke’yi beslemiş ve korumuştur. Ancak müşrikler, bu harem bölgeyi Müslümanlara haram kılmış, dokunulmaz kılınan bu beldeyi şirkle kirletip bir zulüm bölgesine çevirmişlerdir. Oysa Mekke, Hz. İbrahim’in duasıyla güvenli kılınmış bir beldedir. Bu “eminlik” vasfı, ancak tevhit inancı ve adalet ile sürdürülebilir.
Şirk ise kendine muhalif hiçbir düşünceye yaşam hakkı tanımaz. Bu yüzden şirkin hâkim olduğu bir belde -ne kadar kutsallık atfedilirse edilsin- tam anlamıyla güvenli olamaz.
68- Ve Allah’a yalanı iftira edenden veya kendisine hak geldiği zaman onu yalanlayandan daha zalim kimdir? Kâfirlerin yerleştiği yer cehennem değil midir?
Burada geçen “mesven” kelimesi, Arapçada “istikrar bulmak, yerleşmek, karar kılmak” anlamlarını içeren “s-v-y” kökünden türemiştir. Bu da sadece geçici bir barınmayı değil, bilinçli ve kararlı bir ikameti ifade eder.
Mekkeli müşrikler, hakikatin kendilerine defalarca gelmesine rağmen onu sürekli şekilde örterek yaşadıkları şehri sadece inkârın merkezi hâline getirmekle kalmamış, müminler için orayı yaşanmaz bir cehenneme çevirmişlerdir. Bir zamanlar emin ve muhterem bir yer olan Mekke, şirkin egemenliği altında, örümceğin evi gibi (Ankebut: 41) dayanıksız, savunmasız ama görünüşte düzenli bir yapıda kendini gösterir. Şirkin ağına düşen müşrikler tarafından sömürülür. Bir başkasının hakkını yok sayan kişi, Allah’ın yarattığı düzene, yani esmâsının yeryüzündeki tecellilerine de gözlerini kapatmış olur. Bu da onu, zorunlu olarak, zulmeden bir kimseye dönüştürür. Gerçek düşmanlık, zalime ve onu oluşturan zihniyete karşı olmalıdır. Surenin son ayeti ise, zulme rıza göstermeyip hicreti göze alan mücahit ve mücahidelere şöyle seslenir:
69- Ve bizim için cihad edenleri, elbette yollarımıza hidayet ederiz. Ve muhakkak ki Allah, muhsinlerle beraberdir.
Bu ayette geçen “câhede” fiili, karşılıklı çaba içeren müşareket anlamı taşır (Ankebût 6). Yani kul samimiyetle gayret gösterirse Allah da ona doğru yolu gösterme ve başarıya ulaştırma sözü verir.
Allah Teâlâ, ihsanı hedefleyen ve salih ameller ortaya koyan kullarına, karşılığında hidayeti nasip eder. Bu hidayet, sadece doğruyu bilmek değil; güvenli, hayırlı ve bereketli yolları ayırt edebilmektir.
Çünkü her problemin birden fazla çözümü olabilir ancak sulhu ve ihsanı gözeten çözüm, hidayetle en uyumlu olanıdır. İşte bu ayet, hicret gibi zorlu bir tercihte bulunan muhsin kullara, yollarının açık ve aydınlık olacağına dair gerekli umudu vermektedir.
Ankebût suresinden anladıklarımız şimdilik bunlar olmakla birlikte en doğrusunu el-Hâdi olan Allah Teâlâ gösterir.
|