Arâf Sûresi
1-Elif, Lâm, Mîm, Sâd.
Arâf sûresi 206 âyetten oluşmaktadır. 46-48. âyetlerde geçen Arâf sözcüğünden adını almıştır. Ayrıca sûreye içerdiği bazı konulardan hareketle Misak ve Mikat adı da verilmiştir. (“Misak” sözleşme, “Mikat” tayin edilen vakit demektir). Âyet sayısı itibariyle Mekke’de inen sûrelerin en uzunudur.
Arâf sûresiyle birlikte ‘Elif, lâm, mîm’ ile başlayan diğer sûreler; Rûm, Ankebût, Lokmân, Secde, Âli İmrân, Bakara, Râd sûreleridir. Genel olarak bakıldığında bu sûrelerin tamamında tevhit, şirk ve yaratılış konularının öncelikli ve birbiri ile bağlantılı olarak işlendiği göze çarpmaktadır. Buna göre elif harfinin/şeklinin konusu, tevhittir. Yani bir olanı bir bilmektir. Temel vurgu Allah’tan başka hiçbir gücün yapamayacaklarıdır. Lâm harfinin konusu, tevhidin zıddı şirktir. Bir olanı bir bilmeyip başka koruyucu, kollayıcı sahte ilâhlar tahsis etmektir. Mîm harfinin konusu ise, yaratılıştır. Arâf sûresinde de Allah’tan başka dostlar edinme ile konu başlamış, Âdem-İblis kıssası olan yaratılış/başlangıç ile devam edilmiştir. “Sâd” harfinin konusu ise hem Sâd sûresinde hem de burada ortak olan Âdem-İblis kıssası ve peygamberler örnekliğinin akabindeki konu olmalıdır. Sâd şekli, Arâf ve Sâd sûresinde ortaktır. İki sûrede de kitabın ve resûlün uyarı sorumluluğuna ait bir konunun ortak işlenmesi, tüm konuların bu ana eksen etrafında döndüğüne işâret eden sembol şekil olarak “sâd” karşımıza çıkmaktadır. Bu minvalde Sâd sûresi ‘’Sâd(uyarı)! Ve zikir (hatırlatma) sahibi Kurân!’’ âyetiyle başladıktan sonra ilk işlenen konu “Ve onlara kendilerinden bir uyarıcı gelmesini acayip karşıladılar.’’( Sâd:4) Aynı ifadeler elif, lâm, mîm’le kodlanıp anlatılan konudan sonra Arâf sûresinde şöyle tekrar edilir: “Ve sizi uyarması için kendilerinden bir kişiye Rabbinizden zikir gelmesini mi acayip karşılıyorsunuz? (Arâf:69)
2-Sana indirilen kitaptan dolayı sadrında bir sıkıntı olmasın ki onunla uyarıp inananlara hatırlatasın.
Haracun kelimesini İbn Abbas, Mücâhid, Katade, Zemahşerî, Kadı Beyzâvî, Nesefî gibi müfessirler “şüphe”, Kadı ve Razî hem “şüphe” hem “daralma”, Hâzin de sadece “daralma”, Kurtubî bu şüpheyi kalbe gelen sıkıntının şüphesi olarak anlamıştır. Şek-şüphe zaten Arapça bir kelimedir. Kurân’da geçer. (Bkz. Yûsuf:94) Harac veya harâc kelimelerinin aslı iki şeyin toplamı (birleşmesi) demektir. Bazen birleşen şeyler arasındaki darlık düşünülerek kullanılır. Dar olan şey için kullanılır. Günah için de harac adı verilir. Buradan burukluk, zorluk, darlık, sıkıntı gibi anlamlar ortaya çıkmıştır.(el-Müfredat) Haracun, resûlün aktardığı hakîkatlerin insanlarda karşılık bulmamasıyla yaşadığı şüphe ve ikilemler sonucu burukluk ve iç dünyasındaki sıkıntıları, tıkanıklıkları ifade etmektedir.
Bu sûrenin Sâd sûresinin devamı niteliğinde olması kuvvetle muhtemeldir. Hatırlanacak olursa, Sâd sûresinin son üç âyeti şöyleydi: De ki: "Sizden ona karşılık bir ücret istemiyorum. Ve ben külfet yükleyenlerden değilim." Ancak o, sadece âlemlere zikirdir. Ve onun haberini bir süre sonra mutlaka öğreneceksiniz! (Sâd:86- 88) Muhatabı hedef alan bu ifadelerden sonra gelen tepkiler ve sorunlar Kurân gündeminde devam etmiştir. Arâf 2. âyet bir sebep-sonuç ilişkisi kurmaktadır. İndirilen âyetler birer sorun hâline getirilirse ondaki uyarı (Sâd) ve öğüt(Zikir) boyutunun göz ardı edilebileceği tehlikesine karşı dikkat çekilmiştir. Eğer âyetler tarihsel veya gerçek dışı yorumlarla anlaşılıp güne taşınmazsa, hatta tevillerle sorunların/sıkıntıların kaynağı hâline sokulursa insanlar kitabı bırakıp onun yerine birtakım insanların görüşlerine, Kurân’dan daha fazla zaman ayırıp onları evliyâ edinebilir.
3- Rabbinizden size indirilene tâbi olun ve onun astında evliyâya tâbi olmayın! Ne kadar az tezekkür ediyorsunuz.
Evliyâ kelimesinin kökü ‘velâ,’ bunun mastarı da ‘velâyet’tir. Velâ ve velâyet, sözlükte, arada bir şey bulunmadan bitişiklik, yan yana olma ve yaklaşma manasına gelir. Türkçede kişinin anne babasına ebeveyn denmesi yine velî kelimesinden kaynaklıdır. Velî, hem yardım görenin hem de yardım edenin sıfatı olarak kullanılır. Aynı kökten gelen ‘velâyet’ ise yardım işini üzerine almak, destek olmak, yakınlığın getirdiği sahiplenmeyi ifade eder. Aynı vilâyette oturanların meşru haklarını koruyan veliye de vâli denmiştir.
Dûn sözcüğünün esas anlamı ise ‘yakın, seviyesi düşük, ast’ demektir. Allah’ın astında evliyâ edinmek, onlara uymak ise onun yarattığı melek, insan, cin, şeytân ve hayvanatın sembolleştirilip/putlaştırılıp Allah’ın “berisinde, ötesinde, yanında, astında” bir makama yerleştirmektir. Yaşayan insanları da Allah’a yakın gibi sıfatlarla velî, evliyâ edinmek hatalıdır. Zîra Allah herkese yakındır. Kimin Allah’ın dostu, kimin onun düşmanı olduğunu yine yalnız Allah bilir. Âyette geçen mindûnihi ifadesindeki hu (o) zamiri Rabb kelimesine gönderilerek âyetten “Rabbinizin astında birtakım velîler peyda edinmeyin!” anlamı çıkarılabileceği gibi, aynı zamir ‘mâ ünzile’ ifadesindeki mâ‘ya gönderilerek “Size indirilenin berisinde birtakım kitapları/hükümleri velî edinmeyin!” şeklinde de anlaşılır. Bu durum Kurân’daki ifade zenginliğini göstermektedir. İkinci seçeneğe göre, söz konusu ifadenin anlamı “Kurân’ın yerini tutmayan kitaplara, Kurân’a verdiğiniz mesainin üzerinde bir zaman ve kıymet atfetmeyin!’’ demektir. Onların ‘’Kurân gibi kılavuz edeceğine ihtimal vermeyin!’’ şeklinde olur.
Tezekkür; düşünüp öğüt almak, ibret almak, ders çıkarmak demektir. Tezekkür kalıbı, özelliği gereği külfet içerir. Kurân, âyetlerin insanlara ulaşmasında hiçbir ücret istenmemesini, onların maddî külfet altında bırakılmamasını emreder .(Bkz. Sâd:86) Ancak düşünsel olarak muhatabının külfeti göze alması gerektiğini tezekkür emri ile ister. Herkesin Kurân’ı kendi ölçüsünde anlama ve hayatını onunla anlamlandırma sorumluluğu vardır. Hiçbir sorumluluk devredilemez.
4- Nice toplulukları helâk ettik. Artık baskınımız onlara, onlar gece veya öğle uykusunda iken geldi.
Helâk sözlükte, varlığı kaybetmek, dağılmak, perişan olmak, yıkıma uğramak demektir. Burada, beden, sıhhat ve iktidar olarak çok daha kuvvetli ve güçlü nice nesillerin zaman karşısındaki çaresizlikleri hatırlatılmakta ve ölümden kaçamadıkları vurgulanmaktadır. (Kaf:36)
Karye, dildeki yaygın kullanımı şehirden küçük kasaba anlamına gelir. Bu kelime esasen toplanma manasından alınmıştır. Ka-re-e kelimesiyle iştikakta birdir. Nasıl ki harfleri bir araya getirince okumak oluyorsa evleri bir araya getirince de karye olur.
Beyât, geceleyin düşmana baskın yapmak ve gâfil iken ona hücum etmek demektir. Kaylûle, günün ortasındaki dinlenme süresidir. Uyku olmasa dahi öğle vaktindeki pasif hâle bu isim verilir. Beyât ve kaylûle ile verilen mana; çok emin olduğunuzda, güven içinde sandığınızda demektir.
Bû’s, be’s veya be’sâ; zorluk ve sıkıntı demektir. Fakîrlik ve savaş için bû’s, yaralanma ve benzeri için be’s veya be’sâ kullanılır. Buradan savaş, baskın, fakîrlik, yaralanma, sıkıntı, kötü, acı, üzülme, fena gibi anlamlar kazanmıştır. Kelime Arâf 165. âyette azâb kelimesinin sıfatı olarak da kullanılır. Burada insanlar gece uyurlarken veya gündüz dinlenirlerken güvende olduklarını sandıkları ve beklenmedik bir anda gelen zorlu bir âfet veya baskın yapan bir belâ anlatılmaktadır.
5-Baskınımız onlara geldiği zaman, onların duaları: “Muhakkak ki; biz zalimler olduk.” demekten başka bir şey olmadı.
Âyette nidâ veya niyâz gibi bir ifade değil de dua kullanılması manidardır. Zîra 3. âyetteki “Onun astında evliyâya tâbi olmayın!” ifadesine bir gönderme mevcûttur. Zîra müşrikler, aracı gördüklerine duaların kabulünde başvururlardı. Âyette geçen “Biz gerçekten zâlimler olduk!’’ itirafı toplu olarak yaşayan (Karyelerde) insanların güven içinde olma hâllerini sûistimal ederek yaptıkları zulümleri kapsar. Burada “zâlim” kelimesi ile toplulukların helâki sebep-sonuç olarak birbirine bağlanmıştır. Hakların çiğnenmesinden kaynaklı zulümler yıkılışın ana sebebi olarak ifade edilmektedir. Genelde “hakkı yerine koymamak ve haksızlık etmek” anlamına gelen zulüm, tarihin bütün devirlerinde medeniyet ve ülkelerin helâk olmasına neden olmuştur.
6-Artık kendilerine resûller gönderilen kimselere ve gönderilen resûllere muhakkak soracağız.
Adalet önünde herkes eşittir, kimse kayrılmadan sorgulanmalıdır. Peygamberlerin bile sorgulandığı bir sistemde kayırıcılık ve şefaat beklentisi beyHûdedir. Gönderilen resûller sadece Allah’ın resûlleri değildir. İnsanlara hak ve hakîkatleri, adâlet ve liyâkati hatırlatanlar, zulümle mücadele eden herkes Allah’ın resûllerinin izinden giden hakîkatin resûlleridir. Âyet sadece zâlime karşı mazlûmun mücadele sorumluluğunun olmadığını hatırlatır. Doğruyu, hakkı bilenlerin de zâlime karşı mazlûmun yanında yer alması, adâlet için mücadele etmesi gerektiği “…resûllere de soracağız.” ifadesiyle hatırlatmıştır.
7- Böylece onlara, elbette bir ilim ile anlatacağız. Biz gâip olmadık.
Gâib, gaybeti fiilinin mastarıdır. Bu kavram, duyularla algılanamayan ve insan bilgisinin kapsamına girmeyen her şey için kullanılır. Bakara 3. âyette anlatılan gayb da bu kapsamdadır. Sebe 53’te baîd/uzak kelimesiyle de kullanılır. Bir ‘ilim ile’ anlatma, sorguya çekilmenin ‘belirli kaide ve kurallar çerçevesinde’ olacağını ifade etmek içindir. Toplumlar zulme maruz kalmak istemiyorsa suçlulardan, zâlimlerden gâip olmamalıdır. Belirli bir hukukî çerçevede suç ve suçludan habersiz kalmadan mahkeme kurulmalıdır. Suçlunun iyi tanınması, adâletin doğru işlemesi için elzemdir.
8- O gün tartı haktır. Artık kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar, onlar felâha erenlerdir.
Müflih kelimesi, gayesine ulaşmış olan kimse demektir. Felâh, bir terim olarak; kişinin dinî ve ahlâkî yükümlülüklerini yerine getirmesinin sonucunda dünyada elde edeceği başarı ve mutlulukla, âhirette ulaşacağı ebedî kurtuluş ve saadetin adıdır. Bir başka ifade ile tam bir rıza halidir. Karia suresi 6-7 buradaki felahı şöyle tefsir eder “Fakat, artık kimin tartıları ağır gelirse işte o, razı olduğu bir yaşayış içindedir.” Razı olunan yaşayış; barış içinde, huzurlu, dengeli, mutmain bir hayatın tam karşılığıdır. Başkalarına iyilik yapan aslında kendine iyilik yapmıştır.
Mizân; terazi, tartı, ölçmek için kullanılan aletlerin tamamını kapsar. Kelimenin maddî anlamı dışında bir de manevî anlamı vardır. Adâlet ve hukuk gibi bir değeri mukayese ile ilgili mecâz olarak da kullanılır. ‘Vezene’; tartmak, dengelemek, birbirine denkleştirmek, birbirine eşit kılmak, düzeltmek manalarına gelmektedir. Mahkemede hâkimin yaptığı da tam da bu olmalıdır. Vizâne; muadil, uygun, münasip, mutabık olmak, benzerlik, mukayese, bir modeli takip etmektir. Vezn; bir şeyin değerini, ağırlığını bilmektir. Toplumlar sadece zâlime, suçluya ceza vererek ayakta kalamaz. Aynı anda iyiler ve iyilikler de mükâfatlandırılmalıdır. Yasalara uyan, mecbur olmadığı halde başkalarına yardım eden, ıslâh ve doğal olanı korumada gönüllü olunan topluluklarda ifsât ve suç oranı düşerek toplumsal huzur artmaktadır. Âyet bunu, birbirinden razı bireyler ve sonuçta felâha eren toplumlar olarak formülize etmektedir.
9- Ve kimin tartıları hafif gelirse, işte onlar, âyetlerimize zulmetmelerinden dolayı nefisleri hüsrânda olanlardır.
“Kimin tartısı hafif gelirse” ifadesi muazzam bir manadır. Zîra kötülükler bir değer olarak görülmez. İyilikler ölçüdür, onların hafifliği-azlığı referanstır. Topluma, insanlara faydalı işler yapan, katma bir değer üretenlerin tartıları ağır gelirken; insanlardan sürekli götüren, kendi nefsi için onlardan çalanlar, adâlet, iyilik, paylaşma, liyâkat gibi âyetleri, ilkeleri kullanarak zulmedenlerin hüsrâna uğrayıp ellerinin boş kalacağı ihbar edilmiştir.
10-And olsun ki, sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada size geçimlik kıldık. Ne kadar az şükrediyorsunuz.
Dünyadaki zulmün ilk sebebi dünyalıkların geçici bir geçimlik olduğunu unutup hırsla daha fazlasını istemektir. Adâletli paylaşımla hayat bir anda cennete dönerken, başkasının hakkına göz dikmek eldekinden olmakla da sonuçlanır. Anlatılacak olan Âdem-İblis kıssası buna tipik bir örnektir.
Şükr kelimesinin kökü ‘hayvanın yediği besini, verdiği süt ve semizliği ile belli etmesi’ demektir. (Lisanü’l-Arab) Kelimenin bu anlamı biraz daha açılacak olursak şükür; beslenen hayvanın, yediklerinin karşılığını maddeten vermesi olarak, yani bir tavuğun yumurta vermesi, bir ineğin süt vermesi, bir koyunun yün vermesi ve her üçünün de et verecek şekilde semirmesi olarak tanımlanabilir. Genel olarak verilen mana nimetin bilinmesi ve açığa vurulması demektir. Şükür, verilen nimetin cinsinden olur. “Ne kadar da az şükrediyorsunuz!” ifadesi, bize verilen akıl nimeti ile yeryüzünü tüm canlılar için daha da yaşanılabilir bir mekân kılmak yerine onu hırslarımızın tatmin aracına çevirmemiz manasındadır. Nankörsünüz yerine şükrün kullanımı yine iyiliklerin hafif gelmesi kullanımında olduğu gibi dikkati olumlu olana çekmek içindir.
Bir mekâna koyma, yerleştirme anlamına gelen âyet metnindeki ‘temkîn’ kavramı mecâzî olarak “birine tasarruf gücü ve yetkisi verme” demektir. Buna göre âyette bütün insanlara hitaben “Sizi yeryüzüne yerleştirdik.’’ ifadesi ‘’Orayı işleyip mâmur etmeye, dünyadaki diğer varlıklar üzerinde tasarrufta bulunmaya muktedir kıldık.” demektir. Kuşkusuz bu muktedirlik de, akıl ve düşünme melekelerinin bir sonucudur. Şimdi insanın yeryüzüne nasıl yerleşip hükmedebildiği anlatılacaktır.
11-Ve and olsun ki sizi Biz yarattık. Sonra sizi biçimlendirdik. Sonra meleklere: “Âdem’e secde edin!” dedik. İblis hâriç, secde ettiler. O, secde edenlerden olmadı.
Sevvarnâ, sûret kelimesinden gelir. Sûret, maddî varlıkların şekillendiği ve onunla başkasından ayrıldığı şey demektir. (el-Müfredat) Bu nedenle biçim olarak meallendirilmiştir. Âyette yer alan çoğuldan tekile geçişin ne olduğunun anlaşılması önemlidir. Çünkü “Sizi yarattık.”,”Size biçim verdik.” ifadelerindeki “siz” zamiri çoğuldur. Ama daha sonra Âdem’e geçerek üçüncü tekil şahıs kullanılır. Buradaki çoğuldan tekile intikal edişi şöyle açıklayabiliriz: Âdem potansiyel olarak bir seviyeye ulaşan beşer toplumunun içinden seçilmiştir. (Bkz. “Âdemi seçtik…” Âli İmran:33 Ayrıca “İnsanlar tek bir ümmetti ayrılmaları üzerine Allah, rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak onlara peygamberler gönderdi…” Bakara:213) Sonra Âdem için secde emri verilmiştir.
İnsana üstün özelikleri (rûh üflenip) tanıtıldıktan sonra yeryüzünün melekûtu ona boyun bükmüştür. Burada zımnen; bilgiye ve bilene hürmet, boyun eğme ve secde ile sembolize edilmiştir. Ya beşer bu potansiyeline nankörlük edip dünya imkânlarını ve insanları kendine zorla boyun büktürerek köle edecek ya da insan olup potansiyelinin şükrünü ifa ederek, insanların saygı ile eğildiği Âdemoğlu’na dönüşecektir. Bilgiye boyun bükmeyenler, İblis’in peşinden gidenlerdir ki onlar bâtıl, efsane, mitoloji ve hurafelere hürmet ederler.
12- Dedi ki: “Sana emrettiğim zaman, seni secde etmekten men eden nedir?” İblis: “Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten ve onu çamurdan yarattın.” dedi.
Nâr, bir şeyin parlak ve aydın olması, bir şeyden kaçmak, devenin üzerine damga koymak anlamındaki `n-v-r’ kökünden türemiş olup kelimenin çoğulu ‘nîrân ve envâr’dır. Sözlükte ateş gibi, görüş, alâmet, gövdeye basılan damganın aldığı renk ve ışık demektir. Nâr, ağaç ve kömürün yanmasıyla meydana gelen bir ateş veya alev değil, ısının sonucu oluşan özel bir hâldir. İblis yaratılışının daha gösterişli, parlak ve albenili olduğunu öne sürmektedir. Emeğin verilmediği, seçimin olmadığı alanlarda övünmek, itibar ve imkân kaybı için yeterli bir sebep olmalıdır. Toplumda mirası, dış güzelliği, ırkı ile övünüp insanlara tepeden bakanlara itibar edilmemelidir. Zîra Rabbimiz de öyle yapmıştır.
13-Dedi ki: “Öyleyse oradan in! Artık sen orada kibirlenemezsin. Haydi çık! Muhakkak ki, sen kendini küçültenlerdensin.
Hebeta kelimesi fiil olarak düşmek, inmek, yuvarlanmak, konaklamak anlamlarına gelmektedir. Hubut, zor kullanarak bir şeyi yuvarlamaktır. İnzal kavramı daha çok olumlu anlamlarda bir iniş iken, hubut kavramı alçaltmak, indirmek, makamdan zorla inmek, düşmek manasındadır. Hebit, dişi deve ve benzeri hayvanların yetersiz beslenme ve bakımsızlık yüzünden zayıf düşmesidir. (Rağıb) Âyette bir de “uhruç/çık!’’ ifadesi kullanılmıştır. Hem makamdan düşme hem de uzaklaştırılma ifade edilmiştir. Demek ki yüce makamlar, haddini bilen ve tevazu sahibi olan kimseler içindir. Oysa kibirlenmek, küçüklük ve alçalmaktır. Öyleyse, yükselmek isteyen büyüklenmemelidir. Toplumu yönetenler, makam ve mevki sahipleri, halka tepeden bakan bir büyüklenmeye kapıldıklarında makamdan indirilmelidir.
14- Dedi ki: ‘’Diriliş gününe kadar beni gözet.”
Ba’s kelimesi ölülerin dirilmesi demektir. Bu dirilme maddî olabileceği gibi dünyada manevî dirilme olarak da kullanılır. (Bkz. Bakara:56) Bu âyetten İblis’in yeniden dirilişe inandığı anlaşılmaktadır. (Enzir için bkz. Sâd:79)
15- Dedi ki: “Muhakkak ki sen gözetilenlerdensin.’’
İblisin İsra 62. âyette tehir edilmek istemiş ancak 63. âyette bu isteğinin kabulüne dair bir ifade kullanılmamıştır. O sadece gözetilenlerdendir.
16- Dedi ki: “Artık beni azdırman sebebiyle, mutlaka onlara karşı Senin sırâtımustakîmine oturacağım.”
İblis “Senin sırâtımüstakimin” diyerek Allah’ın emir ve yasakları ile doğrularını kasteder. Bu o yolun doğruluğunu kabul ediyor manasına gelmemektedir. İblis’in ‘fe bimâ ağveyteni…’ (Artık beni azdırman sebebiyle…) söyleminin hedefinde Allah’ın sırâtımüstakîmi vardır. Dosdoğru olan ilkelere Kurân âyetler demektedir. Arâf:9’da “…âyetlerimize zulmedenler…” ifadesi burada açıklanmıştır. Âyetler yolda ilerlemeyi sağlayan işaretlerdir. İlerleme derdi olmayanların, ilerleyenleri yoldan çıkmak için ilk hedefleri yoldaki işâretlerdir. İşâretlere zulüm onun gösterdiğinin tam tersini yapmaktır. Yolun hakkı onda oturmak değildir. Burada yol ve oturma metafordur. Bu metafor bir sonraki âyette şöyle devam edecektir:
17- Sonra, elbette onlara, önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim ve onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.
İblis’in, insanların üzerine geleceğini söylediği dört yön (ön, arka, sağ ve sol) ile ilgili olarak klasik eserlerde birçok yorum yapılmış ve yönler; dünya tarafından, âhiret tarafından, iyilik tarafından ve kötülük tarafından veya gördükleri yerden, görmedikleri yerden, şehvetlerinden, öfkelerinden ve akıllarının erdiğinden, ermediğinden şeklinde yorumlanmıştır. Bu âyette tekil olarak half (arka), çoğul olarak eydî (eller) kullanılmıştır. Arapçada yed (el) denildiği zaman parmak uçlarından omuza kadar olan kısım anlaşılır. Bu sebeple “eydî” (eller) içinde, ön, sağ ve sol mevcûttur. “Beyne” (arası) kelimesi bu anlayışı teyit etmektedir. “Elleri arasından, yani önlerinden, sağlarından, sollarından…” manasınadır. “Beyne vehalf” kelimelerinin başındaki “min” harf-i cerri, “den-dan” manasınadır. Eymân ve Şemâil” kelimelerine genelde “sağları, solları” manası verilmiştir. Hâlbuki bu iki kelime, “an” harf-i cerriyle kullanılmıştır. Eğer bu iki kelimeyle “sağlarından, sollarından…” manası kastedilmiş olsaydı, “an” harf-i ceriyle değil, “min” harf-i ceriyle kullanılması gerekirdi. Demek ki bu ifadelerle başka bir mana kastedilmektedir. Eymân kelimesi “kuvvetli taraflar, iyilikler” manasına da gelmektedir. Şemâil ile ahlâkî davranışlar ve zayıf taraflar ifade edilmektedir. “An” harf-i cerriyle de, savunucuk, sözcülük kastedilmektedir. Yine min beyni eydihim ibaresi bu bağlamda “açıktan, göz göre göre, doğrudan’’ min halfihim ibaresi de bunun karşıtı olarak “gizli, sinsice, dolaylı yoldan” anlamına gelebilir (Rağıb). Her toplumda kendi nefisleri adına, menfaatleri uğruna kural ve kaidelerin (âyetlerin) kendi lehine işlemesini isteyen iblisler vardır. Bunlar kendi egoları için kitleleri arkalarında sürüklemek uğruna iyilikleri, toplumsal değerleri kullanarak rantlarını yürütürler. Bundan etkilenmeyen korkaklara da sollarından yaklaşarak onların zaaflarını kullanırlar. Önden gelme, gelecek vaatleri, arka ise geçmiş güzellemeleridir veya önden aşikâr, arkadan sinsice sokulmadır. İnsanlar doğru olanı bilir ve yaşarlarsa doğru olanın edebiyatı üzerinden kandırılamazlar.
18-Dedi ki: “Kınanmış ve kovulmuş olarak oradan çık!” “Elbette onlardan kim sana tâbi olursa, mutlaka cehennemi hepinizle dolduracağım.”
İblis 13. âyette hem makamdan indirilmiş hem Allah’ın katından kovulup çıkarılmıştı. Ancak bu âyette ikinci kez kınanmış ve kovulmuş olarak oradan çıkması istenmiştir. Bu detayın cevabı 16. âyetteki istektir. İblis Allah’ın sırâtımustakîmine oturmak, dosdoğru ilkelere çökmek istemektedir. İblis Allah’ın dosdoğru yolunda oturmuş; ancak “kınanmış ve kovulmuş olarak’’ oradan çıkarılmıştır. Bunun sebebi şu âyettir: “Muhakkak ki benim Rabbim sırâtımüstakîm üzeredir.” (Hûd:56) Âlemlerin Rabbi olan Allah istediği her şeyi yapmaya gücü yettiği hâlde ilkeli davranmıştır. Sırâtımüstakîm Allah’ın hak ve hakîkatler ile sınırladığı dosdoğru yolu, yordamı, sünnetidir. Orada iblislere ve iblislik yapmak isteyenlere asla yer yoktur. Her durumda ilkeli olmak bizi cehennem gibi bir sosyal hayattan korurken müstakil cennetlere ulaştıracaktır.
19- Ve ey Âdem! Sen ve zevcen bu cennette yerleşin sonra da, dilediğiniz yerden yiyin! Ve şu ağaca yaklaşmayın! Bu yüzden zâlimlerden olursunuz.
Zulüm kavramının kök anlamı bir şeyi yerinden etmektir. Bu kelimenin zıddı olan adâlet “yerli yerine koymak” demektir.
Cennet kelimenin esas anlamı yeşili ve ormanı toprağı örten sulak arazi parçası demektir. Cennet kelimesi, Kalem:17, Kehf:32–40, Sebe’:15–16, Bakara:265 ve daha birçok âyette zemini görünmez, gâyet girift, ağaçlarla örtülmüş dünya bahçesi ve bostan anlamındadır. Diğer taraftan, âhiretteki cennetin birçok niteliği Kurân’da açıklanmıştır. Kurân’a göre, âhiretteki cennet öncelikle ebedîlik yurdu olup nimetleri tükenen değildir. (Bkz. Hûd:108) Ayrıca orada boş lakırdı, günaha girme olmadığı gibi, herhangi bir şeyin yasaklanması da söz konusu değildir.(Gaşiye:11, Vakıa:25, Nebe:35) Oysa Âdem’in yerleştirildiği cennette her şey geçicidir ve Âdem orada yasaklanmıştır. Ebu Müslim el-Isfahanı “İblis ile Âdem ikisi de cennette idiler. Çünkü bu cennet yeryüzündeki cennetlerden birisidir. Yani yeryüzündeki bahçelerden veya ormanlardan birisidir.” der. İmam Ebu Hanife de bu cennetin yeryüzü cenneti olduğunu ifade etmiştir. Âli İmrân 96’ya göre yeryüzündeki ilk ev/beyt Bekke’dekidir. “Dar” duvarları olan ev iken ‘beyt’te böyle bir şart yoktur. Hz. Âdem ilk evi dolayısıyla beşerin medenileşmesinde, aile kurmasında ilk adımı atandır. Sen ve eşin kullanımı bir evlilik akdine dolayısıyla toplumun çekirdeği olan aile kurumuna delâlet eder. Toplu halde karye denen yerleşim yerlerinin kurulması dağ kanunlarının bırakılıp toplumsal yasaların oluşturulmasına ve herkesin bunlara uymasına bağlıdır. Medenî-bedevî çatışması Âdem’in oğulları anlatımı ile devam ettirilecektir. Cennet gibi bir bahçenin sınırı yasak ağaçtır. Bir ağacın yasak olması, onun meyvesinin yenmesinin harâm olmasının tek şartı o ağacın başkasına ait olmasıdır. Başkasının malını izinsiz yemek, gasp etmektir ve harâmdır. Ağaca izinsiz yaklaşmak zulümdür. “Bu yüzden zâlimlerden olursunuz.” şeklinde âyet sonlanmıştır. Karyelerin helâkından konu buraya getirilmiştir. İrem bağları ile meşhur Semûd’un veya Ad kavminin, pınar başlarından, bağlardan, bahçelerden çıkarılan Firavun ailesinin yaşadıkları mahrûmiyet dünya cennetlerinden olmaları ile başlamıştır. İmkânların şımarttığı kişilerin yaptıkları zulümler mahrûmiyetle, o makamlardan çıkarılmaları ile sonuçlanmıştır.
20- Böylece Şeytân kendilerine gizli olan çirkinliklerini ortaya çıkarmak için ikisine de vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbiniz sadece iki melik olursunuz veya hâlitlerden olursunuz diye bu ağaçtan ikinizi nehyetti.”
Bu prototip(ilk örnek) kıssayı her insan kendisini merkeze koyarak okumalıdır. Zîra kıssaya geçmişte bizim dışımızda yaşanmış bir hikâye olarak yaklaşıldığında kıssanın vermek istediği mesaj ne günümüze taşınabilir ne de kıssadan herhangi bir ders alınabilir. Oysa Âdem’in yerine her okuyucu kendisini koyduğunda ve mekânı da, olayları da buraya taşıdığında kıssa etkili bir şekilde işlevini yerine getirmiş olacaktır.
Meallerde geçen iki melek olma çevirisi harekelendirme ile alakalıdır. Hz. Âdem’in kendisine secde eden melekler gibi olmak istemesi kendi içinde bir çelişki barındırmaktadır. Kaldı ki Allahu Teâlâ zaten meleklerin iddialarına rağmen yeryüzünün halîfesi makamına Hz. Âdem’i getirerek onu meleklerden üstün kılmıştır. (Bkz. “Dedi ki: “Senin görüşüne göre, benim üzerime mükerrem kıldığın kimse bu mu?” İsrâ:62) Bir daha Hz. Âdem’in melek olma isteği hem mantık dışı hem de Allah’ın gerekçeli takdirine aykırı bir istek olacaktır. Aynı zamanda Âdem yani her insan, istese de melek olamayacağını, bunun ontolojik olarak gerçekleşemeyeceğini bilir. Zaten melekeyni (iki melek) kelimesinin, melikeyni (iki melik/kral) olarak okunması da mümkündür. Nitekim İbn-i Abbas, Dahhâk ve Yahya b. Ebî Kesîr kelimeyi melikeyni (iki kral) olarak okumuşlardır. Bu kıraati, Tâhâ sûresinin 120. âyeti de destekler “Böylece şeytân, ona vesvese verdi ve dedi ki: “Ey Âdem! Seni, ölümsüzlük ağacına (şecerati-lḣuld) ve sona ermeyen bir mülke ulaştırayım mı?” Eskimez, çökmez sona ermez mülk/saltanat isteği âyetin iki melek değil iki kral, iki melik manasının gerekçesidir. Tarih boyunca ‘yasak ağaç’ üzerine yapılan spekülasyonları bir tarafa bıraktığımızda yasak ağacın ‘’dünyevi sınırları ve yasakları’’ anlatan bir meta olduğunu söyleyebiliriz. Âdem’le başlayan ve merkezinde toprak ve tarımın olduğu bir hayat tarzı; hak, adâlet ve paylaşım gibi ölçüler üzerinden her insana mesaj verilmektedir. Hegemonya kurma(Melik) ve biriktirme(Halid olma) araçları değişse de insanın iç dünyasında bulunan mala-milke düşkünlük ve insanlar üzerinde tahakküm kurma özlemleri daima olacaktır. Yasak ağaç bunun önlenmesinin değişmez sembolik ifadesidir. Bu bakımdan Âdem cennetvârî hayatının devamını paylaşmakla değil, başkalarının mallarına el koyup tekâsürle koruyacağını zannetmektedir. Bu zannın sebebi, eskiden kalma avlayıcı-toplayıcı kimliği ve kimin gücü kime yeterse alışkanlığı, biriktirme ve tahakküm kurma hırsı ile güçlü olanın yönettiği dağ kanunlarıdır. İnsanlık tarihi, güçlü ülkelerin zayıf ülkelerin kaynakları için yaptıkları savaşlarla doludur. Âdem’in yasak ağaca meylettiği gibi ülkeler de sürekli komşularını işgal edip onlar üzerinde tahakküm kurmayı, cihânın hâkimi/meliki hedefi ve ilelebet yaşamayı hayal etmiştir. Bunun sonucu birçok savaşla birlikte birçok düşmanlıklar ortaya çıkmış, zayıf insanlar memleketlerini terk ederek göç etmek zorunda kalmıştır. Bu durum geçmişte böyle olduğu gibi günümüzde de gerek küçük-büyük oligarklar, gerek devasa şirketler, gerekse güçlü devletler aynı şekilde devam etmektedir. Bu bakımdan Âdem-İblis kıssası bu durumun tipik bir prototipi hüviyetindedir.
Âdem’e öğretilen üstün sıfatlar onun kötülük yapabilme potansiyelini yok etmemiş, sadece pasifleştirerek arka plâna itmiştir. Gizli diye çevirdiğimiz “vuriye” kelimesi arkaya atmak sûretiyle gizlemek demektir.
Vesvese, kulağa takılan küpenin kulakta hafif hareketinden doğan sese denir. Aslında küpenin kulağa yakınlığı sebebiyle çok hafif bile olsa çıkardığı sesin kulak tarafından duyulması başkalarınca duyulamamasıdır. Bu nedenlerle vesvese; alçak bir sesle, fısıltı ile gizli bir düşünce aşılamak, bir işe ve eyleme yöneltmek demektir. Vesvesenin ne olduğunu tefsir eden âyet nüzulde Arâf sûresinden çok önce inmiş Kaf:16 dır. “Ve and olsun ki insanı Biz yarattık. Ve nefsinin ona ne vesveseler vereceğini biliriz. Ve Biz, ona şah damarından daha yakınız.” Âyete göre vesvesenin kaynağı insanın nefsi yani bizatihi kendisidir. İnsan kompleks bir zihne sahiptir. Akıl sürekli muhakemeler yapar. Şu an beynin mantıklı ve duygusal yanı, akademik ve sezgisel yanı şeklinde bölümlere ayrıldığı tespit edilmiştir. (Bkz. Kaf 17’deki insanın sağ ve soluna yerleştirilmiş olup görüşler ileri süren “mutelakkiyâni” melekesi). Bir şiiri dinlerken ve bir matematik problemini çözerken kullandığımız beynin farklı bölümleridir. İnsan kendi çıkarına uygun olduğu için tasarlayarak kötülük yapabilme potansiyelinde yaratılmıştır. Ancak başkaları tarafından olumsuz karşılanacak, karşı çıkılıp tepki gösterilecek olan düşünceler, duygular, insan zihninde açığa çıkmasın diye baskılanır. İşte, insanı ayartıp yoldan çıkaran duygu ve düşüncelere Kurân şeytânî vesvese demektedir. Bunun zıddı olumlu ses olan vicdânın sesidir. Böylece kendi enfûslarına rücû ettiler.(O da) dedi ki: “Muhakkak ki siz; siz zâlimlersiniz.” (Enbiya:64) Kaf sûresinde bu olumlu ve olumsuz seslerin tamamı nefsin ona verdiği vesveseler olarak tanımlanmış ve konu detaylı olarak işlenerek “Kaf” hurufumukattası altında toplanmıştır.
Sev’ete kelimesi çirkinlikler ve kötülükler demektir ve ‘sue’ kelimesinden türemiştir. Her türlü kötü, çirkin şeyi yapmak anlamındaki sue kelimesinin, bu anlam ekseninde daha birçok türevi vardır. Meselâ seyyie (kötülüğe sebep olan çirkinlik) kelimesi günâhın da bir adıdır ve hasene (iyiliğe sebep olan güzellik) kelimesinin tam zıddıdır. Dolayısıyla bu kökten türemiş olan “sev’ete” de her türlü çirkin iş, söz ve durumu ifade eder. Ahsenitakvim olarak yaratılan insanın özgür iradesinden kaynaklı her tür kötülük ve çirkinliği yapma potansiyeli de vardır. Meleklerin ‘fesât çıkarıp kan dökmek’ iddiası sev’ete kapasitesine bir göndermedir.
Hz. Âdem beşerler toplumu içinden seçilmiş ve ona rûh üflenmiştir. Bu onun olumlu esmâsının farkına varmasını sağlamıştır. Allah önce Âdem’i bir eğitim sürecine almıştır. Zîra kendine söz geçiremeyen başkalarını doğru yönlendiremeyecektir. Fakat Âdem bu eğitim sürecini gereksiz görmektedir ki nefsanî iç sesine kulak vermektedir. Kurân Hz. Âdem’in ve dolayısıyla her insanın gönül dünyasını, içindeki konuşmaları bize en ince detayına kadar anlatmaktadır. Çünkü daima hatırlanmalıdır ki bu hikâye aynı zamanda bizim de hikâyemizdir ve her dâim yaşanmaktadır.
Hâlid, “huld” kökünden türemiştir. Araplar değişimi ve bozulması uzun zaman alan her şeyi “hulud” sıfatı ile niteler. Bu kelime ebedî (ebeda) demek değil; hâlini korumak, bozulmamak anlamındadır. Hümeze 2 -3’te “O ki, malı toplar ve onu tekrar tekrar sayar. Malının onu hâlid kılacağını hesap eder.” ifadelerinde hâlid kalmak dünyalıkların biriktirilmesine bağlanmış ve “…hâlid kılacağını hesap eder.” gibi bir detay verilmiştir. Bu hesap içindeki şeytânî duygu ve düşüncelerin oluşturduğu vesveselerin sonucudur.
Arâf 20’de şeytânın ikisine de vesvese verdiğinden bahsedilirken nüzulde önce inen Tâhâ 120’de Âdem’e vesvese verildiğinden bahsedilir. Bu bir çelişki değil, bir süreci anlatan güzel bir detaydır. Neredeyse bütün bir insanlık tarihindeki geleneksel kabule göre Âdem’i yoldan çıkaran eşi Havva’dır. Ancak bu âyetler ve iniş sıraları bunun tam tersini söylemektedir. Önce Âdem’in buna inandığı sonra eşini de inandırarak onun vesveselerini desteklediği anlaşılmaktadır. Vicdânlı insanlar; şeytânî duygu ve düşüncelerin olumlu ve hayırlı olduğu konusunda öncelikle kendini ikna eder. Zîra vicdanın sesi ancak kişinin kendini kandırması ile örtülür. Kendini kandıran başkalarını da aynı metotla kandırabilmektedir.
21-Ve ikisine ayrı ayrı: “Muhakkak ki ben, sizin ikinize nasihat edenlerdenim.”
Bölmek anlamındaki ‘kasm’ kökünden türeyen kasemin yemin anlamını kasâme kelimesinden aldığı söylenmiştir. Biz burada yemin değil de şeytânın/şeytânî duygu ve düşüncelerin Âdem ve eşine farklı argümanlarla ayrı ayrı yaklaşıp vesvese verdiği anlaşılmaktadır. Bu sebeple bir önceki âyette ifade edilen ‘melik olmanın Âdem’in hayali, hâlit kalmanın eşinin hayali’ olduğu ve böylece her bir vesvesenin kişiye özgü şekillendiği kanaatindeyiz. Zîra herkesin zaafı ve istekleri farklı olduğundan şeytânî vesveseleri de bu meyanda farklılık arz edecektir.
Nasihat sözlükte “kötülük ve bozukluktan uzak bulunmak; iyi niyet sahibi olmak ve başkasının iyiliğini istemek” anlamlarındaki nush kökünden türer. Nasihat kelimesi, başkasının hata ve kusurunu gidermek/örtmek için gösterilen çaba veya öğüt demektir.
Hz. Âdem Rabbinden aldığı ve hayatına anlam ve amaç katan rûhla yeni bir yaşam inşa etmeye başlamıştır. Yaptığı ev ve bakımını üstlendiği bahçe(cennet) ile etrafı kısa sürede insanları oraya çekip örnek bir yerleşim yeri olmuştur. Böylece beşer ilk adamın yönlendirmesi ile insan olma ve birlikte yaşama yolunda tökezlese de ilk adımları atmaya başlamıştır.
22- Böylece o ikisini aldatarak cesaretlendirdi. Ağacın müptelası olunca çirkinlikleri belli etti ve üzerlerine cennet yapraklarını üst üste yamamaya başladılar ve Rabbleri ikisine şöyle nidâ etti: “Sizin ikinizi bu ağaçtan menetmedim mi? Ve ikinize, muhakkak ki şeytân apaçık düşmanınızdır.” demedim mi?
Bu noktada şu soru sorulabilir: “Hz. Âdem’le eşi elbise giyiyorlar mıydı da şeytân onlara elbiselerini çıkarttırdı? Eğer elbise giyiyorlarsa, o zaman neden bu âyette olduğu gibi cennet yapraklarından örtünme gayreti içine girdiler? Neden ağacın yaprağı değil de cennetin yaprakları? Bunu anlamak için âyetteki kelimelere tek tek bakalım.
Delle kelimesinin iki asıl manası olduğunu Ezherî söylemektedir. Birisi “ayak”, diğeri de “cesaretlendirmektir.’’ “Kendisinde hiçbir fayda olmayan şeye heveslendirmek, teşvik etmek” manasına gelmektedir.
Zevk kelimesi “lezzet alma, hoşa gitme; bir şeyin tadını almak, tadına varmak, bir şeyin müptelâsı olmak” demektir.
Bedet gizli bir şeyin sonradan ortaya çıkması, kişinin bir konuda beliren birkaç görüşten birini tercih etmesi manalarına gelen bedâ, terim olarak "Allah'ın belli bir şekilde vuku bulacağını haber verdiği bir olayın daha sonra başka bir şekilde gerçekleşmesi’’ şeklinde tarif edilir. Nitekim Kurân’da bu manada kullanılmıştır. “Ve yaptıkları amellerin kötülüğü görüldü(bedâ), alay edip durdukları şey onları kuşatıverdi.” (Casiye:33)
Varak, ağaç yaprağı veya kitap yaprağı olarak meşhur olmuştur. Arap dilbilimcilerinden Cevherî’ye göre, gümüşlerden yapılma ve hayvancılıktan hâsıl olan mal varlığı demektir. İbn-i Sîde’ye göre, “koyun ve develerden meydana gelen mal, Râgıb’a göre, “kitap ve ağaç yaprağından başka, ağaçtaki yaprağın çokluğuna benzetilerek ‘çok mal’ için de varak tabiri kullanılır. Ebû Ubeyde’ye göre, “gümüş ve her türlü canlı hayvan”; Ebû Sa‘îd’e göre, “basılmış gümüş” [gümüş para] anlamlarına gelmektedir. Gümüş para anlamı Kehf 19’da “verik” şeklinde kullanılmıştır.
Âyette cennet yaprakları ile çirkinliklerini ve kötülüklerini örtme, bahçenin getirisi ile işledikleri suçu maskeleme gayretidir. Cennet yaprakları ile yamanma refleksi içteki/manevî açığı, dünyevî/maddî olanla kamufle etme gayreti olarak günümüze kadar uzanmaktadır. Bahçenin/cennetin onlara sağladıkları ile örnek bir model oluşturan Âdem ve eşi maalesef ellerindekiler ile yetinmeyip başkasının malına göz dikmiş ve bunu birbirlerinden cesaret alarak bir alışkanlığa çevirmiştir. Günümüzde de yasak ağaçtan beslendiği; namuslu, dürüst, erdemli, ahlâklı, çalışkan, zeki, bilgili olmadığı hâlde kıyâfetleri ve aksesuarları, konuşmaları ve tavırlarıyla öyle gözükmeye çalışanlara, cennet yapraklarıyla tutuşturulan yamaların tutmadığını basîretle bakan görebilir. Manevîyattaki açığı maddîyatla örtme refleksi ‘nice elbiseler gördüm içinde insan yok’ özlü sözünü hatırlatmaktadır.
Şeytânî duygu ve düşünceler beşerin dostu, insanın ise apaçık düşmanıdır. Zîra insanı insan yapan ünsiyet kurup sosyalleşmesinde, birlik ve beraberlik içinde paylaşarak yaşamasındadır. Fakat buna en büyük engel bencil şeytânî vesveselerdir. Bu zaaf, insanı güçsüzleştirir, daha ilkel ve hayvanî derekeye düşürür.
23- Dediler ki: “Rabbimiz, biz kendimize zulmettik ve eğer sen bize mağfiret ve merhamet etmezsen, biz mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz.”
Zulüm, bir şeyi kendisine ait olan yerin dışına koymak ve bir şeyi yerinden etmektir. Âyetteki “zalemna enfusena” kelimelerine ‘…kendimize zulmettik.’ manası verilebileceği gibi ‘…kendimizi yerimizden, yurdumuzdan ettik.’ manasına da verilebilir.
Hüsrân, ‘hasr’ kökünden mastar olup sözlükte “sermayeyi kaybedip zarar etmek, ziyanda olmak, mal eksilmek” gibi anlamlara gelir. Âyetlerdeki öz anlatımdan dolayı yaşananları çok kısa bir zaman diliminde olmuş-bitmiş olarak düşünmek bizce hatalıdır. Bunun bir süreçte olduğunu anlamak daha gerçekçi bir okuma olur. Zîra hüsrânda, hedeflenen bir amaç ve o amaca ulaşmak için verilen emek, gayret ve zamanın boşa gitmesi anlamı vardır.
Hz. Âdem’le eşi kendilerine yakışmayan çirkin bir hareketi alışkanlık hâline getirdiklerini itiraf ederek suçu İblis’in yaptığı gibi Allah’a yüklememiş, öz eleştiri yaparak kendilerini bir adım daha ileri taşımışlardır. Allah’ın merhamet ve bağışlamasına mazhar olmak için başkasının malını izinsiz tüketerek oluşturdukları düşmanlığı telafi etmeleri yani fiili tevbeyi yapmaları gerekmektedir. Bu yüzden Halîm olan Allah, onlar gibi herkese bir süreye kadar zaman ve imkân tanıdığını daima hatırlatır.
24- Dedi ki: “Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar kalma ve metâ vardır.”
İhbitû sözcüğü, “h-b-t” kökünden türemiş çoğul emir kipidir. H-b-t; alçalış, eksiliş, züll, zillete düşüş, sefillik, gözden düşme, çaptan düşme, değer kaybetme, rütbede eksiliş gibi anlamlara gelir. Gökten inme veya indirme gibi durumlar, Kurân’da daha çok “n-z-l” kökünün değişik kullanım biçimleriyle ifade edilmiştir. ‘H-b-t’ kökünün aksine, indirilen şeyin şerefine dikkat çekilir. Bu yüzden “habita” fiili Kurân’da gökten inmek manasından ziyade, ‘’yeryüzünde bir yerden diğer bir yere, daha iyi bir konumdan daha aşağı bir duruma düşmek” anlamında kullanılır. Bu âyette geçen ihbitu (İniniz!) emri yukarda görüldüğü gibi sadece yukarıdan inmeyi değil bir yerden başka bir yere gitmeyi de ifade eder. Nitekim Türkçemizde “köyden şehre inmek” tabiri kullanılır. Bakara sûresinde de bu manada geçer.(Bakara:61) Gerek konumuz olan âyetteki ve gerekse Bakara sûresindeki ihbitû kelimesi, çoğuldur. Dolayısıyla Arâf ve Bakara sûrelerindeki bu çoğul ifade, Âdem’i, eşini ve başkalarını da kapsamaktadır. Düşüş sadece Âdem ve eşini değil birlikte oluşturmaya çalıştıkları ilk toplumu da etkilemiştir. Malların izinsiz gaspı ne kadar maskelense/süslense de düşmanlığın ana sebebidir. Büyük düşmanlık ve savaşlar çok küçük ihlallerden oluşur. (Örnek I. Dünya savaşının başlamasında bahane edilen Saraybosnalı Sırp milliyetçisi gencin öldürülmesi gibi.) Bazı küçük hatalar barut fıçısına atılan kıvılcım etkisi yapabilir. İnsanlık tarihi boyunca yapılan tüm savaşların asıl sebebi mülkün Allah’ın olduğu ilkesini yok saymaktır. Dünyayı kısa bir kalma yeri ve metâ olarak görmeyip ebedilik yurdu ve krallık yarışına çeviren Âdemoğulları; yer üstü ve yer altı kaynakları, kendileri için savaşıp ölecek insan ve köle potansiyeli, toprak ve nüfuzda büyük payı almak için şeytânî vesveseleri kendine kılavuz edinmiştir. Yeryüzünün ve insanlığın, kendilerine ait topraklarla yetinip onu mamur edecek, sürekli işgal ve yeryüzüne hükmetme arzusu ile yanıp tutuşmayan, bu uğurda tüm kaynaklarını tüketmeyen adam gibi adamlara ihtiyacı vardır.
25- Dedi ki: “Orada yaşarsınız ve orada ölürsünüz ve oradan çıkarılırsınız.”
Bitkiler de buna benzer bir süreç içindedir. Toprakta yeşerirler, bir süre sonra kuruyup toprağa düşerler ve yine şartlar bir araya gelince o bitkilerin tohumlarından veya köklerinden yenileri yeşerip çıkar. İnsanlar da ölüp toprağa dönüşecektir. Sonra ikinci hayata kaldırılma emri tecelli edecek, bedenler yeniden dirilecektir.
Dünya insanların güç gösterisi yaptığı, birbirlerinin haklarına tecavüz edip zulmettikleri bir pasta değil sadece ve sadece bir imtihan alanıdır. Kısacık bir hayatta imtihan alanını sahiplenmek için fesât çıkarıp kan dökmek ahmaklıktır, hüsrândır.
26-Ey Âdemoğulları! Size çirkinliklerinizi gizleyen örtü ve kıl-tüy indirdik. Ve takva örtüsü, işte bu daha hayırlıdır. İşte bu Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki tezekkür ederler.
Libâs, ‘l-b-s’ kökünden gelir. Arapça labasa iki manada kullanılır. İlki "karıştırdı, birbirine kattı’’ ikincisi “giyindi" sözcüğünden türetilmiştir. Türkçede katmak fiili ile bir kat giysi giyinmek manasındaki kat sözcüğü arasında benzer bir ilişki vardır. Libâs sadece elbise değil bir şeyin üzerine çekilen, giyilen, örtülen her şeyi kapsar. Kurân’da korunmak için zırha Enbiya 80’de ‘lebûsin” denmiştir. Eşlerin birbirinin kabahat ve kusurlarını örtmesi manasında Bakara 187’de kullanılmıştır. Ayrıca “açlık ve korku libâsı” şeklinde Nahl 112. âyette açlığın ve korkunun insanın gözünü kör edecek kadar basîret ve ferâsetini örtmesi anlamında kullanılmıştır. Arâf 26’daki libâs/örtü;
1- İnsanın çirkin bir görüntüden kurtarmalı,
2- Doğal ve yaratılıştan getirdiği Allah’ın âyeti olmalıdır. Âyetin değişmeyen alâmet olduğu da unutulmamalıdır. Giyinme, örtünme fıtrî iken; giyilen, örtünülen elbiseler fıtrî değil, değişen, beşerî, işlenmiş tekstil ürünleridir.
3- İndirilen yani sunulan bir lütuf olmalıdır. Zaten “inzâl” terimi, sadece indirme manasına gelmez; misafire özenle hazırlanmış sofra ile lütufta bulunma, bahşetme, ihsân etme anlamına da gelir. Kurân’da korunaklı cennetleri için kullanılır. “(Nuzulen) İkrâm olarak meva cennetleri vardır.” (Secde:19) Ayrıca “Onlar için altlarından akan, içinde ebediyen kalacakları cennetler, Allah tarafından nüzul edilmiştir.”(Âli İmrân:198) Yani ikrâm lütuf ve bir sofra gibi önlerine serilmiştir.
Sözlükte “kuş tüyü” manasına gelen âyet metnindeki rîş kelimesi Kurân’da sadece burada geçer. Bazen bu kelime sadece kanatlar anlamında da kullanılır. İnsan için elbise ne ise, kuş için tüy, hayvan için kıl da odur. Bu tür benzerliklerden dolayı kelime istiare yoluyla elbise anlamında kullanılmıştır. Âyetimizde kıl-tüy manasındadır. Allah insanın kas ve iskelet sistemini deri ile örtmüş(libâs), onu saç, sakal, kaş, kirpik gibi kıl ve tüylerle süslemiştir (Rişaen). Ancak bunların da ötesinde insanı insan yapan ne ten rengi ne kaşı ne de gözüdür. Ona değer katan ve daha hayırlı olan takva ile donatılmasıdır. “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, hem de sizi şube şube, kabîle kabîle kıldık ki (ortak irfanı oluşturasınız) tanışasınız. Haberiniz olsun ki Allah katında ikrâm olunanlar en takvalınızdır, Allah Alîm’dir, Habîr’dir.” (Hucûrat:13) Farklı renk ve coğrafyalarda şubelerden veya aynı ırktan oluşan kabîlelerden gelmenin herhangi bir değer arz etmediği, insanı insan yapan hususun takva olduğu net olarak ortaya konmuştur. “Libâsu’t-takvâ” terkibi ise “koruyucu tabaka, örtü’’ manasına gelir. İnsanı içten gelen şeytânî vesveselerden koruyacak olan takva zırhıdır. Nasıl ki derimiz vücudu dış patojenlerden, soğuk ve sıcaktan koruyan bir tabaka ise insanın da fıtrî olarak kötü duygu ve düşüncelerden koruyan bir tabakası vardır. Bunların hepsi Allah’ın lütfu ve âyetlerindendir. Bu meyanda şeytânî vesvesenin zıddı olan vicdânî ses ve sağduyu Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki tezekkürden uzaklaşılıp âyetlerin üzeri örtülmez.
27-Ey Âdemoğulları! Şeytân, sizin ebeveyninizin çirkinliklerini kendilerine belli etmekle örtülerini zaafa uğratarak cennetten çıkardığı gibi sakın sizleri de fitneye düşürmesin. Muhakkak ki o ve onun kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görür. Muhakkak ki; Biz şeytânları inanmayanlara evliyâ kıldık.
Buradaki biz kullanımı şeytanın evliyalığının bir süreçle oluştuğuna ve farklı unsurların dâhil olduğuna dair güzel bir detaydır. Libâsın/takva örtüsünün zaafa uğramasını anlatan ifadede neze’a fiilidir. “Bir şeyi yerinden koparıp sökerek zayıflatmak, elbisesini çıkarmak, soyunmak, sıyırmak, ölümle karşı karşıya gelmek, birini azletmek, ok atmak, elini cebinden çıkartmak, kuyudan kovayı çıkarıp almak” gibi manalara gelmektedir. İnsanın başka insanlara zarar vermemesinin, yeryüzünde fesât çıkarıp onu kan gölüne çevirmemesinin tek yolu içindeki şeytânî duygu ve düşünceleri dizginleyebilmesidir. Bu kontrol mekanizmasına Kurân “libâsu’t-takva” demektedir. Bu savunmanın zaafa uğraması insanı yeryüzünün en tehlikeli mahlûku hâline getirebilir. İblis (b-l-s) ile libâsın (l-b-s) kelimesinin aynı kökten gelmesi ve İblis’in olumsuz anlamının yanında libâsın olumlu anlamıyla takva kavramının yanında kullanılması da oldukça manidardır.
Arapça’da “önüne almak, karşısına almak” anlamındaki kabl kökünden gelen kabîle, kafatasını oluşturan ve karşılıklı duran dört kemikten her birinin adıdır. Aynı atadan gelen ve birbirine kan bağıyla bağlı bulunan büyük insan topluluğuna bu isim verilmiştir. Şeytânsı duygu ve düşüncelerin ele geçirdiği kişilerin kafatasçı, ırk temelli bakışlarına bir gönderme yapılmıştır. Şeytânî duygu ve düşüncelere kabîleciliğin isnâdı önemli bir detaydır. “Muhakkak ki o ve onun kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler.” Bu ifade düşmanın dışarıda ontolojik bir yaratık olarak aranmamasının Kurân’î delilidir. Düşman bizim içimizdedir. Kurân bunu, velî kelimesinin çoğulu olan evliyâ ile de anlatmaktadır. Zîra velî, ‘velâ’dan gelir ve iki şey arasında mesafe kalmayacak kadar yakınlaşmaktır. Ancak bu kadar yakın olan, vesvese verebilir. Şeytânî duygu ve düşünceler ile insan arasındaki mesafe takva libâsıdır Şeytani vesveselerden takva libâsıyla korunmak gerekir. Onun zaafa uğraması şeytânsı duygu ve düşünceleri insana evliyâ yapacaktır.
28-Ve fahşayı yaptıkları zaman: “Babalarımızı onun üzerinde bulduk ve Allah onu bize emretti.” dediler. De ki: “Muhakkak ki Allah, fahşayı emretmez. Allah’a bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?
Bu âyette yer alan “fâhişe” kelimesi, sözlükte aşırı derecede çirkin ve kötü olmak gibi anlamlar taşıyan ‘f-h-ş’ kökünün türemiş şeklidir. Bu kelimeyle, hem bir söz ve davranışın, makul ve mutâd ölçülerin dışına taşıp aşırılığa kaçması hem de büyük günâh, edepsizlik ve iffetsizlik gibi kötülükler kastedilir. Bu yüzden evlilik dışı cinsel ilişkiler, din ve ahlâk ölçülerine uymayan her türlü aşırılıklar aynı kökten gelen “fuhuş” ve “fahşâ” kelimeleriyle ifade edilir. Kurân’da türevleriyle birlikte 24 kez geçen bu kelime, daha çok, dinen yasaklanan büyük günâhları, edep ve ahlâka aykırı olan her türlü kötülük ve çirkinlikleri belirtmek için kullanılır. (Bkz. Necm:32, Neml:54) Âdem kıssasının ardından İblis’in beni azdırmana karşı demesi gibi müşriklerin onun izinden giderek yaptıkları aşırı ahlâksızlığı Allah’ın emri gibi gösterme gayretleri ve babalarından bunu gördüklerini beyan etmeleri, onların sadece aşağılık birer taklitçi olduklarının itirafıdır. Ne Allah bunu emretmiş ne de babalarının babası olan Âdem, Allah’ın menettiği bir kötülüğü Allah’a isnât etmiştir.
29- De ki: “Rabbim, hakkaniyetli davranmanızı ve her mescitte veçhinizi ikâme etmenizi emretti. Ve dini O’na has kılarak dua edin! Sizi benzersiz yarattığı gibi döneceksiniz.”
Kıst kelimesi genellikle “adâlet” diye açıklanmıştır. Ancak “adâlet” zaten Arapçadır ve Kurân’da geçmektedir. (Bkz. Nahl 90) “Adâlet”, ‘’bire bir karşılık’’ demek iken, “kıst” kelimesi tam karşılığın dışında “nasip, pay, hak edilmiş, hakkaniyetli olan’’ gibi daha geniş bir manadadır. Kast kökünden mastar olarak gelen iktisat lügatte; orta yahut iki uç menzil arasında orta noktada, itidal, ılımlılık, ölçülülük anlamlarını taşır. Amelde itidal demektir. Çünkü matlubunu iyi tanıyan kimse onu hiç eğip bükülmeden istikamet üzere arzu eder.
Bu âyetteki “vech” kelimesi, lâfzen “yüz” anlamına gelir. Fakat bu kelime soyut anlamıyla “kişinin bütün varlığını, dikkat ve duyarlılığını” dile getirmek için kullanılır. Dikkat ve duyarlılığı ayağa kaldırmak, insanın başta kendisi sonrada çevresindekileri bilinçlendirerek gafletten uyanması ve uyandırmasıdır.
Gerçekten de dinin amacını “insanı kula kulluktan kurtarmak ve yeryüzünde dengeyi, adâleti sağlamak” diye özetlemek mümkündür. İnsanlara verilen tüm görevler bu ilkenin gerçekleşmesini sağlamaya yöneliktir. Burada mescid kavramı “secde edilen yer, secde edilen an, secde etmek” demektir. Ve esasen sadece belli bir mekân değil, insanın Allah’a itaat ettiği her yer anlaşılmalıdır.
İblis içindeki şeytânî kibir vesvesesine uyarak secde etmemiştir. Dini Allah’a hâlis kılmak şeytânî duygu ve düşüncelerden arınıp tüm benliği ona yöneltmek, takva libâsının mukavemetine bağlanmıştır. Kuldan, taştan, vesveselerden, kuruntulardan ve evhamlardan medet ummadan, hidâyeti şeytânın evliyâlığında aramadan, secde ve dönüşü sadece Allah’a yapıp hidâyeti de Allah’ın emir ve yasaklarında aramak gerekir.
30- Bir kısmı hidâyete erdi ve bir kısmının üzerine dalâlet hak oldu. Muhakkak ki onlar, Allah’ın astında şeytânları evliyâ edindiler. Ve onlar kendilerinin hidâyete erdiklerini hesap ettiler.
İnsanın içine kodlanan ve sürekli onu doğruya yönlendiren fıtrât ve onun sesi olan vicdânın üstü örtülmezse insan kötülük yapamaz. Bazı insanlar iyiliğe, hakka, adâlete, barış ve selâmete, fıtrî olana teslim olurken bir kısım insan da kendi çıkarları doğrultusunda şeytânî düşünce ve duyguları kendine koruyucu/velî/evliyâ edinerek kendi doğrularını oluşturur. Bunlar kendilerinin doğru yolda, başkalarının dalâlette olduğunu düşünür. Bir muttakî hiçbir zaman kendini hidâyete yerleştirip başkalarını dalâlete itme hakkını kendinde göremez. O sadece Hâdi olan Allah’ın takdiridir. Şeytânı evliyâ edinen, kendini sırâtımustâkîmde diğerlerini dalâlette görür.
31-Ey Âdemoğulları! Her mescitte ziynetlerinizi alınız! Yiyiniz ve içiniz ve isrâf etmeyiniz! Muhakkak ki O, müsrifleri sevmez.
Ziynet; mal–mülk, para–pul, giyim-kuşam, makam–mevki, süs eşyası gibi basit maddî şeyler olabileceği gibi ahlâk, edep, vakar, güzel amel ve huy, takva libâsı gibi manevî meziyetler ve insana yakışan tutum ve davranışlar da olabilir. Ziynet olumsuz manada gösteriş, şaşa, abartılı süslenip püslenmek manasında da kullanılmıştır (Bkz. “Derken ziynet içinde kavminin karşısına çıktı.” Kasas:79) Kibir, riyâ ile sahibini çirkinleştirirken, tevazu kulun ziynetidir.
Müsrif-isrâf kelimeleri ‘serefe’ kökünden türemiştir. İsrâf edene müsrif denir. İsrâfın anlamı ‘herhangi bir işte normal olan sınırı aşarak bir değeri boşa harcamak’ demektir.
Mescid kelimesi secde ve itaat edilen yer, mekân, mahal anlamına gelir. Bu anlamda yeryüzü mescit olup sadece kapalı alanlar mescit olarak düşünülmemelidir. Buna mukabil mescitler tedricî olarak sadece secde ve ibadet edilen mekânlar olmaktan çıkarılmaktadır. Mescitler, 29. âyet ve burada maddî-manevî veçhin sadece Allah’a yöneltildiği, inancın ikâme edildiği maneviyatı güçlendiren mekânlar olarak sıfatlandırılır. İlerleyen âyetlerde tevhidî duruşun (Cin:18) verdiği istikâmet ile birer kıblegâha (karargâha) dönüştürülecektir (Yunus:87). Medenî sûrelerde artık hem toplanma yeri hem ilmî hem maddî paylaşım mekânlarına dönüşerek şehrin kalbi konumuna getirilecektir. Burada mescit kelimesinin arkasından yeme içme ifadesinin gelmesi, mescitlerin aynı zamanda bir aş evi gibi kullanıldığı ve buralarda inanların toplu olarak yemekler yedikleri anlaşılmaktadır. Toplu ziyafetler müşrikler tarafından gösteriş ve taraftar kazanmak amacıyla çıkarlarına hizmet için kullanılırken, müminlerin riyâdan uzak, isrâf etmeden bu hayrı yapmaları âyette tavsiye edilmiştir. Bu meyanda hayra bulaşan riyânın, bir değeri boşa harcama olduğuna da dikkat çekilmiştir. Mescitlerin basit, sade ve işlevsel olması Kurân’î bir düstûrdur. Oysa şu an ibadethanelerin eğitim ve paylaşım fonksiyonu pasiftir. İşlevsiz bir görselliğe (süse) harcananlar konusunda isrâfa kaçan bir aşırılık dikkat çekmektedir. Fakat gösteriş ve isrâftan başka hiçbir şey ifade etmeyen beton yığını dev mabetler inşa etmek yerine toplumun sorunlarını çözmede yardımı dokunacak kaMûsâl ve işlevsel yapılar inşa etmek Arâf 31. âyetin ruhuna çok daha uygun olacaktır. Secde mekânlarının ardından yiyecek ve içeceğin isrâfı konusunun işlenmesindeki diğer bir nükte mevcût vakada putlara sunulan değerli yiyecek ve içeceklerin boşa harcanmasıdır. Zîra bu harcama, kimsenin karnını doyurmaz. 19. âyette “Bu cennete yerleşin sonra da, dilediğiniz yerden yiyin! Ve şu ağaca yaklaşmayın! Bu yüzden zâlimlerden olursunuz.” ifadesi ile Âdemoğullarına hitaben buradaki “Yiyiniz ve içiniz ve israf etmeyiniz! Muhakkak ki O, müsrifleri sevmez.” ifadelerinin muazzam bir mana bütünlüğü vardır. Cennet gibi olan dünyamızın kaynakları sınırlıdır ve hakkaniyetle bölüşülmelidir. Başkasının hakkı olan dünyevî kaynaklar bizim yasak ağacımızdır. Onlara izinsiz el uzatmak düşmanlık ve zulümden başka bir şey üretmeyecektir. İsrâf edilen her değer, kısıtlı dünya kaynaklarının haksız paylaşılması sonucudur. Âyetteki “Muhakkak ki O, müsrifleri sevmez” ilkesi, isrâf ettiği için zulmeden müsriflere karşı (ki bu biz dahi olsak) tavrımızı belirlemektedir.
32- De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve tertemiz olan rızıkları kim harâm kıldı? De ki: O, dünya hayatında inananlar içindir ve kıyâm gününde onlara hâlis olacaktır. Artık bilen bir kavim için âyetleri detaylandırıyoruz.
Hâlis kelimesi sâfi kelimesi gibidir, yalnız içindeki yabancı unsurlar temizlenen şey demektir. Sâfi ise hem bunun için hem de içinde hiçbir yabancı unsur barındırmayan şey için kullanılır. (El-Müfredat) Dünya kaynakları Allah’ın bir lütfudur ve bunlar âdil olarak hak ve hakîkatler ölçüsünde paylaşılmalıdır. Ancak insanlık tarihi boyunca inançlar kullanılarak bu paydan daha fazlasını almak için sahte harâmlar üretilmiştir. Dünya kaynaklarından inanmayanlar kadar inananlar da hak sahibidir. “Zaten bize âhirette bu nimetlerin daha hâlisi verilecek.” diyerek müminlerin hak arama taleplerinden geri durması âyetin “O, dünya hayatında inananlar içindir” kısmını dikkate almamak olacaktır. Hâlis kelimesinin ‘saflaştırılmış, arındırılmış, ayrıştırılmış’ anlamı dikkate alındığında bu ziynet ve rızıkların dünyada inananlara ait olduğu, kıyâm gününde de saflaştırılmış, arındırılmış hâliyle daha güzel ve temiz olarak sadece müminlere has olacağı da anlaşılacaktır. Haddizatında cehennem rızıklanacak bir yer değildir.
Fassale kelimesi “bir sözü veya eylemi fasılalara ayırıp ele almak, parçadan bütüne ulaşmaktır.’’ Elbise ile kullanılınca “elbiseyi biçmek, hayvan için kullanılınca kesip parçalara bölmek” manalarına gelmektedir.
Harâm sözlükte ‘’yasaklama, mahrum etme, dokunulmaz kılma’’ anlamlarına gelir. Rabbimiz bir şeyin helâl veya harâm kılınmasını salt kendine ait bir yetki olarak ortaya koyduğundan, insanların kendi kafalarına göre harâm veya helâl kılma yetkilerinin olmadığı soru formatında ifade edilmiştir. Bu âyetteki ‘’Allah’ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızıkları kim harâm etmiş?’’ ifadesi, insanların kendi çıkarları doğrultusunda oluşturdukları yasaklara ve serbestliklere karşı Rabbimizin tavrını yansıtmaktadır. Bir istifham-ı inkârî yani cevabı beklenmeyen soru olan bu ifade, aynı zamanda bu konuda yanlış davrananlara da bir azar mahiyetindedir. Âyetin bu kısmında ibâd (kul) kelimesinin başına “lâm” harfinin gelmesi, konulan hükmün kulunun menfaatine olduğunu göstermektedir.
Yasak ağaç sembolü 31. âyetten sonra örnekler üzerinden detaylandırılmaya başlanmıştır. Bundan sonra yasak ağaç sembolü bir leitmotiv olarak alttan alta akacaktır. Allah’ın kulları için dünyada yerden, sudan ve gökten-nereden olursa olsun- çıkardığı hiçbir ziyneti ve temiz, faydalı ve sağlıklı, maddî ve manevî rızkı Allah’ın dışında hiç kimsenin harâm kılamayacağı bildirilmektedir. Bu konuda tek otorite Allah’tır.
Tayyibât kelimesinden maksat temizliktir. Bir gıda sağlıklı ise onu din adına harâm kılmaya kimsenin hakkı yoktur. Helâl gıdada aranan iki özellik vardır: İlki manevî, ikincisi maddî temizliktir. Manevî temizlik Âdem kıssasında olduğu gibi yenecek olan gıdanın hırsızlık sonucu elde edilmemiş olmasıdır (Helâl gıda ile alakalı Bkz. “Ey insanlar! Yeryüzündeki helâl ve temiz (tayyib) şeylerden yiyin. Ve şeytanın adımlarına tâbî olmayın. Muhakkak ki o, sizin için apaçık bir düşmandır.” Bakara:168). Maddî temizlik ise hijyenik ve sağlıklı olmasıdır. Âyet ziyneti de rızık kapsamında saymaktadır. Zîra abartıp isrâfa kaçmamak kaydıyla insanın estetik ihtiyacı doğal karşılanmalıdır.
33- De ki: “Rabbim size, sadece açık ve gizli fuhşu ve hayra mâni ihmâlkârlıklar ve haksız yere sınırı aşmayı ve bir sultân indirilmemişken Allah’a şirk koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allah’a söylemenizi harâm kıldı.”
Açık ve gizli fuhuş sadece cinsellikle alâkalı ahlâksızlıklar değildir. Fahşa, sözlükte aşırı derecede çirkin ve kötü olan anlamını taşıyan ‘f-h-ş’ kökünün türemiş şeklidir. Bu kelimeyle, hem bir söz ve davranışın, makul ve mutad ölçülerin dışına taşıp aşırılığa kaçması hem de büyük günâh, edepsizlik ve iffetsizlik gibi kötülükler kastedilir. Açıktan yapılıp toplumu bozan kötülükler ve sinsice yapılıp toplumun altını kazarak onu diri diri gömen her tür ahlâksızlığa dikkat çekilmiştir.
İsm, günâh anlamında meallendirilir. Ancak günâh zaten Kurân’da ‘cunâhun’ şeklinde kullanılır (Bkz. Bakara:198) Burada ism ‘kişiyi hayırlı amellerden alıkoyan, geri bıraktıran ve yapılmasıyla hayırları ihmâl edip uzaklaştıran’ günâhların bir sıfatıdır. Kelime, koşabildiği hâlde kasten koşmayan dişi deve demek olan ‘asimeh’ den gelmektedir. Bu kelimenin sözlük anlamı “ihmâl” demektir.
Sultân kelimesi ‘selata’ kökünden gelir. Selata, nüfuz ve etki altına almak demektir. Sultân kelimesi de, bu kökten türemiştir. Üstünlük, galebe çalma ve istilâ anlamında mastardır. Uyduruk harâmlarla topluma tahakküm etme manasındadır.
Bağy kelimesini Kadı Beyzâvî, Hâzin ve Zemahşerî “zulüm ve kibirlenme” olarak tanımlamaktadırlar. Râzî’nin dediği gibi, bağy bir kimsenin malına, canına ve ırzına saldırmaktır. (Krş. Nahl:90) Burada sultân, nüfuz ve etki altına alan, sınırlar ve ilkeler çizen ilâhî bilginin bir sıfatıdır. Kırmızı çizgileri ilâhî ve fıtrî olanla çizilmeyen toplumlar önce kötülük ve ahlâksızlığın yoğun, gizli ve aleni işlenmesi ile karşı karşıya kalır. Bu hâl insanların hayra, iyiliğe olan inançlarını yitirip onu ihmâl etmeleri ile sonuçlanmıştır ki bu da toplumun toplam kalitesini düşürmektedir. İlmî ve fıtrî bir değere (sultâna) dayanmadığı hâlde yasaklarla (harâm ve helâllerle) insanlara tahakküm kurmanın Allah’a şirk koşmak olacağı da hatırlatılmıştır. Bir toplumda açık ve gizli fuhuş, hayra mâni ihmâlkârlıklar, haksız yere sınırların aşılması ve inançların insanlar üzerinde bir baskı aracına dönüştürülmesi o toplumun vadesini doldurup ecelini getirir.
34- Bütün ümmetler için bir ecel vardır. Onların ecelleri geldiği zaman ne bir saat ileri, ne bir saat geri alınır.
Burada başka bir kelime değil de ümmet kelimesinin ecel ile kullanılması oldukça anlamlı ve manidârdır. Çünkü ümmet, anne anlamına gelen ‘ümm’ kelimesinden türemiştir. Çoğulu ‘ümem’dir. “Ümm”, bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslahına, başlangıcına, temeline veya köküne verilen isimdir. “Ümm” kelimesi Kurân’da kelime anlamıyla hem anne, hem de ana, asıl, temel, uygun karşılık anlamlarında kullanılmıştır.
Ecel; bir vakit, bir zaman dilimi, süre veya bir vaktin sonu demektir. “Şu borç bir sene süreyle sınırlandırılmıştır.” denildiğinde, bir sene bir eceldir. Sonra “Ecel geldi.” denildiği zaman da senenin sonunun geldiği anlaşılır. Toplumları bir arada tutan ortak değerlerdir. Bu ortak değerler, başka br ifadeyle mal, can ve namus güvenliğinin olmadığı topluluklar ana/ümm unsurlardan mahrûm demektir ve ecelleri gelerek yıkılmaya mahkûm olur. 33. âyetteki Rabbin harâmları toplumu bir arada tutan asgari, evrensel şartlardır. Gizli-açık her tür aşırılık ve kötülük, hayra mâni olan günâhları doğurmakta, paylaşma ve kardeşliğin bittiği toplumlarda birbirinin hakkına girip sınırı aşanların artması ile şirk sistemi oluşmaktadır. Ayakların baş, başların ayak olduğu ve kötü şartların geriye dönülemez biçimde yaygınlaştığı toplum ve sistemlerde ecel ne bir saat öne ne de bir saat geriye alınabilir. Ancak bu ecelin gelmemesi için yapılması gereken bir sonraki âyette şöyle ifade edilmiştir:
35- Ey Âdemoğulları! İçinizden, size âyetlerimi anlatan resûller geldiği zaman, bundan sonra kim takvalı olur ve ıslâh ederse, artık onlara korku yoktur. Ve onlar mahzûn olmazlar.
Kasas (anlatmak), sözü ardı arkasına söylemek, olmuş veya olması muhtemel olayları belirli birtakım noktaları ön plânda tutarak anlatma türüdür. Burada takvanın insanın içindeki şeytânî duygu ve düşünceleri ıslâh ettiği ifade edilmiştir. Takvanın takviyesi için, resûllerin getirdiği ilâhî ilkelerle temellendirilmiş olması gerekmektedir.
Âdemoğlu hitabı ile, mesajın ilk adamın izinden gitmek isteyen herkesi kapsadığı ifade edilmiştir.
36-Ve âyetlerimizi yalanlayan kimseler ve onlara karşı kibirlenenler! İşte onlar ateş ashâbıdır, orada hâliddirler.
Âyet, değişmeyen alâmet demektir. Yalanlama ve kibir birbirini besler. İblis’in şeytânına uymasının sebebi de kibirdir. Cennet gibi cehennem için de hâlid olma sıfatı ortaktır. Demek ki Âdem’i kandıran şeytânî düşüncelerin vaadi olan hâlid kalma, bulunulan ortam ile alâkalıdır. Yaşanılan ortam cennet gibi bir hayat değilse orada hâlid kalmak en büyük cezadır. “Ashabunnâr” yani ateş sahipleri, ateş olarak adlandırılan ve kendisiyle birlikte başkasını da yakan kötülüklerde ortak olup onları sahiplenenler, küçük ve değersiz çıkarları için zulmedip hayatı cehenneme çevirenlerdir.
37- Artık Allah’a karşı yalanla iftira edenden veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir? Onlar, kitaptaki nasiplerine nâil oldu. Nihâyet resûllerimiz gelip onlara tastamam karşılıklarını verirken dediler ki: “Allah’ın astında dua etmiş olduğunuz şeyler nerede?” Dediler ki: ‘’Onlar bizden saptılar. Ve nefisleri üzerine kâfir olduklarına, kendileri şahitlik ettiler.
Şâhid (çoğulu şühûd), yaşanılan olaya müdahil olmadan yapılan tanıklık iken, şehid (çoğulu şühedâ) yaşanılan olaya dâhil olunarak yapılan tanıklıktır. Bu âyette ‘şehid’ geçmektedir. Bu da Allah’ın dûnunda dua edilenlerin hiçbir dua ve talebi karşılayamadığına, ölümden sonra kendilerini bıraktıklarına yaşayarak tanık olduklarını göstermektedir. Ancak bu itiraf, onların hakîkati örtenler/kâfirler kervanına katılmalarına engel olmayan faydasız bir pişmanlıktır.
İftira, bir kezib’e (yalana) kesin olarak karar verip onu haber vermek anlamına gelir. Bu kelime fe-ra-ye fiilinin iftial vezninde mastardır. Fery, deriyi dikip düzeltmek için kesmektir. Bu kelime düzeltmek için kullanıldığı gibi daha çok bozmak için kullanılır. (Rağıb) Kurân’da tam 60 yerde geçen “iftira” kelimesi, çoğunlukla yalanla birlikte gündeme getirilmiş ve en büyük iftira suçunun Allah’a iftira olduğu vurgulanmıştır. (Bkz. Furkân:4) Bir kişinin âyetleri yalanlaması için ona âyetlerin tastamam ulaşması gerekmektedir.
Kurân’da geçen “teveffâ” kelimesinin kökü “v-f-y [vefa]”dir. “V-f-y“ kelimesi “tastamam verme, eksiltmeden yerine getirme” söze bağlı kalma, demektir. Kurân’da toplam 66 kez aynı kökten kelimelerin yer aldığı görülmektedir. Ancak kelime Kurân’ın her yerinde aynı anlamda kullanılmamıştır. Sırf vefat kelimesinin geçtiği âyetlere bakıldığında, kelimenin “ölüm” anlamına gelmediği, “ölüm” ile “vefat”ın birbirinden farklı iki ayrı şey olduğu görülmektedir. (Bkz Arâf:126, Secde:11, Nahl:28)
Arapça’da meyt ölü, mevt ölüm demektir. Mevt hayatın karşıtı olup sözlükte “hayatın sona ermesi” anlamına gelir. Kurân’da ölüm ile alâkalı tüm kelimeler bu kökten türemiştir. Âli İmrân 144’te “Ve Muhammed sadece bir Resûl'dür ondan önce de resûller gelip geçmiştir. Şimdi O, ölür veya öldürülürse…” buyrulur. Bu âyette Hz. Peygamber’in doğal yollarla ölmesi, bir sûikaste kurban edilmesi anlatılmıştır. Âyete dikkat edilirse burada Hz. Muhammed için vefat ederse değil, meyt/ölü ifadesi kullanılmıştır. Muhammed sûresi 27. âyette de “Artık melekler (canlarını alırken veya vefat ettirirken değil yaptıklarının) tastamam karşılığını vermek için onların yüzlerine ve arkalarına vuracakları zaman onların hâlleri nasıl olacak?” şeklinde meallendirilmelidir. Ancak dilimize ölüm olarak geçmiş vefat kelimesinden dolayı mealler teveffa, yuteveffa gibi kelimeleri hep ölüm ile ilişkili anlamıştır. Bu yüzden ‘mevt’ ve ‘teveffa’ kelimelerinin aynı cümlede yer aldığı Zümer 42. âyette tam bir çıkmazı yaşamışlardır. “Allâhu yeteveffâ-l-enfuse hîne mevtihâ” (Zümer:42) Bu âyette hem mevt’e ölüm hem de vefata ölüm denmesinden dolayı “Allah, ölüm zamanında, ölenin”, “Ölüm anında öldürür” veya “Allah, ölümleri anında canlarını alır.” şeklinde meallendirilmiştir. Âyette rûh kelimesi hiç geçmemesine rağmen ‘ölüm anında rûhlarını alır’ gibi kelimeler ekleyerek buradaki anlamsızlığı gidermeye çalışmışlardır. Aslında bu girişimler, dikkatli bir okuyucu için kendi içinde hiçbir mana ifade etmeyecektir. Zîra ölüm anında demek canın alınması, canın çıkması demektir. Canı çıkmamış bir kişiye zaten ölü denmez. Doğru meal “Allah nefsi (kişinin kendisine verilen ömrü) tamamladığı zaman, onu öldürür/onun ölümüdür.” şeklinde olmalıdır. Çünkü âyet bu cümle ile başlayarak uykunun ölüm olmadığını, ölüm için bazı şartların tastamam (vefâ) olması gerektiğini ifade etmektedir.
Türkçemizde ölü için kullanılan ‘Vefat etti.’ tabiri dil açısından problemlidir. Zîra vefâ zorla yapılmayan, kişinin severek ve isteyerek yaptığı sözünde durma fiilidir. Hiç kimse ölüm hakîkatini yalanlamaz. Ölenin vefâlı davranması demek mantık hatasıdır. Zîra vefâsızlık söz konusu değildir. Ölümde irâde ve zamanını belirleme (intihar dışında) kişinin dâhilinde olmadığı için ölüme vefâsızlık muhaldir. Vefâsızlığın olmadığı yerde vefâdan bahsedilir mi? Sonuç olarak mevt, sonlandırma, vefa ise tamamlamadır.
Araf 37. âyetteki “teveffâ” kelimesinin bir manası da sözü tastamam, olduğu gibi, eksiksiz aktarmak demektir. 35. âyette “Ey Âdemoğulları! İçinizden, size âyetlerimi anlatan resûller geldiği zaman” kullanımı ile bu âyette kullanılan resûller aynı olabilir. Bu ifadeden resûllere ve âyetlere karşı sergilenen tavır ve tutum anlaşılabilir. Buna mukabil Allah’ın resûlleri azap melekleri de anlaşılabilir. Dolayısıyla bu ifade ömrünü kötülükler ve şirk içinde tamamlayanların cehennemdeki azap sırasında yaptıkları itiraflar veya Peygamberlerin mükellef olan kullara kitaptan nasiplenenleri eksiksiz olarak/tastamam ulaştırmasına rağmen onların bu âyetleri yalanlaması ve Allah’a iftira atmaları anlamında dünyaya ilişkili de okunabilir.
Âyetin bu kısmında geçen nasîb kelimesinin neyi ifade ettiği tartışılmıştır. Burada tartışmaları gündeme getirmeyi uygun bulmuyoruz. Ancak âyetin bundan sonra gelen bölümüne bakarak “nasîb”in el-kitap olarak adlandırılan ve indirilip peygamberler ile ulaştırılan vahiylerin genel adı olduğunu söyleyebiliriz. Zîra âyetleri hiç duymayan onları yalanlayamaz. Burada kitaba karşı iki sınıftan bahsedilir: İlki ‘yalanla iftira edenlerdir’ ve bunlar âyetlerle aktif savaşanlar iken; sadece “yalanlayanlar” âyetleri kabul etmeyenlerdir. Herkes Allah’ın âyetlerinden emeği, hak edişi, iyiliği ve sâlih amelleri ölçüsünde nasiptâr olur.
38- Dedi: “Sizden önce gelip geçen ve bilinen bilinmeyen topluluklara dâhil olup ateşe girin. Her dâhil olan ümmet orada art arda yığılınca kardeşlerini dışladılar. Sonrakiler, öncekilerin hepsi için dediler ki: “Rabbimiz, bizi dalâlette bırakanlar işte bunlar, artık onlara ateşten katbekat azâp ver.” Dedi ki: “Herkes için katbekat ve lâkin siz bilmezsiniz.”
La’net; kovmak, uzaklaştırmak, iyilik ve faydadan mahrûm bırakmak anlamındaki la’n kelimesinden türemiş bir isimdir. Eski Araplar bu kelimeyi “ailenin veya sülalenin bir ferdinin dışlanması” anlamında kullanırlardı.
Cin ve ins kalıbıyla da “tanınmayan ve tanınan topluluklar” kastedilmiştir. Ayrıca bu kalıbın burada ölmüş gitmiş, adı-sanı unutulmasına rağmen uyduruk inançları nesilden nesle aktarılanlar ‘’bilinen bilinmeyen tüm irâdeliler’’ anlamındadır.
Öncekiler ve sonrakilerden maksat birçok eserde, cehenneme önce ve sonra girenler olarak açıklanmıştır. Biz bu görüşte değiliz. Âyetteki ifadenin öncü–ümmet ilişkisi üzerinden devam ettiği kanaatindeyiz. Ümmet, “ana ilkeler etrafında toplanan ve onların peşine düşmüş kitle” olduğuna göre, âyetteki ifade de bu ikisini, yani gerçek kılavuzdan ayrılmış, şirki hayatının merkezine almış ve akıllarına güvenmeyerek onun bunun peşinden gidenleri kastediyor olmalıdır. (Krş. Onları ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. İsrâ:71, Kasas:41) Burada öncekileri körü körüne izleyen sonrakilerin mazeretleri aktarılmıştır. Sonrakiler, dalâleti ataların dalâletine bağlamışlardır. Dünyada iken onları savunanların, sıkıştıklarında atalarına lanet edip onları dışlamaları ihbar edilmiştir. Ateşin katbekat olması atadan öğrenilip taklitle devam ettirilen şirk mantığının maddî-manevî (afâk/enfûs) dünya ve âhiret azâbına sebep olmasıdır. Kötülük edenin yaptığının misli ile karşılanacağını beyan eden âyetler (Bkz. Enam:160) ile buradaki katbekat ifadesi tezat gibi görülmektedir. Ancak buradaki katlar ve bunun bilinmemesi dünyada kötülüğün katlamalı artarak devamına ve çoğalmasına bir göndermedir. Müşriklerin çektirdiği sıkıntıların farkında bile olmadıkları, zulmü doğal karşıladıkları, âyetin sonunda ifade edilmiştir. Dî’fen kelimesi, Arap kelamında artan demektir. Arap kelamında, bu onun dî’fidîr denir. Yani iki mislidir, üç mislidir, daha fazlasıdır. Çünkü di’f esasında artış demektir.
39-Ve öncekiler, sonrakilere dedi ki: “Artık siz bizden fazîletli değilsiniz. Öyleyse kazanmış olduğunuz şeyler sebebiyle azâbı tadın.”
Kesb; faydası ve zararı ile fâiline ait bir fiildir. Türkçede kazanmak anlamına gelir. Buradaki öncelik sonralık, işlenen zulümlerde önderlik edenlerin onların peşine takılanlara söylediklerini de kapsar. Suçu işleyen gibi azmettiren de cezalandırılır. Zîra olumsuz manada herkes kendi kazandığının tam karşılığını alır. (Bkz. Necm:39)
40- Muhakkak ki âyetlerimizi yalanlayan ve onlara kibirlenenlere semânın kapıları açılmaz. Hatta halat iğne deliğinden girmedikçe cennete dâhil olamazlar. Mücrimleri işte böyle cezalandırırız.
Mücrimler yani suç işlemeyi karâkter haline getirenler sosyal hayattan uzaklaştırılmaz ve oraya dâhil edilirse cennet gibi olan yaşam bir anda cehenneme dönüşecektir. Mücrimlerin asıl mahrûmiyeti maddî olan değil semânın kapılarının açılmaması ile ifade edilen manevî, yüce ve insanî değerlerden mahrûmiyettir. Bir insan suç işliyorsa o yüce insani değerlerden kendini mahrum bırakmış demektir.
Arapçada ibil deve; nâka dişi deve; cemel erkek deve demektir.(İbil için bkz. Ğaşiye:17) Kurân’da c-m-l kökünden kullanılan 11 âyetin hiçbirinde cemel, deve anlamında kullanılmamıştır. Güzellikler manasındaki cemil’den gelme olan cemel devenin, güzellikleri cem etmiş bir nimet ve önemli bir imkân olmasından dolayıdır. Kaldı ki bu okuyuşun aksine kelime “cümmal”, “cümel”, “cüml” ve “cümül” gibi farklı kıraatlerde urgan ve halat manasına da gelir. Bu sebeple kelimenin diğer kıraattaki “kalın ip” yani iplerin sarılıp bir araya (cem- cumleten) gelerek oluşturulan halat manası tercih edilmiştir. Zaten deve ile iğne deliği arasında bir münasebet bulunmamaktadır. Deve bağlamla alâkalı bir örnek de değildir. Ancak iğne-iplik, libâs ilgilidir. Devam eden âyetteki döşek ve örtü benzetmesi kelimenin iğne, iplik ve dikiş ile ilişkisini teyit eden iç bağlam delilidir. Semânın kapılarının açılmaması yüce değerlerden mahrûmiyettir. Zîra yüce değerler toplumu uyum içinde tutan Allah’ın âyetleridir. Onları beğenmeyip onlara tepeden bakmak onlardan mahrûmiyetle sonuçlanacaktır. İğne ve iplik iki şeyi birbirine tutturmak, dikmek, elbise ve terzilik ile alâkalıdır. Burada iğne-ip kullanımı şeytânî vesveseden koruyan takva libâsına da bir gönderme olabilir. Bu benzetme ile maksat toplumu bir arada sağlam bir şekilde tutup hayatı cennete çeviren ana/ümm unsurlar olmaksızın cenneti hayal etmenin imkânsızlığı dile getirilmiştir. Zîra yanlış araçla doğru sonuca ulaşılamaz. Birbirleriyle uyumlu olmayan araçlarla olumlu ve faydalı bir amel ve ürün ortaya konamaz. Türkçemizde de ifade edildiği gibi iğne ile kuyu kazılmaz.
41-Onlar için cehennemden bir döşek ve üzerlerinde örtüler vardır. Ve zâlimleri işte böyle cezalandırırız.
Ğavâşî de, ğâşiye kelimesinin çoğuludur. Bürüyüp kaplayan her şeye “ğâşiye” (saran-bürüyen) denilir. Yatak ve örtü, insanlara zulmedenlerin cezaevlerinde pasifize edilerek zulümlerinin engellenmesi manasında bugüne örnek bir cezalandırmadır. Yukarıda suçluların ulvî değerlerle yargılanması, burada zulmün hapsedilmesine bağlanmıştır.
42- Ve inanan ve sâlih amel yapan nefis, kapasitesinden başka mükellef olmaz. İşte onlar cennet ashâbıdır, onlar orada hâliddir.
Nefs kelimesinin ilk anlamı “kendi, zatı” demektir. Âyette geçen “vüs‘“ kelimesi “insanın darlık ve sıkıntı hâlinde değil, genişlik ve rahatlık hâlinde yapabildiği şey” manasındadır. Takatin son noktası, “vüsl” değil, “cühd” diye adlandırılır. (Râzî) İhmalkârlık (ism) sonucu yapılması gerekenlerin yapılmaması vüsl kapsamına girmektedir. Zaten Allah insana taşıyamayacağından fazlasını yüklemez. (Bkz. Necm:38) Ancak bazı kullar taşıyabilecekleri/taşımaları gereken yükün/sorumluluğun bile altına girmezler. Cennet ashâbı olmak için her kişi kendi üstüne düşen sorumlulukları tam manasıyla ve kapasitesi ölçüsünde yerine getirmelidir ki cennet düzeni ve kişilerin konumları bozulmadan kalıcı olabilsin.
43- Ve onların altından nehirler akarken sadırlarında sinsi ne şey varsa çekip aldık. “Bizi buna hidâyet eden Allah’a hamd olsun. Allah’ın, bize hidâyeti olmasaydı, biz hidâyete ermezdik. Dediler ki: And olsun Rabbimizin resûlleri hak ile gelip ‘Yapmış olduklarınızdan dolayı vâris kılındığınız cennet işte budur.’ diye seslendi.
Ğill, “kin” manasındadır. Dilciler şöyle derler: “Ğill, ince ve latîf olduğu için, sadrın tâ içine nüfuz eden şeydir.’’ “Hile ile çok sinsi günâhlara ulaşmak ve onları yapmak” manasında olan ğulûl kelimesi de bu köktendir. Bir şey, inceliği ve latîfliği ile bir şeyin içine girdiği zaman da bu kelime kullanılır. Nitekim kalbin derinliklerine girip işleyen sevgi de böyledir. (Râzî) Cennetvârî bir hayata vâris olmanın şartı insanın iç âleminde bulunan ve bir arada yaşamaya engel olan sinsi vesveselerden, kinden, düşmanlıktan kurtulmaktır. (Bkz. Hicr:47) Sorumluluklarını yerine getirdikleri için İnsanların rızık derdi çekmedikleri, imkânların sürekli aktığı toplu yaşam alanlarına kavuşmanın yolu ilâhî ve fıtrî ilkeleri korumak ve onlara sımsıkı sarılmaktır. Toplumu oluşturan fertlerin bireysel mutluluğu ve iç huzuru toplumun geneline yayılacaktır.
‘Bizi buna hidâyet eden Allah’a hamd olsun!’ Resûllerin seslenişi olan ilâhî ilkeler etrafında toplanıp insanlığın faydasına ıslâh edici ameller sergilemek aslında Allah’a hamd etmektir.
44- Ve cennet ashâbı, ateş ashâbına seslendi. “Biz, Rabbimizin bize vaad ettiğini hak olarak bulduk. Artık siz de, Rabbimizin size vaad ettiğini hak olarak buldunuz mu?” Dediler ki: “Evet!” O zaman onların arasından bir müezzin ilân etti: “Allah’ın dışlaması zâlimlerin üzerine olsun.”
Ne’am kelimesi, bazen bir şeyi vaad etmek için, bazen de tasdik etmek için kullanılır. “Bana şunu verir misin?” dendiğinde karşıdaki, “Evet! (Ne’am!)” derse, bu bir vaad olup bunda bir tasdik manası bulunmaz. Yine “Olay şöyle şöyle oldu.” dendiğinde “Evet!(Ne’am!) doğru söylüyorsun…” denmiş ve tasdik edilmiş olur. Âyette de tasdik manası vardır.
Allah’ın yasalarına uyanlar, inanarak ıslâh edici, insanların faydasına ameller ortaya koyanlar cennetlerde yaşayarak Allah’ın vaadinin hak olduğunu ve kendilerinin de bu hakkı hak ettiklerini yaşayarak öğrenenlerdir. Buna karşılık zulüm ve suçlarla saltanat sürmeyi isteyenler de yine Allah’ın vaadinin zâlimleri kapsamadığını öğrenmeleri, zulme razı olmayan sâlih kullar eli ile hak ettiklerini görmeleri gerekir. Allah’ın yasaları nettir, değişmez, toplum ayrımı yapmaz. Hak eden huzura kavuşturulup zâlime hak ettiği cezayı verilmezse masumlar mazlûm olur.
Müezzin insanlara duyuran demektir. Münâdi, seslenen ve çağırandır. Müezzin ise ifşa edip duyuran ve uyarana denir. Tıpkı hırsızlığı ifşa eden şu kullanımda olduğu gibi: “Onların yükünü hazırladığı zaman tası kardeşinin yükü içine koydu! (Kafile hareket ettikten) sonra bir müezzin dedi ki: Ey kafile! Siz hırsızsınız!” (Yusuf:70) Bu müezzinler, yani duyurucular zâlimin zulmüne göz yummadan, korkmadan ve çekinmeden doğruları duyuran, zulüm ve zâlimin karşısında dilsiz şeytân olmayanlarıdır. Hûd 18’de zulme şâhit olanların zulmü ifşa edişleri şöyle ifade edilir: “Ve şâhitler derler ki: “İşte bunlar Rabblerine yalan söyleyenlerdir. Allah’ın (laneti) dışlayıcılığı zâlimlerin üzerine değil mi?” Müezzin ifşa edip duyurmaya devam etmektedir.
45- Onlar, Allah’ın yolundan alıkoyarlar ve onun eğri olmasını şiddetle arzular ve âhiri örteler.
Eğrilik anlamındaki iveç kelimesini Rağıb el Îsfehanî, “avac, dikilmiş ağaç gibi gözle görülen nesnelerde somut eğrilik manasında kullanılırken, ‘İvec’ fikir ve basîretle idrak edilen nesnelerdeki eğrilik anlamında kullanılır” der. Allah’ın yolu zaten maddî bir yol değildir, ümm/ana/kurucu ilkeler ve kurallar bütünüdür. İlke ve kurallara riâyet ederek yolda ilerlemek istemeyenler kendi eğriliklerini düzeltmek yerine yola bahane bulmuşlardır. Aslında bu tipler, nefsini merkeze koyup ana/kurucu değerleri, çıkarı, egosu ve doğrularına göre eğer büker.
46- Ve onların aralarında bir perde ve Ârâf’ın üstünde onların hepsini sîmâlarından tanıyan er kişiler vardır. Henüz oraya dâhil olmamış ama ümit eden cennet ashâbına: “Selâm üzerinize olsun!” diye nidâ ettiler.
Hicâb kelimesi, maddî anlamda “perde” demektir. Hissî anlamda ise “uzaklaşmak” demektir. Maddî ve manevî olarak Kurân’da kullanılır. Hz. Meryem’in ailesinden uzaklaşması manasında maddî anlamda kullanılmışken (Bkz. Böylece onların berisinde bir perde edindi. Meryem:17) manevî engel manasında ise şöyle kullanılmıştır: “Sen Kurân’ı kıraat ettiğin zaman, seninle âhirete inanmayanlar arasına görünmeyen bir perde kıldık.” (İsrâ:45) Perdenin özelliği set, sûr veya burç gibi bir bariyer değil arkasındakini gizleyen ince bir örtü olmasıdır.
Ârâf kelimesi, ef’al kalıbında cem-i kıllet olup ‘urf’ kelimesinin çoğuludur. Bu kalıptaki çoğul kelimeler, o şeyin 3 ilâ 10 adet arasında olduğunu gösterir. Oysa “Ârâf İle İlgili İnanışların hiçbirinde bu husus dikkate alınmamış; “tepe, burc, ara bölge” denilip geçilmiştir. Hâlbuki en azından bu ifadelerin o eserlerde “tepeler, burçlar, bölgeler” şeklinde çoğul olarak yer alması gerekirdi. Demek ki Ârâf tek bir yer veya yükseklik değildir, birden çok yer, birden çok makam demektir.‘Urf kelimesi, bilgi (ilim, irfan/iyiyi kötüyü, eğriyi doğruyu tanıyabilme özelliği) demektir. (Lisânü’l–Arab) Ve genel olarak bu anlamda kullanılır. Nitekim “örf, ma’ruf” gibi kelimeler de bu anlam ekseninde olan kelimelerdir. Ancak ‘urf’ kelimesinin esas anlamı kum yığını, yerden yüksek olan yer, yığın, yığıntı demektir. Arapların horozun ibiği ile atın yelesine ‘urf demeleri, kelimenin bu anlamına göredir. Arâfe; bilmek, idrak etmek, itiraf etmek, ikrar etmek, idare etmek manalarına gelmektedir. Arrâfe kalıbından alınınca, “hacıların Arafat’ta durması, öğretmek, tanımak, bir şeyi süsleyip güzelleştirmek, yitik olanı aramak, ta’arrafe kalıbından alınınca, “bir şeyi öğreninceye kadar araştırmak, te’ârafe kalıbı da “birbirini tanımak” i’tiraf kalıbından alınınca suçu kabullenip itiraf etmek, manalarına gelmektedir. Sonuç olarak Araf; Ashabı Araf’ın makamıdır.
Sîmâlarından demek, alâmetlerinden demektir. Bu alâmetler, yapılanlar ve yaşam tarzlarıyla alâkalıdır. Sîmâ kelimesi, çoğu meal ve tefsirde ‘’yüzlerinden, yüz çizgilerinden” veya “yüzlerindeki alâmetlerden” diye çevrilmiştir. Oysa bu kelime sadece “alâmet, gösterge, eser, belirti” demektir. (Lisânü’l–Arab) Buna karşılık, “yüz, çehre” anlamına gelen kelime ise vech kelimesidir. Biri kimlik diğeri dışa yansıyan ve karşıya bir şeyler anlatan alâmetlerdir.
Bu açıklamalara göre ashâb-ı ârâf; bu dünyada ümm denilen ana kurucu değerleri bilen, o değerler ölçüsünde yapılanları ve yapanları sîmâları ile (dışa yansıyan alâmetlerinden) tanıyanlardır. Kötülüğün üzerindeki sır perdesini aralayan, tanımak için parçaları birleştirip suçun ve suçlunun izini sürebilen, edindiği bilgi ile konulara biraz daha yüksekten kuşatıcı bakanlardır. Hz. Muhammed’in Hz. Ali’yi ârâf ashâbından tanıtması, Hasan Basri’nin “Bunlardan bazıları şimdi beraberimizdedir.” sözleri bu er kişilerin her zaman ve zeminde olduğunu teyit eder mahiyettedir.
47- Onların görüşleri ateş ashâbına yönelince dediler ki: “Rabbimiz, bizi zâlim kavim ile beraber kılma!”
Onların nazarlarının değil de ebsâr/görüş/basarlarının ateş sahiplerine yönlendirilmesi detayı önemlidir. Yönlendirmeleri veya çevirmeleri manasındaki sarf, bir şeyi bir hâlden başka bir hâle çevirmek veya onu başkasıyla değiştirmektir. Tasriful-kelam, sözün açıklanması; tasrifud-derahim, paranın başka bir şeyle değişimidir. Bu işleri yapana da “sarraf” denir. Tanıma makamındakilerin hükümleri zâlimler lehine olursa ateşin ârâf ashâbına da ulaşacağı bildirilmiştir. Bu şuur aslında suç ve suçluların izini süren ve davalarda adâlet ve hakkaniyetle çözmeye çalışan tüm kadı, yargıç, hâkim ve savcılar için her dâim diri olmalıdır. “Rabbimiz, bizi zâlim kavim ile beraber kılma!” Yani onlardan yana, onların lehine kılma! Özetle bu söz, sadece bir mesleğin değil adâlet gereği hüküm veren, şâhitlik yapan her insanın dava ve anlaşmazlıkları çözerken zihninde bulunması gereken evrensel bir ilkedir. Ancak insan, bazen dünyalıklarla egosuna yenik düşebilecek tekliflerle karşılaşabilir. İnsanı ayartan dünyalıkların rüşvet boyutu Ârâf ashâbının dikkat etmesi gereken diğer bir husustur.
48- Ve onları sîmâlarından tanıyan Ârâf ashâbı er kişiler, onlara seslenerek şöyle dediler: “Sizin topladıklarınız ve kibirlenmiş olduğunuz şeyler, size fayda vermedi.”
Âyette geçen ‘cem’uküm’ kelimesi, sizin topluluklarınız, biriktirdikleriniz anlamına gelmektedir. O zaman paylaşmamak, biriktirip cimrilik yapmak kibrin oluşma sebeplerinden biridir.
Ateş ashâbının iki belirgin özelliği vardır: İlki maddî güçleri ile rüşvet ve kayırmacılıkla adâleti bozmaları, diğeri menfaatçi kalabalıklar ile edindikleri nüfuzun oluşturduğu kibirdir. Ârâf ashâbı olan ricâller (er kişiler) suçlarına göre tanıyıp tanımlayan, iftira ve zulmü birbirinden ayırma makamında olan özelde hâkim-savcı veya kolluk güçleri, genelde seçim yapmak zorunda kalan her kişi, kararlarında zengin veya fakîr ayrımı yapmayan, adâletin tam karşılığını verenler olmalıdır ki sosyal hayat cennet gibi olabilsin. Mekkî sûrelerde henüz karar verme makamlarında inananların olmamasından dolayı bu tarz görevler âhiret anlatımı üzerinden örneklendirilirken, Medenî sûrelerde bu konumda olanların yapması ve yapmaması gerekenler daha doğrudan emredilmiştir. (Bkz. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını harâm yollarla yemeniz için o malları rüşvet olarak hâkimlere vermeyiniz. Bakara:188) Bakara sûresinde hâkimlere rüşvet vermeyin deniyor da neden hâkimlere rüşvet almayın denmiyor? Zîra o emir zaten Ârâf ashâbı üzerinden verilmiştir.
49- “Allah’ın onlara rahmetle ulaşmayacağına yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?” “Cennete girin! Size korku yoktur ve mahzûn da olmayacaksınız.”
İnsanların hor ve hakîr gördüğü (Allah’ın rahmetinin ulaşmayacağı gözü ile bakılanlara) bu rahmet dünyada Ârâf ashâbı tarafından ulaştırılır. Bu rahmet onların hak ettikleri adâlete kavuşmalarıdır. Fakîr-fukara ve gariplerin haklarını koruyan Ârâf sahipleri, onların üzerine atılan iftira ve suçları da tanıyarak hak ettikleri hürriyete onları kavuşturanlardır.
50-Ve ateş ashâbı cennet ashâbına nidâ etti: “Sudan veya Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden bize aktarın.” Dediler ki: “Muhakkak ki; Allah ikisini de nankörlere harâm kıldı.”
Allah’ın rızık olarak bahşettiği gençliği, aklı, maddî-manevî imkânları kullanıp bunları zulümde, ifsâtta ve kan dökmede kullananların elinden bu imkânların alınması Allah’ın emridir. Zîra Allah bu rızıkları nankörlük edip kötüye kullandıkları için onlara harâm kılmıştır. Hz. Âdem ve eşine sunulan cennet imkânına karşı onların başkasına ait olduğu için harâm kılınandan yaptıkları hırsızlık ve zulüm ile kendi cennetlerinden olmaları örneği bu âyetlerde umuma yayılarak devam ettirilmektedir. Bir kişinin suç işlemesine, sürekli zulmetmesine sebep olan makamı, mevkii, parası, hürriyeti ise bu nimet ve rızıkların ona yasaklanıp elinden alınması Allah’ın emridir. Bu emri de donanımlı Ârâf ashâbı yerine getirmelidir. Bu emir, ileride devlet kurup onu yönetecek olan müminlere çizilen ideal yargılama ve cezalandırma örnekliği üzerinden ‘bilinç inşası projesinin’ bir parçası olarak okunabilir.
Zaten âhirette yaşanacak olanların tamamı bu dünyada olanların izdüşümü veya uzantısıdır. Rabbimiz Kurân’da; olması gereken yaşamı, yargılamayı ceza ve ödüllendirmeyi kendi mahkemesi, yargılaması üzerinden idealize etmektedir. Bizlere düşen onun kadar mükemmel olmasa da buna yakın bir sistem kurabilmektir. Devam eden âyet “dünya hayatının onları aldattığı kimseler” şeklinde konuyu sürekli şimdi ve burayla bağlantılı işlemektedir. Bu bağ meal müellifleri veya okuyucu tarafından koparılırsa mümin yaşadığı hayattan kopuk, edilgen, âhiret satıcıları tarafından kullanılacak kadar zayıf ve ütopik bir hayalin içinde kendini avutan miskine dönüşebilir. Âyetlerin yaşam tarzını belirlemesini isteyenler onları sonuç odaklı değil, Kurân’dan hayata sefer odaklı okumak, anlamak ve hayata taşımak zorundadır.
51-Onlar, eğlence ve oyunu din edinen ve dünya hayatının onları aldattığı kimselerdir. Böylece onlar bugünlerine ulaşacaklarını nasıl unuttularsa ve nasıl âyetlerimizden bile bile döndülerse, bugün de Biz onları unuturuz.
Lehv kelimesi, insan için önemli olandan alıkoyan şeydir. ‘Lehevtu bikeze’, ‘Falan şeyle oyalandım.’; ‘El lehve’, ‘Değirmen taşı boşa dönmesin diye ağzından çıkanı geri içine koyarak taşı oyalamaktır.’ Bu kelime sadece faydasız işler için kullanılır. Şugl kelimesi ise faydalı faydasız her işle meşgûl olmaktır. Yâsîn 55’te geçer ve cennette olumlu manada tatlı bir meşgûliyetten bahsedilir. (Oyalanma için bkz. Tekâsür:1)
Nisyân kelimesi, unutmak olarak meşhûr olmuştur. Kelimenin esas anlamı zıddu’z–zikri ve’l hıfz; söylememek, anmamak ve akılda tutmamaktır. Buna göre nisyân, bile bile terk etmeyi, değer vermemeyi, umursamamayı ifade eder. “Hatırlamamak, unutmak” kavramları da bu kelimeyle ifade edilmekle beraber, Kurân’daki bütün nisyân kelimeleri için daima umursamamak, göz ardı etmek, ağza almamak anlamı da itibara alınmalıdır. (Lisânü’l–Arab) Tevbe 67’de nisyân kelimesi Allah’a da izafe edilmiştir, Allah ise unutmaz. (Furkân 18, Tâhâ 126) Hatırlamamak, unutmak bir mazerettir ama umursamamak bir suçtur. Hasan-ı Basrî, Mücâhid âyetteki “unutmak” kavramının terk etmek anlamına geldiğini söylemektedirler. Bunların cezası unutulmaktır. Zîra unutan, unutulur. Önce insan Allah’ı unutur, sonra Allah onu umursamaz, en sonunda insan kendi kendini de unutur. En büyük ceza ve mahrûmiyet de budur.
Dini eğlence ve oyun edinmek yerine, oyunu ve eğlenceyi din edinme şeklinde anlamamızın iki sebebi vardır: İlki devam eden cümledeki inançları değil de “dünya hayatının onları aldattığı” ifadesidir. Dünya hayatını oyun ve eğlenme yeri/alanı olarak görmelerinden kaynaklı görüş, hayatın ilk sırasına eğlenceyi koyup bu ideolojiyi dinleştirmelerinden (yaşam tarzı hâline getirmelerinden) iç bağlamda bahsedilir. İkinci sebep ise dış bağlamdır. Mevcut vakıada insanların sadece ve sadece eğlence ve oyun için yaşadıkları, hayatlarının tek hedefinin bu olduğu, şahit olunan tarihî süreç ve şimdiki zamandır. Şu an oyun ve eğlence milyon dolarlık dev bir sektör hâline gelmiştir. Bu hiç oynamayacağız, eğlenmeyeceğiz manasına gelmez. Kurân’ın yerdiği husus, hayatı bundan ibaret görüp oyun ve eğlencenin, insana verilen imkânların israfına yol açması, bunların hayatta çok geniş yer tutup iyilikleri unutturmasıdır. Ankebut 64. âyetteki “Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir.” cümlesi 65. âyetteki karaya çıkınca Allah’a şirk koşan müşriklerin cümlesidir. Peki, nefse hoş gelen oyun ve eğlence neden insana âyetleri unutturur? Oyun ve eğlence insanın sorumluluklarını unutturur, ciddiyetini engeller ve en önemlisi içindeki şeytânî duygu ve düşünceleri kontrol etmesini engelleyen duygusal yönü besler. Bunlar, insanı mutlu eden adrenalin tutkusudur. Adrenalin ne kadar çok salgılanırsa vücut fiziksel olarak o kadar strese maruz kalır. Aslında bizi mutlu eden adrenalin sonrası hâl, vücudu yavaş yavaş fiziksel olarak yorar ve yıpratır. Her defasında adrenalin dozunu artırmak isteyen kişinin bağımlı olma riski artacaktır. Bu durumun en tipik örneği kumar bağımlılarında gözlenir. Her defasında bahsi büyütüp heyecanı arttırma arzusu tüm birikimi kaybettirir. Eğlenmek için yaşamak, madde bağımlılığı, alkol, kumar ve zinaya sürükler. İnsanın haz merkezi, onun ilkel beyninin kontrolünde olduğu için sürekli onu beslemek kontrolü kaybetmekle sonuçlanır.
52-Ve and olsun! Onlara bir kitap getirdik ve inanan bir kavim için onu rahmet ve hidâyet olarak bir ilim üzerine detaylandırdık.
Âyette geçen ‘bir kitap’ ifadesi, Hz. Âdem’den günümüze kadar başıboş bırakılmamak için insana kılavuzluk yapan tüm mesaj ve vahiylerin genel adıdır.
Fessale kelimesi fesale kalıbından alınınca, yerinden çıkıp ayrılması, asmanın küçük tanelerinin belirmesi; fessale kalıbı, açıklamak, elbiseyi biçmek, fasıllara ayırmak, hayvanı kesip parçalara ayırmak; iftesale kalıbı da kadının çocuğunu sütten kesmesi, ağaç fidanını ayrı bir yere nakletmek; fasıl kalıbı da kesin hüküm manalarına gelmektedir. Paylaşmak, rahmet, merhamet, adâlet, kıst, güvenmek ve güven vermek gibi insanı insan yapan daha birçok unsur kitapta hatırlatılmıştır. Bu değerlere inanan ve güvenenler için bir rahmet ve hidâyetin olduğu ifade edilmiştir. Bu merhametli kılavuzluğa ulaşmanın şartı; kitabî ve detaylı ilkeleri, ilmî bir ciddiyetle ele alıp hayata onları tutarlı olarak aktarabilmektir.
53- Onlar sadece onun tevîline mi bakıyorlar? Onun tevîlinin geldiği gün, daha önce onu unutmuş olanlar: “Rabbimizin resûlleri hak ile gelmiştir. Artık bize şefaat edecek şefaatçiler var mı ki bize şefaat etsinler veya döndürülmüş olsaydık, yapmış olduklarımızdan başkasını yapardık.” derler. Nefslerini hüsrâna uğrattılar. Ve uydurdukları şeyler kendilerinden ayrıldı.
Peki, uydurdukları ve kendilerini aldatan şeyler nelerdir? Hiçbir gayret göstermeseler de güya şefaatçilerinin olduğu ve onların kendilerini kayıracağı inancıdır. Bu inanç tam bir hüsrândır. Zîra bir ömür onlara güvenerek beklentiye girilmiştir. Rabbin resûllerinin hak ile gelmesi, onların bâtıl/boş yere değil bir amaca mebni olarak gelmeleridir. O amaç da önceden haber verip uyarmaktır. Bu olacaklar öncelikle dünyada onları bekleyenlerdir. Zaten pasaj Nûh, Âd ve Semûd örnekliği üzerinden devam edecektir.
Te’vil kelimesi, sözlük manası itibariyle aslına dönmek anlamına gelen ‘evl’ kökünden ‘tefil’ vezninde mastar olup döndürmek ve herhangi bir şeyi varacağı yere vardırmak demektir. Te’vil, bir lafzın arkasında yatan maksadı anlamaktır. Te’vil, Kurân’ın indiği dönem Arapçasında, bir şeyin akıbeti, ortaya çıkması, mahiyeti ve hakikati gibi anlamlara gelmektedir. Bu âyette tevil bir yere varmak anlamını ifade etmektedir. Müşrikler kendilerine ulaşan mesajların varıp dayanacağı nihaî noktayı bekliyorlardı. Böylece onların doğruluğu ortaya çıkmış olacaktı. Torpil ve kayırıcılar ile adâlete, hakkaniyete engel olan, güçlünün ezdiği, efendi ve kölelerin peyda olduğu toplulukların ecelinin er geç geleceği hakîkatine karşı müşriklerin “Bakalım sonu nereye varacak?” diyerek sonunu gözetmeleri tevil ile ifade edilmiştir. Her konuyu tevil etmek, yani işleri ileriye atarak ihmal etmek, oyun ve eğlence ile beslenen dimağların tipik özelliğidir. Bunlar âhirete inanmak için kıyâmetin kopmasını, âhiretin bilfiil gelmesini beklerler. Ama o gün geldiğinde onlardan hiçbir amelin kabul olmayacağını unuturlar.
Şefâ’at kelimesinin çoğulu şüfe’â' olarak gelir. Bu kelimenin aslı şef kelimesidir. Bunun anlamı da bir şeyi benzeri olan şeye eklemek, yan yana getirmektir. Şef' kelimesinden türeyen şefâ’at, bir kimsenin kurtulma hakkı ve imkânı yok iken başka birini aracı kılarak yardım istemesidir ve bu bir nevi torpil veya kayrılma talebidir. Zîra hak eden hak ettiği yer veya ödül için başka birini araya sokup ondan yardım beklemez. Şefaat daha çok yüksek makamdan aşağı makama doğru bir kullanışı ifade eder. Kast sistemi ile çalışan müşrik kafa Allah’ın katında bile tıpkı dünyadaki kayırıcıların olduğu gibi şefaatçilerin varlığına inanmaktadır. Kurân bu kolay yoldan ve birilerinin sırtından kurtulma bedavacılığını sürekli eleştirir ve reddeder. Enâm 70’de konu özetlenerek kayrılma talebi (şefaatin) yanında bir de fidye denilen rüşvet de eklenerek hiç birinin kabul edilmeyeceği net bir şekilde beyan edilmiştir.
54- Muhakkak ki sizin Rabbiniz Allah semâları ve arzı altı günde yaratandır. Sonra arşa istivâ etti. Gündüz, ona sürekli tâbi olan gece ile örtülür. Ve güneş ve ay ve yıldızlar O’nun emrine Mûsâhhardır. Yaratma ve emir O’nun değil mi? Âlemlerin Rabbi Allah mübârektir.
Yevm, zaman olarak güneşin doğması ile batması arasındaki süreyi ifade eder. Yevm, başı sonu belli olan ve 24 saatlik süre dikkate alınmaksızın herhangi bir zaman dilimi için de kullanılır. Kelime Kurân’da yerine göre ân, gün, devre, aşama, çağ gibi dönemleri anlatmak için de kullanılır. “Allah katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin sene gibidir.” (Hac:47) Bu âyette de çok uzun dönemleri ifade için çokluktan kinaye bin sene kullanımı yapılmıştır. Kurân’da yine gün sadece bin yıllık bir dönem için değil bazen 50 bin yıllık bir dönem anlamında şöyle kullanılmıştır: “Melekler ve rûhun ona yükselmesi bir gün içindedir, onun miktarı elli bin sene oldu. (Meariç:4) Bir ân manasında kullanılır: “Ve o gün, zâlim ellerini ısırır ve der ki “Keşke resûlle beraber bir yol tutsaydım.” (Furkân 27) Zâlimin bu tutumu bir anlık bir davranışken, bu bir günlük süre ile ifade edilmiştir. Doğum da aslında bir andır ama doğum günü şeklinde isimlendirilir.
Sitteti eyyam terkibi, altı gün, altı devre, altı aşama anlamına gelir. Bu terkip, Kurân’ın tamamında yedi kez geçer, nüzûl sırasına göre de ilk defa Kaf:38’de geçmiştir. Bu altı aşama, dünyanın ateş topu olduğu, soğumaya geçip yer kabuğunun oluştuğu, sonra atmosferin şekillenmeye başladığı, suların ve iklimlerin oluştuğu, ardından ilk canlılığın suda şekillenmeye başladığı, bitki örtüsü ve canlıların dünyaya yayıldığı aşamaları anlattığı gibi uzayın büyük patlamadan sonra geçirdiği kozmik aşamaları da ifade ediyor olabilir. Kurân’da Fussilet sûresi’nin 9-12. âyetlerinde bu husus daha detaylı anlatılacaktır. Yevm kelimesinin buradaki anlamının aşama, dönem olarak kabulü, bize Kurân’ın başka bir mucizesini daha görme imkânı vermektedir. Bilindiği gibi günümüz itibariyle elde edilmiş kozmolojik bulgular, evrenin birtakım evrelerden geçerek bugünkü durumuna geldiğini göstermektedir. Ayrıca bu değişim ve dönüşüm hâlâ devam etmektedir. 6 günde yaratılma, olmuş-bitmiş bir dönem değil hâlâ devam eden din günü ile son aşamaya girecek olan bir süreçtir.
Arş bir binanın en değerli, en yüksek yerini teşkil eder. Bir eve nispetle tavanı, tavana nispetle üstündeki çatısı, kubbesi hep arş kelimesinin anlam sahasına girer. Yükseklik olarak çadır ve çardak gibi yükselen ve gölge veren her şeye denir. Bu sûretle arş kavramının en kesin anlamı değerlilik ve yükseklik ifade etmesidir. Arş kelimesi Kurân’da, Allah’ın bütün varlığın tâbi olduğu yasaları koyucu tek makam olması manasında gelmektedir. Zîra bu kullanım sürekli O’nun âlemleri yaratmasına ilişkin bir bağlamda gelir.
İstivâ kelimesi; dayanmak, dikilmek manası dışında “ilâ” ile müteaddi (geçişli) olduğunda istilâ manası da vardır. Allah’ın koyduğu yasaların dışında herhangi bir mahlûkat alanı olmadığı ‘istilâ’ manasını da ifade edebilir. Dolayısıyla istivâ’dan maksat Allah’ın kudretinin arşa nüfûz etmesi, mahlûkatın üstünde onların varlığını sürdürme sebebi olan kaide ve kurallar bütünü (sünetullah) anlamına da gelebilir. Zîra devam eden âyetler makbul duanın özelliklerinden bahsedecektir. Bu bağlamda makbul duanın Allah’ın yasalarına uygunluğunu ifade etmek için konuya böyle zihnî bir inşa ile başlanmış olabilir.
Hasîs kelimesi ‘hasse’ mastarından fe’yil manasında fâil veya mef’ûl olarak “hâse” veya “mahsuse” manalarına gelir ki, burada bir isteyenin bir de istenilenin hâlini gösterir. Bir ısrarı, sabırsızlığı, aceleyi ve hızlılığı gerektirir. Bunun için “hasîs” sadece, seri olmak, aceleci olmak veya süratlendiren manalarına gelir. Bu âyetteki, “yatlubühû hasîsen” (gündüzün geceyi kovalamasıyla bürüyüp örtmesi) ile gündüzün geceyi hasîs olarak talebi, sürat ve ısrar ile aralıksız bir şekilde takip etmesi anlamında tefsir edilmiştir. Böylece zamanın, imkânların, dönemlerin çok hızlı bir şekilde gelip geçtiğini ifade etmektedir. 6 günlük yaratılış sürecinin birbirini kovalayan geçişine de bir gönderme olabilir.
Müsehhar ifadesi, Allah’ın yasalarına karşı duramayan anlamına gelir. Güneş, ay ve yıldızların insana Mûsâhhar kılınmadığı, yani onların hareketlerinde insanın bir dahlinin ve etkisinin olmadığı ifade edilmiştir. Allah’ın yasaları ve bu yasaların sürekliliği (arşa istivâ) ile hayatın ancak devam edebildiğine bir âtıf olabilir.
Tebâreke kelimesi, üreme ve fazlalık anlamındaki berk, bereket kelimelerinin tefâ’ale kalıbındaki bir türevidir. Kelimenin kökü olan berk, bereket genellikle hayırlı olan bir şeyin bolluğu olarak ifade edilir.
Sonuç olarak Allah’ın bir süreçle oluşturduğu kâinatın savruk, rastgele değil, belirli bir sistem ve kurallar bütünü içinde işlediği ve her kulun bu kaide ve kurallar ölçüsünde hareket etmesi ile bereket olarak karşılığını bulacağına işâret edilmektedir.
55- Rabbinize tazarrû ve içten dua edin. Muhakkak ki O, haddi aşanları sevmez.
Bu âyette duanın edebi ve usûlü öğretilmektedir. Günümüzde imamın önde sesini duyurmak için yüksek tonda, basmakalıp olarak cemaate yaptırdığı duanın Kurân’î bir referansı yoktur. Hatta bu tutumun haddi aşmak olduğu net olarak ifade edilmiştir. Dua öncelikle basmakalıp değil kişiye özel olur. Zîra herkesin istekleri ve sıkıntıları farklı farklıdır. İki dua tevazu içinde, samimi olmalıdır.
Tadarru’an kelimesi muhtemelen nüzûl sürecinde ilk burada geçer. Dikenli bir çöl bitkisi olan şibrık, iyice kuruduğu zaman darî’ ismini alır. (Lisân, şibrık md.) Ona bu adın verilmesinin nedeni, develerin onu dikenlerinden etkilenmeden koparmak için başlarını yere yaklaştırmalarıdır. Dara‘a kökünden gelen sekiz kelimenin tümü de Mekke döneminin sonlarında indirilen Arâf, Enâm, Ğâşiye ve Müminûn sûrelerinde yer almıştır. Dilimize “tazarrû ve niyaz” biçiminde girmiş olan sözcüğe bu bağlamda verilebilecek en uygun anlam “tevazu içinde” olacaktır.
Hufyeten kelimesi h-f-v kökünden türemedir. Hufye kavramına gizli anlamı yanında, gönlün derinliklerinden gelerek dua etmek manasını da verebiliriz. (M. Esed) İstediğimiz hedefleri içimizden gelerek arzulamak, onun gerçekleşmesinde bize önemli avantajlar sunacaktır. Tevazu ve içten gelerek yapılmayan istekler, hile ve kandırma gibi illegal yollarla veya zor kullanarak yerine getirilmeye çalışılır. Kurân bu tür davranışların hepsine mu’tedîn/haddi aşarak bozgunculuk, fesat çıkarmak, barışı ve düzeni bozmak manasını bir sonraki âyette devam ettirmektedir.
İnsanoğlu ya Allah’ın yasalarına boyun büküp tevazu ve içtenlikle isteklerinin gerçekleşmesi için kendisine hedefler (dualar) belirleyecek ya da bitmek bilmez isteklerini hak ve adâlet gözetmeden doyurmaya çalışıp kendine ve başkalarına beddua olacaktır.
56-Islâh olduktan sonra yeryüzünde fesât çıkarmayın. Allah’a korkarak ve umutla dua edin. Şüphesiz ki Allah’ın rahmeti muhsinlere yakındır.
Muhsin, ihsân eden demektir. İhsân kelimesi lügatte iki şekilde açıklanır: Birincisi “ehsanahu”dur ki, bir şeyi güzel yapmak demektir. Diğeri de “ahsene ileyh”dir ki ona iyilik, güzellik yaptı demektir. İhsân kelimesi, “husn” kökünden türemiş “ahsene” fiilinin mastarıdır. Muhsin kelimesi de bu fiilin ismifâilidir. İhsân hassaten faydalı ve hayırlı şeyler için kullanılır ve iyilik kastı olmaksızın yapılmaz.
Havf sözlükte “korkmak, kaygılanmak, endişe duymak” gibi anlamlara gelir. Genellikle “hoşlanılmayan bir durumun başa gelmesinden veya arzulanan bir şeyin elde edilememesinden duyulan kaygı ve korku” şeklinde tanımlanmıştır Korku ve ümit arasında olmak tazarrûyu ve içtenliği tefsir etmektedir. Bu hâl, beklentinin yükselmesi ve hayal kırıklıklarına karşı da bir sigortadır. Duanın, bazen olmaması olmasından daha hayırlı olabilir. Gökleri ve yeri 6 aşamada yaratan Rab dünyaya bir takım kurallar koymuştur. Kuralların oluşturduğu şartların doğru zamanda, doğru yerde olgunlaşması durumunda dua kabul edilmiş demektir. (Bkz. Araf:57)
Makbul duanın şartları burada 5 adet olarak sıralanmıştır.
1- Allah’ın yasalarına uygunluk
2- Tevazu ve samimiyet
3- Korku ve umut halinde olmak
4- Fesât çıkarmayıp kötülüklerden uzak durmak
5- Islâh edip muhsinlerden olabilmektir.
Sonuç olarak duanın kabulü dua olmaya bağlanmıştır. Allah’ın rahmeti, ihsân edenlere yakındır. Zîra merhamet etmeyene merhamet edilmez.
57- Ve rahmetinin önünde müjdeleyici olarak rüzgârları gönderen O'dur. Ağır bulûtları yüklendiği zaman onu ölü bir beldeye sevk ettik. Ve de ondan su indirdik. Bu şekilde onunla bütün ürünlerden çıkardık. İşte bunun gibi ölüleri çıkarırız. Umulur ki tezekkür edersiniz.
Âyetler, suyun bütün canlılar için bir hayat kaynağı olduğuna, hayatın da bu temiz suyla bağlı bulunduğuna işâret etmektedir. Ayrıca bu benzetmeler, hayatın öteki dünyadaki devamlılığının makul ve mümkün olduğunu gösterir. Kurân’da rüzgâr-rahmet/yağmur metaforunun kullanıldığı her yerde vahye bir işaret ya da îma vardır. Yağmurun inmesi ile âyetlerin nüzûlü, onu taşıyan resûlün beşir oluşu ile bulûtları taşıyan rüzgârların müjdeleyici olarak nitelendirilmesinde, parça parça inen âyetlerin ölü kalpleri diriltmesi ve damla damla yağan yağmurun da rahmet olması ve suyun ölü toprağa canlılık katması gibi birçok ortak yan bulunmaktadır. Ancak yağmur ne kadar yağarsa yağsın toprak verimsiz ve çorak ise orada sadece faydasız dikenler artacaktır.
58- Ve temiz belde, Rabbinin izniyle nebâtı çıkarır. Ve kötü olan ise, faydasız, kıt bitkilerden başka bir şey çıkarmaz. İşte böylece şükreden bir kavme âyetlerimizi detaylandırıyoruz.
İbn Abbas bu âyetin mümin ve kâfir kimseler hakkında yapılan bir benzetme olduğunu söylemiştir. Mümin, toprağı verimli olan güzel belde gibidir ki o hak sözü işitince onu kabul ederek ondan faydalanır ve güzel ameller ortaya çıkar. Münafık da kötü topraklı yere benzetilmiştir ki o, hak sözü işittiği hâlde onu kabul etmez ve ondan faydalanmaz. İnsan ham olarak dünyaya gelir bu hamlığı, özünü (fıtrî özelliklerini) bozmadan ne kadar işler ve emek verirse doğru kılavuzluk ile ondan sadır olan ameller o oranda bereketlenir. Ancak kendi fıtratında olanı, ne kadar nefsanî arzu ve vesveselerle beslerse o kadar çoraklaşan faydasız zararlı bir âfete dönüşür. Günümüzde yapılan endüstriyel tarım uygulamaları başta olmak üzere fıtrata ters tüm yanlış uygulamalar neticesinde topraklarımızın çölleşme sorunu ile karşı karşıya kalınmıştır. Buna bağlı olarak küresel ısınma, erozyon ve kuraklıklar ortaya çıkmıştır. Toprağa yapılan her türlü suni müdahale elde edilen ürünleri daha az faydalı, hatta zararlı bir hale dönüştürmektedir. Kimyasal kullanım başta olmak üzere çeşitli dış müdahalelerle elde edilen ve görünüş itibariyle iyi görünen bir ürünün içeriğindeki besleyici öğelerin, mineral ve vitaminlerin aslında çok düşük olduğu bunun yanında vücuda zararlı olacak düzeyde yüksek şeker oranlarına sahip olduğu görülmektedir. Topraklarımızı ıslah ederek tekrar hayata döndürmenin en basit ve doğru yolunun ise doğal tarımla yani fıtrata uygun olarak ekip biçme ile mümkün olacağı yapılan çalışmalar neticesinde anlaşılmıştır. Su aynıdır; ancak düştüğü zemin onun rahmet mi yoksa zahmet mi olacağını belirlemektedir.
59-And olsun! Nûh’u kavmine gönderdik. Artık dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kul olun! Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Muhakkak ki ben, azâmetli günün azâbının üzerinize olmasından korkuyorum.”
(Hz. Nûh ile ilgili geniş bilgi için bkz. Şuarâ:105–122) Bu âyette ‘korkuyorum’ manasındaki ‘ehafu’/havf, bilgisizlik ve belirsizliğin oluşturduğu korkudur. Dolayısıyla azîm günün azâbı öncelikle onları bekleyen su baskınıdır. Bu âfetten sağ çıkamazlarsa tevbe edip iyiye yönelme imkânları da kalmayacaktır. Sağlıklı bir kulluk için öncelikle insanların sağlıklı bir hayat sürmesi gereklidir. Bu nedenle yaşam hakkı önceliklidir. İnsanın onuruyla yaşayabilmesi için sağlık ve iaşe en temel ihtiyaçtır. Bkz. “Kim de (bir insanı) yaşatırsa bütün insanları yaşatmış gibi olur.” (Mâide:32)
60- Kavminin meleleri dediler ki: “Muhakkak ki biz seni apaçık bir dalâlet içinde görüyoruz.”
Mele, “dolmak” anlamına gelen ‘mil’ kelimesinden türemiş olup kelimenin esas anlamı, dolu olan (depo) demektir. Zaman içinde “reisler/başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri” için de mecâz anlamla ‘mele’ denilir olmuştur. Bunlara ‘mele’ denilmesinin sebebi, kendilerinin ihtiyaç duyulan bilgi ile dolu olmalarındandır. Kurân’da genel olarak inanç bağlamında kullanılır. Burada yerden ve gökten gelen âfetlerden korunduklarına dair putlar edinen Nûh’un kavminin âfet uyarısını inançsal algılamaları doğaldır. (Bkz. Nûh:23) Zîra bu tûfân, putların işlevsizliğinin kanıtı olduğu için ilk karşı çıkanlar putçu melelerdir. Meleler, günümüzde insanlar üzerinde etki sahibi olan gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler, iş adamları vb. gibi her alandaki önde gelen insanlar olarak anlaşılabilir. Burada inanç bağlamında ‘mele olarak ilâhiyatçılara da’ özel bir parantez açmak gerekir. İlâhiyatçı demek, ilâhî konularda bilgi ve birikimi olduğu için bu konularda ona danışılan ve bu danışma ve bilgilendirmeden dolayı para kazananlardır. Bir şeyin sonuna ‘cı-çı’ gibi ekler geliyorsa dilimizde bu ondan geçinme manasındadır. Oysa ilâhî olandan rant elde edilemez. Din gönüllü yapılmak zorunda olan bir alandır. İlâhiyatçı kullanımının kökeni; Teoloji ya da Tanrıbilimine dayanır. Teoloji ile ilgilenen kişilere batıda teolog, din bilimci, tanrıbilimci denirken bize bu kelime ilâhiyatçı olarak geçmiştir. Modern dönem öncesi kurulan pek çok üniversite, kilise okullarından ve manastır kurumlarından dönüştürülmüştür. Bu sebeple, Orta Çağ'da teoloji, üniversitelerin temel araştırma alanlarının en ön sıralarında gelmekte ve teolojiye "Bilimlerin Kraliçesi" (The Queen of the Sciences) adı verilmekteydi. Bu önceliğinden ötürü bu okulların müfredatlarında, Kilise Kanunları gibi dersler yer almakta ve bu dersler ile kiliseye hizmet edecek genç insanlar yetiştirmeleri amaçlanmakta idi. Hatta bu üniversitelerin dua etme, vaaz verme veya ayinleri de içeren şapelleri de bulunmaktaydı. İslam dininde bu tarz ibadetleri yapmak veya yaptırmak için maaşlı bir kadro yoktur. Kurân’a göre namaz kılmak veya kıldırmak, Allah’ın kitabını okuyup onun üzerinde tefekkür etmek ilâhî olanla ilgili bilinçli olmak araştırma yapmak kulluğun gereğidir. Kimse bir dine inanmak ve bir dini yaşamak için maaş almamalıdır. Bu yüzden ‘’Bu iş için sizden ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan sadece âlemlerin Rabbidir.’’(Şuarâ:109,127,145,164,180 Ayrıca bkz. Yûnus 72, Hûd 29,51)) vurgusu önemlidir. Oysa ilâhiyatçı, molla, şeyh gibi kadrolar oluştukça bundan rant kazananlar dinde tek otorite olma yoluna giderler. Böylece ilâhiyatçı meleler maaşlarının hakkını vermek için dinde kendilerini otorite zannedip başkalarını dalâlette görür ve gösterirler. Dinin sahibi olduğunu zannedenlerce Hz. Nûh gibi geçimini dinden kazanmayan ve insanların kurtulması için çaba harcayanlar her zaman ve her zeminde ötekileştirilmiştir. Peygamberler geçimini marangoz, demirci, çoban, tüccar, terzilik gibi mesleklerle sağlarken onların karşısında ilk sırasında duranlar dinden geçinenlerdir. Hz. Muhammed’e “Sen kitap nedir imân nedir bilmezdin.” diyen mübarek âyetin bir manası da ‘Sen ilâhiyattan geçinen, insanlara din satan biri değildin.’ demektir. (Bkz. Şûra:52)
61- Dedi ki: “Ey kavmim, ben dalâlette değilim! Ve lâkin ben, âlemlerin Rabbinden bir resûlüm.
Hz. Nûh onlara karşı sadece, “Ben sapık/dalâlette değilim.” şeklinde meşrû nefsi müdafaa hakkını kullanmıştır. Ancak, siz sapıksınız diyerek karşılık vermemiş, onların hakaretini onlara çevirmemiştir. Bu tartışma yöntemi, günümüz ve geleceğin din metodu olmalıdır. Bugün bir Müslüman’a da, “sapık, sefîh” (Bkz. Arâf:66) gibi hakaretlerde bulunanlara misli ile karşılık verilmemelidir. Zîra bu hikmetsiz tutum nizalaşmayı arttırır, savunma mekanizmasını harekete geçirir ve muhatabın düşünmesini engelleyecektir. Hz. Nûh ve diğer peygamberlerin sünnetinden bunu öğreniyoruz.
Hz. Nûh, resûl kavramı ile kendisini elçi olarak tanımlamaktadır. Şuarâ sûresinin 107. âyetinde emin sıfatı kullanılarak “güvenilir elçi/resûl” olduğu vurgulanmaktadır. Hûd sûresinin 25. âyetinde “apaçık bir uyarıcı” olduğu açıklanmaktadır. Resûlün izinden gidenler; dinden geçinmediği için hakîkati ticaret metasına çevirmeyen, özü sözü bir, emin/güvenilir, yeni fikirlere açık insanlar olmalıdırlar.
62-Size Rabbimin risâlelerini tebliğ ediyorum ve size nasihat ediyorum ve sizin bilmediğiniz şeyleri ben Allah’tan biliyorum.
Risâle, sözlükte göndermek anlamındaki irsâl kelimesinden isimdir. Çoğulu resâil “sözlü veya yazılı mesaj iletme” manasında “elçilik” demektir. Elçinin ilettiği yazılı mesaja, ayrıca küçük kitaba da risâle denilmiştir. Risâlenin manası zaman içinde kitap, mektup, makale, inceleme, araştırma, monografi kelimelerini karşılayacak şekilde genişlemiştir.
Tebliğ kelimesi “be-le-ğa” fiilinden “tef’îl” bâbında mastardır. Çoğulu teblîğâttır. Tebliğ, Kurân’da “belâğ” kelimesi ile aynı anlamda kullanılmıştır. Aynı kökten gelen ‘belíğ’ kelimesi, en açık, en etkileyici, maksada en uygun, noksansız ve güzel söz demektir. (Bkz. Nisâ:63) ‘Belâğat’ güzel söz söyleme sanatıdır ki, karşıdaki kimsenin durumuna göre, tam yerinde, düzgün ve etkileyici, maksada en uygun söz söyleme sanatı demektir. Kurân, en üstün ‘fasâhat’ (az sözle çok şey anlatma) ve belâğat sanatına sahiptir, bu bakımdan benzeri olmayan bir mûcizedir. Bir şeyi yerine ulaştırma anlamına gelen tebliğ, istiare yoluyla bilinmesi istenen bir konuyu ilgilisine duyurma manasında da kullanılır. Tebliğ görevi aynı zamanda bütün peygamberlerin bir sıfatıdır. Onlar, Allah’tan aldıkları bilgiyi, hiçbir ilave yapmadan, hiçbir şey çıkarmadan, etkili bir şekilde insanlara ulaştıranlardır.
Nâsih, nasihat veren anlamındadır. Bu kelime ‘nush’ kökünden türemiştir. Aynı kökten gelen ‘nâsuh’, hâlis, saf, samimi demektir. Hz. Nûh onların iyiliği için samimi ve güvenilir şekilde kavmini uyarmaktadır. Tebliğin nasihatten farkı, bilgiyi eksiltip artırmadan tam hedefine ulaştırmadır. Nâsihat ise bu ulaştırmanın usulüne dair bir kullanımdır. Bilgi ya dikte edilir ya umursamaz bir şekilde hâşâ postacı gibi ulaştırılıp sonuçları için endişe edilmez, peşine düşülmez. Ancak resûller bilgiyi onların iyiliğini düşünen, hâlis bir niyet ve önemser bir tutumla ulaştırmışlardır.
63-Ve sizi uyarması ve sakındırması için, içinizden bir kişiye, Rabbinizden bir zikrin gelmesini mi yadırgadınız? Ve umulur ki rahmet olunursunuz.
Nûh, maddî ve manevî afetlerden sakındırmak için öncelikle kavmini uyarmış sonra onlara hatırlatmalarda bulunmuştur. Doğal âfetlerin gâyet mümkün felâketler olduğu, putların kendilerini koruyamayacağını, korunmanın su üzerinde kalacak olan bir gemi ile olabileceğini hatırlatmasına rağmen sanki çok olağanüstü şeyler söylüyormuş gibi onu ve sözlerini yalanlamak için acayipleştirmişlerdir. Amaç acayipleştirip onun ve söyleminin yadırganmasını sağlamaktır.
64- Artık onu yalanladılar, böylece onu ve gemide onunla beraber olanları kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayanları boğduk. Muhakkak ki onlar âmâ bir kavim oldular.
Âyette Nûh kavmi için ‘amîn’ kelimesi seçilmiştir. Zîra bu kelime, fizikî gözün görmemesi anlamındaki â’mâ kelimesinden farklıdır. ‘Amîn kelimesi, basîret ve ferâsetin kör oluşunu ve bu körlüğün devamlılığını ifade etmektedir. Öncesinde de su baskınına sık sık uğrayan bölgede daha büyük ve etkili bir tûfânın kopacağına dair tüm alâmetlere ve resûlün tebliğ ettiği âyetlere rağmen kavim, melelerin yönlendirmesi ile kör olmayı tercih etmiştir. Allah’ın yasası değişmediği için tedbir alıp sakınan kurtulmuş, tedbirsiz yakalanan boğulmuştur. Suyun yasalarını en baştan belirlediği için fâil Allah’tır.
65- Ve Âd’a onların kardeşi Hûd dedi: “Ey kavmim, Allah’a kul olun! Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?”
Kurân’da Hz. Nûh, Hz. Hûd, Hz. Sâlih, Hz. Şuayb gibi peygamberler inkârcı kavimlerinin “kardeşleri” (ehûhum) olarak takdim edilirler. (Bkz. Şuarâ:106) Peygamberlerin kavimleriyle olan kardeşliği, içinde doğup onlarla birlikte aynı hayatı paylaşmalarına atfen yapılmış insan kardeşliğidir. Kurân’da 24 kez geçen Âd kavminin, nüzul sırasında geçtiği ilk yer Fecr sûresidir. Kurân’da 22 yerde Âd, Semûd ile birlikte veya art arda anılır. (Krş. Fecr:6, Şuarâ:123–159, Kamer:18, Sâd:12) Hz. Hûd, ilki Şuarâ sûresinde olmak üzere Kurân’da yedi defa anılmıştır. (Bkz. Şu’arâ 123)
66- Onun kavminden kâfir meleler şöyle dedi: “Muhakkak ki biz, seni bir sefîhliğin içinde görüyoruz ve gerçekten biz, seni kesinlikle yalancılardan zannediyoruz.”
Sefîh kelimesi görüş ve gidişatta hafiflik demektir. Bu akıl noksanlığından kaynaklanır. Yani sonu budalalığa varan, hafiflik ve fikirsizliktir. Zıddı ağırbaşlılık ve akıllı olmadır. Sefîh; aklı eksik, akıl dışı davranışlarda bulunan ahmak demektir. Kısacası sefîh ve sefâhat, görüş ve fikirde hevâ ve hevese tâbi olmak, aklı ile değil zevk ile hareket etmektir. Burada yine Hz. Nûh’u sapık ilan edenler gibi Hz. Hûd’u akılsızlık ile yaftaladıklarını görmekteyiz. Aslında sapık olanlar Hz. Nûh aynasında kendi sapıklıklarını Hz. Hûd aynasında kendi ahmaklıklarını görmekte; ancak bunu aynadan bilmektedirler. Hz. Nûh’un kavminde inanç özgürlüğü olmadığı için onu sapık ilan etmişler, Hz. Hûd’un kavminde ise düşünce özgürlüğünün olmadığı hakaretlerinden anlaşılmaktadır. Âd kavmi fizikî olarak Nûh kavminden daha güçlüdür. Ancak çoğu zaman kas gücü, akıl gücü ile ters orantılı ilerlemiştir. Âd kavmi kararlarında delil, işâret manasındaki âyetler yerine zan ile hareket etmektedir. Güçlü ve kuvvetli olan, ancak pek de akıllı olmayan bu ahmak kavim Hz. Hûd ile ilgili bir güven problemi de yaşamaktadır.
67- Dedi ki: “Ey kavmim, ben sefîh değilim! Ve lâkin ben âlemlerin Rabbinden bir resûlüm.”
68- Rabbimin risâlelerini size tebliğ ediyorum ve ben, emin bir nâsihat ediciyim.
Güvenilir olarak bilinmek için kavmin arasında yıllar geçirmek gerekir. Bu 65. âyetteki “Ve Âd’a onların kardeşi Hûd” kullanımındaki kardeşliğe ve bir sonraki âyette “sizden bir kişi” kullanımına da uygundur.
69- Ve sizi uyarması için sizden bir kişiye Rabbinizden bir zikir gelmesini mi acayip buluyorsunuz? Nûh kavminden sonra sizi halîfeler kıldığını ve yaratılışta sizin gücünüzü arttırdığını hatırlayın! Artık Allah’ın nimetlerini zikredin ki böylece felaha erersiniz.
Âyetteki ifadeden, Nûh kavminin yaşayıp yok olduğu bölgede Nûh kavminden sonra Âd kavminin yaşadığı ve bu durumun Âd kavmi tarafından bilindiği anlaşılmaktadır. Zîra Hz. Hûd bir mukayese yapmaktadır. Nûh kavmini bilmeyen biri bu mukayeseyi yapamaz. Hûd peygambere ait bu ifadeden, Âd kavminin Nûh kavmine nazaran fizikî yapı olarak daha güçlü-kuvvetli olduğu anlaşılmaktadır.
Âlâi, nimet manasını ifade eden çoğul bir kelimedir. Tekili, elâ kelimesidir. Bunun dışında “ilyün, elyün, elen, ilen ve elvûn” olarak da gelir. Elâ, peşinden başka bir nimet gelen nimettir. Veliyehu yelîhî (onu takip etti, eder) ifadesinden alınmıştır.
Felâh bir terim olarak, kişinin yükümlülüklerini yerine getirmesinin sonucunda dünyada elde edeceği başarı, mutluluk, kurtuluş ve saadeti ifade eder. Aynı kökten gelen iflâh, bir şeyi elde etmek, arzu edilen şeye ulaşmak, çalışmada başarılı olmak gibi anlamlar ifade eder. (Bkz. Şems:9, Tâhâ:64)
‘Allah’ın nimetlerini zikredin!’ cümlesinden önce Nûh örneğine âtıf önemlidir. Zîra Nûh’a inanıp güvenenlerin nasıl kurtulduğunun hatırlanması, zikredilip gündeme getirilmesi Âd’ın gelecek âfetten kaçabilmesi için önemli bir örneklik teşkil etmektedir. Hz. Hûd bu hayatî uyarıları onların kurtulması için yaparken, kavminin cevabı yine konuyu inanca ve geleneğe bağlamaktan ibarettir.
70- Dediler ki: “Tek bir Allah’a kul olmamız ve babalarımızın ibadet ettiği şeyleri terk etmemiz için mi bize geldin? Eğer sen sâdıklardan isen bize vaad ettiğin şeyi artık bize getir!”
Hz. Hûd’un gelecek olan âfeti Hz. Nûh örneği ile destekleyerek haber vermesi, kavmi tarafından bir tür cezalandırma ve tehdit olarak algılanmıştır. Uyarıyı tehdit olarak algılamaları meydan okumalarından anlaşılmaktadır. Âlemlerin Rabbi olan Allah tarihin bir dönemindeki âciz beşerler ile hâşâ güç yarışına girmekten münezzeh ve beridir.
71- Dedi: “Rabbinizden kokuşmuşluk ve gazap üzerinize vâki olmuştur. Siz ve babalarınızın koyduğu isimler hakkında mı benimle mücâdele ediyorsunuz? Allah ona bir sultân indirmedi. Artık bekleyin! Muhakkak ki, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.”
Bu âyette geçen sultân kelimesi, toplumu nüfuz ve etki altına alıp onları sürükleyen, ikna edici delil anlamındadır. İlâhiyatçı melelerin Âd kavminin genelini ilgilendiren bu konu ile ilgili ellerinde zandan başka hiçbir şey yoktur.
Rics, Kurân’da sekiz kez geçmektedir. Kelime temiz ve temizliğin karşıtı olan kirlilik ve kir demektir. Her türlü rahatsızlık veren kir, pislik “rics” ile ifade edilir. Kelimenin ilk/kök anlamı, rahatsız eden şiddetli gök gürültüsü, deve sesidir. Sonraları, insana rahatsızlık, veren ve bunlara sebep olan her şey manasında kullanılmıştır. Hz. Hûd’un cevabı şu soruya binaendir: “Tek bir Allah’a kul olmamız ve babalarımızın ibadet ettiği şeyleri terk etmemiz için mi bize geldin?” Aklını kullanmayarak atalarını körü körüne taklit eden her toplumun yaşadığı sosyolojik kokuşma ve kin ortamı Hz. Hûd tarafından mevcut vakaya bakılarak dile getirilmiştir. Bu konu ile ilgili Allah’ın sünnetini özetleyen âyet de şudur: “O, aklını kullanmayanları pislik içinde bırakır” (Yûnus:100). Hz. Hûd’un derdi çocuk, genç, yaşlı dinlemeden toplumu yok edecek olan âfetin haberini vermekken, kavmi atalarının putlara koyduğu üstün sıfatlar, isimler (esmâ) üzerinden âfetin kendilerine zarar vermeyeceği zannında bulunmaktadır. Gazab, intikâm arzusuyla kalp kanının kabarması/sıçramasıdır. Genelde gazab denince öfke anlaşılmaktadır. Allah’ın böyle bir duygusu olması için insana benzeyen hâşâ âciz bir vücud ve hormonlarının olması gerekir. Buradaki gazap, melelerin hatırlatıcılara gösterdiği tepkidir. Hiçbir sultâna dayanmayan bu asılsız inançlar, ne yazık ki onların sonunu getirecektir.
72-Böylece onu ve onunla beraber olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayan ve inanmayan kimselerin arkasını kestik.
Hz. Hûd, kavmin akılsızca yaptığı tercihi değiştiremeyeceğini anlayınca kendisine güvenenler ile uzak bir yere hicret ederek bu kasırgadan kurtulmuştu. Kabrinin Hadramut’ta bulunduğunu bildiren rivâyet de bunu desteklemektedir. Âd kavmi, yedi gece sekiz gün amansız devam eden, kayaların uçuştuğu, taşların havada birer kurşuna döndüğü kasırgaya maruz kalmıştır. Arkalarının kesilmesi o güçlü kuvvetli insanların nesillerinin devam etmediği manasındadır. (Âd ve Semûd’un arkada bıraktıkları harabeler ile ilgili bkz. Ankebût:38)
73-Ve Semûd’a, onların kardeşi Sâlih şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kul olun. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Rabbinizden size bir beyyine gelmiştir. Bu Allah’ın dişi devesidir. Sizin için bir âyettir. Artık onu, Allah’ın arzında bırakın yesin, ona kötülükle dokunmayın! Yoksa sizi elim bir azâp yakalar.”
Beyyine ayrılmak, uzaklaşmak ve ayırmak, uzaklaştırmak manasındaki “beyn” kökünden sıfattır. Bu âyette dişi deve; kurtuluş âyeti, işâreti ve umududur. Hz. Sâlih tarafından bölgeden uzaklaşma vesilesi olarak kavmine sunulmuştur. Beyyinenin bir de beyân kökünden sıfat olma durumu vardır ki orada anlam “apaçık delil, hüccet, kesin belge” demektir.
Nâkah dişi deve demektir. Ancak Araplar her dişi deveye değil, sadece 5 yaşına basan dişi develere “nâkah” derlerdi. Beş yaşına girmiş dişi deve ulaşımın için henüz at, katır ve özellikle çöl yolculuklarında devenin binek hayvanı olarak kullanılabileceğini bilmeyen Semûd için kurtuluş âyetidir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Şuarâ:155) Arâf sûresi, sosyal yaşamın cennet gibi olmasına engel olan Âdem kıssası ve eşinin yaptığı tercih ile konuyu başlatmış ve sonrasında kavimlerin hataları ile devam ettirmiştir. Özetle Hz. Nûh’ta inanç güvenliği, Hz. Hûd’da düşünce güvenliği, Hz. Sâlih’te seyahat güvenliği, devam eden âyetlerde anlatılacağı üzere Hz. Lût’ta ırz ve namus güvenliği, Hz. Şuayp’te mal ve mülkiyet güvenliği, Hz. Mûsâ kıssasında bunların tamamına örnekleri ile işâret edilecektir.
74- Ve Âd’dan sonra, sizi halîfeler kıldığını hatırlayın! Ve sizi yeryüzünde yerleştirdi. Onun ovalarında köşkler edindiniz ve dağlarda evler oydunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın, yeryüzünde müfsîdler olarak bozgunculuk çıkarmayın!
Ovaya köşk ve saraylar yaptırıp dağları, kayaları oyarak evler edinmek bu kavmin yerleştikleri coğrafyada nesillerce kalmayı plânladıklarını göstermektedir. Hz. Sâlih içinde bulundukları nimetleri kavmine hatırlatarak bunların ifsât sonucu ellerinden gitmesi tehlikesine karşı onları uyarmaktadır.
75-Onun kavminden kibirli meleler, ona inanan güçsüz, zayıf gördüklerine şöyle dediler: “Sâlih’in şüphesiz onun Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?” Dediler ki: “Muhakkak ki biz onunla gönderilen şeye inananlarız.”
Nûh kavminde sapık ilan eden meleler, Âd kavminde kâfir meleler, Semûd’da ise kibirli melerden bahsedilmesi inançlardan geçinenlerin sergiledikleri tipik davranış kodlarına birer örnektir.
‘Müstaz’af’, ‘istaz’afe’ fiilinin fâil ismidir. ‘Istiz’af’ sözlükte, zayıf görmek, zayıf bırakmak, zayıf bir hale getirmek, zillete düşürmek demektir. Semûd kavminde yapılan köşklerde kimlerin kibirle oturduğu, sarayların ve taş evlerin kimlerin emekleri ile yapılıp oyulduğu bu âyetlerde ifade edilmiştir. Köle sınıfı olup ezilen ve zayıf düşürülen insanlar, resûllerin getirdiği kurtuluş çağrısına çoğunlukla en önce inanıp güvenen kesimdir. Zîra İslam; mala, nefse, efendilere kulluğun önüne geçmek için sadece Allah’a kulluğu önermiş ve adâleti böyle tesis etmiştir. İnsanların korkularını, gaybı taşlayarak sûistimal eden kibirli meleler, Sâlih ile birlikte köle stoklarının bölgeyi terk etmesini istememektedir. Zîra insanlara tepeden bakıp onların sırtından saltanat sürmenin tek yolu şirkin oluşturduğu kast sistemini korumaktır. Hz. Sâlih ile gönderilen şey kurtuluşun nasıl ve hangi araçla olması gerektiğidir.
76-Kibirlenenler şöyle dedi: “Muhakkak biz, sizin inandığınıza küfredenleriz.”
Hz. Sâlih ve ezilenlerin inandıkları, efendilerin saltanatının ve kurulu sisteminin bâki ve vazgeçilmez olmadığıdır. Çoğaltma kibre, kibir de o emanette başkalarının hakkı olduğu gerçeğini örtme/küfür ile sonuçlanmıştır. İsrâiloğullarını Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun ile birlikte göndermek istemeyen Firavun gibi Semûd kavmi de kölelerinin bölgeyi terk etmesine engel olmak istemektedir.
77- Böylece deveyi sakatladılar ve Rablerinin emri dışına çıktılar. Ve şöyle dediler: “Ya Sâlih! Şâyet sen gönderilen resûllerden isen bize vaad ettiğin şeyi getir!”
‘Akara kelimesi bu bağlamda hayvanın bacaklarını kırmak veya tendomlarını kesmek sûreti ile onu sakat bırakmadır. (Bkz. Şuarâ 157)
‘Atev; haddi aşmak, azmak, Hûdudu çiğnemek, sınıra ve emre uymamak, itaat etmemektir. Mukatil, bu kelimeyi yeryüzünde üstünlük taslamak diye açıklamıştır. (Kurtubî) Bu kelimeden türeyen ‘utuvv kalıbı da, “bâtıla, azaba iyice dalmak, içine girmek” anlamına gelmektedir. Bu bağlamda isyan yerine bu kelime kullanılması manidardır. Zîra kelimenin anlamı içinde sona ermek, sona erdirmek manası da vardır. Meryem sûresinin 8. âyetinde bu anlamda kullanılmıştır. Kibirli melerin bu girişimi hicreti sona erdirmek için yapılmıştır. Zîra Rabbin emri develeri kullanarak azâptan kaçmaktı.
78- Artık onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı. Böylece kendi diyarlarında dizüstü çöküp kaldılar.
Racfeh, şiddetli gürültü ve sarsıntı demektir. Kelimedeki belirlilik, bu patlamanın arkasından gelen sarsıntının insanlar tarafından bilinmedik değil, tersine bilindik, tanıdık bir sarsıntı olduğunu gösterir. Câsimîn kelimesi, hiç hareket edemeden, önceden hissedemeden dizüstü oturanlar, yaya kalanlar anlamında olup Semûd halkının çölün ortasındaki çaresizliklerini ifade etmektedir. İnsanlar ve kuşlar hakkında kullanılan cüsûm (diz çökmek) kelimesi, kuşun diz çökmesi, geceleyin hareketsizleştiğinde, yere yapışıp kalmasıdır. Buna göre âyetin manası, kavmin köşk ve taştan oyduğu evleri içinde bir gece ansızın gerçekleşen sarsıntı ve volkanik patlama ile her şeylerini kaybetmesidir.
79- Böylece onlara sırtını döndü ve şöyle dedi: “Ey kavmim! And olsun ki, Rabbimin risâlelerini sizlere tebliğ ettim! Ve size nâsihat ettim. Fakat siz nâsihat edenleri sevmediniz.”
Tevelle ifadesinden, Sâlih Peygamber’in bu olaydan sonra onların yanlarına uğramadığı ve oradan ayrılıp uzaklaştığını anlıyoruz. Hz. Sâlih bu cümleyi şehrin enkazına bakarak da söylemiş olabilir. Bu detayın verilmesinin sebebi aslında derdin, davanın intikâm veya güç gösterisi olmadığı, onları seven Rabbin kurtulmaları için gönderdiği risâlenin sadece bir nasihat olduğunu beyan etmek içindir. Ancak onlar sevgi ve merhamet dolu nasihati nefret ve tehdit söylemine dönüştürmüşlerdir.
80- Ve Lût, kavmine demişti ki: “Sizden önce, geçmiş âlemlerden birinin yapmadığı fâhişeliği mi getiriyorsunuz?
Arâf 28’deki fâhişe tanımını hatırlayalım. “Fâhişe’’, sözlükte aşırı derecede çirkin ve kötü olmak gibi anlamlar taşıyan ‘f-h-ş’ kökünün türemiş şeklidir. Bu kelimeyle, hem bir söz ve davranışın, makul ve mutâd ölçülerin dışına taşıp aşırılığa kaçması hem de büyük günâh, edepsizlik ve iffetsizlik gibi kötülükler kastedilir. Bu yüzden evlilik dışı cinsel ilişkiler, din ve ahlâk ölçülerine uymayan her türlü aşırılık aynı kökten gelen “fuhuş” ve “fahşâ” kelimeleriyle ifade edilir. Burada kelimenin (el-fâhişete) belirlilik takısı ile gelmesi, kavmin yaptığı ahlâksızlığın Kurân’ın indiği dönemde de yapılagelen, bilinen bir sorun olduğunu göstermektedir. Başka bir âyette kavmin suçu şöyle izah edilir: “Gerçekten siz erkeklere gelecek, yol kesecek ve toplantılarınızda kötülükler mi yapacaksınız? (Ankebût:29) Lût kavminde yol kesip esir aldıkları kişileri toplu olarak yaptıkları münkeri/kötülükleri; âlemlerden, yani ne başka insan topluluklarından ne de atalarından öğrendikleri Arâf 80. âyetinde ifade edilmiştir. Bu yüzden Kurân Ankebût 30’da bu kavmi fesâtçılar olarak tanımlamıştır. Lût kavminin yol kesen ve insanlara zulmeden mütecaviz bir kavim olmalarının sebebi bir sonraki âyette gerekçelendirilmiştir.
81- Muhakkak ki siz, kadınların aşağısında erkeklere de şehvetle geliyorsunuz. Hayır, siz müsrif bir kavimsiniz.
Şehvet, kelime olarak çok geniş bir anlam alanını kapsar. Şehvet; insanın ilkel beyninin arzuladığı, elde etmek istediği her şeyi içine alır. Buna rağmen, konuşma dilinde daha çok cinsel arzular anlamında kullanılmaktadır. Aslında iştah, ilkel haz ve hayvanî eğilimlerin tamamı şehvettir. Asıl olan organizmanın hayatta kalmak için geliştirdiği şehveti bastırmak ve yok etmek değil yönetmektir. Zîra şehvetini dizginleyemeyen onun bineği olur. Şehvet, şeytânın yularıdır. Bu yuları şeytâna kaptıran onun sürdüğü yere gitmek zorundadır.
Âyetteki “min gayri en nisâi/kadınlardan başka’’ yerine “Min dûni en nisâi/Kadınların aşağısında/dûnunda erkeklere de şehvetle geliyorsunuz” ifadesi önemli bir detaydır. Bu kavmin doğum öncesi veya doğum sırasında çift cinsel organ veya hormonel bozukluklarla değil, sadece şehvetlerini tatmin için her iki cinse de ayırmadan meyleden biseksüeller olduğunu söyleyebiliriz. Biseksüellik, cinsiyet fark etmeksizin romantik çekim, cinsel çekim veya cinsel davranış ile kişilere duyulan romantik veya cinsel çekimdir. Âyetler bunun bir hastalık değil haddi aşmak, bir değeri boşa harcamak, kötülük, aşağılık bir fuhuş olduğunu; müsrif, münker ve min dûni kelimeleri ile net olarak ortaya koymuştur. İnsanlar, toplu olarak yaşayabilmek için bazı kurallara ve sınırlara ihtiyaç duyar. Lût kavmi üzerinden Kurân, ırz ve namus güvenliğine/emniyetine dikkat çekmiştir. Nûh kavminin yasak ağacı başkalarının inancı, Âd kavminde düşünce özgürlüğü/emniyeti, Semûd’da ulaşım özgürlüğü, burada ise başkasının ırz ve namusu toplu yaşamak isteyen insanların yasak ağacı/durma noktası olarak örneklendirilmiştir.
82- Ve kavminin cevabı: “Onları kasabamızdan çıkarın, çünkü onlar çok temiz insanlarmış.” demekten başka olmadı.
Yetetahherûn, lâfzen “temizlenenler” anlamına gelir. Bu kelime burada her tür şeytânî, nefsanî, şehvet merkezli ilişkiden uzak durup temiz kalmaktır. Âyetteki “unâsun yetetahherûn” temiz, insanî ilişkileri/ünsiyeti de ifade etmektedir. Hz. Lût’un fıtrata, doğal ve daha insanî olana çağrısına karşı kavmi onları sınır dışı etmekle tehdit etmiştir. Zîra yaptıklarının ne ata, örf, âdet ne de insanlık ve fıtratla savunulacak mantıklı yanı vardır. Evet, kirlilerin içinde temizlerin yaşaması zordur. Pislerin içinde az da olsa temiz ilişkiler kurmak isteyenler, pislerin pisliklerini normalleştirmelerine engel olup onların kokuşmuşluğunu açığa çıkardığı için pisler kesinlikle onların varlığına tahammül bile edemezler.
83- Böylece Biz, karısı hariç, onu ve ailesini kurtardık. O, geride kalanlardan oldu.
Genelde “imrae ve zevç” kelimelerinin, tefsir kitaplarında birbirinin yerine kullanıldığı ve bu kelimelerin Türkçeye “hanım, eş, karı, kadın” şeklinde tercüme edildiği görülmektedir. Tahrîm 10’da hem Hz. Nûh’un hem de Hz. Lût’un eşleri ‘imrae’ kelimesiyle nitelendirilmiştir. Ayrıca Kassas 9, Tahrîm 11 ve Tebbet 4. âyetlerde (Tebbet sûresinde bizce anlatılan Firavun’dur. Ayrıntılı açıklama için Tebbet sûresine bakınız.) Ayrıca zaten Firavun’un karısı için de zevç değil “imrae” kullanılmıştır. Mısır Azizi’nin karısının, evinde yetişen genç/delikanlı Yûsuf’a duyduğu arzuya kendini kaptırıp onunla birlikte olma isteği sebebiyle Yûsuf 30’da Aziz’in karısını tanımlayan sözcük yine zevç değil imrae şeklindedir. Buna karşılık Hz. Âdem’in eşi zevç, Hz. Muhammed’in eşleri ezvâç, müminlerin birbirine uyumu ve müşriklerin birbirine eşlik etmesi sebebiyle hep zevç ile ifade edilmiştir. Özetle Kurân’da genellikle birbiri ile uyumlu eşlere, arkadaş ve yoldaşlara zevç denirken, uyumsuz eşlere imrae denmektedir.
84-Ve onların üzerine yağmur yağdırdık. Artık bak, mücrimlerin akıbeti nasıl oldu.
Matar kelimesi, yağmur anlamına gelir. Âyette sözü edilen yağmurun volkanik patlamaya bağlı bir taş yağmuru olduğu daha önce de ifade edilmişti. (Krş. Neml:58) Lût kavminin Kurân’da bir başka ismi de “Mu’tefikat” tır. Yani altı üstüne getirilmiş bir toplum demektir. Tektonik çökme ile yok olan Lût kavmi şehveti kontrol edemediğinden hayatî önemi haiz ciddi konuları bile laubali bir şekilde belden aşağı olarak ele almıştır. Bu belâlar sosyolojik olarak da tefsir edilebilir. Sosyolojik ve insanî sınırlara dikkat etmeyen toplumların hem altı üstüne gelir hem de bunlar belâ sağanağından kurtulamazlar.
85-Ve Medyen’e kardeşleri Şuayb dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kul olun! Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Rabbinizden size beyyine gelmiştir. Artık ölçü ve mizâna vefâ edin. İnsanların eşyalarını eksiltmeyin. Yeryüzünde, O’nun ıslâhından sonra fesât çıkarmayın. İşte bu sizin için hayırlıdır. Şâyet inanırsanız.’’
Medyen, Kurân’da on yerde geçer. (bkz Tâhâ 40) Bu bölge dağlık ve ormanlık bir yerdir. Medyen halkı Tevrat’ta Midianlılar (İng: Midianites) adıyla anılmıştır. Hz Şuayb, Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen peygamberdir. Şuayb Peygamber’in ismi nüzul sürecinde ilk olarak Şuarâ sûresinde geçmektedir. (Bkz. Şuarâ:177)
Keyl kelimesine ölçek manası verilmiştir ki “mikyal” da ölçü aletidir. (Bkz. Ölçüyü ifâ edin! Ve muhsirînden (eksiltenlerden) olmayın. Şuarâ:181)
Toplu olarak yaşamak, şehirleşmek için gerekli diğer bir şart ticaretin olduğu pazarlardır. Mal emniyeti ve güvenli ticaret sosyal hayatın düzeni için elzemdir. Ölçüye vefâlı olmamak, onu tastamam uygulamamaktır. Bu hırsızlık ve yolsuzluk, denge denen mizanı sahtekârın lehine, yoksul ve garibanın aleyhine bozmaktadır.
86- Aldatıcı vaatlerle tüm yollara çökmeyin. Ve O’na inanan kimseleri Allah’ın yolundan men etmeyin! Ve onda eğrilik istiyorsunuz. Ve hatırlayın! Siz az idiniz, sizi çoğalttı. Ve bakın, fesât çıkaranların akıbeti nasıl oldu.
Âyetin son cümlelerinden olan “Ve hatırlayın! Siz az idiniz, sizi çoğalttı.” ifadesi aslında âyetin sebebi hükmündedir. Zîra nüfus ne kadar artarsa ticaret hacmi o kadar büyür ve çeşitlenir. Yolsuzluk ve hırsızlığın oranı ve çeşidi de o oranda artabilir. Toplumsal fesâdın bir sebebi de ticaret ahlâkının bozulmasıdır. Burada her yolun başına oturmak/çökmek, sağlıklı ticarî akışın olması için gerekli olan ‘aldatmak sûretiyle’ tüm kanalları kontrol etme, zorbalıkla ele geçirme isteğidir. Her zaman ve zeminde görülen para babaları/baronların tek derdi emek hırsızlığıdır. Bu hırsızlığı bazen zorbalıkla bazen de Allah’ın yolu olan adâlet ve hakkaniyet kurallarını kendi lehlerine eğip bükme yolu ile gerçekleştirirler.
87- Ve eğer içinizden bir tâife, onunla gönderildiğim şeye inanır ve bir tâife inanmazsa, o takdirde Allah, aramızda hüküm verinceye kadar sabredin. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.
Tâife Keşşaf’ın beyânı ile bir halkta olması mümkün olan fırka, gurup demektir. Bir şeyin etrafını çeviren cemaat demek gibidir. En azı üç-dört kişidir. İbni Abbâs dörtten kırka kadar demiştir. Burada güvenli ticarete, mal ve mülkiyet hakkına inanıp güvenenlerin yanında kitabına, yasasına uydurduğu malı ele geçirme hakkını kendinde gören iki kesimden/tâifeden bahsedilmektedir. Neden iki tâife? Zîra ticaret için alıcı ve satıcı olarak iki unsur zorunludur. Yiyici sülüklerin varlığı, hakkını aramayan yedirici ahmakların pasifliğine bağlıdır. Bu âyetle birlikte toplam 3 yerde hayrulhâkimin (hüküm verenleri en hayırlısı) şeklinde geçer. ‘Sabredin!’ ifadesi, ekonomik helâkin birden değil belli bir süreçle gerçekleşeceğine bir göndermedir.
88-Onun kavminden kibirli meleler dedi ki: “Ya Şuayb, seni ve seninle beraber inananları mutlaka kasabamızdan çıkaracağız! Ya da siz mutlaka bizim milletimize dönersiniz.” Dedi ki: “Şâyet biz kerih görüyorsak da mı?”
Şuayb Peygamber’e karşı yapılan bu tehdit, Medyen’in kibirli melelerinin politikasıdır.
Millet, kabile veya kavim demek değildir. Millet kavramı, imlâdan türeyerek ‘harf, işâret’ kök anlamından daha çok ‘gidilen ve izlenilen yol’ anlamında dinî ilkeler etrafında bir araya gelen insanlar topluluğunu anlatır. Millet, toplumun adı olmaktan çok; toplumun üzerinde toplandığı inancı ifade etmektedir. “Ehl-i millet” denildiği zaman, bir millete uyan kimseler anlatılmış olur ki, bu hiçbir zaman “nation” anlamındaki kavim, ırk, kabile, ulus anlamına gelmez. Hz. Şuayb’ın “Biz kerih çirkin gördüğümüz için istemesek de mi?” sorusu burada özgürlüğe engel olan bir zorbalığın olduğunu göstermektedir. Hz. Şuayb’den istenen onların milletine yani yazılı yazısız kuralarına, yaşam tarzına uyma, izlerine, gittikleri yola girmeleridir. Tıpkı Hz. Lût’a yapıldığı gibi Hz. Şuayb de ‘Ya bu deveyi güdecek ya bu diyardan gidecektir.’
89- “Allah’ın, bizi ondan kurtarmasından sonra, sizin milletinize dönersek Allah’a yalanla iftira etmiş oluruz. Ve Rabbimizin dilemesi hâriç bizim oraya geri dönmemiz olamaz. Rabbimiz ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Allah’a tevekkül ettik. Rabbimiz, kavmimiz ile bizim aramızı hak ile ayır. Sen fethedenlerin en hayırlısısın.”
Allah’a tevekkül kavim ile kendi aralarının hak ile ayrılması Zîra bu onları koruyacaktır. Hz. Şuayb ve ona inanalar, ‘kavmin milletinden’ yani usulsüzlüğe ve hırsızlığa dayalı izlerinden ve yaşam tarzından Allah’ın ilkeleri ile kurtulmuştur. Bu ilkeleri bile bile yine yolsuzluk edip ölçü ve mizânı kendi lehlerine eğip bükmenin Allah’a yalanla iftira olacağını da ifade etmektedir. Demek ki yalanla iftira sadece lafla, sözle olacak bir şey değildir. Söylemde adâlet, dürüstlük, hak ve hukuk gibi Allah’ın âyetlerine inanan hırsızlar vardır. Zaten hak etmediğini alan, çalan kimse bunun doğru bir şey olduğuna ne inanır, ne de bunları savunur.
Fetih kelimesinin temel anlamı, açmadır. Yan anlamlar ise yol gösterme, hüküm verme, gâlibiyet ve zafere ulaştırmadır. Çoğulu fütûh, bunun da çoğulu fütûhât’tır. Maalesef bu kelime sadece savaşarak bir toprak parçasını ele geçirme anlamında bir mana daralmasına uğramıştır. Fetih kelimesi, hem maddî hem de mânevî açmalar/açılımlar için kullanılır. Kurân’da fetih kavramı fiil veya isim kalıplarıyla 38 yerde geçmektedir. Bunların 11’inde muhtelif fiil siğalarıyla, 4 yerde ise fetih şeklinde Allah’a izafe edilmekte, 1 yerde de gayb anahtarlarının (mefâtih) O’nun nezdinde bulunduğu belirtilmektedir (Enâm:59). Âyetimizde kendi yurdundan sürgün edilmek istenen; Hz. Şuayb ve inananların orada kalmasının da ayrılmasının da vahiy ile olabileceği belirtilmiştir. ‘Rabbimiz bizim ile kavmimizin arasını aç, bizi onlardan uzaklaştır!’ dedikten sonra Allah’ın adâlet ve haklara hürmet eden insanlara yeni kapılar açacağı bilinci ve beklentisi ile duasını sonlandırmıştır.
90- Kavminden kâfir olan meleler dedi ki: “Eğer, gerçekten Şuayb’a tâbi olursanız, o takdirde siz mutlaka hüsrânda olursunuz.”
88. âyette Hz. Şuayb’a kibirlenen meleler, ona tepeden bakıp kendi yurtlarından sürgün etmek istemişlerdir. Burada ise Hz. Şuayb’a inananlarla muhatap olan melelerin, hakîkatin üstünü örtme çabaları ‘kâfir meleler’ ifadesi ile verilmiştir. Şuayb’ı sürgün edip halkı sömürmeye devam etmek isteyen meleler, onları gelecek ile ilgili aslı astarı olmayan hüsrânlarla tehdit edip aldatmaya çalışmışlardır.
91- Böylece şiddetli bir sarsıntı onları yakaladı. Bunun üzerine kendi yurtlarında dizüstü çöküp kaldılar.
Hz. Şuayb’ı bölgeden uzaklaştıran ve inananları kandıramayan meleler aslında onları hüsrânda görerek kendi hüsrânlarının farkında bile olamamışlardır. Tıpkı Semûd gibi âfetin ortasında yaya kalmış ve çaresizlik içinde yok olmuşlardır.
92- Şuayb’ı orada sanki hiçbir şeye ihtiyaçları yokmuş gibi yalanlayanlar. Şuayb’ı yalanlayanlar hüsrânda oldular.
Bazen el-Hayr olan Allah size yeni kapılar açmak için hoşunuza gitmeyen, şer olarak görünenleri kullanır.
93- Böylece onlara sırtını döndü ve şöyle dedi: “And olsun ki, Rabbimin risâlelerini size tebliğ ettim ve size nâsihat ettim. Artık kâfir bir kavme nasıl üzüleyim?”
Hz. Şuayb’ın tercihlerine saygı duymayanların yaptıkları tercihe Hz. Şuayb’ın saygı duyduğu, içinde cevap olan şu sorusundan anlaşılmaktadır: “Artık kâfir bir kavme nasıl (ve neden) üzüleyim?” Hak olarak bilinenler ve görevini yapmanın verdiği vicdanî huzur Hz. Şuayb’ın diline yansımıştır. Herkes istediği yere gitmekte veya kalmakta özgür bırakılmalıdır. Kurân’ın öngördüğü dünya düzeni böyledir.
94- Ve Biz hiçbir kasabaya bir nebî göndermedik ki, onun halkı, şiddetli yoksulluk ve darlığa uğramış olmasın. Umulur ki onlar, tazarru eder.
Nebî kelimesi, nebe’ (haber) kelimesinden türemiş olup “haberci” demektir. Ancak nebî kelimesinin türediği nebe’ kelimesi, Nebe sûresinde de belirttiğimiz gibi Kurân’da hep çok ciddî ve hayatî konulardaki haberler için kullanılmıştır. Bu durumda nebî “önemli, ciddî haberleri veren kişi” demektir.
Be’s kelimesi; güç, kuvvet, hızlı savaş, sıkıntı, azâb ve harb ehli” gibi manalara gelir. Bu âyette “fakîrlik, yoksulluk’’ olarak yorumlanmıştır.
Darâr kelimesi, bir şeye dâhil olan eksikliktir. Maraz, körlük ve topallık gibi yan anlamları destekler. Nitekim anadan doğma köre, pek zayıf hastaya “darîr” denilir. Yiyecek, giyecek, içecek, yakacak ve diğer ihtiyaçlarını tedarik etmekten âciz olmak da bu anlamdadır. Darra, zarar ve sıkıntı veren hâlet demektir ki kolaylık hâli, zorluk hâli diye (serrai) ile birlikte kullanılır.(Elmalılı)
(Tazarru için bkz. Arâf:55) Buradaki mana kibirden kurtulup tevazu içinde olabilmektir. Rabbimiz doğal âfetler ile helâk olan kavimlerin sonunda bir topluma neden nebîler gönderdiğini gerekçelendirmektedir. Eğer toplum maddî bir âfet ile yok olmanın eşiğinde ise veya bu ve devam eden âyetlerdeki gibi ahlâkî, dinî, siyasî, ekonomik ve sosyolojik bir kokuşma içinde ise Rahmân ve Rahîm olan Rab merhametini göstermek için doğru zaman ve zeminde ilâhî yönlendirmesini yapmıştır. Bu bazen bir peygamber eli ile olur, bazen o nebîlerin izinden giden sâlih insanlar eli ile olur. Ancak insanlar zamanla bu merhametli kılavuzluktan ve kurucu ilkelerden uzaklaşarak bâtıl inançlara sarılır.
95- Sonra kötülüğün yerini güzellikle değiştirdik. Hatta affedildiler ve dediler ki: “Babalarımıza da şiddetli darlık ve bolluk dokunmuştu. Böylece onları, şuurları yokken ansızın yakaladık.
Âyette geçen “afev” kelimesi, Arapların “Afe’n-nebâtü ve’ş-şa’ru/bitki ve arpa çoğaldı.’’ tabirinin ifade ettiği manadan gelmektedir. Burada dilimizde kullanılan affedilme manasını bağlamdan dolayı tercih ettik. Affedilip bağışlanma da nebîlerin getirdiği kurucu ilkeler ile olmuştur. Onlardan bazıları; ıslâhat, maslahat, liyâkat, istişare, hakkaniyet, adâlet, paylaşım, merhamet, sâlihat ve hasenattır. Buradaki şuursuzluk, darlık ve bolluğun eskiden beri sebepsiz bir şekilde yani tesadüfler sonucu onlara isabet ettiğine inanmalarıdır. Kurân onların aksine sürekli bir sebep-sonuç ağına âtıf yapmaktadır. Bu âyetlerin müteşabihleri Enâm 42-45’te geçmektedir.
96- Ve o toplulukların halkı eğer inançlı ve sakınan olsalardı elbette onların üstüne semânın ve yerin bereketlerini açardık ve lakin onlar yalanladılar. Böylece onları kazandıklarıyla yakaladık.
İnsanlar evrensel ve fıtrî olan ilâhî yönlendirmeye sırt dönmeyip sebep-sonuç ilişkisi ile varlığı bir âyet gibi okusa gökten yağan suyun dengesi ve yerden çıkan zîrai ürünlerin bereketi ile toplumlar darlık ve sıkıntı çekmeyeceklerdir. Sebep-sonucu yalanlamak, fıtrî ve doğal olana sırt dönmek azâbın/mahrûmiyetin ta kendisidir.
97- Yoksa o toplum evlerinde uyurken şiddetli baskınımızın onlara yetişmesinden emin mi oldular?
Kalburüstü kesim, sosyolojik âfetlere karşı kendilerini izole ederek yaşam standartlarını, saltanatlarını korumaya çalışır. Ancak toplumun geneline yayılan ve Kurân’ın baskın dediği zorluk ve sıkıntı buhranlarından güvenli sitelerde, yüksek kaleler ve surlar içinde yaşayanlar da emin olamayacaktır. Bu âyette gerçeklere gözlerini kapatıp sadece kendilerini düşünen bencillerin özelde yaşadıkları toplumu, genelde dünyayı ifsât eden olumsuzluklardan emin ve emniyette kalamayacaklarına dikkat çekilmiştir. (Be'su-nâ için bkz. Arâf:4)
98- Ve o toplumun halkı eğlenip oyalanırken kuşluk vakti şiddetli baskınımızın onlara gelmesinden emin mi oldular?
Toplumu ilgilendiren sorunlar aşikâr bir şekilde ortada iken (duhâ vakti) bunları görmezlikten gelip oyun ve eğlence ile ciddiyetsiz bir yaşam tarzını benimseyenlerin 55. âyette eğlence ve oyunu din edinen ve 97. âyette işaret edilenlerin güven ve huzuru bulamayacakları beyan edilmiştir. Neden? Zîra…
99- Allah’ın plânından emin miydiler? Oysa hüsrânda olan kavimden başkası Allah’ın plânından emin olmaz.
Âyetin ilk cümlesi olan ‘Allah’ın plânından emin miydiler?’ sorusunun cevabı, bir sonraki cümlede verilmiştir. Allah’ın kâinatı yaratma, işletme, insanlara koyduğu psikolojik ve sosyolojik yasaların şuurunda olmayanların hüsrâna düşecekleri son cümle ile cevaplandırılmıştır. Zîra “hüsrânda olan kavimden başkası Allah’ın planından emin olmaz”
100- Ve de onun halkından sonra, yeryüzüne vâris olanları hidâyete erdirmez mi? Eğer dileseydik günâhları sebebiyle onlara isâbet ettirirdik. Ve kalplerinin üstünü damgalardık da artık onlar işitmezlerdi.
Zenb, kuyruk anlamına gelen ‘zeneb’ kelimesinden türemiştir. İnsanın peşini bırakmayan günâh, suç ve kabahat manasındadır. Çoğulu ‘zünûb’dur. Bu fiili işleyen kimseye müznib denir. Akıbeti kötü olan her söz ve fiil, ‘zenb’dir. (Benzer bir kullanım için bkz. İsrâ:17)
Tab’ kelimesi mühürlemek, damgalamak, damga basmak demektir. Bu damga onu işaretlemek değil açılmayacak ve hâlin değişmeyeceği son şekli vermek manasında mühürlemektir. Tabiî, tabiîlik, tabiat kelimeleri mühürlemek, damga basmak anlamına gelen tab kelimesinden türetilmiştir. İnsanların eşyaya şekil verme işlerine de “tab” denilmiştir. Âyete göre Allah insanların akıllarını, kalplerini zorla şekillendirmez. Rabbimiz dünyada iken halkların başına gelenleri, peşlerini bırakmayan suçları veya ilâhî bir müdahale ile kalplerini mühürlemediğini ve bunu istemediğini açıkça beyân etmiştir. Başa gelenlerin Allah’ın önceden belirlediği yasalar/sünneti ve plânı ile gerçekleştiği açıktır. Bir neslin dalâleti seçmesi, onlara vâris olan diğer neslin de dalâleti seçeceği, dalâleti miras olarak devralacağı manasına gelmemektedir. Tab’ kelimesi Kurân’da farklı formlarıyla 11 yerde geçmektedir. Geçtiği 11 yerde sebep ve sonuçlarıyla bu işlemin ne olduğu ortaya konmuştur. Buna göre ‘’ hakîkati örtmeleri sebebiyle kalplerinin damgalandığı ve çok azı dışında iman etmeyecekleri’’(Nisâ:155) ‘’ önce iman edip sonra hakîkati örtenlerin kalplerinin damgalandığı ve artık bunların anlamayacakları’’ (Münâfikûn:3) vurgulanır. Âyetlerden de anlaşılacağı üzere kalplerin damgalanması bir sebep-sonuç ilişkisidir. İnsanlar; hakîkati örtmeleri, yalanlamaları, işledikleri günahlarının kendilerine isabet etmesi, inanmadığı hâlde inanmış gibi yapmaları, haddi aşmaları, mütekebbir birer zorba olmaları, hevâlarına uymaları sebebiyle kalplerinde hastalık olanların önce kalpleri katılaşarak (Enâm:43, Hac: 53, Zümer:22, Hadîd:16) işitme, dinleme, görme, anlama, farkında olma/şuurlu olma yeteneklerini kaybederler. Kurân bunu veciz bir şekilde ‘’kalplerin damgalanması’’ olarak vurgular.
101- Sana haberlerinin bir kısmını anlattığımız topluluklar işte bunlardır. And olsun ki onlara, resûlleri beyyinelerle geldi. Artık daha önce yalanladıkları şeyden dolayı inanmadılar. İşte bunun gibi, Allah örtenlerin kalplerini mühürler.
Bu cümledeki haberlerinden bir kısmı ifadesinden anlaşılıyor ki, burada anlatılanlar serüvenlerin tamamı değil, sadece bir kısmıdır. Kurân’ın tarihte yaşamış kavimlerden örnek vermesinin sebebi Allah’ın zamanla değişmeyen objektif yasalarından dolayıdır. Tarih ibret alınmaz ise tekerrür edecektir. Allah her insana vicdan ve merhamet resûlleri ile içten; âfâk âyetleri, nebîler ve onun izinden giden sâlih kullar ile dıştan, ufuklardan seslenir. Kişiler ve toplumlar bunları yalanlarlarsa bedelini ödemek zorunda kalır. Bu sebep-sonuç ilişkisinden dolayı ‘Kalplerini/akıllarını mühürledik.’ ifadesi ‘Dalâleti, hidâyet sanacak şekilde şekillendirdik.’ manası verilmiştir. Şekillendiren veya damgalayan aslında insanların kendi tercihleri ve Allah’ın koyduğu yasalardır, bu yüzden fâil Allah’tır.
102-Onların çoğunda ahde vefâ bulmadık ve onların çoğunda sadece fâsıklık bulduk.
Âyetin açılımı şöyledir: “Onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulamadık; aksine, onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk.” Ahd; söz vermek, emir, talimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülükler, itimat veren sözler, bir şeyi korumak anlamlarına gelir. Misakı oluşturan şartları her durumda koruyup gereğini yerine getirmek demek olan ahitte hem yemin, hem de kesin söz verme anlamı vardır. Misak, bir konu üzerinde yapılan anlaşmanın kendisi iken, ahd anlaşma (misakın) maddeleridir. Va’d ise anlaşmanın tamamı veya maddelerini yerine getirip getirmeme sonucu karşılaşılan durumdur.
Fısk, yoldan çıkma, doğru yoldan sapma, iyilik ve güzelliği, fıtrî ve insanî olandan çıkma, günâha batma, kötülüğe iyice dalma anlamlarına gelir. Ahde vefâ, verilen söze tastamam uymadır. Kurân, kulun Allah ile kullar ile kendine verilmiş emanetlerle ve çevresindeki tabiat ile olan iletişimde dürüstlük ve uyum ister. Burada yapılması gereken en başta verilen kulluk misakına uymaktır. Bu misak farklı konularda farklı maddelerden (ahitlerden) oluşur. Yoldan çıkmamanın yolu; dürüst, doğru, uyumlu, dengeli ve sorumlu bir insan olmak, sözünde tastamam durmaktan geçer. Kurân’a göre verilen sözde durmamak fâsıklıktır ve harâmdır. Söze sadakat güveni getirir. Zaten imân, emn kökünden gelir ve karşılığı emin, güvende olan ve güven verendir. Yönetimde de güvensizliğin sebebi firavunlaşmaktır.
103-Sonra, onların arkasından, Mûsâ’yı diriltip âyetlerimizle Firavun ve melelerine gönderdik. Fakat onlara zulmettiler. Bak fesât çıkaranların akıbeti nasıl oldu.
Ba’s, sözlükte birini kaldırıp harekete geçirmek; uykudan uyandırmak, diriltmek gibi manalara gelir. Hz. Mûsâ ‘Firavun’a git!’ emrini yerine getirmek ve pasif olan imânları uyandırmak için gönderilmiştir. Hz Mûsâ’nın ismi ilk olarak A’lâ 19 ve Necm 36’da ismen geçmektedir. Daha sonra Furkân 35 ve Meryem 51’de kısmen açıklama yapılmaktadır. Bundan sonra Tâhâ 9, Nâziât 15, Şuarâ 10 ve Neml 7’de Hz Mûsâ’nın serüveninden bahsedilmektedir. Ayrıca Kassas sûresinde de tekrar gelecektir. Dikkat edilecek olursa Arâf sûresinde anlatılanlar, ana hatları ile birbiri ile uyum içindedir. Tüm kıssalar Mekke’de zorluklar çeken müminleri hicrete yönlendirmektedir. Nûh, Âd, Semûd, Lût kavimlerindeki gibi burada da siyasî ve sosyolojik bir helâktan kurtarılması gereken insanlardan bahsedilecektir. Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn diğer peygamberlerde olduğu gibi kavmine âyetlerle yani değişmeyen alâmetlerle gelmişlerdir. “Onlar o âyetlere zulmettiler.” İfadesi ilginçtir Zîra Kur’an’da âyetler genelde ya örtülür (kefera), ya yalanlanır (kezebe) ya da onlarla mücadele edilir (cehede). Ancak burada bu fiillerin yerine neden zaleme kullanıldı? Bunu zulüm kelimesinin kök anlamına göre anlarsak “O âyetleri yerli yerinde koymadılar, onlara inanmadıkları için gereğini yapmadılar.” anlamına gelir. Aslında bu kelime, Firavun ve melelerin genelde karşılaştıkları farklı görüş ve düşüncelere karşı sergiledikleri yaklaşımı ve ayrıca Hz. Mûsâ’ya karşı gösterdikleri tepkinin şiddetini de açıklamaktadır. Bu giriş cümlesi kıssayı özetler mahiyettedir. Tamamen farklı zaman ve zeminlerde yaşamış, farklı tehlikelerle karşı karşıya gelmiş olan kavimlere ve muhataplarına resûllerin kurduğu cümlelerdeki benzerlikler dikkat çekicidir. Şimdi tıpkı Hz. Nûh, Hz. Hûd ve Hz. Sâlih gibi Hz. Mûsâ da sözlerine şöyle devam edecektir.
104- Ve Mûsâ dedi ki: “Ey firavun! Muhakkak ki, ben âlemlerin Rabbinden bir resûlüm.
Âyetteki âlemlerin Rabbi kullanımın manasını bize Şuara sûresi söyler; “Firavun dedi ki: “Âlemlerin Rabbi de nedir?” Dedi ki: “Eğer kesin bilen olsaydınız O göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir.” Şuarâ 23–24 Rab kullanımı, Firavun’un bedeni de dâhil, gücünün ve mülkünün tek sahibi imasını barındırır. Hz. Mûsâ sözlerine geliş amacını belirterek devam edecektir.
105- Hak olan, Allah’a karşı hakîkatten başka bir şey söylemememdir. Size Rabbinizden beyyine ile geldim. Artık İsrâiloğullarını benimle beraber gönder.
Hz. Mûsâ geliş amacını beyân etmiştir. O da köleleşen ve zulüm gören insanları kurtarmaktır. Tüm resûllerde olduğu gibi amaç özgürce inanacakları, düşünecekleri ve yaşayacakları, hak ettikleri yaşamı onlara sunabilmektir. Hak olan Allah’ın kulun üzerindeki hakkı özgürce yaşayabilmesi, inanabilmesidir.
106- Dedi ki: “Eğer sen sâdıklardan isen bir âyet getir.”
Burada Firavun Hz. Mûsâ’nın haklılığı ile ilgilenmediğini, talep ve olağanüstü isteğinden anlamaktayız.
107- Böylece asasını atınca, artık o gerçekçi bir yılan oldu.
Su’bân kelimesi esasen kalın ip anlamına gelir. Büyük yılanlara da bu ad verilir. Bu âyette “su’ban-ı mubîn” ile yılana çok benzediği ifade edilmişken, hızlı hareket ettiği Tâhâ 20’de ‘’hayy’’ fiili ile tarif edilmiştir. Kassas 31’de de sanki küçük bir canlı gibi olduğu ‘’cann’’ kelimesi ile tarif edilmiştir. Bunlar birer çelişki değil, Hz. Mûsâ’nın görenleri etkileme cihetinden elindeki asa teknolojisinin yapabildikleridir. Dikkat edilirse bu sadece görsellik ile alâkalıdır. Asanın bir yılan gibi ses çıkardığına veya zehir fışkırttığına dair herhangi bir ifade yoktur. Bu yüzden yılana benzeyen asanın, silah veya savunma aracı değil bir ikna görseli olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu ikna görselinin Mûsâ’nın iradesi ile hareket eden bir el çabukluğu olmadığı da bir sonraki âyette açıklanır.
108- Ve elini çekip ortaya çıkardığı zaman bakanlar için o beyzâ’ydı.
Biyz kelimesi “yumurta, beyaz, yumurta rengi” demektir. Bu kelimenin beyzâe kalıbı, “aşırı beyazlığı, parlaklığı” ifade eder. Güneşe, beyaz yüzlü lekesiz kadına, üzerinde hiç bitki olmayan toprağa, Kamerî ayların 14–15. geceki görünümlerine beyzâ’ denir. Bu açıklamalara göre kelime, maddî manada “bembeyaz”; mecâzî olarak da temiz, masum, hileden ve kandırmadan arı manasına gelmektedir. Yedibeyzâ, arınmayı ve tevbeyi de temsil eder.
109- Firavun kavminin meleleri dediler ki: “Bu gerçekten âlim bir sihirbazdır.”
Bu âyette kavmin meleleri detayı önemlidir. Muhtemelen bu meleler Hz. Mûsâ’nın Mısır’dan çıkarmak istediği İsrâiloğullarından olan kavme mensup meleler değil, Firavun’un kavminden olan melelerdir. Hz. Mûsâ’nın, zamanının ötesinde ilme dayalı sergilediği gösteri Firavun’un kavminden olan ve her fırsatta Hz. Mûsâ ve Hârûn’u karalayan bilirkişi konumundaki kavmin melelerinin yönlendirmesiyle gerçekleşir. Bunun üzerine Firavun köken olarak İsrâiloğullarına mensup olan melelere yönelip şunu sorar:
110- “Sizi arazinizden çıkarmak istiyor. Artık ne buyurursunuz?”
Sözleri ve yaptıkları ile meleleri etkileyen Hz. Mûsâ ve Hârûn’a karşı Firavun’un yaptığı hamle, hakîkat ve adâlet çağrısını güvenlik tehdidi gibi algılatmaya çalışıp gündem saptırmasıdır. Şuarâ 35’te aynı ifade, Firavun’un sözünün devamı olarak aktarılır. Tercihimiz olan bu sözlerin Firavun’a ait olmasının gerekçesi de budur.
111- Dediler ki: “Onu ve kardeşini geri bırak! Ve şehirlere toplayıcılar yolla.”
Medain, medinenin çoğuludur ve şehirler demektir. Bazıları bu kelime ile Mısır’ın kenar taraflarındaki şehirlerin kastedildiğini söylemişlerdir. Demek ki âlim sihirbazlar Firavun’un bulunduğu şehrin dışından getirilecektir. Mesafe detayı önemlidir.
Haşirîn, sihirbazları toplayanlardır. Bu ifadelerden âlimlerin zoraki toplandığı manası çıkmaktadır. Delil Tâhâ:73’dür “Ve ona karşı sihirden bize zorla yaptırdığın şeylerden dolayı bizi mağfiret etsin diye Rabbimize imân ettik.”
Ercih kelimesi burada iki şekilde anlaşılmıştır. İlki “irca”, “geri bırakmak, tehir etmek” manasındadır. Buna göre “Onu geri bırak, tehir et!”, “Onun işini geciktir, onun hakkında hükmünü hemen verme, acele etme!’’ manası verir. Diğeri ise alıkoymak, hapsetmektir. Biz burada ‘alıkoymaktan’ öncelikli melelerin Firavun’un acele hüküm vermesini engellemeleri olarak anlıyoruz. Yapılmak istenen, onun silahı ile Hz. Mûsâ’yı vurma plânları için zaman kazanmaktır. Zaten bağlam bunu desteklemektedir.
112- Sana bütün âlim sihirbazları getirsinler.
Âlim denmesi bu kişilerin astronomiden tıbba kadar her alanda söz sahibi olmalarındandır. Ancak Firavun tarzı zâlim yönetimler ilmi, ıslâhât için değil savaş ve zulümde kullanma yanlısı olmuşlardır. Kibirlerinden dolayı ilmin ayağına gitmez, ilmi ayağına getirirler.
113- Ve sihirbazlar Firavun’a getirildi. Dediler ki: “Eğer gâlip gelenler biz olursak muhakkak bize bir ecir vardır.”
Şuârâ 37. âyette ‘Âlim sihirbazların hepsini sana getirsinler.’ ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca bir önceki âyette “Sana bütün âlim sihirbazları getirsinler.” ifadelerinden dolayı ‘Sihirbazlar geldiler değil, getirildiler.’ şeklinde olmalıdır. Bu kelime neden bu kadar önemlidir? Zîra gelmek veya getirilmek arasındaki küçük fark sihirbazların ölümüne imânını açıklayan farktır. Ecran kelimesinin nekire (belirtisiz) olması, kelimenin anlamına çokluk ve büyüklük kazandırdığı için “büyük bir karşılık, mükâfat” olarak çevrilmiştir. Ücret bekleyen sihirbazlar da olabilir, haşirînler de. Muhtemelen ücret bekleyenler, âlim sihirbazları bulup çıkaran ve onları Firavun’un huzurunda toplayanlardır. Kurân bunlara Şuârâ 36’da hâşirîn/haşredenler/toplayıcılar demektedir. Bu yorumu bir sonraki âyet de destekler.
114- Dedi ki: “Evet ve siz elbette en yakınlarsınız.”
Ne’am kelimesi, burada tasdik manasındadır. Burada ecir bekleyenin, şehirlerden toplatılan sihirbazlar olmadığı anlaşılmaktadır. Zîra bunlar zaten Firavun ve onun sistemine en yakın (mukarabin) olduklarını teyit ve tasdik ettiriyorlar. Firavun sistemi devlet yönetimlerinde, yöneticilere yakınlık oranında menfaat artmaktadır. Hak edişe göre değil de yakınlığa göre kamu imkânları peşkeş çekilmiştir.
115- Dediler ki: “Ey Mûsâ, sen mi atacaksın yoksa biz mi atalım?
Bu teklif ve 123. âyetteki Firavun’un “Artık yakında bileceksiniz.” cümlesi âlim sihirbazların sadece gösterilerini yapmak için getirildiklerini kanıtlar mahiyettedir. Zîra üstün gelme, galebe çalma niyeti olan biri her imkânı kullanmak isteyecek, rakibine fırsat bile vermeye yanaşmayacaktır. Buradan âlim sihirbazların başarısız olduklarında öldürüleceklerine dair bir öngörü ve bilgilerinin olmadığı da anlaşılmaktadır.
116- “Atın!” dedi. Attıkları zaman bakanları sihirlediler ve onları korkuttular ve azâmetli bir sihirle geldiler.
Rağıb “rahibe” kelimesini “sakınma ve endişe ile olan korku” şeklinde açıklamıştır. Bu gösteride âlim sihirbazlar birtakım sopa ve ipler kullanarak yılanları hareket ettiriyorlardı (Bkz. Şuârâ:44) Bu illüzyon izleyicilerin gözünü bağlamış ve izleyiciler bilmedikleri bir kaynaktan hareket ettirilen yılanlardan korkmuşlardır. Korkanlar içinde Hz. Mûsâ da vardır. ‘’Bu yüzden Mûsâ içinde bir korku hissetti. Korkma! Muhakkak ki sen, sen üstünsün.” dedik. (Tâhâ 67-68) Halkı korkutup yönetmenin yolu sahte düşmanlarla sindirip onları endişelendirmektir. Firavun sistemleri bu kaygı ve kuruntuları sûistimal ederek onları sömürür. Bugün de korku en iyi yönetme enstrümanı olarak kullanılmaktadır.
117- Ve Mûsâ’ya asasını atmasını vahyettik. Attığı zaman o, kurguladıkları şeyleri silip süpürdü.
(Âyette geçen “ye’fikûn” için bkz. Şuârâ:45) Ne yapacağını bilen Hz. Mûsâ’ya vahyedilmesinin sebebi sihirbazların gösterisinden korkan ve etkilenen Hz. Mûsâ’nın desteklenmesidir. Telkaf; yutmak, silmek, süpürmek manasındadır. Maddî olarak sihirbazların sopalarını, iplerini yutmak değil, onlar üzerinde üstün gelmek, onları yenmek manasındaki üstünlüğü ifade için kullanılan mecazî bir kelimedir. Hz. Mûsâ, ipe ve gizli el çabukluklarına ihtiyaç duymayarak onların aslında sıradan malzeme ve düzenek olduğunu göstermektedir. “Sizin getirdiğiniz şey sihirdir. Muhakkak ki Allah, onu bâtıl (boş, değersiz) kılacaktır.” (Yunus:81)
118- Böylece hak vuku buldu ve onların yapmış oldukları şeyler bâtıl oldu.
Yani hak sûretindeki maskeleri düştü. Bu âyetten bâtıl yöntemlerle hakîkatin savunulamayacağı anlaşılmaktadır. Sırf insanların imânları artsın diye yalan yanlış hikâyeler uydurmak, onları sahih olmayan hadislerle korkutmak veya umutlandırmak hakîkate ihanettir.
Bu yaşananların tamamı Hz. Mûsâ ve Hârûn dönemindeki insanların ilgi duyduğu konular ile alakalı olduğu unutulmamalıdır. Resûller, kavimleriyle algı seviyelerine en uygun tebliğ usulü ile iletişim kurarlar.
119- Bu yüzden orada gâlip gelindi ve boyun bükerek inkılâp ettiler.
İnkılâp, bir hâlden başka bir hâle geçmektir. Kurân’ın birçok yerinde yanlış inançlarda olanlar resûller tarafından doğru olana yani Rabbe rücû etmeleri yönünde uyarılır. Ancak burada neden ‘Rabbe rücû değil de inkılâp etiller!’ ifadesi kullanılmıştır?(Cevap ve inkılâba dair ayrıntılı bilgi için bkz. Arâf:125)
120- Ve sihirbazlar öne atılarak secde ettiler.
Bu öne atılma, inananların öncüleri olma manasında Şuârâ:51’de şöyle ifade edilmiştir: “Muhakkak ki biz, müminlerin öncüleri olduk diye Rabbimizin, hatalarımızı mağfiret etmesini umuyoruz.”
121- Dediler ki: “Biz âlemlerin Rabbine imân ettik.”
Âlemlerin Rabbi kavramını bilen, cennet ve cehennemden bahseden, Allah’ın mağfiretine sığınan (Bkz. Şuara:51) âlim sihirbazlar bu olaydan önce Allah’a inanmayanlardan değillerdir. Bu âyetlerde kalpte olanın haykırılması, duyurulması söz konusudur. Firavun’un sarayında zulüm ve işkence korkusu ile imânını gizleyen kişi anlatımı bu yorumumuzun gerekçesidir. (Bkz. Mümin:28) İnsanlar düşünce ve inanç özgürlüğü içinde değillerse ve inançlarını gizliyorlarsa orada firavunlaşma söz konusudur.
122- Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine!
Hz. Mûsâ gibi inanan Hz. Harun gibi bunu ifade edebilmelidir. Hz Mûsâ ve Hz. Harun eylem ve söylem bütünlüğünün sembolüdür. (Hz. Mûsâ ve Hârûn kullanımındaki sıralama farkları için bkz. Şuârâ:70)
123-Firavun şöyle dedi: “Benim size izin vermememden önce ona inandınız mı? Muhakkak ki bu, şehirde onun halkını oradan çıkarmanız için kurduğunuz bir plândır. Artık yakında bileceksiniz.”
Firavun’un nazarında sihirbazların ve Hz. Mûsâ’nın yaptığı arasında bir fark yoktur. Zîra sihirbazların imân ilanını plânlı bir ihanet olarak algılamıştır. “Benim size izin vermemden önce ona inandınız mı?” ifadesindeki “ona” kişi zamiri Tâhâ:71 ve Şuârâ:49’daki benzer bir kullanımdan dolayı Hz. Mûsâ’ya ilişkindir. Firavun sisteminde Nûh kavmindeki gibi inanç özgürlüğünün olmadığı görülmektedir. İnanç için kimseden ne izin alınır ne de kimseye hesap verilir. Bir kişiyi mürtet, kâfir, sapık ilan edip ona baskı uygulamak, onu ötekileştirmek firavunlaşmış zihniyetin dışa yansımasıdır. Âyetin son cümlesi olan “Artık yakında bileceksiniz.” kullanımı âlim sihirbazların başlarına gelecek şeyden haberlerinin olmadığını ifade eden Kurân’î delilimizdir. Şehirlerden toplanılan sihirbazlar bu gösteriyi kaybettiklerinde asılıp öldürülecekleri konusunda onlara önceden bilgi verilmemiştir. Firavun’un bu spontane kararının gerekçesi, Hz. Mûsâ ile sihirbazların yaptığı müsabakanın bir tür danışıklı dövüş olduğu iddiasıdır. Firavun, sihirbazların imân ilanını gizli yapılan ittifaklar sonucu gerçekleşmiş bir ihanet olarak algılamıştır. Zîra kişi kendinden bilir işi.
124- Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı karşılıklı keseceğim. Sonra hepinizi mutlaka asacağım.
Âyette geçen “leukattıenne, leusallibenne” kelimeleri, yapı itibarıyla “çokluk” ifade ettiği için kelimeler “kesilmenin” ve “asılmanın” en kötüsünü ifade etmektedir. Asılmanın “hurma kütüklerine” olduğu detayı Tâhâ 71. âyetinde belirtilmiştir.
Hilaf kelimesi “arka, son muhalefet, ihtilaf, zıddına, çaprazlama” gibi anlamlara gelmektedir. Türkçeye de geçmiş olup hepsinin anlamları türedikleri kökün anlamına uygun olarak “zıtlık” eksenlidir. Yani, kelimeler yüz yüze, yan yana değil de, arka arkaya, sırt sırta olmayı, zıt yönlere yönelmeyi, aykırılığı ifade etmektedir. Bu nedenle el ve ayakların çapraz kesimi anlaşılacağı gibi Firavun’a yapılan muhalefetin sonucu el ve ayakların kesimi de anlaşılmıştır. Eski Mısır tıbbında kanın vücutta deveran ettiğine değil sabit olduğuna inanılırdı. Bu nedenle çapraz yapılan el ayak kesiklerinin amacı kanın sağlı sollu vücuttan tamamen yavaşça boşaltılmasıdır. El ve ayakların komple kesilip koparılması saniyeler içinde kişiyi öldürecektir. Böyle bir infaz yöntemini Firavun istememektedir. Zîra halkı kandırmak için yapılmış bir komplo olduğunu düşündüğü bu mağlubiyetin insanlar üzerindeki etkisini kırmak, onlara bir nevi gözdağı vermek için sihirbazların işkence ile yavaşça öldürülmelerini emretmiştir.
125- Dediler ki: “Muhakkak biz, Rabbimize inkılâp eden kimseleriz.
Âyette geçen münkalibûn kelimesi, kalb ve onun türevi olan inkılâb kelimesinden türemiştir. Bir hâlden bir hâle dönüştüğü için gönüle, kalp denmiştir. Devrim manasına gelen inkılâp da aynı kelimeden gelmektedir. ‘Rabbimize döndük denmeyip ona inkılâp ettik.’ detayı önemlidir. Rabbi bilmeyen, inanmayan biri ona rücû eder; ancak burada âlemlerin Rabbi bilinip inanılmakta sadece Firavun’un baskısından bu imân pasif kalmaktadır. Gerçekleşen manevî inkılâp yani dönüşüm, imânın pasifliğinin kişiyi kölelikten, esaretten, insan onuruna yakışır bir şekilde yaşamaktan kurtaramayacağıdır. Oysa iman salt bir inanç değil, hayata yansıması gereken bâtınî/içsel bir ameldir. Bu inkılâp, imân ve teslimiyetin Firavun’a değil sadece Allah’a teslimiyetle olacağını anlamaktır. Bu inkılâp, korkulardan ve baskılardan kurtulma inkılâbıdır. Bu inkılâp, bâtılın gölgesinde yaşamaktansa ölüm pahasına da olsa hak ve hakîkatin müezzinliğini yapma inkılâbıdır.
126- Rabbimizin âyetleri bize geldiği zaman, O’na imân ettik diye bizden intikâm alıyorsun. Rabbim, bize sabır yağdır ve teslimiyetimizi tamamla!
Âyette yer alan ‘yağdır’ diye meallendirdiğimiz ‘ferağa’ kelimesi, Kurân’da altı âyette geçmektedir. Kelime farklı kalıplarda farklı alanlar için kullanılır. Bir işten boş olma, bitirmek, yönelmek, kastetmek, ölmek, kap boşalmak, kanı boşa gitmek, suyu dökmek, bir şeye endişe duymak demektir. Sihirbazların el ve ayaklarına atılan kesi ve hurma kütüklerine asılarak yapılacak olan infaz sırasında kanları damla damla sızarken sözlerine vefâ göstermeleri için kendilerine yaptıkları telkinler dua olarak dudaklarından dökülmektedir. Bu tutum 102. âyetteki ahde vefânın nasıl olacağına dair etkileyici bir örnektir. Zaten “teveffâ” kelimesi söze bağlı kalmayı ifade etmektedir. (Bkz. Arâf:37) Burada “teveffâ” kelimesine ölüm, can alma, vefat ettirme manası vermek mantık hatasıdır. Firavun’un işkence ile öldüreceği sihirbazların cümlesini ‘Rabbim bizi sen öldür/vefat ettir!’ şeklinde anlamak mücadelelerine katkı sağlayacak, sabırla ilgili bir söylem değil sabırsızlık sonucu yapılan intihar ve mücadeleden kaçma, kurtulma talebidir. Oysa bu muteber değildir.
127- Ve Firavun’un kavminden meleler dedi ki: “Mûsâ’yı ve onun kavmini, yeryüzünde fesât çıkarsınlar ve senin ilâhlığını terk etsinler diye mi bırakacaksın?” Dedi ki: “Onların oğullarını katledeceğiz ve kızlarını sağ bırakacağız.” Ve muhakkak ki biz onların üstünde kahharız.
“Kızlar” diye çevirdiğimiz kelime âyet metninde nisâ (kadınlar) şeklinde geçmekle birlikte bundan kız çocukların kastedildiği açıktır. Erkek çocuklar öldürüldüğü ve dolayısıyla yetişmiş adam olma imkânını kaybettikleri için onlar ebnâ (oğullar) kelimesiyle anılırken kız çocukları sağ bırakılmaları sayesinde yetişip kadın olabildikleri için olacakları duruma itibar edilerek onlar da “nisâ” kelimesiyle anılmıştır.
Âlihetike (senin ilâhlarını) kelimesi, Ali b. Ebi Talib, İbn Abbas ve Dahhâk tarafından ve ilâheteke (senin ilâhlığını) şeklinde okunmuştur. Melelerin bu söylemi Kassas 38’e dayanmaktadır Zîra orada Firavun melelerine şöyle demiştir: Ve firavun: "Ey meleler! Ben, sizin için benden başka bir ilâh bilmiyorum.” Âlihetike (senin ilâhlarını) değil de ilâheteke (senin ilâhlığını) şeklinde okumamızın Kurân’î referansı bu âyettir. Burada Firavun’un kavminden olan meleler detayı Firavun’un kavminden olmayan Hz. Mûsâ ve Hârûn’un kavminden (İsrâiloğullarından) melelerin olduğunu bize göstermektedir. Zaten müsabaka fikri onlardan gelmiştir. Diğer melelerin Firavun’u tahrik ederek Mûsâ peygambere ve İsrâîloğullarına karşı onu kışkırtmalarının altında melelerin de birbirleri arasındaki rekabeti olabilir.
Kahhar, boyun eğdiren kendisine dikleneni ezen güç demektir. Firavun sihirbazlara yaptığı infazın bir benzerini Mûsâ ve ona inananlara yapmama sebebi köle stokunu tehditle, zorbalık ve zulümle elinde tutma isteğidir. Firavun’un sistemini kabul edip ona uyum içinde hizmet edenlerin değil, asilerin çocukları öldürülüp kadınlarına el konularak aileleri darmadağın edilecektir. Bu onları öldürmekten daha etkili bir gözdağıdır. Günümüzde bazı terör örgütlerinin halka baskı kurmak için çocuklar üzerinden yaptığı tam da firavunluktur.
128- Mûsâ kavmine dedi ki: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin! Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dileyeni ona vâris kılar. Ve akıbet muttakîlerindir.”
İstiâne, yardım istemek anlamına gelir. İ’âne ve me’üne ile nusrat arasındaki fark nedir? Nasr, birine karşı (düşman veya hasma karşı) istenen yardım iken, i’âne başkasına karşı değil bizzat kişinin kendi ayartmalarına karşı onu desteklemek ve ona yardım etmektir. Bu nedenle Mûsâ peygamberin zulüm altındaki halkına verdiği mesajı dile getiren bu âyet sadece İsrâîloğullarına yönelik değil, aslında tüm insanlığa yönelik bir mesajdır.
Herkesin zihninde bir istikbal tasavvuru vardır. Bu tasavvurda, hem ferd hem de topluluk olarak harika şeyler düşünülür. İnsan fıtrî olarak yenilgi, başarısızlık, acziyet, mahrûmiyet ve çaresizlik gibi menfî hâlleri kendisine yakıştırmaz. Değerlere, kurucu ilkelere inanan ve teslim olanlar bunlar karşısında, nefsânî duygu ve düşüncelerde (menfaatçi bencillikler) nerede duracağını bilmelidir. Mücadele safhalarındaki ara sonuçlar, zâhiren ve etkileri itibariyle genellikle tatsız olabilir. Ancak güzel akıbetin sorumluluk şuuru ile evrensel ve fıtri âyetlere sarılan ilkeli insanların olacağı müjdesi “vel’âkibetu lilmuttekîn” cümlesi ile verilmiştir.
Firavun’un gerçek yüzünü gören İsrâîloğulları şimdi kendileri ile yüzleşecektir. Asıl zor mücadele şimdi başlayacaktır. Uzun vadeli sefere değil de, kısa vadeli ve sonuç odaklı bakanların itirazı hemen kendini gösterecektir.
129-Dediler ki: “Sen, gelmeden önce de ve getirdiğin şeyden sonra da bize eziyet edildi. Dedi ki: “Umulur ki Rabbiniz sizin düşmanınızı helâk eder ve yeryüzünde sizleri halîfeler yapar. Böylece nasıl amel edeceğinize bakar.”
Hz. Mûsâ ‘Umulur ki!’ diyerek başarının garanti değil insanların gayretine bağlı olduğunu belirtmiştir. Bu kullanımı ile Hz. Mûsâ sadece inanmanın istikbali garantilemediğini ve külfetsiz rahmet olmayacağına da işaret etmektedir. Soru: İsrâîloğullarının derdi iktidarı ele geçirip firavunlaşmak mı yoksa yeryüzünün halîfesi olmak mı? Bu sorunun cevabını şu cümlede okumaktayız: “Böylece nasıl amel edeceğinize bakar.” Zîra mazlûmun iktidarı, her an nefret ettiği zâlimin saltanatına evrilebilir. Firavun’u veya firavunları devirenlerin hedefi, onun/onların saltanatının halîfesi olmak değil yeryüzünün halîfesi olup dünyamızı daha yaşanılabilir, cennetvârî bir paylaşım ortamına çevirmek olmalıdır. İktidar olmak; saltanat sürmekte değil sıkıntılarda, kıtlıklarda, felâketlerde sorumluluk almaktır.
130- Ve and olsun ki Firavun’un ailesini senelerce ürünlerden kıtlığa uğrattık. Umulur ki onlar tezekkür eder.
Sinîn kelimesi zor ve sıkıntılı geçen seneler demek iken, ‘âmen/yıl kelimesi bolluk yılları demektir. (Bkz. “Bin seneden elli yıl eksik” Ankebût:14) Adâlet ve hakkaniyetten uzak iktidarların hakkı verilmemiş hızlı çıkışları, keskin düşüşlere sahne olur. Halkın geneline yansımayan yönetimin elindeki servet ve güç, her tür kıtlık, kuraklık veya buhranda ekonomik kriz ve çaresizlik olarak kendini gösterir. Firavun’un sonunu düşünmeyen saltanatçı iktidar anlayışını bekleyen tehlike de budur. Kıtlık ve buhranları bir ibret vesikası gibi okuyanlar, onlardan dersler çıkaranlar için zahmetler rahmete dönüşebilir. Tezekkürün amacı tedebbürü beslemek, böylece geleceğe yönelik tedbirler üretebilmektir. Krizleri ibrete çevirmek tezekkür edenlerin yani geçmişi hatırlayıp ondan dersler çıkaranların yapabileceği bir yetidir. Bu yüzden “Mümin, aynı delikten iki defa sokulmaz.” denmiştir.
131- Artık onlara bir güzellik geldiği zaman: “Bu bizdendir.” dediler. Ve eğer onlara bir kötülük isabet ederse Mûsâ ve beraberindekilerin uğursuzluğu saydılar. Fakat onların uğursuzluğu Allah’ın katında değil mi? Lâkin onların çoğu bilmezler.
Yetayyeru kelime “tetayyur” kökünden gelir ve uğursuzluk anlamındadır. Şöyle ki, câhiliye Arapları kuş uçurtmak sûretiyle, kuş sol tarafa uçtuğunda bunu uğursuzluğa, sağ tarafa uçtuğunda, bunu da bolluk ve berekete yorarlardı. Âyetin sonu bilgiye âtıfla şöyle sonlanmıştır: “Lâkin onların çoğu bilmezler.” Bir şeyin uğurlu veya uğursuz olduğu bilgiye dayanan bir kanaat değil, cehâlete dayanan bir inançtır. Faturayı Hz. Mûsâ ve beraberindekilere kesmeye alışmış köle zihniyet bir anda onu ve ona inananları uğursuz ilan etmiştir. Amaç ötekileştirip yok etmektir. Bu yaklaşım tarzı, günah keçisi olarak Yahudilik inancının içine sızacaktır. Onların uğur veya uğursuzluk diye adlandırdığı her olumlu ve olumsuzluk ‘Allah’ın katındadır.’ denilerek ‘sünnetullaha’ işâret edilmiştir. Aslında başlarına gelen her şey Allah’ın yasalarına göre oluşan sebep-sonuç ilişkisidir. Bu âyetleri doğru okumak yerine sürekli mucizeye, olağanüstü metafiziğe dayanmak isteyenlerin konuyu yanlış anladığı devam eden cümleden anlaşılmaktadır.
132-Ve dediler ki: “Onunla bize sihir yapmak için ne âyet getirsen de biz sana inanacak değiliz.”
Firavun ailesi şeklinde ifade edilen yönetime yakın ve iktidarın kaymağını yiyen kalburüstü kodamanlar, Hz. Mûsâ’yı sanki onlara sihir yapmak için gelen bir sihirbaz gibi lanse ederek uğursuzluklar üretip durumu bir tür cadı avına dönüştürmeye çalışmaktadır. İlkel kafalar farklılıktan sürekli korkmuş, onu ötekileştirip yok etmeyi marifet bilmiştir. Hz. Mûsâ’ya atılan iftiralar, ne yazık ki tezekkür edemediğimiz için bağnaz yaklaşımlar tarafından tarihte birçok bilim insanına atılarak tekerrür etmiştir. Mesela, 1578 yılında İstanbul’da meydana gelen veba salgınının kurulan rasathaneden bilinmesi, onların uğursuzluğuna bağlanması gibi. Gerekçeleri, Takiyüddin ve personelinin meleklerin bacaklarını gözlediğidir. Bilincin inşasına emek verilmezse câhiliye sürekli itibar görüp güçlenecektir.
133-Böylece, onların üzerine, tûfân, çekirge, haşere, kurbağa ve kan gönderdik. Fasılalı âyetlerdi. Yine de kibirlendiler ve mücrîm bir kavim oldular.
Tûfân, kelime anlamı itibarıyla etrafı dolaşan ve çevreleyen demektir. İnsanı kuşatan, çevreleyen her türlü felâket için de kullanılır. (Rağıb) Basra dilcileri “tûfân” ın tavaftan geldiğini ve onun çoğulu olduğunu söylemişlerdir. Bizce buradaki tûfân Mısırlıları kuşatan ve saran kitlesel ölümlerin genel adıdır. Çekirgeler, başta ekinler olmak üzere bütün bitki örtüsüne zarar veren bir canlıdır. Anlaşıldığına göre bir çekirge istilâsı söz konusu olmuş, tarlalardaki, bağ ve bahçelerdeki ürünler zarar görmüştür, çekirgeler onları açlığa mahkûm etmiştir. Âyette zikredilen “cerâd” bilinen ekin çekirgesidir. Çekirge sürüsü 5 hektarlık (50 dönümlük) verimli bir araziyi, 6 saat gibi kısa bir süre içerisinde talan edebilir. Haşere; bit, pire, tahtakurusu, güve, kene, karınca gibi böcek türü canlılardır. Demek ki, Mısır halkı bir dönem de bunların istilâsına maruz kalmıştır. Haşerelerden bulaşan çok sayıda hastalık bulunmaktadır. Bunlardan birçoğu, ölümcül reaksiyonlar gösterebilen ciddi hastalıklardır. Kenenin bulaştırdığı Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi, sivrisineklerin bulaştırdığı sıtma, pirelerin bulaştırdığı veba… Bunun dışında verem, tifüs, kanlı dizanteri, parazit ve mantar hastalıkları, hepatit gibi çok tehlikeli ve toplumun geneline yayılan, bazıları temasla bulaşan birçok hastalığa sebep olmaktadır. Geçmiş yıllarda kara ölüm denen veba virüsünden dolayı, milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. Veba mikrobunu insanlara farelerin bulaştırdığı bilinmektedir. Ancak, canlılar arası geçişini sağlayan da pirelerdir. Farelere de bu hastalığı pireler bulaştırmaktadır. Kurbağa/Dafadi kelime dıfda‘ın çoğuludur ki, kurbağalar demektir. Tabiat bir denge içindedir. Kurbağaların tükettiği çekirge ve diğer haşerelerin artışı onların da artması ile sonuçlanır. Bu aslında tabiatın kendini dengeleme metodudur. Kan/Dem kelimesi, Kurân’da türevleriyle bildiğimiz kan manasında kullanılmıştır. Kan dökmek (Bakara:30), birbirinizin kanını dökmeyeceğinize (Bakara:84), …leşi, kanı, domuz etini… (Bakara:173, Maide:3, Enam:145), Yûsuf’un kanlı gömleği (Yûsuf:18) hep bildiğimiz kan manasındadır. Buradaki kan genellikle su kaynaklarının kana dönüşmesi tarzında yorumlanmışsa da, bunun Kurân’daki kan kullanımlarından bir referansı yoktur. Buradaki kanın en son zikredilmesinden dolayı âfetlerin genel sonucunda ortaya çıkan ekonomik ve sosyal çalkantıyı ifade eden, ortalığın kan gölüne döndüğünü, olumsuz ve genel tabloyu anlatan bir üst başlık olduğu kanaatindeyiz. Fasılalı demek bunların dönemsel, ayrı ayrı âyetler olduğunu ve sonucunun da kanlı bittiğini gösterir. Ekonomik ve sosyal çalkantı, zaman ve mekân gözetmeksizin daima kaos ve kanla sonuçlanır.
134-Ve pislik üzerlerine geldiği zaman: “Ey Mûsâ, katındaki ahd sebebiyle bizim için Rabbine dua et! Eğer bu pisliği bizden giderirsen, biz sana mutlaka inanırız ve mutlaka İsrâîloğullarını seninle beraber göndeririz.” dediler.
Ricz kelimesi ile kastedilen, 133. âyette sayılan maddî âfetlerin sonucu ortaya çıkmış, ulaştığı ve bulaştığını dize getiren, epidemik, kanlı ve pis kokulu, deri ve diğer bulaşıcı hastalıkları ifade için kullanılmıştır. Manevî kokuşmanın dışında maddî olandır. Zemahşeri bu âyetin yorumunu yaparken, ahd kelimesine “peygamberlik” manasını vermektedir. Normalde onlar Hz. Mûsâ’nın peygamberliğine inansalardı, ahd yerine nübüvvet veya risâlet kelimelerini kullanmaları gerekirdi. Buradaki ahd Hz. Mûsâ’nın kulluk misakının bir maddesi olan sözüdür. O söz de darda, zorda olanlara her durumda yardım edeceği ahdidir/sözüdür. Diyalogdan bu ahdi Hz. Mûsâ’nın daha önceden vaad ettiğini ve onların da bu ahde dayanarak Hz. Mûsâ’dan yardım istedikleri anlaşılmaktadır. Bu ahde/söze karşılık Firavun iktidarının vaadi ise İsrâiloğullarını özgür bırakmaktır. ‘Rabbine dua et!’ cümlesi bunların Mûsâ’nın Rabbini de bir put gibi düşündüklerinin göstergesidir. (Kurân’da duanın nidâ ve niyazdan farkı ve filli olanın önceliği konusunda bkz. ‘Duanız olmasa bir değer üretemez, bir ağırlığınız olmazdı.’ Furkân:77)
135- Böylece onlardan, o ecele ulaşana kadar pisliği giderdiğimiz zaman onlar sözlerini bozdular.
Yenkusûn-nekese kelimesinin lügat manası, bozmak, iptal etmek, çözmek, izi silmek, vaadi bozmak, bir işten vazgeçip diğerine yönelmektir. Kurân’da bu âyette olduğu gibi “ahdini bozmak” anlamında kullanılmıştır. Yapılan geri adımın sebebi 131. âyetteki başlarına bir güzellik geldiğinde onu kendilerinden bilmeleridir. Bu sözden dönüş Hz. Mûsâ’nın tedbirleri de dâhil tüm sözlerinden dönmeleridir. Bulaşıcı hastalıklar zengin-fakîr, efendi-köle ayırt etmez. Bu nedenle ucu Firavun ailesine dokunan bu pislikten kurtulmak için her yolu deneyen meleler son çare olarak Hz. Mûsâ’ya müracaat etmek zorunda kalmışlardır. Hz. Mûsâ’nın, onların hastalıktan değil de kendi ecelleri ile “ecele tehir” etmek için fiilî duasını yapmıştır. Bu dua muhtemelen karantina uygulamasıdır. Bu tarz tedbirlerin bir süre sonra bırakılması sabır ve sebatla bunun işe yarayacağına inanmayıp meydan okur gibi tam aksinin yapılması (kezzebe/yalanlanma), önemsenmemesi (ğafilin/gaflet) ile ifade edilmiş, oluşan kötü akıbet, Kurân literatüründe intikâm olarak formülize edilmiştir.
136-Âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gâfil olmaları sebebiyle, artık onlardan intikâm aldık ve onları akan suda boğduk.
Yemm kelimesi “akan su, bol su” demektir. Hedefleyip kastetmek anlamındaki teyemmüm ve bir kadın ismi olan aynı zamanda şehre de ad olan yemame kelimeleri de bu kökten gelmektedir. Kurân’da Tâhâ/39’da, Mûsâ’nın annesine bebeği “yemm”e bırakması vahyedilir. Bahr; bol suyun dolduğu derin ve büyük boşluk, alan iken, ‘yemm’ bol suyun yüksek debi ile akışıdır. Bu kelimenin Süryaniceden Arapçalaştığını ifade edenler de vardır. (Lisanu’l-Arab) Kelime, bu âyetin dışında Tâhâ 39–78, Kasas ve Zâriyât 40’ta geçer.
Âyetlerde dile getirilen bu olay, Allah’ın İsrâîloğullarının Mısır’dan çıkması için tayin ettiği bir gecede meydana gelmiştir. Onlar, Sina Yarımadası’na giderken, geçmek zorunda oldukları (meşhur görüşe göre) Kızıl Deniz’e bizce Nil nehrinin bugünkü Suveyş kanalına yakın bir yere ulaştıklarında, Firavun büyük bir ordu ile peşlerinden gelir. (Ayrıntılı bir izah için Bkz. Tâhâ:78)
Allah’ın intikâmı bizim intikâmımız gibi değildir. Bizim intikâmımız zulme uğramış kimsenin çektiği sıkıntılar, işkenceler ve benzeri haksızlıkların tezahürü olarak ortaya çıkan eziklik ve âcizliğin bir yansımasıdır. Allah’ın intikâmında ise, âcizlikten doğan böyle bir öç alma söz konusu değildir. O koyduğu yasalar ölçüsünde objektif, âdil ve hakkaniyetli bir imtihan alanı yaratmıştır. Bu yasalara yani âyetlere ters davrananlara karşı yasaları esnetmez, bükmez, değiştirip dönüştürmez. Allah’ın sünnetine aykırı davranmak demek sonuçlarına katlanmak demektir. Allah’ın sıfatı olarak ifade edilen “Müntekîm ve Zû-intikâm” sıfatları bu çerçeve içinde anlaşılmalıdır. Aksi takdirde cezalandırmada acele etmeyen, mühlet tanıyan “el-Halîm” sıfatı ile çelişkili bir durum ortaya çıkar. Sonuç olarak münezzeh ve mükemmel olan âlemlerin Rabbinin intikâmı, sebepleri kasıtlı olarak göz ardı edenlerin maruz kalacağı sonuçlardır. Şimdi o sonuçlar ifade edilecektir.
137- Ve zayıf bırakılmış kavmi, bereketlendirdiğimiz arzın doğusuna ve batısına vâris kıldık. Ve İsrâîloğullarına sabırlarından dolayı Rabbinizin güzel kelimesi tamamlandı. Firavun’un ve onun kavminin yapmış olduklarını ve görkemle kurduklarını yerle bir ettik.
Ya‘rişun, hem maddî hem mânevî anlamda “görkemli, yüce, yüksek, dikilmiş şey” anlamına gelen ‘arş’tan türetilmiştir. Demmera fiili, dumura uğratmak, darma duman olmak, yerle bir olmak demektir. (Benzer bir kullanım için bkz.Furkân:36)
İsrâîloğullarının Mısır’daki sefâlet günlerinden sonra kavuştukları bolluk ve ikbal günlerine (özellikle Hz. Dâvûd ve Hz. Süleymân dönemlerine) işâret edilmiştir. Firavun ve halkının sahip oldukları mülk, servet ve benzeri nimetlere Mısır’da değil, arzın sadece herhangi bir yerinde de değil, bereketli olan doğu ve batısına vâris oldukları ifade edilmiştir. Allah’ın ilkeleri olan âyetler ile savaşmayan, onları yalanlamayan, önemseyen, onlara ters düşmeyen her âdemoğlu arzın bereketine vâris olacaktır.
138-Ve İsrâîloğullarını Bahr’dan geçirdik. Putlarına kendini vakfetmiş olan bir kavimle karşılaştılar. Şöyle dediler: “Ey Mûsâ! Onların ilâhları gibi bize de ilâh yap.” Mûsâ: “Muhakkak ki siz, câhillik eden bir kavimsiniz.” dedi.
Bahr kelimesi, ister tatlı ister tuzlu olsun çok suyun doldurduğu, yarık, boşluk, çukur alan demektir. Bahr “kara parçası” kelimesinin zıddıdır. Bu kelimenin aslı “yarmak” demektir. Su, kara parçasını yardığı için bu isimle isimlendirilmiştir. Eski Arap şiirlerinde de Fırat nehri için de bahr kelimesi kullanılmıştır. (Lisanu’l-Arab)
Ya’kufûn kelimesi, bir şeye saygıyla yönelip ona bağlanmak anlamına gelen “u’kuf” kökünden gelir. Aynı kökten olan “i’tikaf,” Allah’a yaklaşmak amacıyla mescide kapanmaktır. (Rağıb) ‘Kulluk eden, secde ve rukü eden, ibadet eden bir kavme rastladılar.’ gibi ifadelerin kullanılmamasına karşın meallerde bu tarz çevirilerin yapılması konunun yüzeysel anlaşıldığını göstermektedir. Zîra putların önünde yapılan rükû, secde ve ibadetler, yanlarından geçerken bile anlaşılacak bir vakıa iken bir kişinin sevgi ile kendini putuna vakfettiğini anlamak, o kavmin içinde belirli bir süre konaklamakla anlaşılır.
Kurân’da put anlamındaki “sanem” kelimesinin çoğulu “esnâm” 5 yerde geçer. Yine put anlamındaki “vesen” kelimesinin çoğulu “evsan” ise 3 yerde zikredilir. (Bkz. Şuarâ:71) Heykel anlamındaki timsal kelimesinin çoğulu temâsîl kelimesi iki yerde kullanılır. Bunlardan biri, put anlamı yüklendiğinden olumsuz tavır alınmasını gerektirecek şekildedir.(Enbiyâ:52) Diğeri ise, Hz Süleymân’ın sanat eseri olarak yaptırdığı heykellerdir ki, put özelliği olmadığından olumludur. (Sebe:13) “Vesen” küçük putlara verilen isimken, şekilsiz putlara “sanem” denilir. Yönetici putlar ise “tâğut” olarak isimlendirilir. “Erbâb” ise, üstün meziyetler ve ilâhî vasıflar yakıştırılarak putlaştırılıp tanrılaştırılan varlıklara verilen isimdir. Bu kelime, ilâh/tanrı seviyesine getirilen puta duyulan sevgiyi de ifâde eder.
Ragıb’a göre cehâlet 3 çeşittir. Birincisi, bilgi yoksunluğudur ki esas olan budur. İkincisi, bir şeye olduğundan başka bir biçimde inanmaktır. Üçüncüsü, bir şeye hak ettiğinden başka bir şekilde davranmaktır.(el-Müfredat) Yani cehâletin bir boyutu akıl, bir boyutu duygu, bir boyutu davranıştır. Ki başta Goldziher olmak üzere birçok çağdaş araştırmacı, özellikle Câhiliye dönemindeki kullanımına dayanarak cehlin esas olarak “azgınlık, serkeşlik, arzuların etkisinde kalma, hayvanî içgüdülere boyun eğme”, kısaca “barbarlık” anlamına geldiğini ortaya koymuşlardır. Buna göre câhilin karşıtı, âlimden ziyade ihtiyatlı, ağırbaşlı, ahlâkı bütün, bugün “medenî” denilen insanı ifade eden halîmdir (Muslim Studies, s. 202-206). Kurân’da da bu anlamlarda kullanılmıştır.
İsrâîloğulları, başlarına gelenlerin inançlarla alâkalı olduğunu düşünmektedir. Bu nedenle Allah’ın sünneti yerine sığınılacak putlar istemektedir. Cehâletin oluşturduğu belirsizlik muhatabını put üretmeye iter. Put her zaman taş ve toprak ile sembolize edilmez. Bazen bir veli-aziz, bazen melek-cin gibi metafizik varlıklar, bazen hevâ-heves, para-pul, oyun-eğlence, bazen de parti-hizipler ve ideolojilerle kendini gösterir. Her insan neye ve ne uğruna kendini, zamanını, enerjisini, imkânlarını vakfettiğine bakmalıdır. İsrâîloğulları yıllarca Firavun’un zulmü altında ezilmiş, köleleşmiş ve taklitçi bir karakteri miras olarak edinmiştir. Hz. Mûsâ ile yaptıkları bu yolculuk taklitçilikten tahkîke, cehâletten ilme, kölelikten şahsiyete doğru yapılmış bir eğitim sürecine dönüşecektir.
139- Muhakkak ki, bunların içinde bulundukları şey çöküştür ve yapmış oldukları şey bâtıldır.
“Mâ hum fîh,” yaşanılan hayat tarzını ve mevcût vakıayı ifade etmektedir. Mutebber kelimesi; çöküş, yıkılış ve yok oluş demektir. Putlara yalvarıp yakarmak, menfaatleri gereği onlardan medet ummak, tasavvurların dumura uğradığını göstermektedir. Zihinler doğru ve sağlıklı bilgi ile beslenmezse körelir ve çöküşe geçer. Hakîkatten değil, hayali süper kahramanlar üreterek onlardan medet umar. Sonuç tam bir hayal kırıklığıdır. Peki, çözüm nedir?
140-Dedi ki: “O, sizi âlemlere fazîletli kılmışken size Allah’tan başka bir ilâh mı isteyeyim?”
Bu cevap İsrâîloğulları özelinden tüm insanlığa bir cevap ve çağrı barındırır. Zorluk ve sıkıntıları aşma gücü potansiyel olarak insanoğluna Allah tarafından bahşedilmiş bir fazîlettir. Kişi kendini tanımaz ve yapabileceklerinin şuurunda olmaz ise Allah’ın yasalarına ne kadar aykırı ve saçma da olsa bâtıl inançlar üretip kendini ona vakfedecektir. Bu tarz dindar ama edilgen tipler, Firavunlar üretecek kadar sûistimale açık sünepelerdir.
141-Ve sizi kötü azâba maruz bırakan Firavun ailesinden kurtarmıştık. Oğullarınızı öldürüyorlar, kızlarınızı sağ bırakıyorlardı ve bunda Rabbinizden azîm bir belâ vardır.
Kurân’da “belâ” kelimesi, türevleriyle birlikte 37 yerde geçmektedir. Belâ kelimesi, sıkıntı, dert, külfet manasındadır. Kurân-ı Kerîm’de, Firavun’un İsrâîloğullarına yaptığı korkunç işkenceler “azîm belâ” (belâün azîm), şeklinde bu âyette ve Bakara:49’da ifade edilmiştir. Ayrıca Kurân’da “açık belâ” (belâün mübîn), Duhân 33’de sorun ve sıkıntıların açıklığa kavuşması, açılması için çekilen külfet demektir. Bir de “güzel belâ” (belâün hasen) vardır ki bu da çekilen külfetin sonunun güzelliklere vesile olmasıdır. (Bkz. Enfal:17) “Rabbinizden azîm bir belâ” kullanımı İsrâîloğullarının edilgen, alık (Bkz. Zuhruf:54) ve kendi potansiyellerini göremeyecek kadar silik (Araf 141) ve sindirilmiş olmalarına atfen Rabbin yasalarına bir göndermedir. Firavun’un kendisini ilâhlaştırması ve sisteminin tağutî bir puta dönüşmesi sonucu yaşanılan çöküş ve zulme rağmen, sırf özenti ile sığınılacak put aramak belâ ve musibetleri birer ibret vesilesi olarak görmemenin sonucudur. Bunu engellemek için devam eden âyet bir eğitim süreci başlatılacaktır. Bu yüzden bir sonraki âyet âtıf vavı ile başlamıştır. (Nisâ’nın kızlar olarak çevrilme gerekçesi için Bkz.Araf:127)
142- Ve Mûsâ’ya otuz gece vaad ettik ve on ile tamamladık. Böylece onun Rabbi, miktarı kırk geceye tamamlandı. Ve Mûsâ, kardeşi Hârûn’a şöyle dedi: “Kavmimde benim halefim ol ve ıslâh et ve müfsidlerin yoluna tâbi olma.”
Âyette neden 30 gün/yevm değil de 30 gece/leyl kullanılmıştır? Zîra ayın hâlleri ile günleri belirlemek, güneşin doğuş ve batışını gün gün saymaktan kolaydır. Hz. Mûsâ ayın hangi döngüsel şeklinde gittiyse o şeklin tekrar gelmesi ile bir aylık sürenin dolduğu kolayca anlaşılabilir. (Kameri döngü 29.5 gündür) Hz. Mûsâ mikat denilen kararlaştırılmış zamana göre değil, acele ederek kavmini terk etmiştir. Tâhâ:83-85 ile bu âyeti beraber okuduğumuzda 10 gün önce geldiği anlaşılmaktadır. İşte âyetler “Seni, kavminden aceleyle getiren nedir? Ya Mûsa!” (Tâhâ:83) Hz. Mûsâ İsrâîloğullarının başına Hârûn’u yerine halef bırakmış ve sırf Allah’ın rızası için ilk vahiy aldığı yere tabiricaizse ödevini yapmış bir talebenin heyecanı ile çıkmıştır. Hz. Mûsâ’nın soruya cevabı şu olmuştur: “Dedi ki: “Onlar benim izim üzerindeler ve Rabbim ben, Senin rızan için acele ettim.” (Tâhâ:84) Hz. Mûsa İsrâîloğullarını dışsal olarak değiştirmiş, ancak içsel dönüşümlerini beklemeden onlardan ayrılmıştır. Dışsal değişimlerine bakıp onların da artık dosdoğru yolda olduğunu zannetmektedir. Ancak içsel devrim olmadan dışsal teslimiyet ve kabullenme sağlam bir imân değil sadece konjonktürel, güce boyun eğme anlamında basit bir teslimiyettir. (Bkz. Hucûrât:14). Devam eden âyette kavmin Hz. Mûsâ’nın izi üzerinde olmadığı bilgisi verilmektedir. “Dedi ki: “Muhakkak ki Biz, senin kavmini, senden sonra baskıya (fitneye) uğrattık ve Sâmiri, onları dalâlete düşürdü.” (Tâhâ:85) Hz. Mûsâ kavminin yanından 30 geceliğine ayrılacağını vaad ettmiş; ancak bu sürenin hangi zaman dilimine denk düştüğünü belirtmemiştir. Kararlaştırılan yere 10 gün erken gidince erken gittiğini bilmeyen kavmi fitneye düşmüştür. Hz. Mûsâ’nın kavmi tam inanmış bir kavim değildi. Bir ayı devirince imtihan/fitne başlamıştır. “Biz Mûsa ve Hârûn’a inandık, yerimizden yurdumuzdan çıktık, çölün ortasında bize kim yardım edecek?” duygusu ve terk edilmişlik psikolojisi, on günlük gecikmeyle sığınılacak bir put arama zeminini oluşturmuştur. Kişi bazlı din algısı; lider gidince kendi ayakları üzerinde duramayan, hep velisine muhtaç çocuk zihniyetine bir örnektir. (Bkz. Âli İmrân:3) Günümüzde bile evham ve sûizanlar sahte dayanakların tutsağı ederek insanın gücünü azaltmaktadır. Sâmirî, yaptığı put ile bu konjonktürü kullanarak efendisini arayan köle zihniyetlere ikinci Firavun olma hevesindedir. Zîra Hz. Mûsâ kendi yerine halefi olan kardeşini “Islâh et ve müfsidlerin yoluna tâbi olma!” şeklinde uyarmaktadır. Bu uyarının sebebi Hz. Mûsâ’nın İsrâîloğulları içindeki müfsitler olabileceğine dair şüphelerinin olduğunu göstermektedir.
143-Mûsâ, tayin ettiğimiz yere gelince, Rabbi onunla konuştu. Dedi ki: “Rabbim, bana göster, sana bakayım!” “Beni asla göremezsin. Ve lâkin şu dağa bak! O, mekânında kararlı olabilirse, böylece sen Beni görürsün.” Böylece Rabbi, dağa tecelli ettiği zaman onu un ufak etti. Mûsâ, bayılarak yere kapandı. Sonra ayıldığı zaman: “Sen Sübhan’sın, tevbe ederim. Ben, inananların öncüsüyüm.” dedi.
Zaman ve mekânın önceden belirlenmesi ile dağın un ufak olması arasında bir nedensellik olabilir. Bilindiği üzre volkanik patlamalar bazen dağları ikiye ayırabilir, bazen onların yok olmasına sebep olacak kadar paramparça edebilir. Bu (mikat) zaman ve mekân dağın patlama anına ve zarar görmeyeceği mesafeye göre önceden müşahede için seçilmiş olması ihtimal dâhilindedir.
Dekk, esasen “dakk” gibi bir şeyi ezip unufak etmek manasında mastar olup bunun ismimefûlü olan “medkuk” anlamına da gelir ki, burada mana böyledir. (Elmalılı)
Mîkât kelimesi, bir şeyin kendisiyle vasıflandırıldiğı nokta, yani hududun başlamasıdır. Harem’in mikatı, dokunulmaz hudutların başlangıcıdır. Yani Mekke’ye gitmek isteyen kimse bu hudutları ihrâmsız aşamaz, ihrâma girerek gider. Mîkât hem zaman hem mekân ismidir. 142. âyette otuz geceye on gece ile tamamlama konusunda bağlam zaman ile ilgili olduğu için oradaki mikat zamansal hudut iken, buradaki konu başka bir dağı görebileceği mekân ile ilgili mikat bölgesidir. Tâhâ sûresi 52’de “Ve Tûr’un sağ tarafından ona seslendik ve onunla özel görüşmek için onu yaklaştırdık.” Kurân Hz. Mûsâ’yı özel bir görüşme için yaklaştırdığından bahseder. Peki yaklaştığı her yerde hazır ve nazır olan Allah mıdır? Elbette hayır. Zîra âyetler çoğul gelmiştir. ‘Seslendim değil seslendik, yaklaştırdım değil yaklaştırdık.’ Zaten devam eden Arâf 145’te ‘Biz ona levhalarda her şeyi yazdık.’ denir. Ben yazdım, denmez. Bizce yaklaşılan Allah değil mikat denilen sınırdır. Allah’ın bir beşerle konuşması şu şartlara bağlanmıştır: “Allah’ın hiçbir beşerle konuşması olmamıştır, illâ vahiy ile veya perde arkasından veya dilediğine izniyle vahyetsin diye resûl göndererek. Allah, Aliyy’dir Hâkim’dir. (Şûrâ:51) Yüce ve her şeyi hikmeti ile yapan âlemlerin Rabbi beşerler ile bu üç meşrû yolla iletişime geçmiştir. İlki vahyederek, bilgiyi hızlı ve etkili bir şekilde ileterek ulaşır. Bu iletme genelde kitapları ile olur. Bu şekilde Allah her beşerle onları insanıkâmil mertebesine çıkarmak için konuşur. Kurân okuyan bu yüzden Rabbi ile konuşmuş gibi kendini hissetmelidir. İkinci yol bir hicap arkasındandır ki bu hicap imtihan perdesidir. Çünkü Allah mutlak gaybtır. Üçüncü yol elçi melekleri iledir. Bunlar Hz. İbrâhîm ve Hz. Lût’a giden elçiler Hz. Muhammed ve Meryem’e giden emin rûh veya kuvvetli öğretici olan Cibril’dir. Hz. Mûsâ’nın talebi üç farklı sebepten dolayı gerçekleşmemiştir. İlki sonsuz olanın kuşatılıp sınırlandırılamamasıdır. Zuhurunun şiddetine ne göz bakabilir ne akıl görebilir. İkincisi imtihan ve imanın gayba olması gerektiğidir. Üçüncüsü görmenin algılamadaki duyusal düzeyidir ki bu en ilkel algılama seviyesidir. Yaratanın varlığı görülerek şehît olunan değil, anlayarak şâhit olunan bir tanıma hâlidir. Burada Allah’ın kudreti en yıkılmaz, sağlam dağ figürü üzerinden anlatılmıştır. Hz. Mûsâ mutlak güç ve kudret olan sonsuz enerjinin okyanusta damla dahi olmayan tecellisine bile dayanamamıştır. Atom altından galaksilere kadar her varlığı var eden ve ayakta tutan, her yeri kuşatan güç, kuvvet, kudret ancak tecellileri üzerinden hissedilir. Allah’ı görmenin konusu aşkın ve yüce olana karşı yapılmış zihinsel ve inançsal bir hatadır. Bu yüzden Hz. Mûsâ’nın dilinden şu cümle dökülecektir: “Sen Sübhan’sın, tevbe ederim. Ben, (bunu anlayıp) inananların öncüsüyüm.”
144- Dedi ki: “Ey Mûsâ! Muhakkak ki Ben, risâletimle ve kelâmımla seni insanların üzerine seçtim. Artık sana verdiğim şeyleri al ve şükredenlerden ol.”
Muhatabını beşerlikten insan-ı kâmil mertebesine çıkaran kişinin evrensel ilkeler olan âyetlere karşı takındığı sadâkatir. Risâlet yolu ile ulaşılan kelâmın gereğini yapmamak, şükürsüzlük olarak ifade edilmiştir. Zîra şükür, verilenin hakkını ve gereğini yerine getirmek demektir. Kelâmullah ile yetinmeyip bir de Rabbi görmek istemek de bu şükürsüzlüğün devamıdır. Rabbi görmek isteyen onun kelâmına bakmalıdır.
145-Ve Biz, ona levhaların içinde her şeyden öğütler ve her şeyi tafsil ederek yazdık. Artık onu kuvvetlice tut ve kavmine emret. Onu, en güzel şekilde alsınlar. Yakında size fâsıklar yurdunu göstereceğim.
“Bunları kuvvetle tut ve kavmine emret!’’ ifadesindeki ‘tutmak’ fizikî, maddî anlamda tutmaktan çok, her durumda ilkelerden vazgeçmemek, taviz vermemek ve onları bırakmamak anlamındadır. En güzel şekilde almak ise, iyice anlayıp hayata tatbik etmektir. Kısaca silinmez, değişmez, yazılı ilkelere sarılmak, onları en güzel şekilde yaşamak emredilir. İlkeleri terk etmenin bedelini çeken yurdun akıbetini, Hz. Mûsâ onlara ilerleyen süreçte örnekleri ile gösterecektir. Bu tarz örneklerin bilge kişi ile yaptığı yolculuklarda Hz. Mûsâ’ya öğretildiği ve bilge kişi üzerinden anlatılan örneğin sadece küçük bir bölüm olduğu kanaatindeyiz. Elbette en doğrusunu Allah bilir.
146- Yeryüzünde hakkın dışında kibirlenenleri âyetlerimizden uzaklaştıracağım. Ve bütün âyetleri görseler bile ona inanmazlar ve rüşd yolunu görseler bile onu yol edinmezler ve eğer ğayy yolunu görseler onu yol edinirler. Bu onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil olmaları sebebiyledir.
Rüşd; doğru yolda olmak, doğru yolu bulmak, doğru düşünmek, doğruyu yanlıştan ayırt etme gücüne sahip olmak için bir istikâmet belirlemektir. Hukukta rüşt medenî hakları kullanma yeteneğine ulaşıldığını gösterir. Rüştüne eren kimseye ‘reşit’ denir. Sebilülğayy, ‘sebîlürrüşd’ün tam zıddıdır. Rüşd, ‘ğayy’a/yanlışa götüren yolu tercih etmenin, bu nedenle karşıtını (Bkz. Bakara:256) bilmeyen onu öğretemez. Kavminden önce Hz. Mûsâ rüşde ulaşmalıdır: “Mûsâ ona şöyle dedi: “Rüşde ulaşmak üzere, sana öğretilenden bana öğretmen için, sana tâbi olabilir miyim?” (Kehf:65) Hz. Mûsâ’nın bilge kul ile yaptığı yolculuk rüşt yolunu öğrenme yolculuğudur. İsrâîloğulları henüz özgür şahsiyetler olma yolunda reşit olamamış, rüşte erememişlerdir. Ergen toplumlar ğayy denilen düşünme ve tefekkürden uzak; kolay olan zevk ve eğlence yoluna meyillidir. Zîra akıl dışılık; kolay, emeksiz ve zahmetsiz olandır.
147- Ve onlar ki âyetlerimizi ve âhirete ulaşmayı yalanladılar ve onların amelleri hebâ oldu. Onlar, amellerinden başka bir şeyle mi karşılanacak?
Cezâ, karşılığını vermek anlamına gelir. Hayır için de şer için de kullanılır. Adâlet gereği herkes yaptığını dolaylı da olsa mutlaka çeker. Ğayy yolunda gelecek plânlaması yoktur. Ânı yaşama hayatın merkezindedir. Geleceği düşünmeyenler, günlük zevklerin peşinde koşar. Dolayısıyla bunun getirisi de günlük olur. Gün sonunda el ve avuçta hiçbir şey kalmaz. Bu sadece kârdan zarar değil, bir de görevini yapmayıp geleceğini şekillendirmeyen bireyin topluma, ailesine ve çevresindekilere karşı sorumluluğunun ihlalidir ki, bu hakların birikmesi hüsrânın ta kendidir.
148- Mûsâ’nın kavmi, ondan sonra takılarından ses çıkaran bir buzağı cesedini edindi. Onun, onlarla konuşmadığını ve onları yola hidâyet etmediğini görmüyorlar mı? Onu edindiler ve zâlimler oldular.
Neden Arapça olan ve Kurân’da geçen ziynet değil de huliy kelimesi seçildi? Huliy ve çoğulu olan huliyyât ifadesi; altın, gümüş gibi kıymetli maden ve taşlardan üretilmiş küpe, yüzük ve gerdanlık tarzı takılardır. Bu bilgiler ışığında soruyu içinde cevap barındıracak şekilde tekrar soralım. Neden süs manasındaki ziynet kullanılmamıştır da takı manasındaki huliy kullanılmıştır? Ziynet dışa yansıyan süs demektir. Ziynette amaç göstermek ve süslenmektir. Ancak huliy kelimesi bu süslenmeye değil takılarla ilgili ve onlara bakan bir ifadedir. İsrâîloğulları takıları süslenmek için değil, bunlar onlara yüklendiği için yanlarına almışlardır. Bu ince fark takıların Mısırlıların ziynet eşyaları olduğunu ve İsrâîloğullarının onları kaçmadan yanlarına aldıkları/çaldıkları şeklinde yorumlanmıştır. Bu yorumu Tâhâ 87 desteklemektedir. “Ve lâkin bize, o kavmin ziynetleri yüklenmişti. Bu yüzden onları attık. Sonra Sâmirî de attı.” Bunlar efendilerini soyan hizmetçi-köleler ve kendilerine ait olmayan değerli madenlerden ziynet eşyaları üreten zanaatkârlar olabilir. Geri dönme ihtimalleri kalmayınca çöl şartlarında işe yaramayan ağırlıklardan kurtulmak istemişlerdir. Firavun ve ailesi olan efendi kodamanların İsrâîloğullarının peşine düşme sebeplerinden biri de yanlarında götürdükleri bu paha biçilemeyen servetler olabilir.
İcl kelimesini buzağı diye çevirebiliriz. Bilindiği gibi, buzağı sığır yavrusuna denir. “Uceleh” acele yenen yiyecek, “icleh” acele kullanılan küçük mataraya denir. İsrâîloğulları çölün ortasında takıları bin derecenin üzerine çıkaran fırınlarda eritip altın bir buzağı/put mu yaptılar? Eğer öyle ise âyette neden put değil de ceset kelimesi seçilmiştir? Burada timsal manasındaki heykel (Bkz. Sebe:13), put manasındaki esnâm veya senem (Bkz. Arâf:138) kullanılmamış onun yerine ceset kullanılmıştır. Bu ifadeden, edindikleri (ittehaz) bir buzağı cesedinin içini doldurup üzerine de değerli takıları atıp onu bir put haline getirdikleri anlaşılmaktadır. Şamanlarda da hayvan figürlerine tapınma, onların rûhaniyet ve gücünden istifade etme inancı yaygındır. Hatta hayvanların göz çukurlarını buldukları değerli taşlar ile doldururlardı.
Huvâr kelimesi, Lîsanül-Arab’ta şöyle açıklanmıştır: Huvar’ın aslı, avcı geyik yavrusunu yakalar, onu bir yere bağlar ve onun kulaklarını ovalar. İşte o zaman geyik yavrusu böğürür (bağırır). Bunu duyan yavrusunu kaybetmiş olan ana geyik, yavrusunun yanına koşar ve avcıya yakalanır. (Lisanül Arab) Sonraları ördek avlamada kullanılan ördek düdüğü gibi bu sesi çıkaran borular icad edilmiştir. Sâmirî’nin bir kamış ile cesedin ağzından böğürme sesi çıkarması muhtemeldir. Amaç insanların dikkatini çekmektir. Buzağı inancı, Mısırlıların Menfis’de tanrı Ptah’ın tecessümü gördükleri kutsal Apis öküzünün reankarne olarak hulûl ettiği veliahdıdır. Ölen Firavun’un ardından diriltilen Apis öküzü kendini uyandıranı Firavun seçecektir. Bu da Sâmirî’den başkası değildir. Mısırlıların tahakküm ve gücünü elde etmeyi ellerindeki takılar ve servette zanneden İsrâîloğulları yanlarında götürdüklerinin kendilerini koruyacağını zannetmişlerdir. Oysa esasında insanı koruyan para pul değil sağlıklı düşünmesidir. Haddizatında köle zihniyetinde olmasalar Firavun ailesi onları bu kadar sûistimal edemeyecekti. Çölde hiçbir işlerine yaramayan takıları putlaştırmaları, tasavvurlarının aynası gibidir. Günümüzde ve gelecekte köle zihniyetli insanlar emanet olarak yüklendikleri ekonomik güce tapacak, zorlukta ve darlıkta ona sığınma ihtiyacı ile parasını ve malını ilâh makamına koymaya devam edecektir. Ancak sonuç, pişmanlık ve hüsrân olacaktır.
149- Ve elleri arasına düşüp dalâlette olduklarını gördükleri zaman dediler ki: “Eğer Rabbimiz bize merhamet ve mağfiret etmezse, mutlaka biz hüsrânda oluruz.”
Sukita fî eydîhim bir deyimdir. Kişinin başının elleri arasına düşmesidir ki, bu da pişmanlık psikolojisini gündeme getiren bir hâli ifade eder ve bunun zımnî anlamı şudur: Elleri bomboş kalıp umutların tükenmesidir. Kurtubî ‘Şiddetli pişmanlığa delâlet eder.’ demiştir. Bu pişmanlık ve çaresizlik kurtarıcı olarak görülen buzağı cesedinin aslında hiçbir sorunu çözmediği ve hiçbir fayda sağlamadığı hakîkatinin dışa, yani hâle yansıyan itirafıdır. Bu konjonktürün üzerine Hz. Mûsâ bir anda çıkagelir.
150- Ve Mûsâ, üzüntülü ve öfkeli olarak döndüğü zaman onlara dedi ki: “Benden sonra bana ne kötü halef oldunuz. Rabbinizin emrine acele mi ettiniz?” Ve levhaları bıraktı. Kardeşinin başını tuttu. Onu kendine doğru çekiştirdi. Dedi ki : “Ey anamın oğlu! Muhakkak ki kavim, beni zayıflattı. Neredeyse beni öldürüyorlardı. Artık benimle, düşmanlarımı sevindirme ve beni, zâlim kavim ile beraber kılma.”
Esef, hüznün şiddetli olanı demektir. Bu anlamda Türkçede “gam” sözü kullanılır. (Bkz. Kehf:6) Hz. Mûsâ’nın üzüntü ve öfkesi, sağlıklı düşünmesine engel olmuştur. 145. âyette levhaların sıkıca tutulması, onda yazılanların güzel bir şekilde muhatabına ulaştırılması emredilmişken; Hz. Mûsâ levhaları yere bırakmıştır. Bu detayın verilmesi Hz. Mûsâ’nın ilkelerle değil öfke ve duygularla harekete başladığını belirtmek içindir. Anlamadan, dinlemeden hüküm vermek masûmları üzerken zâlimleri sevindirebilir. Bu âyet resûllerin izinden gitme iddiasında olan her mümine de ibretler barındırmaktadır. Topluma mal olmuş kişilerin kamu önünde tartışmasının, birbirini suçlamasının kimin işine geldiği, kimleri sevindirdiği iyi hesap edilmelidir. “Rabbinizin emrine acele mi ettiniz?” ifadesi bizce uzatılan ve bitmesini sabırla beklemedikleri mîkât zamanına bir göndermedir. Hz. Mûsâ’nın soruları Tâhâ sûresinde şöyle ifade ediliyor: Dedi ki: “Ey Hârûn! Onları dalâlette gördüğünde seni ne engelledi? Niçin bana tâbi olmadın? Yoksa emrime asi misin? (Tâhâ:92-93) Sorularının cevabı bu âyette verilmiştir.” Kavmin Hz. Hârûn’u zayıflatarak pasifize etmesindeki bir başka sebebi de Hz. Mûsâ’nın vaad ettiği zamanda dönememesidir.
151- Dedi ki: “Rabbim, beni ve kardeşimi mağfiret et ve bizi rahmetine al ve Sen, merhamet edenlerin en çok merhamet edenisin.”
Âyetteki “veente erhamu-rrâhimîn”/“Ve sen rahmet edenlerin en çok rahmet edenisin” cümlesi aslında bir kıyas cümlesidir. Zîra akıl kıyas ile çalışır. Allah merhameti ile yarattığı insanın kendisi gibi merhametli olmasını, bağışlayıcı olmasını ister. Hz. Mûsâ’nın duası aslında istiğfarı ve tevbesidir. Zîra o merhametsiz bir tavırla kardeşini çekiştirmiş ve ona bağışlama ve acımadan uzak bir şekilde muamele etmiştir. Her dua aslında kişinin kendine yaptığı ideal hedeflere ulaşma telkinleridir. Hz. Mûsâ hatasını ve eksiğini duası ile dillendirip bir öz eleştiri yapmaktadır.
152- Muhakkak ki buzağıyı edinen kimseler, Rabb’lerinden bir gazaba ve dünya hayatında bir zillete uğrayacaktır. Ve işte, iftira edenler böyle karşılığını bulacaktır.
“Rabb öfkelendi, zillete düşürdü.” cümlesi ile “Rablerinden bir gazaba uğrayacaklar.” cümlesi farklıdır. Diyalogun doğal akışı içerisinde bu ifadenin Hz. Mûsâ’ya ait bir haber cümlesi olduğunu söylemek bağlama daha uygundur. Burada Hz. Mûsâ ‘Rabb’lerinden bir gazaba ve dünya hayatında zillette uğrayacaklar.’ diyerek putçuluğun insanı düşürdüğü zilleti bir vakıa olarak tespit etmiş ve onları bekleyen akıbeti haber vermiştir. Onlara ayna tutup zilletlerini gösterenlere duydukları öfke ve putlarını öfke ile savunmaları dünyada ellerine geçen tek karşılık olacaktır.
153- Ve o kimseler kötü amellerden sonra tevbe ettiler ve inandılar. Muhakkak ki senin Rabb’in, bundan sonra elbette Ğafûr’dur, Rahîm’dir.
Kötü amel ortaya koyanların yapması gerekenler, burada Hz. Mûsâ tarafından kavmine öğretilmektedir. Zîra her günahın bir dönüş noktası ve tevbe imkânı vardır. Kötülükleri yok etmek ancak tevbe denilen dönüş ile mümkündür. Dikkat edilirse imân bu iyiye yönelişten sonra gelen bir mertebedir.(Bkz. Beled:17) Hatasını, inanıp tevbe ederek telafi edenler Rabb’lerini Ğafûr ve Rahîm olarak bulabilecektir. Bu sözleri başta Hz. Mûsâ kendine de telkin etmiş ve böylece öfkesi yatışmıştır.
154- Ve Mûsâ’nın öfkesi sakinleştiği zaman levhaları aldı. Rabb’lerinden korkanlar için onun nüshalarında hidâyet ve rahmet vardır.
Âyetteki sekete kelimesi, aslında “susmak” anlamına gelen sükût’tan gelmektedir. Mûsâ’nın öfkesi susunca yani sakinleşince demektir. Bu ifade içerdeki vesvesenin de susması, sakinleşmesi demektir. Zîra insan öfke anında şeytânî duygu ve düşüncelerin kontrolündedir. Onları dizginlemenin yolu insanın kendine çizdiği sınır ve ilkeleri hatırlamasıdır. Bu detay da âyette levhaları alma ile verilmiştir. Burada, Tevrat’ın ifade ettiği gibi levhaların yere atılınca kırıldığı ve Hz. Mûsâ’nın bu kırılan parçaları aldığı şeklinde bir detay yoktur. Peki, Hz. Mûsâ nüshaları çıkarma gereği neden duymuştur? Öncelikle nüsha kelimesi, “bir asıl metinden çıkarılan kopya, o metnin yeniden yazılmış şekli” anlamına gelir. İkisine birden nüsha/kopya denildiği de olur. Âyette neden nüshada hidâyet ve rahmet var denilmektedir? Asıl olan dururken neden Hz. Mûsâ bir nüsha çıkarma gereği duyuştur? MÖ 2000’li yıllara ait bir el büyüklüğünde çivi yazısı ile yazılmış tabletler günümüze kadar ulaşmıştır. Hz. Mûsâ’nın MÖ 1300’lerde yaşadığı düşünülürse yazılı taş tabletler daha da yaygınlaşmış olmalıdır. Yazının konusuna ve uzunluğuna göre ebatı değişen tabletlerin taşa kazınarak değil bir kamış kullanarak henüz kurumamış kile baskı ve izlerle yazılmaktadır. Yazının yazılacağı satıhta bulunan kil üzerine basılan kalıbın şeklini alıp güneşte kuruduktan sonra silinmez bir forma ulaşmakta idi. Hz. Mûsâ’nın getirdiği ve Allah’ın 145. âyette de “Ve Biz, ona levhaların içinde her şeyden öğütler yazdık.’’ dediği kalıplar Hz. Mûsâ’ya ulaştırılmıştır. Muhtemelen mîkât yerinde verilmiş veya Hz. Mûsâ tarafından Tâhâ 80’de tarif edilen yerde bulunmuş da olabilir. “Ve Tûr’un sağ tarafında sizinle vaadleştik (Bu vaatleşme levhalar üzerideki kurucu ilkelere uyulup uyulmama ile oluşur) ve size kudret helvası ve bıldırcın indirdik.” Zaten devamında (Arâf:160’da) kudret helvası ve bıldırcından bahsedilecektir. Bu tabletlerin birer şablon/kalıp olması muhtemeldir. Zîra bu kalıp ıslak kile bastırılınca ters olan yazının nüshası düz olarak çıkmakta ve okunur hâle gelmektedir. Bu kalıp hızlı ve hatasız bir şekilde 12 adet nüsha yapılma imkânı sunar. Böylece nüshalardaki hidâyet ve rahmet muhatabına ulaşacaktır. Hz. Mûsâ’nın asasının ve kalıbın, levhaların Bakara 248’de ifade edilen Ahit Sandığı’nda olduğuna dair bir bağlantı da kurulabilir. En doğrusunu Allah bilir.
155- Ve Mûsâ, Bizim belirlediğimiz buluşma zamanımız için kavminden yetmiş kişi seçti. Onları, şiddetli bir sarsıntı yakalayınca şöyle dedi: “Rabbim, şayet dileseydin daha önce onları ve beni helâk ederdin! İçimizden sefihlerin yaptıklarından dolayı, bizi helâk mı edeceksin? O ancak Senin ağır sınamandır. Onunla dileyeni dalâlette bırakırsın ve dileyeni hidâyete erdirirsin. Sen, bizim velimizsin. Artık bize mağfiret et ve bize rahmet et! Sen, mağfiret edenlerin en hayırlısısın.”
Hz. Mûsâ’nın seçtiği bu 70 kişi detayının hikmeti bağlam ile birlikte düşünülmelidir. İki alternatif vardır. İlki bu 70 kişi gelecek vaad eden ve nüshaları her yere ulaştıracak olan muvahhit Müslümanlar mıdır? İkincisi Allah’ın Hz. Mûsâ ile konuştuğuna, kudretini bir dağ üzerinden hissettirdiğine inanmayan Sâmiri’nin peşinden gidenler midir? Âyet bunun cevabını kendi iç bağlamında vermektedir. İçimizdeki sefihler kullanımı, dileseydin bizi helâk ederdin cümlesi, mağfiret ve rahmet talebi Hz. Mûsâ’nın seçtiği 70 kişinin muhtemelen kavminden inanç bakımından en sorunlu kişiler olduğunu göstermektedir. Hz. Mûsâ’nın yaptığı, güne alınabilecek bir örneklik de barındırır. Yaşanan âfetleri Rabb’lerini ve âcizliğini unutanlara birer ibret vesikası olarak sunup Allah’ın kudretine atfen anlaşılmasını sağlamak bu kıssayı güne almaktır. Arâf 142 ve 143’te bahsedilen mîkât gibi burada da Hz. Mûsâ seçtiği 70 kişiyi doğru zamanda ve olmaları gereken yere götürmelidir. Burada ve daha önce sûrenin 78. ve 91. âyetlerinde geçmiş olan ‘recfe’ kelimesi ile şiddetli sarsıntı, deprem gibi doğal bir âfet kastedilmiş olabilir. Mîkât bu depremin olma zamanı ve mekânıdır. İçimizden birtakım sefîhlerin/beyinsizlerin işlediği yüzünden şeklindeki kullanım, Sâmirî ve yaptığına inananlara yönelik bir göndermedir. Ayrıca Hz. Mûsâ’nın “Bu sadece senin bir fitnendir yani cevheri cürufundan ayıran bir eleme’’ ifadesi de sefîh olanla olmayanın ortaya çıkması manasındadır. Velî kelimesi, Kurân’da 24 âyette geçer. ‘Velî’nin çoğulu olan ‘evliyâ’ kelimesi ise 62 yerde kullanılır. (Bkz. Arâf:3–27, Meryem:45) Hz. Mûsâ, velî sıfatına anlam verirken, mağfiret/bağışlanma ve rahmeti/merhameti de onun yanına dâhil ettiğinden velî esmasının bunların haricinde Allah’ın yakînen koruması, kollaması ve sahiplenmesi manası vurgulanmaktadır. Böylece Hz. Mûsâ Allah’ın Velî oluşuyla Ğafûr ve Rahîm sıfatlarını gerekçelendirmektedir. Zîra sahiplenip merhamet etmeyen ve bağışlamayan velî sıfatının hakkını veremeyecektir. Sahte ilâhlara değil, el-Velî olana sığınmanın hayırlara vesile olacağını da bu duası ile öğretmektedir. Hz. Mûsâ’nın dua ile kendine belirlediği hedefler burada kalmayıp sonraki âyette de devam edecektir.
156- Ve bize bu dünyada ve âhirette güzellikler yaz. Muhakkak ki biz tevbe edip Sana yöneldik.” Dedi: “Azâbımı dileyene isabet ettiririm. Ve rahmetim her şeyden geniştir. Artık onu takvalılara ve zekâtı verenlere yazacağım. Ve onlar ki, onlar âyetlerimize inanırlar.”
Gerçek mümin tüm güzellikleri âhirete ertelemez. Âyetin başında Hz. Mûsâ’nın dile getirdiği gibi önce dünya ve sonra âhiret saadeti-güzelliği istemektedir. Çünkü dünyadaki güzellikler âhirete yansır. Dünyayı cennete çevirmeyen cennete gidemez.
Zekât kelimesi zekâ kelimesinden türemiştir. Ürün arttığında Araplar “Zekâ’z-zer’u” derler. Zekât vermek de, bereketi celb ettiği için bu adı almıştır. “Ze-kâ” fiilinin kökünden gelen bu kelime, Kurân’da 30 âyette zikredilir. (İlk geçtiği yer Müzzemmil:20’dir) Lügatte temizlik, artmak, bereketli olmak, iyi ve düzgün olmak manalarına gelir. İbn Manzur, câhiliye döneminde bu kelimenin herhangi bir şeyde artış manasında kullanıldığını, bundan dolayı Araplar tek kişiye “hasa”, iki kişiye de “zekâ” dediklerini söyler. Bazılarının yaptığı gibi, buradaki zekât kelimesi ile ahlâkî temizliğin kastedildiğini ileri sürmek bize göre isâbetli değildir. Çünkü Kurân’da ahlâkî temizliğin kastedildiği yerlerde tezkiye (arınma) kavramı, cümle içinde yalın hâlde zekâ fiili ve türevleriyle ifade edilmiştir. Arınmaya, ‘Verin!’ şeklinde bir mana muhal olacağı için Zekât’ın söz konusu olduğu yerlerde yanına i’ta (vermek) fiili getirilmek sûretiyle “Zekâtı verin!” şeklinde meallendirilmelidir. Seçilen 70 kişi takva yani sorumluluk bilincinden uzak ve paylaşma ahlâkından (zekât) mahrûm olan kişiler olabilir. Bu huyları da muhtemelen geçmiş günahları ve yaşam tarzları ile ilgili olarak hedef olan duada, bağış ve tevbe gündeme alınmıştır. Amel defterine âtıfla ‘Bize yaz!’ şeklinde bir kullanım da yapılmıştır. Birlikte yaşamanın olmazsa olmazı takva yani sorumluluk-sakınma duygu ve düşüncesi ile yapılan merhametli paylaşımlarıdır. Topluluklar Allah’ın geniş rahmetinin kapsamından çıkmak istemiyorsa bunları yapmak zorundadır. Yoksa hayatın sıkıntı ve zorlukları onları sarstığında çevrelerinde dayanacakları kimse kalmayacaktır. “Allah’ın vâsi oluşu ile muhît oluşu birbirine karıştırılmamalıdır. Eğer âyet “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” şeklinde meallendirilirse azâb kimseye isâbet edemez. Zîra rahmetin onları da kapsaması gerekir; ancak burada vâsi/geniş manası kullanılarak bu mantık hatasının önüne geçilmiştir.
157- Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları ümmî nebî-resûle tâbi olurlar. Onlara ma’ruf ile emreder, onları münkerden nehyeder ve onlara tayyib olanları helâl kılar. Habîs olanları, onlara harâm kılar. Ve onların ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri kaldırır. Artık onlar, ona inanır ve ona tazim eder ve yardım eder ve onunla beraber indirilen nûra tâbi oldular. İşte onlar, onlar felâha erenlerdir.
Âyetin başındaki ellezîne dikkate alındığında, bu âyet 156. âyetin devamı olarak anlaşılmalıdır. “Sakınanlara, zekâtı verenlere, imân edenlere rahmeti yazacağı” buyurulurken bu âyette ona ilâveler yapılmaktadır. Bu nedenle tasavvurlarındaki köle zihniyet yüzünden taşıdıkları bâtıl inanç ve yükleri ümmî nebî-resûl olan Hz. Muhammed de tıpkı Hz. Mûsâ gibi kaldırmıştır. İlk ve sonraki muhatapların özgürlüğüne engel olan zincirleri İsrâîloğullarını özgürleştiren Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn örneği üzerinden Kurân genelleştirmektedir.
Ümmî kelimesi ümm (ana) ile nispet bağıntı yâ’sı’ndan oluşturulmuş bir kelime olup anaya mensup, analı, anasından doğmuş gibi demektir. Kurân’da tekil ve çoğul olarak toplam 6 âyette geçmektedir. (Bkz. Bakara:78, Âli İmrân:20–75, Cuma:2) Kelimelerin sonuna getirilen yâ bağlantı edatı, genellikle kişilerin hangi şehirli olduklarını ifade etmek için kullanılır. Meselâ Konevî, Konyalı; Bağdadî, Bağdatlı; Halebî, Halepli; Rumî, Romalı demektir. Bu anlama göre ümmî; ana, asıl olana müntesip olandır. Ümmî kelimesinin tekil veya çoğul olarak geçtiği pasaj ile birlikte dikkatle okunur ve iyi anlaşılırsa doğuştan getirilen fıtrî unsurlara mensup olan demektir. Kinden, hasetten uzak, annesinden doğan bir bebeğin safiyetinde olan, masûm, temiz insanların bir sıfatıdır. Resûl denilmesi kullara nispeten, Nebî denilmesi Allah’a izafetendir. O, Allah’ın elçisi olması bakımından Nebî, insanlara Allah’ın emirlerini ulaştırıp bildirmesi bakımından da Resûl’dür.
Tevrat, İbranîce Tora(h) kelimesinin Arapçalaşmış biçimi olup kanun, ittifak, birlik, antlaşma, sözleşme, adlaşma gibi anlamları dile getirir. Ahd-i Atik (Eski Ahit) adı verilen kitaplar toplamına denir ve bu ortak kabulü/ahdi ifade eder.
İncil kelimesi, Kurân-ı Kerim’de 12 yerde geçer. Yunanca “evangelion”; iyi haber, müjde demektir. Ümmî, nebî- resûlün özellikleri hem ittifak edilen, ahit olan Tevrat’ta hem de geleceği müjdelenen İncil’de bahsedilmiştir.
Ma’ruf kelimesi ‘arafe’ fiilinden türemiştir ve ‘ma’rifet’ kavramıyla yakından ilgilidir. ‘Arafe’; herhangi bir şeyi görünümüne bakarak duyularla kavramak, eserini düşünerek idrak etmek, anlamak olduğuna göre, ‘ma’rûf’; herkes tarafından doğruluğu görülen, güzel görünen, güzelliği anlaşılıp kabul edilmiş fiil, söz ve davranışlardır. Ma’rûf’ diye bilinen güzel davranışlar ve fiiller, insanlar arasında uzun süre yaşayarak örf haline gelirler. Fıtratları bozulmadan düşünen akıl sahipleri, iyi ve güzel davranışları tanırlar ve onları yaşatırlar. Maruf ile emretmek, marufu tavsiye etmek demek değildir. Bu yüzden maruf; adet, gelenek ve göreneklerden daha yaygın ve bağlayıcı olmalıdır. Arâf sûresinde helâk olan kavimler ile örneklendirilen inanç, düşünce, mal, can ve ırz güvenliği konuları marufun alanına girmektedir. Hırsızlık yapılmaması, ırzına el uzatılmaması tavsiye değil birer emirdir. Her toplumda bu tür evrensel ilkeler; yasalarla zorunlu hale getirilmiştir. Münker kelimesi, ‘nekr’ kökünden türemiş bir kavramdır. ‘Nekr’ sözlükte tanımamak, tanınmazlığa itmek demektir. Bunun da aslı; aklın, tasavvurun dışladığı, tanımadığı, fıtratın-vicdanın kabul etmediği, maruf olanın tam zıddı olan kötülüklerin, çirkinliklerin, zulüm ve haksızlıkların tamamıdır. Münkerde bir şeyin kötü olup olmadığı, iyi veya güzel olup olmadığı konusunda tartışmanın, şüphenin azaldığı gözlenir. Arâf sûresinde Hz. Âdem’in melik ve hâlid olmak için başkasının malına el uzatması. Hz. Nûh’un inancına ipotek konması, Hz. Hûd’un düşüncelerini aşağılama. Hz. Sâlih’te güvenli seyahati yasaklama ve 9 çetenin yaptıkları. Hz. Lût’ta ırz ve namus güvenliği, Firavun’da küçük çocukların öldürülmesi, kızların köleleştirilmesi inanların-sorgulayanların asılıp işkence ile infazı gibi daha sayamayacağımız birçok ana başlık burada emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker şeklinde formülleştirmiştir.
Tüm resûller Allah’ın risaleleri ile tayyip yani sağlıklı ve temiz olanları helâl, habîs olan kötü ve zararlı her şeyi yasaklar. Bu harâm kılma yetkisi, peygamberin şahsî tercih ve isteği ile değildir. Âyette fâilin resûller gibi gösterilmesi, çevrelerindeki insanların onun getirdiğine uyma sorumluluklarına binaendir. Yoksa tek harâm ve helâl koyucu Allah’tır. Allah emirlerini elçileri ile ilettiği için elçiye itaat Allah’a itaattir. Eğer âyette “resûl” değil de sadece “ümmî nebî” geçseydi peygamberlerin kişisel içtihatları ile de harâm helâl koyabildiklerini söyleyebilirdik. Sadece nebî sıfatı geçen şu âyet yorumumuzun delilidir: “Ey Nebî! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine harâm ediyorsun? (Tahrim:1 Ayrıca bkz. Mâide:87) Nebî ve Resûl kavramlarının kullanım yerlerine dikkat edilmeyerek hepsine peygamber yazılması birçok ayeti bu ayetle çeliştirir.
İnsanı insana kul eden sistemler zulüm ve sıkıntıların mazlûma yüklediği ağırlıkları (isr) ve onu tutsak eden (ağlâl) resûllere verilen altın ilkelerle kaldırılmıştır. İnsana insan olma onurunu vermek, tedrîcî olarak köleliği ortadan kaldırmak, aklı kullanmayı, güvenmeyi ve güven vermeyi resûller çevrelerindekilere âyet âyet öğretmişlerdir. Gerçek tazim yani saygı, resûllerin getirdiği kurucu ilkelerin gücüne inanmak ve onları yaşayarak desteklemektir. Bu destek ve misyon geleceği aydınlatan bir vizyon da kazandıracaktır.
158- De ki: “Ey insanlar! Muhakkak ki; ben, Sizin hepinize Allah’ın Resûlü’yüm. Semâların ve arzın mülkü O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. O, hayat verir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve O’nun ümmî, nebî-resûlüne inanın! O, Allah’a ve O’nun kelimelerine inanır. Ve O’na tâbi olun ki böylece siz, hidâyete eresiniz.”
Kurân’ın mesajı cihanşumüldür. Ümmî, nebî, resûl sıralamasındaki hikmet dikkat çekicidir. Fıtrî olan/doğal, sunilikten uzak, saf ve samimi (ümmî) bir şekilde ilâhî kelamdan haberdar olma (nübüvvet) ve akabinde bu temiz bilgiyi aktarma (risâlet) sırasına uygun bir kullanımdır. Kelama ümmî olarak yaklaşmamak, haberleri çarpıtma ve ideolojik/yanlı olarak aktarmayla sonuçlanır. Resûller ve onun izinden giden sâlih kullar insan ayrımı yapamaz. “Yâ eyyuhâ en nâsu” ve “cemîan” kullanımı bunun içindir. Mülkün tek ilâh olan Allah’ın olduğu, hayatın bile bir emanet olduğu şuuruna inanmak resûllerin inandığına inanmaktır.
159- Ve Mûsâ’nın kavminden bir ümmet vardır. Hakk’a hidâyet ederler. Ve onunla adâletli davranırlar.
Bu âyeti açıklamak için öncelikle Âli İmrân 104. âyetine bakmak gerekir: “Sizden hayra çağıran, marufu emredip münkerden men eden bir grup bulunsun!” denilerek aslında, genel bir kanun konuyor. Bu âyette de Hz. Mûsâ’nın toplumunda böyle bir grubun varlığından bahsedilir. Her kıssa bize bunun örneklerini sunmuştur. Ahlâkî olarak sapan bir toplumda Hz. Lût gibi tek bir mihenk noktası kıyas için çok kıymetlidir. Ticaretin aldatma ve soyguna dönüştüğü Medyen’de Şuayb ve inananların varlığı adâletli ve hakkaniyetli davranmak isteyenler için yeterlidir. Her toplum ara sıra şirazeden kayabilir. Referans noktası olan röper taşları sökülmez ise o toplum yine hidâyeti bulabilir. Hz. Mûsâ’nın kavmindeki ümmet; ana/ümm kurucu ilkeler etrafında kenetlenmiş maya toplumdur. İşte bu ümmeti oluşturmak Hz. Mûsâ’nın öncelikli görevi olsaydı Tûr’a gittiğinde Hz. Hârûn zayıf bırakılamayacaktı. “Yehdûne” fiilinin âyette geniş zaman kipinde kullanılmış olması, İsrâîloğulları arasında bulunan bu bilinçli grubun sadece Mûsâ peygamber zamanında değil, tüm zamanlarda da var olduğunu gösterir. Böyle grupların ehlikitap içinde var olduğu başka âyetlerde de bildirilmiştir. (Bkz. Âli İmrân:113-114-199, Nîsâ:162).
160- Ve onları ümmet olarak on iki kola ayırdık. Kavmi ondan su istediği zaman, Mûsâ’ya asasını o taşa vurmasını vahyettik. Hemen ondan on iki pınar fışkırdı. Her grup insan, içeceği yeri bildi. Ve onların üzerini bulutla gölgeledik. Ve onlara, kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Sizi rızıklandırdığımız temiz şeylerden yiyin! Ve Bize zulmetmediler, fakat kendi nefislerine zulmettiler.
Yeraltı suları yüksek dağlardan süzülerek, akifer denen yeraltı tabakalarıyla yüzlerce km öteye taşınır. Yüksek basınç yüzeye çıkacak zayıf bir nokta arar. Yapılması gereken suyun yüzeye yakın kısmına fiziki bir delik açmaktır. İlahi yönlendirme ile Hz. Musa’nın yaptığı tam da budur. (“Menn” ve “Selvâ” için bkz. Tâhâ:80.) “Ve onları ümmet olarak on iki kola ayırdık” On iki kola ayrılma ve ayıranın Allah’a isnadı bunun fıtri çeşitlilik olduğunu gösterir. Ma’ruf ve münker ayrımından sonra ümmet denilen kurucu ilkeler etrafında toplananların oluşturduğu çeşitlilik, zenginlik ve farklılıklara rağmen tek tipleştirmenin yapılmadığı göze çarpmaktadır. Burada çölde en değerli şey olan su üzerinden ümmet olma şartları sıralanmıştır. Kaynaklardan adâlet ve hakkaniyet ölçüsünde paylaşarak istifade etmek “Onlar nereden içeceğini bildi.” ile anlatılmıştır. Yakıcı, kavurucu güneşten kardeşler gibi bir ve beraber olarak aynı gölgeyi paylaşarak korunmalarına bir âtıf yapılmıştır. Ne kadar farklı, karma bir topluluk olsalar da bu birlik ve beraberlik rûhu ile ellerindeki imkânlardan yetinerek hayatlarını devam ettirebilmişlerdir. Zaten Allah’ın yasası da böyle işler. Zor şartlar ya bireyleri birbirine yakınlaştırıp dayanışmayı ve gücü arttırır ya da bireyler imkânları bölüşmemek için farklılıkları bahane ederek birbirleri ile çatışıp kendi kendilerini yer bitirirler. Âyetin ifadesi ile kendi nefislerine zulmederler.
161- Ve onlara: “Bu karyede yerleşin ve ondan dilediğiniz yerden yiyin, yükümüzü indir deyin ve kapıdan secde ederek girin!” denilmişti. “Sizin hatalarınızı mağfiret edelim ve muhsinlere daha da arttıralım.”
12 kola ayrılan İsrâîloğulları’nın bir kısmının yaşadıkları ve sonraki nesillerin yaptıkları bundan sonraki pasajda örnekleri ile izah edilecektir. Âyette hataların mağfiret şartı ihsâna bağlanmıştır.
Hıtta, ‘’Günahlarımızın yükünü omuzlarımızdan indir!’’ anlamına gelir. (Râğıb) ‘’Bizim için af ve mağfiret indir!’’ anlamında bir istiğfardır. (Zemahşerî) Bu kelime “hatta” fiilinin mastarı olup istiğfar için kullanılır. Manası, günahlarımızı bağışla demektir. “Hıtta annâ zunubenâ: Günahlarımızı bağışla!’’ da bu kabildendir. (Elmalılı) Kelimeye ‘’Günahları bağışla!’’ manasını vermek, bizce mağfiret kelimesi ile aynı manayı vermek olur ki bu da kelimelerdeki farklılığın manaya yansımaması sonucunu doğurur. Bu nedenle sırta yük olan hata ve kusurların, ihsân ile telafisi için kişinin kendisine belirlediği hedef telkini olarak meallendirilmiştir. Buradaki secde, şehrin kapısında yere kapanmak değil, o şehrin otoritesine teslim olmak anlamındadır. Yani, göçebeliğin getirdiği kuralsızlıktan kurtulup kaide ve kurallar ile birlikte yaşamaya adapte olma talebidir. Bu sorumluluk gerektiren işten dolayı devamında omuzlarımızdaki yükü, beklentiyi, bedevîliğin getirdiği ön yargıları indir anlamında ‘hıtta’ kullanılmıştır. “Dilediğiniz yerden yiyin!” kullanımı ‘’Rızkınızı burada istediğiniz alanda arayın!’’ anlamına geleceği gibi birlikte yaşamanın getirdiği çeşitlilik ve zenginliğe bir gönderme de olabilir. Bu yaşananlar muhtemelen Hz. Mûsâ sonrası gerçekleşmiştir. (Bkz. Tevrât’ın Yeşu bölümü) Hataların mağfireti; Mısır şehrinde köleleşmeye rıza gösterip medenîleşmeyi beceremeyen İsrâîloğulları’na sunulan bu ikinci imkân ile hatalarının telafi fırsatının da hatırlatılmasıdır. Bu imkânı kimileri değerlendirir, kimileri ise kölelikten sonra göçebeliğin getirdiği bedevîlik ve kuralsızlıkla zâlim düşmanına benzer.
162- Böylece onların zulmedenleri, sözü söylenenden başka bir sözle değiştirdiler. Artık yapmış oldukları zulümler sebebiyle, semâdan onların üzerine pislik gönderdik.
Âyette geçen “ricz” kelimesi iğrenç ve tiksinti verici bir azâbı anlatır. İfadenin sonundaki “bimâ kânû yazlimûn” şeklindeki ibare, o iğrenç azâbın sebebini bildirmektedir. Yani göçebe olarak gelip aklını kullanarak şehrin kurallarına, Hz. Musa’nın getirdiği ilahi emirlere uyanlar, dilediği imkândan istifade edecek bir konuma yükselirken, yerleşim yerinde kurallara, kişilerin hak ve hukukuna, ilahi ilkelere riayet etmeyen zâlim akılsızların üzerine ‘ricz’ denilen iğrenç bir hayat tarzı lâyık görülmüştür. Buradan tabletlerdeki emirleri başka ilkelerle değiştirip tahrife yeltendikleri de anlaşılmaktadır. “Gönderdik” gibi çoğul ifadeler ile fâilin “nahnu” olarak belirtilmesi, başlarına gelenlerin Allah’ın sosyolojik sünneti sonucu bir süreç, insanların eylemleri ve birçok mekanizmanın birlikteliğiyle gerçekleştiğini anlatmak içindir.
163- Ve onlara deniz kenarında olan karyeyi sor. İş bırakmada haddi aşıyorlardı. İş bırakma günü balıkları onlara akın akın geliyordu ve iş bırakmadıklarında onlara gelmiyordu. İşte böyle, fıska düşmüş olduklarından dolayı onları imtihan ediyorduk.
Ves’elhüm ”Onlara sor!” buyruğunun maksadı, bu kıssanın onlar tarafından bilindiğini ortaya koymaktır. (Râzî) Peki malum olan burada tekrar mı edilmektedir yoksa zamanla kaybolan, tahrif edilip alt üst edilen hikmet ve hisse mi ortaya konacaktır? Âyetteki “elleti kânet” daha önce deniz kıyısında olmayıp ‘şimdi deniz kenarında olan kasaba’ manası kazandırmaktadır. Deniz kıyısına sonradan yapılan yerleşim manası ve iç bağlam bunların İsrâîloğulları’nın 12 kolundan biri olduğunu bize bildirir. Ayrıca bu detay halkın balıkçılıkla geçindiğine dair yapılacak olan açıklamayı da destekler.
Hût kelimesi, Kurân’da Kehf:61-63, Kalem:48, Saffât:142’de tekil olarak, bu âyette de çoğul olarak toplam 5 yerde geçmiştir. Hût kelimesi, dil bilimcilerin bir kısmına göre “balık”, bir kısmına göre de büyük balık demektir. Hitanuhum kelimesi tam olarak çevrildiğinde “onların olan balıklar” şeklinde bir anlam verdiği için ‘balıkları’ olarak meallendirilmiştir. Zîra “hum” zamiri iyelik yani sahiplik bildirir. Zamirin kelimeye bitişmesi o kelimede anlatılan şeyin başkasına değil, o zamire ait olduğunu belirtir. Kurân’da bu şekilde çok fazla kullanım vardır. “Dinihum” onların dini, “kitabuhum” onların kitapları, “hisabuhum” onların hesapları gibi. Bu âyetlerden; balıkların çoğaldığı günlerde avlanmanın, balıkların azaldığı günlerde avlanmaktan daha verimli olduğu anlaşılmaktadır. Balıkların özellikle üreme dönemlerine dikkat ederek dönemsel avlanma Kurân’î bir işaret de olabilir. Ancak ‘sebt ashâbı’ bunun tam tersini yapmıştır.
Şürra’an kelimesi, balıkların suyun yüzüne çıkıp akın akın gelmeleri anlamındadır. Yani balıklar akın akın sahilin yanına gelirlerdi. Kelimenin asıl anlamı, açık yolu takip etmek, açık bir yol belirlemektir. Bazı balık sürüleri, göç güzergâhları ile göç ederler. Muhtemelen yerleşim yeri olan bölge böyle sürülerin belirli periyotlarla uğradığı bir göç güzergâhındadır. Zaten Kurân’daki gün/yevm kelimesi dönem anlamına da gelmektedir. (Bkz. Arâf:54) Bölge göç dönemlerinde balıkların istilasına uğrayan bir burun veya yarım ada da olabilir.
Sebt kelimesinin asıl anlamı çalışmayı durdurup işi bırakmaktır. Şu ifade de bu anlamdan gelmektedir: Sebets-seyr, seyahati kesti; yevmus-sebt, cumartesi günü veya tatil günü denir. Her türlü işe ara verildiği için bu adla anılmıştır. (Rağıb) Yine âyette geçen “sebtihim” kelimesi “cumartesi” olarak çevrilmiş, kelimeye bitişik “him” zamiri sanki yokmuş gibi hiç çevrilmemiştir. Bu kelimede geçen ‘sebt’ kelimesine müelliflerimizin yaptığı gibi “cumartesi” manası verdiğimiz ve kelimeye bitişik “him” zamiriyle beraber çevirdiğimizde ortaya şöyle garip bir mana çıkmaktadır “Onlara ait cumartesi.” Günler bir grup veya bir topluma ait değildir, Allah’a aittir (Eyyamullah için bkz. İbrâhîm:5) Doğru meal ‘onların iş bırakma günleri’dir. Bu kullanım sebtin evrensel olmadığını, bölgesel ve kendilerini bağlayan bir uygulama olduğunu gösterir. Ancak sebtin Kurân’a konması, bunun sadece tarihte olmuş bitmiş bir olay olmadığını gösterir. Zaten Yahudilerin inanç akidesine dönüşmüştür. Uydurulan dinin, müntesibini nasıl bir akıbete sürüklediği sebt örneği üzerinden anlatılacaktır. Kurân’da “sebt” türevleri ile birlikte 9 yerde geçmektedir ve tamamında iş bırakma, çalışmama ve atâlet manasında kullanılmıştır. Yahudi inancında Tanrı yorulur ve dinlenir. Tevrat’ta Allah’ın evreni 6 günde yaratıp 7’nci günde istirahat ettiği belirtilir. Kurân ise böyle bir atâlet ve acziyetten âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tenzih eder. (Bkz. Bakara:255) Kurân’da iş bırakma, çalışmama, zamanı öldürme gibi âtıl olmaya sebep olacak bir imâ bile yer almaz. Tam aksine İnşirâh sûresi 7. âyetinde “O halde, boşta kalınca hemen intisap et!” denir. İntisap etmek; yönelmek, talep edip nasibini aramak, çaba gösterip yorulmak manasındadır. Bu âyet, boşta kalan bir müminin enerjisini bir işe koyularak değerlendirmesini emreder. Tüm bu açıklamalara ek olarak Kurân’da zaten sebt günü ile alâkalı âyetlerin tamamı olumsuzdur. İşte birkaç örnek: “…ashâbısebt’i lânetlediğimiz gibi onları da lânetlememizden önce imân edin.” (Nisa:47) Ve misaklarından dolayı Tûr'u onların üstüne yükselttik. Ve onlara: "Bu kapıdan secde ederek girin." dedik. Ve onlara: "Sebt hakkında (iş bırakmada) aşırı gitmeyin" dedik ve onlardan “çok kuvvetli misâk” aldık. Onlar misâklarını bozdular ve Allah’ın âyetlerini inkâr ettiler, peygamberleri haksız yere öldürdüler…” (Nisâ: 154-155) Bu âyetlerden de açıkça görüldüğü üzere yeryüzünde rızkını aramayan, miskin miskin oturan ve başkalarına yük olmayı ibadet zanneden Yahudileşmiş anlayış sürekli eleştirilmiştir. İsrâîloğulları Hz. Mûsâ’dan sonra birtakım harâm ve helâller de uydurmuşlardır. (Bkz. Âli İmrân:93-94) Bunlardan biri de sebt gününde çalışmanın harâm olmasıdır. Kendilerinin olan yani kendi nasipleri olan balıklar akın akın gelmesine rağmen uyduruk inançları, onların ellerini tekrar bağlamış, yüklerini arttırmıştır. Bu inanç kitaplarına da girmiştir: “Altı gün çalışacaksınız. Ama yedinci gün olan Şabat dinlenme ve kutsal toplantı günüdür. Hiçbir iş yapmayacaksınız. Yaşadığınız her yerde Şabat’ı RABB’e ayıracaksınız. (Levililer 23/1-3) Sebt kelimesinin İbrânîce’deki karşılığı şabattır (şabbat). Şabat, yahudilerin cuma gün batımından cumartesi gün batımına kadar süren haftalık dinlenme gününü ifade eder. Kelimenin fiil biçimi olan şavat “ara vermek, durdurmak; sona ermek, dinlenmek; kutlamak” gibi manalara gelir. Yahudiler Şabat’ı yaşamın anlamı, dinin özü, Allah’ın Yahudilere ikramı sayarlar. Kurân, Sebt olarak adlandırdığı Şabat konusunda, Yahudilerin bu inanç ve uygulamalarını desteklemez. Buna rağmen geleneksel İslam İsrâliyatın etkisi ile “Şabat/sebt, Allah’ın Yahudilere bir emridir!” şeklinde anlamış ve anlatmıştır. Sorun bir grubun miskin miskin haftanın bir günü oturması değildir. Asıl sorun o gün çalışanların öldürülmesidir. Bundan Hz. İsa ve Hristiyanlar da çekmiştir. Bu nedenle Şabat’ın İncil’e yansıması Tevrat’ta anlatılanların tam aksi istikametinde olmuştur. Hz. İsa Şabat’a uymamış ve bunun bir aldatmaca olduğunu söylemiştir. Birçok yerde Şabat’ı konu alan İncil, gerek Hz. İsa gerekse başkalarının dilinden Şabat hakkında olumlu tek cümle kurmaz. Yahudilerin Hz. İsa’yı öldürme düşüncelerinin O’nun Şabat’ı ihlal etmesinden kaynaklandığını da görmekteyiz. “Hanginizin bir koyunu olur da Şabat Günü çukura düşerse onu tutup çıkarmaz? İsa yine havraya girdi. Orada eli sakat bir adam vardı. Bazıları İsa’yı suçlamak amacıyla, Şabat Günü hastayı iyileştirecek mi diye O’nu gözlüyorlardı. İsa, eli sakat adama, “Kalk, öne çık!” dedi. Sonra havradakilere, “Kutsal Yasa’ya göre Şabat Günü iyilik yapmak mı doğru, kötülük yapmak mı? Can kurtarmak mı doğru, can almak mı?” diye sordu. Onlardan ses çıkmadı. İsa, çevresindekilere öfkeyle baktı. Yüreklerinin duygusuzluğu O’nu kederlendirmişti. Adama, “Elini uzat!” dedi. Adam elini uzattı, eli yine sapasağlam oluverdi. Bunun üzerine Ferisiler dışarı çıktılar, İsa’yı yok etmek için Hirodes yanlılarıyla hemen görüşmeye başladılar.” (Markos 3/1- 6. Aynı olayın diğer İncil’lerde geçtiği yerler. Mat.12: 9-14; Luk.6:6-11) Hz. İsa şöyle kendini savunur: Mûsâ’nın yasası bozulmasın diye Şabat Günü biri sünnet ediliyor da Şabat Günü bir adamı tamamen iyileştirdim diye bana neden kızıyorsunuz? Dış görünüşe göre yargılamayın, yargınız âdil olsun!” (Yuhanna 7/21-24)
164-Ve onlardan bir ümmet: “Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir azapla azap edeceği bir kavme niçin öğüt veriyorsunuz?” dedikleri zaman şöyle dediler: “Rabbinize mazeretimiz olsun ve umulur ki takva sahibi olurlar.” diye.
Yahudiler sebt günü çalışanı öldürdükleri için Allah’ın helâk edeceği ve şiddetli azâb edeceği şeklinde bir uyarı âyette aktarılmıştır: “Şabat Günü çalışan herkes kesinlikle öldürülmelidir. İsrâîlliler, sonsuza dek sürecek bir antlaşma gereği olarak, Şabat Günü’nü kuşaklar boyu kutlamaya özen gösterecekler. Bu, İsrâîlliler’le benim aramda sürekli bir belirti olacaktır.” (Mısır’dan Çıkış 31/ 15-17) Hz. Mûsâ’nın getirdiği ilkeler etrafında toplanmış olan bir ümmet vardır. (Bkz. “Ve Mûsâ’nın kavminden bir ümmet vardır. Hakk’a hidâyet ederler. Ve onunla adâletli davranırlar.” Arâf:159) Bu ümmetin cumartesi yasağını uydurup onda haddi aşacak kadar radikalleşen Yahudilere öğüt ve nasihatlerde bulunmaları 164. âyette konu edilmiştir. Burada 3 farklı tasavvur ile karşılaşmaktayız. İlki ashâbısebt; atâleti, çalışmadan, üretmeden oturmayı, tüketmeyi din zannedenler. Diğeri sebt ashâbının atâletinden istifade eden fırsatçılardır ki bunlar marufu emredip münkerden nehyedenlerin yaptığını lüzumsuz görenlerdir. Son grup ise hak ve adâletle, insanlara eziyete dönüşen hurafe ve bağnazlıkla mücadele eden, toplumun huzuru için ellerinden geleni yapan muttakiler. Zîra gerçek muttakiler, adâleti sadece kendi için değil herkes için isteyendir. Toplumdaki iyi insanlar nemelazımcı olamazlar. Çünkü bulundukları konum, onlara Allah katında sorumluluk yükleyen bir makamdır. Kurân bu hâdiseyi anlatmakla, iyi insanların kötüleri uyarma ve kötülüklerle mücadele etme görevini de hatırlatmıştır. Rabbe sunulan mazeret, günahların bağışlanması için ihsân ile yapılan telafileri ifade eder. (Bkz. Arâf:161)
165-Artık onunla öğüt verildikleri şeyi unuttukları zaman, kötülükten men edenleri kurtardık ve zulmedenleri, fıska düşmüş olduklarından dolayı çetin bir azâpla yakaladık.
Beîs, bu formuyla Kurân’da sadece burada geçer. Be’îs kelimesi, be’ise kalıbından alınırsa muhtaç olmak, yoksul olmak; muhatabını muhtaçlığın ve işe yaramama ve başkalarına yük olma konumuna düşürüp hüzünlendiren ve değersizleştirip zilletten kahreden azâb/mahrûmiyet anlamına gelir.
Nisyan Kurân’da sıradan bir unutma değil; daha çok, ihmâl ve umursamazlığın sonucu olan kasıtlı bir unutmadır. Bunun için Kurân, Allah’ı unutan insanın Allah tarafından gözden çıkarılacağını açıklar. Kurân’daki bütün nisyân kelimeleri için daima “umursamamak, ağza bile almamak” anlamı da itibara alınmalıdır. (Lisânü’l–Arab) Âyette münkeri (evrensel kötülükleri) engellemeye çalışanların en büyük kazançlarının kötülüğe sebep olan olumsuzluklardan bir şekilde korunabilecekleri müjdesidir. Aslında maruf için yapılan her fedakârlık karşılık bulmasa da kişinin kendine yaptığı hayır dua olarak dönmektedir. 164. âyette Rabbe sunulan mazeretin aslında sadece hesap gününde insanın yüzünü ak etmediği, dünyada iken insanı kutlu akıbete hazırlamaya başladığı da anlaşılmaktadır.
166- Böylece onlar, nehyedildikleri şeyde haddi aşınca onlara: “Bitap düşmüş maymunlar olun!” dedik.
Öncelikle bu âyette “kıradaten hâsiîn” kelimelerine neden aşağılık maymunlar anlamı vermediğimizin gerekçesini sunalım. Maalesef meallerde hâsiîn'e aşağılık, sâfilîn'e aşağılık, adall'e aşağılık, dûn'a aşağılık manaları verilerek bütün farklı mana zenginlikleri genelde göz ardı edilmiştir. Kurân’da dört defa geçen ve genelde “aşağılık” olarak çevrilen hâsiîn, kelimesi Müfredatta şöyle geçer: Hasie ‘Hakîr görüldü ve horlandı ve nefret edildi ya da o hâle geldi.’ (el-Müfredat, h-s-e md.) Ancak âyette hor görülme ile alâkalı olan ve Kurân’da geçen “zelil” değil de hasiîn tercih edilmiştir. Bunun hikmeti ‘hâsien’ kelimesindeki durumun “hasîr” sonucu oluşmasındandır. Hasîr; bitkin, yorgun, körelmiş demektir. Yorulmak manasına gelen husûr kökündendir. Hâsiîn kelimesinin geçtiği dört yerin ikisi maymunlarla ilgili ele aldığımız âyetlerdir. Diğer ikisi ise Mümi’nun:108 ve Mülk:4. âyetleridir. Bu iki yerde de kelime istediğini elde edememekten dolayı küçük düşmek, istediğini elde edememekten dolayı âciz düşmek anlamındadır. “Sonra iki defa daha bakışını çevir. Bakışın âciz ve yorgun olarak sana döner.” (Mülk:4) Bu bilgiler ışığında “Kıradaten hâsiîn” istediğini elde edemediği hâlde tekrar tekrar aynı şeylere devam ettiği için bitap düşen maymunlar demektir. Âyette çok önemli bir detay vardır. “Biz onları bitap düşmüş maymunlara çevirdik” denilmemiş, “Onlara ‘bitap düşmüş maymunlar olun’ dedik!” buyrulmuştur. Burada, Rabb’imizin suçluları maymun hâline getirmesi söz konusu değildir. Âyetteki “uyuşuk/tembel/bitap maymunlar olun!” ibaresi, suçluların kendi davranışları sonucunda, Allah’ın genel ve değişmez yasalarıyla oluşan son durumu haber veren bir benzetme yapılmıştır. Maymun benzetmesi dilimizde de kullanılır. “Beni maymuna çevirdi.” veya “şebeklik yapmak” veya “üç maymun” gibi. Aslında bu mecâzî ifadeler olmayacak bir işi, abuk-sabuk, sürekli yaparak olacağını ummaktır ve hakîkati görüp duymalarına rağmen üç maymunu oynamaktır. İsrâîloğulları’nı 12 kolundan biri çalışmamayı ibadet edinmiştir. Bundan dolayı başka kişiler tarafından maymuna çevrilmişlerdir. Cumartesi yasağını uygulayan bazı köktenci ve bağnaz Yahudilere, düşmanları özellikle cumartesi günleri saldırıp onların yuttuğu altınları karınlarını yararak çıkarmış ve cumartesi yasak olduğuna inananları zelil, hor ve hakîr bir hâle getirmişlerdir. İnançlar eğer, insanı insan onuruna yakışmayan bir derekeye düşürüyorsa onlar ne kadar köklü olursa olsun mutlaka tahkik edilip sorgulanmalıdır.
167- Ve senin Rabb’in kıyâm gününe kadar, onlara azâbın en kötüsünü yapacak kişileri mutlaka dirilteceğini bildirmişti. Muhakkak ki senin Rabbin ikâbı çabuk olandır. Ve gerçekten O, elbette Ğafûr’dur, Rahîm’dir.
İkâb, sözlükte "bir şeyin arkasından gelmek, yerine geçmek" manasına gelen a-k-b kökünden türemiş bir kelime olup "yapılan kötü işlerin ardından gelen bedel, karşılık, ceza" demektir. Bu âyette hem peygamberimizin döneminde hem de günümüzdeki tüm dindarlara Yahudiler örneği üzerinden ince göndermeler yapılmaktadır. İnançlar insanların ellerinde kelepçe, ayaklarında prangaya dönüşünce dindarları sûistimal eden, onların sırtına din adı altında yükler yükleyen zâlimler her zaman ve zeminde olacaktır. Dünyanın kanunu böyledir. “Kıyâmete kadar’’ vurgusu tekrar dirilmeden ziyade zulme ve zalime kıyam edip başkaldırıncaya kadar manasını vermektedir. Bağlam bunu destekler. Zulme rıza göstermeyip kıyam edinceye kadar azabın en kötüsünü yapacak düşmanlar mutlaka çıkacaktır. Zaten tarih bunun örnekleri ile doludur. Günümüzde de İslam toplumu en basit konularda bile tahkikle arasını açıp körü körüne taklidi din edindiği sürece sömürgeci ülkelerin yumruğu sürekli tepelerinde olacaktır. Ümmet tembelleştikçe güçsüzleşmekte ve düşmanın maymunu derekesine düşmektedir. Âyetin sonundaki “Ğafûr ve Rahîm” esmaları Allah’ın bağışlama ve merhametini ifade ettiği gibi, hatadan dönme ve çalışmanın güç ve iktidarı ele geçirip saltanat sürmek için değil, bağış ve merhameti egemen kılmak için yapılması gerektiğini hatırlatan bir nükteye ve hedefe de sahiptir.
168- Ve yeryüzünde onları ümmetlere ayırdık. Onlardan bir kısmı sâlihler ve bir kısmı da bunlardan aşağıdadır. Ve onları, hasenât ve seyyiât ile belâya uğrattık. Umulur ki, dönerler diye!
Âyet muazzam bir tespit ortaya koymaktadır. Bu da, insanların çeşit çeşit ümmetlere ayrılmış olsalar da özünde ikiye ayrıldığıdır. İlki hangi ümmetten, ırktan, cinsiyetten olursa olsun sâlih olanlar, diğeri ise sâlih olma makamına ulaşamayanlardır. Sâlih kelimesinin kökü sulh’tur. Sulh ve salâh, Arap dilinde bozgun, nefret, kötülük, kavga, çekişme ve didişmenin zıddı demektir. Sulh ve salâh’ın karşıtı, fesâttır. Kurân’da yüzlerce âyette imânlı/inançlı kişilerin sâlih olması gerektiği özellikle vurgulanır.
Belâ, bileylemek için bir taşa sürtmek kök anlamından gelir. Darlık ve bolluklarla muhatabını geliştiren, fazlalıklarından kurtararak onu işlevsel bir olgunluğa kavuşturan sıkıntı ve zorluklara denir. Burada hasenât ile, güzellikler, iltifat ve servetle kişinin sınanması; seyyiât ile hayatın zorlukları, çirkin ve kötü yüzü ile hamlıklarından kurtarılması anlatılmıştır. Elbette herkes hasenât ve seyyiâtı gelişme ve ilerleme vesilesi görüp hamlıktan dönemez. Bu yüzden âyet umulur ki şeklinde sonlanmıştır.
169- Artık onların ardından gelen nesil kitaba vâris oldu. Ve “Yakında bize mağfiret edilecek.” diyerek değersiz, geçici olanı alırlar. Ve geçici olanın bir benzeri daha onlara gelse onu da alırlar. Allah’a karşı haktan başka söylememeleri için onlardan kitabın mîsâkı alınmadı mı? Ve onun içindekilerini ağızlarında gevelediler. Takvalı olanlar için âhiret yurdu daha hayırlıdır. Artık aklınızı kullanmayacak mısınız?
Half kelimesi, hayırsız zürriyeti belirtir. Bir kişinin ardından gelen hayırlı zürriyeti belirtmek için de aynı kökten gelen “halef” kelimesi kullanılır. (Bkz. Fâtır:39, Meryem:59)
Ders kelimesinin aslı, insanın bir yemeği iyice çiğneyip yediği zaman söylediği bir tabirden gelir. "Derrâs" kelimesi, Şamlılar’ın lehçesinde deyyas (iyice çiğneyip yutan) manasına gelir. İşte "bir sözün tedrîs edilmesi, ders ile öğrenilmesi" de bu manadandır. Yani o kimse, bu sözü (kitabı) iyice hazmeder ve böylece o söz diline çok kolay gelir." Derase kelimesi de “Bir şeyin izi kaldı.” manasına gelir. Ders, öğrendiklerimizden arta kalan şeylerdir. Bir şeyin izi kaldı demek, dersini almış demektir. Burada hayata yansımayan, bir geveleme olarak kalan “tortu” manasında olumsuz bir kullanım vardır.
Mîsâk kelimesi “ve-si-ka” veya “ve-sü-ka” fiil kökünden gelir. Lügatte “sağlam yapmak veya işi sağlama bağlamak” gibi manalara gelir. Mîsâku’l-Kitâb, kitâbın mîsâkı demektir ki onun tamamını bir vesika gibi kabul ederek sağlam bir şekilde kitabi ilkelere bağlılıktır.
Dünyevî menfaat ve geçici hazlar için ilkelerden taviz vermek, ancak sahte kurtuluş ve bağışlanma avuntuları ile oluşmuştur. Ve “Yakında bize mağfiret edilecek” cümlesinin benzeri “ateşin onlara sayılı gün dokunacağı” (Bkz. Bakara:80), mağfiret ile cehennemden çıkarılıp cennete gideceklerine dair inanç (Bkz. Âli İmrân:24) bu yamuk tasavvur önceki ümmetleri suç ve günaha karşı daha lakayt kılmıştır. İlkelerden taviz verme sonucu ânı yaşama odaklı hayat, âhirini/geleceğini düşünen muttakilerin hayatından çok farklıdır. Burada konu ilkeleri bilmemek değildir. Zîra derslerini çalışmışlardır. Asıl sorun, geçici menfaatler karşısında ilâhî ve fıtrî ilkelerden taviz verilse bile son tahlilde zarar görmeden kurtulacağına iman edilmesidir. “Artık aklınızı kullanmayacak mısınız?” sorusunun cevabı ve gerekçesi bir sonraki âyette sıralanacaktır.
170- Onlar ki kitaba sımsıkı sarılırlar ve salâtı ikâme ederler. Muhakkak ki Biz, ıslâh edenlerin ecrini zâyi etmeyiz.
“Kitaba sımsıkı sarılmak” ilkeli, dürüst, erdemli biri olmaktır. Kişiyi dosdoğru yolda tutan kırmızı çizgilere sahip olmak, dünyevî çıkar için yalpalamamaktır. Bunun yolu ise bir şekilde insanın kendisine kitabî ilkeleri sürekli hatırlatmasıdır. Kişinin kendine yaptığı telkinlerin öz eleştiri ve tevbelerin beden bulmuş hâli namazdır. Kurân’da salât kavramı “ekame” fiili ile birlikte kullanınca namazı hakkını vererek kılmak manasına gelir. Hayata yansımayan salât, içi boşaltılmış, amacından sapmış, gösteriş hâlini almış bir ritüeldir. İşte Kurân Müslümanlara bu salâtı ayağa kaldırmalarını, aslî konumuna getirmelerini emreder. Namaz, insana ilâhî ilkeleri hatırlatma ve yaratanın huzurunda bu ilkelere boyun bükmenin sembolik hâlidir. İnsanların ıslâhı, sulh ve selâmeti için atılan hiçbir adım zâyi olmaz. “Biz” kullanımı ile bunun bir süreç olduğu, yapılan iyiliklerin er veya geç karşılığının görüleceği ifade edilmektedir.
171- Ve dağı, sanki bir gölge gibi onların üzerine çekip kaldırdığımız zaman onu, üzerlerine düşecek zannettiler. Size verdiğimiz şeyi, kuvvetle tutun ve onun içinde olanı hatırlayın. Umulur ki siz, takvalı olursunuz.
Âyetteki “keennehum” ifadesi anlatılanların bir benzetme olduğu ve İsrâîloğulları’nın vakıayı nasıl algıladıklarını betimlemek içindir. Yoksa Talmut’ta ifade edildiği gibi dağın büyük bir tekne gibi onların üstüne kaldırılması ve Tevrat’ı kabul etmeyenlere mezar olması şeklinde bir tehdit söz konusu değildir. Bu yaşananların, henüz takvalı olamamış İsrâîloğulları’na dağdan gelen ilâhî emirlerin altında kendilerini ezik hissettiklerini ve bunları gözlerinde çok büyüttüklerini ifade için Kurân’ın kullandığı özlü benzetmelerdir. “Size verdiğimizi kuvvetle tutun!” ifadesi bunun âyetler ve o âyetlerin himayesinde/gölgesinde ulaşılacak olan takvaya atfen yapılmış bir benzetme olduğunu teyit etmektedir. Allah sadece bîtap İsrâîloğulları’nı, başta gözlerinde dağ gibi büyüttükleri sorumluluklar ile mesul tutmaz. Aslında her Âdemoğlu, âyetler ile mükellef kılınmıştır.
172- Ve kıyâmet günü, ‘’Muhakkak ki biz bundan gâfildik.’’ demenize karşı senin Rabbin, Âdemoğulları’nın sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman, onları nefisleri üzerine şâhit tuttu. “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, biz şehid olduk.”
Belâ, bir tasdik edatıdır. Şu da var ki bu, “neam, (evet), lâ (hayır) gibi değil, olumsuzluğu ispat sûretiyle tasdik ve onay ifade eder. Negatif soruya pozitif cevap verilirken kullanılır. Konumuz olan âyette de “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” negatif sorusuna karşılık “belâ” ile “Evet, Sen bizim Rabbimizsin!” gizli cevabı verilmiştir. Tefsir geleneğinde bu anlatım “Bezm-i elest” terkibi olarak anlaşılmıştır. Terkip Farsça kökenli olup “sohbet meclisi” anlamına gelen “bezm” kelimesiyle, Arapça kökenli ve “Ben değil miyim?” anlamındaki “elestü” fiilinden oluşur. Bunun için Bezm-i elest terkibi, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabının yapıldığı; rûhların da (kâlû bela) “Evet!” diye cevap verdikleri meclis anlamına yorumlanmıştır. Ancak bu anlayış, boşlukların farklı mitlerle doldurulduğu bir yorumdur. Âyette rûh veya rûhlar şeklinde bir kelime yoktur. Âlem diye bir kelime de yoktur. Zaten Kurân’da rûh ve âlem kelimeleri hiçbir yerde yan yana geçmez. Benî Âdem, (Âdemoğulları, insanlar) zürriyetehüm, (Âdemoğullarının zürriyetleri/soyları) min-zuhûrihim (Âdemoğullarının sırtları/belleri/sulbleri) kelimeleri çoğul olarak zikredilmiştir. Âyette kesinlikle tek olarak Âdem’den bahsedilmemiştir. Oysa rivâyetler hep Âdem odaklıdır. Âdem ve Âdemoğulları kullanılmamıştır. O zaman Âdem ve onun eşi böyle bir söz vermemiş olur. Burada bir sözleşmeden bahsedilir. Sözleşmenin sağlıklı olabilmesi için tarafların akıllı ve reşit olmaları gerekmektedir. İnsanları bilmedikleri, hatırlamadıkları bir sözden mükellef tutmak mantık dışıdır. İnsanın rüşte ermesi için de bir süreçten geçmesi şarttır. Âyette geçen eşhede (şâhit etti), kâlû (dediler), şehidnâ (şehid olduk) fillerinin şimdiki zaman-geniş zaman kipiyle meal verilmesi gerekir. Söz konusu şâhitlik yaşam içinde şehitliğe dönüşerek gerçekleşmektedir. İnsanın bir Rabb’inin olması gerektiği, kâinatı var eden bir gücün olduğu gerçeği, pasif bir tanıklık/şâhitlik değil yaşayarak öğrenilen bir şehitliktir. Allah her Âdemoğlu’nu şâhit tutar ancak “kâlû belâ” diyerek şehit olan çok azdır. (Bkz. Yûsuf:103-106) Ayrıca şehid-şâhit farkı için (Bkz. Arâf:37) Buradaki “alâ enfüsihim” kendi lehlerine değil aleyhte, bedel isteyen, aktif bir tanıklıktır. Bu tanıklık artık kişinin kendi sorumluluklarının farkına varmasıdır. Çocukluktaki lehte durum yani sâbi olup günâhlardan uzak kalma artık rüşt ve cezaî ehliyet durumu ile aleyhte bir hâl almıştır. Kanaatimizce, “Âdemoğlu’nun sulbünden onların nesillerini çıkardığı zaman” ifadesi, üreme organlarının çalışmaya başladığı “buluğ zamanına” tekabül eder. Buluğ yaşı, ibadet mükellefiyetinin ve cezaî ehliyetin de başlangıcıdır. Allah Resûlü’nün de “Üç kişiden kalem kalkar. Bunlardan biri buluğ çağına gelinceye kadar çocuktan…” hadisi, bu âyetin nebevî bir okuması gibi görünmektedir. Her inanan, yaratılış gereği nerden gelip nereye gittiğine dair bir sorgulama yapar. Kimi bunu kendinden önceki zürriyetlerin cevapları ile geleneğe uyarak cevaplamış, kimisi bilinmezliğe mahkûm edip sorumluluktan kaçmış, kimileri de sorularına emek vererek cevaplar bulup o istikâmette ilerlemiştir. Âyetteki “Kıyamet günü, muhakkak ki biz bundan gâfildik demenize karşı” ifadesi Allah’ın rüşte ermiş her Âdemoğlu’na sorgulama potansiyeli verdiğinin kanıtıdır. Bu kanıt Mülk 10. âyette cehenneme düşenlerin itirafından da anlaşılmaktadır. “Ve biz işitmiş veya akıl etmiş olsaydık bu cehennem ashâbı içinde olmazdık.” Özetle akıl baliğ olan, buluğa eren her genç; insana, çevresine ve kâinat kitabına bakarak bunların bir Rabb’inin olduğunu idrak edecek, “belâ/evet” diyecek potansiyelde yaratılmıştır. Zîra akıl, bağ kurma sıfatını kazandıktan sonra mükellefiyet başlar.
173- “Veya mutlaka dersiniz ki daha önce babalarımız da şirk koştu ve biz onlardan sonraki zürriyettik. Hâl böyle iken bâtılla amel edenlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin?”
Fıtrat delillerine ters olan ataların cevapları onlardan sonraki nesilleri kurtarmayacağı ifade edilmektedir. Bu âyetin evrensel mesajı, geçmişi sorgulamadan taklidin insanı kurtarmayacağıdır. Sebt ashâbı ile bu ilke örneklendirilmiştir. Allah geleneğe körü körüne uymanın değil, lütfettiği fıtrat ve aklın hakkını verip vermediğimizi soracaktır.
174- Ve işte böyle âyetlerimizi detaylandırıyoruz. Umulur ki dönerler.
Âyetlerin tafsil edilmesi; anlaşılması ve hatadan dönülmesi içindir. Kurân’daki tüm örnekler muhatabın hatadan dönmesi içindir. Kurân’ı anlamadan okumak, hatadan dönmede bizlere hiçbir şey kazandırmayacaktır. Ancak bazen anlamak ve bilmek bile kabul edip uygulamadıkça yetmeyebilir.
175- Onlara, âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin önemli haberini tilâvet et. Artık o, onlardan sıyrıldı, Böylece şeytân onu kendisine tâbi kıldı. Artık o ğâvîn oldu.
Tilâvet kelimesi ‘te-lâ’ fiil kökünden gelir. Gerek cismen, gerekse yaptıklarına uymak sûretiyle birinin ardına düşmek, ardından gelmek demektir. Burada ‘zikret/hatırlat’ değil de tilâvetin kullanılması bu kişinin nüzûl döneminde bilinmediğini gösterir. Önemli bir kıssa olarak insanlara duyurulması istenen bu kimsenin önceki sûrelerde de ismen geçmediğini söyleyebiliriz. Âyet metninin ifadesine göre, burada bahsedilen kişi misâl olsun diye uydurulmuş hayalî bir şahsiyet de değil, aksine gerçekten yaşamış birisidir. Müfessirlerin çoğunluğuna göre âyette adı zikredilmeyen bu kişi İsrâîloğulları’ndan Bel’am b. Baura’dır. Olayın zikredilmesinde umulan gaye isim vermek değildir. Bu nedenle biz kişinin kim olduğu değil, ne olup olmadığı üzerinde duracağız.
İnseleha kelimesi “çıktı” anlamına gelmektedir. Min harf-i cerri ile kullanılınca ‘ayrıldı’ manasını ifade etmektedir. Onunla bir olmayan için ondan ‘ayrıldı, sıyrıldı’ ifadesi kullanılmaz. Kelimenin sözlük anlamı “kesilmiş hayvanın derisini yüzüp çıkarmak, elbiseyi çıkarmak, yılanın derisinden soyulması, vakit geçmesi ile gündüzün geceden sıyrılıp çıkmasıdır.” Âyetlerin verildiği kişi, âyetleri tam olarak almalıdır ki onlardan ayrılması manasında ‘inseleha’ kullanılsın.
Ğâvîn kelimesi el-ğayyu kökünden türetilmiştir. Ğayy, rüştün zıddıdır. Aklın istikâmetini veya yolun doğrusunu yitirmek manasını ifade etmektedir. Rağıb bu kelimeyi, bâtıl inançtan kaynaklanan cehâlet şeklinde açıklar. Yine bu kelime azgınlık, sapma, şaşırma veya bunlardan dolayı azâp edilme şeklinde açıklanır. (Bkz. Şuarâ:91) Âyetlerimizi (biz) ona verdik ifadesi Kurân’da resûllere âyetlerin ulaştırılması/verilmesi şeklinde kullanılır. (Bkz. Hicr 87) Ayrıca “İşte bunlar kendilerine kitap, hüküm, nübüvvet verdiğimiz kimselerdir.” (Enâm:89) Ayrıca Hz. Mûsâ’ya levhaların verilmesi, onları bırakıp tekrar alması bağlamından buraya gelinmiştir. Yani bu kıssa ile verilen âyetlerin sıkı sıkıya tutulmama sebepleri ve âyetlerden sıyrılma durumunda muhatabını bekleyen muhtemel tehlikelere net bir örnek verilmiştir. Kurân’da peygamberler dışında âyetlerin verildiği şahıslardan değil, âyetlerin verildiği kavim, topluluk ve ümmetlerden bahsedilir. Bunlar genelde kitabın âyetlerin gereğini yapmayan ehlikitap veya İsrâîloğulları gibi çoğul kullanımlardır. Bu âyette ise tek bir kişiden ve o kişiyi izleyen kavimden bahsedilir. Şimdi bu tek kişinin karakteristik özellikleri tarif edilecektir.
176- Ve şayet dileseydik onu, onunla elbette yükseltirdik. Ve lâkin o arzda hâlit kalmak istedi ve hevâsına tâbi oldu. Artık onun misâli, köpeğin misâlidir. Onun üzerine hamle yapıldığında solur, onu terk etsen de solur. Âyetlerimizi yalanlayan kavmin misâli de böyledir. Artık bu kıssaları anlat! Umulur ki onlar tefekkür ederler.
Tefekkür kelimesi, düşünmek ve hatırlamak anlamındaki “fikr” kökünden türemiştir. Bütün düşünme biçimlerini kapsar. Kurân’da bu kavram olumlu anlamda 18 âyette geçmiş, düşünenler övülmüş ve teşvik edilmiştir. (Bkz. Rûm:8) Şüphesiz tefekkür, insanı diğer canlılardan ayıran, insanı insan yapan en önemli niteliktir.
Ref, yükselmek demektir. “Rafa'nâ-hu” ‘’ Biz onu yükselttik.’’ manasındadır. Ref kelimesindeki yükselme ‘uructki’ gibi değil; basamaklı, derece-derece zaman içinde gerçekleşen bir yükselmedir. Bu manada “Biz, dilediğimiz kimseyi derece derece yüceltiriz.” (Enâm:83) âyetinde kullanılmıştır. Şeytâna uyarak arzda hâlit kalma isteği Hz. Âdem üzerinden de anlatılmıştı (Bkz. Arâf:20) Fark Hz. Âdem ve eşi hatalarında ısrarcı olmamışken, burada hatada kendi irâdesi ile ısrar eden bir kimse konu edilmiştir. Âyetteki fiillerde (dileseydik, yükseltirdik) ‘biz’ çoğul zamirinin kullanılması da anlamlı ve manidârdır. Bu kullanım, işin içinde hem Allah’ın hem insanın hem de diğer unsurların olduğunu gösterir.
Kıssa, makaslamaktan gelir ve edebiyatta ‘hikâye’ anlamında kullanılır. Hikâye ise, olmuş veya olması muhtemel olayları birtakım noktaları ön plânda tutarak atlamalı, parçacı anlatan edebiyat türüdür. Kurân’daki kıssalar, meydana gelmiş olayları anlattığı için hikâyeden farklı yaşanmış olaylardır.
Kıssa üzerinde tefekkür etmemiz gerektiği umulmuştur. Öncelikle burada resûl veya nebî ifadeleri geçmez. Zîra bu kimse âyetleri kabul etmediği için nübüvvet dolayısıyla risâlet görevi başlamamış ve tarih içinde unutulup giden bir kimse olmuştur. Peki, peygamberlerin âyetleri kabul etmeme ihtimalleri var mıdır? Elbette vardır. Zîra Ahzâp 7’de nebîlerden ağır bir misâk alındığından bahsedilir. Peki, sözünden dönme ihtimâli olmayan birinden sağlam misâk alınır mı? Hayır. Kaldı ki Kurân’da peygamberi bu zor görevde tutabilmek için yüzlerce ikna ve motive edici; caydırıcı ve uyarıcı yüzlerce âyetin varlığı, misâkın desteklenmesi içindir. Bu kimse tüm nebîler gibi derece bakımından yükselme imkânını geçici menfaatler yüzünden geri çevirmiştir. Şeytâna uyan Hz. Âdem’in cennetinden olması gibi (Bkz. Arâf 27). Bu kimse de şeytânına tâbi olup imkânlardan, yüksek derecelerden mahrûm kalmıştır. Kurân tüm nebîlerden sağlam söz alındığını söylese de (Bkz. Ahzâb:7-8) bu sözü musallat olan veya edilen şeytânlardan dolayı tutamayanlar olabilir. Zîra “Nebîlerin tamamına, görülen görülmeyen şeytânları düşman kıldık. Onlar, bazısını aldatarak güzel (süslü) sözler vahyederler…” (Enâm 6/112). Şeytânın bazısını aldatabildiği âyette net olarak ifade edilmiştir. Zaten şeytân, Hz. Âdem’i melik olma ve hâlit kalma gibi güzel ve süslü vaatlerle kandırabilmiştir. Nebîler, irâdelerinin tamamını verilen görevi devam ettirmek için sonuna kadar kullanmada özgürdür. Sonuç olarak insana şahsiyet kazandırarak onu özel kılan, özgür irâdesi ile yaptığı seçimleridir. Zaten seçimin olmadığı yerde irâdeden, dolayısıyla ödül ve cezadan bahsedilemez. Bu bağlamda imân, irâdeyi veren Allah’ın rızası istikâmetinde tercih yapmayı öğrenmektir. İrâdeyi Allah’ın istediği şekilde kullanmak bedel isteyen bir süreçtir. Bu kıssada bedel ödemeyi kendi hür iradesi ile göze alamayan bir kimsenin verilen âyetler ile nebî ve resûl makamına yükselme fırsatını kendi seçimleri ile terk ettiğinden bahsedilir. Amaç resûllüğün gönüllü yapılması gereken ve fedakârlıklar isteyen bir görev olduğunu göstermektir. Resûller hâşâ irâdesiz robotlar değildir. İstemeseler seçimlerinin sonucuna katlanmak kaydı ile âyetlerden sıyrılıp hevâlarına uyma özgürlükleri olmasa onların imtihanından söz edilemezdi (Bkz. “Hani bir dönem Rabbi, birtakım kelimelerle, İbrâhîm'i sınamıştı. O onları tamamlayınca, Rabbi ona, "Ben seni bütün insanlara imam yapacağım." buyurdu” Bakara:124). Hz. İbrâhîm hakkı ile imtihânı veremeseydi bu dereceye/makama yükselemeyecekti. Tıpkı Arâf 175’teki kimse gibi. Bu kıssa ile anlatılan ve nebî, resûl makamına yükselememiş kişi örneği; aslında kimsenin sebepsiz, kafadan, hak etmediği bir makama getirilmediğini, bunun zaten adâlete, imtihâna aykırı olduğunu izah eden önemli bir referans âyettir tabiî ki tefekkür edenler için. Kurucu ilkeler muhatabına sorumluluk yükler. Bunu kabul etmeyenler için âyetler bir anda önemini yitirir. Bu kişiye yapılan her tür hamle veya onun terk edilmesi durumunda, hâlinde hiçbir değişikliğin olmadığı soluyan köpek benzetmesi ile anlatılmıştır. Köpeğin seçilmesi manidârdır. Bu, yüce ve ulvî değerler ile ilgilenmeyip günlük kemik ve eğlence peşinde koşmaktan yorulmuş bir hayvan tiplemesidir.
177- Âyetlerimizi yalanlayan o kavim ki misâli ne kötüdür! Ve nefislerine zulmeden oldular.
Bu kavim sebt ashâbı gibi İsrâîloğulları’nın 12 kolundan bir başkası olabilir. Kurân bir kolu ‘bîtap maymunlar’ şeklinde misâllendirirken, liderlerine sâdık olan bu kavmi de soluyan köpeğin kavmi misâli ile anlatmıştır.
178- Allah kimi hidâyete erdirirse, artık o hidâyete ermiştir. Ve kim dalâlette kalırsa işte onlar, artık hüsrâna uğrayanlardır.
Bu cümle bir başlangıç değil sürecin sonucudur. Kişi elinden gelen gayret ve çabayı sergilemiş ve hidâyeti hak etmişse Allah onun hakkını ona verir. İkinci cümlede Allah kimi dalâlette bırakırsa geçmemiştir. Bu çok güzel ve önemli bir detaydır. Ve kim dalâlette kalırsa, denmektedir. Zîra dalâletin dolaylı veya doğrudan fâili hiçbir zaman Allah olmamıştır.
179- Ve and olsun ki, kulakları olup da onlarla işitmeyen; gözleri olup da onlarla görmeyen; kalpleri olup da onlarla fıkhetmeyenlerden tanınan ve tanınmayanların çoğunu cehennem için hazırladık. Onlar enâm gibidir. Hatta onlar daha da yoldan çıkmışlardır. İşte onlar, onlar gâfillerdir.
Âyette cehennem için hazırlayanın Allah değil de çoğul olması, verilen potansiyel, sayılan nimet ve imkânlara rağmen oraya bir süreçle ve birçok unsurun etkisi ile düşüldüğünü ifade etmektedir. Yoksa cehenneme düşmeleri için insanlar yetiştirilmemiş, kendi tercihleri ile oraya sürüklenmişlerdir.
Eski Arapçada “kalp” kelimesi genellikle insanın kavrama, bilme ve algılama, sağlıklı hüküm verme yeteneği, kısaca aklı anlamına gelir. (Rağıb) Aklın isim olarak değil fiil olarak geçmesi, kalbi akletme merkezinin ismi yapmıştır. Kalp düşüncelerin inkılâp ettiği sinir sisteminin merkezidir. Kan pompalayan yürekten farklıdır. Yürek damar ağının kalbi iken, beyin sinir ağının kalbidir. Fıkhetmek; özünü ve inceliklerini kavramak, sonuçlarını tespit edip bugüne getirmek demektir. Göz ve kulağın, aklın peşi sıra sayılması zihnin pencereleri olmasındandır. Kavramanın yolu kalbi bilgiyle beslemeye bağlanmıştır. Hayvanın gözü ve kulağı vardır ancak hayvan, sürü güdüsü ile hareket ederek kendini korur. Zîra bakar ama bir sonraki günü görmez, işitir ama anlamaz. Kalbi vardır ama fıkhedemez. Eğer insan bu yetilerine rağmen taklit ehli olup düşünmeyenler sürüsüne dâhil olursa kendini içgüdü ile hareket eden sürülerden bile daha değersiz bir konuma sokar.
180- Ve en güzel isimler Allah’ındır, artık O’na onunla dua edin! Ve Allah’ın isimleri hakkında saptıranları bırakın! Yapmış oldukları şeyin karşılığı yakındır.
En güzel isimler ifadesi, bu âyet de dâhil olmak üzere Kurân’da dört yerde geçmektedir. Diğerleri Tâhâ 8, İsrâ 110 ve Haşr 24’te geçer. İnsanlar için ancak ‘güzel isimler’ söz konusu olabilir. Meselâ, bir insan ‘bilen’ olabilir ama ‘en iyi bilen’ sadece Allah’tır. Bu nedenle, Allah’a ait tüm isim ve sıfatlar, ‘en iyi bilen’, ‘her şeyi bilen’ şeklinde mübalâğa kalıplarıyla ifade edilmiştir. Esmâ-i hüsnâ terkibinde yer alan hüsnâ kelimesi ‘güzel’ manasında sıfat veya ‘en güzel’ anlamında ism-i tafdîl sayılmıştır (Lisanü’l-‘Arab) (El-Esmau’l-Hûsna, için Bkz. Taha:8 ) Bu âyette en güzel isimlerin Allah’a ait olduğu ifade edilmekte ve Allah’a o isimlerle dua etmemiz gerektiği emredilmektedir. İnsan, neyi kimden istediğinin şuurunda olmalıdır. Bu şuur, isimlerin hakkını veremeyenlerin önünde el açmanın, kula kulluğun önüne geçen zihnî bir teyakkuzu temin eder. Bu üstün sıfatların dua ile telkini, insanın onları kendine ilke edinmesini de sağlar. Esmâ ile dua; Rahîm/merhamet, Kerîm/cömerttik, Berr/iyilik, Ğafûr/bağışlama, Afûv/affetme gibi sıfatları ilke edinip her işte bu ilkeler istikâmetinde hareketi hedefler. Esmâ ile dua, kişinin Rabbini tanımasıdır ki bu aslında kendilik bilincini de güçlendirir. İnsana ne olduğunun şuuruna vardırması yanında ne olmadığını da hatırlatır. Yaptığı kıyas kişinin acziyetini/muhtaçlığını fark etmesi için elzemdir. Zîra kendini aciz görmeyen dua edemez. Ayrıca kendi nefsi de dâhil her tür ilâhlaştırma girişimini fark eder. Kendisi de, sıfatları da başkalarına yakıştırılmaz. Esmâ konusunda haktan sapanın yapacağı ilk şey kullar/köleler ihdâs etmektir. İnsanları kendisinin kulu-kölesi konumunda görmek zulmün başlama sebebidir.
181-Ve yarattığımız bir ümmet vardır ki, Hakk’a ulaştırır ve onunla adâletli davranır.
Allah topraktan beşeri, kurucu ilkeler olan âyetlerle de ümmetleri yaratır. Buradaki yaratılan ümmet; Allah’ın isim ve sıfatlarında haddi aşmamış, ilâhlık taslamadığı için kullar arasında daha hakkaniyetli ve adâletli bir sistem kurmuş, ‘ümm’ denilen kurucu ilkeler etrafında toplanmış örnek bir ümmettir. Şimdi bunun tam tersini yapanların akıbetleri ifade edilecektir.
182- Ve âyetlerimizi yalanlayanları, bilemeyecekleri bir yerden tedrici olarak yaklaştıracağız.
Senestedricu, derece derece anlamına gelmektedir. ‘Çocuk yavaş yavaş yürümeye başladığı zaman, bir kimsenin kitabı sayfa sayfa dürdüğü zaman, birbiri peşine ölüp gittikleri zaman…’ örneklerinde bu kelimenin kökü olan derece kullanılmaktadır. Ölünün kefene sarılmasını ifade etmek için bu kelimenin kullanıldığı görülmektedir. Allah’ın, âyetleri yalanlayanları hemen helâk etmediğinin Kurân’î delili bu tür âyetlerdir. Klâsik manada âyetleri yalanladığı, resûlü yalanladığı için helâk olduğu sanılan tüm kavimler bu âyetler ışığında yeniden düşünülmeli ve anlaşılmalıdır. Bizce burada tedricî olarak yaklaşılan, ölüm hakîkatidir. İnsan ne zaman ve nerede öleceğini bilemez. Âyetleri yalanlayanlar için ölüm ve sonrasındaki hesap günü bilinmeyen bir zaman ve yerdir. Ama her nefis eninde sonunda ölümü tadacaktır, verilen mühlet bitecektir.
183- Ve onlara mühlet veririm, muhakkak ki plânım metindir.
Metin/metânet, sağlamlık manasına gelir. Hablulmetin, sağlam ip demektir. İmlâ; mühlet vermek, mühleti uzatmak demek olup kelimenin zıddı i’câl’dir. ‘Meliyy’ de, uzun zaman manasındadır. Keyd; aldatmak, kötülük etmek, hile yapmak, bir başkasına gizlice zarar vermeyi istemek anlamlarını taşımaktadır. Allah’ın tuzak kurması ve tuzağa düşen kulları cezalandırması gibi bir yorum Allah’ın esmâsından sapmaktır. Zîra âciz olanlar tuzağa, aldatmaya ihtiyaç duyar. Kurân’ın tarif ettiği keyd; sistematik ve düzenli plân manasındadır. Zîra Allah, keyd’i zatına nispet etmiştir. Bu tıkır tıkır işleyen ve kurulan düzen haricinde, kimseyi bırakmayan sağlam plân ölümsüzlüğün imkânsızlığıdır. Zîra vücudumuzda her an programlı bir hücre ölümü gerçekleşmektedir. DNA’mızdaki ölüm geni metin plânın sadece küçük bir parçasıdır.
184- Ve arkadaşlarının cinnet geçirmediğini tefekkür etmezler mi? O ancak apaçık bir uyarıcıdır.
Kurân’da bazı âyetlerde ‘cinnet’ bazılarında ise ‘mecnûn’ ifadesi kullanılmıştır. Cinnet ile mecnûn arasında fark vardır. Mecnûn da cinnet gibi Kurân’da peygamberleri aşağılamak için kullanılır (Bkz. “Muhakkak ki size gönderilmiş olan resûlünüz, gerçekten mecnûn dedi.” (Şuarâ:27) “Arkadaşınız mecnûn değildir.” (Tekvir:22) “Rabbinin nimeti sayesinde mecnûn değilsin.” (Kalem:2) Mecnûnluk, cinlerle irtibatı sonucu oluşan sürekli bir delilik, abuk-sabuk konuşma hâlidir. Cinnet ise bir kişinin bir anda ve kısa bir süre devam eden normal zamanda yapmayacağı, aklı örtülmüş gibi mantıksız davranışlar yapması olarak tanımlanmaktadır. Cinneti; bireyin kişilik yapısı, yaşadığı yoğun stres ve kaygı durumu, öfke durumunun etkisi altında âniden ortaya çıkan ve ruhsal parçalanma sonucunda bastırmaya çalıştığı yıkıcı ve zarar verme dürtülerinin kontrolsüzce ortaya çıkması olarak tanımlayabiliriz.
Bi-sâhibihim sözü müşriklerin Resûlullah’ı çocukluğundan beri yakından tanıdıklarını, hatta vaktiyle onu sayıp sevdiklerini, dolayısıyla kendisine cinnet geçirmiş demelerinin haksızlık olduğunu çok iyi bilmeleri gerektiğini anlatır. Kurân’ın söylemi, tefekkürden yoksun sığ düşünenler için zamanının ötesindedir. Anlama zahmetine girmeyenler, bu ufuk bilgileri bir cinnet nöbeti olarak algılayıp lanse eder.
185- Onlar yerin ve göklerin melekûtuna ve Allah’ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtimaline bakmıyorlar mı? Ondan sonra artık hangi hadîse inanırlar.
Melekût kelimesi, mülk kelimesinin mübalâğalı halidir. Melekût, tam bir hâkimiyetle saltanatın esrârı, idâresi demektir. (Elmalılı) Kurân’da yer ve gökler tabirinin geçtiği her yerde, mahlûkatın tamamı kastedilir. Allah yarattığı mülkünü, koyduğu yaslar ile ayakta tutar. Bu nedenle melekût, mülkün idaresindeki yasalara işaret etmektedir. Buradaki ecel, 182 ve 183. âyetlerde ifade edilen ‘bilmedikleri yerden gelen bireysel ölümün’ yanı sıra toplumsal manayı da kapsamasıdır. “Her ümmetin bir eceli vardır.” buyuran Yûnus sûresinin 49. âyeti, toplumların da eceli olduğuna dikkat çekmektedir. Toplumun çöküşüne sebep olan “marufu emredip münkerden nehyeden”, “hakka ulaştırıp adâlet ile muamele eden” ümmetin yok edilmesi ve dağıtılmasıdır. Bu durumda toplumun eceli gelmiştir. Artık bu sonun ertelenmesi de mümkün değildir. (Bkz. Onların ecelleri geldiği zaman ne bir saat ileri, ne bir saat geri alınır. Arâf:34)
Hadîs kelimesi fiil olarak vaki olmak, yokken var olmak, yeni olmak, bir şeyi yeniden meydana getirmek anlamına gelirken; haddese kalıbı da haber vermek, hadîs rivâyet etmek, konuşmak anlamına gelmektedir. Hadîs kalıbı dilde daha çok ‘haber, söz’ manasına gelmektedir. Hz. Peygamber’in sözleri de hadîs kelimesiyle ifade edilir. (Bkz. Kalem:44, Necm:59, Vâkıa:81) Buradaki hadîs; aslı astarı olmayan yeni uydurmalar, havadisler anlamındadır. Kurân mahlûkatın yaratış kanunlarına atfen ölüm gerçeğini ortaya koyarken, müşrik muhataplar bilmedikleri alanlarda gaybı taşlamakta, ölüm ve ötesi ile alâkalı uydurmalar üretmektedirler. Bu dalâleti tercih edenlere söylenecek son söz şudur:
186- Allah kimi dalâlette bırakırsa, artık onun için bir hidâyetçi yoktur. Ve onları azgınlıkları içinde şaşkın bırakır.
Âyette Allah dalâlete düşürür denilmeyip “Allah kimi dalâlette bırakırsa…” denilmektedir. Aslında bu bırakma uzatılan hidâyet elinin geri çevrilmesi sonucudur. Bir de âyette uzatılan rahmet eline tenezzül etmemenin gerekçesi ifade edilmiştir. O da tuğyanlarıdır. Tuğyan, taşkınlık, azgınlık, sınırı aşmak demektir.
Ya‘mehûn türetildiği el-‘ameh ‘tereddütten dolayı bir işte şaşkınlığa düşmektir.’ ‘Artık onun için bir hidâyetçi yoktur’ ifadesi aslında insana sadece ve sadece kendisinin yardım edeceğini beyân etmektedir. Kişinin gönüllü istek ve tercihleri olmazsa, dalâletin içinden onu zorla çekip çıkaracak kimse yoktur.
187- Sana saatin ne zaman karar kılacağını soruyorlar. De ki: “Onun ilmi muhakkak ki Rabbimin katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açığa çıkaramaz. Yere ve göklere ağır geldi, o size ansızın gelir.” Sen sanki hafiyesin de ondan soruyorlar. De ki: “Onun ilmi yalnızca Allah’ın katındadır.” Ve lâkin insanların çoğu bunu bilmezler.
Sâ’at, bildiğimiz saat anlamındadır. Gezegende hayatın bitmesine isim olmuştur. Eyyâne kelimesinin manası ‘eyne’ ‘nerede?’ ‘eyyü’ ‘hangi, ne?’ gibi köklerden gelmiş ve gelecek olan vakti ve zamanı sormak demektir. Mürsâ kelimesi, mimli mastar olarak “irsa” manasına veya mekân ya da zaman bildiren isim olarak son manasınadır. Âyetteki “Onun demir atması ne zaman?” ifadesi, onun nihaî hâli demektir. Bilindiği üzere, geminin demir atacağı yer, geminin vardığı son yerdir. Se’ele kelimesi; sormak, istemek, sorgulamak, araştırmak, dilenmek ve sorumluluk manalarına gelmektedir. Sorularının üslûbu çoğu zaman inkârcı, alaycı ve meydan okuyucu bir özellik taşır. Hz. Peygamber’e sorulan bu soru, günümüzde olduğu gibi gelecekte de sorulmaya devam edecektir. Bu konuda gelen tüm rivayet, tahmin ve hesaplamalar Arâf 187’ye iman etmiş bir mümin hassasiyeti ile reddedilmelidir. Dünyanın ömrünün 7000 yıl olduğu, Hz. Peygamber’in altıncı ‘bin’in sonlarında gönderildiği; Mehdi ve Deccal’in zuhur tarihleriyle kıyâmetin kopuş tarihinin hesaplanmasına esas alınan bütün rivâyetler uydurmadır. Bu âyet şunu da göstermektedir: Hurafelere batmış bir topluluk içinde yaşayan peygamberimizin kendini olağanüstü güç sahibi biri olarak tanıtması için ortam uygundur. Ölümünden sonrası için herhangi uzak bir tarih verebilirdi. Ancak Kurân bu soruları müşriklerin alaylarına rağmen cevaplamamıştır. Bu suskunluğun en önemli hikmeti, ölüm gerçeğinin her an olabilecek şekilde taze ve diri tutulması olabilir.
188- De ki: “Allah’ın dilemesi hariç, ben kendime fayda veya zarar verecek güce mâlik değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, hayrı mutlaka çoğaltırdım ve bana bir kötülük dokunmazdı. Ben ancak inanan bir kavim için uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”
Allah’ın dilemesi hariç ifadesi geleceğe ilişkin indirilen âyetler ile resûlün ve çevresindekilerin önceden bilgilendirilmesidir. Dünyanın en değerli bilgisi gelecek ile ilgili olan bilgidir. Geleceği bilen tüm zararlardan kendini koruyabilir ve malını mülkünü çoğaltabilir. Resûl sadece uzak tarih olan son saat ve kıyamet alâmetlerinden habersiz değildir, ayrıca Kurân Resûl’ün yakın gelecekle ilgili bir bilgisinin olmadığını tam bir öz güvenle ifade etmektedir. Zîra geleceği ona âyetleri getiren “Nahnu da” dâhil hiçbir melek veya farklı bir mahlûk bilmemektedir. Evet, Allah’ın Resûlü de gaybı bilmediği için onun başına da birtakım kötülükler gelebilmiştir. Meselâ onu akrep sokmuştur. Birkaç dakika önceden bunun başına geleceğini bilseydi Allah’ın Resûlü tedbir almaz mıydı? Attan düşmüş, savaşta kılıç darbesi almış ve mübarek yanakları yaralanmıştır. Hanımının gerdanlığı kaybolmuş Allah’ın Resûlü ve sahâbe-i kirâm çölde saatlerce aramıştır. Hanımı Hz. Aişe hakkında dedikodu çıkarılmış, durumu bilmeyen Allah’ın Resûlü çok huzursuz olmuş hatta “Ya Aişe doğru söyle böyle bir şey oldu mu?” buyuracak kadar bunalmış ve Aişe annemizin temiz olduğuna dair âyetler gelinceye kadar da huzursuz bir vaziyette beklemiştir. Tabiî ki bu rivayetlerin doğruluğu şüphelidir. Burada zikretmemizin sebebi kimin cennete gideceğini kimin gitmeyeceğini, kıyâmetin alâmetlerini kendisinden uzakta olan bir yerde konuşulanı, gelecekte torunlarının başına gelecek olanları dahi bildiği iddia eden rivayetler ile sayılan bu rivayetlerin çelişkisini ortaya koymak içindir. Resûle ne olmadığı itiraf ettirildikten sonra ne olduğu da beyan ettirilmiştir. Resûl sadece ve sadece kötülüğe karşı uyaran ve iyiliğin karşılıksız kalmayacağını müjdeleyendir.
189- O ki sizi tek bir nefisten yaratı ve zevcini ondan kıldı. Onda hareketsizleşti. Böylece onu bürüdüğü zaman, hafif bir yük yüklendi, artık onunla ilerledi, böylece ağırlaştığı zaman ikisinin Rabbi olan Allah’a dua ettiler: “Eğer bize sâlihlerden verirsen elbet şâkirlerden oluruz.”
Âyette erkek ve kadının sonunda evlât sahibi olacağı bir birleşmeden bahsedilir. Ancak “cima” veya “lâmestüm” (dokunma) gibi kelimeler seçilmeyip (Bkz. Maide:6) birliktelik anlatılırken neden kaplamak manasında ki “tegaşşâ” gibi bir kelime seçilmiştir? Artık onunla ‘ilerledi-gezindi’ manasındaki “fe merret” kelimesi de dikkat çekicidir. Âyeti bağlamı ile düşündüğümüzde insan türünün ortak bir sistemle nasıl dünyaya geldiğinden bahsedildiği anlaşılmaktadır. Amaç doğumun, putlardan ve bâtıl inançlardan kaynaklı bir eylem olmadığını, Allah’ın sünnetine uygun bir fizyoloji ile oluştuğunu anlatmaktır. Bağlam, bilinmezliğin ürettiği şirk ile mücadele etmektedir. “Nefs-i vâhide” bir tek nefisten demektir. Nefs, kişinin fiziksel varlığı, zâtı, hayatı gibi manalara gelir. Canlılığın olabilmesi için asgari şart hücrenin olmasıdır. Hücre altında artık canlılıktan bahsedilemez. Hücre altında organellerden veya elementlerden bahsedilir. Tüm insanlar “nefs-i vâhide” denen o tek hücreden hayatına başlamıştır. Vâhid kelimesindeki biriciklik tek nefis ifadesini destekler. Bu tek tohumun eşi de yine onunla aynı türden ve özdendir. O tek hücrelerin birleşimi insanın yaratılmasında hâlâ gözlemlediğimiz bir vakıadır. Sperm hücresi tek bir hücredir eşi de ovum/yumurta hücresidir ki o da tek bir hücredir. Hareketli sperm hücresi yumurtayı dölleyince hareketini sağlayan kuyruğunu yitirir. Kurân buna mesken ile aynı kökten olan “liyesküne ileyhâ” ifadesini kullanmıştır. Bu bir Kurân mucizesidir ki çok hareketli sperm hücresi seçilerek vâhit olur ve ovumu dölleyince sükûn bulur, onun içinde hareketsizleşir. Ardından döllenmiş yumurtanın stopilazmasındaki enzimler devreye girerek “zona pellucidan” denilen yumurta hücresini kaplayan tabaka sertleşir. Bu sertleşme ovum/yumurta hücresine çok sayıda sperm girmesini engeller. Kurân tam da bu evrede yine mucizevî olarak sarıp bürüme manasındaki “tegaşşâ” kelimesini kullanır. Kelime Kurân’da sarıp bürümek, kaplamak, perdeleyip engellemek gibi anlamlarda kullanılmıştır. (Bkz. Sidre’yi bürüyen şey bürüyordu” Necm:16, “Onları bir zillet kaplar.” Yunus:27, “Gömlekleri katrandan ve yüzlerini ateş kaplıyor.” İbrâhîm:50 vb.) Görüldüğü gibi kelime Kurân’da perdelemek, kaplamak, çepeçevre bürümek gibi anlamlarda 29 defa kullanılmıştır. ‘Hafif bir yük’ denmesi, yumurta hücresinin içindeki genetik materyali taşıyan sperm kafasını yüklenmesidir. Bu şekilde uterus kanalından ilerleyerek “fe merret” uterus duvarına ulaşır. Uterus’a asılan zigot hızla ağırlaşmaya başlayacak ve anne tarafından bu büyüme hissedilecektir. İşte bu durumda anne-baba dua eder. Her anne-baba çocuğunun sâlih olmasını ister. Sâlih, maddî ve manevî anlamda sağlıklı, sulh ve selâmet içinde olan demektir.
Şâkir fiili şükre karşılığını veren demektir. Bu ailenin tasavvur yanılgısı burada da kendini hissettirmektedir. Buradaki tasavvur kayması şartlı bir şükürdür. ‘Rabbim! Şu olursa ben şunu yapmayı vaad ediyorum.’ tarzındaki tasavvur makbul bir durum değildir. Zîra bazen olmaması daha hayırlı olabilir. “Eğer bize sâlihlerden verirsen elbet şâkirlerden oluruz.” ifadesinin ikinci sorunu, insanın çocuk olsun-olmasın zaten her daim şükredenlerden olması gerektiği hakîkatini perdelemesidir. Çocuğun şükrü, onu verenin istediği istikâmette yetiştirip sâlih bir birey olarak topluma kazandırmaktır. Bu zaten isteğe/şarta bağlı bir durum değil her ebeveynin sorumluluğudur. Bu bağlamda şükür ile şirk arasında hem yapısal (ş-k-r/ş-r-k) hem de anlamsal olarak çok ince bir çizgi olduğunu söyleyebiliriz. Şükür eylemi olmadığında insanın şirk eylemine bulaşması kuvvetle muhtemeldir.
190- Böylece ikisine sâlih olanı verdiğimiz zaman ikisi o şeyler hakkında O'na ortaklar kıldılar. Oysa Allah onların şirk koştuklarından yücedir.
Allah’ın yasaları sonucu doğan çocuğu metafizik varlıklara, putlara veya ölmüş-gitmiş zatlara bağlamayı Kurân şirk olarak tanımlamıştır. Bir anne, gebe kalmak için türbeye, yatıra, hocaya, şeyhe, muskacıya, cinciye gidiyor ve gebeliğini Allah’ın izni ile söylese bile dolaylı olarak bunlara bağlıyorsa, bunları vesile/aracı biliyorsa, bu kesinlikle şirktir. Gebe kalma yolunu Kurân zamanın ötesinde bir izâh ile anlatmıştır. Ovumun içine spermin sükûn bulmasıdır ki, bu tüp bebek yöntemi ile sun’i olarak günümüzde yapılmaktadır. Ancak bu sünnet izlenirse hamile kalınacağı izah edilmiştir. Maalesef o zamanda olduğu gibi bu zamanda da insanlar çaresizlikle hâlâ akıl, bilim ve Kurân dışı yöntem ve metotlara tevessül edilmektedir.
191- Kendileri yaratılıyorken, bir şey yaratamayanları şirk mi koşuyorlar?
Allah yeni nesillerin yaratılma sünnetini 189. âyette detaylı olarak zikretmiştir. Bu yasa ile dünyaya gelen her fâni, (buna nebîler ve diğer sâlih kullar da dâhildir) âciz ve yardıma muhtaç beşerlerdir. Ölmüş gitmiş insanların, heykellerin veya objelerin, Allah’ın izni ve yardımı ile olağanüstü (Allah’ın sünneti dışında) birtakım faydalar sağlayabileceği inancı, ilkel putperest Arapların inancından farksızdır.
192- Ve bir yardıma güç yetiremezler. Ve onlar kendilerine bile yardım edemezler.
Şirk koşmanın ya da ilâhlık vasfı vermenin en önemli sebeplerinden biri, o varlıktan menfaat temin edileceği zannıdır. Neden insanlar ellerinden gelen gayreti gösterip fiili dua ederek Allah’ın sünneti dairesinde yardım ummaz da bir yatırı ziyaret ederek, orada dua ederek el açıp yardım ister? Herkes başındaki belânın defedilmesi, ihtiyacı olan bir şeyin temin edilmesi için oralara koşar. Oysa kendisine bile yardım edemeyen âciz, ölümlü bir varlığa veya varlıklara olmadık güçler izafe ederek şirk koşmanın akla ve mantığa aykırı bir hareket olduğunu okuduğumuz pasaj sorgulatmaktadır.
193- Ve eğer onları hidâyete çağırırsanız size tâbi olamazlar. Onları davet etseniz de, sessiz kalsanız da birdir.
Burada kimlere hitap edildiği konusunda iki farklı görüş vardır. İbn Âşûr’un da tercih ettiği bir yoruma göre âyette Müslümanlara hitap edilmekte; onlardan müşrikleri doğru yola çağırmaları istenmektedir. Ancak daha yaygın olarak benimsenen görüşe göre burada müşriklere hitap edilmektedir. Müfessirlerin çoğunluğu âyetin ilk cümlesine şu anlamı verirler: “Ey müşrikler! Siz o tanrı diye taptığınız putlarınızı doğru yola çağırsanız çağrınıza uymazlar…” Çünkü onlar doğru yol nedir, eğri yol nedir bilmezler. Şevkânî ise, müşriklerin tanrı diye taptıkları putları doğru yola çağırmalarını çok anlamlı bulmamış, daha farklı bir yaklaşımla bu cümleyi şöyle anlamaktadır: “Bu putlarınızdan, sizi doğru yola ve kurtuluşa erdirmelerini isteyerek onlara hidâyet ve kurtuluş konusunda yakarışta bulunsanız çağrınıza uyarak size karşılık veremezler.” Muhammed Esed “İn ted‘ûhum ile’l-hudâ” ibaresi için, “onları doğru yola çağırsanız” karşılığı yerine, “yol göstermeleri için onlara yakarsanız” karşılığını verir. (Ayrıca bkz. Zemahşerî, Râzî ve İbni Kesîr.) Bizce burada hidâyete davet edilen putlaştırılan simgeler üzerinden atalardır. Ancak ölen ve zamanla türbe-yatır gibi yüceltilerek medet umulan zatların hiçbir duaya/talebe cevap veremeyecekleri; tazimin, duanın onların hâllerinde bir değişikliğe sebep olmayacağı ifade edilmiştir. Zîra devam eden âyet putlardan değil, putlaştırılan kullardan/kişilerden bahseder.
194- Muhakkak ki, Allah’ın astında dua ettikleriniz sizler gibi kullardır. Öyleyse onları çağırın! Eğer doğru sözlü iseniz böylece size icâbet etsinler.
Âyette ellezine (kişiler) ve ’ıbâd (kullar) kelimeleri kullanılmak sûretiyle, Allah’ın astındaki aracıların; cin, melek, güçlü hayvanlar, mitolojik yaratıkları temsil eden heykeller değil, bizzat kulların kendisi olduğu ifade edilerek şirkin yelpazesi oldukça geniş tutulmuştur. Buna göre, yaşayan ve ölmüş azîzler, azîzeler, sözde evliyâlar, kutsallık yakıştırılan kişiler bu kapsama girmektedir. Arâf sûresinin önceki âyetlerinde put, fetiş gibi sembolik şeyler, idoller ve kutsallık yakıştırılan varlıklardan bahsedilmiştir (Bkz. Arâf:138). Putperest yaklaşım, kulluğu ticaret gibi yapmak ister. Ona göre menfaatlerini yerine getiren ilâh makbuldür. Bu yaklaşım, Allah’ı bile bir put gibi görür. Bu yaklaşım sahipleri, emellerine ulaşmak için herkesi ve her şeyi aracı edinebilir. Dikkat edilirse tüm müşrikler Allah’a inanır. Sorun inanmakta değil asıl sorun câhilce ve sığ inanmaktır. Bunu dile getirerek toplumların kadîm inançlarına dil uzatanlar sürekli sinsi plânlarla susturulmak istenmiştir.
195- Onların yürüyecek ayakları mı var, yoksa tutacak elleri mi var veya görecek gözleri mi var yahut işitecek kulakları mı var? De ki: “Ortaklarınızı çağırın! Sonra bana plân kurun! Artık göz bile açtırmayın!”
Mümin’un sûresi 100. âyette “Dirilme gününe kadar bir berzah vardır.” ifadesi yer alır. İşlediğimiz âyet ise berzahın niteliklerini sıralamıştır. Ölenler yardımınıza koşmaz, size yardım eli uzatmaz, sizi ne görür ne de işitir. Ölüler bu âleme müdahil olamazlar. Bu Allah’ın âyeti ve yasasıdır. Zîra arada aşılmaz bir berzah/engel vardır. Ölülerin hayata müdahil olabileceği zannı, çoğu şirk inancının çıkış sebebidir.
196- Muhakkak ki kitabı indiren Allah benim velîmdir. Ve O, sâlihlere velîlik yapar.
Âyet sâlih kulların velîsinin; evliyâlar, azîzler, şeyhler, gavslar değil sadece ve sadece el-Velî olan Allah olduğunu gayet mübîn bir şekilde ortaya koymuştur. Kurulan sinsi plânlara karşı el-Velî olan Allah insanı nasıl korur? Öncelikle her insanı değil sâlih kulları, kitabî ilkelerin uygulanma oranına göre korur, kollar. Allah’ın ‘sahiplenmesi, koruması’ demek olan velîliği, yarattığı kâinata koyduğu ilâhî ilkeler olan yasalar çerçevesindedir. Ölüden ve puttan çocuk istemek, yardım beklemek en başta belirlenen kitabî ilkeler olan Allah’ın yasalarına aykırı olduğu için muhatabının elini boş bırakır ve onu zillete sürükler.
197- O’nun astında dua ettiğiniz şeyler size yardıma güç yetiremez ve kendirine de yardım edemezler.
Ayetteki “lâ yestetîûne” ifadesi yardım için güç yetiremeyecekleri manasında yukarıdaki berzah izahımıza bir âtıf olabilir. Kendilerine bile yardım edemeyecekleri ifadesi, putlaştırılan kulların (nebîler, imamlar, azîzler vs.) kusurlu, hatalı ve bundan dolayı yardıma muhtaç olduklarının Kurân’î delilidir.
198- Ve onları eğer hidâyete çağırırsanız işitmezler. Ve onları sana bakar görürsün ve onlar basîret gösteremezler.
Şirkin arifi yapan Arâf sûresinin bu son âyetleri tam bir tevhit manifestosudur. İlk önce şirk koşulanlar hedefe konurken şimdi hedef şirk koşanlardır. Bu âyet, bizim sürekli kullandığımız ‘görmek ve bakmak’ arasındaki farkı ortaya koyması açısından önemlidir. Nazara (bakmak) ile basara (görme) fiili aynı cümlede yan yana kullanılmıştır. Her bakan insan görse idi Kurân’da bu kadar örneğe ve izâha gerek kalır mıydı? Nazar, gözün bakmasıdır; basar, aklın görmesidir. Hakîkati duymak ve görmek için menfaatten doğan şirke, gözü ve kulağı kapatmak gerekir. Peki, vicdanlarının sesini örtenlere, hakka kör kesilenlere karşı nasıl bir usul belirlenmelidir? Bunu sonraki âyet açıklar.
199-Sen affı benimse ve örf ile emret ve câhillerden yüz çevir!
Bu emrin, özellikle günahların en affedilmez olanı şirkten hemen sonra zikredilmesi onu daha da anlamlı kılıyor. Konu tevhit ve şirk de olsa, cezanın âlemlerin Rabbine bırakılması emredilmiştir. Tevhidi savunma adı altında insanları aşağılamak, ötekileştirip düşman gibi lanse etmek doğru değildir. Af yolunu tutmanın bir anlamı da, onlara yumuşak davranmak, kırıcı olmamak demektir. Bu emri Hz. Muhammed yerine getirmeseydi çevresindekiler dağılır giderdi. (Bkz. “Allah’tan bir rahmet ile sen onlara yumuşak davrandın, eğer katı yürekli bir zorba olsa idin elbette etrafından dağılmış gitmişlerdi, o hâlde kusurlarını affet de günahlarına istiğfar et ve emirde reylerini al! ...” Âli İmrân:159) Yapılan yanlış harekete karşı gösterilecek tepkilerin çeşitleri çok olmasına rağmen, affı seçmek, kâmil insan olmanın en önemli göstergelerinden biridir. Affı seçmek, örfü emretme imkânını da sağlayacaktır. Bu âyette örf diye tercüme edilen “urf” den maksat, Allah’ın ilâhî ilkelerle belirlediği, fıtrata uygun, insanlığın ortak doğruları olan ve örfleşen marûflardır. Câhiliye Araplarının örfünde bile cömertlik, paylaşma, hak yememe, âdil ve dürüst olma, yalan söylememe, hırsızlık yapmama övülen hasletlerdir. Onların örfünde olan ve Kurân’ın tasdik ettikleri ile yaklaşmak, ortak bir paydada buluşmak için önemlidir. Bu ortak payda üzerinden onların kötü örflerini sorgulamaları için de bir zemin oluşturulmuş olur. Kurân bu zemin üzerinden câhiliye örfünü revize etmiştir.
Câhil; ‘cehl’ sahibi, bilgiden mahrum olan, duygu ve davranışları olgun olmayan, kendini bilmeyen demektir ki ‘cehl’ fiilinin fâil (özne) ismidir. Kurân bu fiili ve bunun türevleri olan ‘câhil’, ‘câhiliye’, ‘cehâlet’, ‘cehûl’ kelimelerini kullanmaktadır. İlâhî ilkeler ile hareket eden insanların mutlaka ilkesiz, bilgisiz ve hadsizlerin zararlarına karşı tedbirleri olmalıdır. Onlara yönelmek cehâleti ödüllendirmektir. Yapılması gereken; düşmanlıklar, hadsizlikler, zulümler henüz olgunlaşmamışken onlardan yüz çevirmektir. Dış düşmanlara karşı el-Velî olan Allah’ın insanı nasıl koruyup ona yardım edeceği öğretildikten sonra şimdi de iç düşmana karşı yapılması gerekenler öğretilecektir.
200-Ve amma şeytândan sana bir dürtü gelirse artık Allah’a sığın! Muhakkak ki O; işitendir, bilendir.
Nezğ, bir işe onu bozmak için girmeye çalışmak demektir (Râğıb). Buradaki dürtü, vesvesenin oluşmasından önceki ilk yoklamadır. İnsan bu dürtü ile içindeki beşeriyeti uyandırmaz ve şeytânî zemini oluşturmazsa vesveselere kapı aralamamış olur. Bunun yolu da istiazedir.
İstiaze; sığınma, bir başkasına iltica etmek anlamına gelen “eûzu” kelimesi ile ifade edilmiştir. Bu kelime “avz” kökünden türemiştir. Kurân’da bu kökten türemiş “uztü-yeızune-festeız” kalıpları bağlama göre kullanılır. İnsan beyni karşılaştığı durumlar ile alâkalı dakikada yüzlerce veriyi değerlendirir. Yaptığı muhakeme sonucu hükümler verir ve verdiği hükümler davranışlarını belirler. Aff yolunu seçmek zordur. Bu süreçte şeytânî duygu ve düşünceler denilen ilkel ve bencil arzular, hükümleri başkasının zararına da olsa kendi menfaatine çevirmeye çalışır. Tam da bu noktada ilâhî ilkeler devreye girmez ise ego ağır basar. Allah’a sığınmak onun belirlediği maruf ilkeleri referans edinmektir. Zaten âyetin sonundaki Semî ve Alîm esmâları, işitilen ve öğrenilen ilâhî ilkelere bir âtıf olabilir.
201- Muhakkak ki, muttakîlere şeytândan bir tayfun dokunduğu zaman tezekkür ederler. İşte onlar, o zaman basîret gösterirler.
Âyette neden Nas sûresindeki gibi vesvese değil de “tâif” kullanılmıştır? Tâif kelimesi sözlükte bir şeyin çevresinde dönüp dolaşan demektir. Bu kelime ismifâildir, dönücü manasındadır. Yani bir şeyin etrafında dönüp durmaktan kinayedir. İnsanın kafasında bazı düşünce ve duyguların dönüp durması demektir. Böyle bir hâl muttakî insanlara bile ârız olabilir. Bunun tam karşılığı insanın kötü düşünce ve duygularla kendini kurmasıdır. Zemberek bir eksen etrafında dönerek (tâif) sıkışır ve potansiyel bir güç oluşturur. Yapılması gereken, oluşan gücü tezekkür denilen kontrol mekanizması ile verimli bir enerjiye dönüştürmektir. Kontrolsüz güç de, zembereği boşalan veya zıvanadan çıkan biri gibi enerjisini bir anda patlatır ve sonuç çoğunlukla basîretin kapanması ile kör bir yıkım ve zarardır. Tezekkür, zikir kökündendir. İlâhî ilkeler olan kırmızı çizgiler, insanın bu tür karanlık kuruntulara karşı zıvanada tutar, eksen kaymasını önler. Yeter ki onları zikredelim/hatırlayalım. Öfkesini, duygusunu, sevincini, kinini vs. kontrol edemeyen, firâset ve basîretten uzak anlık/fevri davranacaktır. Zîra acelede nedâmet, düşüncede selâmet vardır.
202- Ve kardeşleri onları ğayya sürüklerler. Sonra yakalarını bırakmazlar.
Sürüklerler şeklinde meallendirdiğimiz ‘yemuddûne’ kelimesi Kurân’da olumsuzluğu ifade eden çeşitli konular için kullanılmıştır. Olumlu konularda “imdâd” kalıbı kullanılmaktadır.
Âyetteki ihvânühüm (onların kardeşleri) ifadesi pek çok yerde “Şeytânın kardeşleri” olarak çevrilmektedir. Hâlbuki âyetin yapısı bu anlamı çıkarmaya engel olup ‘hüm’ zamirinin ‘şeytân’ sözcüğüne gönderilmesi mümkün değildir. Zîra âyetteki ‘şeytân’ sözcüğü tekil, ona gönderilmek istenen zamir ise çoğuldur. Dolayısıyla hüm (onlar) zamiri müttakîler sözcüğüne gönderilip ‘ihvânühüm’ ifadesinin de müttakîlerin kardeşleri olarak anlamlandırılması gerekir. İnsanın en yakınları bile onu uçuruma sürükleyebilir. İlkelere sadâkat, akrabalık-kavim ilişkileri üstü olmalı ve geleneklerden etkilenmemelidir. Âyetteki “ğayy” yolu, “rüşd” yolunun zıddıdır. Ergen bir kardeşten olgun bir tercih beklenemez. Şeytânî duygu ve düşüncelerin insanı bir tayfun gibi sarması en yakın ailesinden, kardeşinden, arkadaşlarından şeytânî düşünceler ile kişinin sürekli çepeçevre kuşatılması sonucunda da oluşabilir. “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının! Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki Allah ğafûrdur rahîmdir” (Teğabûn:14) Bu sözde en yakınların evrensel ilkelerinize karşı tutumu aşağıdaki şekildedir.
203- Ve onlara bir âyet getirmediğin zaman “Onu derleyip toplasaydın ya!” dediler. De ki: “Rabbimden bana ne vahyolunursa ben ancak ona tâbi olurum.” Bu, Rabbinizden basîretlerdir ve hidâyettir ve inanan bir kavim için rahmettir.
Âyetin metninde Kurân’ın “basâir, hüdâ ve rahmet” şeklinde üç özelliği sıralanmakta ve böylece Kurân’ın, insanoğlunun üç büyük arayış ve ihtiyacına cevap verdiğine işâret edilmektedir.
Besâir, ‘avın kanına bakarak izini sürmeden’ kök anlamından gelmiştir. Bu kelime, basîret kelimesinin çoğulu olup “aklın hakîkati görme ve anlama hâlini” ifade eder. Fizikî bir görmeden daha çok bir iç görü, farkındalık ve bilinçlilik hâlidir. Aktif yapıda olan kelime kullanıldığı hemen her yerde insanı sırâtımüstakîmde tutan ilâhî, evrensel ilkeler olan vahyin kazandırdıklarına delâlet eder. Basîretle hidâyet bulunur. “Hüdâ” hidâyet, doğru yolu, kurtuluş yolunu bulmak demektir. Bu sıralama sebep-sonuç ilişkisi ile birbirine bağlanmıştır ve en son ‘rahmet’ gelmiştir. Rahmet; acıma, şefkat gösterme, merhamet etme anlamı yanında ‘mutlu son, kurtuluş’ demektir. Basîret ve hidâyet, sizi merhamete ulaştırmak içindir. Eğer ulaştığınız nihaî sonda merhametsizlik ediyorsanız hidâyette değil dalâlettesiniz demektir. Ölçü bu olmalıdır. Ancak resûlün sözde kardeşleri bu ilâhî ilkeleri kendi çıkarlarına uygun hâle getirmesini talep etmiştir. İlkeleri olmayanlar ilkeler karşısında nasıl bir tavır takınmak gerektiğini bilemez. Âyetleri derleyip toparlamak müşriklerin kitaba uyma değil, kitabına uydurma talepleridir. Cevap nettir. De ki: “Rabbimden bana ne vahyolunursa ben ancak ona tâbi olurum.” Zîra Allah’ın yasa, sünnet ve ilkelerinde; esneme, değişme, dönüşme, adamına göre, duruma göre diye ayrıcalıklı bir durum ve adâletsizlik kesinlikle yoktur. Yapılması gereken aslında çok basittir.
204- Kurân kıraat edildiği zaman artık onu işitin! Ve susun. Umulur ki rahmete kavuşturulursunuz.
Bu âyette rahmete kavuşmanın umut edilmesi ile nihaî bir amaç olarak yukarıdaki merhamet/rahmet hedefi pekiştirmiştir. Tilavet değil de kıraatin kullanılması okunanın sadece dinleme değil anlamanın eşlik ettiği işitme manasını güçlendirmek içindir. Âyette geçen “istima” kelimesiyle aynı manaya gelen sem’ kelimesi arasındaki fark şudur: Sem’, kasıtsız da olur. İstima ise, ancak kast ve niyetle olur. Bu yüzden duymak değil işitmek ifadesi tercih edilmiştir. Çünkü kasıtta bilinç vardır. “Susun” manasındaki “ensitû” kelimesi, kıraat ile anlaşılması gereken kavramların önündeki engelleri kaldırmak ve durdurmaktır. İlâhî ilkelere karşı geliştirilen her tür beşeri argüman; menfaatler sonucu oluşan arzu ve zanlar; evham, vesvese ve kuruntular susturulmadan ilâhî rahmete nail olunmaz. Aslında iç cihât dış cihâttan daha zorlayıcıdır. İç ve dış cihât arasındaki fark âyetlerin hacmine de yansımıştır.
205- Ve öğle ve ikindi ile birlikte kendi kendine, tazarru ve korkuyla, sözün sesini düşürerek Rabbini zikret ve gâfillerden olma.
Bi edatı, bir fiilin kiminle birlikte veya ne eşliğinde gerçekleştiğini ifade edip birliktelik ilişkisi kurar. Âyetteki “bi el guduvvi vel âsâli” ğuduvv ve âsâl ile birlikte Rabbini zikret manasını vermektedir. Buradaki “el-ğuduvv” ve “el-âsâl” kelimeleri öğle ve ikindi vakitlerini ifade eder. Başka bir âyette bu kelimeler şöyle açıklamıştır: “El-ğuduvv ve el-âsâl vakitlerinde göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de ister istemez Allah’a secde ederler.” (Ra’d:15) Âyette işâret edilen iki vakitte gölgelerin secde ettiğinin bildirilmiş olması, bu iki vaktin, güneşin bulunduğu zaman dilimleri olduğunu göstermektedir. Zîra Allah Teâlâ, güneşi gölgenin göstergesi yaptığını belirtmiştir: “Görmedin mi Rabbin gölgeyi nasıl uzattı? Eğer dileseydi elbette onu sabit kılardı. Sonra da güneşi üzerine delil kıldı.” (Furkân:45) Dolayısıyla ğuduvv ve âsâl, güneş ışıklarının bulunduğu gündüz vakitleridir. Bu vakitlerle ilgili olarak başka bir âyet şöyledir: Allah’ın, içinde İsmi’nin yükseltilmesine ve zikredilmesine izin verdiği evlerin içinde (Allah’ın nuru) vardır. Orada O’nu, “el-ğuduvv ” ve el-âsâl” vakitlerinde tesbih ederler. Ticaretin ve alışverişin, onları Allah’ın zikrinden, namazı ikâme etmekten ve zekâtı vermekten alıkoymadığı adamlar ki (onlar), kalplerin ve gözlerin (dehşetten) döneceği günden korkarlar. (Nûr:36-37) Âyetlere göre “el-ğuduvv” ve “el-âsâl”, pazarların kurulup alışverişin kızıştığı zaman dilimlerini gösterir. Bu yüzden güneş doğmadan kılınan sabah namazı akşam ve yatsı vakitlerinin dışında kalan öğle ve ikindiyi ifade etmesi daha muhtemeldir. “El-ğuduvv” ile aynı kökten gelen “el-ğadâ” kelimesi de bunun bir başka delilidir. İlgili ayet şöyledir: “(Buluşma yerlerini) geçip gittiklerinde Mûsâ genç adamına “Öğle yemeğimizi getir bize! Hakîkaten şu yolculuğumuz yüzünden başımıza sıkıntı geldi.” dedi.” (Kehf:62) Bu âyete göre “ğadâ” kelimesi, sabah kalkıp yorulana kadar yol yürüdükten sonra yenilen yemeğe denir. Bir kişinin gece dinlendikten sonra sabah kalkıp yorulana kadar yürümesi yaklaşık olarak öğle vaktine denk gelir. “Ğadâ” kelimesinin öğle vakti olduğunun başka bir delili de “el-âsâl” kelimesidir. Çünkü bu kelimenin müfredi/tekili olan “asîl” Kurân-ı Kerim’de “bükraten” kelimesinin zıddı olarak gelmektedir (Furkân 25/5, Ahzâb 33/42, Fetih 48/9, İnsân 76/25). “Bükraten” kelimesi, güneş ışıklarının yayılmaya başlamasından öğlene kadar olan zaman dilimini ifade eder. Buna göre “asîl”, güneş ışıklarının zayıflamasıyla güneşin batışı arasındaki zamanı gösterir ki bu ikindi namazının vaktidir. “Asîl” “ğuduvv” vaktinden sonra zikredildiği için “asîl” ikindi manasına gelmektedir. Buna göre, “…sözün sesini düşürerek Rabbini zikret!” ifadesi ile gündüz namazları olan öğle ve ikindide kıraati sessiz, güneş batınca kılınan akşam, yatsı ve sabah namazında kıraat sesli okunur.
Kendi kendine manasına gelen “fî nefsi-ke” ifadesi ilkelerin günün en canlı saatlerinde hatırlanarak başkasına değil kişinin kendi kendine tazarru ve korkuyla yaptığı telkinlerdir. İlkelerin hatırlanmasında ara verilemez, ilkeler kısa bir süre bile olsa terk edilip onlardan taviz verilemez. Taviz tavizi doğurarak kişiyi felâketlere sürükler. ‘Bir kereden bir şey olmaz.’ düşüncesi insanı ilkesizliğe düşüren şeytânî bir aldatmacadır. Buradaki korku ve endişe böyle bir hâle düşme ihtimalinin oluşturduğu tedirginlik iken, tazarru ise kurucu ve ıslâh edici ilkelere en başta duyulması gereken saygıyı vurgulamaktadır. Bir şeye saygı duymamak onun işe yarayacağına inanmamaya ve en sonunda ilkesizlik insanı gaflete sürükler.
206- Muhakkak ki Rabbinin katında olanlar, O’na ibadetten kibirlenmezler. Ve O’nu tesbih ederler. Ve O’na secde ederler.
Âyetteki “inde rabbi-ke” senin Rabbinin katında demektir. Rabbin katı hâşâ onun bir mekâna veya bir düzleme isnat etmek manasında değildir. Bu tür zâhiri okumalar Rabbe bir yön ve mekân izafe etmek anlamına gelir. İnde kelimesinin manası “yanında, nezdinde” şeklindedir. Mesela: ‘İndeke liretun’un “senin yanında bir lira vardır”. “İndî kitabun” “Yanımda bir kitap vardır.” Kelimenin bir manası da “bir şeyin bir kimsenin himayesinde, gözetiminde olmasıdır. “İmma yebluğunneke indeke’l-kibere ahaduhuma ev kilahuma…” Eğer ikisinden birisi veya her ikisi senin yanında (inde-ke) yaşlanırlarsa onlara “üff” bile deme. Ve onları azarlama ve onlara kerim söz söyle! (İsrâ:23) mealindeki âyette bu mana vardır. Çünkü burada anne-babanın bizzât evlâtlarıyla aynı mekânı paylaşmaktan ziyâde, onların himayesine mecbur oldukları durumlarına işâret edilmiştir. “İnde” kelimesi, bazen manevî bir değerlenmeyi ifade eder. Türkçede “Benim yanımda/katımda/nazarımda/nezdimde bu söz çok kıymetlidir.” dediğimiz zaman, o sözün bizim değerlendirmemize göre kıymetinin olduğunu ifade etmiş oluyoruz. Rabbin katı; Rabbe göre, onun istediği, onun yanında, Rabbin değer verdiği Rabbin nazarında gibi manaları kapsar. (Bkz. Muhakkak ki Allah katında din İslâm’dır. Âli İmrân:3) Kullukta kibirlenmemenin ölçüsü âyetlere boyun bükmek/secde iken, ilkeler istikâmetinde yaratılış amacına uygun bir çaba göstermek tesbih kelimesi ile özetlenmiştir. Tam tersini yapmanın sebebi kibirdir. Kibir kulluğu öldürüyor. Arâf 12 ve 13. âyetlerde Allah’ın katında kibri sonucu onun emrine secde etmeyen İblis kıssasına bir gönderme yaparak sûre sona ermiştir. Rabbimiz iç ve dış ayartmalara karşı her durumda sulh ve selâmet temelli, merhamet hedefli bir duruşu kazanmanın yollarını bizlere bu mübarek sûrede öğretti.
Rabbim kıssalardan hisseler alanlardan eylesin. Arâf sûresinden şimdilik bizim anladıklarımız bunlardır, en doğrusunu Alîm olan Allah bilir.
|