مَّن ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللّهَ قَرْضاً حَسَناً فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافاً كَثِيرَةً وَاللّهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Kim Allah’a (onun yolunda) güzel bir kredi (limiti) açarsa, Allah da onun verdiğinin (mükâfatını) kat kat artırır. (İmkânları) Daraltanda genişletende Allah’tır ve siz O'na döndürüleceksiniz. (Bakara:245)



.





BURÛC SÛRESİ


BURÛC SÛRESİ

وَالسَّمَاءذَاتِ الْبُرُوجِ

1- And olsun burçların yüksekliğine!

Burûc; burc’un çoğuludur. Burûc; Kur’an’da belirli bir şekil ve sûrete benzeyen sabit yıldız kümeleri anlamında  dolaylı olarak kullanılmıştır. Bkz. Furkan:61 Ancak bu âyette daha temel bir kullanım olan yüksek kale ve surları anlatılmaktadır. Kulelerin göğe yükselmeleri, karanlıkta sadece aydınlatmalarının açığa çıkması ve görünmeleri nedeniyle yüksek sarayları andırdıkları için, takım yıldızlarına da benzetme yoluyla “burç” ismi verilmiştir. Burç kelimesinin asıl anlamı; “sur, saray ve kale kulesi” dir. Burjuva da buradan gelmektedir. “Nerede olursanız olun, ölüm gelip sizi bulacaktır ve yüksek kulelerde (fî burûcin) olsanız bile.” (Nisa:78)

Semâ, ‘yükseklik, yücelik anlamındaki “es-sümüvv” kelimesinin türevlerindendir. Her yüksek ve yüce şeye''es-semâ'' denilir. Gökyüzüne sema denmesinin sebebi, yeryüzünden yukarıda olmasındandır. Her bir şeyin üstüne ve üstününe de semâ denilir. Ayakkabının üstü 'sema'dır, evin tavanı da 'sema'dır. Bu nedenle âyette, yüksek burçlu kalelerde oturup mazlumlara zulmeden eski çağların  zâlim ve kodamanlarının anlatıldığı bağlamada uygun olarak temel manası olan “yükseklik” tercih edilmiştir.

Sonraki âyetlerde anlatılan zulmün faillerine ve sebeplerine atıfla sûre başlamaktadır.

-----------

وَالْيَوْمِالْمَوْعُودِ

2- Ve vaat olunan güne!

Mev’ud, vaat edilmiş demektir. Nisa sûresi 78’i delil getirerek vaad olunan günün, kişinin kendi ölümü olduğunu söyleyebiliriz: “Nerede olursanız olun, ölüm gelip sizi bulacaktır ve yüksek kulelerde (fî burûcin) olsanız bile.” Nisa:78 Allah’ın zalimlerin cezasını erteleme sebebi, vaad ettiği ömür süresi sebebiyledir.

-----------

وَشَاهِدٍوَمَشْهُودٍ

3- Ve şahide ve şahit olunana!

“Şahit”, bir şeyi görüp ona tanık olan; “meşhûd” da tanıklık edilen demektir. Burada şâhid olan bizce sûrenin 7. âyetine göre zalimler, şahit olunan da mazlumlardır. ''Ve onlar, mü’minlere yaptıkları şeylere şahit oluyorlardı.'' Şahit olan özne zalim iken; şahit olunan, bir nesne gibi ateşe atılan mazlumdur. Verilen mesaj, yüksek kalelerle savunmaya önem vermeyip düşmana karşı nesne olmaktır.

-----------

قُتِلَأَصْحَابُ الْأُخْدُودِ

4- Canı çıkası hendek sahipleri!

Kutile kelimesi Kur’an’da yedi yerde geçer. İkisi öldürülme anlamında kullanılmıştır. Bunlardan biri Âli İmran 144’te geçer. “Şimdi o (Hz. Muhammed) ölür ya da öldürülürse siz topuklarınız üzerinde geriye mi döneceksiniz?” Diğeri İsra 33. âyette geçer: “Kim haksız yere öldürülürse...” Bu kullanımlar katletmek, öldürmek manasındadır. Bir de gücü, canı çıksaydı da, keşke yapmasa idi manasında Müddessir 19’da geçer:''Canı çıkası, nasıl da ölçüp biçti!” Buradaki ''kutile'' kelimesi, tıpkı Tebbet sûresindeki iki elin, gücün kuruması anlamındadır ve öldürme değil yergi manasında kullanılmıştır.

Uhdûd, had’dın çoğuludur. Buradaki anlamı hendek gibi, yeryüzünde bulunan uzun ve büyük yarık, açılan çukur demektir. Çoğulu ''ehadîd'' şeklinde olur. “Ashab-ı Uhdûd” hendek sahipleri demektir. Bu sahiplik, arkadaşlık olursa ''Ashab-ı Kehf'' gibi o zaman hendeğe atılanlar manasında “Hendeğe atılanlar katledildi.” anlamına gelir. Biz iç bağlamdan dolayı bu manayı tercih etmedik.

-----------

النَّارِذَاتِ الْوَقُودِ

5-Yakıt dolu ateşle.

-----------

إِذْهُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ

6-Ki onlar, onun üzerinde oturmuşlardı.

Bizce âyetteki “hum” zamirinden kasıt ateş çukurlarını hazırlayanlardır. Bu kişiler ateşin etrafına toplanmışlar, yanan mazlumları seyrediyor ve zulümlerine kendileri bizzat şahit olmaktadır. (Bkz. Burûç:7) Âyette ateşin etrafında değil de ateşin üstünde gibi bir anlatımın kullanılma sebebi âyetin âhireti de kapsayan zaman üstü anlatımıdır. Zımnen, “Keşke yakarken yandıklarının farkında olsalardı.” denmek istenmektedir.

-----------

وَهُمْعَلَى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ

7- Ve onlar, mü’minlere yaptıkları şeylere şahit oluyorlardı.

-----------

وَمَانَقَمُوا مِنْهُمْ إِلَّا أَن يُؤْمِنُوا بِاللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ

8- Ve onlardan intikam almaları, Aziz ve Hamîd olan Allah’a îmân etmelerinden başka bir şey için değildi.

Acaba müminler bu derece intikama maruz kalacak ne yapmışlardır? Zalim iktidarın, müminlerden bu derece nefret etmesinin sebebi kuru bir iman olamaz. Mazi sığasıyla “En Amenu” buyrulmayıp da “müzari” (geniş zaman) kipi ile “En yu’minu” buyrulması, ileriye doğru imanda ısrarlarına işarettir. Yani o müminler izzet ve şerefi zalim yöneticilerine itaat ve onları övmede, yüceltmede aramamış Allah’a kulluklarını zulme boyun bükmemekle ispatlamışlardır. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Necran, Suriye, Sümer, Babil, Filistin, Habeşistan, Anadolu bu zalimce yakma olayının yaşandığı yerlerden sadece birkaçıdır. Necran'ın Yahudi (veya putperest) kralı Zunüvas İsevî mü'minleri, Nemrud Hz. İbrahim'i, Babil kralı Nabukadnazar sürgündeki İsrailoğullarını, Romalı Antonyus İsevileri yakarak cezalandırma yoluna gitmiştir. Bunlar arasında en meşhur olanı Miladî 523 yılında vuku bulduğu nakledilen Himyer kralı Zunüvas'ın İsevî mü'minlere karşı uyguladığı korkunç zulümdür. Rivâyete göre Zunüvas, inancından vazgeçmeyen mü'minlere kazdırdığı ateş dolu hendeklerde yakmıştır. Son zamanlarda bulunan tarihi bir belge, yukarıdaki bilgileri destekler mahiyettedir. Bu belge, Yahudilerin 2000 İsevî'yi bir mabedde topladıktan soma mabedin çevresine odun yığarak içindekilerle birlikte yaktıklarını anlatmaktadır. Hilafeti döneminde Hz.Ömer'in şehitlerin hatırasına felaket mahalline bir cami inşa ettirmesi de bu bulguları teyit eder.

-----------

الَّذِيلَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ

9-Ki semaların ve yeryüzünün mülkü O’nundur. Ve Allah, her şeye şahittir.

İnsanları yakanların zulmetme sebebinin, mülkün ebedi sahibi oldukları zannıyla hareket etmeleri olduğu yukarıdaki âyetten anlaşılmaktadır. Bu zan, iktidarı tağutlaştırarak insanları da bir mülk görme ve onlar üzerinde dilediğini yapma tasarrufunu kendinde gösterir. Oysaki mülk Allah’ındır ve Allah kendi mülkünde haddi aşıp ilahlık taslayanların yaptıklarına şahittir. Onların cezası misli ile devam eden âyetlerde  zikredilmiştir.

-----------

إِنَّالَّذِينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوافَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرِيقِ

10-Muhakkak ki onlar, mü’min erkekleri ve mü’min kadınları fitneye düşürüp, sonra da tevbe etmemişlerdir. Artık onlar için cehennem azabı ve yakıcı azap vardır.

Fitne, yüksek sıcaklıkta ham madene uygulanan sıkıştırma potasıdır. Bu âyette, “baskı ve işkence” anlamına gelir. Zalim iktidarlar zulme razı olmayan bilinçli halkı her zaman baskı ve işkenceyle sindirme yolunu seçmiştir.

Yan yana kullanılan “cehennem azabı” ve “yakıcı azap” ‘vav’ bağlacının mahiyetinden dolayı iki ayrı şey olarak ifade edilmiştir. Burada cehennem dipsiz çukur manasında uhdudun misli iken, harîk/yakıcı azap da 5. âyetteki yakıt dolu ateşin mislidir. Peki bu suçtan kurtulmanın tevbesi nedir?

Bu bağlaç kullanıldığı yerden sonrasını açıklama özelliğine sahip olduğundan “yani” şeklinde de okunabilir. “Cehennem azabı yani yakıcı azap vardır.” (''Vav”bağlacının bu özelliği için Bkz. İnsan 12) 

-----------

إِنَّالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِنتَحْتِهَا الْأَنْهَارُ ذَلِكَ الْفَوْزُ الْكَبِيرُ

11-Muhakkak iman edip sâlih amel yapanlar, onlar için altından nehirler akan cennetler vardır ve işte bu büyük kurtuluştur.

Fevz; kurtuluş, başarma ve şerrin meydana gelmesine karşı kazanılan zafer demektir. “Muhakkak ki, muttakîler için kurtuluş vardır.” (Nebe:31) Cennet gibi bir bahçenin oluşması için olmazsa olmaz, nasıl ki sürekli alttan akan su ise, ateşi söndüren imanın da büyük kurtuluşa vesile olması için olmazsa olmaz olan şey, sorumluluk bilinci ile yapılan sâlih amellerdir. Bunu yapmayanın elli kolu bağlanmıştır.

-----------

إِنَّبَطْشَ رَبِّكَ لَشَدِيدٌ

12-Muhakkak ki Rabbinin yakalaması son derece şiddetlidir.

Batş, sert bir şekilde tutmak demek iken ayrıca bir de “şedîd” sıfatıyla nitelenmesi, o şiddetin olağanüstü derecede olan dayanılmazlığını anlatmak içindir. Ayrıca ilahî cezadan kurtuluşun imkânsızlığını vurgulamaktadır.

-----------

إِنَّهُهُوَ يُبْدِئُ وَيُعِيدُ

13-Muhakkak O, yoktan var eder ve tekrarlar.

Yubdiu, kudretiyle ilk önce, yoktan, emsalsiz (ibda) yaratmadır. Yu’îd, ''a-v-d'' kökünden gelir. Dönmek, tekrarlamak anlamındadır. Sadece yakma cezasını Allah’u Te’ala verir. Zira o yoktan var edip tekrar yaratma gücü olan tek hakiki muktedirdir.

-----------

وَهُوَالْغَفُورُ الْوَدُودُ

14-Ve O, Ğafûr’dur, Vedûd’dur.

Ğafûr; insanların günahlarını, hata ve suçlarını çokça bağışlayan, bir manada hiç yapmamış sayan anlamına gelir.

Vedûd, nüzul sürecinde ilk defa burada geçer. Bu kelime sevmek, arzu etmek ve istemek gibi anlamlar taşıyan ''v-d-d'' kökünün türemiş şeklidir. Vedûd, ism-i fail sığasının verdiği mânaya göre “çok seven, hep seven” mânalarına gelir. Vedûd”un mevdûd (çok sevilen)anlamında olduğu da söylenmiştir. Allah kullarını çok sevdiği için, hatadan döneni hiç hata işlememiş gibi bağışlar.

İnsanı insan yapan bir değer de bağışlama yeteneğidir. Bu özellik ancak ve ancak sevgi ile kemale erer. Pişman olup iyiye yöneleni sevmek ve eski suçlarını bağışlamak kişiyi zillete düşüren bir âcizlik değildir, aksine ulvî bir meziyettir.

-----------

ذُوالْعَرْشِ الْمَجِيدُ

15-Arşın sahibidir, Mecid’dir.

''Zû’l-arş” terkibi, Kur’an’da dört kez geçer, Allah’ın egemenlik ve iktidarın tek sahibi olduğu mesajını verir. Mecîd, asalet ve şerefli olmak gibi anlamlar taşıyan ''m-c-d'' kökünün türemiştir. Allah el-Mecîd olandır. Manası; çok şanlı, şan ve şeref sahibi, şanı pek yüce olan demektir.

-----------

فَعَّالٌلِّمَا يُرِيدُ

16-Dilediği şeyi yapandır.

“Fa’âllun li mâ yurîd” terkibi, “dilediğini yapan” anlamına gelir. Allah’ın el-Fa’âl diye bir esması vardır. Manası; dilediğini yapan, daima aktif olan, fiilinde daim ve mükemmel olan demektir.

Kur’an’da’ki Esma-i Hüsnâ ile alâkalı şöyle bir sahih hadis vardır: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Bunları ihsâ eden kimse cennete girer.” (Buhârî, Şurût 18; Müslim, Zikir ve Dua6).

İhsâ, anlamak, benimsemek ve hayata tatbik edecek bir şuur kazandıran zirve meziyetler haline getirmektir. Misalen insan, el-Ğafur esmasının tecellisinden nasiptar ise çevresindekileri çok daha rahat bağışlar ve böylece onlar tarafından sevilir. Bu sevgi o kulu şanlı-şerefli bir makama yükseltir. Artık yaptığı küçük kusurlar bile tolere edildiği için daha özgür yaşayabilecektir. Aslında başkasını bağışlamak kişinin kendine yaptığı büyük bir iyiliktir.

-----------

هَلْأَتَاكَ حَدِيثُ الْجُنُودِ

17-Sana, o orduların sözü geldi mi?

Cünûd, 'cund'un çoğuludur ve askerler demektir. Cunûd’dan maksat, Hakk'ın yanında olanlara karşı toplanmış olan menfaat ve çıkar orduları, gruplardır. Kur’an’ın Firavun ve yandaşlarına ordular adını vermesi, onların kuvvetlerine ve organize oluşlarına işaret etmektedir. Buruç, seçkinlerin inanca baskısı; Firavun, devletin baskısını; Semûd ise, toplumsal baskıyı temsil eder.

-----------

فِرْعَوْنَوَثَمُودَ

18-Firavun ve Semûd.

-----------

بَلِالَّذِينَ كَفَرُوا فِي تَكْذِيبٍ

19-Yok, örtenler, yalanlamaktadırlar.

Hakikatin üstünü örtmek onu geçersiz, işlevsiz kılmaya çalışmaktır. Bu da aslında fiili bir yalanlamadır.

-----------

وَاللَّهُمِن وَرَائِهِم مُّحِيطٌ

20- Ve Allah, onları arkalarından kuşatır.

Muhît; kuşatmak, sarmak ve çevrelemek gibi anlamlar taşıyan ''h- y -t'' kökünün türemiş şeklidir. Hait, bir yeri çevreleyen duvar demektir. El-Muhît, her şeyi kuşatan sıfatlarının tüm tecellileriyle varlığı kuşatan demektir. İhâta, kuşatma demektir. Bu kelime cisimler için kullanıldığı gibi ilimle kuşatmayı da ifade eder: “Şüphesiz Allah ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.” (Talâk:12)

Arkadan kuşatmak; hiç beklemedikleri, fark etmedikleri, bu nedenle umursamadıkları, tedbire yanaşmadıkları yerlerden, zaaflardan, sevdiği dünyalıklardan, kendine itibar, şan, şeref katacağını zannettiği sahte unsurlardan kuşatmak demektir.

-----------

بَلْهُوَ قُرْآنٌ مَّجِيدٌ

21-Yok, O Kurân, Mecid’dir.

“Kurân’un mecîd” terkibi, “şanlı şerefli Kur’an” demektir. Ayrıca Kurân, düşünerek okuyanın ve bildirdiği gerçekleri uygulayanın şanını, şerefini yücelten bir hitaptır. Burada Kurân bir isim değil bir sıfat olarak yer almaktadır. Sıfat olarak Kur’an, çok okunan hitap demektir. Çok okuyan; hayatın muhafaza edilmiş kanunlarını, Allah’ın sünnetini/kurallarını öğrendiğinden şeref, itibar, onur kazanacaktır. Mecid esmasının kullardaki tecellisinin yolu el-Mecid olan Allah’ın kelamını çok okuyup uygulamaktan geçmektedir.

-----------

فِيلَوْحٍ مَّحْفُوظٍ

22-Levhi Mahfuz’dadır.

“Levhi mahfuz” terkibi, “korunmuş levha” anlamına gelir. Levhanın sebeb-i nüzûldeki karşılığı kılıç gibi mukavemetli silah ve âletlerin yapımında kullanılan demir plakalardır. Levh-i mahfuzun belirsiz formda Kur’an’da geçmesi, bunun bizim bildiğimiz bir levha ve yazı olmadığını gösterir. Burada bir benzetme/teşbih söz konusudur. Demirin üzerindeki yazı nasıl silinmez ve uzun yıllar kalırsa levh-i mahfuz da değiştirilemez, sağlam kayıt manasındadır. Bağlam ile düşündüğümüzde Firavun tüm gösterişine ilah gibi bir imaj çizmesine rağmen, haddi aşması sonucu itibarsız bir sonla bu dünyayı terk etmiştir. Semûd kavmi, taştan oydukları sağlam imaj veren evlerinde zelil bir sonla dünya sahnesinden çekilmişlerdir. Bunun sebebi Allah’ın koyduğu yasalardır. Allah hem sosyolojik olaylara yasalar/değişmez hükümler koymuştur, hem de fiziksel doğa olaylarında değişmez kanunlar belirlemiştir. Kuralları koyan Allah der ki, benim kurallarıma/emirlerime uyan izzet ve şerefini kaybetmeyecektir.

-----------

 


 
Eklenme Tarihi : 23.9.2018 22:33:47
Okunma Sayısı : 4321