وَاذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمَا أَنزَلَ عَلَيْكُمْ مِّنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُكُم بِهِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve (ondaki) hikmet'i düşünün. (Ki;) Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve iyi biliniz ki, hiç şüphesiz Allah her şeyi bilendir. (Bakara:231)



.





Cin Sûresi



Cin Sûresi

Sûre;  adını birinci âyette geçen ve “cinler” anlamına gelen “cinn” kelimesin­den almıştır. Cin kelimesi, sûrenin ismi olduğu gibi muhtevasıdır da. Çünkü bu sûrede cinlerin Kurân dinlemeleri ve sonra kendi kavimlerine dönmeleri hâdisesi açıklanmaktadır. Buhârî Sahih’inde sûreyi “kul ûhiye ileyye”, “De ki: Bana vahyedildi.” adıyla anar. Cin sûresi tüm ilk tertiplerde Arâf-Yâsîn arasına yerleştirilmiştir. Bu durumda sûreyi 5 veya 6. yıla yerleştirmek gerekecektir. Fakat ilk tertiplerdeki yeri, tarihî verilerle uyuşmamaktadır. M. Esed, sûrenin Hicret’ten iki yıl önce indiği görüşündedir. Sûrede anlatılan olay kaynaklarda çok farklı rivâyetlerle yer almıştır. Buhârî ve Müslim’de, Abdullah bin Abbas’tan rivâyet edilir ki, bir gün Allah Resûlü yanında arkadaşları ile beraber Ukaz panayırına gitmişti. Yolda Nahle denilen yerde Allah Resûlü, sabah namazını kıldırdı. Bu esnada cinlerden bir grup oradan geçmekteydi. Kurân’ın tilâvetini duyduklarında hemen durmuşlar ve dikkatle dinlemeye başlamışlardı. Kaynaklara göre bu olay, Resûlullah’ın Taif dönüşü Nahle vadisinde, namazda Kurân okurken gerçekleşmiştir (İbn Kesir). Hicr sûresinde “Müşriklerden yüz çevir!” emrinin akabinde yaşanan bu olay Allah Resûlü’nün farklı coğrafyalara, yeni insanlara yönelmesinde önemli bir adım olmuştur.

Hicr sûresinin devamı olarak Cin sûresini okumamız, benzeşen konu anlatımlarına dayanmaktadır. Bunlardan biri Hicr:18’deki “Kim duyma hırsızlığı yaptıysa artık onu görünen bir ateş parçası takip etti.” anlatımı ile Cin:9’daki “Kim dinlemek isterse, onu izleyen bir ateş parçası bulur.” anlatımı sanki Hicr sûresindeki konuların örnekler ve yaşanmışlıklar üzerinden devam ettirilmesidir. Cin sûresinin ilk bölümünde, Mekke’ye dışarıdan gelen bir grup cinin Kurân dinlediği, bundan etkilendikleri, inanmış olarak yurtlarına döndükleri, bu okuyuştan öğrendikleriyle eski inançlarını kıyaslamaları anlatılmaktadır. Sûrede ayrıca gaybın bilgisinin sadece Allah’a ait olduğu, tevhit ilkesi ve Kurân’ın nitelikleri de yer almaktadır.

Buna mukabil Hz. Peygamber nüzul ortamında, Mekkeli müşriklerin baskılarından bunalmış, davet görevini rahatça yapabileceği bir yer arayışına girişmiştir. Bu arayışın ilk durağı Taif oldu. İşte sûre bu olayın arkasından şu mesajı vermektedir: Seni yakınındaki Mekke dinlemezse, Allah çok uzaklardan seni dinleyecek birilerini bulup gönderir. Bu sûrede anlatılan cinler hakkındaki yorumları âyetlerin içerisinde açacağız. Âyetlerin mealinde ve açıklamasında bizim cin kelimesini olduğu gibi kullanmamızdaki maksat cin kavramının doğru bir şekilde tasavvurlarda yer etmesi içindir. Ayrıca dipnottan bağımsız olarak meali okuyan okuyucuya çeviri ile tek ve dar bir mana sunmayıp tercihi ve yeni çağrışımları okuyucuya bırakmak içindir.

Rahmân ve Rahîm Allah’ın ismi ile…

1-De ki: “Cinlerden bir kısım neferin dinlediği, böylece 'Muhakkak ki biz acayip bir okuyuş işittik.' dedikleri bana vahyedildi.”

Kurân’da, görülen ancak tanınmayan yabancılara -misalen Hicr 62. âyette- Hz. Lût “Kavmun munkerûn/Siz tanınmayan bir kavimsiniz.” denilmiştir. Kurân dışarıdan gelenleri nitelemek için yabancı/acem; tanınmayan/munker; dışarıda, badiyede yaşayanlar (Arap veya bedevî) gibi kullanımlar yapar. (Bkz. “Bedevîler/Araplar gelip dediler ki: ‘Biz iman ettik…’ ” Hucurât:14) Cinler kullanımı da bunlardan biridir. Eğer gelenler ile bir münasebet/iletişim/ünsiyet kurulmamış ve bu kişiler kimseye sezdirmeden, dikkat çekmeden uzaklaşmışlarsa bu yabancıları Kurân cin sıfatıyla tanımlamıştır. Gayb; irâdeli-irâdesiz, canlı-cansız, beş duyumuza kapalı olanların genel adı iken cin, daha dar kapsamda irâdeli olup ünsiyet kurulmamış olanların genel adıdır. O yüzden insin yani ünsiyet kurulanların zıddı olarak “ins ve cin” şeklinde gelir. (Bkz. Enâm:112-128-130, Arâf:38 vs.) Cin sûresinin ilk âyetine göre Allah Resûlü bu yabancıların geldiğini ne görmüştür ne işitmiş ne de onların varlığını hissetmiştir. Bu nedenle onlar “kavmun munkerun” veya bedevi değil, cin sıfatı ile anılmıştır. Beş duyumuz ile algılayamadığımız her şey gaybdır, gaybî her irâdeli de cindir. Bu isimlendirme sadece metafizik varlıklar için kullanılmaz.

Kurân’da “Kul!/De ki!” ile başlayan beş sûre vardır. Bunlar Kâfirûn, Felâk, Nâs, İhlâs ve Cin sûreleridir. Hepsinde örten veya örtülü muhataplara hitap söz konusudur. Kafirûn ve İhlâs’ta Allah tasavvurunu çarpıtıp hakîkati örtenlerden, Felâk ve Nâs’ta ise sinsi, gizli-kapaklı düşmanlıklar yapanlara hitap edilmiştir. “Kul!/De ki!” ile başlayan bu son sûrede hem Allah’a eş ve çocuk isnât ederek Allah tasavvurunu örten ve çarpıtanlardan hem de insanların kandırılarak aldatılmasından bahsedilecektir.

“Cinlerden bir kısım neferlerin” ifadesindeki “nefer” kelimesi, sayıları 3 ilâ 10 kişi arasında oluşan bir grup demektir. Neferân kelimesi asker, yardımcıdır. Kelime ayrıca savaştan kaçabilme imkânı olduğu hâlde kaçmayan savaşçılara denilmektedir. Zîra nufûr kelimesinin haktan uzak olmak, haktan kaçma gibi bir manası vardır.

Cinlerin dinlediği “kurân” marife olarak değil nekira geldiği için bazen mastar manası taşır ve “okuyuş, hitap” anlamı kazanır. (Bkz. Müzzemmil:4, Burûc:21, Rad:31, Yûnus:15) Zaten şehrin dışından gelerek kulak misafiri olan yabancıların okunan kitabın özel ismini bilmeleri beklenmez. Haddizatında henüz ortada elle tutulan bir Mushaf da yoktur. Bu yabancı neferler acayip bir okuyuş duyduklarını kavimlerine dönüp anlatmıştır. Bu gaybî bilgi de Allah Resûlü’ne vahyedilmiştir.

‘Acaben kelimesi, kalıp olarak mübalâğa anlamı ifade eder. Acebâ-aceb-te’accüb, bir şeyin sebebini bilmediği zaman insana ârız olan hâldir. Türkçesi garipsemek, sıra dışı, acayip, enteresan ve tuhaf gibi kelimelerle karşılanır. Dolayısıyla buradaki yabancı neferler daha önce duydukları, inandıkları dogmaların dışında, kalıpları kıran, bir okuyuş işittiklerinden bahsetmektedir. Bu yabancı neferlerin duydukları sözleri anlayacak kadar Arapça bildikleri de bu âyetten anlaşılmaktadır. Demek ki farklı dillerin konuşulduğu çok uzak diyarlardan gelenler değillerdir.

Cin Kavramına Genel Bakış

İnsanlar, tarih boyunca yaratıcı bir ilâh dışında görülmeyen, olağanüstü başka varlıklara da inanmışlar, çeşitli devirlerde ve coğrafî bölgelerde bu varlıkların iyilerine ve kötülerine değişik isimler vermişlerdir. Bunlar bazen tanrılaştırılmış ya da ikinci dereceden insanı tanrıya yaklaştıran aracılar olarak kabul edilmiştir. Cin telâkkisi insanlık tarihinin her döneminde ve bütün kültürlerde mevcûttur. Eski Asurlular ve Bâbillilerde kötü rûh ve cinlere inanılırdı. Sâmî kökenli kavimlerde cinlerin değişik sınıfları bulunduğu kabul edilirdi. Eski Mısır’da cinler çoğunlukla yılan, kertenkele gibi sürüngenlere benzetilirdi. Eski Yunanlılarda dainıon adı verilen insanüstü varlıklar bulunduğuna inanılır, bunlar iyi ve kötü olarak ikiye ayrılırdı. Eski Romalılarda da insanlara zarar verebilen kötü rûhlar telâkkisi mevcûttu. Çinliler cinlerin her yerde bulunduğunu, iyilerinin ve kötülerinin olduğunu kabul eder. Özellikle taoist rahipler cinlerin zararlarından korunmak için muska yazar, efsûn yaparlar. Hintlilerde de iyi ve kötü cin telâkkisi mevcûttur. İran kültüründe cin telakkisi Zerdüşt öncesine dayanmaktadır. Eski Türklerde cinler bütün hastalıkların kaynağı kabul edilir, bu cinler Şaman tarafından hasta bedenlerden uzaklaştırılırdı. İsrâîl kültüründe, daha çok İran’ın düalist sisteminin tesiriyle kötü rûh ve cin anlayışı belirginleşmişti. Yahudiler cinlerin çöllerde ve harabelerde yaşadığına inanırlardı. Yahudi kutsal kitaplarında ağrı ve felâket veren, kan emen cinlerden söz edilir. (II. Samuel, 1/9; Süleyman’ın Meselleri, 30/15) Hıristiyan kültüründe cin telakkisi daha çok Yahudilik etkisinde gelişmiştir. Yeni Ahid, cinleri; putperestlerin tanrıları, bedensel ve rûhsal hastalıkların kaynağı olarak gösterir. (Resûllerin İşleri, 17/18-Matta, 12/28- Luka, 11/20)   Bilhassa XII. yüzyıldan itibaren cin telâkkisi Hıristiyan sanatının önemli bir teması hâline gelmiştir. Avrupa’da ve daha sonra Amerika’da cadı ve büyücülük büyük ilgi görmüştür.

Kurân öncesi Arap toplumunun inancında rûhlar âleminin, iyi ve kötü güçlerin önemli bir yeri vardı. Kimi taş ve ağaçlarda, kuyu, mağara ve benzeri yerlerde insan hayatına tesir eden varlıkların mevcûdiyetine inanılıyordu. Kurân’dan önce Araplar bilmedikleri, görmedikleri varlıklara genel olarak cin derler ve onlara bazı tanrısal güç ve yetenekler yükler, onlar adına kurban keserlerdi. Cinlerin kâhinlere gökten haberler getirdiğine inanırlar, böylece Allah ile bu gizli varlıklar arasında bir bağ kurarlardı. Câhiliye Araplarının bir kısmı şeytânın şer tanrısı olduğuna inanır, melekleri Allah’ın, cinleri de şeytânın askerleri sayarlardı. (Bkz. Enâm 6/100) Bu inançların oluşturduğu litaratürü Kurân’ın kullanması, bunları onayladığı anlamına gelmez. Aslında câhiliye Arapları da dâhil insanlar; bilmedikleri, anlamlandıramadıkları olayları-kişileri, yabancı, görünmeyen, bilinmeyen anlamında cinler diye genellemişlerdir. Yabancı bir kavimden biri gelip bir kızı kaçırdığında, eğer arkada bir delil yoksa bunu cinlere bağlarlardı. Herhangi bir sebep olmadan ölen birini görünce bunu cinler öldürmüş, derlerdi. Bu yüzden bazı hastalıkları da cinlerden bilirlerdi. Yılan bir anda çıkıp bilinmeyen bir deliğe girdiği için cinlerin yılana dönüşüp geldiğine inanırlardı. Hiç ummadıkları bir yardım geldiğinde de ona cinler yardım etti, derlerdi. Bütün bu kullanımlara bakıldığında cin kelimesinin kullanım alanı ve anlamı da ortaya çıkmaktadır.

Cinn kelimesi çoğul olarak kabul edilmiş, tekilinin de “cinnî” kelimesi olduğu kaydedilmiştir. Bu kelime “ce-ne-ne” kökünden türemiş bir kelime olup asıl anlamı, bir şeyi duyulardan saklamaktır. Kişiye örtülü olan her şey cin’dir. “Cennehü’l-leylü/Gece onu örttü.” demektir. “Ecennehü/Onu örttürdü.” “Cenne’aleyhi/Üzerine örttü.” gibi kullanımlar vardır. Cennet, toprağı ağaç yapraklarıyla saklanmış yer demektir. Cinnet, aklın örtülmesi ve delirmek demektir. Cenin, ana karnında saklandığı için bu adı almıştır. Cünnet, kalkan demektir ki kişiyi oktan, mızraktan sakladığı için bu ad verilmiştir. Cânan; duyguların gizli, saklı olması anlamında kalbin bir sıfatıdır. Sonuç olarak cinn kelimesi bütün eski ve yeni sözlüklerde “insanın beş duyusuyla algılanamayan; ancak somut, varlığı kesin olan” demektir.

Kurân’da ins ve cin kalıbıyla, görünen-görünmeyen veya tanıdığınız-tanımadığınız, ünsiyet kurulan tanıdıklar ve yabancı-tanınmayanlar anlamında Arâf:38-179, Zâriyât:56, İsrâ:88’de kullanımlar mevcûttur. İns ve cin tıpkı Kurân’daki “Yaş ve kuru hiçbir şey yok ki…” (Enâm:59) veya “Öyle bir ateş ki, sabah-akşam o ateşe sunulurlar.” (Mümin:46)’da olduğu gibi bir tamlamadır. Yaş-kuru yaratılan her şey, sabah-akşam her zaman, ins ve cin de tanınan-tanınmayan irâdeli herkesi anlatmaktadır. İki zıt anlamlı kelimenin bir arada takım hâlinde söylenmesiyle ikilinin yeni bir anlam kazanması sadece Arapça için değil, tüm diller için de söz konusu olan bir durumdur. Türkçede buna birçok örnek verilebilir. Mesela: Sağ ve sol kelimeleriyle oluşturulan “sağda-solda” kalıbı “her yerde” anlamına gelir. İleri ve geri kelimeleriyle oluşturulan “ileri-geri konuşma, söz söyleme” kalıbı “yersiz, yakışıksız” anlamında kullanıldığı gibi. Türkçede “İn cin(ins cin) top oynuyor.” diye bir deyim vardır. Bu deyimsel sözün anlamı oranın tenhalığını anlatmak içindir. Yani orada tanıdık-yabancı hiç kimse yok anlamındadır. Bu deyimin yer aldığı Türkçe bir eseri, başka bir dile, kelimeleri olduğu gibi koruyarak çevirmek, hedef dilde de böyle bir deyim yoksa farklı anlaşılmalara sebep olacaktır. Hem metafizik kültür ve inançlar hem de kelimenin açıklanmadan çevrilmesi manayı daraltarak bilinmedik yabancı varlıklara verilen bir tür ismine kadar anlamı daraltmıştır.

Cin sûresinin ilk âyetindeki “cinlerden bir kısım nefer” kullanımı Allah Resûlü’nün bu kişileri 5 duyusu ile algılayamaması sonucunda seçilmiş bir vasıflandırmadır. Cin kullanımı ile aslında gelenlerin kimliği değil, yabancı oluşu öne çıkarılmıştır. Bu yüzden resûle vahyedilme detayına yer verilmiştir. Gelen rivâyetlerde bunu destekler. Zîra namazda Kurân’ı kıraat etmesi esnasında arkadaki cemaate katılanlar veya Kurân’ı dinleyenlere dair imâmın bir bilgisi olmaz. Allah Resûlü’ne, sesli kıraat ettiği namazların nasıl bir tebliğ aracına döndüğüne dair burada bilgilendirme ve yönlendirme de yapılmıştır.

Cin, Türkçemizde kullandığımız cin gibi ifadesinde olduğu gibi standart zekânın üstünde, nadir ve az görünen yabancı kişiler için de kullanılır: Süleymân peygamberin emri altında olan kişiler için bazı âyetlerde yabancı, işinin ehli, görülmedik mahâretlere sahip ustalar için kullanılmıştır. (Bkz. Neml:17 ve Sebe:12) Araplar bulundukları bölgeden olmayan yabancı kimseleri de cin olarak tarif ederlerdi. Bu şekilde Ahkâf:29-32 ve Cin:1-14. âyetleri, okumanın anlama kattıkları, Kurân’ı hayata yaklaştırması ve örneklikler oluşturması açısından çok değerlidir.

Resûlullah’ı dinleyen yabancıların yani cinlerin sayısında rivâyet olarak ihtilaflar vardır. Bazıları 7, bazıları 9 kişiydiler ve Harran ahalisindendiler, bazı­ları da dört kişiydiler ve Nusaybin ahalisindendiler, der. Sonuç olarak bu sûrede anlatılan cinler; tefsir ve tarih kitaplarında belirtildiği gibi, Nusaybin’den veya Yesrib’ten (Medine’den), kimliklerini açığa vurmadan peygamberimizin yanına gizlice gelip Kurân dinleyen ve imâna gelen, sonra da kavimlerini uyarmak için geri dönen Nusaybinli veya Yesribli (Medineli) Yahudiler ya da Yahudilerle komşu olan Medineli müşriklerdir. Ayrıca sûrenin üçüncü âyeti de,  bu cinlerin artık Allah’ın asla eş ve çocuk edinmediğine kanaat getirdiklerini söyler. Bunlardan kastın da Hıristiyanlar olduğu anlaşılmaktadır. Bizce bütün bu âtıflar Medine’nin karma dini yapısını tarif etmektedir.

Sûrede anlatılan cinlerin başka boyuttan varlıklar olarak düşünülmesi Kurân’ın genel mantığına da uymamaktadır. Çünkü onlarca âyette vurgulandığı gibi, peygamberimiz bir beşerdir, beşerlere elçi olarak gönderilmiştir ve “sizden, içinizden biri” olarak nitelenmiştir. Yani o bizden biridir ve başka boyuttaki varlıklara değil, bize elçi gönderilmiştir. Eğer bu cinler başka boyuttan varlıklar olsa idiler onlara gönderilen elçinin de kendi cinslerinden olması gerekmektedir. (Bkz.De ki: ‘Eğer yeryüzünde gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten melek resûl indirirdik.’ ” İsrâ:95)

Kurân cin terimini, farklı boyutlarda güçleri olan, hayalî varlıklar manasında değil müşriklerin bilinmeyen, yabancı, beş duyu ile ulaşılamayan her şey için kullanımları üzerinden bir anlatım yapmıştır. Burada anılan cinlerin, insanlar olduğu yönündeki kanaati daha önce dile getiren Kurân müfessirleri de vardır. Bunların başında Taberî gelmektedir. Taberî pasajda anlatılan olayın, Mekke-Taif arasında küçük bir vahada meydana geldiğini aktarmaktadır. Taberî’ye dayanarak Elmalılı Hamdi Yazır, sûrede anılan cinlerden maksadın insanlar olduğu yönünde yorumda bulunur. Benzer şekilde Muhammed Esed de âyetin çevirisine düştüğü dipnotta, burada anılan cinlerin, Arapların daha önce bilmedikleri yabancı insanlar anlamında olduğunu söyler.

Kurân’da “ins ve cin” kavramının birlikte kullanıldığı yerlerde bazen ins’in, bezen cin’in önce geldiği bağlamlar mevcûttur. Bunun temel sebebi bağlamsal anlamdır. Eğer; ünsiyet kurulan, tanınan, bilinen insanlardan yabancılara bir geçiş yapıp genelleme yapılacaksa önce ins, sonra cin gelir. Bütünden parçaya bir anlatım varsa cin öncelenir.

Kurân’da insan kelimesi (el-insânu, el-insâne, el-insâni) belirlilik takısı ile 63 yerde gelir (Bkz. Alak:2-5, İnsân:1, Rahmân:14). Kurân’da “Vel-insi, el-ins” şeklinde 9 yerde gelir (Bkz. Arâf:38, İsrâ:88 ). El-İnsan, insan türünü anlatırken insi, insiyya, insu; insan türünün bir sıfatının karşılığıdır, ünsiyet kurulanlar demektir. Cin ise ünsiyet kurulamayan yabancıların sıfatıdır. Ayrıca Kurân’da “insun velâ cân” kalıbı da geçer. Bu kalıp ise, insan türünün bedenini ve onu harekete geçiren canlılığını anlatmaktadır. (Bkz. Rahmân:14-15)

Neden Kurân’da meleklere imân geçerde(Bakara:285) cinlere imân geçmez? Zîra cin, gaybî bir varlığın veya bir türün ismi değil, genel bir sıfattır. Bu sıfatı kim gösterirse o cindir. İblis’in cinlerden olması (Bkz.Kehf:50) tanınan, bilinen, ünsiyet kurulan yüce bir makamdan secde etmeyip kibirlenmesi sonucu kovulması, unutulup gitmesi, meleyialâya yabancılaşıp uzaklaşması, kaybolması anlamındadır.

Evet ilk âyette konuşan cin sözlerine şöyle devam etmektedir;

2- “O rüşte ulaştırır. Artık biz, ona imân ettik ve bu sebeple kimseyi Rabbimize asla ortak koşmayız.”

Rüşd; doğru düşünmek, doğruyu yanlıştan ayırt etme gücüne sahip olmak ve aklın olgunlaşmasıdır. Rüşd, ‘ğayy’ın, yani olgun olmayan, nefsânî arzulara sapmanın, bunun sonucu azmanın karşıtıdır. (Bkz. Arâf:146, Bakara:256) Gerek Ahkâf gerek Cin sûresindeki ayrıntılı anlatımlar, cinlerin/yabancıların iki dini mukayese edip karşılaştırma imkânı bulduklarını ve üstünkörü, kulak misafiri olarak Kurân’ı duymadan ziyâde sonraki süreçte peygamberin mücadelesi ve müminlerin yaşamlarına da şâhit olarak bir seçim yaptıklarını göstermektedir. Âyet Rabbimize asla ortak koşmayacakları sözünü veren cinlerden/yabancılardan bahsederek geçmişlerine bir âtıf yapar. Bu sözü veren grubun önceden müşrik olduğu açıktır.

Biz bu kişilerin Mekkelilerden habersiz gizlice peygamberi dinleyip sonraki süreçte onunla görüşen ve Müslüman olan Medineli müşrikler olduğunu düşünüyoruz Bu durumda kaynaklarda yer alan ve herkesten habersiz gizlice yapılan akabe görüşmeleri Cin sûresi ile daha da anlam kazanmaktadır. Görüşmeleri kısaca hatırlayalım: İslâm’a gönül veren ilk Medineli Müslüman neferler memleketlerine geri dönerek bütün güçleriyle yeni dini tanıtmaya ve akrabalarının da imân etmelerini temine çalıştılar. Neden? Zira savaşlar o kadar bezdirmişti ki insanları barış dini olan İslam onlara abı hayat suyu olmuştur. Özelikle Evs ve Hazreç’ten birçok kimse bu neferlerin aracılığıyla İslâm’a girdi. Resûlullah’ın dayılarından olan Neccaroğullarına mensup Es’ad b. Zurâre ile Avf b. Hâris müslümanlıklarını gizlemeksizin büyük bir gayretle insanları İslâm’a davet ettiler. Gerçekten İslâm akidesi Yesrib’de yıllardır süren savaşların sona ermesinde büyük bir etken oldu. Düşmanlıklar sona erdi ve insanlar Allah’ın rahmeti sayesinde kısa zamanda kardeşler oluverdiler. Ertesi yıl yani peygamberliğin 12. yılında yine Hac mevsiminde Mekke’ye gelen Yesribli on iki kişi Akabe mevkiinde Resûlullah ile gece gizlice buluştu. Bunlardan altısı bir önceki yıl Müslüman olan kişilerdi. (İslam Ansiklopedisi, Akabe Bey’atleri Mad.) “O rüşte ulaştırıyor.” ifadesi “Kurân’ın insanları akıllarını kullandırarak bilinçlendirdiği, olgunluğa ulaştırdığı, bir başka ifade ile kimseyi büyüleyip doğmalar ile inanç dayatmadığını hayali karakter ve masallarla avutmadığını ifade etmektedir.

3-Ve muhakkak ki, bir eş edinmeyen ve çocuğu olmayan Rabbimizin şanı çok yücedir.

Sûrenin 18. âyeti hariç, 3-19 arasındaki âyetlerin başında yer alan edatlar, “inne veya enne” şeklinde farklı okumaya açıktır:  İnne okumak 1. âyetteki innâ semi‘nâ’ya âtıf olur ki, bu durumda konuşan cinlerdir. Enne okunması hâlinde âtıfların mercileri farklılaşabilir. İlk âyette Allah Resûlü’ne vahyedildiği için inna, diğer âyetlerde cinlerin/yabancıların konuşmaları aktarıldığı için enne okunmuş olabilir. Sözlüklerin açıklamasına göre “cedd” kelimenin aslı, “düz araziyi baştanbaşa geçmek” manasındadır. Çalışma ve gayret, elbiseyi kesip biçmenin neticesi oluşan yeni (cedit) elbise, gece gündüz mesafe alma, baht, zenginlik, nasip, şan ve ululuk manalarında kullanılır. Bu açıklamaya göre cedd bir süreç ile oluşan son ve yeni, kıymetli durumdur. Burada cinler bir süreçle, Allah’ın sahip çıktığı bir eşe ve velâyetini üslendiği bir oğula ihtiyaç duymayacak kadar şanının yüce olduğu çıkarımı yapılmıştır. Zîra Allah’ı insanlaştırmak onun yüceliğine (Teâlâ oluşuna) halel getirmektir. Demek ki bu cin fikirli yabancı neferler, kendilerine dayatılan tanrının oğlu anlatımını bir türlü aşkın ve yüce tanrı tasavvuru ile uyuşturamamışlar, alternatif bir anlatımı duyunca, önceden yaptıkları düşünce ve sorgulama sürecinden dolayı kabullenmeleri çok daha hızlı ve kolay olmuştur.

 4- Ve muhakkak ki o sefîhimiz, Allah’a karşı asılsız şeyler söylerdi.

Sefîh kelimesi görüş ve gidişatta hafiflik demektir. Bu, akıl noksanlığından kaynaklanır. Yani sonu budalalığa varan, hafiflik ve fikirsizliktir. Ağırbaşlılık ve akıllı olma yani rüştün zıddıdır. Kısacası sefîh ve sefâhat, rüşt ile değil kendi hevâ ve hevesine göre düşünen, aklı ile değil zevk ile hareket etmektir. Cinler; sefîh lafını kâfir melelerine âtıfla kullanmış olabilir. Zîra Kurân’da bu itham, hakîkati örten melelerin dilinden şöyle aktarılmıştır: “Onun kavminden kâfir meleler şöyle dedi: ‘Muhakkak ki biz, seni bir sefîhliğin içinde görüyoruz.’ ” (Arâf:66) (Ayrıca bkz. Samiri ve onun gibileri kastederek yapılan kullanım için Arâf:155)

Müfessirlerin geneli bu âyetteki “sefîh” ifadesinden İblis’i anlamış ve tüm kabahati İblis’e yüklemiştir. Oysa biz, “sefîh” ifadesi ile kastedilen kişinin “cinn”lerin/yabancıların kendi meleleri olduğu kanaatindeyiz. Zîra İblis’in Allah’a eş ve oğul isnât ettiğine dair tek bir îmâ dahi Kurân’da yoktur.

Şatat; “uzak oldu” kökünden, aşırılık, küfürde aşırıya gitme, aşırı yalan, anlamsız şey, haktan uzak olup saçmalama” demektir.

5- Ve gerçekten biz zannettik ki, ins ve cinden hiç kimse Allah hakkında asla yalan söylemez.

İns ve cin kalıbıyla, “tanınan-tanınmayan, bilinen-bilinmeyen topluluklar” kastedilmiştir. Ayrıca bu kalıbın bağlama göre “hiç kimse, herkes, tüm insanlar” gibi anlamları da vardır. Arâf 38 ve 40. âyetler arası dikkatli bir şekilde okunduğu zaman orada birbirleriyle tartışanlar, metafizik varlıklar ve insanlar değil, iki insan gurubu olduğu anlaşılacaktır. Bu âyetteki İslam’a uzak ve saf olan insanlar Allah’ın kudretine inanan birinin asla ona iftira atıp yalan söylemeyi göze alamayacağına inanmış iyi niyetli kişilerdir. Bu yalandan uzak, dürüst ahlâk, temiz bakış ve takva onları hidâyetin eşiğine getirecektir.

6- Ve gerçekten insten bazı kişiler, cinden bazı kişilere sığınıyor, bu yüzden onların ziyâdesiyle elini kolunu bağlıyorlardı.

 Âyette “…elini kolunu bağlıyorlardı.” şeklinde meal verdiğimiz kelime, “r-h-k” kökünden olan “rehak” kelimesidir. Bu kök Kurân’da sarıp sarmalamak, bürümek, mecbur bırakmak, sıkıştırmak anlamında kullanılır. (Bkz. Hz. Mûsâ’nın önceden verdiği söz yüzünden elinin kolunun bağlanması anlamında “Unutmam sebebiyle beni tahrik etme ve emrimden dolayı beni sıkıştırma!” dedi. Kehf:73),  Buna benzer anlamlarda 10 yerde gelmiştir. Müfredat;  kuşatmak, sardırmak, oyalanıp geciktirmek gibi anlamlarda örnekler sunmuştur. (Bkz. “Onu sarp yokuşa sardıracağız.” Müddessir:17) Bu insanlar; tanımadıkları, bilmedikleri bazı kimselere şahsî sırlarını açıp zaaflarını anlatarak onların kuklası derekesine kendilerini düşürmüştür. Gayba ilişkin aslı astarı olmayan hikâyelere inanıp irâdelerini bunlara teslim etmişlerdir. Bunlar semâdan bazı sesler duyduklarını iddia ederek insanları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmiştir. Kilisenin günah çıkarma uygulamasının temelinde de günah çıkaranların böyle bir sûistimale açık hâle getirilmesi vardır. Bu durum üzerinden bunların topluma sirâyet edip onlar üzerinde tahakküm kurabilmesi toplumu dirilten, onlara hakîkati anlatanların varlığı ile ters orantılıdır.  Bir sonraki âyet bunun önemine işâret edecektir.

7- Ve onlar da, sizin gibi Allah’ın tek bir kişiyi bile aramızdan diriltmeyeceğini zannettiler.

Âyette geçen “yeb’ase ehaden” ifadesi iki farklı anlamda anlaşılmıştır. İlki “öldükten sonra diriltme, kıyâm gününe bir âtıf” şeklinde anlaşılmıştır. İkincisi ise, “ölmüş toplumu peygamberler seçip gönderme ve hakîkati anlatma yoluyla manen diriltme” şeklindedir. Biz bu ikinci yorumun Kurân’la daha çok uyumlu olduğu kanaatindeyiz. Zîra burada toplu bir kıyâmdan değil, tek bir kişinin önce dirilmesinden, sonra toplumu diriltmesinden bahsedilmektedir. Kurân’da “be’as” kelimesi “elçi seçip önce onu manen diriltmek” anlamında şöyle geçer: “Sonra, onların arkasından, Mûsâ’yı diriltip âyetlerimizle Firavun ve melelerine gönderdik.” (Arâf:103) “Hidâyet geldiği zaman insanların inanmalarına “Allah, beşer bir resûl mü diriltti?” demelerinden başka bir şey mâni olmadı. (İsrâ:94, Nahl:84) Burada “cin” kelimesi 1.âyette geçen cinlerden farklıdır.  1.âyette geçen cinler Mekkelilere yabancı olan Medinelilerdir. Bu âyetteki cinler ise Medinelilere yabancı olan cinlerdir. Muhtemelen bunlar da Yahudi kabileleridir. “Bu durum  “ba’s” kelimesinin “elçi göndermek” manasına geldiğini gösteren ikinci delilimizdir. Zîra Yahudilerin hâkim çoğunluğu, Eski Ahid’de açıkça zikredilmiş olanların dışında hiçbir peygamberin gelmeyeceğine inanır. Bu yüzden Hz. İsa’yı ve son peygamberi reddederler.

8-Ve gerçekten biz semâyı, elbette yokladık. O zaman onu şiddetle korunmuş ve gök taşları ile doldurulmuş bulduk.

Hares kelimesi “h-r-s” kökündendir ve bu kelime Kurân’da sadece bu âyette geçmektedir. Meal ve tefsirlerde “bekçiler, koruyucular” gibi manalar verilmiştir. Bu kelime ile göğün korunaklı olması, o zaman insanları için erişilmez, ulaşılmaz olmasına bir âtıftır. Zîra burada konuşan Kurân değil, o dönemin insanları ve algılarıdır. Kurân sadece bu algıyı aktarmaktadır. Göğün korunaklı/muhafazalı oluşunu Kurân hafiz kelime ile ifade etmiştir. (Bkz. “Semayı da muhafazalı yaptık,” Enbiya:32) Burada “hares” kelimesinin kullanılması cinlerin göğü algılayışları ile alakalıdır.

Lems kelimesi “mess” anlamında olup “…tecessüs etti, araştırdı, yokladı.” manasında istiâre yoluyla kullanılmıştır. Çünkü dokunan kimse, arayan ve tanımak isteyen kimsedir. Nitekim Arapçada “Dokundu, araştırdı.” denilir. Ki, bunun bir benzeri de “cess” köküdür. Nitekim Arapçada “Onu gözleriyle takip ettiler, onun hakkında tecessüste bulundular.” denir. Buna göre âyetin manası, gökyüzünü gözlemlerle yoklama, bir işâret bulmak için araştırmaktır.

Şihâb; ateş topu, alevle yanan demektir. (Bkz. Neml:7) Parıltılarından dolayı yıldızlara ve süngüye de denir. Özellikle gökten yıldız kayması gibi görünen şûleye (ışığa) de şihâb denilir. (Sâffât:10) Bu kelime Hicr sûresinde “şihâb-ı mübîn/açık, parlak alev” şeklinde kullanılmıştır. Aslına bakılırsa şihâb, meteor taşlarının düşerken hava ile sürtüşmesinden çıkan ışık olup meteorolojik bir olaydır.

Müneccimler, Şamanlar ve Cinciler; gaybî haberler aldıkları iddiası ile insanları binlerce yıl sömürmüştür. Burada Kurân’ı dinleyip etkilenen yabancıların eski inançlarını, atalar kültünü ve başlarındaki şaman ve müneccimlerini nasıl sorguladıkları anlatılmaktadır. Bu sorgulama çok değerlidir. Zîra cinleri/yabancıları, imânın eşiğine bu sorgulamaları getirmiştir. Müneccim ve ruhbânların yaptıklarını kendileri de tecrübe etmiş, inanmak için dogmalar değil somut deliller istemişlerdir. Ancak gökyüzüne baktıklarında hareket eden, sadece arada bir yanan, kaybolan şihâplar/gök taşları ve yıldızlarla dolu olan bir boşluk bulmuşlarıdır. Bu gözlem sonucu göğün, atılan fâilimeçhûl taşlarla korunan bir tavan olduğuna dair zanları olmuştur. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu sözlerin Kurân’a değil cinlere ait olduğudur. Cinler eski tecrübelerini anlatmaya devam edeceklerdir.

9- Ve gerçekten biz, dinlemek için orada oturma yerlerine otururduk. Oysa şimdi, kim dinlemek isterse onu gözleyen bir gök taşı bulur.

Konuşmacı olan cin, daha önce müneccimlere bel bağladıklarını, kararlarını yıldızlardan alacakları bilgilere göre aldıklarını, bu amaçla sürekli rasathanelere oturup beklediklerini, onları dinlediklerini bir öz eleştiri olarak anlatmıştır. Ancak semânın sadece yıldız ve meteorlarla dolu olduğunu, bunlara bakmanın, göğü dinlemenin boş ve bâtıl olduğunu, bir sonuç alamadıklarını itiraf etmişlerdir.  Sonuç olarak hiç kimse için yarının ne getireceği önceden bilinemez. Hele hele bu tarz batıl yollarla hiç bilinemez. Bilinen değil de bilinmezlik üzerine bina edilmiş din anlayışlarının tek amacı dindar insanları sömürmektir.

10- Ve gerçekten yeryüzünde olan kimselere bir şer mi irâde edildiğini, yoksa Rabblerinin onların rüştünü mü irâde ettiğini biz bilmiyoruz.

Şer meçhûl kiple gelirken, hayrın Allah’a isnât edilmesi dikkat çekicidir. Hayr, Kurân’da 20’ye yakın âyette Allah’a isnât ve izâfe edilir. Şer ise Allah’ın ismi de, sıfatı da, fiili de değildir. Şerrin murâd edilmesi çoğul gelirken, rüştün irâde edilmesi Rabbe isnât edilmiştir ve tekildir. Bu âyetler, öteden beri akıl ve mantık dışı (reşît olmayan) yöntemlerle geleceği okuma çabasına bir cevap barındırmaktadır. Astroloji ya da gizli ilimler yoluyla gerçek bilgi elde etmenin imkânsız olduğu Kurân tarafından bu pasajda işlenmiştir. Özellikle yabancılar üzerinden anlatılır ki bu yasanın tüm insanları kapsadığı konusunda zihnî alt yapısı oluşsun. Bu tür inançlardan dolayı sadır olan sadece şerdir.

Mekke’de ve Medine’de insanlar, çok karmaşık ve halledilmesi zor meselelerde kâhinlere başvurur, onların ilham sonucu sözlerine itibar ederdi. Burada, kendisine on oğlan çocuğu verdiği takdirde, bunlardan birini Allah’a kurban edeceğine dair adakta bulunan Hz. Peygamber’in dedesi Abdulmuttalib’i zikredelim. On oğlu olan Abdulmuttalib, samimi bir adam olduğu için, kur’a çekti ve ileride Hz. Peygamber’in babası olacak olan oğlunu kurban etmeye mecbur edildi. Akrabalarının ve özellikle çocuğun annesinin teşebbüsüyle Abdulmuttalib, Medine’de yaşayan bir kâhine başvurmayı kabul etti. Abdulmuttalib onunla görüştüğünde, kâhin şöyle dedi: “Çocukla, sizde adet olan kan bedeli (on deve) arasında kura çekin. Şayet kura yine çocuğa isâbet ederse kan bedeline ilâve ederek develere isâbet edinceye kadar kuraya devam edin!” Mekke geleneği, on deveyi kan bedeli olarak kabul ediyordu, kura ile yüz deveye razı oldu. Abdulmuttalib, gerçeğe kanaat getirmek için, oğlu ile yüz deve arasındaki kurayı üç defa tekrarladı ve oğlunun hayatı bu şekilde kurtuldu. (Krş. Hamdullah, İbn Hişâm’dan naklen) Bu örnekte de görülmektedir ki uyduruk bâtıl inançlarla insanlar binlerce yıl zor durumda bırakılmıştır. Bu bilinmezlik ortamına Kurân yabancı cinlerin manen dirilişleri üzerinden izahlar getirmektedir.

11- Ve gerçekten bizden bir kesim sâlihlerden ve bizden bir kesim de bunun astında birbirine bağlı yollar edindi.

Tarâik kelimesi tarîkatın çoğuludur. Tarîkat, kişinin izlediği manevî yol, yordam, görü­ş demektir. Tarâik kelimesi burada “sâlihler” kullanımının aşağısında/astında kullanılmıştır ki, bu da onların ıslâhı hedeflemeyen, sâlih olmayan yollar olduğunu gösterir. Bu yollar, nefsî arzuları tatmin ve kişisel menfaatler çerçevesinde çizildiği için genelde ortak özellikler göstermektedir.

Kıded kelimesinin esas anlamı “köseleden yapılan sicim” demektir. Bu kelimeyle âyette “birbirine bağlı, irtibatlı guruplar, hizipler, klikler” kastedilmiştir.

Yesrib’de 6 bin civarındaki Arap nüfusla, 4 bin civarındaki Yahudi nüfusun oluşturduğu homojen olmayan yapı içindeki müşrik unsurun din algısı, Mekke merkezli olmasına rağmen, Mekke’dekinden oldukça farklıdır. Yahudilerle müşrikler arasındaki ekonomik ve siyasî rekabetle birlikte muharref bir dinî inanç ve tecrübenin Yesrib’in müşrik Arapları üzerindeki tesiri, Mekke’den gelen davete kucak açmalarında önemli bir role sahiptir. Kurân’ın bu kadar hızlı kabul edilmesinde ayrıca sosyal, ekonomik ve siyasî birçok faktör de mevcûttur.

12- Ve gerçekten biz, yeryüzünde Allah’ı asla âciz bırakamayacağımızı ve kaçarak da O’nu asla âciz bırakamayacağımızı zannettik.

Bu âyette önemli bir detay vardır ki o da “fî el ardi/yeryüzünde” denilmesidir. Peki, Allah yeryüzünde mi sadece âciz bırakılamaz? Buradaki “zan” kelimesine maalesef tüm müfessir ve mütercimler “…kesin anladık, kesin bildik.” gibi manalar vererek zan kelimesinin o belirsizlik manasını yok etmişlerdir. Dünyada peygamberler de dâhil mutlak gayb olan Allah ve onun zâtı ile alâkalı kesin bir görüye, şâhitliğe kimse sahip değildir. İmtihan perdesinden dolayı bu tarz gaybî konular sadece ve sadece zannedilir. Kurân da bu gerçeğe sâdık kalıp burada zan kelimesini kullanmıştır. Bu manasal uyum bir sonraki âyette de devam ederek gayba imâna bir âtıf yapılacaktır. 

13- Ve gerçekten biz, hidâyeti işittiğimiz zaman O’na inandık. Artık kim Rabbine imân ederse, bundan sonra hakkının yenmesinden ve elinin kolunun bağlanmasından korkmaz.

Âyette geçen “bahsen” kelimesi, “hakkın eksikliği, hakkın yenilmesi”“rehekâ” da özgürlüğün elden gitmesidir. Demek ki gerçek imân bütün bu konulardaki korkuyu kaldırmaktadır. Gerçek mümin din ile, mitlerle, masallarla, metafizik ve gayb ile kandırılıp sûistimal edilemez. Zaten imânın insana kazandırdığı şahsiyet, hayatı ve ölümü gerçekçi bir gözle akıl ve mantık nazarından okumaktır. Yapılan tefsir, yorum veya teviller; okuyucuyu cincilere, astrologlara, falcı ve müneccimlere sürüklüyorsa Allah’ın dini insanlara anlatılmamış demektir. Görünmeyen varlıkların şekli-şemali, nerede yaşadıkları, neyi sevip sevmedikleri ve daha birçok konuda olmadık rivayetlere din adına inanmak dünyada ve âhirette insana zerre kadar bir şey kazandırmak bir yana bu kişilerin sürekli sûistimala açık, hayalperest, bâtıl inançlı biri olarak kalmasına yol açacaktır.

14-Ve gerçekten bizden, teslimiyeti benimseyenler de var, haklara kastedenler de var. Artık kim teslimiyeti benimsemişse işte onlar, rüştü arayanlardır.

Burada “rüştü bulanlar” değil “rüştü arayanlar” ifadesi geçer. Zîra bu 6 nefer, rüştü aramak için Medine’den Mekke’ye gelmiş olan ve teslimiyeti, barışı, sulhu, benimsemiş neferlerdi.

Kâsitûn kelimesi “kıst” kelimesi ile aynı köktendir. Kıst; hakkaniyetli paylaşım demek iken; adâlet,  eşitlik ve denkliğe karşılık gelir. Kıst burada sulha, barışa, adâlete teslim olmanın zıddı olarak konumlanmıştır. Zıt anlamlara gelebilen bu tür kelimelere Arapçada “ezdâd” denir. Çünkü kaseta “…haklara kastetti.”, akseta “…hakkı yerine getirdi.” demektir. Kelimenin hangi yerde, hangi anlamda olduğu, bağlamdan anlaşılır. Bu konuşmada gözden kaçırılmaması gereken bir husus da konuşmayı yapanların peygamberden hiç bahsetmeyişleridir. Yabancılar/cinler, “Biz Muhammed diye bir peygamberin sözlerini işittik.” dememiştir. Zîra bu yabancılar, ilk etapta sadece işittikleri sözler üzerinden bir değerlendirme yapmıştır. Bu yabancı neferlerin imânı; akraba ilişkileri, hatır-gönül, kültürel baskı veya şahıslar ve lider üzerinden değil, ilkeler üzerinden sorgulayarak gerçekleşmiştir.

Teharrav fiili, “eksilmek, azalmak, kızmak, öfkelenmek, bir tarafa yönelmek ve belki olur” anlamlarına gelen “haraye veya harâ” fiilinden türemiştir. Kelimenin bu kalıbı da “bir yerde kalıp eğlenmek, iyisini seçmek, yönelmek, istemek, araştırmak, incelemek” manalarına gelmektedir. Râzî’nin naklettiğine göre Ebû Ubeyde bu kelimeye “…araştırıp buldular.” manasını vermiştir.

Sonuç olarak rüştü arayanlar; önceden barışa, sulha, marufa ve erdemlere teslimiyet gösterenlerdir. Mümin, bir ömür olgunlaşmak ve rüştünü Rabbine ispat etme ile çabalayandır. Buna yanaşmayıp haklara kastedenlerin sonu cehenneme odun olmaktır.

15-Ve fakat haklara kastedenler… Öyle ki onlar cehenneme odun oldular.

Burada cin konuşuyor. Zîra âyet “ve” bağlacı ile başlamış, yani bir üsteki cümlenin devamıdır. Buradaki cin, duyduğu Kurân’dan öğrendikleri ile öldükten sonra düşecekleri yeri kastetmiş olabilir. Bu cin, muhtemelen Allah Resûlü’nden Tebbet sûresini işitmiştir. O sûrede haklara kasteden ateşin babası lakabı ile zulme öncülük eden bir zâlimden bahsedilmiş ve eşinin ona ve çevresine verdiği zarar, odun hamalı benzetmesi ile yapılmıştı (Bkz. “O alevli bir ateşe yaslanacaktır ve hanımı, boynunda mesedden bir ip ile ateşine odun taşıyacak.” Tebbet:3-5)

Kurân’da cennet, yeryüzü cenneti için de kullanılır. Kalem sûresindeki bahçe sahipleri ifadesinin Arapçası “ashâbelcenneti” şeklindedir. Bu âyetteki cehennem ile cinler, yaşadıkları yerin haklara kastedenler yüzünden nasıl cehenneme yani ateş çukuruna çevirdiğini anlatmış da olabilir. Zîra her hak ihlali ortak yaşama kastetmektir. Bunlar yaşadıkları ortamı ateşe verir ve cehennem gibi bir hayata sebep olur. Bu ateşi harlayanlar şu hakîkati unutmamalıdır ki, o ateş bir gün onlara da dokunacaktır. (Bkz. Hûd:113) Tefsirlerde “Cin, zaten ateşten yaratılmıştı, ateş ateşi yakar mı?” gibi bir soruya cevap aranmış ve bazı izahlara, açıklamalara uzun uzun yer verilmiştir. Ancak kanaatimizce, sûrede bahsedilen “cin”, yabancı insanlar olduğu için söz konusu yorumlara ve tevillere zaten ihtiyaç yoktur.

16- Ve eğer onlar, belirli bir yol üzerinde istikâmet tuttursalardı onları mutlaka bol su ile sulardık.

Âyetin sonunda yer alan ğadak kelimesi “bol veya çok” anlamına gelmektedir. Âyetteki “…bol su ile sulardık.” ifadesi “bolluk, bereket” anlamındadır. Zîra toprağın yetiştirdiği tüm ürünler için su her şeyin başında geldiğinden “dünya malı, dünya nimeti”, “bol bol su” ifadesi ile anlatılmıştır. Çünkü Arabistan gibi sıcak yörelerde, insanların geçimleri büyük ölçüde tarım ve hayvancılığa dayalıdır ve böyle coğrafyaların insanı için “su”, nimetlerin en önemlisidir. Bu cümle “cinlerden haklara kastedenler yüzünden” imkânlardan mahrûmiyeti anlatan bir sebep-sonuç cümlesidir. (Bkz. “Ve gerçekten bizden, teslimiyeti benimseyenler de var haklara kastedenler de var.”Cin:14) Cin konuşmaya sûre boyunca devam etmektedir. Bu durum âyetlerin başlarındaki “vav” bağlaçları ile gösterilmiştir. Konuşması aktarılan cinin sürekli eski inançları ve yeni tevhit inancı arasındaki kıyaslamalarıyla İslam’ı neden tercih ettiklerinin gerekçelerini Cin sûresinin tamamında görmekteyiz.

Tarîk kelimesi “yol” anlamına gelmektedir. Dikkat edilirse kelimenin başında belirlilik edatı olan elif-lam konmuştur. Bu durumda yol kavramının 14. âyetteki “teslimiyet yolu” olduğu anlaşılmaktadır. Bu yolu benimsemek sulhu, barış içinde hep beraber yaşamayı ifade etmektedir. Sonuç, nimetlerin ve refahın artmasıdır. O da bol su ile ifade edilmiştir.

Rüşte ve hidâyete eren cinlerin kendi mutluluklarının, refahlarının önüne engel olarak şirk inançlarını ve tefrikayı koymaları kritik bir durum tespitidir. Farklı yolları tek çatı altında dayanışma içinde yaşamaları yönündeki ihbar, Allah Resûlü’ne Medîne sözleşmesi için bir temel oluşturmuştur. Medine’de yaşayan Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar arasında hicretten kısa bir süre sonra Hz. Peygamber’in önderliğinde hazırlanan Medîne vesîkası, Medîne şehir devletini oluşturan toplulukları, bunların birbiriyle ve yabancılarla ilişkilerini, bu toplulukların idarî ve adlî yapılarını, fertlerin sahip olduğu din ve vicdan hürriyetini belirli esaslara bağlar. Muhtevası itibariyle anayasa mahiyetindedir. Cin sûresindeki Medineli cinin sözlerinin Allah Resûlü’ne vahyedilme sebebi, Medine’de ne yapacağına dair kritik yönlendirmeler taşımasıdır. Görüldüğü gibi Allah Resûlü, vahyin yönlendirmesi ile önemli kararları almakta, hevâsıyla hiçbir adım atmamaktadır.

17- Ki onda onları sınamak için. Ve kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, onu artan azâba uğratır.

Âyette sınama olarak çevirdiğimiz “neftinehum” –fitneden gelir- fiili, metalin cevherinin cürûfundan yüksek sıcaklık ve basınçla ayrılmasıdır. Burada konuşmasına devam eden, rüşte ermiş/doğruyu anlamış cin, verilen nimetlerin, servetlerin bir imtihan vesilesi olduğuna ve bu potada sağlamın çürükten ayrılacağına dikkat çekmiştir. Rabbin zikrinden yüz çevirmek insanı, fıtrî ve insanî erdemlerden uzaklaştırarak bencillik ve menfaatperestliğe sürükler ki bu, barış içinde birlikte yaşamanın önündeki en büyük engeldir. Kıskançlık, menfaatçilik, kibir ve enâniyet, bir toplumu yavaş yavaş artan şiddetli bir azâba uğratır. Bu dünyada başlayan azâba Kurân “ażâben sa’adâ” demektedir.

Sa’ud kelimesi “yavaş yavaş artan şiddet, zorluk” demektir. Bu kelime, Allah’ın zikrinden uzak olanların sıkıntılarının yavaş yavaş artırılacağını belirtmektedir. Enâniyetin yani bencilliğin sinsi bir hastalık olduğunu anlatması manasında bu kelimenin seçilmesi manidardır. Kelime Müddessir 17’de sa’ûdâ kalıbında geçmekte, azabın mahiyeti ile alakalı “dikliği artan yokuş” anlamına gelmektedir.

18-Ve muhakkak ki mescitler, Allah içindir. Artık Allah ile beraber başka birine dua etmeyin!

Mesâcid/mescitler kelimesi “secde edilen yer” anlamındaki “mescid” kelimesinin çoğuludur. Yahudi ve Hristiyanların yere kapanarak yaptıkları ibadetleri vardır. Bu sûrenin indiği dönemde Müslümanlara ait mescitler henüz inşa edilmemişti. Bu yüzden âyette geçen mescid kelimesiyle daha genel anlamda sadece Müslüman cami ve mescitleri değil, Hristiyan kiliseleri ve Yahudi havraları da dâhil, Allah’a ibadet edilen tüm ibadethanelerin kastedilmiştir. Bu ufuk ile Allah Resûlü “Yeryüzü bize mescid kılındı.” demiştir. (Buhârî, Salât, Müslim, Mesâcid) Müfessirler çoğunlukla bu âyetin Yahudi ve Hristiyanların Allah ile birlikte Mûsâ’ya, İsa’ya, Meryem’e de dua etmeleriyle ilgili olduğunu söylemiştir. Bu yorum, sûrenin 3. âyetindeki Allah’a eş ve oğul isnât etmeleri cümlesi ile de uyumludur. Mescitlerin sadece Allah’a tahsis edilmesi tefrika virüsüne karşı en önemli şifâdır. Her inanç, özünde yaratıcı bir öze/güce dayanır. Bölünme onun dûnunda/astında tahsis edilen aracı ve ortaklar sonucu oluşmuştur. Her hizip kendi azîzini, kutsalını uydurup öne çıkarır ve farklı inançlar, bölünüp parçalanmalar sonucu savaşlar olur, kan dökülür.

Mekke özelinde ise ilk akla gelen Allah ile beraber dua edilen başta Hubel olmak üzere putlarla doldurulan Kâbe’dir. Araplarda taştan putlara tapma geleneği, İsmâîlî Arapların düşmanları tarafından Mekke’den sürüldükleri çok eski zamanlara kadar gider. Kâbe’den ayrılmak zorunda kalan İsmâîlîler, giderken Kâbe’nin anısını canlı tutmak için ondan birer parça taş götürmüşler, sonraki nesiller bunları tapınılan nesnelere dönüştürmüşlerdir. Aracı ve ortakların ibadette nasıl bir düşmanlığa, kine ve öfkeye sebep olduğu bir sonraki âyette şöyle ifade edilecektir:

19- Ve muhakkak ki o -Allah’ın kulu- O’na dua etmeye kalktığı zaman, neredeyse üstüne çullanacaklardı.

Libeden kelimesi keçe demektir. Bu ise “bir şeyin, bir şeyin üstüne keçe gibi atılmasını” anlatmak üzere kullanılan tabirden gel­mektedir. “İnsanlar lübeddir.” denildiği zaman “Bir araya gelip, toplaştılar.” demektir. Kelime Beled sûresinin 6. âyetinde malı “üst üste yığılmış” anlamında lübedâ kalıbıyla geçmektedir. Çullanmak birini bezdirecek, bıktıracak denli tedirgin etmek, atılmak veya sözle üstüne üstüne gitmek, saldırmak demektir. Burada Yesripli neferin/cinin Kurân’ı okuyan Allah’ın kuluna yapılan linç teşebbüsünü fark etmesi ve bunu kavmine anlatması konu edilmiştir. Amaç davayı üstlenenlerin maruz kalacağı olası tepkilere, risklere işâret olabilir.  Taberî, anlamın şöyle olmasını tercih etmiştir: “Araplar neredeyse Peygamber’in aleyhine bir araya gelecek ve getirdiği nûru söndürmek için birbirlerine yardımcı olacak noktaya gelmek üzere idiler.”

Âyette geçen ve öznesi Hz. Muhammed olan “kâme” fiili “kalkmak” demektir. Buradaki kıyâm bir amaç için yapılmış şirke, haksızlığa ve zulme bir başkaldırıdır. Cinlerin gördüklerini anlatmaları sonraki âyetlerde de devam etmektedir. Memleketlerine dönüp Allah’ın kulunun verdiği vahdet mücadelesine karşı sergilenen tutumdan bahsederek tüm cemaatleri, kavimleri, hizipleri, tarîkleri inandıkları tek ilâhın altında bir araya getirmeye çalışmışlardır. Hz. Muhammed’e karşı sergilenen düşmanlığın fâilinin Allah’ın astında uydurulanlara dua eden müşrikler olduğu bir alttaki âyette şöyle ifade edilmiştir:

20- Dedi ki: “Ben sadece Rabbime dua ederim ve hiçbir şeyi O’na ortak etmem.”

Bu âyetin başındaki “Kul/De ki!)” kelimesinin, “Kâle/Dedi ki:)” şeklindeki okuyuşların referans alınarak anlaşılması daha isâbetli görülmektedir. Zîra bu âyetlerde konuşan cin, Allah Resûlü’nün kendisine verilen tepkilere cevap verişi aktarılmıştır. Konunun akışı düşünüldüğünde buraya “Kul/De ki!” şeklinde meal vermek anlatıcı cinin bir anda susmasına yol açar ve Kurân’ın hitabı bir anda Allah Resûlü’ne döner ki, bu da hatalı bir anlayışa yol açar. Anlaşılmayı zorlaştıran bu tarz durumlarda orijinal bazı el yazmalarda farklılık gösteren eliflerin kullanılışını dikkate almak gerekir. Burada Hz. Muhammed açıkça Allah’tan başkasına duayı şirk olarak nitelemiştir. Dolayısıyla samimi bir mümin asla ve asla Allah’tan başkasına dua etmez. Yalnızca O’na yalvarıp O’ndan yardım diler. (Fâtiha:4-7) İlâhı teklemek çok daha kucaklayıcı, evrensel ve vahdaniyete uygundur. Peygamberlerden, dünyasını değişmiş sâlih kişilerden, mezarlardan, meleklerden veya görmediğimiz, bilmediğimiz varlıklardan medet ummak, yalvarıp yakarmak şirktir. Bu, sadece dalâleti ve tefrikayı besler ve gücü azaltır.

21- Dedi ki: “Muhakkak ki ben, size bir zarar verme ve sizi irşât etmeye mâlik değilim.”

Allah Resûlü bu sözleri ile dalâletin de hidâyetin de kişinin kendi tercihi ile alâkalı olduğu, buna hayalî varlıkların, uyduruk cinlerin, sembollerin, putların sebep olamayacağını anlatmaktadır. Ayrıca Allah Resûlü bu savunmasında kendi varlığının müşrikler için bir tehdit olmadığını da özellikle belirtmiştir. Zîra Allah Resûlü’nün hedefi Mekkeli müşriklerin fizikî varlıkları, yaşam hakları değil tasavvurda şekillendirdikleri ve toplumu kast sistemine ayıran, zulme sebep olan şirk tasavvurlarıdır. Tevhitteki adâlet ancak rüştü arayan ve talep edenlere nasip olacaktır.

22-23 Dedi ki: “Muhakkak ki hiç kimse, bir şeye karşı beni Allah’tan asla koruyamaz. Ve ben Allah'tan geleni tebliğ ve risâlelerinden başka asla O’nun astında sığınak bulamam. Ve kim Allah’a ve O’nun Resûlü'ne asi olursa, bu durumda muhakkak ki ona içinde ebediyen hâlit kalacağı cehennem ateşi vardır.

Len Yucîranî fiili “benden defetmez, uzaklaştırmaz, beni korumaz, himaye edemez” demektir. Bu kelime “sapmak, zulmetmek, bitkinin uzaması, himaye ve yardım istemek” anlamlarında kullanılan câra fiilinin ecâra kalıbından türemiştir. Bu kelime, bu âyette olduğu gibi başına “len” edatı geldiğinden olumsuz anlam kazanmaktadır.

Multehad kelimesi ise “sığınak” demektir. Buna göre multehad kelimesi, tıpkı yerin altında kaybolup giden tünel gibi kendisine girilip gizlenilen yer anlamına gelir.(Râzî)

Hakkaniyet ve eşitliğe dayalı adâletli ve erdemli insanları; menfaatler, düşmanlıklar, kıskançlıklar ve zâlimden koruyacağı, bunun dışında bir sığınağın olmadığı ifade edilmiştir. Resûl; ancak Allah’tan gelen fıtrî, evrensel ilkelerle zâlimin zulmü ile mücadele edileceğini öğrenmiş ve öğretmiştir. Zîra en büyük cihat Kurân’la yapılandır. (Bkz. Hac:78- Furkân:52) “Allah’a ve resûlüne asi olmak” ifadesinde iki farklı unsur şeklinde “Allah ve Resûlü” zikredilmiştir. Zîra cinler, müşriklere karşı Allah Resûlü’nün vahye ve risâlete dayalı duruşunu aktardıkları için bu iki unsurdan bahsetmiştir. Allah’a ve onun resûlüne asi olmanın manası ve neden sadece Allah’a değil de resûlüne isyanın da zikredildiği bu iç bağlamla anlaşılabilir.

Burada hem “ebeden” hem de “hâlidin” kelimeleri yan yana zikredilmiştir. Ebedi olarak kalmak, çok uzun bir süreci anlatırken hâlit olmak, bu durumun değişmeyeceğini ifade etmektedir. Kurân’da ebedilik her zaman bir şarta bağlıdır ve sonsuz, sınırsız manasına gelmez. (Bkz. “Ve içlerinde ölen birinin ebediyen namazını kılma ve kabrinin üzerinde durma! Tevbe:84) Allah Resûlü’nün bu emri yerine getirmesi yaşadığı süreye bağlanmıştır. Cin sûresi 23’te de teslimiyeti, sulhu ve insanî erdemleri terk edip şirkin oluşturduğu zulüm sistemine devam etmeleri durumunda hâllerinin dünyada değişmeyeceği uyarısı yapılmıştır. Allah Resûlü kendisine vahyedilenleri aktarmaya şöyle devam etmektedir:

24- Hatta vaad olundukları şeyi gördükleri zaman, artık kimin yardımcısı daha zayıf ve sayı bakımından kim daha az, yakında bilecekler.

Allah Resûlü burada kemiyet ve keyfiyet üzerinden bir zihin inşası yapmaktadır. Kemiyet; sayıyı, kalabalığı, sürüyü ön plânda tutarak ölçüyü çokluğa göre belirlerken; keyfiyet, ilkeleri ve kaliteyi esas alıp hak olana uymaktır. İnsanî erdemler ve takvadan yana olma konusunda insanların çoğu maalesef sınıfta kalmıştır. Bu yüzden şu hükümler gelmiştir: “Çoğunluk sizi aldatmasın!” (Nahl:83) İnsanların çoğu, elbette âyetlerimizden gâfildir. (Yûnus:92) İnsanların çoğu şükretmez. (Bakara:243, Yûnus:60, Yûsuf:38) Çoğu zanna uyar. (Yûnus:36) “Ve and olsun ki Biz, bu Kurân’da bütün meseleleri farklı yönleri ile ifade ettik. Buna rağmen insanların çoğu hakîkati örtmek için direndi.” (İsrâ:89)

25- Dedi ki: “Vaad olunduğunuz şey yakın mı, yoksa Rabbim onu uzattı mı bir bilsem!"

Emeden kelimesi bir gaye, bir sonuç, bir ecel demektir. Geleceğe ilişkin bu belirsizlik, tercihi tamamen muhataba bırakmaktadır. Allah Resûlü burada cinciler, kâhinler ve müneccimlerden farkını net olarak ortaya koymaktadır. Onlar sahte cin inançları ile gaybı taşlayıp kehânetler üretirken Hz. Muhammed, vaad olunanı tebliğden başka bir bilgisinin olmadığını beyân etmiştir.

26-27 O, gaybı bilendir. Artık gaybını râzı olduğu resûlünden başka hiç kimseye izhâr etmez. Bu yüzden O, muhakkak ki göz önünde olan ve olmayan gözetleyicilerden sevk eder.

Bu âyet, birinci âyeti açıklar mahiyettedir. İlk âyette, Hz. Peygamber’in bilmediği, göz önünde ve hesapta olmayan Yesripli yabancıların/cinlerin onu gizlice dinleyip memleketlerine dönüşü ve oradaki konuşmaları vahyedilmişti. Bu âyette ise, Hz. Muhammed’i dinlemek için o yabancıları sevk edenin Allah olduğu özellikle hatırlatılmıştır. Ayrıca yaşanan bu örnek üzerinden Allah’ın, gaybı resûllerine nasıl izhâr edip açığa çıkardığı ifade edilmiştir. Aynı zamanda Allah’ın râzı olduğu ve seçtiği resûller ile gaybı bildiğini iddia eden, kehânetler üreten kâhinler ve cinciler arasındaki fark ortaya konmuştur.

Allah, gerekli olduğu durumlarda gayb bilgisini resûllerine açıklamıştır. Burada nebî değil de resûl kavramanın gelmesi, gaybî bilgilerin tebliği ile herkese izhâr edilmesi manasındadır. Bu durum resûllerin ikinci üstün farkıdır ki onlar bilgiyi gizleyip ranta çevirmez. Cin sûresinin bu son 3 âyeti sûre boyunca anlatılanların özeti hükmündedir.

28- Bilsinler ki Rabblerinin risâlelerini onlara tebliğ ettiler. Ve yanlarında olanları ihâta etti ve her şeyin adedini sayıp tespit etti.

“Liya’leme/bilsin” fiili, meçhûl olarak liyu’lime “bilinsin, ortaya çıksın, anlaşılsın” şeklinde de okunmuştur. Yani resûl, farkında olmadan da Rabb’den gelen risâleleri/mektupları hesap edemediği, kuşatamadığı coğrafyalara tebliğ etmiştir. Yabancılara da bu evrensel mesaj “el-Muhît” ve “el-Habîr olan Allah sayesinde ulaşmaktadır.

Kurân’ın gayba imânı, herhangi bir kayda bağlı olmaksızın, bilinmeyen her şey olarak öngördüğü algısı hatalıdır. Çünkü her görünmeyene, bilinmeyene, hakikati olmayan hayalî uydurmalara gayba imân adı altında inanmak gibi bir yükümlülük, Kurân’ın rûhuna aykırıdır. Kurân, insanların hakkında bilgi sahibi olmadıkları, vahyin “İmân edin!” demediği gaybî birtakım varlıklara inanmalarını istemez. Hatta bunun sûistimal edilmesinden ve şirke aracılık kılınmasından dolayı sürekli kınar ve yasaklar. Öyleyse İslam’da her görünmeyen ve bilinmeyen değil, sadece Allah’ın imân konusuna dâhil ettiği unsurlar hakkında imân ve inkârdan bahsedilmelidir. Kurân’da meleklere imândan bahsedildiği için (Bkz. Bakara:285) melekleri inkâr söz konusu olabilir. Ancak cinler diye kategorik bir varlık alanı oluşturup bunlara imân edilmesi gerektiğini savunmanın din ile bir ilgisi yoktur. Cin sıfatını varlık statüsüne çıkarıp spekülatif bir alana “gayba imân” adıyla inanmak sadece sûistimallere ve şerre sebep olmuş ve olacaktır. Yapılan tevil, tefsir ve yorumlar hayra ve sâlihata hizmet etmiyorsa bu tevil ve yorumlar bırakılmalıdır.

Cin sûresinden şimdilik anladıklarımız bunlardır. En doğrusunu, gaybı bilen ve râzı olduğu kullarına vahiy yoluyla izhâr eden Allah’u te’ala bilir.

 


 
Eklenme Tarihi : 18.09.2022 00:40:54
Okunma Sayısı : 4692