وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ

48- Artık şu günden korkun ki; O gün, Hiç kimse bir başkası adına zerre kadar bir şey yapamaz ve hiç kimseden şefaat kabul edilmez ve hiç kimseye karşılık fidye de alınmaz. Ve onlara yardım da edilmez. (Bakara:48)



.





Cuma Sûresi


Cuma Suresi

Cuma Suresi, Medine döneminde inmiş olup 11 ayetten oluşur. Adını, Müslümanların haftalık toplanma günü olan Cuma namazına yaptığı vurgudan alır. Ancak Cuma namazı bu sure ile farz kılınmış değildir. Zira hiçbir ibadet Kurân ile başlamaz. Kurân özellikle insanlıkla yaşıt olan ibadetler konusunda sadece mevcut olanı ikame eder, düzenler, şirkten arındırır veya unutulanı hatırlatır. Bu nedenle, “Mekke’de Cuma yoktu.” ya da “Abdest ayeti bile Medine’de indi.” gibi söylemler Kurân’ın maksadıyla uyumlu değildir, bunlar daha çok sığ ve yüzeysel okumaların bir tezahürüdür. Kurân, ibadetleri tarihsel bir başlangıçla değil, tevhid eksenli yeniden bir inşa ile ele alır.

1-Göklerde ve yerde olanlar Mâlik, Kuddûs, Azîz, Hakîm olan Allah’ı tespih eder.

Sure, göklerde ve yerde olanların Allah’ı tesbih etmesiyle açılır. Bu ifade, Teğâbun ve Saff sureleriyle ortak bir üsluptur ve dolayısıyla bu surelerin arka arkaya inmiş olduklarını düşündürür. Medeni surelerde sıkça görüldüğü gibi konu, Allah’ın isimleriyle başlar: El-Mâlik (her şeyin sahibi), el-Kuddûs (bozulmaz ve kutsal olan), el-Azîz (izzet ve şeref sahibi) ve el-Hakîm (hikmetle hükmeden)… Bu esmalar, surenin özetini de verir.

Şöyle ki ilk önce mülkün sahibi manasındaki el-Mâlik esması gelmiştir. Bu bağlamda el-Mâlik, dinin sahibi manasındadır. O, dilediğine risalet ve kitabı verir (Cuma: 4). Fakat Yahudiler, Tevrat’ın kendilerine verilmesini, ırklarını kutsama vesilesi yapmışlardır (Cuma: 5-6). Sadece mülkün sahibi kutsalı belirler. Zira O, el-Kuddûs olandır.

Son bölümde ise muhataba izzet katan aziz ve hakîm hükümler hatırlatılacak; müminlerin, kendilerine izzet katan bu hükümleri Yahudileşmiş bir zihniyetle terk etmemeleri üzerinden uyarılar yapılacaktır (Cuma: 9-11).

2- O, ümmiler içinden onlara bir resul diriltti. Onlara, onun ayetlerini tilavet eder, onları temizler, kitabı ve hikmeti öğretir. Ve daha önce elbette onlar, sadece açık bir dalâlet içindeydi.

Buradaki muhatap, devam eden ayetlerin delaletiyle Yahudileşmiş her zihniyettir. Yahudilere, İsrailoğullarından değil ümmilerden bir resul gönderilmiştir. Bu durum, ırkını ve kitabı kendine paye edinen Yahudiler için iki ayrı imtihandır. İlki, kitabın kendilerine verilmiş olmasının ağır bir sorumluluk yüklemesidir. İkincisi ise onların diğer insanlardan üstün oldukları için değil, bilakis yoldan çıkma potansiyellerinin daha yüksek olması sebebiyledir. 

“Ümmi” kelimesi “e-m-m” kökünden gelir. Bu kök “anne” kelimesiyle bağlantılıdır. Kurân’da bu kelimenin kullanımı şöyle örneklendirilir: “Onların içinde kimi ümmiler de vardır ki, kitabı bilmezler. Bütün bildikleri kuruntulardan ibarettir. Onlar sadece zan ve tahminde bulunurlar.” (Bakara: 78). Buna göre ümmi, bizim bugün anladığımız anlamda okuma-yazma bilmeyen değildir. Bilgiyi kitaptan veya yazılı bir metinden değil, anneden ve atadan işiterek öğrenen veya fıtri olarak bilendir. Bu öğrenilenler doğru da yanlış da olabilir. Buradaki vurgu, bilginin kitaptan öğrenilmediği ve gelen resulün ehlikitaptan olmadığıdır.

Ayetlerin tilavet edilmesinin amacı tezkiyedir. Arındırma, geleneğin kitaba ve inanca eklediği yüklerin ümmi resulün elçiliğinde kaldırılması, kulu kısıtlayan zincirlerin kırılmasıdır. Salt kitabın yani bilginin yüklenilmesi kişiyi kötülüklerden ve manevi kirlerden arındıramaz. Kitabın mutlaka hikmetle hayata yansıması gerekir. Hikmetsiz bilgi, kişiyi dalâletten korumaz. Kulun inancında, uygulamasında, ibadet veya ritüellerinde hikmet boyutu kaybolursa geriye sadece kuru bir taklit kalır. Bu sebeple menzili maksuda ulaşmada kitap ve hikmet, kuşun iki kanadı gibidir.

3- Ve sonrakiler de henüz onlara katılmadılar. Ve O; Azîz’dir, Hakîm’dir.

Ayette geçen “sonrakiler” ifadesi, henüz kitap ve hikmetle tanışmamış olan ehlikitap topluluklarına işaret edebilir. Bu vurgu, resulün getirdiğinin yalnızca ilk nesle değil, evrensel bir çağrı olduğunun da göstergesidir.

Burada zikredilen Azîz ve Hakîm esmaları muhatabına izzet katacak olan kelimetullaha işarettir. Azîz ve Hakîm olan Allah’ın elçisine itaat, muhataba da hak ettiği değeri kazandıracaktır.

4- İşte bu, Allah’ın fazlıdır. Onu dilediğine verir. Allah, büyük fazlın sahibidir.

Buradaki “fazl”, sıradanın üstünde bir lütuf ve fazilet artışı demektir. Allah’ın ümmi bir beşere ayetlerini indirmesi ve ona risalet görevi vermesi bu fazlın somut bir örneğidir. “Onu dilediğine verir.” ifadesi ise aslında gizli bir itiraza cevaptır. Çünkü Yahudiler, vahyin ve risaletin yalnızca kendi içlerinden birine verilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Kendilerini Allah’ın seçkin kulları ve kutsal bir kavim olarak gördükleri için ümmi bir peygambere kitabın verilmesini kabul edemiyorlardı.

Bu ayetle onlara şu mesaj verilmiş olur: Risalet Allah’ın mülküdür, onu dilediğine verir. Bu, kavim veya soy üzerinden hak edilen bir makam değil, Allah’ın fazlıdır. Yahudilerin Tevrat’ı taşımalarına rağmen onu hakkıyla yaşamamaları (Cuma: 5-6), emanetin hakkını vermediklerini göstermektedir. Bu yüzden risaletin ümmi bir beşere verilmesi hem bir lütuf hem de adaletin tecellisidir. Çünkü İsrailoğullarının durumu şudur:

5- Kendilerine Tevrat yüklenip de sonra onu taşımayanların hâli, ciltlerle kitap taşıyan merkebin hâli gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan kavmin misali ne kötüdür! Allah, zalimler kavmine hidayet etmez.

Burada Tevrat’ı taşıyanlar, Allah Resulü’ne tâbi olan Musevilerdir. Taşımayanlar ise resulü ve getirdiğini kabul etmek yerine tahrif edilmiş ezberlerin peşinden gidenlerdir. Zira Tevrat tek bir kitap iken merkebin yüklendiği ciltler dolusu müktesebattır. O tek kitabı yaşamak yerine, beşeri yorumları menkıbe ve masalları, mezhebi ve tarihsel anlatımları yüklenenler yani din edinenler eleştirilmiştir.

“Tevrat” kelimesi Kurân’da 18 yerde geçer. İbranice Torah kelimesinin Arapçalaşmış biçimidir. Kanun, antlaşma, sözleşme ve ortak kabul anlamlarını taşır. Yahudi toplumunda bu “ortak ahit” büyük bir yaptırım gücüne sahipti. “Törenin dediği olur.” anlayışı, din sınıfına ciddi bir otorite sağlıyordu. Ancak yeni ve ümmi bir resulün gelmesi, bu otoritenin bir anda boşa çıkıp güncellendiği anlamına geliyordu. Böylece yazılan yüzlerce tefsir ve hüküm değerini yitirmiş, bir yük derekesine düşmüştü. İşte köhne bilgilere ısrarla sarılmak, onun hamallığını yapmak merkep benzetmesiyle çarpıcı bir şekilde tasvir edilmiştir.

Bu benzetme, Yahudilerin sırtlandığı eski bilgilerin onları insanlığa yaklaştırmak yerine, aksine onlardan uzaklaştırdığına da bir gönderme olabilir.

Ayetin sonunda gelen “Allah zalim kavme hidayet etmez.” ifadesi, bu tavrın sadece bir gaflet değil, aynı zamanda hem kendilerine hem de başkalarına yönelmiş bir zulüm olduğunu gösterir. Bağnaz Yahudileri insanlıktan uzaklaştırıp zalim kılan şey, binlerce yıldır taşıdıkları “seçilmiş ırk” ve “üstün kavim” anlayışıdır. Bu anlayışın zulme dönüşmüş bir tezahürü ise, günümüzde Filistin’de işlenen ve masum çocukların ölümüne yol açan katliamlarda açıkça görülmektedir.

6- De ki: “Ey dönenler! Siz, insanların aşağısında kendinizi Allah’ın evliyası zannediyorsanız ve eğer sadıksanız bu durumda ölümü temenni edin!” 

Yahudiler şeklinde meal verilen hâdû sıfatı, “dönenler” demektir. Yeni gelen ümmi resulün getirdiği özgürlük dinini kabul etmeyip o yoldan dönen Yahudiler burada ve Kurân’ın 10 ayetinde hâdû sıfatı ile zikredilir. Kullanıldığı bağlamların tamamında yaptıkları döneklikler anlatılır.

Buradaki en-nas, Müfredat müellifinin de dikkat çektiği gibi dürüst ve erdemli insanlardır. Bu muttakilerin tek derdi, Saff 11’de de anlatıldığı gibi, canlarıyla ve mallarıyla zulme karşı mücadele etmektir. Ancak onların yanında, basit ve bayağı hedefler gözetenler, güya Allah’ın evliyası olduklarını zannediyorlardı. Fakat Yesrib’in savunulması konusunda ölümü göze almıyorlardı.

Müfredat, temenne kelimesi için “çoğu gerçekliği olmayan şeyleri düşünmek” der. Yani burada “ölümü istemek” veya “irade etmek” değil, onun olma ihtimalini düşünmek, ölümü göze alıp ondan korkmama anlamında “temenne” kelimesi ile ifade edilmiştir.

Bu teklif ölüme ihtimalini düşünerek, omuz omuza Yesrib’i koruma anlamına geliyordu. Ancak bir kısım Yahudi’nin yanaşmayacağı, yani hâdû olup baştaki sözlerinden dönecekleri bir sonraki ayette şöyle haber verilmiştir:

7- Ve elleriyle takdim ettikleri sebebiyle ebediyen onu temenni edemezler. Ve Allah, zalimleri en iyi bilendir. 

Ayetlerin indiği dönemde Medine’de dört adet pazar kurulurdu ve hepsinin kontrolü Yahudilerdeydi. Hem pazar faaliyetleri hem de kira gelirleri Yahudilerin elinde toplanıyordu. Burada, Mekkeliler ile ticari veya sosyal ilişkilerini koparmamış münafık Yahudi döneklerden bahsedilir. Elleriyle takdim ettikleri ifadesi, müşriklerle olan ticaretlerini ifade eder.

Mekke’deki din ticaretinden elde edilen rant, Medine’de Yahudiler eliyle bir pazar imkanı buluyordu. Bu menfaatin sekteye uğramasını istemeyenler, ölümüne bir savaşı ebediyen temenni etmeyeceklerdir. Zira onlar için menfaatlerinden üstün bir değer, inanç veya din yoktur. Yahudileşmeye karşı indirilen bir başka ayet de şöyledir: “…Kazandığınız mallarınız, satışının durmasından korktuğunuz ticaret ve razı olduğunuz evler, Allah’tan ve O’nun resulünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise artık Allah’ın emrini bekleyin! Ve Allah, fâsıklar kavmini hidayete erdirmez.” (Tevbe: 24)

8- De ki: “Muhakkak ki kaçtığınız ölümle mutlaka karşılaşacaksınız. Sonra gaybı ve şehadeti bilene geri çevrileceksiniz. Böylece o, yaptıklarınızı size haber verecektir.” 

Mulaki olmak, ölümle buluşmak ve karşılaşmak demektir. Türlü türlü bahanelerle ticaret ve menfaatleri için kaçtıkları savaş, er-geç kapılarına kadar gelecektir. Zira artık ok yaydan çıkmış, Mekkelilerin Yesrib’e saldırması kaçınılmaz bir hâle gelmiştir.

Gayb, insanların içlerindeki duygu ve düşüncelerin yanı sıra gelecekteki olayları da kapsar. Şehadet ise o anki vakıada kimin nasıl bir tepki verip nerede/hangi safta durduğunu ifade eder. Gaybı ve şehadeti bilene geri dönme, ahirette hesap günü de olabilir. Allah Resulü’nün safına biraz mecburiyetten de olsa katılma durumunu da özetlemiş olabilir.

“Yaptıklarınızı size haber verecek.” ifadesi, bazı şeyleri sakladıkları ve zamanla yapılanların yine vahiyle haber verileceğidir. Zira bir sonraki ayet, menfaatçi tutumlarının olumsuz etkisini şöyle haber verecektir:

9- Ey iman edenler! Cuma günü namaza nida olunduğunda hemen Allah’ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın! İşte bu, sizin için daha hayırlıdır, keşke bilseniz.

“Koşun!” diye meal verdiğimiz “fe-s'av” kelimesinin kökü “s-a-y”dir. Müfredat’ta “Hızlı yürümektir, koşmanın bir alt derecesi” şeklinde açıklanır.

 “Alışverişi bırakma ve hemen Allah’ın zikrine koşma” gibi detaylar burada bir acelenin olduğunu gösteriyor. Öncelikle son ana kadar yapılan ticaret ve Cuma namazı sonrası bu fırsatın kaçması gibi bir durum olmalı ki böyle bir acelecilik yaşansın. Aksi takdirde Cuma’dan çok önce kişi mescide gelmek için çıkıp koşar, adıma ihtiyaç duymadan sakince gelebilir. Burada bizce genel bir durum değil, bir kısım müminin yaptığı hatalara dikkat çekilmektedir.

Cuma, cem olmak toplam demektir. Allah Resulü’nden önce Mekkeli müşrik Araplar haftanın bir günü bir araya gelir ve eğlenirlerdi. Bu güne “yevmü’l-arûbe” derlerdi. Haftalık toplanma günü aslında çok eski dönemlere dayanır. Yahudilerde cumartesi, Hristiyanlarda pazar günü ibadet etme günüdür. Bu geleneğin ilahi olup temelde ortak bir köke dayandığı farklı toplumlar ve inançlarda uygulanmasından anlaşılmaktadır. Kurân ile haftalık Allah’ı zikretmek için toplanma günü tasdik edilip zamanla unutulan ve üstü örtülen detaylar düzenlenmiştir. 

“Ey inananlar” ifadesi hem erkek hem de kadına yapılmış bir hitaptır. Burada yapılanlar bilinçsizliğin oluşturduğu bir gaflet hâlidir. Zira ayetin sonu keşke bilseniz ile bitmektedir.

Ayette hayırlı olanın alışveriş değil Allah’ın zikri olduğu hatırlatılmıştır. Demek ki kendileri için hayırlı olanın ticaret olduğunu zannedenler vardır. Peki, Cuma namazından sonra alışverişe devam etmek için neden Allah Resulü’nü hutbede ayakta bırakıp gitmişlerdir, bu acelenin sebebi nedir? Burada Cuma namazı öncesi yapılan bir hatadan bahsedilirken son ayette Cuma namazı sonrası yapılan bir gaflete değinilecektir. Yani cemaatin büyük bir kısmı geç gelip erken çıkmıştır.

Mekke’de Allah Resulü Cuma namazı kılmaya başlamıştı. Ankebut 45’te “Kitaptan sana vahyedileni oku!” derken hutbeye “Ve salatı ikame et!” emri ise Cuma namazına karşılık gelebilir. Mütevatir gelen uygulamanın sıralaması da bu şekildedir. Eğer bunu Mekke’de başarabilirseniz bu, müşriklerin size karşı olan fahşası yani her tür aşırılığına ve münkerine yani kötülüklerine engel olacaktır. İşte Saff suresi 4. ayet ile bu bilinç pekiştirilmiştir. Mekke’de müşriklerin baskısına karşı bir kalkan görevi gören Cuma uygulamasının Medine’de neden sekteye uğradığı Cuma suresinin son ayetlerinde konu edilmiştir. Bu tehlike dünyevileşmedir.  

Neden Cuma’ya yapılan çağrıya uymamızın bizim için daha hayırlı olacağını bir sonraki ayetler ifade edecektir.

10- Namazı kaza ettiğinizde artık yeryüzüne yayılın ve Allah’ın fazlından arayın ve Allah’ı çok zikredin! Umulur ki böylece felâha erersiniz.

Ayette Cuma günü salata çağrıldığınızda dendikten sonra burada, salatı kaza ettiğinizde denilmiştir. Salatı ikame; ayağa kaldırma, dikme anlamında iken kaza; hükme bağlama, sonlandırma demektir. Allah’ı zikir “hutbe”de anlamını bulurken, salatı kaza etme ile salatın tamamlanması/bitirilmesine işaret edildiği anlaşılmaktadır. Zira bir sonraki ayetten de anlaşılmaktadır ki bitmesini beklemeyenler vardır.  

“Allah’ın fazlını arayın!” emri, kaçırılan fırsatları Cuma’dan sonra elde etme olabilir. Bol olan bir ürün için arazide yayılmaya yani arza dağılıp onu aramaya ihtiyaç yoktur. Ama arz talebe yetişemiyorsa onu almak için aramak şarttır. O yüzden emir cümlesi gelmiş olabilir. Allah’ı çok zikretmek Cuma’da edinilen bilgileri, verilen hutbeyi Cuma bittikten sonra da çokça düşünüp akla getirmeyi anlatıyor olabilir. Bu hatırda tutma hâli, zikri çoğaltmak ve tebliğ manasına da gelebilir. Allah’ı çokça zikretmek, Allah’ın zikrini çoğaltmak anlamında kesîran kelimesinin mana alanına dâhildir. İşte bu felah bulmak için önemlidir. Zira kitap yüklü merkepler örneği bu konjonktüre tam uymaktadır. 

11- Ve ticaret veya oyalanma gördüklerinde ona doğru dağıldılar ve seni ayakta bırakıp terk ettiler. De ki: “Allah’ın katında olan şeyler, oyalanma ve ticaretten daha hayırlıdır ve Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”

“Lehven, insan için önemli olup ona gerekli olan şeyden alıkoyan şeydir.” (Müfredat). 

Cuma günü Yahudi esnaflar merkep yüklü malları ile pazara gelir ve olanı biteni satma telaşına düşerdi. Zira bir sonraki gün cumartesi yasağı başlayacaktır. Yahudi inancına göre Cuma günü güneş batmadan ticari faaliyetlerin bitmesi gerekmektedir. Medine’deki 4 adet pazarın kontrolü büyük oranda Yahudilerin elinde olduğu için bir sonraki gün ticaret yapılamıyordu. Mekke’de bu durum yokken Medine’de kendi uydurdukları cumartesi avlanma, alışveriş, ticaret gibi yasaklarla aslında kendi inançlarını halka dayatmaktaydılar. Cuma günü o mescidi terk etmemek ve dolayısıyla Yahudilerin bu düzenine destek vermemek, kendi inancını ve kimliğini Yahudilerin tanıması ve ona saygı duyması açısından bu duruş çok önemlidir. O nedenle nüzulde Cuma suresinden sonra gelecek olan Nur 37 şöyledir: “Ticaretin ve alışverişin, onları Allah’ın zikrinden, namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten alıkoymadığı erler ki (onlar), kalplerin ve gözlerin (dehşetten) döneceği günden korkarlar.”

Ayette geçen “terekû” kelimesinin kökü “t-r-k” “Bir şeyi bilerek ve tercih ederek reddetmektir veya zoraki olarak mecbur kalındığında bırakmaktır.” (Müfredat). 

Allah Resulü Kurân’ı yani Allah’ın katında olan vahiyle cemaati rızıklandırırken cemaatin kervanı görmeleri ile Cuma’yı terk etmeleri hem resule hem de onun anlattıklarına bir saygısızlıktır. Gözü gönlü dışarda olanların beklediği Yahudi tacirlere yönelerek dağılmasıyla birlikte sürü psikolojisi gereği cemaatin çoğunun resulü ayakta bırakıp gitmelerine sebep olmuştur. Arz-talep dengesizliği sebebiyle bitmeden veya fahiş fiyatlara yükselmeden malları temin derdine düşmeleri anlatılmış olabilir. Buradan da anlaşılmaktadır ki aslında pazarı elinde tutan hayatın akışını da yönetmektedir. 

Cuma suresine dair anlayabildiklerimiz bunlardır. Nihai hakikati bilen yalnızca Allah’tır. 



 
Eklenme Tarihi : 11/16/2025 8:49:22 PM
Okunma Sayısı : 20