زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ اتَّقَواْ فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَاللّهُ يَرْزُقُ مَن يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ

212- (Hakikati) İnkâr edenlere dünya hayatı süslendirildi. (Onlar) inananlarla (bu dünyada) alay ederler. Oysa (ilahi azaptan) korunup, sakınan (o inanalar) kıyamet gününde onlardan (makamca çok) üstündürler. Allah, dilediğine hesapsız rızık verir. (Bakara:212)



.





Duhan Sûresi

Duhân Sûresi

Sûre, adını 10. ayetindeki “duhân” kelimesinden alır. Fussilet suresi 11. ayetinde de aynı kelime geçmektedir. Biri yaratılış diğeri ise sonraki süreci anlattığı için yaratılıştan bahseden Fussilet suresinin, dünyevî bir afeti anlatan Duhân suresinden önce indiğini söyleyebiliriz. Duhân kelimesi Kurân’da sadece bu iki surede geçer.  

Ha-Mim ailesinin üçüncüsü olan bu sure, ailenin diğer üyeleri gibi Mekke’de hicretten önce inmiştir. İniş zamanı tahminen peygamberliğin 12. yılının başlarına denk gelir.

Muhtevasında Hz Musa ve İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışına değinilmesi hicrete hazırlık olarak okunabilir. Bu kurtuluş, müminlere geleceğe dair bir rahatlama vermeyi de amaçlamış olabilir.

Sure Kûfelilere göre 59, Basralılara göre 57, diğer sayımlara göre ise 56 ayettir.

1-3 Ha, mim! Ve mübin kitabı, mübarek bir gecede muhakkak ki biz indirdik. Şüphesiz biz uyaranlarız.

“Hâ” hak ve hâkim; “mim” başlangıç ve yaratılış konularının kategorizasyon şeklidir. Surenin 39. ayeti “İkisini de haktan başka bir şey ile yaratmadık.” ifadesi ile hem Ha hem de Mim konularını tek cümle ile özetlemiştir. Surenin ana ekseni bu konular çerçevesindedir. Mübin kitap ifadesi ile inen vahiylerin tamamı veya Kurân ya da bu suredeki ayetler kastedilmiş olabilir.

Burada hem “ha-mim” (hak başlangıç) hem de “elkitâbi’l-mubîn” in mübarek bir gecede gerçekleştiğinden/indiğinden bahsedilmiştir. 3. ayetteki “mübarek gece” ifadesinin ne olduğu Kadr suresi 3. ayette “bin aydan daha hayırlı” olarak tarif edilmiştir. Gecenin mübarekliği kendinden değil, içinde yapılanlar ile yaklaşık bir ömre karşılık gelme mahiyetindedir. Buradaki gecenin iki anlamı olabilir: Birincisi bildiğimiz gündüzün zıddı olan gece manası iken; diğeri insanlığın içinde bulunduğu cahiliye gecesidir. Bu yüzden vahiylerin bir adı da nurdur. İnsanlığın en karanlık döneminde onlara doğru yolu gösteren işaretler ve bir göz aydınlığıdır. “Ey insanlar! Rabbinizden size ’burhan’ gelmiş ve o size apaçık bir ‘nur’ indirmiştir.” (Nisa: 174) Belirsizliği giderip aydınlatan ve yolu gösteren vahyin o karanlık dönemde inmesi geceyi de mübarek ve bereketli bir hüviyete çevirmiştir. “Biz uyarıcılarız.” şeklindeki çoğul kullanım, sürece ve farklı unsurlara bir göndermedir.

4- Hikmetli emirlerin hepsi, onda fark edilir.

Hikmetli emirlerin hepsi gecede mi, yoksa inen bereketli kitapta mı ayırt edilir? Hikmetli emirlerin hepsi gecede değil kitapla fark edilir. Bu ayetler maalesef bir takım uydurma rivayetlerle kendi mecrasından çıkarılmış ve “beraat gecesi” diye bir geceye delil getirilmiştir. Klâsik eserlerde bu konuya dair yüzlerce abartılı rivayet mevcuttur. Oysa burada geceden değil inen hikmetli kitaptan bahsedilmektedir. Kurân; iyiyi kötüden, hakkı batıldan, hayrı şerden, güzeli çirkinden ayırt ederek muhatabında bir farkındalık oluşturur. Âli İmrân 4’te bu yüzden kitabın “furkan” olduğundan bahsedilir. Bu manada kitap muhatabına sağlam referanslar sunmaktadır. Dolayısıyla aslında bu ayırt edip fark ettirme gecenin değil kitabın vasfıdır. Furkan olup eğriyi doğrudan ayırmak için geceden çıkıp gündüze veya ışığa ihtiyaç vardır. Zira gece buna manidir. O yüzden inen kitap belirsizlik, muğlaklık ve şüpheleri (geceyi) ortadan kaldıran hikmetli hükümler ile geleceğimizi aydınlatır. Zira “Müminlerin velisi olan Allah, onları karanlıklardan nura çıkarır.” (Bakara: 257; Mâide: 16)

5- Katımızdan bir emir olarak... Muhakkak ki biz, gönderenleriz.

Aslında ilk 6 ayet tek bir paragrafın uzun bir cümlesi gibidir. “Ha, mim! Ve mübin kitabı, mübarek bir gecede biz indirdik. Şüphesiz biz hikmetli emirlerin hepsini katımızdan bir emir olarak onda ayırt edip uyaranlarız. Muhakkak ki biz, Rabbinin rahmetini gönderenleriz. Muhakkak ki O; en iyi işiten, en iyi bilendir.” (Duhân: 1-6)

Allah’ın katından indirilen emirler hayatı daha yaşanabilir kılan hükümlerdir. “Biz gönderenleriz.” ifadesindeki çoğul kullanım vahyin resuller aracılığı ile muhataplarına aşamalı bir süreçle ulaştırılmasından dolayıdır. Ancak tevhidin gereği olarak kaynak ile ilgili çoğul ifadelere yer yoktur.

6- Rabbinden bir rahmet olarak… Muhakkak ki O; en iyi işiten, en iyi bilendir.

Kitabın indirilmesinin “Rabbimizin rahmeti gereği olduğu” ayette net olarak bildirilmiştir. Rahmân’ın öğrettiği (Rahmân: 2) ve indirdiği Kurân bu yüzden rahmet ve merhamet temelli anlaşılıp anlatılmalıdır. Gönderdiği resulleri de bu rahmeti tamamlamak için seçmiştir. (Enbiya: 107) Sadece indirilen vahiy değil, gökler ve yerin ve ikisi arasındakilerin tamamı bu prensip ile yaratılmıştır. (Araf: 156) 

7- Eğer yakinen görürseniz o, göklerin yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir.

Kurân’da 28 yerde “y-k-n” kökü gelir. Mûkin, yakin hâsıl edene denir. Râgıb “yakîn” için önermenin ispatlanmasıyla zihnin rahatlaması olarak açıklamıştır. Akıl yürütmeyle zihnin kesinliğe ulaşmasına da “îkân” dır. Zihin kesin doğru olduğuna ikna olduğu durumda ona karşı yakin hâsıl eder. Burada göklerin ve yerin bir var edeni ve yaşamı devam ettiren bir gücün olduğuna ikna olanlar için Kurân’ın Rabb’den gelen bir rahmet olacağı belirtilmiştir. 

8- O’ndan başka ilah yoktur. O,  ihya eder ve öldürür. Sizin ve evvelki babalarınızın da Rabbidir.

Kurân’da ilah kelimesi neden “el-ilah” şekli hiç kullanılmaz? Zira Allah ismi varken buna ihtiyaç yoktur. İlah kelimesi, Kurân’da mücerret olarak genellikle “nefiy-ispat” cümlesi içinde yer alır. “La ilahe illallah” nefiy (red/inkâr) ve ispat (kabul) olmak üzere iki kısımdan oluşur. “La ilahe” ilahlığı canlı-cansız ne varsa her şeyden tenzih eder. “İllallah” ise, ulûhiyete (ilahlığa) ait ne varsa sadece ve sadece ilah olan “Allah’a” tahsis etmektir. İlah kelimesinin sözlük anlamı; yönelmek, düşkün olmak, örtmek, gizlemek, alışmak, bir şeye duyulan aşırı sevgiden veya hasretten ötürü sabırsızlık göstermek anlamlarına gelen “elihe” fiilinden türemiştir. İlah kavramı bu yüzden; yönelinen, alışılan, düşkün olunan demektir. 

Mekkeli müşriklerin yöneldikleri, alıştıkları, düşkün oldukları atalarının belirlediği ilahlarıydı. Konu şirk olduğu için buradaki “yuhyi” ve “yumid” maddî dirilme ve ölmeden ziyade manevî diriliş ve maneviyatı öldüren ilahlar inancıdır. Burada “O sizi ba’s değil, ihya eder.” ifadesi indirilen mübin kitabın insanı kara bir geceden kurtarıp yeni bir güne uyandırmasıdır. “O sizi öldürür.” ise Allah’ın gönderdiği rahmeti kabul etmeyenleri bekleyen yasaya atıftır. Şimdi manevî ölümün ve ihya olamamanın sebebi ifade edilecektir.

9- Oysa onlar ikili oynuyorlar.

Şekk kelimesi “ş-k-k” kökünden gelir. Bir şeyin ikiye ayrılması veya iki adet olmasıdır. Dolayısıyla ihtimal ikiye indiğinde bu kelime kullanılır. Yakın anlamdaki  “şüphe” kelimesi de “ş-b-h” kökünden gelir. Benzemek anlamındadır. Benzeme ihtimali ikiden fazla olduğu durumlarda şüphe kelimesi kullanılır. (Bkz. Neml: 66, Sâd: 8, İbrahîm: 9, Hûd:62) 

Yel’abun kelimesi oyalanmak, oyun ve eğlence gibi manalara gelmektedir. Kelime ikiye ayrılma manasındaki şek ile birleşince “ikili oynamak, her iki tarafa da şirin gözükmeye çalışmak” anlamına gelir. İkili oynama deyimi, birbirine zıt olan tarafların her ikisini de çıkarı için destelemektir. Bu çıkarcılar en ala/yüce olan ilah inancına sahipler; ancak nesillerdir devam eden atalar inancını da büsbütün bırakmak istemiyorlar. Dolayısıyla resulün haklı söylemi karşısında hicret çıkarlarına ters bir durumdu.   

10- O hâlde göğün, apaçık dumanı getireceği günü gözle!

Mübin, sözlükte “kapalılığı ortadan kalkıp açıklığa kavuşmak” anlamındaki beyn (beynûnet) kökünün “if‘âl” kalıbından türemiştir. Mübin kelimesi “vuzuha kavuşan, açık seçik olan; açıklığa kavuşturan, açıklayan” manalarına gelir.

Duhân, Arapçada “tütmek, dumanı çıkmak” manasındaki “dahn” kökündendir. Kelime Kurân’da sadece iki ayette yer alır. (Fussilet: 11, Duhân: 10) İbn Manzur, Lisanü’l-Arab adlı lügatinde şunları nakletmektedir: Aç kişi kendisi ile gökyüzünün arasını açlığın şiddetinden dolayı “duman” olarak görür. 

Peki, göğün apaçık dumanı getirmesi ne demektir? Allah Resulü ve ona inananların boykot sonrası davalarından geri adım atmamaları, Mekkeli müşriklerin daha sert önlemler alacağı anlamına geliyordu. Zaten ayetin tarif ettiği zaman yakın gelecektir. Yakılan ateş veya ateşlerin dumanı Allah Resulü’nün hanesinden ve Mekke’nin tamamı tarafından görülmesi bir infazın olacağını haber vermektedir. Bunu engellemek ve onların hazırlıklı olmalarını sağlamak için Allah Resulü’ne “O günü gözle!” şeklinde bir emir de verilmiş olabilir.

11- O, insanları kaplar. İşte bu, elim bir azaptır.

Duman ile azap çektirilen ilk sahabe Zübeyr b. Avvâmdır. O, 594 veya 595’te Mekke’de doğdu. Babası Hz. Hatice’nin kardeşi Avvâm b. Huveylid, annesi Resûl-i Ekrem’in halası Safiyye bint Abdülmuttalib’dir. Soyu Hz. Peygamber’in dedelerinden Kusay b. Kilâb’da Resûl-i Ekrem ile birleşir (İbn Sa‘d, III, 100). Annesi oğluna büyük kardeşi Zübeyr b. Abdülmuttalib’in ismini vermiştir. Avvam oğlu Zübeyr’e, amcası tarafından işkence yapılır. Amca Nevfel, son metot olarak, yeğenini bir iple bağlayıp bir hasırın içine sarar ve ikisini birlikte kapalı bir hücrede duvara asar. Sonra da altından hasırı ateşe verir, Zübeyr dumandan boğulacak gibi olur. Yüzü gözü simsiyah bir vaziyette kaplı iken oğluna eziyet edildiğini öğrenen annesi Safiyye onu Nevfel’in elinden kurtardı (Taberânî, I, 122). Bu pasaj,  işkence metodunu gören diğer müşrik kodamanların, müminlerin bazılarını dumanla bazılarını da tıpkı genç İbrahim’e yapılmak istenen “yakarak infaz etme” plânlarını önceden haber vermektedir. Bu durumda olan müminlerin dudaklarından dökülen ise sadece şu duadır:

12- Rabbimiz, azabı bizden kaldır. Muhakkak ki biz, müminleriz.

Zübeyr b. Avvâm’ı ve diğer türlü türlü işkencelere maruz kalan ilk nesil Müslümanlarının davalarına sadakatleri müşriklerden değil, sadece Rabblerinden istemeleri ile ispatlanmıştır. İmanı Rabbe itiraf ondan bir an bile vazgeçmeyeceklerinin de ilanıdır. Cevheri cürufundan ayıran bu sıkıntılı ve zor süreç şöyle başlamıştır: Önce resul gelip onlara öğüt vermiş (Duhân: 13), resulün getirdiğini ilmî yönden delilleri ile çürütemeyenler ona “muallemun mecnun/aklı örtülmüş, beyni yıkanmış mecnun” demişlerdir (Duhân: 14)  ve müminleri türlü türlü azaplarla davalarından vazgeçmeye zorlamışlardır (Duhân: 15).

13- Ve onlara apaçık bir resûl gelmesine rağmen öğüt almadılar.

Lisânü’l-ʿArab, mübin kelimesi için Kurân’da geçtiği ayetlerin çoğunda sözlük anlamıyla birlikte “hakkı bâtıldan, helali haramdan ayıran, ümmetin ihtiyaç duyduğu her şeyi açıklayan, bir şeyin hayrını ve bereketini ortaya koyan” manalarında kullanıldığını ifade eder. Mübin kelimesi 119 ayette yer almaktadır.  Bütün sorularını açıklayan bir resul ve kitap gelmesine rağmen neden öğüt almadılar?

14- Sonra ondan yüz çevirdiler. Ve dediler ki: "O, beyni yıkanmış bir mecnun!"

Muallemun; malumatı başkasından öğrenen, ezberlediğini söyleyen veya anlatan demektir. Muallemun ve mecnun yan yana gelmiştir. Mecnun; cinlenmiş, aklı örtülmüş gibi manalara gelmektedir. Belletilen ve ezberletilen vahiy sonucu ona inananların ölümüne vahyi savunması müşriklerin tabiri ile “mecnunluk” olarak lanse edilmiştir. Resulün, anlattıklarına ölümüne sadakati sebebiyle -doğal olarak- ona tâbi olanları da böyle davranmaya itiyordu. Zira işkenceler ile yılmayan müminler güçlenmekte ve davalarına daha sıkı sarılmaktaydı.

Dünyaya tapan biri için fakir ve yoksullara yardım etmek, faizden uzak durmak ve zevkusefa içinde yaşamamak mantıksız gelebilir. Bu yüzden menfaatperestler, ilahî ve ulvî değerlere ömrünü adayanları bir türlü anlayamaz. Onları; beyni yıkanmış, mecnun ve ahmak gibi hakaretlerle yaftalarlar. Tam da bu noktada müminlerin zihnine şu soru düşmektedir: “Allah bu zulmü iman edenlere reva görenleri neden bir azapla yola getirmiyor? Bunun cevabı bir sonraki ayette şöyle verilir:

15- Muhakkak ki biz, azabı biraz kaldırsak şüphesiz ki siz dönecek olanlarsınız.

İman gönüllülük üzerine bina edilir. Zorla insana yaptırılanın bir kalıcılığı olmaz. Aslında bu talep müşriklerin yaptığının melekler eliyle yapılması isteğidir. İki zihniyet de temelde aynıdır. Biri şirki azapla dayatmaya çalışırken, diğeri İslam’ın azapla kabulünü istenmiştir.  Bu ayet çekilen sıkıntıların müminleri nasıl bir araya getirdiğini ifade ediyor olabilir.

16- Büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, biz mutlaka intikam alacak olanlarız.

İntikam kelimesi; insan için öç almak, cezalandırmak, bir işi kerih görüp ayıplamak, yadırgamak, ayrıca lügatlerde çabuk yermek anlamlarındaki “n-k-m” kökünden türemiştir. Burada Allah için intikam değil “…biz intikam alacak olanlarız.” gibi çoğul bir kullanım seçilmiştir. Bu kullanım, intikamın bir süreçle ve sebep-sonuç prensiplerine göre gerçekleştiğini anlatan önemli bir detaydır. Hiçbir suçları yokken ağır işkence ve zulümlere maruz kalanlar için bu ayet, onların ayakta kalması açısından çok değerlidir.

Menfaatperest kişinin peşinde bir ömür koştuklarının hiçbir işe yaramadığını anladığı gün yaşadığı pişmanlık ilahî intikamdır. Bu durumda yapılan tercihler ile kişinin baş başa kalıp hüsrana düşmesi alınan intikamdır. Dolayısıyla intikam, beşerî bir öç alma değil sebep-sonuç ilişkisi ile gerçekleşen bir yasadır (Zümer: 37, Secde: 22, Zuhruf: 41). İlahî intikama Firavun ve başına gelenler tipik bir örnektir. Eğer Firavun, Hz. Musa’nın ve İsrailoğullarının peşinden hırsla gitmeseydi ilahî intikam anlamındaki “akan su ile” boğulur muydu?

17- Ve doğrusu biz, onlardan önce Firavunun kavmini de baskıyla sınadık. Ve onlara kerim bir resul gelmişti.

Burada sınanan Firavun değil onun hükmettiği kavmidir. Nasıl ki Mekkeli müşrik firavunlar müminleri duhan denen işkence yöntemleri ile sindirmeye çalıştılar ise Firavunun zulmü altındaki İsrailoğulları da baskı ve işkencelere maruz kalmıştı. Baskı ile sınamak anlamındaki fitne kelimesi “duhân” gibi sıkıntı ve zorluğun sonucu cevherin cüruftan ayrılması işlemidir. (Bkz. Müddessir: 31, Furkân: 20, Tâhâ: 85, Kamer: 27, Sâd: 24, Sâffât: 63, İsrâ: 60, Yûnus: 83, Zümer: 49, Enbiyâ: 35-151)

Kerim resul; gayb konusunda cimri olmayan, bildiklerini kendine saklamayıp paylaşan demektir. Çünkü “Şüphesiz o, kerim bir resulün sözüdür.” (Tekvin: 19) “O, gayb konusunda cimri değildir.” (Tekvin: 24) Buradaki kerim resul kimdir? Firavun’un kavmine giden resul Hz. Musa’dan önce Hz. Yusuf’tur. Bu konu benzer kelimelerle nüzulde daha önce inen Mümin suresinde şöyle anlatılmıştı: “Ve muhakkak ki daha önce Yusuf size beyyineler ile gelmesine rağmen size getirdiği şeyde devamlı ikilem içindeydiniz. Artık helâk olduğu zaman dediniz ki: ‘Ondan sonra Allah asla başka bir resul diriltmez.’ Allah muğlak müsrifi işte böyle dalâlette bırakır.” (Mümin: 34) Hz. Yusuf’un kerim sıfatıyla anıldığı ayet ise Yusuf 31’dir: “Ve dediler ki: ‘Allah için hâşâ! Bu bir beşer değil, ancak kerîm bir meliktir.’ “ Hz. Yusuf’un tasarrufa dayalı sistemini helak eden saltanat düşkünü yeni müsrif âlifiravuna, imanını gizleyen kişinin Hz. Yusuf’u hatırlatmasına burada özet olarak değinilmiş ve kendini Yakupoğullarına isnat eden İsrailoğullarına atıfla konu başlatılmıştır. Amaç Allah Resulü’nün öğrettiklerinin kendinden önceki resullerin getirdiklerinden farklı olmadığını hatırlatmaktır. Bu girişten sonra Hz. Musa’nın Firavun’dan talebi şöyle ifade edilir:

18- “Allah’ın kullarını bana iade et. Muhakkak ki ben, sizin için emin bir resulüm.”

Bir önceki ayette Hz. Yusuf için “kerim resul” ifadesini kullanan Kurân burada Hz. Musa’nın dilinden “emin resul” ifadesini aktarmıştır. “Allah’ın kullarını bana iade et.” ifadesi “Ey Allah’ın kulları! Bana gelin! Çünkü ben sizin için güvenilir bir elçiyim.” şeklinde anlamaya uygundur. Klasik müfessirlerin büyük çoğunluğu -mesela Taberî, Zemahşerî, Râzî ve Beydâvî- bu ifadenin iki şekilde anlaşılabileceğine işaret ederler: Ya “Bana teslim olun, ey Allah'ın kulları!” şeklinde muhatap İsrailoğulları ya da “Onları bana teslim et, ey firavun!” şeklinde muhatap âlifiravundur. Biz söylemin umumiliği göze alındığında ifadenin “Hz. Musa’ya tâbi olmayan halk ve yönetim” olarak anlaşılmasının daha akla yatkın görmekteyiz.

“Allah’ın kullarını bana iade et!” ifadesindeki iade; en-eddû kelimesidir. Kökü “e-d-y”dir. Kurân’da bu kök 6 yerde geçer. Sözlükte “bir şeyi yerine ulaştırma, bir borç veya görevi yerine getirme, ödeme ve ifa etme” anlamına gelir. Kurân’da “edâ” kelimesi diyet borcunun ödenmesiyle ilgili olarak bir yerde geçer (Bakara: 178). Üç ayette ise kelimenin değişik fiil kipleri kullanılmakta ve bunlarda da emanetlerin sahibine iadesi ve ehil olana verilmesi emredilmektedir (Bakara: 283; Âli İmrân: 75; Nisâ: 58). “Allah’ın kullarını bana iade et!” ifadesindeki iade; yönetime ve sultanlığa Hz. Musa’nın hak sahibi olduğu ve bunda ehil olduğunu ifade etmek içindir. Neden Allah’ın kulları? Zira Firavun onları kendisine kul etmişti. O yüzden onları “bana iade et” “aldığını, benim hakkımı bana geri ver” anlamındadır.

Emin sözlükte “kendisine güvenilen, hıyanet etmeyen, sözünde duran, güvenen ve güven veren” anlamına gelir. Güvenilir olma hasleti bütün müminlerin başta gelen vasıfları arasında olmalıdır. Bir kişi güvenilir olma vasfını kaybettikçe imanını da kaybeder. Kurân’da Hz. Nûh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb kıssaları anlatılırken her birinin “kavimlerine gönderilmiş emin elçiler” olduğundan bahsedilmiştir (Şuarâ: 107-125-143-162-178).

19- Ve Allah’a karşı üstünlük taslamayın! Çünkü ben, size apaçık bir sultan ile geliyorum.

Sultan, nüfûz ve etki altına alan ilahî bilgi ve yönetim gücüdür. Rabbimizin Hz. Musa ve Hz. Harun için Firavun’a gitmeden önce şöyle bir vaadi vardır: "Kardeşinle senin gücünü arttıracağız ve ikinizi sultan kılacağız.” (Kasas: 35) Buradaki sultanlık Hz. Musa ve Harun’un yönetime mevcut Firavun’dan çok daha hak sahibi olduklarının apaçık beyanıdır. Tâhâ 29-32’de Hz. Harun’un da Hz. Musa’nın isteği üzerine vezir seçilmesi şöyle anlatılmıştı: “Ve ailemden kardeşim Harun’u bana bir vezir kıl! Onunla, gücümü artır! Ve onu, işimde ortak kıl!” Buradaki iş, İsrailoğullarını esaretten kurtarma hakikatinin mevcut firavuna/krala anlatmalarıdır. Allah’ın özgür olarak yarattığı insanları kendisine kul-köle edinen aslında Allah’a karşı üstünlük veya ululuk taslamaktadır. Köle edenlerden ziyade köle olmayı benimseyenlere hitap da önemlidir. Bu teklifin sonunda firavun tarafından öldürülme olduğu için çoğunlukla sert tepkilerle karşılık bulmuştur.

20- Ve muhakkak ki ben, beni taşlamanızdan -sizin de Rabbiniz olan- Rabbime sığındım.

Hz. Musa’nın halka yaptığı teklifin firavun tarafından öğrenilme korkusu, onu ve teklifini taşlama, şehirden uzaklaştırma niyetlerini burada okumaktayız. Yunus suresi 83, bu durumun sonunu şöyle aktarır: “Artık Firavun ve melelerinin baskısından korktukları için onun kavminden Musa’ya, zürriyetinden başkası inanmadı. Ve muhakkak ki Firavun, yeryüzünde âli idi ve gerçekten o müsriflerdendi.” Hz. Musa’nın zürriyeti ifadesinden, ölen üvey babanın mirasını Hz. Musa ve Harun’un devralacağını düşünenler anlaşılabilir.

Hz. Musa’nın peşinden gelenlerin homojen bir topluluk olmadığı da aşikârdır. Onun yeni sultan olduğunu düşünüp peşine takılanların yaşadığı hayal kırıklıkları şöyle anlatılır: “Bize yeryüzünün yetiştirdiği şeylerden, sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın diye dua et.” demiştiniz. (Hz. Musa): “Hayırlı olanı, daha değersiz olanla mı değiştirmek istiyorsunuz? Mısır’a inin, sizin istediğiniz şeyler muhakkak ki oradadır.” demişti. Onların üzerlerine zillet ve fakirlik vuruldu. Ve onlar, Allah’tan bir gazaba uğradılar.” (Bakara: 61) Hz. Musa’nın peşine takılanlardan bir kısmı Mısır’ın altınlarına secde eden menfaatçilerdi. Onun yeni kral olduğunu düşünüp daha iyi bir hayat hayali ile onun ardına düşenlerdi. Bu menfaatçilikleri yüzünden vad olunan topraklar 40 yıl onlara haram kılınmıştır (Maide: 26). 

“Raceme” fiilinin hem “taşlama/taş atma” şeklindeki maddî anlamda hem de “laf atma” yahut “hakaret etme” şeklinde mecazî anlamda kullanılır (Kehf: 22). Burada sihirbazlar önünde itibarını kaybedeceğini zannettikleri Hz. Musa’nın halk tarafından bir linçe maruz kalıp uzaklaştırılacağı senaryosunu ve niyeti de ifade edilmiştir. Hz. Musa onların alaylı taşlamalarından Allah’ın özgürlük, adalet, hak ve hakikat ilkelerine sığınarak kurtulacağının bilincindedir (Bkz. Mümin: 27). Tıpkı Hz. Musa gibi Allah resulü Hz. Muhammed’de türlü türlü iftiralar ve işkenceler yapmak istemişlerdi. Bunlara verilecek tek cevap şudur;  

21- Eğer bana inanmıyorsanız artık benden uzaklaşın.

Bu istek her iki tarafın birbirine zarar vermesini önleyip konuyu sulh ile kapatan bir tekliftir. Bu istek Hz. Musa’nın, teklifini dayatmadığını da gösterir. Dileyen onun safında yer alır ve Mısır’dan çıkar, dileyen ondan uzaklaşıp Mısır’da kalır. Firavun ve mücrim çetesi Hz. Musa’dan uzak durmadıkları için sonları boğularak ölmek olacaktır. Ayet, hicret öncesi safların netleşmesine dair bir yönlendirme yapar. Mekkeli müşrikler eğer Hz. Muhammed’in hicretinden sonra müminlerin peşinden giderse onların başına benzer bir hezimetin geleceği Hz. Musa ve firavun örneği üzerinden haber de verilmiştir.

22- Böylece "Bunlar suçlu bir kavimdir." diye Rabbine yalvardı.

Hz. Musa'nın bu sözlerinin tek bir seferde söylenmediği, bilakis Firavun'a karşı yıllarca sürdürülen mücadelenin birkaç cümle ile özetlenmiş olduğu anlaşılmaktadır. Surenin sonlarına doğu 58. ayette “O’nu senin lisanın ile kolaylaştırdık.” ifadesi bu atlamalı kısa ve özet anlatıma atıftır. Mücrim kavmi Rabbe davet etmesine rağmen suçu ahlâk hâline getirenler yıllar süren bu davete icabet etmemiştir. Artık sözün bittiği yerde hicret başlamıştır. Hz. Muhammed de yılların mücadelesi neticesinde Mekkelilerin çoğunun iman etmeyeceğini çok iyi biliyor ve İslam'ın gelişip yayılabilmesi için uygun bir coğrafya arıyordu. Artık inkârcı zalimlerle mücadelede olumlu sonuç alınmayınca ve müminlerin de maddî güçleri yetersiz kalınca o ülkeden hicret etmek vacip olur.

23- Artık kullarımla geceleyin yürü! Mutlaka takip edileceksiniz.

İsra kelimesi, esir ve esaret kelimesi ile aynı köktendir. Zira Kurân’da esir manasında da kullanılmıştır (Enfâl: 67). O zaman “isra” sıradan bir gece yürüyüşü değil, esaretten kurtulmak için yapılan özgürlük yürüyüşü anlamına gelmektedir. Kelime Kurân’da birkaç yerde geçer. Hepsinde de “gece gizlice özgürlüğe ve kurtuluşa yapılan yürüme” anlamındadır. İsranın/gece yürüyüşünün amacı esaretten kurtulmadır. Gece yürüyüşü genelde ya düşman korkusuyla ya da güneş korkusundan yapılır. Hz. Musa ve ona inananlar gündüzden haberdar edilmiş ve yol hazırlıklarına başlamaları için fırsat verilmiştir. Ancak İsrailoğulları gidecekleri yerde, kuracakları yeni yaşam için Mısırlılara ait ziynetleri de yanlarında götürmüşlerdir. “Ve lakin bize, o kavmin ziynetleri yüklenmişti.” (Tâhâ: 87) Bu durum Firavun ve ordusunun onları hırsla takip konusunda motive eden başka bir unsurdu. Firavun bunu öğrenince İsrailoğullarının sadece erkek çocuklarını öldürmek değil, tümüne bir soykırım uygulamak istemişti. Bu yüzden öfke, kin ve nefretle onların peşine düşmüştür. “Artık onları arzdan kazımayı irade etti. Bu yüzden biz, onu ve beraberindekileri bir araya getirerek boğduk.” (İsrâ: 103)

24- Ve denizi açık olarak bırak! Muhakkak ki onlar, boğulacak olan bir ordudur.

Rahva “Denizi rahv bırak, yani sakin bırak!” demektir. Kimisine göre ise “Geniş bir yol bırak!” anlamındadır. Yani açık bırak; kapatma, daraltma, sakinliğini bozma anlamındadır. Kurân’da bu kelime ve kökü sadece bu ayette geçer. 

Nil’in debisini düşürmek için belli aralıklarla nehrin üstüne setler yapılmıştı. Bu setlerin görevi suyu biriktirmekti. Ancak en üsteki setin yıkılması diğer setleri de olumsuz etkiliyordu. Birindeki infilak diğer kısımlarda yüksek debili bir akışa sebepti. 

Firavun’un boğulmasıyla ilgili Tâhâ 78’de detaylı bir izah yapılmıştı. Burada sadece özetle şunları söyleyebiliriz: Kurân’ın bütünlüğü göz önünde bulundurulduğunda bu olayla ilgili kullanılan ‘’bahr, yemm, tavdi, infeleka’’ kelimeleri dil açısından önemli işaret taşları olup olayın Nil nehri üzerinde kurulan bir baraj seddinde gerçekleştiğini göstermektedir. İmtihan perdesini kaldırmadan Hz. Musa İsrailoğullarını kurtarmıştır. Denizin açılıp kapanmasında bir zamanlama söz konusu olmalıdır. Ve kontrol Hz. Musa’nın elindedir. “Ve denizi açık olarak bırak!” cümlesi bunun ispatıdır (Duhân: 24). Suyun akışını, hareketini Allah Hz. Musa’nın kontrolüne vermiştir. Elbette ki bu kontrol mekanizması da bir hazırlık sonucu elde edilmiş olmalıdır. Hz. Musa’nın fiilî duasına/isteğine/gayretine/çabasına Allah’ın cevabı sünneti çerçevesinde olmuştur. 

Rabbimiz bir durumu ve bir olayı anlatırken kelimeleri özenle seçer. Yukarıdaki değindiğimiz dört kelimenin manaları şu şekildedir. Bahr “ister tatlı ister tuzlu olsun çok su” demektir. Eski Arap şiirlerinde de Fırat nehri için de bahr kelimesi kullanılmıştır. Büyük ve tuzlu sulara (denizlere) bahr denmesi yaygındır (Lisânu’l-Arab). Yemm ise; akan su, nehir demektir. Tâhâ 78’de su ‘’bahr’’ kelimesi ile ifade edilir. Hz. Musa “bahr”e vurur, Firavun ve askerleri “yemm”de boğulur. Deniz, infilak ederek (infeleka) kuru bir yol oluşur ve duvar (tavdi) ortaya çıkar. Baraj seddi üzerinde akan su, alttan bir infilakla azalırsa duvarın üsttü ortaya çıkar. Hz. Musa ve İsrailoğulları bu seddin/duvarın üzerindeki kuru yoldan karşıya geçer. Nil’in yoğun yağmurlar ile taşması ve baraj duvarlarının peşi sıra yıkılması Firavun ve askerlerinin sonunu getirmiştir. Bu ince detaylar birleştirildiğinde resmin bütünü ortaya çıkmaktadır. 

Bunun yanı sıra doğal bir taşma sonucu Firavun’un boğularak öldüğünü sanan İsrailoğullarının Hz. Musa’dan talepleri şu olacaktır: “Ve İsrailoğullarını denizden geçirdik. Kendilerinin olan putlara devamlı tapan bir kavimle karşılaştılar. Şöyle dediler: ‘Ey Mûsa! Onların ilahları gibi bize de ilah yap.’ Mûsa: ‘Muhakkak ki siz, cahillik eden bir kavimsiniz.’ dedi.” (Arâf: 138) İsrailoğullarının hâlâ Hz. Musa’nın defaatle yanlışlığını anlattığı taştan heykellerden medet ummaları yaşadıkları tecrübeyi mucize olarak değil, sıradan bir kaza gibi algıladıklarının delilidir. 

25- Cennetler ve pınarlardan nicelerini arkada bıraktılar.

Firavun ve avenesi hırslarına yenik düşüp ellerinde bulunan imkânları, iktidarı ve serveti kibir ve intikam duyguları sonucu kaybetmiştir. Kaldı ki onlar, zaten hakkı verilmemiş bir servete konmuştu. Servetlerini İsrailoğullarının emeklerinin üzerinden haksız olarak çoğaltmışlardı. “Ve benim başıma kaktığın bu nimet, İsrailoğullarını köle yapmandandır.” (Şuarâ: 22) Haddizatında zülüm ile abad olanın ahiri her daim berbat olmuştur.

26-Ve ekinler ve kerim mekânları...

27-Ve orada mutluluk içinde yaşadıkları nimetleri...

“Fâkihe” kelimesinin ilk anlamı meyvedir. Bu kelimenin asıl anlamı mutluluk verici şey demektir. Sevinç ve neşe de bu kökten kelimelerle ifade edilir. Hiçbir iktidar, sermaye ve güç sahibi Allah’ın hür olarak yarattığı kullarını kendine köle edinmemelidir. Başta hizmet sektörü olmak üzere bütün sektörlerde çalışanların, patronlarını veya müşterilerini kendilerinden üstün efendiler gibi görmeleri zilletten başka bir sonuç doğurmaz. Aşırı övülen ve yüceltilen yöneticilerin, dini liderlerin, makam ve servet sahiplerinin çoğu zamanla firavunlaşır. Zalimin zulmüne karşı stratejik ve zamana yayılan hamlelerle mazlumun korunması, Hz. Musa kıssasının ana fikri gibi görünmektedir. Ayrıca Hz. Muhammed’e hicret yolu işaret edilmiş, Mekkeli müşrik kodaman ve firavunlaşanlara da akıbetleri konusunda bir uyarı yapılmıştır. 

28- İşte, böylelikle sonraki bir kavmi onlara mirasçı kıldık.

Burada yer alan ve “…mirasçı kıldık.” anlamına gelen ifade, bazı müfessirler tarafından “Allah, İsrailoğullarını Firavun ve halkının Mısır’da terk ettiği bahçelere, hazinelere ve güzel makamlara mirasçı kıldı.” şeklinde yorumlanmıştır. Ancak bu yorum tarihî gerçeklere ve Kurân’ın diğer anlatımlarına pek uygun düşmemektedir. Çünkü Firavun’un boğulmasından sonra, İsrailoğulları Mısır’a dönmemişlerdir. Bu durumda ayetten, boğularak ölen Firavun'un yerine yeni bir sülalenin Mısır yönetimini devraldığı anlaşılır. Dolayısıyla mirasçı olan İsrailoğulları değil, zayıf bırakılan hanedanlıktır. 

Bu yaklaşımı Kurân’daki bazı ayetler de desteklemektedir. “Ve zayıf bırakılmış kavmi, arzın bereketlendirdiğimiz doğusuna ve batısına varis kıldık. Ve İsrailoğullarına sabırlarından dolayı Rabbinizin güzel sözü tamamlandı. Firavun’un ve onun kavminin yapmış olduklarını ve kurdukları çardakları harap ettik. Ve İsrailoğullarını denizden geçirdik.” (Âli İmrân: 137-138)


29-Zaten onlara yer ve gök ağlamadı. Ve onlara göz açtırılmadı.

“Onlara göz açtırılmadı.” ifadesi akan suyun güçlü debisi sonucu Firavun ve askerlerinin, tedbirsiz olarak sele kapıldıklarına ve kurtulma fırsatı bulamadıklarına işaret eder. 

"Gök ve yerin" müstakil tanrı olduğu inancı, gökleri ve yeri idare eden ilahların ve putların kabulü cahiliyede de mevcuttu. Bu inanç eski Yunan ve Mısır’da da vardı. (Göktengri/Köktengri inançlarında olduğu gibi.) 

Ayetten tabiat olaylarının bazı kişilerin ölümü ile bir bağlantısının olmadığı anlaşılmaktadır. Ayetteki bu reddiye, liderlerin veya zalimlerin ölümü ile doğanın çok üzüleceği veya sevineceği inancınadır. Tabiat Allah’ın belirlediği kanun ve kurallar çerçevesinde bir döngüyle devam eder. Bu ayette bakarak “İyi insanlar öldüğünde gök ve yer ağlar.” sonucunu çıkarmak da hatalı olur. Allah Resulü Hz. Muhammed’in oğlu İbrahim, henüz bir buçuk yaşında iken bir hastalık sonucu vefat etmiştir. Bu olayın döngüsel güneş tutulmasına denk gelmesi farklı yorumlara sebep olunca Allah Resulü mescitte durarak şöyle demiştir: "Güneş ve ay, bir kimsenin ölümü veya doğumu nedeniyle tutulmaz.” (Tabakât, 1:142; Müslim, 2:630)

Burada antik Mısır, Sümer ve Babil ve daha birçok dinde yer alan bir inancın bâtıl olduğu da ifade edilmiştir. Rosetta Taşı MÖ 305 - MÖ 30 yılları arasında Mısır'ı yöneten Helenistik Hanedanlığı'nın yazıt taşıdır. Yunan çok tanrıcı dininin etkisiyle uyduruk tanrılarından biri diğerini öldürüyor ve ölen tanrının arkasından şunlar yazılıyor: "Diyarlar senin için yas tutar, sen sıhhatle uyanan olduğun için, tanrılardan daha büyük olduğun için gökler ve yer senin için ağlar.” 

Bu sapkın inanç Araplara kadar gelmiştir. Cahiliye Arapları kendilerinden ileri gelen birilerinin ölmesi halinde "Onun için gök ve yer ağladı." derlerdi. Yani onun ölümü ile gelen musibet her şeyi kapsamına aldı. Öyle ki gök, yer, rüzgâr ve şimşek de onun için ağladı, kış geceleri bile onun için ağladı. Şair şöyle demektedir: "Rüzgâr kederinden ağlıyor ve şimşek bulut arasında parlıyor." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Güneş doğuyor, tutulmuş değildir. Fakat gecenin yıldızlarını ve ayı senin için ağlatıyor." (Kurtubî) 

Özetle Kurân, bu tür inançları tek ayetle reddeder. İşte Kurân’ın mucizesi, indiği dönemde çok hâkim olan kadim bir inancı ve bir dogmayı tek satırda reddetmesidir. 

30- Ve doğrusu biz, İsrailoğullarını alçaltıcı azaptan kurtardık.

Âyette konu edilen “Firavun’un zelil edici hor ve hakir düşürücü azabı” erkek çocukların öldürülmesi, kızların hizmetlerinde kullanılması, İsrailoğullarının köleleştirilmesi ve onlara ağır angarya işlerin yükletilmesi ve karşı çıkanların ibretlik cezalara çarptırılmasıydı. Bu ceza, asi olanın görünen bir yere asılması, el ve ayaklarına kesikler atılıp ağır ağır kan kaybından infaz edilmeleriydi (Şuarâ: 49). Ayrıca “Hem hatırlayın ki bir vakit sizi âlifiravndan kurtardık, sizi azabın kötüsüne çarptırıyorlardı; oğullarınızı boğazlıyorlar ve kızlarınızı diri tutmak istiyorlardı ve bunda size Rabbiniz tarafından azim bir bela vardı.” (Bakara: 49, İbrahîm: 6, Müminûn: 45-46.)

31- Firavun'dan... Muhakkak ki o, en üsteki müsriflerdendi.

Aliyyen lügatte alçaltılanın zıddıdır. Yüce ve üstte olan demektir. Aliyy kıyasta kullanılan üstünlük ve yücelik sıfatıdır. Burada Firavun’un hakkı olmadığı hâlde gereğinden fazla maddî ve manevî güçle kendini yücelerde görme ve gösterme gayretine işaret edilmiştir. Firavun kendi ilah ve rab imajını korumak için imkânları israf etmekten geri durmamıştır. Halka “Ben sizin en yüce rabbinizim!” (Naziyât: 24) demesi makamının nasıl onu yoldan çıkardığının göstergesidir. Müsrifîn kelimesi ile haksızlıklarla elde ettiği servetin ve gücün nasıl boşa gittiği hatırlatılmıştır. Zira israf ettiği kendi kazancı değil, halkın alın teri idi. Zira o nimetler, İsrailoğullarını köle yapmasındandır (Şuarâ: 22). Oysa zor bir süreç ve emek ile elde edilenler daha lezzetli ve kıymetli iken, kolay elde edilenler zamanla değersizleşir. 

Firavun Hz. Yusuf’un kıtlık yılları için geliştirdiği tasarruf tedbirlerini kendi saltanatına alet ederek haddi aşmıştır. Firavun sistemi, menfaatperestlerin kurduğu piramit bir yapıdır. En fazla payı piramidin tepesindeki Firavun ailesi alırken, en az payı ise aslına piramidi ayakta tutan halka reva görürlerdi. Ancak Hz. Musa ve Harun’un getirdiği ilim, onları bu hiyerarşik zulüm yapısından ve esaretten kurtaracaktır. 

32-Ve doğrusu biz, onları ilim üzerine âlemlere ihtiyar etmiştik.

Kurân'da seçmek kelimesi  “sa-fe-ve” kökünden gelen “estafa” kelimesi ve “ce-be-ye” kökünden gelen “ectebe” kelimeleridir. Estefa kelimesi eşitler arasında en iyisini seçmeyi ifade ederken, ectebe kelimesi kusurlarından arındırıp seçmek anlamındadır. Ancak bu ayette ikisi de yoktur. Bu yüzden “İsrailoğullarını âlemlerden üstün tuttuk, seçilmiş bir kavim ve ırk yaptık.” gibi yorum ve mealler hatalı olur. Bu ayette geçen “ehternâhüm” kelimesi ise “hı-ye-ra” kökünden iftial babındandır. Bu kök ”hayır, hayırlı” ile de aynı köktendir. İhtiyar sözlükte “iki şeyden en hayırlısını diğerine tercih etmek, seçip ayırmak” manasındadır. İsrailoğullarının ihtiyar kılınması, verilen ilim ile aldıkları kararlarda en hayırlısını ve en doğrusunu seçmeleridir. Yaşadıkları zamanın insan toplulukları olan âlemlerde bu durum onları bir dönem avantajlı kılmıştır. 

Âlemîn kelimesi burada  "kendi zamanındaki insanlar" demektir. Her insan bir âlem olduğuna göre "âlemler" de insanlar demektir. Muhtemelen Türkçede kullandığımız “elâlem” bu anlamdadır. İsrailoğullarının öğrendikleri ilimle avantajlı konuma gelmeleri ilelebet süren ve sadece onlara has bir durum da değildir. Bu yüzden ayette geçen “ve lekad” kelimesi yemin değil “muştu” olarak mişli geçmiş zamanı ifade etmektedir. Burada onların örnekliği üzerinden Rabbimiz bir yasadan bahseder. O yasa, bilenlerin bilmeyenlerden her zaman bir adım önde olduğudur. (Bkz. Bakara: 40-47-122, Câsiye: 16) İsrailoğullarını nasıl ihtiyar kılındığı ise bir sonraki ayette şöyle açıklanır:

33- Ve onlara, içinde apaçık bela olan ayetlerden verdik.

Ayet kelimesi “işaret” demektir. Peki, içinde apaçık bela olan işaretler ne demektir? Belâ bıçağın bilenmesi kökünden gelir ve mutlaka musibetlerle, zor şeylerle olmaz. Bazen hayır ve iyilik de bela olabilir. İbtela ve bela, bir şeyin iyilik veya fenalığını, kemal ve noksanlığını imtihan yoluyla ortaya çıkarmaktadır. “Onları siz öldürmediniz ama onları Allah öldürdü. Ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı. Ve Allah, müminleri Kendinden ahsen bela ile belalandırır…” (Enfâl: 17) Eğer çekilen sıkıntı ve belaların sonu hayır ise kişiye ihtiyar kazandırıyor ve onu fazlalıklarından kurtarıyorsa Kurân ona ahsen/güzel bela demektedir.


34-35 Gerçekten onlar, mutlaka diyecekler ki: " Ölümümüz öncesinden başkası yok ve biz, neşrolunacak değiliz."

Ayetlerin bağlamından, “onlar” ile kast edilenlerin Yahudileşmiş İsrailoğulları olduğu anlaşılmaktadır. Günümüz Yahudi yorumcularının bir bölümü, temel kutsal metin olan “Tora/Tevrat”ta ölüm ötesi ve öte dünya konusunda fazlaca bir açıklamada bulunmaz. Musevî inanç disiplininin, insanların bu gezegen üstündeki yaşamlarını merkeze alması ve bu dünyadaki gereksinimlerini karşılamayı hedeflemiş olmasıyla izah ederek bir bakıma Musevî inanç sistemini dünyevileştirdikleri de dikkat çekicidir. Bu zihniyet bazı Mekkeli müşriklerin de sahip olduğu bir sapma idi. Ahiretin ve hesap gününün olmadığı bir dünyada müşriklerin yapmayacakları kötülük ve zulüm yoktur. 

Neşrolunmak ifadesi dirilme ve kıyamın ardından yaşanan süreci anlatır. Kurân’da “n-ş-r” kökü 21 yerde gelir. Manası yaymak, sermek, açmaktır. “Sizin için gündüzü de yayılıp çalışma yapan O’dur.” (Furkân: 47) Yani, gündüzü etrafa yayılma ve kazanç arama zamanı yapmıştır (Müfredat). Rûm 20’de kelime yine aynı anlamda şöyle kullanılır: “O’nun ayetlerindendir ki, sizi topraktan yarattı. Sonra siz, beşer hâline gelince yayıldınız.” Yemeği yediğinizde de hemen dağılın. Sohbet etmek için de izinsiz girmeyin.” (Ahzâb: 53) Ölümden sonra ahiret hayatını anlatan neşrolunma orada yayılıp yaşamak anlamındadır. Neşrolunmak ifadesi dirilmeden ziyade sonrasındaki süreci anlatır. Yahudileşmiş İsrailoğulları ile aynı zihniyette olan Mekkeli müşrik firavunlar Allah Resulü’ne şöyle bir soru soruyorlar:

36- O hâlde, sadıksanız babalarımızı getirin.

Burada Mekkeli müşrikler ve Yahudiler kendilerini isnat ettikleri babaları veya atalarını Allah Resulü’nün karşılarına getirmesini istemiştir. Ruh çağırma veya öte âlemler ile iletişim ilkel müşrik zihniyetidir ve Kurân bunun olamayacağını defaten dile getirir. “Onların önünde yeniden dirilecekleri güne kadar berzah vardır.” (Müminûn: 100) Aslında iletişime geçmek istedikleri ataları pek de gurur duyulan işler yapmamıştı. Bilakis onlar, efsaneler ile nam salmış zalimlerdi. Kurân abartılı, yanlı atalar ve tarih anlayışını şöyle sorgulatır:

37- Onlar mı yoksa Tubba’nın kavmi ve onlardan öncekiler mi daha hayırlı? Biz onları helâk ettik. Muhakkak ki onlar mücrimlerdi.

Burada “onlar” önceki ayetteki soruyu soran “Babalarımızı getir!” diyenler iken, ikinci sırada övündükleri Tubaa’nın kavmi ve tarihsel olarak bunlardan da eski olan İsrailoğulları yer almaktadır. Tubba’nın kavmi, Güney Arabistan’ı uzun yıllar yönetmiş ve MS. 4. yüzyılda Habeşliler tarafından devrilmiş olan güçlü Himyer krallarının unvanı veya devletine verilen isimdi. Bazı toplumlar kendi yöneticilerine Padişah, Kayser, Kisra, Şah, Çar dedikleri gibi Yemenliler de hükümdarlarına “Tubba”’ derlerdi. Etrafındaki tüm küçük devletçileri kendilerine tâbi olmalarını sağlayıp tebaaları kıldığı için Tubba adını almışlardı. Ashab-ı Ress, ve Ashab-ı Eyke'den arta kalanlar Tubba denen krallara tâbi olup yeni bir birleşik krallık oluşturmuş olabilir. Bu homojen olmayan karma topluluklarda güneşe ve aya tapma ve ahiretin olmadığı inançlar mevcuttu. Bu gruplar için her ne varsa bu dünyadadır. O yüzden tek amaç bu maddî hayatı eğlenerek ve zevkusefa içinde yaşamaktı. Bu amaç uğruna suç işlemekten geri durmamışlardır. O yüzden ayet onların hayırsız ve mücrim olduğundan bahseder. Bu zihniyete ve ölüp hiç olma zannına Kurân’ın verdiği cevap şudur:

38- Ve gökleri ve yeri ve ikisi arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.

Gökler ve yerin yaratılması bir amaç uğrunadır. Oyun olsun diye yaratmada üstünkörü, lalettayin ve rastgele olma vardır. Ancak kâinatta mükemmel bir plân işler. Bu mükemmel uyumlu düzende insan kendi rolünü bulmalıdır. Oysa insan, varoluşsal amacını kaybeden dünya hayatını oyun ve eğlenceden ibaret zannedebilir. Manevî amacını yitiren için maddî hedeflerden başka bir gaye kalmaz. Muttakîler ve sâlih insanlar için dünya hayatı asla bir oyun ve aldanış yurdu olmamıştır. Ahiret yurdunu düşünerek dünyadaki zamanımızı öldürmenin değil, değerlendirmenin çok daha hayırlı olduğundan Enâm 32’de de bahsedilmiştir. Bu mübarek âyetler zihne şu soruyu bırakır: “Ahiri olmayan, yaratana ve sonsuza uzanmayan bir hayatın oyun ve eğlenceden başka ne anlamı kalır ki?”

39- İkisini de sadece hak ile yarattık. Ve lakin onların çoğu bilmezler.

“Oyun olsun diye yarattım” değil “yarattık” “ikisini de sadece hak ile “yarattım” değil “biz hak ile yarattık” ifadelerinde yaratılma neden çoğuldur? Bu çoğul kullanım, göklerin ve yerin 6 günde/evrede yaratılan çok aşamalı ve farklı unsurların dahli ile gerçekleşmesinin sonucudur. Buda Kurân’ın iç bütünlüğünün ne denli tutarlı olduğunu gösteren anlamsal bir kanıttır.

Hak batılın zıddıdır. Hak, bir anlam ve amacı anlatırken bâtıl anlamsızlığı ve amaçsızlığı anlatır. Bu büyük sistemler içinde yer alan canlı ve cansız her varlık, bir yarar için yaratılmıştır. Ürettiği fayda diğer canlılar ile bir denge ve düzen oluşturmaktadır. Gökler ve yer sonsuzluğa uzanan ahiret inancını kaybederse anlam ve amacını da yitirir. Bu amacı yitiren çoğu insan oyun ve eğlenceyi hayat tarzı edinmiştir. Eğlenme dışında herhangi bir durumda bulunmak istemeyenler bir süre sonra hiçbir şeyden zevk alamaz. Yaşlanıp tükenen beden, sığ hazları tadamayınca artık hayatının o tek amacını da kaybeder. 

40- Muhakkak ki fasıl günü, cümlesinin belirlenmiş vaktidir.

Her sürecin başı olduğu gibi bir sonu da olmak zorundadır. Sonu doğru tanımlamak süreci anlamlı kılar. Mîkât, sözlükte “belli bir zaman tespit etmek” anlamındaki vakt kökünden türer. Kelimenin çoğulu mevâkît, bir iş yapmak için belirlenen zaman veya yer manasına gelir. Harem'in mikatı, geçilmemesi gereken hudutlar demektir. Yani Mekke'ye gitmek isteyen kimse bu hudutları ihramsız aşamamasıdır. Kurân’da mîkât kelimesi bir yerde çoğul şeklinde olmak üzere sekiz âyette sözlük anlamında geçmektedir.

Fasıl günü; hakkın bâtıldan, iyinin kötüden,  haklının haksızdan ayırt edileceği gündür. Neden burada fasıl günü denmiştir? Zira ayetin indiği zamanda haklı-haksız, suçlu-suçsuz, iyi-kötü beraber yaşamaktadır. Her toplumun mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşaması için fasıl gününe ihtiyacı vardır. Ölüm de bir fasıl günüdür. Ölenler yakınlarından ve dostlarından ayrılır. Mezara girerek yaşamına fasıla koyanlar hesap günü ile yeni bir sürece girecektir. (Bkz. Mürselât: 13, Nebe: 17, Sâffât: 21)

41- O gün dost, bir şeyle dostuna fayda veremez. Ve onlara yardım edilmez.

Mevlâ kelimesi hem fâil hem de mefûl anlamında kullanılır. Nitekim İslâm hukukunda köle azat eden köle sahibine fâil anlamıyla mevlâ denildiği gibi, azat edilen köleye de mefûl anlamıyla yine mevlâ denilir. Bu meyanda bizleri nefsin, şeytanî duygu ve düşüncelerin elinden kurtarıp özgürleştiren Allah gerçek dostumuzdur. Mevlâ kelimesi bu ayette görüldüğü gibi Allah dışında insanî dostluklar için de kullanılmıştır. Dostun (mevlanın) dosta (mevlaya) yardımının dokunmaması bilinci mümini şefaatçilerin elinden, ruhban sınıfından kurtarır. Mümine; kayırıcılara, dünya malına ve mülküne güvenmemesi gerektiğini öğretir. Fasıl günü kişinin tek mevlası hak ve hakikatlerdir. Bunu Kurân şöyle ifade edilmiştir: “Her nefis, geçmişiyle yüzleşerek Allah’a döndü. Onların mevlası haktır. Ve iftira ettikleri onlardan uzaklaştı.” (Yûnus: 30) İftiralar, yalanlar, avuntular ve zanlar fasıl günü uzaklaşır ve Allah’ın rahmet ettiği kulların tek dostu hak ve hakikatler olur.  Hayatını, hak ve hakikatlere üzerine kuran, onları dost/mevla edinerek yaşayanlara Allah’ın rahmeti ulaşacaktır.

42- Ancak Allah’ın rahmet ettiği hariç. Muhakkak ki O, Azîz’dir, Rahîm’dir.

Dünyada iken aziz ve rahim olanlara Allah yardım edecektir. İzzeti, onuru ve merhameti dost edinip böyle bir yaşam seçenlere ve bu uğurda bedel ödeyenlere Allah’ın yardımı pek yakındır. Dostun dosta hiçbir fayda sağlamaması, ikili ilişkilerin, torpilin ve adam kayırmanın değil ilkelerin ve erdemlerin belirleyici olduğu anlamına gelir. Merhameti değil de zulmü ilke edinenleri bekleyen akıbet ise şöyle tasvir edilir:

43-46 Muhakkak ki zakkum ağacı geride kalanların yemeğidir. Erimiş maden gibi karınlarında kaynar, sıcak suyun kaynaması gibi...

Ayette geçen “el-esîm” kelimesine genelde “günah” anlamındaki “cünah” veya “suç” anlamındaki “cürüm” kelimesinin manası ile meal verilmiştir. Ancak bu kelimeler zaten Kurân’ın farklı ayetlerinde müstakil olarak kullanıldığına göre “esim” kelimesine günah demek bu farklılıkları tekdüze ve sığ bir okuyuşa indirmek olur. Onların mücrim olduğunu zaten “Muhakkak ki onlar mücrimlerdi.” şeklinde Duhân 37 söylemişti. O zaman burada esim denilerek onların farklı bir suçuna dikkat çekilmiştir. 

Esîm kelimesinin kökü olan “i-s-m” 48 yerde gelir. Bu kök kişiyi sevaptan geri bırakan/hayırdan alıkoyan işlerin adıdır. Çoğulu âsâm’dır. İsm, sadece belirli bir kasıt ve seçim neticesinde işlenen günahın bir türüdür. Binicisini geride bıraktığı için yavaş giden develere de denir (Rağıb). Her tür iyilik ve hayırdan kişiyi geri bıraktırdığından “esim” kelimesine “geride kalanlar” manasını vermek doğru görünmektedir. Bu tip, insanlar resulün safına katılıp hicret etmesin diye onlara türlü türlü tehditler ve işkenceler yapıp kendileri gibi herkesin müşrik olmasını isteyenlerdi. 

Zakkûm kelimesi sözlükte “yutmak, bir şeyi nahoş şekilde yemek” gibi anlamlara gelir. Arap yarımadasının Kızıldeniz tarafındaki Tihâme bölgesinde yetişen bir bitki türü olan zakkûm ağacı, kendiliğinden yetişen, kışın yapraklarını dökmeyen bodur bir ağaçtır. Türkçedeki “zehir-zıkkım” kelimesi de muhtemelen buradan gelir. 

Araplar sadece bir bitkiye değil; öldüren, zehirli her türlü yiyeceğe “zakkum”, bizdeki kullanımı ile zıkkım demiştir. El-Kâdî Ebû Muhammed’den naklen, zakkumun çöle mücavir kurak topraklarda yetişen çok acı ve zehirli bir ağaç olduğu, salgıladığı bir tür sütle buna temas eden kimsenin cildinde kabarmaların olduğu ve ekseriyetle bu durumun ölümle neticelendiği kaydedilmiştir (İbn ‘Atıyye, el-Muharrer, IV, 475). 

Bu zehir bazen yemeklere konup suikast için kullanılmıştır. Allah Resulü’ne ikram edilen ete sürülüp onu öldürmek isteyenler bunu başaramamıştır. (Bkz. Zeynep bint Haris olayı) Kurân’da 3 yerde geçen zakkum ile alâkalı tüm ayetler Mekkî’dir. Zira bu işkence yöntemi Medine’de bitmiştir (Saffat: 62, Vakıa: 52). 

İsrâ suresi 60. ayetteki uzak durulması gereken (melun, lanetli) ağaç da bu zehirli ağaçtır. Ki ilgili ayette bu ağacın bir fitne kılındığından bahsedilmiştir. Saffat 63’te de zakkum ağacının zalimler için “fitne” kılındığı ifade edilir. 

Zehirli zakkum ağacının öz suyu ile yapılan işkenceler ve çektirilen azaplar, onun zalimler tarafından kullanılan bir “fitne” yani baskı ve zorlama aracı ve metoduna çevrildiği anlaşılmaktadır. Cehennemdeki azabın misli ile ilgili Müslim, “İman Bölümü”nde Hz. Peygamber’in “Zehir içerek intihar edenler, o zehirle cehennemde azap görür.” şeklindeki beyanı görüşümüzü desteklemektedir. 

Yapılan her kötülüğün cehennemdeki karşılığı misli kadardır. Bu konu ile ilgili Yûnus 27 şöyledir: “Kötülükleri kesbeden kimselerin yaptıkları kötülüklerin karşılığı, onun misli kadardır. Ve onları bir zillet kaplar. Ve Allah’a karşı onların tutunacakları kimseleri yoktur. Onların yüzleri karanlık geceden bir parça gibi kaplanır. İşte onlar, ateş ashabıdır. Onlar orada hâlittir.” 

Kurân’da “Onların yiyeceği zakkumdur.” (Vakıa 52) ayeti olduğu gibi “Onların dikenden başka yiyeceği yoktur.” (Ğâşiye:6) ayeti de vardır. Duman suresinin 11. ayetinde Ğâşiye ile aynı kökten olan yagşâdan bahsedilmiştir. Aynı kök Ğâşiye suresine şöyle isim olmuştur: “Ğâşiyenin hadisi sana geldi mi? O gün haşîn yüzler amelleriyle yorulup ateşe yaslanır. Kaynar su pınarından sulanır. Onların yiyeceği dikenden başkası değildir. Beslemez ve açlığa bir fayda vermez.” (Ğâşiye: 1-7) 

Cehennemde olan bir sahne bize dünyada yaşananları ayrıntıları ile tarif etmektedir. İnsanları bağlayıp açlığa ve susuzluğa mahkûm edenler, onları çaresizlikten buldukları otları ve dikenleri hatta zakkum ağacından dahi yemek zorunda bırakmıştır. İşkence çektirilenlerin su istemeleri üzerine, başlarından kaynar su dökenlerin akıbetleri cehennem ayetleri üzerinden aktarılmıştır. Bu bakımdan aslında Kurân’daki tüm cehennem ayetleri dünyada yaşanmış işkencelerin ayrıntılı tarifi gibidir. Zira adalet gereği ceza mislini geçemez. Kurân’daki cehennem ayetlerinin sadistçe ve barbarca olduğunu iddia eden nadanlar indiği dönemde Müslümanlara neler yapıldığının farkında olmayan cahillerdir. 

Zakkum zehrine maruz kalanlarda görülen belirtiler için ayet “Erimiş maden gibi karınlarında kaynar.” ifadesini kullanmıştır. Zakkum zehirlenmesinde ağız ve özafagusta yanma ve tahrişler olmaktadır. Bunun sonucu karın ağrısı, bulantı, kusma ve kalp ritminde artış, bitkinlik ve halsizlik sonucu kişi acı içinde ölmektedir. Dünyanın en zehirli 10 bitkisi içinde zakkum ve Sokrat’ı öldüren baldıran otu ilk sıralardadır.

47- Onu tutup kızgın ateşin ortasına sürükleyin!

Kurân’da “cehennem” 77 yerde geçerken “cahîm” 26 yerde geçer. Cehennemin kökü “c-h-n-n-m” iken cahîmin kökü “c-h-m” dir. Kökleri farklı olan bu iki kelime ne hikmetse hep birbirinin yerine konarak manadaki nüanslar göz ardı edilmiştir. Cahîm, çok kızışmış ateş demektir. Ayette cehennemin ortası şeklinde meal vermek sanki cehennemin kenarlarında azap az, ortada çokmuş gibi yanlış bir algı oluşturabilir. Ancak ateşin ortasına birini atmak onun bazı yanıklarla o ateşten kaçması ve kurtulması ihtimalini en aza indirmek içindir. Burada “cehennem” değil de “cahîm” kelimesinin özellikle seçilmesi muhatabın dünyada sürüklenerek ateşin tam ortasına atılma infazına şahit olması veya bilmesindendir.

Bu tarz olaylardan biri de şudur: Hz. Habbâb bin Eret, Mekke’de müşriklerin işkenceleri dayanılmaz hâl alınca, Resûl-i Ekrem’den izin alarak Medîne’ye hicret etti. Habbâb Medine’de başından geçenler ile alakalı Hz. Ömer’le şu konuşmayı yapar: “Ey Ömer! Bak sırtıma!” Hz. Ömer, onun sırtına bakınca buyurdu ki: “Doğrusu ben, insan sırtının bunun gibisini hiç görmemiştim!” Bunun üzerine, Habbâb dedi ki: “Benim için bir ateş yakmışlardı da, ben, onun üzerine sürüklenip atılmıştım. O ateşi, ancak  benim sırt etim söndürmüştü!” (Ebu Nuaym, Hilye, I/144 (Şabi’den); Kenzü’l-Ummal, VII/71).

Yakarak öldürme çok ilkel bir infaz şeklidir. Genç İbrahim de içinde yaşadığı toplumun put inancıyla çatıştığı için yakılarak infaz edilmek istenmiştir (Enbiya: 69-70). 15. ve 18. yüzyıllar arasında  Avrupa'da yaklaşık 60 bin kişi cadı olduğu gerekçesi ile işkencelere maruz kalmış ve yakılarak infaz edilmiştir. Yakarak infaz, Burûc sûresinde şöyle anlatılır: “Ve semaya yükselen burçlara!(Burjuvaya) Ve vaat olunan güne! (infaz günü) Şahit ve şehid olana! (Yakan ve yakılana) Yakıt dolu ateşle katledilen hendek sahipleri ki onlar, onun üzerinde oturmuştu. (Hendek sahibi denmesi infazı yapılanlara o çukurları açtırmalarındandır) Ve onlar, müminlere yaptıkları şeylere şahit oluyorlardı. Ve onlardan intikam almaları, Aziz ve Hamîd olan Allah’a iman etmelerinden başka bir şey için değildi. (Burûc: 1-8) Sadece Aziz olan Allah’a hamd edip inandıkları için o hendeklerde insanları diri diri yakanları cehennemde bekleyen azap ne olmalıdır? 

Yakarak işkence ve infazın zalim müşriklere önemli getirisi muhaliflere verdiği gözdağıdır. Genç İbrahim’i yakmak için o kadar hazırlığın sebebi kendi ilahlarına kimsenin artık dil uzatmalarını istememeleridir. Putperestler diyor ki: “Eğer bir şey yapacaksanız, yakın onu ve böylece tanrılarınıza yardım edin!” (Enbiya: 68)

48- Sonra azap olarak başının üstüne kaynar su dökün!

Müşriklerin Müslümanları önce bağlayıp açlığa ve susuzluğa terk ettikleri ve onların su istemeleri üzerlerine başlarına kaynar su döktüklerini bu ayetlerden anlamaktayız. İlk Müslümanlardan olan Abdullah bin Huzâfe Hz. Ömer devrinde Bizanslılarla yapılan muharebede birçok Müslüman’la birlikte esir düşmüştü. O zamanlar da kaynar su ile işkence gördüklerini aktarır (Ali el-Muttaki,Kenzu`l-ummal, VII,62). Bir yere bağlanan ve çevresinde yiyecek olarak diken ve zakkum ağacından başka bir şey bulamayan ve bir de üstüne üstlük kaynar su ile azap edilen Müslüman’la yapılan alay ise şöyledir:

49- Tat bakalım! Muhakkak ki sen gerçekten azizsin, kerimsin(!)

Cehennemlik Müşrik’in, dünyada Müslüman’a işkence edilirken kurduğu cümlenin aynısını burada kendisi de duymaktadır. Ne bir fazla ne bir eksik! Zira herkes yaptığının tam karşılığını almalıdır. Cehennemde sadece maddî değil sözle yapılan hakaret ve aşağılamaların bile misli ile karşılığının olduğunu anlamaktayız. Peki, Müşrik kodaman kölesi olan Müslüman’a neden “Azizsin, kerimsin.” gibi iki sıfatı seçerek burada alaycı bir tavırla zikreder? Zira azap ile alâkalı ayetlerden sonra genelde Allah’ın aziz olduğu ve kendisine inanlara ikram edeceği vaad edilir. Ayrıca iman ettikleri kitabın iki sıfatı aziz ve kerimdir. (Bkz. Fussilet: 41, Vakıa: 77) Duhân suresinden önce inen ayetler kitabın insanı aziz ve kerim kılacağını vaad ediyor (Duhân: 17). Buradaki ifade inananı aziz ve kerim kılan kitabın onu ne hâle getirdiği iddiasına mukabildir. Müşrikler müminleri kitabın vaatleri üzerinden aşağılamışlardır. “Hani iman eden aziz idi, nerede?” diyerek zulümlerini acımasızca yapmışlardır. Amaç hem maddî hem de manevî baskıyla onları şirke ve küfre döndürmek ve emri altındaki kölelere de gözdağı vermekti. Eziyet ettikleri kölelerinin varlık sebebi olarak kendilerini gören efendiler onların Müslüman olmasını nefislerine yediremeyip tüm hınçlarını ellerinin altındakilerden almışlardır. Tıpkı Firavun’un iman eden sihirbazlara yaptığı gibi. 

50- Muhakkak ki bu azap, sizin belirsizliğe düştüğünüz şeydir.

Ayette belirsizlik diye meal verdiğimiz kelime “temterûn” kelimesidir. Kelimenin kökü olan “m-r-y” 20 yerde gelir. Mirye belirsizlik ve muğlaklık demektir. Eğer bu zalimler yaptıkları zulüm ve işkencelere ilişkin bir tereddüt ve şüpheye veya şekke düşse idi azabın dozunu bu kadar artırıp ileri gidemez, tam tersine “acaba”ları onları frenlerdi. Bu yüzden burada “sizin” dediği muhatap kitle azabı yapanların yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını zannedenlerdir. Olayların yaşandığı dünya hayatında ahiret ve hesap gününün varlığına dair somut bir delilin olmadığı düşüncesi, bu konudaki iddiaların belirsizliği veya muğlaklığı zannı bile suç ve günaha meyillerini artırmıştır. O yüzden insan fıtratında yazılı olanı örtmeyip ona iman etmeli ve fıtri adalet duygusunun tecellisi için mücadele vermelidir.

51- Muhakkak ki sakınanlar güvenli makamdadır.

Buradaki güvenli makam ifadesi yukarıdaki azap ve işkencenin tam zıddı olan müminlerin yanıdır. İmanı seçenlerin bir şekilde bu işkencelerden kendilerini sakındırmaları gerektiğine dair bir yönlendirme yapılmıştır. Küfre zorlananlar için Nahl 106’da “dil ile inkâr” edilebileceği ruhsatı verilmişti. Bu ruhsat Duhan 51. ayetinde geçen sakınma tedbirlerinden sadece bir tanesidir.

52- Bahçelerde ve pınarlardadır.

Çöl ve sıcak ölüm iken, bahçeler ve su kaynakları hayat ve bolluk demekti. Efendilerin yaşadığı o hayatı imanlı, dürüst ve erdemli insanların da hak ettiğine dair burada Kurân’î bir hedef de konuyor olabilir.

53- Mütekabil ipekten ve atlastan elbiseler içindedirler.

Mütekabil, Arapça “k-b-l” kökünden gelir ve "tekabül eden" demektir. Tekabül bir hak edilmişliğin sonucudur. Sündüs ise ince ipek elbise demektir. Hurdun da lâfzen yeşil rengi, mecazen canlılığı ifade eder (İnsan: 21). İstebrak, kalın ipek elbise demektir. Buna dibâk da denir. Arapça olmayan bu "sündüs" ve "İstebrak" kelimeleri hakkında çok söz söylenmiş ise de bizim anlayacağımız ince ve kalın ipek kumaşların en güzelleri olduklarıdır. 

Tüm bu detaylar, muhatapta cennetvârî bir sosyal hayatın getirisi olan refahı ve yaşam standartlarındaki bolluğu anlatmak içindir. Mütekabil ifadesi karşılıklı oturma şeklinde anlaşılmıştır. Aslında bu kelime yapılan salih amellerin, iyiliklerin ve fedakârlıkların karşılığı olarak hak ettikleri hayat standartlarını anlatmış olmalıdır. Soru şudur: Cennette Rahman’ın razı olmadığı hiçbir şey yoksa orada ne bir kötü söz ne de boş ve anlamsız bir günah yoksa -ki biz buna iman ediyoruz- peki ipek gibi cennetliklere layık olan bir kıyafet neden rivayetler ile sadece erkeklere haram kılınmış ve kadınlara serbest bırakılmıştır? Aynı şekilde cennetliklerin altından bilezikler takacağını söyleyen Kehf suresi 31, kadın-erkek ayrımı yapmazken neden altın yüzük erkeğe haramdır? Rabbimiz muttakilere bunları layık görmüşken neden bunlar haram zannedilir? 

Esasen Müslümanlar israfa kaçmamak kaydıyla en güzel ve temiz kıyafetlere layıktır. Oysa Allah Resulü’nden gelen sahih bir hadisi şerif şöyledir: “İpek elbise giymeyin. Çünkü ipeği dünyada giyerseniz âhirette giyemezsiniz.” (Buhârî, Libâs 25; Müslim, Libâs 11. Ayr. bk. Tirmizî, Edeb 1; İbni Mâce, Libâs 16) Ancak bu hadisin ümmetin tüm erkeklerine şamil okunup kıyamete kadar geçerli bir hüküm hâline getirecek bir karine elimizde yoktur. Allah Resulü dış görünüşü ile kibirlenen ve riyayı çok seven birilerine hitaben “Eğer ipek atlas giyip değerli ziynetlerle halkın huzuruna çıkarsanız bu kibir sizi ahiretinizden edebilir.” şeklinde bir nasihatte de bulunmuş olabilir. 

Nitekim bu konu âlimler arasında ihtilaflıdır. Zira ipek giymenin mubah olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Bazı âlimler “Bayrak ve değerli örtüler (Kâbe’nin örtüsü gibi), hasta ve yolcular, savaş ve cihat hallerinde şarta bağlı ipek giymek mubahtır.” demişken, bazıları “İpeğin karıştığı kumaşı” bile haram ilan etmiştir. 

Sonuç olarak giyeni başkalarından üstün görmesine neden olan, enaniyet ve kibre sürükleyen, riyaya alet olan sadece ipek değil hangi kumaş veya takı olursa olsun ahiretten uzaklaştırır. Eğer bu sonuca giyim kuşamımız bizi sürüklemiyorsa artık kumaşın türü ve rengi fark etmez. Bunların tamamını Müslümanların kullanmasında Kurân’î bir engel ve sakınca yoktur. İnsana kişilik ve karakteri için değer verilen bir ortamda aslında giydiği çulun veya kürkün herhangi bir önemi kalmaz. O yüzden cennette temiz bakan ve temiz görenler ile karşılaşırız.

54- İşte, böyle... Ve onları, temiz bakışlar ile eşleştiririz.

Zevc, çift ve eş demektir. Başka bir ifadeyle zevc, kendi cinsinden bir başkası ile beraber bulunan demektir. “Zevc” ikisinin değil, ikiden birinin diğerine göre ismidir. İkisine birlikte “zevcân”, “zevceyn” denilir. Yani çiftin her bir tekidir. Ezvâc ise, “zevc”in çoğuludur. Rağıb’a göre, iki yakının her birine de ve bir diğerine benzer veya zıt olarak ilgili bulunan şeye de “zevc” denir. Bu itibarla dünyadaki bütün şeyler; bir zıddı, benzeri, herhangi bir terkip ve karşıtı bulunması nedeniyle çifttir. Mesela, cisim ve can, madde ve kuvvet, cevher ve araz, iç ve dış, dünya ve âhiret gibi. “Halaka’l-ezvâc” (çiftleri yarattı) demek, bütün çeşit ve sınıflarıyla âlemi yarattı demektir. (Krş. için bkz. Yâsîn 36) Buna göre zevc kelimesinin anlamlarını şöyle tespit edebiliriz: 1-Eş (karı-koca), 2-Çift 3- Cins, tür, çeşit 4- Sınıf, grup, topluluk 5- Benzeri. Zevc kelimesi Kurân'da 81 yerde geçmektedir. Kelime 5 yerde fiil formunda, 17 yerde zevc (tekil), 7 yerde zevcân ve zevceyn (ikili), 52 yerde de ezvâc (çoğul) formlarında isimdir. 

Hûr kelimesi Kurân’da ilk defa Rahmân 72’de geçer. Ahver ve havra‘nın her ikisinin de çoğulu olmasından dolayı hem eril hem dişil anlama gelir. Havâri de aynı köktendir. Havvertuş-şey, bir şeyi beyazlaştırmak ve yuvarlaştırmaktır. Bu âyetteki “ıyn” kelimesi ise göz demektir. Hûr ile birleşince temiz bakışlı, iyi niyetli vildân ve ğılmân’ın bir vasfı olarak burada karşımıza çıkmaktadır. (Bkz. Tûr:24) Huri kelimesi çevresindekilere kötü gözle bakmayan, yardımcıların ve cennetliklerin bir sıfatıdır. 

55- Orada güven içinde her mutluluğu dava edinirler.

“Fâkihe” kelimesinin ilk anlamı meyvedir. Bu kelimenin asıl anlamı mutluluk verici şey demektir. Sevinç ve neşe de bu kökten kelimelerle ifade edilir. Aslında para parayı çektiği gibi sevinç ve neşe de mutluluk ve huzuru çağırır. Ayetteki “yed’ûn” fiili "çağırma, davet ve onu kendine çekme" anlamındadır. Cennetlikler mıknatıs gibi sevinç ve mutluluğun tamamını üzerinde toplayan kişilerdir. Bu bir sonuçtur. Zira insanı mutlu ve huzurlu eden her fıtrî değeri, ilahî ve ulvî erdemi, maruf ve münkeri dünyada dert ve dava edinenlerin mükâfatı güven içinde mutlu bir hayattır.

56- Orada önceki ölümden başka ölüm tatmazlar. Ve onları kızgın ateş azabından korur.

Müşrik zihniyet “Ölümden sonrası yoktur.” der (Duhân: 34). Mümin tasavvuru ise “Önceki ölümden başka ölüm yoktur.” der. Elbette bu iki bakış arasında ölüm ve yaşam arasındaki kadar fark vardır. İlki vefat etmekten ölesiye korkar ve zevkleri peşinde şu kısacık yaşamını heba ederken, diğeri ölümü bir son değil emeklerinin karşılığını almak için geçilen bir kapı olarak bilir. Ötelere uzanan bu bilinç, muhatapları ölüm korkusundan bile koruyan yegâne üstünlüktür. O yüzden “eğer iman ediyorsanız üstün olan sizlersiniz.” (Ali İmran:139)

57- Rabbinden bir fazilet olarak... İşte bu muazzam kurtuluştur.

Fadl kelimesi, lütûf ve ihsanda bulunma anlamına gelir. (Krş. Fâtır: 32, Kasas: 73, İsrâ: 70) Bu kelimenin temel anlamı  normalin üstündeki artıştır ve bu artışın oluşturduğu çeşitliliktir. Bu anlamda herhangi bir zorlama olmadan verilen ve çeşitliliği artıran zenginliğe ve bağışa da fadl denir. (Nisâ: 32, Cuma: 4).

Fevz kelimesi “kurtuluş, başarma ve zafer” demektir. Necât, kötülükten kurtuluş fevz ise, arzu edilene ulaşarak istenmeyenden kurtuluştur. Bu nedenle Rabbimiz cehennemden necât bulmaları ve cennete nâil olmaları sebebiyle müminleri fâizun (kurtuluşa erenler) diye isimlendirmiştir. (Bkz. Tevbe: 20) Kurân’da “el-fevzu’l-mubîn” iki yerde, “el-fevzu’l-azîm” 13 âyette, “el-fevzu’l-kebîr” de bir yerde geçiyor. Kurân’da Burûc 11’de “el-fevzu’l-kebir” büyük kurtuluş şeklinde kullanıldığı için “el-fevzu’l-azîm” kullanımını büyük kurtuluş, zafer, mutluluk şeklinde meallendirmek bu ince farklı kullanımları yok saymak olacaktır. Bu nedenle mealde muazzam başarı/kurtuluş ifadesi tercih edilmiştir. Muazzam; alışılagelenin dışında, beklenmedik çok etkileyici ve azâmetli demektir.

Ölüm ile her şeyin bitmediğine dair iman, hayata muazzam bir anlam ve amaç katar. Ahiret bilinci ile baki olan salih ameller üretenler, ölmeden cenneti yaşayanlardır. İşte gerçek kurtuluş budur.

58- İşte böylece onu lisanın ile kolaylaştırdık. Umulur ki tezekkür ederler.

Burada Duhân/Duman suresinin konulara başlıklar şeklinde değinmesi, insanı yormayan kısa cümleler ile özet geçen üslubu, nüzul ortamını yaşayanlar için az kelime ile çok şey anlatması, resulün ayetleri kendi lisanı ile etkili ve verimli bir şekilde tebliğ etmesini sağlamıştır. Bu metot detaylarda boğulup ana mesajı ıskalamaya da engeldir. Amaç tezekkürdür. “Umulur ki” kaydı tezekkürü sadece emek vermeyi göze alanların başaracağıdır.

59- O hâlde gözle! Muhakkak ki onlar da gözlüyor.

Rakîb, “r-k-b” kökündendir. Kelimenin ilk anlamı boyundur. Sonra onunla bedenin tümü kastedilmiştir. Bu anlamdan yola çıkarak koruyan, gözetleyen kimseye de rakîb denilmiştir. Kelimenin bu anlamı koruyanın, korunanın boynunu gözetlemesindendir. Onu izler ki boynunu birine kaptırıp kendisini köleleştirmesin veya hayatını işkencelerle kaybetmesin. Merkab, gözcünün gözetleme yaptığı yüksek yerde olan nöbetçi kulesine denilmiştir. Ayrıca kölelere de bu ad verilmiştir (Rağıb). 

Resule bu emrin verilmesinin hikmeti, insanları köleleştirip onlara türlü işkencelerle kendi safına çekmeye çalışanların yaptıklarını ve akıbetlerini gözlemlemesini istemesidir. Aynı şekilde müşrikler de resulün tökezlemesini dört gözle beklemektedir. Ancak zorbalıkla yaptıkları işkenceler sadece onlardan ve bâtıl inançlarından kaçışı hızlandırmış, hak üzere olmadıklarının kanıtı olmuştur. Duman suresi, insanların bedenlerini değil gönüllerini kazanmanın gerçek zafer olduğunu örnekler üzerinden bizlere öğretti. 

Duhan suresinden anladıklarımız şimdilik bunlar olmakla birlikte en doğrusunu âlemlerin Rabbi bilir.

 
Eklenme Tarihi : 26.04.2024 09:41:19
Okunma Sayısı : 648