فَإِن زَلَلْتُمْ مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

209- Hakikatin apaçık belgeleri size geldikten sonra şayet siz yine (Haktan) kayarsanız biliniz ki hiç şüphesiz Allah her şeye gücü yeten, hükmünde tam isabet edendir. (Bakara:209)



.





Enam Sûresi



ENÂM SÛRESİ

 

Sûre, adını bazı binek hayvanları için de kullanılan ne’am kelimesinin çoğulu olan en’âm kelimesinden almıştır.  Kelime sûrenin 136, 138, 139 ve 142. âyetlerinde altı defa tekrar edilmiştir. Rivâyetlerden anlaşıldığına göre daha Resûlullah döneminde bu isimle anılmıştır. Ayrıca bazı tefsir kitaplarının aktardığına göre bu isimden başka sûrenin “Sûretü’l-Hucceh/Delil/Hüccet Sûresi” diye bir adı daha vardır. Bu isimlendirme sûrenin içinde geçen “En üstün hüccet (delil) Allah’ındır!” mealindeki 149. âyetinden alınmıştır. Âyetlerin konusu ve dizilişi bakımından aralarındaki uyumluluk ve bütünlük sûrenin bir defada indiğini göstermekle birlikte ve peygamberimizin sûreyi vahiy kâtiplerine topluca yazdırdığını kaydeden nakiller de mevcuttur. Sûre ilk tertiplerin hepsinde “Hicr-Sâffât” arasına yerleştirilir. Hz. Osman mushafında 55. sıraya yerleştirilmiştir. Mekke’de yaklaşık olarak 90 sûrenin indiğini düşünürsek bu durumda sûrenin inişi boykot öncesi veya boykot yıllarına denk gelir. Fakat gerek bu sûrenin gerekse kendinden önce ve sonra inen sûrelerin muhtevası zamansal olarak Mekke döneminin son yıllarını işâret etmektedir.

Kendisinden önce inmiş tüm sûrelerin özeti durumundaki sûrenin ağırlık merkezini peygamberlik kurumu oluşturmaktadır. 83-86. âyetleri arasında 18 peygamberin ismi zikredilmiştir. Bu kadar çok elçi isminin bir arada sayılması, Enâm sûresinin ana eksenlerinden birinin de “risâlet kurumu” olduğunu göstermektedir. Hamd ile başlayan sûrelerin tamamında olduğu gibi tevhit konusu öncelikli yer almaktadır. Ayrıca adâlet, öldükten sonra dirilme ve hesap verme konuları üzerinde de önemle durulmuş, o dönemin yanlış inanış ve anlayışları sorgulayıcı bir üslûpla ele alınmıştır. İlave olarak 151-153. âyetleri İslâm ahlâkının başta gelen kurallarına değinmiştir. Kûfelilere göre sûrenin âyetleri 165, Basralılar ve Şamlılara göre 166, Hicazlılara göreyse 167 âyettir.

 

1-Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah’a mahsustur. Karanlıkları ve nûru belirledi. Sonra Rabblerine denk tutarak örttüler.

 

Kurân’da “elhamdülillâh” cümlesiyle başlayan 5 sûre vardır. Bunlar Fâtiha, Fâtır, Kehf, Enâm ve Sebe sûreleridir. Kurân, hamdın sadece ve sadece Allah’a mahsus olduğunu vurgular. Zîra Allah dışındaki herkes kayıtsız-şartsız yapılan övgüleri sûistimal eder. Övgü, tek taraflı değildir. Allah’ın istediği, övdüğü davranışlar içinde olmak insanı inançsal, fikrî ve zihnî karanlıklardan aydınlığa çıkaran önemli bir hâldir. Bu ilk âyet, insanoğlunun övgü problemine değinmektedir.

İnsan neyi ne kadar övüp yücelttiğine dikkat etmelidir. Zîra bu övgü problemi onu şirke sürükleyebilir. Rabbe hiçbir şeyin denk ve eş olmadığı bilinci; kişinin kula, nesneye ve hevâsına kul olmasına engeldir. Bu açılış, sûrenin akışı içinde açıklanması amaçlanan tevhidin anlamı ve yararına ilişkin bir mukaddime/giriş niteliğindedir.

Karanlığı ve nûru yaratma değil de “ceale” kılma kelimesinin seçilmesi manidardır. “Ca’l” kelimesi; kılma, yeni bir vasıf verme, tayin etme demektir. Allah, zulmün oluşturduğu karanlık ile tevhidin oluşturduğu adâlet ve nûru açıkça ortaya koymuş, birbirinden ayırmıştır. Karanlıklar manasındaki “zülumât” kelimesi çoğuldur, tekili “zulmet” şeklinde gelir ki, aydınlığın olmama hâlini ifade eder. Kurân’daki “nûr” ve “zulmet” kelimeleri, istiâre yoluyla imân ve küfür, hak-bâtıl anlamında kullanılmaktadır. (Bkz. Fâtır:20, Ra’d:16, İbrâhîm:1)

Ya’dilûn kelimesi, adâlet ile aynı kökten türemiş çoğul bir fiildir. İlk defa adâlet ile aynı kökten türemiş bir fiilin olumsuz manada kullanıldığına şâhit oluyoruz. Zîra eşit olmayanı eşit kabul etmek, denk olmayanı denk saymak adâletsizliktir. Bu nedenle her eşitlikte adâlet yoktur, her âdil olan da eşit değildir. Herkese aynı yaklaşımla davranmak, adâletsizliklere sebep olur. Allah’ın dışındakilere hamd etmek, övgü problemini doğurur ve bu hakkaniyetli bir yaklaşım değildir.  

 

2- Sizi topraktan yaratan, sonra size bir ecel kaza eden O’dur. Ve ecelimüsemma O’nun katındadır. Sonra da siz, tereddüt ediyorsunuz.

 

Âyette geçen “hâlekakum/…sizi yarattı.” ifadesi çoğuldur. Hâlbuki bizim bildiğimiz Hz. Âdem topraktan, yani balçıktan yaratılmıştır. Bu durumda “siz” ifadesi ne anlama gelmektedir? Her insanın köken olarak topraktan yaratıldığı ve doğum sonrası sürekli toprağın getirisi ile büyümeye yani yaratılmaya devam ettiği anlatılmaktadır. Âyette iki tane ecel vardır. Biri kaza edilen ecel, diğeri ise tayin edilen eceli müsemmadır. Peki, bunlar ile ne kastedilmiştir? “Kaza edilen ecel” insanın dünyadaki her an başına gelebilecek olan eceldir ki kaza şeklinde dilimize de girmiştir. Allah’ın katında isimlendirilmiş, tanımlanmış ecel ise insanoğlunun fâniliğinin bir sonucudur. Bu yasa yani ecelimüsemma Allah’ın katında, O’nun tarafından tayin edilmiş biyolojik bedenin zaman karşısındaki dayanma süresidir.

Temterûn/tereddüt, topraktan var edilen ve bir eceli olan insanın tekrar var edilme ihtimalini ifade etmektedir. Kurân, toprak gibi basit bir hammaddeden herkesi var eden Allah’ın bunu bir kez daha yapabilme olgusu üzerinde durmaktadır. Bu gerçek üzerinden zihnî bir inşâyı hedeflemektedir. Zîra âhiret inancı, hayatı olumlu yönde değiştirecek temel bir inançtır.

 

3- Ve O göklerde de Allah’tır yerde de. Sizin içinizi de bilir, dışınızı da ve kazandıklarınızı da bilir.

 

Allah’ın göklerde de yerde de Allah olması ne manaya gelmektedir? Gökteki ilâh, inançsal manada aracıları, ruhbânları, totem ve putları yok eder ve söz sahibini tekleyen tevhidin gereğidir. Yerdeki ilâh anlatımı da ilâhî emirlerin, buyrukların mutlaka hayata yansıması, semâvî/yüce ilkelerin içkin hâle getirilip tatbikini hedefler. İkinci cümle olan “…içinizi, dışınızı ve kazandıklarınızı bilir.” ifadesi Allah’ın uzak, sadece semâda zannedilip bilinmemesi sonucu oluşan şirk sistemine ve bunun neticesinde oluşan rantına bir göndermedir. Bu menfaat sistemi, âyetlerden yüz çevirmelerinin temel sebebidir.

 

4-Ve onlara Rabblerinin âyetlerinden bir âyet gelmemiştir ki, ondan yüz çevirmiş olmasınlar.

 

Âyetlerinden yüz çevirme davranışlarını anlatırken Kurân, “…onların Rableri…” ifadesini kullanmıştır. Bu üslûp, dışlayıcı ve ötekileştirişi değil; kuşatıcı, evrensel, pozitif ve yüce bir üslûbun gereğidir. Tebliğ ve davet görevini üstlenen müminlerin yapması gereken tam da budur.

 

5- Böylece onlara hak geldiği zaman, onu yalanladılar. Oysa alay etmiş oldukları şeyin haberleri yakında onlara gelecektir.

 

Âyette zikredilen “hak” kelimesinden maksat âyetler ile Mekkeli mücrim kâfirlere gelen gerçeklerdir. Bu gerçekler onların menfaatine terstir. Gelen âyetler insanların hak ve hukukudur. Özgür kulları köleleştiren güçlünün haklı olduğu bir ortamda bu âyetlerden/gerçeklerden alaylı ve küçümser bir tavırla yüz çevirmeleri, onların sonunu getirmiştir.  Bu tavır sadece o dönemin değil, aslında insanlık tarihi boyunca tekerrür eden kronik bir hastalıktır.

 

6-Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkânları onlara vermiş, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar göndermiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık. Ne var ki onları, peşlerini bırakmayan suçları sebebiyle helâk ettik ve onların ardından başka nesiller inşâ ettik.

 

Âyetteki “…görmediler mi?” ifadesi, geçmişteki kavimleri helâka sürükleyen saikler üzerinden ibret nazarı ile bakma ve tedebbür çağrısıdır. “Size vermediğimiz imkânları onlara verdik.” ifadesi ile suya hasret kurak bir bölgede yaşayan Mekkeliler kastedilmiştir. Zîra devamında bol yağış ve buna bağlı su kaynaklarından bahsedilmiştir. Bu kavimler dünya nimetlerine, süsüne aldanıp yaşadıkları bölgeleri uyarılara, âyet ve resûllere rağmen bir türlü terk etmemiş ve afetler ile helak olmuşlardır. Zîra deveyi yardan uçuran bir tutam ottur. Bu kadar dünyevileşmelerinin altında yatan asıl suçları (biżunûbi) imkânların âdil dağıtılmaması, bir kesimin elinde dönüp durması, efendiler ve köleler sistemini peyda etmeleri ile toplumlarını nasıl helâka sürükledikleri anlatılmıştır. “Helâk”in sözlük anlamı; mahvolmak, yok olmak, yıkıma uğramaktır. Kurân literatüründe “helâk” şekliyle mastar hâlinde geçmeyen bu kelime, çoğunlukla fiil hâlinde bulunur. “Zenb” denilen ve “onların peşlerini bırakmayan suçları” güçlü/kuvvetli toplumları bile yıkıma, parçalanıp dağılmaya kısacası helâka sürüklemiştir. Bu âyet sadece doğal âfetlerle helâk olmuş kavimleri değil, yeryüzünde ebedîlik iddiası süren tüm tiran, firavun ve zâlimleri kapsamaktadır.

 

7- Ve eğer sana kâğıt üzerinde yazılı bir kitap indirseydik, böylece ona elleri ile dokunsalar bile örtenler, derler ki: “Bu mutlaka apaçık bir sihirdir.”

 

Kırtâs kelimesi, “kâğıt” anlamına gelmektedir. Kelime “kurtâs” şeklinde söylenir. Bu ise, ok atan bir kimsenin hedefte yapıştırılmış bulunan sahifeye isâbet ettirmesini anlatmak için kullanılmıştır. Bu kelime için müfessirlerden bazıları yaprak, bazıları sahife, bazıları da kâğıt anlamını tercih etmiştir.  Her hâlükârda “kırtâs” yazı için kullanılan özel bir maddedir. Belki de papirüs diye isimlendirilen Mısır’da hasırdan yapılan bir kâğıttır. Kurân’da bu kelimenin olması nüzul ortamında muhatapların yazı yazmak için kullanılan kâğıdı bildiklerini göstermektedir. Zaten MÖ 2. yüzyıla ait, bugünkü modern kâğıdın temsilcisi olan sayfalar arkeolojik çalışmalar sonucu bulunmuştur. Ayrıca o dönemde parşömen veya papirüsler de bilinmekteydi.

Kitabın içindeki mana ve sorumluluklar ile ilgilenmeyenler onun maddesini kutsamanın, zâhirde mucizevî işâretler aramanın peşine düşmüştür. Müşriklerin mucize beklentisi gökten yazılı sayfalar, kâğıtlar hâlindeki bir kitabın şâhit oldukları bir anda Hz. Muhammed’e gördükleri bir melek ile inmesi ve onların da ona elleriyle dokunmaları talebidir. Bu istekler yerine getirilse bile yine kitabın muhtevası ile değil mucizevî inişi ve cesedi ile ilgilenip onu sihir ve büyüye, olmadık efsanelere konu edinecekleri için bu istekler reddedilmiştir. Amaç Kurân’ı putlaştırmak değil, onun dediğini yapıp düzgün bir hayat yaşamaktır.

 

8-Ve dediler ki: “Ona bir melek indirilse olmaz mıydı?” Ve şâyet bir melek indirseydik, mutlaka emir kaza edilir, sonra göz açtırılmazdı.

 

Âyette verilen cevap, yani “melek vasıtasıyla kitabın fizikî olarak indirilmesi“ imânın değil, şehâdetin konusudur. Artık orada imtihandan bahsedilemez. (Bkz. Melekler kıyamet günü saflar hâlinde inecektir. Fecr:22) Ancak bu durum tanınan imtihan süresinin bittiği anlamına gelmektedir. Bu uyarı, başka âyetlerde de dile getirilmiştir. (Bkz. Furkân:22, Hicr:8) Burada gökten melek indirilmesi talebi, meleğin ne olup ne olamayacağını henüz bilmeyen müşrik algısını yansıtmaktadır.

İnsanı hayata bağlayan birtakım güçler yani melekeler vardır. Bunların birinin veya birkaçının görevini tamamlaması, insanı hayata bağlayan ve tanımlayamadığımız o gücün, cân denilen enerjinin alınmasıdır ki bu maddî hayatı sonlandırır. Emrin kaza edilmesinden maksadın ölümün gerçekleşmesi ve tanınan sürenin sonlanmasıdır ki, bu da “…göz açtırılmaz/mühlet tanınmaz” şeklinde ifade edilmiştir. (Ayrıca ölüm melekleri ile alakalı Bkz. En’am:61)

 

9- Ve şâyet onu melek yapsaydık, onu mutlaka yine bir kişi yapardık. Ve onların giydikleri şeyle onu giydirirdik.

 

Lebs kelimesi örtü, elbise anlamına gelen libas kökündendir. Türkçedeki elbise de buradan gelir. Meleğin bir beşer gibi görünmesi lebs ile anlatılmışken, bir kişiliğinin/şahsiyetinin olması ricâl kelimesi ile ifade edilmiştir. Zîra burada “zeker ve unsa/erkek ve kadın” manasında bir cinsiyetten bahsedilmemiştir. Müşriklerin, elçinin melek olması yönündeki beklentilerine verilen ikinci bir cevap âyette söz konusudur. (İlki için bkz. “Allah, beşer bir resûl mü diriltti?” De ki: “Eğer yeryüzünde gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten melek resûl indirirdik.” İsrâ:94-95) En’am 9’da ki cevapta, insanlara elçi olarak bir meleğin gönderilmesi hâlinde, konuştuklarının anlaşılabilmesi ve kendisinden bir şeyler öğrenilip istifade edilebilmesi için onun yine şahsiyet sahibi bir beşere benzeyeceği ifade edilmiştir. Âyetlerden anlaşıldığına göre, taleplerinde samimi olmayan kâfirler bu durumda da yine iknâ olmayacak ve bu kez de elçinin melek olup olmadığı konusunda inkârlar, tartışmalar devam edecektir. (Bkz. Tur:44 Hicr:14, 15)

 

10- Ve doğrusu, senden önceki resûllerle de alay edilmişti. Böylece alay etmiş oldukları şey, alay edenleri sarıverdi.

 

Âyetin bu kısmında yer alan hâka fiili, hayk kökünden türemiştir. Fiil kalıbından “…onlara vacip oldu.”, isim kalıbında “musibet” anlamına gelmektedir. Ferrâ, hâka kelimesine “döndü, tekrar geldi.”; Zeccâc ve Ezherî “…kuşattı.” manalarını vermiştir. Kuşatan, muhit, kuşatma ise ihâta ile ifade edildiği için hâka fiilinin kuşatmadan daha ileri bir süreci anlatan “…sarıverdi.” şeklinde çevrilmesi daha isabetli görünmektedir.

İstihzâ, muhatabın konuları derinlemesine düşünmesine, doğru hükümler ve tedbirler almasına engel oluşturan bir hafifliktir. Resûllerin fıtrata uygun hak mesajına karşı sığ ve önemsiz bir tavır takınmak onların sonlarını getirmiştir. Zîra resûle tâbi olanların kalitesi hayatı ciddiye alanlar olmuşken müşriklerin elinde bu alaycılar kalmıştır. Sonuç, disiplinsiz sürü ile hareket eden yığınlardır. Yapılan mücadelelerde Müslümanları öne çıkaran, hayatı ciddiye almaları ve davaya sonuna karar kararlılık ile sahip çıkmalarıdır. (Bkz. Gevşemeyin/alaya almayın, hüzünlenmeyin/karamsarlığa düşmeyin. Eğer imân etmiş kimseler iseniz gâlip gelecek olan sizlersiniz. Âli İmrân:139 “Allah’ın izni ile nice azlar çoklara gâlip gelmiştir.” Bakara:249) Allah’ın izni hayata koyduğu sosyolojik ve psikolojik yasalardır.

 

11- De ki: “Yeryüzünde dolaşın! Sonra bakın, yalanlayanların akıbeti nasıl oldu!”

Kurân’da altı yerde doğrudan gelen bu emir, zımnen saha araştırmalarının önemli bir bilgi vasıtası olarak kabul edildiğini gösterir. (Bkz. Rûm:42, Neml:69, Nahl:36, Ankebût:20, Âli İmrân:137) Kurân insan aklını ve idrakini hakîkate yöneltmek için bazen kâinatın mutlak düzen ve dengesine dikkatleri çeker. Bazen bitkilerin ve hayvanların yaratılışına akılcı gözle bakılmasını tavsiye eder, bazen de gelip geçen medeniyetlerin kendilerine tanınan sürelerde neler yapıp yapmadıkları üzerinden yükseliş ve çöküşlerin sebeplerinin araştırılmasını ister. Bu tefekkür yolculuğunun hedefini bir sonraki âyet şöyle ifade edecektir:

 

12- De ki: “Göklerde ve yerde olan şeyler kimindir?" De ki: Allah’ındır! O kendi üzerine rahmeti yazdı. Muğlâklığın olmadığı kıyâmet gününde, sizleri mutlaka bir araya getirecektir. Buna rağmen kendilerini hüsrâna sokanlar, inanmazlar!

 

Rahmeti kendi üzerine yazmak, farz kılmak anlamına geldiği gibi ilke edinmek manasına da gelmektedir. Söz uçarken yazı kalıcıdır. Rahmetin bir kural gibi yazı ve kitap ile ifadesi onun duruma ve şarta göre değişmediğinin Kurân’î ifadesidir, ilâhî teminatıdır. Bu âyet şerrin Allah’a izafe ve isnât edilemeyeceğinin de en önemli delillerindendir. Zîra Allah şerri, hâşâ zulmü veya kötülükleri değil sadece rahmeti ve merhameti, yani duyarlılığı kendisine ilke edinmiş, bu yüzden barış ve sulh dini olan İslam’ı kullarına yaşam tarzı olarak seçmiştir. (Bkz. “Allah katında din İslam’dır.” Âli İmrân:19)

Nefsihi kelimesi “zâtına, öz benliğine” demektir. Yüce Allah, rahmet ve merhameti nefsine/kendine ilke edinmiş, sıfatlarının merkezine yerleştirmiştir. Bu Kurân’î hedefin Allah üzerinden ifadesinin amacı nedir? O amaç zımnen, her kul kendi öz benliğine, hayatının merkezine rahmet ve merhameti yerleştirsin diye. Zaten insan fıtratı da rahmeti merkeze almaya uygun yaratılmıştır. Onu yaratan, insanı böyle bir potansiyelle yaratmıştır.

Onu yaratan, insanı böyle bir potansiyelle yaratmıştır.

Rahmet oluşturan “r-h-m” kökü sözlükte “sevgi, merhamet, şefkat, bağışlama, saf iyilik, güzellik” manasına gelir. Er-Rahmân sıfatının mahlûkat üzerindeki tezahürüne de er-Rahîm denmiştir. Bu kökten gelen kelimelerin eski dünya dillerinde meşhûr ve yaygın olduğunu görüyoruz; Akadcada döl yatağı, rahîm (remu), merhamet eden tanrı (remânu); Aramice rahîm, merhamet (rhm);  İbranîce rahîm, merhamet (raham); Hintçe iyilik tanrısı (Brahma) hep aynı köktendir. Sevginin ve merhametin babası anlamına gelen Eb-Raham’ın bütün Sami dillerinde ve hatta Hintçede bile kullanıldığını görüyoruz. Kelimenin buralardan evirilerek Arapçaya geldiği anlaşılıyor. Bunların hepsi Arapçadaki rahmet, rahmân, rahîm kelimeleri ile aynı anlam iklimindendir. Asurca, Aramice, Keldanice, İbranice, Arapça gibi tüm Sami kökenli Ortadoğu dillerinde “rhm” kökü sevgi ve merhametle ilgilidir. Demek ki Allah’ın öz varlığında mündemiç (içkin) bulunan Rahmân (merhametin kaynağı) sıfatı insanlıkla yaşıt tüm vahiylerin ortak çağrısıdır.  

Allah’ın insanlığa elçi göndermesi, kitap indirmesi, dünyada iken onları uyarması, onlara mühlet vermesi ve ölümden sonra tekrar onları diriltip hiçliğe mahkûm etmemesi hep O’nun rahmetinin gereğidir. Bu nedenle gönderdiği her âyet, anlattığı her kıssa, verdiği her örnek bu minvalde yorumlanmalıdır. Bizi merhamete, sevgiye, barış ve sulha götürmeyen vahyin her yorumundan ve Kurân’ın her tevilinden veya mealinden uzak durulmalıdır. Neden? Zîra:

 

13- Ve gecede ve gündüzde sükûn bulan O’nundur. Ve es-Semi, el-Âlim olan O’dur!

 

Gece ve gündüzde sekîneye yani sükûn ve huzura kavuşan her söz ve eylemin sahibi, sebebi, yaratıcısı el-Hayr, Rahmân ve Rahîm olan Allah’tır. Gece-gündüz hayatın her anında vuku bulan kötülüklerin, şerrin, savaş ve kaosun sebebi de sahibi de Allah değildir. Bu yüzden âyette sükûn bulan şeyleri Allah üstlenmiş ve kendisine isnât ile kullanmıştır. Âyetin sonu neden Semi ve Âlim esmaları ile sonlanmıştır? Zîra sizin gece/gizli ve gündüz/aleni yaptığınız kötülükleri, şerri Allah’a isnatlarınızı da çok iyi duyar ve çok iyi bilir uyarısıdır.

(Semı’: Şuarâ 220, İsrâ:1, Yûnus 65. Âlim: İnsân:30, Arâf:200, Mülk:13, Zâriyât:30,Yûnus:36–65,Hûd:5,Yûsuf:6-83-100, Hicr:25-86)

 

14- De ki: “Gökleri ve yeri yarıp ortaya çıkaran Allah’tan başka bir velî mi edineyim? Ve O doyuran lâkin doyurulmayandır.” De ki: “Muhakkak ki ben, teslim olanların evveli olmakla ve müşriklerden olmamakla emrolundum.”

 

Fatr kelimesi, içinde gizleneni ortaya çıkarmak için yarıp açmak manasına gelir. Rahmet ve merhameti kendisine ilke edinen Rabbimiz bu minvalde gökleri ve yeri bir tohumu çatlatır gibi yararak merhameti gereği ortaya çıkarmıştır. Bu âyetler sadece insanın özünde değil, varlığın mayasında da rahmet ve merhametin olduğunu göstermektedir.

“Allah’tan başka bir veli edinmeme” çağrısı yine kula, nesneye ve nefse kulluğun önüne geçen bir bilinç inşâ etmek içindir.

Bu bilincin kuldaki tecellisi, velâyetini üstlendiği kişilere karşı rahmet ve merhamet temelli bir ilişki içinde olmaktır. Hz. Peygamber’den de böyle davrananların evveli, öncüsü, örneği olması istenmektedir. Bu bağlamda âyet; Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın mahlûkata yüklediği potansiyelin üstünü örten, nefsânî ve şeytânî isteklerle çevresine terör estirenin merhametsiz, zâlim ve müşrik olduğu ifade etmiştir. Ayrıca resûl de, ne gerekçe olursa olsun onlara benzememekle emrolunmuştur. Sadece barışa, sulha, marufa teslimiyet yetmez; aynı zamanda zulüm, haksızlık ve münkerle mücadele de emredilmiştir.

 

15- De ki: “Muhakkak ki ben, Rabbime isyan edersem azîm günün azâbından korkarım.”

 

Rahmân ve Rahîm olana isyan, merhamet ve rahmetin zıddı bir yol tutmaktır ki, öfke ekenin fırtına biçmesi gibi bu nefret bir gün döner, yapanı da vurur. Zîra bu hayatın temeli, rahmete aykırı tutumlara mutlaka karşılığını vermek üzere kodlanmıştır. Peygamberden kendi üzerinden örnekler vermesinin, suçlayıcı ve ötekileştirici olmamasının istenmesi; fıtrata uygun, Kurân’î bir düsturdur. Bu tasavvur, resûlün üslûbu üzerinden tüm müminlere de öğretilmektedir. Karşının suçu ve düştüğü durum üzerinden empati yaparak çözümler önerilmelidir. Zîra Kurân’î ve Rahmânî usul bunu gerektirir.

 

Azîm günün azâbı ifadesinin açılımı, kişiyi zor durumda bırakan mahrûmiyet ve sıkıntı dönemidir. Korkunun haşyet değil de havf ile ifade edilmesi, bu olası günün neler getireceği konusundaki belirsizlik ve endişeleri yansıtmak içindir.

 

16- Kim değişirse, artık o gün ona rahmet edilir. Ve işte bu, apaçık bir kurtuluştur.

 

Bu cümle bir önceki âyet olan Rabbe isyan ile birlikte düşünüldüğünde değişimin yönünün ve yerinin tarif edildiği anlaşılır. Yeri dünya, yönü de isyandan ıslâha doğru bir değişim ve dönüşümdür.

 

Fevz kelimesi kurtuluş, başarma ve zafer demektir. Necât; kötülükten kurtuluştur. Fevz ise, arzu edilene ulaşarak istenmeyenden kurtuluştur. Bu nedenle Rabbimiz cehennemden necât bulmaları ve cennete nail olmaları sebebiyle müminleri fâizun (kurtuluşa erenler) diye isimlendirmiştir. Yine yakın anlamdaki zafer ise, kavga edene karşı üstünlüktür. Fevz, şerrin meydana gelmesine karşı kazanılan zafer demektir. (Burûc:11, Nebe:31,Sâffât:60, Yûnus:64)

 

Sarf, bir şeyi bir hâlden başka bir hâle çevirmek veya onu başkasıyla değiştirmektir. Tasriful-kelâm, sözün değişik örneklerle açıklanması; tasrifud-derahim, paranın başka bir şeyle değişimidir. Bu işleri yapana da “sarraf” denir. Hâlin değiştirilmesinden bahsedilmesi, ölüm günü gelmeden dünyada yapılması gereken bir değişim olmasındandır. Zîra rahmet ve merhamet yönündeki küçük değişimler iyi bir insan olma yönündeki büyük dönüşümün ilk adımlarıdır. Değişimin mübîn/apaçık kurtuluş olması, bunun kendi içinde, hâle yansımayan bir kısır döngü değil, dışa yansıması gereken bir davranış ve ahlâk olması gerektiğini gösterir. Sözün özü, rahmet temelli bir değişim insanı teslimiyet ve sükûna kavuşturur ki bu hâl, davranışlara yansıyan mübîn bir kazanım, isyan ve zulümden kurtuluştur.

 

17- Ve eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, artık onu, O’ndan başka giderecek yoktur. Sana bir hayır dokundurursa ki O, her şeye kadîrdir.

 

Bu âyetlerden Allah’ın kuluna zarar vermek istediği veya verdiği anlamını çıkarmak doğru değildir. Çünkü kulun başına gelen bütün zarar, belâ, sıkıntı ve kötülükler kendi nefsinden kaynaklanmaktadır. Kurân’ın bu temel ilkesi, Nisâ sûresinin 79. âyetinde açıklanmıştır: “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir.” (Nisâ:79) Aynı şekilde Yûnus sûresinin 12. âyetinde de “İnsana bir zarar dokunduğu zaman…” derken, “zarar” özne durumundadır. Allah zararı dokundurmuyor, zarar kendisi dokunuyor. İsrâ sûresinin 83. âyetinde de nimeti veren Allah’tır, kötülük ise sebebin sonucu olarak kendisi oluşmakta/dokunmaktadır. Bu bağlamdaki ifade, kulun isyanı ve tercihi sonucu oluşan zarar durumudur. Bu yasayı Allah, önceden belirlediği bir sürecin sonunu anlatmak için kendine isnat ile kullanılmıştır.

 

Nüzul ortamında böyle bir âyete neden ihtiyaç duyulmuştur? Yapılanların tamamının (zarar ve yararın) sadece el-Kadîr olan Allah’ın yasaları/takdiri çerçevesinde oluşma zorunluluğunu öğretmek içindir. Bu yüzden âyetin sonu el-Kadîr esmasıyla sonlanmıştır. El-Kadîr, her şeye bir ölçü/kader/miktar takdir eden demektir. Zîra muhatap mahlûkata konan kaderin/yasaların şuurunda değildir. Sünettullaha aykırı büyü, sihir ve tılsımlarla uyduruk cinlerini musallat edip Hz. Peygamber’e zarar verebileceklerini zannetmektedir. Bu zanlar, o kadar güçlüdür ki Hz. Peygamber’in vefatından sonra güya ona sihir/büyü yapıldığını ve onun da günlerce bu büyünün etkisinde kaldığına dair uydurma rivâyetlere bile itibar edilmiştir. (Bu rivâyetler için bkz. Buhârî, Tıbb 47, 49, 50; Bed'u'l-halk 11; Cizye 14; Edeb 56; Daavât 58; Müslim, Selâm 43; İbn Mâce, Tıbb 45; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 6/57, 63-64, 96, 367)

Âyette zararın önce, hayrın sonra ifade edilmesi zararın dokunmamasının da önemli bir hayr olduğunu gösterir. Önceki âyetteki apaçık kurtuluşun tarifi bu âyette yapılmıştır. O da kötülükten, zarardan necât bulup kurtulma, arzu edilene ulaşma manasındaki o köklü değişim ve dönüşümdür.

 

18- Ve O, kullarının fevkinde Kâhir’dir ve O, Hakîmdir, Habîrdir.

 

Kurân’da “kâhir” kelimesi, Allah’ın sıfatı olarak iki âyette geçmiştir. (Enâm:18, 61) Kahr; hem üstün gelme hem zelîl kılmadır. Ayrı ayrı her iki manada da kullanılır. Allah’ın Kâhir oluşu, kulları üzerindeki otoritesini anlatmaktadır ki bu otorite Hakîm ve Habîr sıfatları ile düşünülmelidir. Arâf 127’de Firavun’un “Biz onlar üzerinde kâhiriz.” derken kastedilen mana, istediğimiz bilgiyi öğrenebilecek güce sahibiz demektir ki, bu Rabb sıfatından sonra ikinci ilâhlık taslayışıdır. El-Hakîm; hep hikmetle hükmeden, her hükmünde tam isâbet kaydeden, her şeyi yerli yerince yaratıp işini kusursuz yapan demektir. El-Habîr; her şeyin iç yüzünden en iyi haber alan, her şey hakkında en iyi haber veren demektir. Kullarından haberdâr olma ve hakîm olma konusunda Allah Kâhir ve Kahhâr olandır. Bazı ülkelerin insanların attığı her adımdan haberdâr olduğu iddiası Allah’a şirk koşmaktır. Sadece O kulları üzerinde Kâhir, Hakîm ve Habîr olandır.

 

19- De ki: “Hangisinin şehâdeti en büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah şehîttir. Bu Kurân sizi ve kime ulaşırsa onu uyarmak için bana vahyedildi. Ve siz Allah ile beraber başka ilâhların olduğuna gerçekten şâhitlik ediyor musunuz? De ki: “Ben şâhitlik etmem. O, sadece bir tek ilâhtır. Muhakkak ki ben, sizin şirk koştuklarınızdan beriyim.”

 

Şehîd kelimesi sözlükte hazır bulunmak, bilmek ve haberdâr olmak gibi anlamlar taşıyan “ş-h-d” kökünün türemiştir. Bir önceki âyetin Habîr ile bitmesi, burada da aktif şâhitliğin (şehitliğin) Allah’a isnâdı konusundaki uyumun gereğidir. Ulûhiyeti niteleyen “Şehîd” ismi, “her şeye şâhit olduğu için haberdâr olan, kendisinden hiçbir şey gizlenemeyen ve hiçbir şeyi unutmayan Allah” anlamına gelir. Şehîd kelimesi, Kurân’da 35 geçer. (Krş. Müzzemmil:15, Âdiyât:7) Bunlardan on dokuzunda Allah’ı niteler. (Burûc:9, Rad:43, İsrâ:96, Yûnus:29-46)

 

“Kurân mesajının kendisine ulaşmadığı kimseler bu mesajdan sorumlu tutulacaklar mıdır?” Okuduğumuz Enâm:19, bu sorunun cevabı niteliğindedir. Âyet dolaylı olarak bu soruya “Hayır!” der. Zîra âyetin ilk kısmında geçen şehâdet kelimesi aktif bir tanıklığı ifade eder. Âyetteki “sizi ve ulaşan herkesi” ifadesi peygamberimizin sadece Araplara değil, tüm insanlara elçi olarak gönderildiğini açıklamaktadır; ancak şart mesajın ulaşmasıdır. Bu, mesajın mahiyetinin son saate kadar ve tüm coğrafî mekânları kapsadığı anlamına gelmektedir. Nitekim bu anlam, Enâm 92. âyette de benzer bir ifade ile teyit edilmiştir.

 

Âyetin bu kısmındaki belega (erişmek ulaşmak) fiilinin öznesi, Kurân’dır. Cin suresinde de örneklendirildiği gibi Kurân, resûlün bilgisi olmadan uzak diyarlara yabancılar/cinler yoluyla taşınmakta, bu evrensel ilâhî mesaj oralara da ulaşmaktadır. Kurân, hareket eden bir canlı gibi tavsif edilmiştir. Bu benzetme ile ulaşma eyleminin ona verilmesi dikkat çekici bir detaydır ve Cin sûresinin akabinde inmesinin gereğidir. Şimdi cinlerin getirdiği mesajı işiten Yesripli Yahudi ve Hristiyanlara âtıfla şöyle bir gaybî bilgilendirme yapacaktır:

  

20- Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu kendi oğullarını tanır gibi tanırlar. Ne var ki güvenmeyenler, kendilerini hüsrâna düşürdüler.

 

Sûre Mekkî olmasına rağmen Medine’deki ehlikitaptan (kendilerine kitap verilenlerden) bahsetmektedir. Cin sûresine verdiğimiz mana bu sûrenin Mekkî mi, Medenî mi olduğuna dair tüm tartışmaları sonlandırmaktadır. Allah Resûlü’nün çevresinde Yahudi veya Hristiyan olmasa da Kurân onların mesaja karşı verecekleri tepkileri başta Allah Resûlü olmak üzere tüm muhataplarına gaybî olarak haber vermektedir. Zîra bu haberler, kullarının fevkinde Kâhir, Hakîm ve Habîr’in gaybı izhar etmesidir.(Bkz. Cin:26-27) Ayrıca bu anlatım Enâm 18. âyette el-Hakîm ve el-Habîr esmalarının neden seçildiğinin gerekçesi hükmündedir.

 

“Kendi oğullarını tanır gibi tanırlar.” ifadesi de manidardır.  Bahsi geçen ehlikitap Hz. Peygamber ile hiç tanışmamış olmalarına rağmen bir grup neferin getirdiği âyetleri, ellerindekini tasdik eden sözleri işitmiş ve anlamışlardır. Böylece Hz. Muhammed’in ancak Allah’ın Resûlü olacağına dair hâkim bir kanaat oluşmuştur. Bu gerçek Ahkâf 30’da Yahudi bir cinin/yabancı neferin dilinden şöyle ifade edilmiştir. “Dediler ki “Ey kavmimiz! Muhakkak ki biz, Mûsâ’dan sonra indirilen, onların elindekini tasdik eden, hakka ulaştıran ve istikâmet verilmiş yola hidâyet eden bir kitap işittik.” Bu âyette neden İsâ’dan sonra değil de Mûsâ’dan sonra dendiği üzerinde düşündüğümüzde bu cinin/yabancının Mûsevî olduğunu, ilâhlaştırılan Rab Mesih dogmasından haberdâr olmadığını anlamaktayız.

 

21- Ve Allah’a karşı yalanlarıyla iftira atan veya O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim vardır? Muhakkak ki O, zâlimleri felâha ulaştırmaz.

 

Neden? Zîra O Rahmân ve Rahîm’dir de ondan. Kurân’da tam 60 yerde geçen “iftira” kelimesi, çoğunlukla yalanla birlikte gündeme getirilmiş ve en büyük uydurmanın Rahmân ve Rahîm olan Allah’a iftira olduğu vurgulanmıştır. (Furkân:4, Tâhâ:61, Arâf:37, Secde:3, Kehf:15, Hûd:14-35)

 

Neden Allah’a iftira en büyük zulümdür? Zîra insanların en güçlü duygusu inançlarıdır. Bunları sûistimal etmek, hem o inanca müntesip olanlara hem hak ve hakîkatlere karşı işlenmiş en büyük iftira ve zulümdür. İnsanların kutsallarına dil uzatmak, Kurân’da sürekli kınanmıştır. Enâm sûresinin 108. âyeti bu konudaki noktayı şöyle koyar: “Allah’ın astında dua ettiklerine sövmeyin! Aksi hâlde ilimleri olmadan, haddi aşarak onlar da sizin kutsalınıza/Allah’ınıza söver.” Bu nedenle Kurân her zaman alay, hakaret, iftira ve yalana -ne adına olursa olsun- karşı çıkar ve harâm kılar.

 

22- Ve o gün hepsini haşredeceğiz, sonra ortak koşanlara diyeceğiz ki: “Ortak zannettikleriniz nerede?”

 

Buradaki zanlar kişinin başta kendisine karşı söylediği yalanlar sonucunda oluşan avuntulardır. Onların imtihanı hakîkat karşısındaki tutumlarıdır. Bu o kadar belirleyici bir elektir ki bu potadan ancak kendisine karşı dürüst, hayatı objektif bir şekilde okuyabilen, öz eleştiri yapabilenler çıkacaktır. İşte onların fitnesi 23. âyette şöyle ifade ediliyor:

 

23- Sonra onların fitnesi: “Vallahi Rabbimiz, biz müşrik olmadık.” demekten başka olmadı.

 

Kısaca “fitne” deneme ve imtihana tâbi tutmak, sınamak, maddî ve manevî sıkıntı, üzüntü, belâ ve felâketlere karşı duruşun test edilmesi, imtihandan geçmesidir. (Bkz. Müddessir:31) Âyette geçen “onların fitneleri” ifadesindeki “fitne” kelimesi genellikle mazeret olarak anlaşılmıştır. “Fitne” kelimesinin ana anlamı “özün ortaya çıkarılmasına yönelik yakma, ateşe atma, baskı altına alma” demektir. Fitnenin Allah’a değil de müşriklere isnâdı kendi oğullarını tanıdıkları gibi mesajı tanımalarına karşı hakîkat karşısında verdikleri imtihanı yalanları ile kaybetmeleridir. O yalanlara Allah’ın üzerine yemin ederek devam etmektedirler. Bu tutumları dünyadaki ahlâki sorunlarının yansımasıdır. Zîra Kurân’daki âhiret pasajlarının tamamı dünyadaki yapılanların izdüşümü olarak okunup anlaşılmalıdır.

 

24- Bak! Kendilerini nasıl yalanladılar. İftira etmiş oldukları şey, onlardan saptı.

 

Hakîkati bildikleri hâlde din üzerinden devşirdikleri rant, itibar, güç ve para onları kendi kendilerini tekzibe ve çevrelerine yalan söyleme noktasına getirmiştir. Bu sadece din üzerinden değil; siyaset, bilim ve sanat üzerinden de yapılan yaygın bir hastalıktır.  Kişi hakîkate karşı önce kendisine yalan söyler. Kendisini; kötülüğün ve yanlışın, iyi ve doğru olduğu yönünde iknâ eden birinin yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Din adına Hz. İsâ’nın ve diğer resûllerin de canına kasteder, birçok insanı engizisyonlarda haksız yere katleder. Ancak insan önce kendisine karşı dürüst olsaydı sorunları çok daha çabuk görüp öz eleştiri sonucu çözüme yönelebilirdi. İnsanın gerçekler karşısındaki psikolojik hâlini bir sonraki âyet şöyle tarif eder:

 

25- Ve onlardan seni dinleyenler vardır. Ve onu fıkhetmede kalplerinin üzerine kapak kıldık ve kulaklarında ağırlık vardır. Ve onlar bütün âyetleri görseler de ona inanmazlar. Hatta sana geldikleri zaman, seninle cedelleşen kâfirler derler ki: “Bu ancak evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir.”

 

Yucâdilûne/cedelleşmek; çekişmek, tartışmak, münâkaşa etmek demektir. Halk dilinde becelleşmek, cebelleşmek, mecelleşmek şekillerinde de kullanılır. Ekinne; kapak, kılıf, perde manasına gelir. Vakr ise ağırlık demektir. Kulağın duymasına rağmen dinlediğini doğru anlayıp yorumlamayı engelleyen fikrî bagajlar, bâtıl gelenekler ve kültürel yükler yüzünden özgürce düşünemediklerini anlatan fikrî sağırlık manasındadır. Âyette kalbin yani düşünüp algılamanın önünde bir engel gibi duran “ekinne ve vakr” kelimeleri; aklın dışarıdan gelen mesajlara açık olmadığını, farklı görüş ve yorumlara kapalı, bağnaz ve sabit fikirli oluşunu ifade eden bir benzetmedir. Amaç soyutu somutlaştırıp anlamayı kolaylaştırmaktır. Buna rağmen farklı görüşlere karşı besledikleri ilkel tutumları anlamalarına engel olmuştur. Yorumlarımızı duyusal organlar bazında değil de düşünsel yapmamızın sebebi âyetin “onu fıkhetmelerine karşı” ifadesindeki fıkıh denilen derinlemesine anlama, düşünme faaliyetine yapılan âtıftır.

Neden düşünmedeki engel, anlamadaki ağırlık biz kullanımı ile Allah’a isnât edilmiştir? Zîra bu durum geçmiş ve dayatılan dogmalar ile bir süreç sonucu oluşmuş yüklerin ve özgür düşünemeyen insanların farklı görüşler karşısındaki tutumlarının sonucudur. Bu sebep-sonuç yasası, el-Kadîr olan Allah tarafından, en başta takdir edildiği için bu ve buna benzer âtıflar hep Allah’ı gösterir. Zaten kadîrimutlak bir Rabbin hitabının merkezde ilâhî takdirin olmasından daha doğal ne olabilir. Rahmân olan Rabbimiz, yasalarını vahyi ile hatırlatarak kullarını bu tarz hatalı tercihlerden korumayı irâde etmiştir. (Benzer kullanımlar için bkz. Kehf:57, İsrâ:46) Ancak muhatap uzatılan bu rahmet elini “eskilerin satırları/masalları” diyerek geçiştirmiştir. Bu geçiştirme bile Kurân’ın insanlıkla yaşıt, fıtrî ve evrensel söyleminin itirafı hükmündedir. Kurân’ın, Mekke’de yükselen fıtrî söylemini hafifletmek için, bu ön yargılı, bağnaz zâlimler, türlü türlü savuşturma refleksleri geliştirmiştir. Bunlardan bazıları şunlardı: “…eskilerin yazdığı satırlar, masallar/esâtiru’l-evvelîn…” (Bkz. Kalem:15, Neml:68), “…öteden beri nakledilegelen bir sihir…” (sihrun yu’ser: Müddessir:24) “…onun uydurduğu bir iftiradır.” (ifkun müftera: Furkân:4), “…apaçık sihir/aldatma…” (sihrun mübîn: Müminûn:89), “…kadîm bir iftira…” (ifkun kadîm: Ahkâf:11)…

 

26-27- Ve onlar, onu yasaklarlar ve ondan uzak dururlar. Ve farkında olmadan aslında sadece kendilerini helâk ederler. Ve tutuldukları yerin ateşin tam üstü olduğunu bir görsen! Artık derler ki: “Keşke biz geri döndürülsek ve Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve biz müminlerden olsak!”

 

26. ve 27. âyetleri birleştirme gerekçemiz 27. âyetin başı olan ve tutuldukları yerin, ateşin üstünde olduğunu ifade eden cümlenin aslında 26. âyetin devamı olmasındandır. Bu üç cümle “ve” ile başlarken 27. âyet Kurân’ın çoğu yerinde karşılaştığımız gibi “fe kâlû/Artık dediler ki:” şeklinde başlamıştır. Okuduğumuz âyetlerde tipik müşrik davranışları örneklendirilmiştir. Bu davranış kalıpları; Müslüman, Hristiyan veya Yahudi gibi her inanç grubunda yâda ateist, deist gibi imânsız inançlarda da kendisini gösteren genel hastalıklardır. Öncelikle müşrik kafa, ön yargılıdır. Kalpteki kapak ve kılıflar, karşısındakinin düşüncelerine, inançlarına saygı duymaz, onu dinlememek için sürekli sözünü keser ve yasakçıdır. Olur, olmadık yasaklar, haramlar çizerek onları kontrol etmeyi ister. Uyduruk yasaklarını tanımayanlara karşı da konuyu kişiselleştirip cedelleşme/tartışma yanlısıdır. Bu davranış kalıbı aslında kişinin kendisine ve çevresine verdiği en büyük zarardır. Zîra onu itibarsızlaştırarak yalnızlığa sürükler. Cedel ile savunduğu bağnazlığın, farklı düşüncelere karşı takındığı düşmanlığın sonunda Allah rızası, sevap, itibar, övgü veya cenneti kazanacağı zannı onu şuursuzca helâka sürüklemektedir. 26. âyet ile 27. âyet arasındaki cümlede geçen “iz vukıfû” tutuklanmak, saplanıp kalmak, kurtulup çıkamamak manasındadır. “Tevfik edilmek” şeklinde Türkçemizde de kullanılmıştır. Şuursuzca kendisini helâka sürükleyenlerin aslında ateşle oynadığı, tutkuyla bağlandıklarının onların sonunu nasıl getirdiğine dair bir sahne gösterilmiştir. Âhiretten açılan bu pencerenin muhatabı müşriklerden önce müminlerdir. Bunu “velev terâ/bir görsen” ifadesi ile Kurân vermektedir. Âyet; müşriklerin, bağnazların, zulüm ile elde ettikleri dünyevî makamlarının, imrenilen servetlerinin aslında ateşin tam üstü olduğuna dair o hikmetli bakışı resûl ve müminlere öğretmektedir.

 

28- Bilakis, daha önce gizlemiş oldukları şey onlara belirdi. Ve şâyet geri döndürülselerdi men edildikleri şeylere mutlaka dönerlerdi. Ve muhakkak ki onlar, gerçekten yalancıdırlar.

 

Âyetin ilk kısmında geçen “gizledikleri” ifadesiyle ne kastedilmiştir? Bazı müfessirler bunu “amel defterlerindeki kötülükleri, çirkin hâlleri, inkârları veya gizledikleri münâfıklıkları” şeklinde açıklarken, bazıları “ehlikitabın; Hz. Muhammed’in getirdiği mesajı işittikten sonra onun hak peygamber olduğuna dair gerçeği gizledikleri” şeklinde yorumlamıştır. İbn Âşûr’un görüşüne göre müşrikler inanmayı icap ettiren delilleri veya müminlerin başarılarını gördükçe gizliden gizliye İslâm inancının gerçek olabileceğini düşünüyor, fakat hâkimiyet ve güçlerini devam ettirmekteki ısrar ve inatlarından dolayı Hz. Peygamber’in üstünlüğünü ve müminlerin hayırlarda, faziletlerde kendilerinden daha ileride olduklarını itiraftan kaçınıyorlardı. Bizce âyette geçen “Bilakis, daha önce gizlemiş oldukları şey onlara belirdi.” ifadesinden onların aslında 27.âyetin sonundaki “Keşke biz müminlerden olsaydık!” temennisi olduğu kanaatindeyiz. Güvenilir, dürüst ve iyi insanlar olma yönündeki fırsatı kaçırmışlardır. Ancak onlara bir fırsat daha verilse bile yine bu hataları tekrarlayacakları haber verilmiştir. Müslümanlar arasında kibirli müşriklerin köleleri ve toplumun en zayıf kesimleri de bulunmaktaydı.  Müşrik kafa ıslah edilmemiş kibirden beslenir. Bu olduğu sürece alçakgönüllü, mütevazı, sâlih insanlar olmayacakları bellidir. Benmerkezci ve fıtrata aykırı hayat tarzının en önemli sebebi âhiri/geleceği olmayan dar ufuklarıdır.

 

29- Ve dediler ki: "Bizim hayatımız ancak dünyadadır ve biz diriltilecek değiliz.”

 

Kurân’daki müşrik tipi, tek tip değildir. Âhirete inanan, putların dünya ve âhirette kendilerine şefaat edeceğine inananlar da vardır.(Bkz. Yunus:18) Yine âhirete inanan; ancak Hz. İsa’yı Rab edinenler de hem hakikati örtükleri için kâfir hem de Allah’a ortak koştukları için müşrik olmuşlardır. (Bkz. Mâide:17 ve Nisa:171) Nasıl ki şirk tek çeşit değilse müşrikler de ehli kitapta tek tip değildir (Bkz. “Onların hepsi bir değildir” Ali imran:113). Buradaki tip, ateist ve deist müşriklerin âhireti inkâr eden öncüleri/atalarıdır. Kurân’ın belirttiğine göre, yukarıda özelikleri tek tek sayılan insanların en zor kabul ettikleri inanç ilkesi, öldükten sonra dirilme ve onun getirdiği âhiret hayatıdır. Peygamberler ve ilâhî vahiy en çok bu konuda tepki görmüş ve inkâr cihetine gidilmiştir. Kurân’da sık sık “Allah ve âhiret gününe imân” birlikte zikredilmek sûretiyle bu inancın önemi ve âhireti inkâr etmenin hayatı nasıl cehenneme çevireceğinden bahsedilmiştir.

 

30- Ve Rabblerinin huzurunda tutuldukları zamanı bir görsen! Dedi ki: “Bu hak değil mi?” Dediler ki: “Evet!” Ve Rabbimiz dedi ki: “Artık örttüğünüz azâbı tadın!”

 

27. âyette ateşin üstündeki yerden, tehlikeli konumdan bahsedilirken, burada da eli kolu bağlayan o zor zamandan yani Rabbin huzurundaki hesap gününden bahsedilmiştir. Arâf sûresindeki “Kâlû belâ” ifadesi bu âyette de geçmektedir. Ancak bu diyalogu okuyan hiç kimse  bezmielesti veya rûhlar meclisini düşünmez. Burada Rabbimiz yargılamadan sonra suçlulara, mücrim zorbalara ”Hak ettiğiniz bu değil mi?” şeklinde bir soru sormuş, karşılığında “kâlû belâ/Dediler ki: Evet!” şeklinde bir cevap almıştır. Bu cevabın akabinde Rabbimiz “Artık azâbı tadın!” diyerek cezâyı başlatmıştır. Bu tutum suçlunun da o cezâyı hak ettiğine dair vicdanî tatmininin gerçekleştiğini göstermektedir. Böyle bir örnek yargılamaya dünyada yaklaşılsa zanlı yargılama sonucu ne adâlet sistemine ne hâkime ne de devletine düşman olur. Haksızlık ve adâletsizliğe uğramadığını bildiğinden sükûnet ve kabullenme içinde cezâsını çeker.

 

31- Allah’a kavuşmayı yalanlayan kimseler hüsrâna düştüler. Hatta o saat âniden onlara gelince, sırtlarındakini taşıyarak dediler ki: “Orada ifrata düştüğümüz şeyler üzerine bize yazıklar olsun!” Sırtlandıkları yükler ne kötü, değil mi?

 

Hasira/hüsrân kelimesi; alışverişte aldanmak, eksik yapmak, kaybetmek, iyilikten uzaklaştırmak gibi anlamlara gelir. Bağteten de ansızın demektir. Evzar ise vizr kelimesinin cemi’dir.  Vizr, ağırlık demektir. Bu insanlar hesabını veremeyecekleri kadar kötülük, aldatma, kandırma, yalan, iftira ve suç yükünü yüklenenlerdir. Mümin de günâh işleyebilir; ancak günâhından pişman olup dönebilmesini sağlayan âhiret inancına sahiptir. Bu âyette günâhlarda ifrata yani aşırıya kaçmalarının en temel sebebi; Allah’ın huzuruna bir gün çıkıp hesap vereceğine dair inancın yitirilmesidir. (Bkz. “Bizim hayatımız ancak dünyadadır ve biz diriltilecek değiliz. Enâm:29) Bu yüzden birçok hata ve günâhın yükü altında ezilmişlerdir. Allah’ın ve dirilip ona kavuşmanın olmadığı bir hayat tasavvurunda insan sadece ve sadece maddî olanı, dünyevî itibar ve gücü biriktirir ki manevî âlemde bunlar sadece insanın belini kıran, hesabını vermesi gereken ağır yüklerdir. Hangi konumda olursak olalım neyi biriktirip çoğalttığımıza dikkat edelim. Âhiret inancının olmadığı bir dünya hayatı, insan için sadece oyun ve eğlence yeridir.

 

32- Ve dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Âhiret yurdu, takva sahipleri için hayırlıdır. Hâlâ akıl etmez misiniz?

 

“Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir.” cümlesi şu âyetler ışığında anlaşılmalıdır: “Biz; yeri, göğü ve ikisinin arasındaki şeyleri, oyun/eğlence olsun diye yaratmadık. Enbiyâ:16 “Ve gökleri ve yeri ve ikisi arasındakileri, oyun olsun diye yaratmadık. Duhân:38” Enâm 32 ile bu âyetler arasında sanki çelişki var gibi durmaktadır; ancak dünyayı bâtıl, eğlenilip zaman geçirilecek bir yer olarak görme zannı, hakîkati örtenlere aittir. İşte nüzûlde bu âyetlerin hepsinden önce inmiş Sâd: 27’de Rabbimiz şöyle buyurur: “Ve gökyüzünü, arzı ve ikisi arasındaki şeyleri bâtıl olarak yaratmadık. Bu, örtenlerin zannıdır.” Zaten “Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.” cümlesini genel bir kaide olarak anlamak, muhatabı dünyada atâlete; ondan el-etek çekmeye dair bir çağrının Kurân’da olduğu şeklinde hatalı bir anlayışa sürükleyebilir. Ancak âyetin başındaki “vav” bağlacı, bu cümlenin bir önceki âyette geçen, âhirete ve Allah’a kavuşmayı ummayarak ansızın huzura gelenlerin bakışı olduğunu ifade etmektedir. Yoksa peygamberler, muttakîler ve sâlih insanlar için dünya hayatı asla bir oyun, aldanış yurdu olmamıştır. Âhiret yurdunu düşünerek dünyadaki zamanımızı öldürmenin değil, değerlendirmenin çok daha hayırlı olduğundan Enâm:32’de bahsedilmiştir. Bu mübarek âyetler zihne şu soruyu bırakır: “Âhiri olmayan, yaratana, sonsuza uzanmayan bir hayatın oyun ve eğlenceden başka ne anlamı kalır?”

 

33- Doğrusu onların laflarının seni mahzûn ettiğini elbette biz biliyoruz. Aslında onlar gerçekte seni yalanlamıyor ve lâkin zâlimler Allah’ın âyetlerini bile bile inkâr ediyor.

 

Yechadûn kelimesi, “kalpte ispatı yerleşmiş olan şeye karşı tavır almak; kalpte olumsuz tutum sergilenen şeye karşı ise olumlu” yaklaşmaktır. (Bkz. Neml:14, Arâf:51) Burada Allah Resûlü’nü üzen, “yalancı olduğu” iddialarıdır. Haysiyetli insanlar için bu söylem, onur kırıcıdır. Resûlün getirdiği adâletli paylaşıma, dürüst ve erdemli hayat tarzına karşı çıkanların sadece zulümden beslenen zâlimler olduğu âyette özellikle belirtilmiştir. Zâlimlerin yaptığı inatçı inkârın tek nedeni kurdukları saltanatın bozulmadan nesiller boyu devam etmesidir. Dünyayı sadece oyun ve eğlence ile saltanat sürme yeri olarak gören birinde ahlâkî zaafların görülmesi kaçınılmazdır.  

 

34- Ve doğrusu senden önceki resûller de yalanlandı. Hatta yardımımız onlara gelene kadar onlar yalanlanmaya ve eziyetlere sabretti. Ve Allah’ın kelimelerini değiştirecek yoktur. Ve doğrusu, gönderilmiş resûllerin bir kısım haberleri sana gelmiştir.

 

Kurân’da Hz. Peygamber’e sabırlı olması yönünde sürekli uyarılar indirilmiştir. (Bkz. Müzzemmil:10, Tâhâ:130, Rûm:60, Sâd:17, Tûr:48) Bütün bu âyetler, sabrın ne kadar büyük bir ibâdet ve önemli bir değer olduğunu vurgulamaktadır. Sabır, yapılan yanlışlara karşı miskin miskin beklemek değil, zulme ve haksızlığa karşı, korkmadan ve çekinmeden safını korumak, dik durup safını terk etmeden mücadele etmektir. Sabır ve ilâhî yardımın bir cümlede sebep-sonuç ilişkisinde anlatılması önemli bir detaydır. Zîra Allah’ın yardımı her dâim sünnetullah çerçevesinde olmuştur. Bu sünnet/yasa, müminlerin doğru tutumu ve sabrı şartlarına bağlıdır. Ancak bu durumda ilâhî yardıma erişirler, değilse erişemezler. Kurân bunu bir cümle ile şöyle özetler: “Ey imân edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, o da size yardım eder. Muhammed:7” İşte bu Allah’ın kelimesi, yani hayata koyduğu değişmez yasasıdır. Resûl kıssalarının tamamında bu prensibin çalıştırıldığını görmekteyiz. Hz. Nûh’un; suyun üzerinde kalabilmesi için gemiyi inşâ etmesi, Hz. Mûsâ’nın denizi açıp kapatacak bir yol ile kurtulması (Bkz. Duhân:24), Hz. Sâlih’in develeri kullanması, hep yardımın Allah’ın yasaları çerçevesinde gerçekleştiğinin örnekleridir. Kurân’da dikkat edilirse, insanlık tarihinde etrafındakilere yol gösteren; dürüst, erdemli, güvenilir insanların sadece bir kısmının isminden ve başından geçenlerden bahsedilmiştir. O örnek şahsiyetler de genelde bölge halkının tanıdığı, önceki kitaplarda âtfı olan resûllerdir. Oysa bunun dışında her ırktan, her kültürden, her dilden de resûller gelmiştir. (Bkz. Ve Biz, (hiçbir toplumda) bir resûl diriltmedikçe azâp edici olmadık. İsrâ:15- Ve gönderdiğimiz hiçbir resûl yoktur ki, kendi kavminin lisânıyla onlara beyân etmiş olmasın! İbrâhîm:4) Rivâyete göre 124.000 peygamber gelmiştir. (Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned 5/265-266; İbn Hibbân, es-Sahîh, 2/77)

 

35- Ve eğer onların yüz çevirmelerini büyütüyorsan, bu durumda gücün yetecekse yerin dibinde bir tünel veya semâda bir merdiven ara! Böylece onlara bir âyet getir! Ve Allah dileseydi, elbette hepsini hidâyet üzere toplardı. O hâlde sakın câhillerden olma!

 

Nefak kelimesi “tünel”, yani yer altındaki gizli yoldur. Fiil olarak kullanınca “tünel kazmak” anlamına gelmektedir. Bu yolların başka bir yere açılan bir çıkışı vardır. Nitekim Arapçadaki “köstebek yuvası” ifadesi de bu kelimeden alınmadır. Münafık kelimesi de bundan türemiştir. Hangi yoldan gittiği belli olmayan, tarla faresi gibi nerden çıkıp nereye kaçacağı anlaşılmayan, bir yerden tehlike görünce öteki yola sapan, ikili oynayan, çok yüzlü insanı ifade etmektedir. Süllem kelimesi de “merdiven” anlamına gelmektedir. Bu kelime selâmet kelimesinden türemiştir. “İnsanı çukurdan selâmete ulaştıran araç” olmasındandır. Bu cevaptan Hz. Peygamber’in muhatap olduğu câhiliye Araplarının bu yönde beklentilerinin olduğunu göstermektedir. Yerin bir tepsi gibi olduğuna inanılıp dibine tünel açılması veya gökyüzünün tavan, kubbe zannedilip merdivenle ötelere bakılması merakı, isteği o dönemin hatalı kozmoloji algısının yansımasıdır. “Sakın cahillerden olma!” uyarısı gördüğü ile hareket eden, görmediğine, algılayamadığına inanmada inât eden, hatta bunda ısrarcı olan câhiliye kafasına bir göndermedir. Sebebinüzûlden; resûlün müşrik kodamanların ona yalancı demeleri ve ondan yüz çevirmelerinden etkilendiği, bu durumun onun zoruna gittiği, sanki onlar inanmasa dava çok şey kaybedecek gibi bir zanna kapıldığı anlaşılmaktadır. Âyet bir tasavvur inşası yapmaktadır. Davette mucize arayanlar, en basit konuda bile güven duymayan sağır, kör olan ölüler değil, mesajın evrensel ve insanî olduğunu anlayan; güvenen ve güven veren dirilerin ancak icâbet edeceğidir.

 

36- Muhakkak ki işitenler icâbet eder. Ve Allah, ölüleri diriltir. Sonra O'na döndürülürler.

 

Pasajın bu kısmında, ilâhî mesajı kulak ardı edenlerin manen ölü olduğu öğretilir. Vicdânı örtülü, aklı ve gönlü hayır ve iyilik yönünde çalışmayan insanlar, Kurân’a göre yaşayan ölülerdir. Bu minvalde ölülere daveti duyurmak imkânsızdır. (Bkz. “Muhakkak ki sen ölülere duyuramazsın, arkasına dönüp gittikleri zaman sağırlara da daveti duyuramazsın!” Rûm:52, Neml:80 Fâtır:22)

 

“İşitenler”, vicdânları uyanık olanlar, doğruyla yanlış arasında aklî yargıda bulunmaya çalışanlar, kasten ve inatla kalplerinin kapılarını kilitlemeyenlerdir. Ölüler ise, körü körüne bir yola girip onu bırakmayan, apaçık olduğu hâlde doğru olana yanaşmayanlardır. Bu âyetler câhilin kim olduğunu ve cehâlet karşısındaki tutumu da öğretmektedir.

 

37- Ve dediler ki: “Ona Rabbinden bir âyet indirilse, olmaz mı?” De ki: “Muhakkak ki Allah, bir âyet indirmeye kâdirdir.” Ve lâkin onların çoğu bilmez.

 

Bağlamdaki âyetten kasıt, apaçık bir mucizedir. Müşriklerin “gökten bir meleğin dokunacakları sihirli bir kitap indirmesi” gibi (Bkz. Enâm:7-8) olağandışı istekleri, mucize beklentileri konu edilmektedir. Kurân’ın mana bakımından uyum ve derinliğini görmeyenler sürekli mucizeyi dışarıda aramışlarıdır. Aslında tabiat kitabı ve hayatın kendisi birer mucizedir. Buna şâhit olmak için çevremize bu gözle bakmamız yeterli olacaktır. İşte uçan kuşlar ve her detayında hassas hesaplar olan canlılar… Bu muazzam eko sisteme Kurân şöyle dikkat çekecektir:

 

38- Ve yeryüzünde hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçuşan yoktur ki sizin gibi bir ümmet olmasın. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra Rabblerine haşrolunacaklar.

 

Dâbbe kelimesi “kımıldama, debelenme” anlamına gelen debîb kelimesinden türemiş bir isimdir. Bu kelime bütün canlıları içine almaktadır. İnsandan tutunuz bir ağacın kovuğundaki en küçük böceğe, hatta mikro organizmalara kadar. Dilde daha çok hayvanlar için, çoğunlukla da haşereler için kullanıldığından bazı meallerde hayvan olarak çevrilmiştir; ancak hayvan “hay” kökünden gelen bir kelimedir. Hayvan kelimesinde hayat/canlılık öncelenmişken, “dabbe”de hareket merkezli bir isimlendirme yapılmıştır. Bu âyette debelenen, canlılar gibi uçan diğer varlıkların yeryüzüne hamledilmesi bunların gözlemlenen şehâdet âleminin konusu olduklarını göstermektedir. Burada  “Sonra Rabblerine haşrolunacaklar.” ifadesi Rabbinize değil de onların Rabblerine ve “Sizin gibi bir ümmettir.” detayından dolayı önemlidir. Zîra tüm mahlûkat sayılmış ve onların mahşerde bir araya geleceklerinden bahsedilmiştir. Hz. Peygamber’in şu sözü bu âyetten ilhamla söylenmiş olabilir: Kıyâmet gününde, haklar sahiplerine mutlaka verilecektir. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkı alınacaktır.”  (Müslim, Birr 60. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 2) Müslümanlar bu şuurla hayvanlara hatta tüm mahlûkata yaklaşmalı, sevgi ve merhamet üzerinden onların sahibine duyduğu saygı ve muhabbetti ispatlamalıdır. İbn Manzûr Lisânül-Arab ‘da bu âyeti örnek göstererek ümem kelimesine Allah’ın mahlûkatı, yani yaratıkları manasını vermektedir. Yeryüzündeki hayvanların ve gökte uçan kuşların her türü kendi arasında topluluklar hâlinde yaşamalarıyla “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” arasında bir bağlantı kurulmaktadır. Buradaki kitap, tüm günahların, sevapların yazıldığı amel kayıtları olabilir. Zîra bağlam mücrimlerin istekleri ve bir alttaki âyette yalanlamaları minvalinde ilerlemektedir. Mahşer vurgusu hesaplaşma manasındaki mahkemeikübraya bir atıftır. Zemahşerî ve onu takip edenlere göre mana, “Biz lehvimahfuzda hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” tarzındadır. Ümem de bu mahlûkatın tâbi olduğu ana, asıl yasalar, kaide ve kurallardır. Allah arılara vahyetmiş ve arıların bu “ümm yasa” çerçevesinde koloniler kurup ümmet oluşturmalarını sağlamıştır. İnsanı da insan yapan birlikte uyum içinde yaşayabilme, ünsiyet kurabilme kabiliyetidir. Bu bağlamda ilâhî ve fıtrî yasaları/âyetleri yalanlamayak, ümmet olmanın temel şartıdır. Aksi hâlde…

 

39- Ve âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah, kim dilerse onu dalâlette bırakır. Ve kim dilerse onu, sırâtmüstakîm üzere kılar.

 

Burada öncelikli olarak seçen, dileyen kulun kendisidir. Zîra cümlenin başında âyetleri yalanlayanların karanlıklar içinde kalmayı tercih ettiklerinden bahsedilir. Yalanlama, hakîkate karşı kör olup onu sanki sağır gibi dinlememedir. Yeryüzündeki biyoçeşitliliğe, doğadaki denge ve uyuma şâhit olan “Bunun bir tasarımcısı, mimarı veya yaratanı mutlaka vardır.” der. Ancak ideolojiler, inançlar, çıkarlar bazen bu apaçık âyetlere karşı bile kişiyi hiçliğe ve tesadüfî oluşum açıklamalarına sürükleyebilir. Sırâtımüstakîm; mahlûkatın bir var edeni ve sahibi vardır şuuru ile hareket eden, tabiat ile uyumlu, çevresine saygılı ve duyarlı, hakkı düşünüp söyleyenlerin yürüdüğü dosdoğru yoldur.

 

40- De ki: “Kendinizi görmüyor musunuz? Eğer sâdıksanız Allah’ın azâbı veya o saat size geldiğinde Allah’tan başkasına mı dua edersiniz?” Bilakis, sadece O'na dua edersiniz.

 

Sorunun cevabı olan son cümle aslında 41. âyetin ilk cümlesidir. Ancak numaralandırma ve cümle bölünmeleri beşerî olduğu için buradaki cevabın 40. âyet ile birlikte okunması daha doğru olacaktır. Zîra “Bilakis Allah’a dua edersiniz.” bir sonuç cümlesi iken 41 ile okuyunca bir şart cümlesi gibi meal verilmesi gerekmektedir. Ancak bu manayı bize verecek bir şart edatı 40 ve 41. âyetlerde yoktur.

 

Ereeyte, ereeyteküm fiilleri soru ve hayret anlamındadır. “Gördün mü, gördünüz mü?” manasındadır. Bu, var olan ibretlik bir vaka üzerinden düşünme çağrısıdır. Elemtera’da ise olaya şâhit olunma şartı olmadan muhayyile düzeyindeki kıyaslarla zihnî bir bakış yapılmasıdır. (Bkz. Fil:1, Mâûn:1) Buradaki çağrı şirk kültürünün sorgulanmasıdır. Zîra kişi yaptıklarını tahkik etmeden sadece taklit etmektedir. Oysa kişinin kendisine ve yaptıklarına bakması, kendini görmesi çok değerlidir. Peki, kişinin kendisini görmesi ne demektir? Aslında kendinden biraz uzaklaşıp yaptıklarını sorgulamasıdır. Ancak en zor olan da budur. Narsist biri, yani kendisini olduğundan fazla önemseyen, hayatın merkezine kendisini koyan (benmerkezci) biri çok sevip övündüğü kendinden/amellerinden bir an olsun uzaklaşıp yaptıklarının onu ne hâle getirdiğini görebilir mi? Müşrik kafa narsisttir. Kendisini çok merhametli, zeki ve adâletli zannedebilir. Aslında bencil olduğu için çevresindekilere karşı merhametsizdir, cimridir, adâletsizdir ve her şeyi bildiğini zannettiği için de yaptıklarının, inançlarının kesin doğru olduğunu savunur. Ancak hakîkatte kendini görmediği ve yaptıklarını sorgulamadığı için zihinsel, inançsal kalıp ve şablonlarla düşünür ve karar verir. Kendini gören, acziyetini de bilir, gücünü de… Oysa Kurân muhatabına kalıplar koymak için değil, kalıp ve şablonları sorgulatıp muhatabını özgürleştirmek için indirilmiş bir kitaptır. Ancak bazı dini yorumlar Müslüman’ı tek tipleştirir. Bu durum dinin değil beşerî yorumları mutlaklaştırmanın sonucudur. Âyet, müşrik aklın hayatını olumsuz etkileyen bir kalıbı kırmaya çalışmaktadır. Bunu da Allah’tan başkasına -ne adıyla olursa olsun- dua ederek yakarıp yalvarmadaki, bir şeyler istemedeki zulmün görülmesini sağlayarak yapmaktadır. Zîra bu taklidî imân kişiyi kula kulluğa götüren bir zillettir, tutsaklıktır. Ruhbânının eteğine yapışmak, mürşidinden yalvara yakara dua istemek, patronuna, amirine yalakalık edip menfaati için zulmüne, usulsüzlüklerine göz yummak, zenginin önünde eğilmek, hâkime, doktora, zorbaya vs. yalvarmak, ondan zilletle merhamet, sağlık, af dilenmek bu âyetlerle haram kılınmıştır. Bu onursuz ve zillet içindeki hayattan kurtulup özgürleşmenin ilk yolunu okuduğumuz âyet kendi zaaflarını, acziyetini görüp tanımak olarak tarif etmektedir. Bu adım kelimeyitevhitteki “lâ” kısmıdır. İkinci aşaması da bir sonraki âyette “illallah”ı yaşamakla tarif edilecektir.

 

41- Oysa O, dua ettiğiniz şeyi dilerse giderir ve şirk koştuğunuz şeyleri unutursunuz.

 

Buradaki ve Kurân’ın tamamındaki Allah’ın dilemesi(şâe) fiili; hâşâ  keyfî ve şans sonucu değil Allah’ın hayata koyduğu psikolojik ve sosyolojik yasalarına uyup uymamanın getirdiği sonuçlardır. Önemli olan kendini dev aynasında görüp dertsiz, sıkıntısız bir hayat oluşturmak değil, o sıkıntı ve zorlukları zamanında görüp acziyetin şuuruyla onlarla nasıl mücadele edilmesi gerektiğinin farkında olabilmektir. Mesela Allah inancı, âhiret bilinci insanın dünyevî zorluklara, psikolojik travmalara karşı mücadele edebilmesi için çok değerli sebepler verir. Hayata bir ruh katar.

 

Şirk koşulanların unutulmasını iki şekilde anlayabiliriz. İlkinde fıtrata dönüş, ki düşen uçak veya batan gemide insanların tek yaratıcıya yönelip diğer her tür putunu, totemini, hayatın merkezine koyduklarını bir kenara atması, unutmasıdır. İkincisi ise tevhidî duruşu tercih eden birinde, şirkin oluşturduğu zilletin unutulup onurlu ve şahsiyetli duruşun hayat tarzı hâline getirilmesidir. Samimi bir öze bakış sonucu oluşan öz eleştiri, istiğfar ve ardından gelen tevbe ile iyiliğe yönelme, kişinin zamanla geçmiş günahlarının ve hatalarının telafisine ve unutturulmasına vesiledir. Bu unutma, ket vurup takılıp kalmaya şifâ iken, yeni başlangıçlar yapmak için kula verilen en büyük ikrâmdır. Bu tarz âyetlerin tebliğde öne çıkarılması, unutmayı kolaylaştırdığı, açılan yaraları iyileştirdiği için mühimdir. İslâm’ın baş düşmanlarından Ebu Cehil’in oğlu İkrime de böyle bir âyeti işittiğinde İslâm’a geçme cesâretini kendisinde görmüştür. Çünkü Allah, kendi âyetleri doğrultusunda bir hayat tarzı benimseyenleri değiştirir ve dönüştürür. Vahiy eşkıyadan evliya çıkarır. Peki, bunu nasıl yapar?

 

42- Ve doğrusu, Biz senden önceki ümmetlere de gönderdik. Böylece onları sıkıntı ve darlığa uğrattık, umulur ki tazarru ederler.

 

Allah, önceki ümmetlere sıkıntı ve darlık çektirmek için mi resûl ve âyetler göndermiş, yoksa zorluklarla başa çıkabilme yollarını mı onlara öğretmiştir? Yüce Allah önceki ümmetlere de âyetler göndermiş, bunalımlardan, darlık ve sıkıntı dönemlerinden nasıl kurtulacaklarını onlara öğretmiştir. Buradaki be’sâ “şiddetli fakîrlik”, yani “ekonomik yoksulluğu” ifade eden bu’ûs kelimesinden türemiştir. Darrâ’ kelimesi de “acılar, zorluklar, zelîl ve zayıf olmak” manasına gelmektedir.  Âyette konu edilen “be’sâ/zorluk” sözcüğü genelde maldaki musibetleri, “darra/sıkıntılar” sözcüğü ise hastalık ve diğer ruhsal, bedensel musibetleri ifade etmektedir. Yani dünyada karşımıza çıkabilecek maddî-manevî tüm zorluklar manasındadır. Peki, Kurân neden “Onları sıkıntı ve darlığa uğrattık.” diyerek bunları Allah’a isnât etmiştir? Cevabı Rûm 41. âyet şöyle verir: “İnsanların elleriyle yaptıkları sebebiyle karada ve denizde bozulma zuhur etti. Böylece umulur ki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını onlara tattırdık.” Ayrıca çoğul şahıs kipiyle gelen her yerde mutlaka Allah dışında insan gibi diğer faktörleri de hesaba katmak gerekir.

 

Enâm sûresinde hatadan dönmenin yolu olarak tazarru gösterilmiştir. Tedarraâ kelimesi “Kendini alçalttı, alçakgönüllü oldu ya da tevazu gösterdi; kuvvetli veya etkili bir dikkatle kendini adadı; kendindeki fakruzarureti gördü.” anlamlarına gelir. Tevazu, Rahmân’ın kullarında olması gereken bir meziyettir. (Bkz. “Ve Rahmân’ın kulları yeryüzünde tevazuyla yürürler. Ve câhiller onlara seslendiğinde “Selâm!” der geçerler. Furkân:63) Bu nedenle câhiller kibre, bilgeler tevazuya yakındır. Cehâletin arttığı toplumlarda maalesef mütevazı olanlara saygı azalırken, kibirli ve bencillere itibar edilmektedir. Dolayısıyla mütevazı olanlar, vasat insanlardan nasihat dinlemek zorunda kalmıştır. Allah Resûlü’nün Mekke’de içinde bulunduğu hâl tam da budur. “Umulur ki tazzaru ederler.” ifadesi ile amaç; asî, dik başlı, kendini beğenmiş, ukala bir küstahlıktan kişiyi kurtarıp mütevazı, alçakgönüllü bir ahlâk ile zorluk ve sıkıntıları karşılamanın ne kadar değerli olabileceğini kişiye hatırlatmaktır. Pasaj zihnimize şu soruyu bırakmaktadır: “Neden büyüyüp serpilmekte olan bir fidan yumuşak ve esnek iken ölü bir ağaç kaskatıdır?” Çünkü fidanı baskı ve zorluklardan koruyan yaşken eğilmesidir. Sıkıntıları su gibi karşılamak zararı en aza indirecektir.

 

43- Böylece onlara sıkıntımız geldiği zaman tazarru gösterselerdi olmaz mıydı? Ve lâkin onların kalpleri katılaştı. Ve şeytân, onlara yapmış olduklarını süsledi.

 

Âyet, tevazunun karşısındaki en büyük engel olarak kalpte oluşan katılaşmayı göstermektedir. Kalbin katılaşması hikmetli bir mecazdır. Zîra kalp, bilmediğine düşman olur. O düşmanın içeri girmemesi için kendisine kılıflar örer, kapaklarla kapatır.(Bkz. Enâm:25) Bu durum kalbin gelişmesine engeldir. Kendini emek ile yetiştiren, gözü gönlü açık bir zihnin ne kalıplara ne de kabuklara ihtiyacı olur. Kalbi kaskatı kılan, şeytânî duygu ve düşüncelerin oluşturduğu zulümdür.(Bkz. Enâm:45) Zulmün ve kibrin fâiline güzel görünme sebebi de şeytânsı duygu ve düşüncelerdir. Peki, bu olumsuz sonuca götüren süreç nasıl ilerlemiştir?

 

44- Öyle ki zikredileni unuttukları zaman her şeyin kapısını onlara açtık. Nihâyet kendilerine verdiğimiz şeylerle gevşedikleri anda onları ansızın yakaladık. Böylece ümitlerini kestiler.

 

Eblese kelimesi, “Bütün ümitlerini yitirdi.” manasına gelmektedir. Bunun anlamı, rûhen çökmektir. Mublis, “ümitleri sona eren kimse” anlamına gelmektedir. İblis kelimesi de, iflas eden, ümit kesen manasında aynı köktendir. Râzî, iblâs kelimesinin üç anlamını vermektedir: İlki; yok edici belâlar geldiğinde kurtulma ümidini yitirmek, ikincisi; delilin, sebebin sona ermesi, bitmesi, tükenmesi, üçüncüsü ise insanın başına gelen belâlardan dolayı hayret ve şaşkınlığa düşmesidir. Sözün özü kalbin katılaşmasıyla oluşan ümitsizlik kişiye ceza olarak yeter.

 

Zikredileni unutmak, fıtrî ve hayırlı olan tabiatını unutmasıdır. Kendine dönüp bakmayan birinin zamanla kendisine yabancılaşmasıdır. Dünyevî imkânlara hak etmeden zulüm ile ulaşma, bozuk bir düzen yüzünden itibar görüp bir makama gelme, kişinin kendisini dev aynasında görüp narsist olmasına sebeptir. Kişinin kendisini olmadığı biri gibi görmesi; maskelerin, rütbelerin, makamların ve sahte pâyelerin arkasındaki çürümenin ilerlemesi demektir. Fıtratın üzerini örtmek, maskelemek cihana sultân olup adam olamamak, mütevazılığa engeldir. Sebep kalbin katılaşması, sonuç ise mütref bir yaşamdır.  Nasıl ki gereğinden fazla su bitkinin köklerini gevşetip çürütüyorsa alın teri dökmeden, başkasının hakkını yemek, hak etmediği pâyeler sonucu kul hakkını kendi hakkı zannetmek ve zulmetmek, kişinin insanî yanlarını çürütür. Ümitsizlik ve karamsarlık, bu çürümüşlüğün kokusudur. Köklerdeki bu gevşeme ve zafiyet esen sıkıntı ve darlık rüzgârlarında onun arkasının kesilmesine, yıkılıp gitmesine ana sebeptir. Bu ibretlik hâlin sonu sonraki âyette ifade edilecektir. (Mütref yaşamın zararları için ayrıca bkz. İsrâ:16)

 

45- Böylece zulmeden kavmin arkası kesildi ve hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’adır.

 

Neden hamd Allah’a mahsus olmalıdır? Zîra kişi başta kendi olmak üzere övgü hastalığına kapılırsa çıkmaz bir yola girer. Enâm sûresinin ilk âyeti buna dikkat çekmiş ve buralardaki örnekler ile hamdın Allah’a neden tahsis edilmesi gerektiğini ispatlamıştır. Allah’a hakkıyla hamd edemeyen narsist olur. Abartılı bir öz-önem duygusuna sahip, son derece benmerkezci olan narsist kişilerin sayısı maalesef hızla artmaktadır. Narsistik kişilik bozukluğu toplumun bütün kesimlerinde, her yaş grubunda görülen bir hastalık olmuştur.

 

Zulmün arkası kesik iken; iyiliğin, hayrın devamı, bereketi hep yapan ile beraberdir. Kişinin arkasından gelen, kesilmeyen sadece kendi emeği, hakka ve hakîkate harcadıkları ile sâlih amelleri olacaktır.

 

Şairin dediği gibi,

 

Kem durur yoksulluktan nicelerin varlığı

Bunca varlık iken, gitmez gönül darlığı


Batmış dünya malına, bakmaz ölüm haline

Ermiş Karun malına, zehi(şu) iş düş varlığı

  

Bu dünya kime kaldı, kimi berduhar kıldı

Süleyman'a olmadı, anın berhurdarlığı


Süleyman zembil ördü, kendi emeğin yerdi

Anınla buldular anlar Peygamberliği


Gel imdi Miskin Yunus, nen var Hakk'ka harç eyle

Gördün elinden gider, bu dünyanın varlığı

46- De ki: “Gördünüz mü şâyet Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alsa ve sizin kalplerinizi mühürlese, Allah’tan başka hangi ilâh onları size getirir?” Bak, âyetlerimizi nasıl tasrif ediyoruz! Sonra onlar yan çiziyor. 

 

Bu âyetteki yasdifûn fiili, İbni Abbas, Hasan Basri, Mücâhid, Katade ve Süddi’den gelen rivâyetlere göre “…yüz çevirirler.” manasınadır. Ancak Kurân’da yüz çevirme “tevella” ile sırt dönme ise “edbera” ile ifade edilmiştir. (Bkz. “Abese ve tevellâ…” Surat astı ve yüz çevirdi. Abese:1, “Summe edbere vestekber.” Sonra da arkasını döndü ve kibirlendi. Müdessir:23, Naziât:22 Âyetlerin tasrif edilmesi, iyice anlaşılması için örneklendirilip detaylandırılmasıdır. Bazıları da  yasdifûn kelimesine “…meylederler, kayarlar.” manasını vermiştir. Kelime; bileklerin bükülmesi veya ön bacaklarda bir çarpıklıkla, uylukları yan yana gelmiş ve toynakları ayrılmış bir at veya deve için kullanılmaktadır. Devenin ayağının eğilmesi, bir dağın yanı, yamacı veya iki dağ arasındaki kısım için de kullanılır. Kelimenin bu lugavî anlamı ve konunun iyice anlaşılmasına rağmen muhatabın menfaatleri yönüne eğilimler göstermesinden dolayı yasdifûn fiiline yan çizmeleri manası isabetli görülmektedir.

Bu âyet konuyu özetlemektedir. Kibirlendiğimiz neyimiz varsa aslında o bile bize ait değildir. Ne kendimizi dev aynasında gördüğümüz gözümüz ne sahte övgüleri duyan, gerçeklere sağır olan kulağımız bizimdir. Allah’tan başka hangi ilâh onları size getirir? Çağrısına sağır olan sinelerin hâlleri ibret için yeterlidir.

 

Sana ibret gerek ise gel göresin bu sinleri

Gel taş isen eriyesin bakıp görünce bunları

 

Şunlar ki çoktu malları gör nice oldu hâlleri

Son ucu bir gömlek imiş onun da yoktur yenleri

 

Hani mülke benim diyen köşkü saray beğenmeyen

Şimdi bir evde yatarlar taşlar olmuş üstünleri

 

Bunlar eve girmeyeler zühdütaat kılmayalar

Ol beyliği bulmayalar Zîra geçti devranları

 

Hani o şirin sözlüler hani o güneş yüzlüler

Şöyle kayıp olmuş bunlar hiç belirmez nişanları

 

Bunlar bir vakt beyler idi kapıcılar korlar idi

Gel şimdi gör bilmeyesin bey hanidir hani kulları

 

Ne kapı vardır giresi ne nimet vardır yiyesi

Ne ışık vardır göresi dün olmuştur günleri

 

Bir gün senin dahi Yûnus benim dediklerin kala

Seni dahi böyle ede nitekim etti bunları

 

47-De ki: “Siz kendinizi görmüyor musunuz? Eğer Allah’ın azâbı ansızın veya yavaş yavaş gelse zâlim kavimden başkası mı helâk edilir?”

 

Bağteten kelimesi  “ansızın, beklenmedik bir anda" demektir. Yani herhangi bir emaresi belirmeden, ansızın gelip gâfil yakalayan azâp demektir. Cahraten ise, “açık, belli olduğu için gelmesi beklenen” demektir. Hasan Basri’den gelen tefsirde “bağteten, gece gelen; cahraten, gündüz gelen” demektir deniliyor. Kendini gömenin, tanımanın öneminden dolayı burada ikinci kez “Siz kendinizi görmüyor musunuz?” sorusu tekrar edilmiştir. Görmeyip kendini kaybetmenin sonundaki helâk bazen sinsi ilerleyip aniden/bağteten olur, bazen de bu hastalığın belirtileri cahraten/göz göre göre gelir. Ancak gâfil kul bunu umursamadığı için sonunda bu sorumsuzluk onu helâk eder. Kişinin önce Rabbini bilmelidir. Bunun için kendini tanıması, uyarı ve müjdeleri dikkate alması; kalbini, kulağını, gözünü hakikat ile yoğurup terbiye etmesi gerekir.

 

48- Ve biz resûlleri “uyarıcılar ve müjdeleyiciler” olmanın dışında göndermeyiz. O hâlde kim inanır ve ıslâh olursa bu durumda onlara korku yoktur, onlar mahzûn da olmazlar.

 

Âyette önce uyarı, sonra müjde gelmiştir. 49. âyette uyarıdan,  50. âyette ise asıl hazinenin/müjdenin ne olduğundan bahsedecektir.  

Resûllerin tek amacı uyarmak ve müjdelemektir. Mucizeler göstermek, kehânetler üretmek gibi bir görevleri yoktur. Amaç uyarılardan ibret alarak ve dersler çıkararak ıslâh edici amellere yönelmektir. Bu bağlamda âyetlerin ilk hedefi, kişinin zamanla üstü örtülmüş fıtratına dönmesini ve kendini doğru bir gözle görmesini sağlamaktır. Hakîkati görerek kendini doğru tanıyan mümin müjdeyi almıştır. Artık dışa yönelip ıslâh edici ameller yapabilecektir. Bunun değerli bir süreç olduğuna, toplumun kendisi ve başkaları ile barışık insanlara ne kadar muhtaç olduğuna şâhitlik etmekteyiz. Şimdi Kurân, fâsık insanların bunu tercih etmediğine dikkat çekerek akıbetleri konusunda onları uyaracaktır. Âyette önce uyarı, sonra müjde gelmiştir. 49. âyette uyarıdan,  50. âyette ise asıl hazinenin/müjdenin ne olduğundan bahsedecektir.  

 

49- Ve âyetlerimizi yalanlayan kimselere, fâsık olmalarından dolayı azâp dokunacaktır.

 

Âyette geçen messe kelimesi, “arada hiçbir şeyin olmadığı dokunma” anlamına gelmektedir. Dikkat edilirse âyette, dokunma fiilinin öznesi Allah değil azâptır. Azâbın dokunması yukarıda bahsedilen zulme ve fâsıklığa bağlı bir sonuçtur. Fısk olması gereken doğru yoldan çıkmaktır. Yolu kendine göre çizmek, sınırları menfaati doğrultusunda belirlemektir ki, bu tam da narsistlerin yapacağı bir iştir. Bu kafa kendini bütünün bir parçası olarak görmez. Bilakis bütünün kendisi için olduğunu zanneder. Aslında Kurân’ın kazandırdığı bu basîret, karakter, tevhidî şahsiyet hazinenin ta kendisidir. Buna rağmen muhatap hâlâ ondan uçuk kaçık mucizeler, altın gümüş gibi maddî birtakım beklentiler içindedir. Aslında bilinç, basîret ve tefekkür olmadan gelen metâ rahmetten çok zahmettir, helâktir.

 

50- De ki: “Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum ve gaybı da bilmem. Size, muhakkak ki ben bir meleğim de demiyorum. Ancak bana vahyedilene tâbi olurum.” De ki: “Basîretle bakan ve bakamayan kör bir olur mu? Hâlâ tefekkür etmez misiniz?”

 

Hazain kelimesi, “hazine” veya “hazne” denilen “hizâne” kelimesinin çoğuludur ki, ellerin erişemeyeceği bir şekilde malın/servetin bir haznede, sandıkta, kutuda biriktirilip, saklanması manasındaki mekânın adıdır. Burada maddi servetler, gömüler kastedilmiştir. Zîra hemen arkasında bunların yerlerini bilmediği, ben gaybı bilmem kaydıyla düşülmüştür. Bu beklentiler “Mülk Allah’ındır” ilkesine iman etmeyen, ahiri olmayan, dünyayı sadece oyun, eğlence yeri olarak gören, iyi bir insan olmak için mucizeler bekleyen, aklını nefsinin eline verdiği için gerçeğe kör ve tefekkürden uzak olanların beklentileridir. Bu durum Hz Nuh’un başına da gelmiştir. Orada da buradaki gibi sınıfsal farkları hiçe sayması, zengil olmayışı ve kavmine mucize gösteremeyişi sorun edilmiş ve kavmi tarafından Hz. Nuh’un kurtuluş teklifi reddedilmişti. Aynı sünnet devam etmektedir; “Hz. Nuh dedi ki size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum ve gaybı da bilmem ve muhakkak ki ben bir meleğim de demiyorum. Ve gözlerinizin hakîr gördüğü kimselere de Allah asla bir hayır vermeyecek de demiyorum…” Hud:31 Konu o kadar benzerdir ki Hz. Muhammet döneminde ki hakir görülenlerden de sûrenin devamındaki En’am:52. âyette bahsedilecektir. Çıkarcı müşriklerin inanç, inan veya hakikat gibi bir dertlerinin olmadığı menfaatperest isteklerinden anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber’den maddi beklentiler içinde olduklarını Kurân şöyle aktarmıştır; İsra:90 “Ve dediler ki: “Sen, bize yerden bir kaynak akıtmadıkça sana asla inanmayız.” 91-Veya senin, hurma ve üzüm bağlarından bir cennetin olsun. Öyle ki onun aralarından, şarıl şarıl ırmaklar akıt. 93- Veya senin altından bir evin olsun veya göğe çık!” Hz. Peygamber bir ömür insanlık davasına inanma karşılığında ondan istenen rüşvetlerle, mucize beklentileriyle mücadele etmesine ve Kurân’da bunca âyet olmasına rağmen ne yazık ki peygamberimizin mucizeleri şeklinde hikâyeler üretilmiştir. Günümüze kadar gelen bu anlatımlara verilecek tek cevap “ben ancak bana vahyedilene tâbi olurum.” İlkesidir. Peygamber nasıl sadece Allah’ın indirdiği vahye uyuyor ve din adına sadece O’nun sözleriyle konuşabiliyorsa, peygamberin yolundan gidenlerin de aynen onun gibi yalnız Kurân’a tabi olmaları gerekir. Nitekim Hz. Peygamberin ve ona uyanların sadece Allah’ın indirdiğine uymasını emreden, işaret eden, onlarca âyet vardır. (Bkz. A’râf:158, En’âm:104, Lokman:21, Bakara:170, Âl-i İmran:31) Vahye tâbi olmak, gören göze sahip olmaktır. Vahye sırtını dönmek körlüktür. Basiretle bakmak tefekkürün sonucu iken mucizeler beklemek fikri körlüğün yansımasıdır.

Tefekkür çok boyutlu bir düşünme biçimidir. Bir şey hakkında tefekküre dalmak, önce nazarî araştırmalarda bulunmak, ardından kazanılan basiretle düşünme sürecini tamamlamaktır. Fikr kökünden türeyen tefekkür; geçmişi düşünme olan tezekkür, gelecek için tedbir almayı sağlayan tedebbür ve şimdiki durumun beraber değerlendirilmesi olan ve bunları birbirine bağlayan taakkul süreçlerinin sonucunda oluşan kanaatlerdir. Bu sürecin sağlıklı ilerlemesi nazari bilginin sıhhatine bağlıdır. Sağlıklı bilgi edinmeden oluşan kanaat su-i zanlardır ki bu tefekkürün sonucu değildir. Vahiy ancak olay ve olgulara tarafsız ve adil bakıp tefekkür edenlere hidayettir.

 

51- Ve Rabblerine haşrolunmaktan korkanları onunla uyar! Onların, O’nun astında velisi ve şefaatçisi yoktur. Umulur ki takvalı olurlar.

 

Veli, evliya ve şefaatçi bekleme inancı takvalı olmamanın sonucudur. Zîra âyet “umulur ki takvalı olurlar” şeklinde sonlanmıştır. Muttaki kişi sorumluluğunu bilen, işini son dakikaya bırakmayacak kadar tedbirli ve çalışkandır. Allah’ın katında kendini şefaatçilerin kayıracağına inandığı için veli ve evliya edinmek de takvasızlığın sonucudur.

Veli: Araya başka birinin giremeyeceği kadar yakın olan dost demektir. Buradaki dostluk koruma ve kollama ağırlıklıdır. Bu nüansla Mevla esmasından ayrılır. Bir çocuğu koruyup kolladığı için en yakınına çocuğun velisi bu sorumluluğa da velayet denmiştir. (Bkz. En’âm:14 krş. Meryem:45, Ra’d:37) Mahşerde tek dost el-Veli olan Allah’tır. Müddessir sûresinin 48. âyetinde şefaatçilerin hiçbirinin şefaat edemeyeceği, muhataplarına bir fayda veremeyecekleri hatırlatılmıştı. (Şefaat ile alakalı diğer izahlar için Bkz. Meryem:87, Tâhâ:109, A’râf:53, Secde:4, Yûnus:3-18) Neden şefaat inancı Kurân’da hep olumsuz cümleler bağlamında zikredilmiştir? Zîra şefaat inancı dünyada adâletsizliklere sebep olmaktadır. Adam kayırma, torpil yapma, yakını olana, şefaatçiyi sevene, ayrıcalık tanıma şeklinde dünya hayatına olumsuz yansıdığına şahit olmaktayız. Bu inanç hayatı bozduğu, liyakat ve ehliyet kriterlerine halel getirerek emeksizliği yücelttiği için kullara değil sadece Allah’a atıfla kullanılmalıdır. Bu nedenle Kurân 25 yerde şefaatçilerin olmadığı, bir şey istenecekse onun Allah’tan istenmesi gerektiği, orada dostluk ilişkilerinin değil, emeğin, sâlih amelin geçerli olduğu şöyle ifade edilmiştir; “sizin için O’ndan (Allah’tan) başka ne bir veli vardır, ne bir şefaatçi, artık tezekkür etmez misiniz?” (Secde:4) Orada kimse başkası için bir şey ödeyemez (Bkz. Bakara:123) Rüşvet, adam kayırma ve fidye geçmez, torpil sökmez. Bu tasavvur inşası ile tüm müminlere verilen ödev Allah’ın razı olduğu böyle adil bir hayat tarzı benimsemektir. Hayatını bu ilkeler doğrultusunda yaşayanın hem bugünü hem de yarını cennet olacaktır.

 

52- Ve O’nun rızasını irâde ederek öğle ve ikindi ile Rablerine dua edenleri kovma! Onların hesabından sana, senin hesabından onlara bir şey yoktur. Bu durumda onları kovarsan, artık sen de zâlimlerden olursun.

 

Bi edatı, bir fiilin kiminle birlikte veya ne eşliğinde gerçekleştiğini ifade edip birliktelik ilişkisi kurar. Âyetteki “bi el guduvvi vel  âsâli” ğuduvv ve âsâl ile birlikte Rabbine dua edenler manasını vermektedir. Buradaki “el-ğuduvv” ve “el-âsâl” kelimeleri öğle ve ikindi vakitleri ile manasına gelir. Başka bir âyette bu kelimeler şöyle açıklamıştır: “El-ğuduvv ve el-âsâl vakitlerinde göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de ister istemez Allah’a secde ederler.” (Ra’d:15) "Leyl" kelimesi Arap dilinde şu anlama gelmektedir: “Gündüzün hemen ardıdır ve başlangıcı güneşin batmasıdır.” (İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, l-y-l mad.11/607) Kurân’da gündüz ve gece nehar ve leyl ile ifade edilirken gündüzün ilk saatleri olan sabah bukreten, duha onunda öncesi fecr ile anlatılmıştır. İşlediğimiz ayetlerde sabahtan akşama gibi bir tamlamada söz konusu değildir buna hem bi edatı engeldir. Kaldı ki Rad:15’de ifade edilen gölgenin olmadığı akşam vaktine değil öğle ve ikindi vakitleri olan gündüz dua zamanlarına âyet işaret etmektedir. Dünyevi metayı ve menfaatleri değil sadece Allah’ın veçhini/rızasını gözeterek resulün yanında saf tutan samimi müminler genelde zulme uğrayan mazlumlardır. Müşriklerin onları alt tabakadan görmesi ve yan yana aynı karede bulunmayı bile kibirlerine yediremedikleri “onları kov” şeklindeki isteklerinden anlaşılmaktadır. Buradaki cevap mucize isteyen müşriklerin ikinci taleplerini göstermektedir. Bu zihniyete Hud:31’de şöyle cevap verilmiştir “Ve gözlerinizin hakîr gördüğü kimselere de Allah asla bir hayır vermeyecek demiyorum. O takdirde ben, muhakkak ki zâlimlerden olurum. Onları Allah daha iyi bilir. Ayette geçen “onların hesabından sana, senin hesabından onlara bir vebal/sorumluluk yoktur.” ifadesi Fatır:18’de ki “hiç kimse başkasının günah yükünü yüklenmez” ilkesiyle uyumludur. Zîra “insan için, emeğinden başka bir şey yoktur.” (Necm:39) Bu âyet günahkâr imamın arkasında namaz kılınır mı, kılınmaz mı? Gibi sorulara da cevap hükmündedir. Gerçek müminlerin oluşturduğu cemaatlerde sosyal statü, zenginlik, makam mevki gibi farklar gözetilmez. Aranacak tek kriter yalnızca Allah’ın rızasını istemektir. Cemaati sosyal statülerine göre ayırmak, kovmak âyete göre haram kılınmıştır. Ayrımcılık yapmak bir bakıma, din ve vicdan özgürlüğünü ortadan kaldırmaktadır. İbadet özgürlüğünü engelleyen her sistem, kurum veya kişi zalim olur. Müslüman mescidinin toplumun her kesim insanına açık olma sebebi ve kazandırdıkları bir sonraki âyette şöyle izah edilecektir;

 

53- Ve onların bazısını bazısıyla “Aramızda, Allah’ın nimetlendirdiği bunlar mı?” dedikleri için fitneye düşürdük. Allah, şükredenleri en iyi bilir, öyle değil mi?

 

Fitne kelimesi cevheri cürüften ayırma işlemidir. Âyette müminlere; tevazuu, paylaşma, farklılıklardaki zenginlik Rabbimiz tarafından öğretilmiştir. Kalburüstü olarak kendini görenler, kibirli, cimri, nimete kör şükürsüzler bu elekte elenecek, mütevazı, sabırlı, şükrettiği için paylaşımcı, hoşgörülü, cömert insanlar Allah resulünün safında kalacaktır. Bu eleme/fitne Müslümanların müşrik ordularına karşı zaferlerinin sebebi olacağı için çok değerlidir.  

Rabbimiz insanları birbiriyle sınayarak, olgunlaştırmaktadır. Karşılaştığımız insanlar için her zaman şunu düşünmeliyiz; Rabbim bu insanı karşıma çıkararak acaba kibrimi mi terbiye etti, sabrımı mı geliştirdi, paylaşmayı mı öğretti? Acaba hangi zaafımı imtihan ve fitne ile meziyete çevirdi? Sosyalleşme ünsiyet için yaratılan insanın akıl sağlığı içinde önemli bir kazanımdır. Toplumun farklı kesimleri ile sağlıklı fikir alışverişi yapmak sosyal zekâyı artırır, toplumsal barışı, huzuru tesis eder. Bu huzuru tesis edecek olan küçük adımları bir sonraki âyet şöyle öğretmektedir;

 

54- Âyetlerimize inanan kimseler sana geldiği zaman, onlara de ki: “Selâmunaleykum, Rabbiniz, kendi üzerine rahmeti yazdı. Öyle ki; sizden, kim câhillikle bir kötülük yapar, sonra tevbe eder ve ıslâh olursa, artık muhakkak ki O, Gafûr’dur, Rahîm'dir.”

 

İslâm’ın şiarlarından birisi olan selamünaleyküm sözü Rabbimizin bir esması olan es-Selam ile başlar. Es-Selam: Mutluluğun, selamete kavuşup kurtuluşun sebebi, kaynağı/membaı anlamında Allah’u te’alanın mübarek bir esmasıdır. Es-selam üzerinize olsun ifadesi Allah sizi kusurlardan, afet ve musibetlerden uzak tutsun ve esenlik sizin üzerinize olsun şeklindeki bir duadır. Birlikte mutlu ve huzur içinde yaşamanın ön şartı, ana yasası rahmeti kendimize ilke edinmemizdir. Selamlaşmanın toplumda yayılması yönündeki nedevi tavsiyeleri de ancak rahmet ve merhameti kendisine ilke edinenler yapabilecektir. Bkz. “Tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm verin. (Buhârî, Îmân 20; İsti‘zân 9, 19; Müslim, Îmân 63. Keza bk. Ebû Dâvûd, Edeb 131; Nesâî, Îmân 12)

Bu muazzam parola sadece ağız alışkanlığına indirgenerek içi zamanla boşaltılmıştır. Bilinçten, Rahmet ve merhametten uzaklaşan Müslüman bölgeler kavganın, gözyaşı ve savaşların olduğu coğrafyalar haline dönüşmüş/dönüştürülmüştür. Etnik, mezhebi, ekonomik, fikirsel farklar üzerinden yapılan ötekileştirme bir arada barış içinde yaşayamaya engeldir. Es-Selam’ın tecellisi azaldıkça ne Müslümanların farklı görüşteki insanlara nede Müslüman olmayanların Müslümanlara tahammülü kalmamıştır. Selam bir arada barış içinde yaşamanın anahtarıdır. Yaşanılan yeri cennetin şubesi kıldığı için Kurân’da cennetliklerin kendi aralarında selamlaşmasından ve meleklerin onları selam ile karşılamalarından bahsedilmiştir. Derler ki “Size selam olsun! Yaptıklarınızdan dolayı Cennete girin!” (Nahl:32-Zümer:73) Genelde selâm verme âdabını açıklarken, hareket halinde olanın oturmakta olana selâm vereceği söylenir. Ancak bu âyet, gelmekte olana, oturmakta olanın selâm verebileceğini de ifade etmiştir. Selamda Kurân’i usul gelenin selam vermesinin beklenmesi vermez ise oturanın selam verip onun selametini, iyiliğini istediğini belli etmesidir. Gelen düşmanlıkla gelse bile bu olumlu tavır onun sakinleşmesine yardım edecektir. Âyete göre cehalet ile yapılan kötülüklerin tevbesi ıslaha yönelmektir. Buna fiili tevbe denir ki yapılan yanlışın, günahın, kötülüğün telafisi için çabalamaktır. Bu tarz bir pişmanlık ve hatadan dönüş yönündeki gayret o kişiye karşı diğer insanların daha merhametini ve bağışlayıcı olmalarını kolaylaştırır. Âyetin sonundaki Gafur ve Rahim esmaları bu fıtri cevaba işaret etmektedir.

 

55- Ve işte böylece âyetleri fasıl fasıl açıklıyoruz ki, mücrimlerin yolu belli olsun.

 

Her suçlu yaptığı suça, günaha, zulme akli hukuki, vicdani, estetik kılıflar giydirir. Bu suçlunun kendisini kamufle ederek işini kolaylaştıran ve tereddütleri ortadan kaldıran bir yoldur. Suça ve zulme giydirilen akli, ideolojik, inançsal ve ahlâki kılıflar mücrimlerin, zalimlerin, dürüst ve erdemli zannedilmesini sağlar. Bu belirsizlikte Kurân âyetleri konuları fasılalarla açıklayarak hak-batıl, doğru-yanlış, iyi-kötü ve güzel-çirkini net olarak ortaya koyar ve maskeleri düşürür.

En’am 55’de ki “âyetler” kelimesi, “insan psikolojisine ve tabiata konan “yasaları/kanunları” işaret edebilir. (Bkz. En’âm:4) “Bir konunun ayrıntılarına inerek, örneklerle, ayrı ayrı açıklamak” anlamına gelen nüfassil’de, derinlemesine ve her boyuttan izahı anlatmaktadır. Kurân’ın önce bireyi sonra toplumu ıslahat ve sulh yönünde değiştirip dönüştürmesi tam bir mucize iken hala mucizeler bekleyenlerin suçu ahlâk haline getiren mücrimler olduğu burada dikkatlere sunulmuştur. Hayatta iki yol vardır. İlki masumların yolu olan hidayet iken diğeri suçluların yolu dalalettir. Tercihlerimiz kimi zaman bizi masumların safına katarken, kimi zaman suçluların kervanına dâhil edebilir. Önemli olan hatalı tercihlerin olduğu dalalet yolunu terk edip fiili tevbe ile sulh yolunda, hidayet üzere ilerleyebilmektir.

 

56- De ki: “Muhakkak ki ben, dua ettiğiniz Allah’ın astındakilere kul olmaktan men edildim.” De ki: “Ben sizin hevâlarınıza tâbi olmam. Eğer öyle olursa, dalâlette düşer ve hidâyeti bulamam.”

 

Burada Allah’ın astındakilere dua edip onlara kul olmaktan nehyedildim/men edildim/yasaklandım ifadesi resulün daha önce böyle yaptığını mı göstermektedir? Yapmayan biri için nehyedildim denir mi? Hiç hayatında sigara içmemiş veya alkol almamış birine doktoru “artık sana sigara ve içkiyi yasaklıyorum” der mi? Duha suresin 7 deki “seni dalalette bulup, hidayete erdirmedi mi? İfadesindeki dalalet bu âyette mi açıklanmıştır? Eğer öyle ise Kafirun suresi 4’de ki “ben sizin kulluk ettiklerinize kul olmadım.” İfadesini nasıl anlamalıyız? Aslında “men edildim” ifadesi geçmişi değil geleceği anlatmaktadır. Şöyle ki “men edilmeseydim sizin hevanıza uyar dalalete düşerdim” denerek resulün geçmişteki inancını değil gelecekteki olası tercihleri burada ifade edilmiştir. Suçlayıcı ve ötekileştirici olmamak için yine “ben dili” kullanılmıştır. Yani “siz dalalettesiniz hidayeti bulamazsınız” değil “ben dalâlette düşer ve hidâyeti bulamam.” Zîra empatik bakış ve ben dilini Rahmeti ilke edinmenin şiarıdır.

 

57- De ki: “Muhakkak ki ben, Rabbimden bir beyyine üzerindeyim ve siz onu yalanladınız. Acele ettiğiniz şey benim katımda değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, hakkı kıssa etti. Ve O, fasıl fasıl açıklayanların hayırlısıdır.”

 

Beyyine açık, apaçık olup da başkasını da aydınlatan, açıklığa kavuşturan demektir. Onun için, iddia sahibinin davasını açık surette ispat eden şahide, sağlam delile de beyyine denir. (Bkz. Fâtır:25) Burada Allah’ın katında olan acele edilerek istenen nedir? 51. âyette mahşer ile korkutmanın akabinde yapılan meydan okumadır ki âyet bunu azâbın acele istenmesi olarak cevaplamıştır. Rahmeti ilke edinen biri hiçbir zaman hesap sorucu olamaz. Hükmü Allah’a bırakır. Zîra “Hüküm ancak Allah’ındır.”(Enâm:57) (Ayrıca bkz. “Sana düşen, sadece tebliğdir ve hesap, Bizim üzerimizedir.” Rad:40)

 

58- De ki: “Eğer acele ettiğiniz o şey gerçekten, benim yanımda olsaydı, benimle sizin aranızda emir yerine getirilmiş olurdu. Ve Allah, zâlimleri en iyi bilir.”

 

Görüş ve inanç farklılıklarında kul, neden hesap sorucu ve hüküm koyucu olamaz ve neden ceza kesemez? Zîra peygamber dahi olsa her kul âcizdir, acelecidir; kişinin geçmişini geleceğini bilmez, yaptığı tercihlerin nedenini bilmez, sabırsızca intikâm peşinde koşar. Bu yüzden hükmü ve hesabı Hâkim, Hasîb, Alîm ve Halîm olan Allah’a bırakmak Kurân’î bir emridir.  Neden? Zîra…

 

59-Ve gaybın anahtarları, O'nun katındadır. Onu O’ndan başkası bilmez. Ve O, denizde ve karada ne varsa bilir. O bilmeksizin, bir yaprak dâhi düşmez. Ve yerin karanlıkları içinde yaş ve kuru hiçbir dane yoktur ki, kitabımübînde bulunmasın.

 

Mefâtih hem “anahtar” anlamına gelen miftâh ya da miftah’ın hem de “kilit altında korunan şey, değerli eşyâ” yani “hazîne” anlamına gelen meftah’ın çoğuludur. Bu tahlil Kasas sûresinin 76. âyeti için de geçerlidir. Burada mefâtih kelimesi kullanıldığı hâlde Şûra sûresinin 12. âyetinde mekâlid kelimesi kullanılmıştır. İlki anahtar iken ikincisi kilit anlamına gelmektedir. Anahtar ile bilgiye giden yollara, araçlara âtıf varken, kilit ile bilginin ulaşılmasındaki zorluğa bir gönderme olabilir.

 

Birbiri ile bağlantılı bu sistem için gaybın anahtarı değil de anahtarları şeklinde çoğul gelmesi dikkat çekicidir. Zîra her sorunun, gaybî sırrın farklı çözümleri vardır. İnsanoğlu ne kadar uğraşsa da mahlûkat âleminde izah edemediği, keşfedilememiş sırlar olmaya devam edecektir. İnsanlık tarihi bunun ibretlik örnekleri ile doludur. Ne zaman yeni bir keşif yapılıp bir soruya cevap bulunsa, keşfin yeni sorulara sebep olduğuna şâhit olmaktayız. Bilgimiz arttıkça bu muazzam varlık âlemi karşısında hayretimiz de artmaktadır.

 

Âyette yerin karanlıklarındaki tohumdan ve bu tohumun dev bir ağaç olup tekrar toprağa dönüşünden bahsedilmiştir. Bu örnek üzerinden döngüsel hayatın kaide ve kurallara göre işlediği anlatılmaktadır.  İşte bu kurallar bütününe Kurân “kitabımübîn” (tabiat kitabı) demektedir. “Yaş ve kuru hiçbir dane yoktur ki, ‘kitabımübîn’de bulunmasın!” ifadesi ile bir yaprağın bile bu yasalar harici düşemeyeceği detayı üzerinden sünettullahın etrafımızı nasıl kuşattığı anlatılmaktadır.

 

“Allah’ın bilgisi olmadan bir yaprak bile düşemez.” kaidesi hayatın matematiksel tabiatını anlatan veciz bir ifadedir. Aynı şartlarda aynı sonuçları veren evrensel yasaların varlığı, Allah’ın takdirine bağlanmıştır.  Bu yasalar o kadar açık/mübîn ve nettir ki emek veren, gözlem ve deney yapan herkese kitabımübîn apaçıktır. Bu bağlamda gaybî bilgiyi ikiye ayrılabiliriz:  İlki; apaçık, “kitabımübîn” olarak anlatılan mahlûkatın işleyiş mekanizmaları ve kurallardır. İkincisi ise “Onu O’ndan başkası bilmez.” dediği “korunmuş levha” anlamına gelen levhimahfûzda olanlardır. (Krş. Yûnus:61, Hûd:6)

 

60- Ve gündüzleri ne yaralar aldığınızı bilip gece ile sizi tamamlayan O’dur. Sonra ecelimüsemmanın takdiri için sizi diriltir. Sonra merciîniz O’nadır. Sonra, yapmış olduklarınızı size haber verir.

 

Âyetteki “cerahtum” kelimesi, “c-r-h” kökündendir. Bu kök kesici, zedeleyici bir vuruş veya kesme sonucu deride meydana gelmiş kanayan yarık/zedelenmedir. (Müfredat) Kurân’da 4 yerde bu kökten kelimeler kullanılmıştır. Bunlar Maide:4’te “yaralanan avları getiren hayvanlar” manasında kullanılmıştır. Maide:45’te “göze göz, dişe diş ve yaraya yara” karşılığında kısas bağlamında yara manasında kullanılmıştır. Bu nedenle kelime burada yaralanma, eksilme, zedelenme ve bozulma manasındadır. İkinci hatalı meal verilen kelime ise “teveffâ”dır. Kelimenin kökü “v-f-y [vefa]”dir. “V-f-y“ kelimesi “tastamam verme, eksiltmeden yerine getirme, tamamlama, söze bağlı kalma” demektir. Kurân’da toplam 66 kez aynı kökten kelimelerin yer aldığı görülmektedir. (yeteveffâ için ayrıca bkz. Arâf:37) Meallerde “yeteveffa” kelimesine mevt/ölüm gibi bir mana vermek “Sizi gece uykunuzda öldüren/vefat ettiren Allah’tır.” şeklinde yanlış bir anlayışa götürmektedir. Aslında gece insan organizması ölmez; aksine yenilenir, onarılır ve eksikler tamamlanır. Uyanıkken beyin hücrelerimiz tehlikeli sorunlara sebep olabilecek ve DNA hasarına yol açabilecek bazı bozuklukları, atıkları biriktirir. Hücreler gün içinde biriken sorunları gidermek amacıyla her gece ciddi bir bakım çalışması yapar. Bu yüzden vücûdun kendisini yenilemesi için gece bize tanınan mühlet çok değerlidir. Sinir hücrelerdeki hasarlar, yoldaki çukurlar gibidir. Yolları onarmak için en uygun zaman ise trafiğin en az olduğu gece vakitleridir. Özellikle gece 23.00-04.00 arası çok önemlidir. Bu saatler arasında beynin hipofiz bezinden büyüme hormonu salgılanır. Ayrıca karaciğer vücûdu yenilemeye başlar, alınan hasar ve yaraları iyileştirir. Uyku yoksunluğunun bilişsel performans üzerinde ölümcül zararları olabilir. 75 yıl yaşayan biri; takdir edilmiş, önceden belirlenmiş ecel olan ecelimüsemmaya kadarki yaşam süresinin yaklaşık 23 yılını bu tamamlanma, onarım ve bakım süresi olan uykuda geçirmektedir. 75 yıl yaşayan bir 52 yıllık daha kısa bir ömürde yaptıklarından sorumlu tutulur. Uykuyu ölüme yani bozulup çürümeye benzetmek uykusuzluğu kerâmet zannetmek ile sonuçlanmıştır. Yatsı abdesti ile sabahı kılmanın meziyet olarak anlatılması kültürü bu hatalı meallerin uzantılarıdır. Yenilenmek, güzelleşmek ve sağlık bulmak isteyen herkes mutlaka günde 6-7 saat uyumalıdır. Gece hayatı/eğlenceleri Kurân-î bakışa terstir.

“Geceleyin sizi öldüren, gündüzün de ne işlediğinizi bilen…” mealinde gece ölmek ile gündüz ne işlediğinizi bilen arasında mantıksal olarak bir bağ da yoktur. “Gece sizi öldüren, sonra gündüz sizi dirilten denilmesi” gerekmektedir. Bu hatalı meali anlaşılır kılmak için âyette hiç geçmeyen uyku/nevm, rûh gibi kelimeleri parantezler ile meallere ekleme zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Aslında burada yaşam özetlenmiştir. Her organizmanın aktif olduğu anlar ve pasif dinlenme zamanları vardır. Bu pasif dönemler olmasa organizma çok daha hızlı yıpranır ve ecelimüsemma denilen önceden belirlenip takdir edilmiş, maksimum dayanma süresine ulaşmadan iflas eder ve ölür. İnsan bu hayat döngüsünü dirilip Rabbine rücû etmek için yaşar. Sonra bildiklerinizi, gördüklerinizi değil “Sonra, yapmış olduklarınızı size haber verir.” Kurân’ın hedeflediği mümin sadece inanan veya bilen bir tip değil, inandığı ve bildiği istikâmette sâlih ameller ortaya koyabilen şahsiyetlerdir.

Ecel; bir vakit, bir zaman dilimi, süre veya bir vaktin sonu demektir. Kurân şimdi ecelimüsemmanın gereği olan bu hayat döngüsünün nasıl sonlandığından bahsedecektir.

 

61- Ve O, kullarının üstünde kâhirdir. Ve üzerinize muhafaza edici gönderir. Nihâyet sizden birinize ölüm gelince, resûllerimiz onu tamamlar. Onlar ifrata düşmezler.

 

Allah’ın kullar üzerinde kâhir ve kahhâr oluşu yani “kudreti, kontrolü, koruması ve hâkimiyeti”, onları kahruperişan etmesi üzerinden değil, muhafazası/koruması üzerinden tarif edilmiştir. Zîra cümlenin devamında muhafaza edicilerin gönderilmesi el-Kahhâr olan Allah’a izafe edilmiştir.

 

“Koruyucular” diye tercüme edilen hafaza kelimesi, eski tefsirlerde genellikle “kirâmen kâtibin” (değerli yazıcılar) adı verilen ve insanların bütün amellerini kaydetmekle görevlendirilen melekler şeklinde yorumlanmıştır. Şevkânî, buradaki hafazayı “sizi koruyan melekler” şeklinde açıklamıştır. Biz de bu kanaatteyiz. Zîra El-Hafîz olan Allah; tohumu kabuğuyla, dünyayı atmosferiyle, insanı da bağışıklık sistemi ve uyku mekanizmasıyla maddî zararlardan muhafaza eder. İndirdiği âyetlerle de manevî olarak kullarını sürekli korumuş ve kollamıştır. Gözlemlediğimiz kadarı ile canlılık dünyamızda muhafaza edilip devam ettirilmiştir. Nasıl ki yeryüzünün canlılığı için melekût âlemine ihtiyaç varsa insanın ecelimüsemmaya kadar canlılığını sürdürebilmesi için bu hayatı koruyan, muhafaza eden meleklere/güçlere ihtiyacı vardır. Yaşama gücü/melekesi bize verilmiş bir emânettir. Bu emâneti sahibine iade edene âyet resûller/elçiler demektedir. Ecelimüsemma ile resûller emâneti alıp imtihanı tamamlar. İnsanın biyolojik ölümü bir veya daha fazla melekesini yitirmesi sonucu gerçekleşir. Resûllerin ifrata/aşırılığa gitmemesi ölümün tıpkı doğum gibi doğal sürecine dikkat çekmek içindir. Burada bir sürpriz beklenmez, resûller ile pazarlık olmaz; melekler, kaybı kaçınılmaz olanı son kez tattırır. Ankebût 14’teki “Kullu nefsin żâ-ikatu-l mevt” ifadesi, her nefsin sürekli ölümü tatması manasında da okunabilir. Zîra “zaikatun” kelimesi ismifâildir ki bu, fiilin devam ettiğini göstermektedir. Vücûdumuzdaki 75 trilyon civarındaki her bir hücrenin sınırlı miktarda ömrü vardır. Bu süreyi tamamlayıp öldüklerinde, yerlerine yenileri yaratılır. Aslında bizler ecelimüsemmaya kadar her an ölümü tatmaktayız.

 

62- Sonra Allah’a döndürülürler. Onların mevlâsı Hakk’tır. Hüküm O'nun değil mi? Ve O, hesap görenlerin en serisidir.

 

Mevlâ, hem fâil hem de mefûl anlamında kullanılır. Fâil anlamında “yakın olan, yardım eden, yol gösteren” iken, mefûl anlamında ise “yakın olunan, yardım olunan, yol gösterilen” demektir. Köle ve efendisine denilmesinin sebebi bu çift boyutlu manadan ötürüdür. Hesap gününde şefaat eden ve velinin olmayacağını ifade eden Enâm 51. âyetin ardından burada da hakîkî, gerçek dostun sadece el-Mevlâ olan Allah olduğu hatırlatılmıştır. “Hüküm onun değil mi?” sorusunun peşi sıra hesabı da seri soracağı hatırlatılmış ki muhatap insanların inançları hakkında hüküm koyucu, hesap sorucu olmasın.  57. âyetteki “Hüküm ancak Allah’ındır!” ifadesi sık sık resûle ve müminlere hatırlatılmıştır. Zîra âciz beşer, intikâm peşinde koşup kendisine ve başkalarına zarar verebilir. El-Kahhâr olan Allah’ın kullarını muhafazası Kurân’î üslûba da yansımıştır. Düşündürmek amacıyla âyetler bu nedenle soru formatında gelmiştir. Muhatabın konuyu kişisel algılamasını önleyip düşmanlığı azaltmak için pasajda cümleler sürekli “De ki:” şeklinde başlamaktadır. Hakîkî dost olan Allah’ın, muhafızlarından biri de gönderdiği âyetlerdir.

 

63- De ki: “Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?” “Eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden oluruz.” diye tazarru ve gizliden gizliye dua edersiniz.

 

Tazarru; kibirden uzak, alçak gönüllülükle yapılan duadır. (Bkz. Arâf:55) “Hufyeten” ve “hifyeten” şeklinde okunabilen bu kelime, gizlilik ve örtülü olmak anlamına gelir. İki kelimenin yan yana gelmesindeki maksat ise ileri derecedeki ihtiyaçların, kibir ve gösterişin önüne geçmesi sonucu ihlâsla yapılan duaları göstermektir. Önemli olan bollukta ve darlıkta aynı tevazu ve ihlâsı gösterebilmektir. Nehhâs der ki: “Araplar zorlu bir günü anlatmak için ‘karanlık bir gün’ tâbirini kullanırlar.” Bu tâbiri hakîkî manasına hamledersek karada ve denizde insanı âciz bırakan âfetler, felâketler manasında olur. Manevî ve psikolojik anlamda insanı sıkıntıya sokan her durum ve şart manasına gelir. İnsanların böyle anlarda daha samimi oldukları gözlenmiştir. Zorluk ve sıkıntı çeken insanlar birbiri ile dostlukları daha içten ve samimi iken, mütref bir hayat sürüp nimete şükür değil nankörlük edenlerin ilişkileri daha samimiyetsizdir. Zorluk ve sıkıntıları omuz omuza aşmak, dertleri ve mutlulukları paylaşmak birlikte olmanın şükrü iken, mütref bir yaşam tarzı sonucu yalnızlaşmak, bencillik ve kibrin faturasıdır.

 

64- De ki: “Ondan ve bütün üzüntülerden sizi Allah kurtarır. Sonra siz şirk koşarsınız.”

 

Sıkıntı ve üzüntüleri Allah giderince kişi neden şirk koşar? Allah değil de sıkıntıları kulların kendileri aştığında şirk koşmayacaklar mı? Eğer kişi şirke düşecek ise Allah neden sıkıntıdan onları kurtarıyor? Kurtarmasa o kişi şirke düşüp ebedî hayatını mahvetmeyecek mi? Bu durumda suçlu kimdir? Acaba Allah’ın sıkıntıları gidermesi; emeksiz, umulmadık bir anda kişinin hak etmeden sorunlarından kurtulması mıdır? Böyle bir durumda kişi şımarıp haddini aşarak kendini, şansını, nefsini, aklını, idolünü veya totemini Allah’a ortak koşma hastalığına sürüklenir mi? O nedenle ne istediğimizi iyi bilmemiz gerekir. Zîra “Çok aceleci insanın hayır için duası şerri davet olabilir.” (Bkz. İsrâ:11) O ne mübarek bir derttir ki sizi şirkten korumuştur. “Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerdir.”  (Bkz. Bakara:216) Bu yüzden hoşlansak da hoşlanmasak da hayrı istememiz gerekir.

 

Kerb kelimesinin aslı, yerin eşilmesi, toprağın altüst edilip sürülmesi anlamına gelen ‘kirb‘ sözcüğüdür. Üzüntü de insan nefsini bu tür bir altüst oluş durumuyla yüz yüze bırakır. Buna göre, üzüntünün ‘el-kerb’ olarak isimlendirilmesi, duygu ve düşüncelerin bu altüst oluş sonunda çözümsüz kalıp düğümlenmesidir. Kerbela, üzüntü ve sıkıntı veren belâ manasında bu köktendir. Âyetteki “ve min kulli kerbin” ifadesi maddî ve manevî her tür yıkım, sıkıntı ve kederin tamamını ifade etmektedir. “Üzüntülerden sizi Allah kurtarır?” ifadesi yine bir yasaya âtıftır. Allah insanın fıtratına koyduğu yaşama ve hayata devam etme güdüsü ve unutma kabiliyeti ile hüznü, kederi, maddî ve manevî travmaları iyileştirir. Ancak nankör insan normalleşme sebebini görür de, maalesef yasayı koyup mahlûkatı buna uygun yaratanı görmez. Bu körlük kendisini sıkıntıdan kurtaran kişiyi haddinden fazla gözünde büyütüp idolleştirmesine, sıkıntıyı gideren sebebi totemleştirmesine ve ona hamd etmesine sebep olabilir. Âyet bu tehlikeye dikkat çekerek bireyi, kişiler ve nesneler karşısında kulluktan kurtarmayı hedefler. Zîra insanlar en çok korkuları üzerinden sûistimal edilmektedir. Dolandırıcılar önce hedefindeki kişiyi bir felâket senaryosuna inandırıp bunun üzerinden onu sûistimal etmektedir. Çok az da olsa Allah’a tevekkül eden bir mümin bu tarz korkutmalara kanmaz. Kurân, hayatta her tür sıkıntı ve felâketin kulun başına gelebileceğini bir sonraki âyette hatırlatıp sonrasında bunlara karşı nasıl bir duruş ve mücadele ortaya koymamız gerektiğini öğretecektir.  

 

65- De ki: “O, sizin üstünüzden veya ayaklarınızın altından azâbı üzerinizde diriltmeye veya sizi grup grup kılıp bir kısmınızın baskınını bir kısmınızla örtmeye kâdirdir.” Bak, âyetlerimizi nasıl tasrif ediyoruz. Umulur ki onlar fıkhederler.

 

Âyetlerin tasrif edilme amacı fıkhetmek yani derinlemesine düşünmektir. Râzî, “bir şey üzerinde birleşen, ittifak eden gruba” şî’a dendiğini nakletmektedir. Şîya’, şî’a’nın çoğuludur. “Birbirini izleyen, birbirine tâbi olan” anlamına gelen şey’u kelimesi, bu kavramın kökü olmaktadır. Libâs ise “elbise, koruyan giysi, zırh” anlamına gelir. “Ev yelbiseküm şiye’an”  ifadesi de şiddetli azâba uğrayanların ittifak edip birbirlerini bir zırh gibi koruması, zaaflarını bir elbise gibi örtmeleri anlamındadır. Libâs, birbirini seven eşlerin birbirlerinin ihtiyaçlarını giderip zaaflarını örtmeleri, birbirlerini tamamlamaları manasında Kurân’da kullanılmıştır (Bkz. “Onlar sizin için elbisedir, siz onlar için elbisesiniz.” Bakara:187) Hayattaki sıkıntı ve zorluklar bizleri bir araya getiriyor ise güçlendirir. Aksi takdirde “Ve hepiniz, Allah’ın ipine sımsıkı tutunun, fırkalara ayrılmayın! Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın; siz (birbirinize) düşman olmuştunuz. Sonra sizin kalplerinizin arasını birleştirdi, böylece O’nun (Allah’ın) nimeti ile kardeşler oldunuz. Ve siz ateşten bir çukurun kenarında iken sizi ondan kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor. Umulur ki böylece siz hidâyete erersiniz. (Âli İmrân: 103) Ayrıca Bkz. “Nizalaşmayın, yoksa rüzgârınız kesilir.” Enfâl:46) 

Azâbın gök taşları veya seller ile gökten; deprem ve volkanik patlamalar ile yerden gelmesi, dirilme benzetmesi ile anlatılmıştır. Zîra bu doğa olayları genelde uyuyan, pasif durumdaki felâketlerdir. Bunların nerede, ne zaman uyanacağı kestirilemez. Bunların yanı sıra bir de insanların grup grup olup birbirlerine azâp etmeleri söz konusudur. Doğal âfetlere karşı insana basîret ve ferâset veren Allah, insanların da bir kısmını bir kısmı ile defederek arzı, fesâttan muhafaza etmiştir. (Bkz. Bakara:251) Mekke müşrik şîalarına ve onların namert baskınlarına karşı, müminlerin vahiyle (önceden bilgilendirilerek) korunacağı müjdesi verilip Allah’ın buna kâdir olduğu vurgulanmıştır. Her şeye kadir olana tevekkülün ne kadar değerli olduğu, resulün bile vekil olamayacağı da bir altta şöyle hatırlatılmıştır;

 

66- Ve senin kavmin o hakkı yalanladı. De ki: “Ben üzerinize vekil değilim.”

 

Âyetteki “yalanlanan şeyin” ne olduğu hakkında farklı görüşler vardır. Kimi bir önceki âyette ifade edilen azâbın yalanlanması şeklinde anlamış, kimi resûlün getirdiği hak mesajın yalanlanması olarak anlamıştır. Bir sonraki âyette geçen “Her haber için karar kılınmıştır.” ifadesinden dolayı yalanlanan gerçeğin müşriklerin baskınından müminlerin korunacağı vaadi olmalıdır.

 

Vekil; bir kişiye güvenmek, kendi yerine tayin etmek demek olan “tevkil” kökünden türetilmiştir. Müvekkil de onu savunan bir avukatın varlığını anlatır. Resûl, ne veli ne şefaatçi ne Mevla ne de ümmetinin avukatıdır. Resûl, sadece uyarıcı ve müjdeleyicidir. Övgüde, tevekkülde sadece el-Hamid ve el-Vekil olan Allah’a yapılmalıdır.

 

67- Her haber için karar kılınmıştır. Ve yakında bileceksiniz.

 

Müstakar kelimesinin kökü, “karre”dir. “Yerleşmek, oturmak, tesis etmek, tayin etmek; yerleşik, sabit durmak, ikâmet etmek, kalmak” manalarına gelen bu kelimenin türevleri çoktur. Bunlardan biri de âyette geçen  müstakar kalıbıdır. Mekân ismi olduğu kadar, zaman ismi de olabilir. (Bkz. Kıyâmet:12, Yâsîn:38, Furkân:24-66, Hûd:6) Haber ile bağlantılı olarak geldiği için “Her haberin gerçekleşeceği bir yer ve zaman vardır.” şeklinde anlaşılmaktadır. Bu tâbirin manası “Allah’ın haber verdiği her haberin, meydana geleceği değişmez ve geriye bırakılmaz bir vakti ve bir yeri vardır.” şeklindedir. Şartlar olgunlaşmadan birilerinin isteği üzerine ne gökten azâp yağar ne de başıboş alaycılar, disiplinli ve dürüst müminlere zarar verebilir. Ama bu hakîkati görmeyenler hâlâ inen âyetler hakkında ileri geri konuşmaktadır.

 

68- Ve âyetlerimizi diline dolayanları gördüğün zaman, artık başka bir söze dalıncaya kadar onlara arkanı dön! Ve ama şeytân sana unutturursa hatırladıktan sonra artık o zâlimler kavmiyle beraber oturma!

 

Havd kelimesi genellikle “dalmak” olarak anlaşılmaktadır. Konumuz olan âyette de bu sözcükle âyetler hakkında alabildiğince seviyenin dibini bulmak, fütursuzca konuşup sınır tanımadan onlarla eğlenip alay etmek anlamında kullanılmıştır. Bu sözcük Kurân’da 12 yerde gelir. Dünyaya dalmak (Bkz. Zuhrûf:83), bâtıla dalmak (Bkz. Tûr:12) gibi. Kurân bunu aynı zamanda bâtıl ehli ile ortak hareket etmek anlamında da kullanmıştır. Âyet Resûlullah’a hitap etmekle birlikte âyetin hükmü umûmidir. Bugün de Allah’ın âyetleriyle alay edildiğini gören bir Müslüman, engellemeye gücü yetmiyorsa o meclisi terk etmelidir. Zîra orası Müslüman’ın seviyesine uygun bir ortam değildir. Onu da aşağı çekebilir. Aynı ifade Nisâ 140. âyette de gelir. Oradaki uyarı şöyle devam eder: “O, size kitapta indirdi ki, Allah'ın âyetleri örtülüp alaya alındığını işittiğinizde başka bir söze geçmedikçe, onlarla bir arada oturmayın! Yoksa siz de onlara benzersiniz.” Seviyesizlerle tartışan seviyeli biri aradaki farkı sürekli koruyamaz. Seviyeyi korumanın önündeki engel ise şeytânın kişiye kendisini unutturmasıdır. Enâniyetin baskın olduğu durumlarda kendini sürekli haklı görme, üstün gelme ve kibir ağır basabilir. Bu durumda üste çıkmak için tartışma gereksiz uzatılarak amaçtan sapılır. Şeytânî duygu ve düşünceler yüzünden, başta belki hayırlı olan bu niyet unutulup, konu senlik-benlik davasına dönüşebilir.

 

Enâm 68’deki bağlamda; âyetleri savunma refleksi, doğruyu tebliğ ve hakka davet niyetlerini şeytânın sûistimal etmesi söz konusudur. (Bkz. Şeytânın sağdan gelmesi Araf:17) Ne kadar sâlih bir amaç güdülse de hak etmeyenlerle aynı ortamda bulunmak bile, onların saygısızlığını meşrulaştırmak ve ödüllendirmek olacaktır. Allah’ın âyetleri belirli bir edep ve usûle göre konuşulup tefekkür edilir. Muhatap hak etmese de en güzel hadis olan âyet-i kerimeler bunu hak etmektedir. İnançlı insanlar için inandıkları değerler onların kırmızı çizgileridir. Hangi inanç olursa olsun o inancın değerlerini hafife alıp dalga geçen, alayla diline dolamayı eleştiri zannedenlerin müşrik ahlâkında oldukları bilinmelidir. Bir vasat oluşturulmadan ulvî-ilâhî konulara girilmemelidir.

 

Esbâb-ı nüzul kayıtlarında bu konu hakkında şu olay anlatılmaktadır: “Müşrikler Kurân ile istihza edip onun hakkında ileri geri konuşmaya daldıklarında onlarla birlikte oturan Müslümanların şöyle bir savunması olurmuş: “Eğer onların yanından kalkıp ayrılırsak Mescid-i Harâm’da Kâbe’yi tavaf etmeye imkân bulamayız.” Bunun üzerine işte bu âyet nazil oldu. Bu âyet ile takvalı müminlere, müşriklerle birlikte oturma şartları ve sınırları belirlenmiştir. Bu sınırlar dâhilinde onlara öğüt ve nasihat ile dini anlatma ruhsatı/müsaadesi de verilmiş oldu.

 

69- Ve muttakilere onların hesabından bir şey yoktur. Ve lâkin hatırlatmalıdır. Umulur ki takvalı olurlar.

 

Âyetleri, inançları, değerleri hafife almanın hatalı olduğu hatırlatıldıktan sonra alaya devam edilen bir ortamda müminin yapması gerekenler öğretilmiştir. Ancak sakındığı hâlde bunları işitenlere bir vebalin, günahın olmadığı da burada açıklanmıştır. Zîra kimse bir başkasının günah yükünü yüklenmez. (Bkz. Necm:38) Muttakîye düşen vakarını bozmadan umutla denemesidir. Hz. Mûsa ile Hz. Hârûn, Firavun’a giderken onun öğüt alıp huşû duyacağı umudunu besliyorlardı. (Bkz. Tâhâ:43-44) Demek ki denenmeden bir insanın irâdesinin ne şekilde tezahür edeceğini bizler bilemeyiz. Bu yüzden belirli bir edep ve saygı çerçevesinde âyetlerle alay etme potansiyelinde olanlara yaklaşmak gerekir. Çünkü hal sirayet eder. Umulur ki onlar da takvalı olurlar.

 

70- Ve dinlerini oyun ve eğlence edinenleri bırak! Ve onları dünya hayatı aldattı. Ve onunla hatırlat ki kazandıklarından dolayı nefis tutsaktır. Allah’ın astında velîsi ve şefaatçisi yoktur. O, bütün fidyeleri verse de ondan alınmaz. İşte onlar kazandıklarından dolayı tutsak kimselerdir. Örtbas ettikleri şeylerden dolayı onlar için kaynar bir şarap ve elîm bir azâp vardır.

 

Dünya hayatının aldatması, imtihan perdesinden dolayı âhiretin olamayacağı ihtimalinin ağır basmasıdır. Âhiret olmayınca dünya oyun ve eğlenceden ibaret kalıyor. (Bkz. “Ve dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.” Enâm:32) Dinini oyun ve eğlence edinmek cümlesindeki din kelimesi, sadece inanç manasında değildir. Din “d-y-n” kökünden gelir ki borçluluk anlamındadır. Medine hukukun olduğu, mahkemenin kurulduğu yer manasındadır. Diğer bir kelime de Kurân’da sadece burada geçen “b-l-s” kökünden “iblâs” kelimesidir. Kelime borcun ödenmemesi durumunda ipotek koyup rehin almak gibi ticarî manalar içerir. Tutsaklık diye meal verdiğimiz iblâs kelimesine Zemahşerî “menetmek, yasak ve mahzurlu olan şey; yüzünü ekşitmek, gibi” manalar verir. Mecma’ul-Beyan adlı tefsirde şöyle deniyor: “Araplar, ‘Ebseltuhu bicerîretihi’ derler. Yani, suçundan dolayı onu teslim ettim. El-Müstebsil; kurtulamayacağını bildiği için teslim olan kimse demektir. Ahfeş der ki: Tubsilu, “Cezalandırıyorsun.” anlamını ifade eder. Yine “tubsilu” ifadesinin “İpotek ediyorsun, rehine koyuyorsun.” anlamına geldiği de söylenmiştir. Dikkat edilirse bunlar, birbirine yakın anlamlardır. (Elmalılı) Nefsin tutsak kalması, rehin olması manasında da kullanılmıştır (Bkz. “Kullu nefsin bimâ kesebet rahîne” “Her nefis, kazancı ile rehinedir.” Müdessir:48) Âhiretin olmadığı bir tasavvur borçluluk bilincinden kişiyi uzaklaştırıp oyun ve eğlenceyi hayatın gayesi hâline getirmeye sebeptir. Âyetin bu kısmında geçen “adl” kelimesi, “tam karşılık, fidye” gibi manalara gelmektedir. Şefaatçi ve velînin olmadığı; fidyenin, rüşvetin geçmeyeceği cevabı menfaatperestlerin beklentilerini de yansıtmaktadır. Zaten bir sonraki âyet “…size fayda ve zarar vermeyenler” şeklinde yine menfaatçilerin anlayacağı bir dil ile hikmetli cevaplarına devam edecektir. “Bırak!” anlamında çevrilen “zer” kelimesi yukarıdaki “a’rid” (sırt dön) fiilinin devamıdır. Sıralama genelde önce yüz çevir “tevella” (fikirsel kopuş), sonra “a’rid” sırt dön (fiziksel kopuş), ardından yeni başlangıçlar yapmak için “zer” veya “edbera” (arkanda bırak) şeklindedir. Sürecin sonu olan “fe-a’rid” “Artık onlara aldırış etme, kendi işine bak!” anlamına da gelmektedir. Rabbimiz konuları alaya ve hafifliğe alanların kendilerine yardım için gelenleri kaybedeceklerini seçtiği kelimelerle hatırlatmıştır. Zîra kendini ciddiye almayan birini kimse ciddiye almaz. Din; ciddiye alınmayı hak eden, hayatî bir konudur. Zîra tercihlerimizi, iyi veya kötü birine dönüşmemizi, çevrenize ve kendinize faydalı, sorumlu bir kul olmamızı sağlayan unsurların başında âhiret bilinci ile dinî değerler gelir. Din şemsiyesi sağlam değilse kul kalbini koruyamaz. Bu ıslak ve lakayt ortamda kaymalar, sapmalar sık görülecektir.  Âyette geçen “bihî-onunla” kelimesindeki zamîr Kurân’a râcidir. “Onları onunla (indirilen âyetlerle) uyar!” emridir. Âyetler, kalkanımız ve şemsiyemiz olmalıdır. “Onların ne söylediklerini, en iyi Biz biliriz. Ve sen onların üzerine, cebbar değilsin. Öyleyse Benim vaadimden korkanlara Kurân ile öğüt ver.” (Kaf:45) Buradaki korku vaadi ciddiye alanlar anlamındadır. Başka bir âyette bu hakîkat şöyle ifade edilmiştir: “Ve hatırlat/öğüt ver! Zîra öğüt, inananlara fayda verir.” (Zariyât:55) Allah ve âhiret inancı zayıflayan biri, zamanla kralı ve misafirleri eğlendirmekten başka iş bilmeyen saray soytarısı ve dalkavuğuna dönüşür. Önce narsist bir bakışla (Bkz. Enam:40) sürekli nefsine dalkavukluk ederek kendini över. Sonra da zevk-ü sefâyı en çok kendisinin hak ettiği yalanına inanarak nefsini oyun ve eğlence ile oyalamak için köle ve soytarı derekesine düşer. Nefsine tapan biri menfaati için onurunu kaybedip zillete düşmeyi göze alıp dalkavukluktan geri durmayacaktır. Zîra nefis kazandıkları yüzünden artık tutsaktır. Kurân’î ilkeler; başta nefse hoş gelen ancak sahibini tutsak eden tüm şeytânî duygu ve düşüncelerden onu kurtarmak içindir. Muhatabını özgürleştirip üzerindeki ipotek ve haczi kaldırır. (Bkz. Ümmî, nebî, resûl, onların ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri kaldırır. Arâf:157)

 

71- De ki: “Bize fayda ve zarar vermeyen Allah’ın astındaki şeylere mi dua edelim? Allah’ın hidâyete erdirmesinden sonra, yeryüzünde şeytânların kandırıp hayran bıraktığı, ashâbının da 'Bize gel!' diye hidâyete çağırdığı kimse gibi topuklarımızın üzerinde geriye mi döndürülelim?” De ki: “Muhakkak ki Allah’ın hidâyeti… O, hidâyettir! Ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk.”

 

A’kâb  kelimesi “akib” kelimesinin çoğulu olup topuk manasındadır. Bu kelimenin asıl anlamı âkibet ve ukbâ‘dan gelmektedir. Âkibet ve ukbâ ise, bir şeyden sonra gelen şeyler hakkında kullanılır. Ayağın ökçesi (akib’i) sonda olduğu için Araplar mevkiîne bakarak isim verirken Türkler bu uzvun şekline bakarak toparlak/topuk demiştir. Topuklarının üzerinde gerisin geriye dönme deyimini Araplar, bir işe yöneldikten, o işte ilerledikten sonra gerisin geri dönen kimseye, çark eden için kullanırdı. Topuğun üzerine döndü demek, delilsiz ve körü körüne dönüş yapmak gibidir ki bu fevrî tepki menfaatini kaybetme korkusu ile düşünmeden yapılan bir hidâyetten kaçıştır.

 

Istihvâ kelimesi, bir adamın akıl ve şuurunu şeytânsı duygu ve düşüncelerin eline vermesi, çaldırması, onu aptalca şaşkınlık verici hatalara sürüklemesidir. Bir şeyi yüksek, şenlikli bir mahalden alıp arzu ve isteğini hoş göstermesi (süslemesi) ile onu tenha, çukur bir yere indirmesi manasında da kullanılmaktadır. Âyette hayrân kelimesi de yer almaktadır. Hayrân; bir şeyi, kişiyi veya görüşü aşırı beğenmedir. Şeytânî duyguların ve düşüncelerin doğruluğu, güzelliğine insanın inanmasıdır. (Bkz. “Ve şeytân, onlara yapmış olduklarını süsledi.” Enâm:43) Narsist kişiler kendi düşüncelerine hayrân iken bu ifratın tam zıddı olan tefritte ise kişiliği olgunlaşmamış edilgen tipler; bir düşünce, ekol veya âciz bir kulun peşinde sürüklenirler. Akide kişinin yaşadığı toplumun, tutuğu partinin, tarihin, kültürün bir uzantısı olursa onun kavgaları, çıkmazları, düşmanları bir anda kişinin kendi kavgalarına dönüşebiliyor. Ancak akide kişinin kendi özünün bir uzantısı olarak emekle olgunlaşırsa kişi o değerlere daha çok inanıp samimiyetle benimseyebilir. O değerleri yaşamak için üçüncü bir göze, denetlemeye, yaptırıma, kanuna ihtiyaç duymuyor. O değerleri kimse yaşamasa da ilkelerinden çark etmez. Ancak birilerinin bayraktarlığını duygusal zeminde, hayranlıkla yapmak, şahısların, ideolojilerin şubesi haline gelmek en ufak sarsıntıda içselleştirmediği değerlerini bırakmakla sonuçlanır. Bu olumsuz hayrânlık aklıselime engeldir. Bu hâl, çıkış yolunu görüp bulmaya da mânidir. Topukların üzerine dönme refleksi bu yaşanan içsel tereddütlerin yansımasıdır. Sadece âlemlerin Rabbine (onun değerler ve ilkeler sistemine) teslim olmak son cümlede emredilmiştir. Bu şuur;  kişiyi nefsine, kullara, nesneye, şeytânsı duygu ve düşüncelere, ideolojilere kul olmaktan korumakta ve sürüleşmenin önüne geçmektedir. Kendimize günde 5 vakit bu ilkeleri hakkıyla telkin edersek sadece âlemlerin Rabbinin huzurunda haşrolanacağımız gerçeği bizlerde ahlâk hâline gelecektir. Bu evrensel, insani ilkeler içselleşerek kendi zatımızın bir uzantısı haline gelecektir.

 

72- Ve salâtı ikâme edin ve O'na karşı takvalı olun! Ve haşrolunacağınız O’dur.

 

Kurân’da salât kelimesi ikâme fiili ile geçerse namaz anlamına gelmektedir. (Bkz. Fâtır:18-29, Neml:3, Arâf:170, Râd:22, İbrahîm:31-37-40, İsrâ:78, Yûnus:87, Hûd:114) Âyette takva denilen sorumluluk bilinci ile hareket etmenin salâtı ikâme etmeye bağlanması manidardır. Zîra düzenli ve gönüllü telkinlerin sadece ahlâk ve bilinçaltına değil, biyolojik yapımızda da ciddi pozitif farklara sebep olduğu günümüzde anlaşılmıştır.

 

73- Ve semâları ve arzı hak ile yaratan O’dur ve “Ol!” dediği gün hemen olmaya başlar. O’nun sözü haktır. Sûra üfürüldüğü gün mülk O'nundur. Gaybı ve şehâdeti bilen O’dur. Ve O, el-Hâkim’dir, el-Habîr’dir.

 

“Kun fe yekûn!” göklerin ve yerin hemen olması değil hemen oluş sürecine girmesidir. Zîra göklerin ve yerin 6 günde/aşamada/dönemde yaratıldığını söyleyen yine Kurân’dır. (Bkz. Furkân:59, Hûd:7 vs.) Hak ile yaratmasının anlamı göklerin ve yerin bir amaç için yaratılmış olmasıdır. Zîra hakkın zıddı bâtıldır ki manası boş olan, hiçlik ve anlamsızlıktır. Hak ile demek, kâinatta hiçbir şeyin tesadüfî olmadığını söylemektir. Sâd sûresinin 27. âyetinde de aynı hakîkate şöyle vurgu yapılır: “Ve gökyüzünü, arzı ve ikisi arasındaki şeyleri bâtıl olarak yaratmadık. Bu, örtenlerin zannıdır.” Demek ki Allah, kâinatı, amaç ve anlamdan yoksun olarak yaratmamıştır. Kâinatın amaç ve anlamdan yoksun olduğu fikrine savrulan biri için dünya oyun ve eğlenceden ibaret olacaktır. Bu gaflet uykusundan sûr ile uyanmak dönüşü olmayan bir pişmanlıktır. Sûra iki defa üfleneceğini de Zümer:68’den şöyle öğreniyoruz: “Ve sûr’a üfürülmüş, Allah’ın diledikleri hariç göklerde ve yerde olanlar ölmüştür. Sonra ona bir defa daha üfürüldüğü zaman onlar ayağa kalkarak bakınırlar.” Demek ki ilk üfleme ölüm, ikincisi dirilmedir. Bu üfleme mecazı ile ne kastedildiği konusunda farklı görüşler vardır. Rûh üfleme ile sûra üfleme arasında bir ortaklık olmalıdır. Zîra ikisinde de (yunfehu) üfleme mecazı kullanılmıştır. Âyetlerin iç bağlamları dikkate alındığında şöyle bir tablo karşımıza çıkmaktadır: Nasıl ki üflenen yani yüklenen ilâhî bilgi (rûh) insana bir anlam ve amaç veriyorsa sûra üflenmesi ile o anlam ve amaç sonlanacaktır. Nasıl ki üflenen rûh ile ilk adama bir anlam ve amaç verilmişse birinci sûr ile verilen bu amaç alınacaktır. İkinci kez üflenmesi demek hayatın yepyeni bir anlam ve amaç kazanması demektir ki Kurân buna âhiret hayatı demektedir. Gaybı ve şehâdeti bilen Allah, şehâdete bakarak gaybî konulara bir pencere açmaktadır. Açtığı hikmetli pencereden Habîr sıfatı gereği kullarını haberdar etmektedir. Bunu da el-Hakîm ve el- Habîr esmalarına âtıfla âyet vurgulamaktadır.

 

74- Ve hani İbrahîm, babası Azer’e demişti ki: “Sen putları ilâhlar mı ediniyorsun? Muhakkak ki ben, seni ve kavmini apaçık bir dalâlette görüyorum.”

 

Âzer ismi Kitab-ı Mukaddes’te  (Tekvin; 11. Bab; 24-32. Cümleler, (Tarihler; 1. Bab; 24- 27. cümleler) İbrahîm peygamberin babası “Terah” olarak geçmektedir. Kurân’da sadece bu âyette geçen Azer ismi ile alâkalı İbrânî kültür hakkında derin araştırmalar yapan Muhammed Esed şöyle der: Kitab-ı Mukaddes’te İbrahîm’in babasının adı Âzer değil, Terah [ilk Müslüman şecerecilere göre Târah veya Târakh] olarak verilmiştir. Ancak onun, tümü de kaynak ve anlam yönünden belirsiz olan daha başka bazı adlarla [veya lakaplarla] anıldığı da bilinmektedir. “

 

Rivayetlerde Âzer yaklaşık MÖ. 2100 (veya 2300) civarında Ur’da yaşamış bir saray heykeltıraşıdır. Bir Keldani devleti olan Ur devleti, Ur-Nammu tarafından kurulmuştu. Muhtemelen “Nemrud” ismi de buradan mülhemdir. Irak’ta yaşayan ve Hz. İbrahîm’in kavmi olan Keldaniler, yıldızlara, gök cisimlerine taptıkları gibi putlara da taparlardı. Pasajın ilerleyen âyetlerinde Hz. İbrahîm’in “yaratan” değil “yaratılan” olduğunu ispat ettiği Güneş-Ay-Yıldız teslisi, içinden çıktığı toplumun putlaştırdığı mahlûklardır.

 

Ur’da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan tabletlerde 5000 tanrının adı geçmektedir. Her kentin kendine özgü tanrısı ve baştanrı ya da kent tanrısı kabul edilen ve kendisine diğerlerinden daha çok saygı gösterilen özel bir tanrısı vardı. Ur’un kent tanrısının adı “Nennar” [Ay tanrısı] idi ve bu tanrının adıyla sonraki çağların bilginleri bu kente “Kamerina” da demişlerdi. Bir diğer büyük kent, sonradan Ur’un yerine başkent yapılan “Larsa” idi; buranın baş tanrısının adı ise “Şemeş” [Güneş tanrısı] idi. Bu baştanrıların altında, sıradan halk için çoğunlukla yıldızlar, gezegenler ve birkaçı da yeryüzü nesnelerinden seçilen çok sayıda küçük put yapılmıştı. Tüm bu gök ve yer tanrı ve tanrıçalarının putlar hâlinde sembolleri dikilmişti. Dua ve tapınmalar bu semboller önünde yapılırdı. Bu şirk inancının sosyolojik bir karşılığı da vardı: Halk üç sınıfa ayrılıyordu: Amelu sınıfı; din adamları, devlet memurları ve askeriyeden oluşuyordu. Nuşkenular; tüccarlar, zanaatkârlar ve çiftçiler bu sınıfa dâhildi. Son olarak Ardu sınıfı vardı ki bunlar da kölelerdi. Amelu sınıfının özel ayrıcalıkları vardı. Hem medenî hukuk hem de ceza hukuku alanında diğer insanlardan daha fazla haklara sahiptiler ve hayatlarıyla mülkleri kutsal ve kıymetli tutulurdu. Pasajda; Genç İbrahîm’in seçkinlerin hukuku ve oluşturduğu adâletsizliğin sebepleri olarak gördüğü, hiyerarşik putlar ve ilâhlar inancını nasıl sorguladığına şâhit olacağız. İşte, İbrahîm peygamberin gözlerini açtığı kentin ve toplumun durumu buydu. Talmud’a göre kendisi Amelu sınıfına dâhildi ve babası şirk devletinin önde gelen görevlilerindendi.

 

75- Ve böylece Biz, göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyoruz ki İbrahîm yakîn olarak bilsin!

 

Melekût kelimesi  “mülk” anlamına gelmektedir. Râzî’ye göre, kelimenin sonundaki “te” harfi, mübalağa için gelmiştir. (Bkz. Yâsîn:83, Arâf:185) İbn Âşûr, her iki hâlde de kelimenin mecazî olarak geçtiğini ve buradaki hakîkî anlamının “memlûk” (sahip ve mâlik olunan, yönetilen şeyler) olduğunu ifade eder. Buradaki mülk, Allah’ın gökler ve yer üzerindeki güçlerini ifade etmektedir. Melekût âlemidir. Hz. İbrahîm aklî deliller ile kalbin nasıl tatmin olması gerektiğini gösteren, Kurân’ın örnek şahsiyetlerinden olan (usve-i hasene) resûllerdendir. (Bkz. İbrahîm'de ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örneklik vardır. Mümtehine:4) Bakara 260’da ölünün diriltilmesini konusunda da Hz. İbrahîm’in aklî deliller ile kalbini itminana ulaştırma sürecini okumaktayız. Göklerin ve yerin melekûtu Genç İbrahîm’e gösterilerek öğretilmiştir. Vahyedilerek değil gösterilerek öğretilmesi de önemli bir detaydır. Tabiatın güçleri, işleyiş prensipleri (Kitab-ı Mübîn) apaçık ortadadır. (Bkz.Enâm:59) Tabiat ve insan kitabını doğru okumak, sorgulayıcı bir bakışla aklı hikmetle kullanmaya bağlıdır. Göklerin ve yerin melekûtunu/çalışma prensiplerini doğru bilmek, insanı şirkten kurtaran çok değerli bir bilinç kazandırır. Zîra şirk, boşlukları ve bilinmezliği sever. O spekülatif alanı bulduğunda hemen ilâhlar uydurur ve onları inkâr için bir delili olmayan saf insanları sûistimal etmeye başlar. Okuyacağımız İbrahîm kıssasında Allah’a iftira ile insanların nasıl sömürüldüğüne, gökler ve yer denen mahlûkatın tamamının çalışma prensiplerinin bilinmesinin şirk zehrine nasıl panzehir olduğuna dair cevaplar bulacağız.

 

76- Öyle ki gece onun üzerini örtünce bir yıldız kümesi gördü. “Bu benim Rabbim!” dedi. Ne var ki kaybolduğunda “Kaybolup gidenleri sevmem.” dedi.

 

Cenne kelimesi, “örtmek kapatmak” anlamına gelmektedir. Ölü ile kullanılınca “kefenlemek”; gece ile beraber kullanılınca “gecenin kararması, basması, örtmesi”; cunne kalıbından kullanılınca “aklın örtülmesi (cinnet), “ecenne” kalıbından alınınca “birini deli etmek, aklını almak anlamlarına gelir. Bitki ile kullanılınca “uzayıp kalınlaşması ile zemini örtmesi (cennette olduğu gibi)”,  “ictenne” kalıbından “gizlenmek, saklanmak”; cânnun kalıbı da görünmeyen enerji/cân, cinn “yabancı, tanınmayan, sinsi, sezdirmeden gelen yılan” gibi anlamlarda kullanılır. Âyetteki “Bu benim rabbimdir!” ifadesi Genç İbrahîm’in henüz resûl seçilmediğini göstermektedir. (Bkz. Bir vakit İbrahîm’i Rabbi birtakım kelimeler ile imtihan etti, o onları itmam edince “Ben seni bütün insanlara imâm edeceğim.” buyurdu. Bakara:124) Hz. İbrahîm’in bu kavramsal imtihanı hakkıyla vermesi üzerine insanlara imâm, önder, resûl seçilmiştir. Şimdi Genç İbrahîm’in tasavvur inşasına, kavramsal mücâdelesine şâhit olacağız. Pasaj, onun yaşadığı toplumda insanların kelime ve kavramlarla nasıl kandırıldığını ve bu aldatmaya karşı verdiği imtihanı da kıssa edecektir. Hz. İbrahîm’in “Batanlara inanmam değil de batanları sevmem!” ifadesindeki sevgi vurgusu, şirkin aklî değil duygusal bir inanç olduğuna dikkat çekmektedir. Rey ekolünün babası olan Hz. İbrahîm aklî delilin olmadığı bir alanda imân ve inkâr değil de sevme ve sevmeme üzerinden yaptığı kısacık tanım şirkin sübjektifliğine ve kırılganlığına da bir göndermedir.

Kevkeb denilen büyük yıldız kümeleri veya gezegenlerin bizi izleyen ilâhlar olduğu iddiası günün ağarması ile kesintiye uğramıştır. Gerçek ilâhın sürekli görmesi (Basîr), işitmesi (Semî’), ilgilenmesi (Faal) uzaklarda değil şah damarından daha yakın (karîb) olması, kişi ile kalbi arasına girebilmesi beklenir. Genç İbrahîm, bunu aklen yavaş yavaş görmekteydi. Şimdi ikinci iddiayı sorgulayacaktır.  

 

77- Derken, Ay’ı doğarken gördüğünde: “Bu benim Rabbim!” dedi. Ne var ki kaybolduğunda: “Rabbim eğer beni hidâyete erdirmezsen mutlaka dalâletteki kavimden olurum.” dedi.

 

Bâziğ, doğan demektir. Baytarın hayvanı doğurmasından gelir (Bkz. Müfredat bzğ mad.) Ay doğmaya başladığında “bezeğa’l-kameru” denir. Ezheri şöyle der: Bu kelimenin, yarmak manasına gelen “bezğ” mastarından alınmış olma ihtimali vardır. Çünkü ay, ışığıyla karanlığı yarar. Efele fiili ise “batmak, kaybolmak” anlamına gelir. Bu kelime, her üç âyette yer almakta ve Genç İbrahîm’in değerlendirmesinin eksen kavramı olmaktadır. Genç İbrahîm’in şu cümlesi arayışta olduğunun delilidir: “Rabbim eğer beni hidâyete erdirmezsen mutlaka dalâletteki kavimden olurum.”

 

78- Öyle ki Güneş'i doğarken gördüğünde: “Bu benim Rabbim, bu en büyük!” dedi. Ne var ki kaybolduğunda: “Ey kavmim ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden beriyim.” dedi.

 

Bu kıssa Talmud’da geçiyorsa da, iki açıdan Kurân’daki anlatımdan ayrılmaktadır: İlki Talmud’da sıra Güneş’ten yıldızlara doğru iken, Kurân’da tam tersidir. Talmud’da, İbrahîm’in Güneş için “Bu benim Rabbimdir!” dediğinde, o an Güneş’e secde ettiği, aynı şekilde Ay’a da secde ettiği anlatılmışken Kurân’da böyle bir secdeden bahsedilmez.

Bu üç âyette Genç İbrahîm tamamen büyüklük üzerinden hiyerarşik bir sıralama ve sorgulama yapmıştır. Önce “kevkeb” denilen yıldız kümeleri (sıradanların, kölelerin ilâhı) sonra Kamer/Ay (tüccar ve çiftçilerin ilâhı) en sonda Şems/Güneş (babasının da dâhil olduğu din adamları, aristokrat, asker ve yöneticilerin ilâhı). Bunlar gözlemlenen semâda, insana küçükten büyüğe görünen gök cisimleridir. Toplumsal statü farklarına, zulümlere sebep olan bu ayrıştırıcı hiyerarşik inancın; zihinleri, kalpleri nasıl darmadağın ettiğine şâhit olan Genç İbrahîm bundan beri olmayı dilemiş yani toplumsal statüleri, adâletsiz ayrımcılıkları, sahte kutsalları elinin tersi ile itmiş, hanîf olanı kendi hür irâdesi ile seçerek ilk imtihanı vermiştir.

 

79- Muhakkak ki yüzümü, semâları ve yeri yarıp ortaya çıkaranın vechine hanîf olarak döndürdüm. Ve ben, müşriklerden değilim.

 

Fetara, ilk önce parmak uçlarıyla devenin memelerinden süt sağma eylemi için kullanılmış; ancak zaman içinde bu anlam genişleyerek bir şeye müdahale etmek sûretiyle bir oluşum sağlamak anlamında yerleşmiştir. (Lisanül Arab). Fatr kelimesi, içinde gizleneni ortaya çıkarmak için yarıp açmak manasına gelir. Göklerin ve yerin melekûtunun gösterilmesi onun içindeki sırların yarılıp ortaya çıkmasıdır. Zîra Rağıb’ın da dediği gibi yarılmak kimi zaman yapma, kimi zaman bozma yoluyla olur. Âyetteki “fetara-ssemâvâti vel-ard” kalıbı Kurân’da birçok yerde gökler ve yerin yaratılışını ve işleyişini anlatma bağlamında gelir. Gökler ve yer potansiyelini gerçekleştirmek için hassas bir matematiksel hesapla var edilmiştir. Genç İbrahîm yıldızlar, Ay ve Güneş’in döngüsel rutinlerini gözlemledikten sonra onların, belirli kanun ve kurallar dışına çıkamayan mahlûklar olduğuna kanaat getirmiştir. Buradaki “vech” kelimesi “yüz” anlamına gelmekle beraber insanın bütün benliğini, dikkat ve ilgisini hanîf olarak odaklaması manasındadır. Hanf, meyletmektir. Ayaklarının birinde eğiklik olan kişiye “ahnef” ismi verilir. Hanîf, “hanef” mastarından bir sıfattır. Hanîf kavramının asıl manası, eğriliği bırakıp doğrusuna meyletmektir. Genç İbrahîm vahiy almadan sadece aklederek şirke “Hayır!” demiştir. İlerleyen âyetlerde ikinci aşama olan “illallahı” nasıl anladığına da şâhit olacağız. Genç İbrahîm’in yıldıza, Ay’a ve Güneş’e “Bu benim rabbim!” demesi artık o inanç sisteminin gereklerini kabul etmesidir. Zîra Rabb, efendi manasına gelir ki ona tâbi olanlar için artık o kişi rabbine kulluğa hazırdır. Ancak şirk, sınıfsal farkları korumak ve menfaatler için uydurulmuştur. Genç İbrahîm sınıfsal farklara, adâletsizlik ve zulümlere şirkin sebep olduğunu görmektedir. Bu yüzden bâtıl ve eğrilikten hanîf olarak dönmüştür. Hz. İbrahîm’in, hakîkî imâna giden yolda, aklıselîm ve onun ürünü olan doğru bilgiden hareketle sahih bir imâna ulaşma yöntemi gerçek bir örneklik arz etmektedir. (usve-i hasene için bkz. Mümtehine:4) Hangi inanç olursa olsun bir inanç adâletsizliklere, kibre, riyâya, eşitsizliğe sebep oluyorsa o inanç Allah’ın seçtiği din değildir. (Bkz. “Allah katında din İslâm’dır/barıştır/sulh ve selâmettir.” Âli İmrân:19) Tabiî ki Genç İbrahîm barış, adâlet ve hak yolda ilerlerken birtakım zorluklarla karşılaşmıştır. Zîra daha önce deneyimlemediği yepyeni bir yoldadır.

 

80- Ve kavmi onunla çekişti. Dedi ki “Beni hidâyete erdirmişken, Allah hakkında benimle çekişiyor musunuz? Ve ben, şirk koştuklarınızdan korkmuyorum. Ancak Rabbim'in dilediği şey olur. Rabbim'in ilmi her şeyden geniştir. Hâlâ tezekkür etmez misiniz?”

Çekişme manası verdiğimiz “hacce” kelimesi delil manasındaki hüccet ile aynı köktendir. Buradaki ifade, Hz. İbrahîm’in putları kırdıktan sonra en büyük putun bunu yaptığını söyleyip delillerini ortaya koyduğu sahneyi anlatmaktadır. Bu karşılıklı iddialaşma, çekişip tartışma ortamının oluşmasına yol açmıştır. Zîra kurulu bir düzende -ne kadar çarpık da olsa- insanların alışkanlıklarını bir anda terk etmeleri mümkün değildir. Yapılması gereken sert çıkışlar değil -doğruluk ve adâlet için- gerekirse bir ömür tedricî bir mücadele vermektir. Genç İbrahîm put inancının sadece bir paravan olduğunu görmüştü. Bu paravanın, kraliyet hanedanına tapınma ve bu hanedanın egemenliğinin yanı sıra, din adamlarıyla soyluların sosyal, ekonomik ve siyasal statülerine ve tüm ülkenin kolektif hayatına göre dizayn edildiğinin farkına varmıştı. Bu yüzden, çağrısının kabulü kapsamlı değişikliklere sebep olacaktı. Geçerli sosyal modelin bırakılıp tevhit/adâlet ve eşit haklar temeli üzerinde kurulacak sistem toplumda özellikle üç sınıfı derinden etkileyecekti. İlki gök cisimlerinin yeryüzündeki sembolleri üzerinden halkı güden din adamları sınıfı. İkincisi, ruhbanları kendi çıkarları doğrultusunda besleyen aristokrat kesimi/soylular sınıfı. Üçüncüsü de tehdit, korku ve kandırmalarla kandırılıp ezilen köle sınıfı idi. Asiler sahte ilâhlar ile korkutulurdu. Genç İbrahîm’in “Şirk koştuklarınızdan korkmuyorum.” çıkışı sahte ilâhların onlara dil uzatanları cezalandıracağı yalanını da deşifre etmektedir. Üst tabakanın rabbi hâline dönüştürülmüş Güneş ilâhına dil uzatmanın cezasının ateş olması da manidardır. Zîra ateş cezası Şems tanrısına isnat edilecektir.

 

İbrahîm’in fıtrî söyleminin yayılma ihtimali az sayıdaki eliti tedirgin etmiştir. Zîra hurafeler ile korkutulan halk üzerinde bu fıtrî söylem yankı bulabilirdi. Putperest inançları besleyen iki temel güdü vardır ki bunlar bilinmezlik üzerinden kandırma ve korkutmalardır. Allah’a kulluk bile putperestliğe dönüşebilir. Kulluk ne kadar somutlaşıp menfaat ve maddî temeller üzerine kurulursa o oranda putperest bir inanca dönüşür. Bu nedenle Kurân, ilâhî ve ulvî değerleri (peygamber, kitap, Kâbe vs.) menfaatler uğrunda putlaştırılmasını haram kılmaktadır. Aşkın/müteal ve içkin/karîb, sonsuz ve sınırsız (el-Evvel ve el-Âhir, ez-Zâhir ve el-Bâtın esmaları), her şeyi kuşatan (el-Muhît, el-Vâsi’) esmaları, âlemlerin Rabbi olan Allah’ı bile putlaştırma teşebbüsüne karşı Kurân’î engellerdir. Tabiî ki bu doğru Rab tasavvuru ancak tezekkür edenler içindir.

 

81- “Ve hakkında bir sultân indirilmeyen şeylerle O'na şirk koşmaktan korkmadığınız hâlde, ben sizin şirk koştuklarınızdan nasıl korkarım? Mademki biliyorsunuz, öyle ise iki fırkadan hangisi emin olmayı hak ediyor?”

 

Genç İbrahîm, kavminin korkuları üzerinden onları yine kendi korku silâhları ile vurmuştur. Zîra kavmi; inkârcı, tanrıtanımaz değil, şirk koşan bir toplumdur. Onların kast sistemi ile düşünmeleri üzerinden en büyük ilâhın azâbından “Sizi küçükler mi koruyacak?” şeklinde bir soruyu korkudan, tehditten, cezâdan anlayan muhataplarının zihinlerine bırakmıştır.  Genç İbrahîm’in iki fırkadan bahsetmesi, haklı söyleminin taraftar toplayacağına duyduğu güvenin bir yansıması olabilir. İmânın temeli, emin ve emniyette olmaktır. İslam; toplumsal huzurun, güvenin ve emniyetin teminatı değilse orada imâna şirk bulaştırılmış demektir.

 

82-  İmân eden ve imânlarına zulüm giydirmeyenler, işte onlar emindir ve onlar hidâyete erenlerdir.

 

Bu âyet imânın tanımını yapmaktadır. İmân edenler için “…onlar emindir.” ifadesi yer almıştır. Zaten imân kavramı da “e-m-n” kökündendir. İmânı inançtan ayıran temel unsur bu emin olma ve güven vermenin ahlâk hâline gelmesidir. Tersi güvensiz ve güven vermeyen zulüm ortamıdır. Ki bu hâl dalâletin ta kendisidir. Bağlam şirkin neden azîm bir zulüm olduğunu örnekleri ile anlatmaktadır. Zîra zulüm bir şeyi kendi mevkiinden başka bir yere koymaktır. Buradaki zulüm imân perdesi arkasından yapılmaktadır. Mesele Güneş’e Ay’a veya yıldızlara tapınmak değildir. Asıl mesele bunu kullanarak insanlara maddî ve manevî zulmedip insanların emeklerini sömürmektir. İmâna zulüm elbisesini giydirmemenin zıddı zulme imân elbisesi giydirmektir. Zulme, haksızlığa imân elbisesi giydirmek “velem yelbisû” ile ifade edilmiştir. Bu, çok ilgi çekici bir kullanımdır. Zîra kötülüğü güzel ve imrenilen bir kılıfla maskelemek manasına gelmektedir. Genç İbrahîm, putlar yani kuklalar üzerinden kuklacıların zulmüne dikkat çekerek maskelerini düşürmektedir. Allah Resulü de, buradaki zulm kelimesini Lokman 13’ü delil göstererek açıklamıştır. (Bkz. Buhârî ve Müslim) İmân edenlerin inançları yüzünden sûistimal edilmelerini âyet “ellezine amenu” ile ifade etmiştir. Ateist veya deistlere değil, ancak inançlı kimselere şirk ile zulmedebilirsiniz. Bu bakımdan Haçlı seferleri inanca zulüm elbisesi giydirme anlamında tipik bir örnektir.  9. yüzyıldan 15. yüzyılın sonuna kadar sürmüş bu seferler, din aşkına, cennet için ve Rab rızasını kazanma kılıfıyla yapılmıştı. Avrupalı Katolik Hristiyanlar, 1096 yılında  Papa Urbanus  başkanlığında Clermont kilise konsilinde bir araya geldiler. Burada alınan kararlar sonucu Aralık 1098'de Antakya'dan gelen bir Haçlı ordusu Suriye’nin kuzeyindeki Maarratu'n-Numan' şehrinin duvarları önlerinde karargâh kurup şehri muhasaraya başladı. Halk onlara karşı çok çetin bir savaşa girişti. Haçlılar kale burçlarının karşısına ahşap bir burç dikip beklemeye başladı. Müslümanlar bir süre sonra bulundukları sûrlardan inip daha güvenli olacağını düşündükleri şehirdeki evlerine sığındı. Haçlı ordusu taarruza geçti ve şehri ele geçirerek bir katliam yapmaya başladı. Haçlılar burada yaklaşık 20 bin kişiyi din adına, İsa aşkına, cennette arsa almak için katletti. Batılı kaynaklar burada Haçlıların ölen Müslümanların bedenlerini yediklerinden bile bahsetmiştir. (Bkz. Peters, Edward (1998) The First Crusade: The Chronicle of Fulcher of Chartres and Other Source Materials University of Pennsylvania Press, s. 84.) Haçlılar Müslümanları kaynatıp çorba yapmak, Müslüman çocukları şişe geçirip ateşte pişirmek ve yemek dâhil olmak üzere son derece korkunç bir zulüm işlemiştir. Bu dönemdeki Haçlı yamyamlığı hem Frank hem de Arap raporları tarafından doğrulanıyor. Mesela Caenli bir Frank görgü tanığı, haşlama ve kızartma vahşetini rapor etmiştir. Şehrin düşüşü sırasında orada olan Aixli Albert şöyle yazmıştır: "Bizim bölüklerimiz sadece ölü Türkleri ve Suriyelileri yemedi, aynı zamanda köpekleri de yiyorlardı!" (Bkz. Tamim ENSARİ-İslami Bakış Açısından Dünya Tarihi Pegasus Yay. S.178 10 HaZîran 2020 tarihinde Wayback Machine sitesinde) Din insanların en güçlü duygusudur. Bunu uydurmalar ile yönetirseniz câhil gürûhların yapamayacağı cânilik yoktur. (Bkz. “De ki: "Eğer imân sahibi iseniz, imânınız size ne kötü, ne fena şeyler emrediyor” Bakara:93) Genç bir delikanlıyı sırf inancı yüzünden yakma haddini kendinde görmek bunun tezahürüdür. Genç İbrahîm’in ateşe atılmasının arkasında yatan inanç, şirkin nasıl zulme dönüşebileceğinin kadîm ve tipik örneğidir. (Bkz. “Onlar: Bir şey yapacaksanız, (İbrahîm’i) şunu yakın da ilâhlarınıza yardım edin, dediler.” Enbiyâ:68) Mart 2015'te Kâbil'de muskacıyla tartıştığı için linç edilen ve sonra cesedi yakılan Afgan kadın Ferhunde Melikzade de şirkin oluşturduğu zulmün hâlâ cahil dimağlarda yaşadığını gösteren trajik bir vakıadır.

 

83- Ve işte bunlar, kavmine karşı İbrahîm’e verdiğimiz delillerimizdir. Dilediğimiz kişinin derecelerini artırırız. Muhakkak ki senin Rabbin Hakîm'dir, Alîm'dir.

 

Âyette geçen “hüccet” kelimesi, kesin delil manasına gelir. Huccetu-na, bizim delilimiz demektir. Kelimenin çoğul gelmesi savunduğu davayı destekleyen delillerin zamanla olgunlaştığını ve bir süreç ile gözlem yapılarak elde edildiğini anlatmaktadır. Zaten âyette hem derece hem de aşama aşama yükselme anlamındaki “ref” kelimesi seçilmiştir. Ki bu da hızlı bir yükseliş olan “uruç” değil, aşamalı bir değer ve kıymet artışını göstermektedir. Mukayesenin İslam medeniyetindeki önemine dair şu örnek dikkat çekicidir: İslam medeniyetinde bilim alanında yazılan ilk kitabın adı, “ez-zîcü’l mümtehan’dır.” Abbâsî Halifesi Me’mûn, Bağdat’ın Şemmâsiye semtinde bir rasathâne kurarak dönemin astronomi bilginlerinden, Batlamyus’un astronomi tablolarının ve el-Mecisṭî adlı eserinde Güneş’in, Ay ve gezegenlerin hareketine dair verdiği bilgilerin doğruluğunun araştırılmasını istemişti. Bunun üzerine dönemin astronomlarının hazırladığı tablolara (zîc) “el-mümtehan” adı verilirken bu çalışmaya katılanlar da “ashâbü’l-mümtehan” diye anılmaktaydı. Bu zîcler/tablolar mukayese edilmekteydi. Zicler imtihan edilmiş/sınanmış, böylece zicler adlı bir eser ortaya çıkmıştır. Yunan’dan, Hindistan ve İran’dan gelen bilgiler rasatla sınanmıştır. Amaç, kozmoloji bilgilerini kendi gözlemleri ile tenkide tâbi tutmaktır. Gelen kitabî bilgiyi olduğu gibi kabul etmeyip sorgulayarak doğruluğunu test etme aslında İbrahîm’î metottur. Böylece hüccete ulaşılmıştır. Kurân’ın verdiği ufuk; gerçeklik ile kitap üzerinden değil doğrudan gözlem üzerinden irtibat kurma becerisini muhatabına kazandırmıştır. Ancak bu her zaman böyle olmamıştır. İslâm medeniyetindeki Endülüs tecrübesi, gerçeklik ile sadece kitap üzerinden irtibat kurduğu için Aristoteles’e mahkûm kalınmıştır. Sağlam hüccete, ancak geçmişten gelen bilginin gerçeklik ile sınanmasıyla ulaşılır.  İbrahîm’î metot hangi alanda olursa olsun eldeki bilginin, mantığının veya inançların sorgulanması üzerinedir. İnançlar üzerinden yapılan sorgulama günümüzde maalesef bir tabu hâline gelmiş bilim üzerinden de mutlaka yapılmalıdır. Bilimde bunu başaran ilk dönem âlimleri, tashih/düzeltme çalışmaları ve arkasından ıslâh çalışmaları başlatmış ve bilimde bir sıçrama/ivme kazanmışlardır. İlk dönem İslâm geleneğinde çeviri hareketleri bu yüzden hız kazanmıştır. Şehir kurup devlet olma tecrübesi olmayan Müslümanların medeniyet oluşturması için Kurân’î zihniyet önemli bir yer tutmuştur. Bu zihniyet ve ihtiyaçlar bilim dilinin gelişmesine ve kültürün sürekliliğine vesile olmuştur. Nesilden nesile aktarılması gereken bu sürekliliğe bir alttaki âyet şöyle işaret edecektir:

 

84-Ve ona İshâk ve Yâkub’u hibe ettik. Hepsini hidâyete erdirdik. Ve daha önce Nûh’u hidâyete erdirdik ve onun zürriyetinden Dâvud, Süleyman, Eyyûb, Yûsuf, Mûsa ve Harûn’u da hidâyete erdirdik. Ve muhsinlere işte böyle karşılığını veririz.

 

Vehebe kelimesi;  karşılıksız vermek, hibe etmek, bağışlamak manalarına gelirken “evhebe” kalıbından alınınca “bir işi yapabilmek için gerekli olan her şeyi hazırlamak” anlamını ifade etmektedir. Mevhûb kalıbı da “bağış olarak verilen çocuk” anlamındadır. El-Vehhâb da “bedelsiz bağışlayan, hibe eden” demektir. Öyle anlaşılıyor ki, biyolojik olarak çocuk doğurma çağını geçmiş eşlere çocuk verilmesi anlamında “vehebe” kelimesi kullanılmaktadır. (Bkz. İbrahîm:39, Hûd:71-72) Bu âyette resûller zürriyet bağları veya tarihsel kronolojiye göre birbirinden ayrılmamıştır. Zîra âyette daha önce diyerek nebî-resullüğü Hz. Nûh ile başlatıp oradan devam ettirmiştir. Hz. İshâk, Hz. Yakûp dedikten sonra Hz. Yûsuf’u zikretmeyip onu Hz. Nûh’un zürriyetine, Hz. Dâvut, Hz. Süleyman ve Hz. Eyyûb’un arkasından zikretmesi bu bağlantıların kan bağı, soy-sop ile alâkalı bir zürriyet olmadığının açık delilidir. Zîra Hz. Nûh ile Hz. İbrahîm arasında Azer gibi birçok kötü, tevhit inancında olmayan nesil veya zürriyet de gelip geçmiştir. Kurân’ın kronolojik bir sıralama olmadan resûlleri anması çok farklı zaman ve coğrafyalarda yaşayan resûl ve nebîlerin ortak meziyetleri ile gruplamasındandır. Nebîleri, isimleri üzerinden değil temsil ettikleri değerler üzerinden anma zaten Kurân’î bir usûldür. Ekonomik, sosyal ve kültürel farklar nebîler arasında olmasına rağmen sayılan tüm resûllerin “muhsin” oluşları üzerinden bu âyette zikredildiğini görmekteyiz. Hz. İshâk yüzleri güldürerek ihsân etmiş, Hz Yakûp her durumda aile olmanın önemini yaşayarak hidâyeti göstermiş, Hz. Nûh tabiat ile savaşmanın değil uyum ve tedbirin hidâyet olduğunu ve canları kurtarmanın gerçek bir ihsân olduğuna dair sembol isim olmuştur. Hz. Dâvut gücün, Hz. Süleyman da servetin hakkını vermiş, onları ihsân yolunda kullanarak hidâyete ermişlerdir. Hz. Eyyûb sağlığın ne büyük bir ihsân olduğunu, cân sağlığının kulluğu, aileyi, ekonomik ve sosyal hayatı doğrudan etkileyebileceğini anlayıp anlatarak hidâyete ermiştir. Hz. Yûsuf, hibe edilen beden güzelliği, makam ve mevkiinin nasıl takva ve güzel ahlâkla tamamlandığını öğrenerek hidâyete ermiştir. Hz. Mûsa ve Hz. Harûn da zorba bir diktatöre karşı cesâretle mücadele vermiş, özgürlüğün ne kadar değerli bir ihsân olduğunu öğrenmiş ve öğretmişlerdir. Dikkat edilirse âyette yine “Hibe ettim.” değil “Hibe ettik.”, “Hidâyete erdirdim.” değil “Biz hidâyete erdirdik.” şeklinde çoğul kullanımlar vardır. Bunun nedeni hibenin ve hidâyetin değişik faktörlerin araya girdiği bir süreç ve hak edilmişlikle gerçekleşmesidir. (Bu resûllerin ilk geçtiği yerler ve ayrıntılı bilgiler için bkz.  Meryem:49, Meryem:6, Nûh: Necm:52,  Neml:15 Sâd:41,  Yusuf:4,  A’lâ:19,  Meryem:53.)

 

85- Ve Zekeriyâ, Yahya, Îsa ve İlyâs; hepsi sâlihlerdendir.

 

Sayılan resûllerde toplumun ıslâhı, sulhu için mücâdele vermiş olan barış insanlarıdır. Ancak hepsi de savaş yanlılarının zulmüne maruz kalmışlardır. İlyâs ismi ”ifʿāl” vezninde olduğundan “elyese raculun” "cesur, kaçmayan, korkusuz" anlamına gelmektedir. Bu ismin sâlihatı savunmada düşmanlar karsındaki duruşundan verilmiş bir sıfat olması da muhtemeldir. (Ayrıca bkz. Meryem:2,  Meryem 7,  Meryem:34 ve Sâffât:123–130.)

 

86- Ve İsmaîl ve Elyasa ve Yûnus ve Lût, hepsini âlemlere karşı tafdîl eyledik.

 

Fadl; iyilik, fazîlet, erdem, lütuf demektir. Faddalnâ, ‘Biz fazîletli, iyi kıldık.’ demektir. Hz. İsmaîl ve Hz. Elyasa burada ve Sâd:48’de yan yana zikredilmiştir. Yaşadıkları coğrafya ve zaman dilimindeki toplumlardan/âlemlerden fazîletli bir karaktere sahiplerdi. Hz. İsmaîl, babası gibi halîm bir karakter ile diğer insanlardan ayrılmıştır. Hz. Elyasa isminin özelliği “Allah benim kurtuluşumdur.” anlamına gelen Elişa sıfatıdır. Zîra Hz. Elyasa her durumda kurtuluşu Rabbinde arama fazîletine sahip idi. Hz. Yûnus kendisine verilen meziyetler ile yüz bin insanın maddî ve manevî kurtuluşuna vesile olmuştur. Hz. Lût temiz ahlâkı, insana yakışan erdemli karakteri ile yaşadığı çağda mümtaz bir yer edinmiştir.  Sayılan resûller farklı sıfatlara göre kategorize edilmiştir. Hz. İbrahîm, İshâk, Yakûb, Nûh, Dâvud, Süleyman, Eyyûb, Yûsuf, Mûsa ve Harûn; muhsin çatısı altında toplanmışken; Hz. Zekeriyyâ, Yahya, Îsa ve İlyâs sâlihatta; Hz. İsmaîl, Elyesa, Yûnus ve Lût ise fazîlette tüm insanlara örnek kılınmıştır. (Bu âyette sayılan resûller ile ilgili ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz. Meryem 54, Sâd 48, İbrahîm 39, Sâffât 102,  Sâd Sâffât 139, Yûnus 98, Lût: Kâf 13, Şuarâ 160, Neml 54, Kamer 33, Arâf 80, Sâffât 133, Hûd 70-77, Hicr 59.)

 

87- Ve onların babalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden... Ve onları ayırdık ve onları sırâtımustakîme hidâyet ettik.

 

Âyette “Ve onların babalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden bazıları da muhsin, sâlih ve fazîletli olmuştur.” ifadesi burada anlatılan meziyetlerin kan bağıyla değil; bilginin, ahlâkın ve görgünün aktarılması ve kişilerin tercihleriyle devam ettirildiğini vurgulamak içindir.  Zîra baba için çocuğu onun zürriyeti iken burada hem baba hem de zürriyetin ayrı ayrı sayılması kan bağından ziyâde daha genel bir aktarımın söz konusu olduğunu göstermektedir. Resûllerin açtığı çığıra sünnet, o yolun yolcularına ümmet denir. O izi takip hiçbir zaman akrabalık bağlarına göre değil, tercihlere göredir.(Bkz. Nûh ve oğlu, İbrahîm ve babası) Ayrıca nübüvvet babadan oğula geçen bir kurum da değildir. Dolayısıyla burada seçim bir saflaştırma, arınma ve hak edilmişlik sonucundadır.  

 

İctiba; insanın, bir şeyi kendisi için ayırması demektir. Cibâye ise; faydalı şeyi toplamaktır. Seçmek manasındaki ıstıfa, seçkin anlamındaki mustafadan farklılaşır. Yectebike kelimesi “uygun kıvama gelmek için bir sürecin içinde ayıklanma, elenip saf hâle gelmek” demektir. Zamanla rafine hâle gelmek anlamındadır. Bize örnek olan resûl ve nebîlerin hayatlarında yaşadıkları zorluk ve sıkıntılarla saflaştırılıp arı duru hâle geldikleri, eksikleri ve fazlalıklarından böylece kurtuldukları ifade edilmiştir. Yine çoğul bir kullanım vardır. Biz içtinap ettik ve istikâmet verilmiş yol olan sırâtımustakîme onları yönlendirdik.  (İlkeler yolu olan sırâtımüstakîm için bkz. Fâtiha:6, Yâsîn:61, Mülk:22, Sâffât:118, Hicr:41, Enâm:39)

 

88- İşte bu Allah’ın hidâyetidir. Kullarından dilediğini onunla hidâyete erdirir. Ve eğer şirk koşsalardı, elbette yapmış oldukları şeyler hebâ olurdu.

 

Yukarıda 18 nebî ve onların izinden giden, zürriyet ve din kardeşleri zikredilmiştir. Ardından bu âyette “İşte bu Allah’ın hidâyetidir.” denilerek muhsin, sâlih ve fazîletli olmanın gerçek hidâyet olduğu ifade edilmiştir. Muhsin kelimesi hüsn kökünden gelir ki, güzel ameller ortaya koyanlar demektir. Sâlihlerden olmak için ortaya konulan amellerin başkalarına fayda sağlaması, sulh ve selâmete hizmet etmesi gerekmektedir. Güzel ve sâlih ameller yapmak hem hidâyet hem de fazîletlerin en değerlisidir. Sadaka sâlih bir ameldir; ancak onun da muhsince yapılması şarttır. Bkz. “Bir tatlı dil, bir mağfiret; arkasından ezanın geleceği sadakadan hayırlıdır.” (Bakara:263) Hakîkati bulma endişesi ve niyeti o amelin istikâmetini de belirler. Bunu Hz. İbrahîm örneği üzerinden okumaktayız. Hz. İbrahîm, şirkin oluşturduğu sınıfsalcı bakışa karşı sâlih bir mücadele içinde kendisine bir amaç ve istikâmet çizmiştir. Her sâlih amelin muhsince yapılması gerektiğini de yaşayarak öğrenmiş ve bizlere örnek olmuştur. (Bkz. “Onu kılıçtan geçirin veya yakın!” Ankebût:24) Hakîkati bulma endişesi uğrunda yapılanlar bir anda değerli birer sâlih amele dönüşebilir. Zîra kişinin istikâmeti yaptıklarının değerini belirler.  İstikâmeti kaybederek yapılanlar sâlih amel dahi olsa hebâ olur. Zîra müşrikler de sâlih ameller yapmaktadır. Ancak bu amellerin istikâmeti tevhit değil şirke hizmet ettiği için hebâ olmuştur.

 

89- İşte onlar, kendilerine kitap ve hüküm ve nübüvvet verdiğimiz kimselerdir. Onlar eğer, onu örterse o takdirde onu örtmeyen bir kavmi ona vekil kılarız.

 

Vekkelnâ (vekil kıldık) ifadesi “Temsiliyet cihetinde onların yerine başkasını getiririz.” manasındadır. Nübüvvet kurumu bireysel olarak sonlansa da “Ona vekâlet eden bir kavmi ona vekil kılarız.” ifadesinden dolayı bu âyette kitabî ilkeleri yaşayan bir toplumun yeryüzünde sürekli olacağı bilgisi verilmiştir. Nübüvvet nasıl ki zürriyet işi değilse o değerlerin yaşanması da bir ırka, bir dile, bir kavme tahsis edilmemiştir. “Onlar, onu örttüklerinde onu örtmeyen bir kavmi ona vekil kılarız.” ifadesiyle hiçbir kavmin, kişinin, ırkın, soyun, ailenin Allah için vazgeçilmez olmadığı vurgusu yapılmış ve ayrıcalıklı veya üstün ırk/tür sapmasına da dikkat çekilmiştir. (Bkz. İbrahîm:19-20)

Nübüvvet iki temel unsurdan oluşur. İlki kitap yani bilgi, ikincisi hükümdür. Âyette kendilerine önce “kitap” ve arkasından buna bağlı “hüküm” ve en sonunda “nübüvvet verdiğimiz kimseler” ile yukarıda sayılan peygamberler kastedilmiştir. Peki, hüküm nedir? Hüküm, bir şeyin iyice araştırılıp soruşturulmasından sonra verilen karara denir. Bu kararın/hükmün yanlış olmaması, edinilen bilginin doğruluğuna bağlıdır. Bu nedenle önce ilâhî bilgi anlamında kitap zikredilmiştir. Hüküm; karardır, hâkim ise hüküm verendir. Hâkimin doğru bir hüküm vermesi onun hikmetine bağlıdır. Hikmet; edinilen bilgiden doğru hüküm çıkarabilme kabiliyetidir. Rağıb’ın açıklamasıyla hikmet, “İlim ve akılla hakka isabet etmektir.” İlim bir araçtır, amaç değildir. Onun için bilgiyi amacına uygun, istikâmet ile kullanmaya hikmet denilir. Kelimenin kökü olan “ha-ke-me” ata vurulan gem manasından gelir ki hayvanın yoldan çıkıp kendisine ve sürücüsüne zarar vermesine engel olmaktadır. Bu bağlamda bilgiye dayalı verdiği kararlar ile haksızlığa ve zulme engel olana “hikmetle hükmeden hakîm” denir.

 

90- İşte onlar, Allah’ın hidâyete erdirdiği kimselerdir. O hâlde onların hidâyetine uy! De ki: “Ben, ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O ancak âlemler için bir zikirdir.”

 

Bu âyette, yukarıda isimleri zikredilen peygamberlerin Allah’ın hidâyeti üzere oldukları ifade edilmekte ve Hz Peygamberin de onların ilkelerine tâbi olması gerektiği emredilmektedir. Geçmiş peygamberlerin davadan vazgeçmesi için rüşvetlere, övgülere, musibetlere, tehditlere, hakaretlere maruz kaldıkları; ancak inandıkları insanî erdemlerden (Muhsin, sâlih) ve haysiyetlerinden (tafdîl)  bir an olsun taviz vermedikleri hatırlatılmıştır. Fiyatı değil, değeri olan insanlar; ilkelerini ve haysiyetlerini her durumda koruyabilir. Peygamberin izinden gidenler, dinî ve ahlâkî erdemler üzerinden para kazanamaz. Zîra bu; değerleri alınıp satılan, sûistimal edilen bir metâ derekesine düşürür ki bu durumda insanların ulvî ve ilâhî değerlere inancı, güveni ve hürmeti kalmaz. Kitap, konferans, tv programı, imamlık, tebliğ veya davet için yapılan hizmetlerden din adına maddî çıkar devşirenler, ecirden mahrûm kaldıkları gibi sebep oldukları yozlaşmanın hesabını da veremezler. Oysa bunların giderleri, tamamen gönüllük esas alınıp zekât kurumundan karşılanmalıdır. Dinden para kazananlar Allah’ı hakkı ile takdir edemeyenlerdir.

 

91- Ve Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemedikleri zaman dediler ki: "Allah, beşere bir şey indirmedi.” De ki: "Mûsa’nın getirdiği, insanlar için hidâyet ve nûr olan kitabı kim indirdi?” Onu kâğıtlara yazıp gösteriyorsunuz ve çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin ve babalarınızın bilmedikleri kim tarafından size öğretildi? De ki: "Allah!" Sonra onları bırak daldıkları şeylerde oyalansınlar!

 

“Beşere bir şey indirmedi” itirazının/çıkışının sebebi insanüstü resûl tasavvurundan istifade edip din üzerinden devşirdikleri rantın devam etmesi içindir. Âyetteki “karâtîs” kelimesi, “kırtâs“ın çoğuludur. Bununla, ya kitabın kâğıtlar üzerine yazılması veya üzerinde yazılar bulunan kâğıtlar hâline getirilmesi kastedilmiştir. Ebu Ali el-Fârisi, âyetteki “kırtas” sözü için “Onlar o kitabı sahifeli hâle getiriyorlar, yani onu sayfalara aktarıyor, yazıyorlar.” der. Râzî de der ki: “Allah Teâlâ’nın âyette, Yahudileri kınamak için bunu söylemesinin sebebi; onların, Tevrat’ı sahifeler hâline getirip onu bölümlere ve kısımlara ayırınca, bir kısmını açıklayıp bir kısmını gizlemeye imkân bulmalarıdır.” Bir şeyin takdir edilmesi o şeyin ölçülmesi ve bir sınırla sınırlandırılıp belirlenmesi demektir. “Kadri-hi” onun ölçüsü, miktarı demektir. Allah’ı, dinî değerleri, ilâhî konuları maddî çıkar, para ve somut şeyler için satanlar aslında tamamen soyut olan Allah inancına fiyat biçenlerdir. O yüzden âyette “Kadrini takdir edemediler.” şeklinde bir gönderme yapılmıştır. Müşrik melelerin, haham ve ruhbanların, put rahiplerinin yaptıkları; dinden maddî çıkar, makam ve güç devşirmedir. Müslümanlar da maalesef sadece ismini değiştirerek sonuçta aynı kapıya çıkan bir sınıf oluşturmuştur. Din üzerinden geçinme, onu bir meslek hâline getirmeye engel olan nedir? Dinî değerler, gayb âlemi, teoloji; laboratuvara konup matematiksel netlikte ispatı mümkün olmayan, gözlem ve deneye dayalı sürekli geliştirilen, maddî bilim veya disiplin mahiyetinde olmadığı için sadece ve sadece gönüllü yapılması elzem olan, dünyevî ilimleri aşkın bir konumdadır. Bu nedenle fizik, kimya veya matematik gibi sürekli geliştirilmek için fakültelerde bilimsel bir bölüm olarak açılması, üzerinde ihtisas yapma bahanesi ile para kazanılması, bunun sonunda din adamları sınıfı üretilip bunlara ücret verilmesinin ne Kurân’da ne Allah Resûlü’nün hayatında ne de vicdanda bir karşılığı vardır. İlahiyat Fakülteleri kapatılsa ülkemiz ne kaybeder? Din adına basılan kitapların, verilen eğitimlerin tamamı ücretsiz ve gönüllülük esasına uygun hazırlanmalıdır. İhtiyaç duyulan hammadde ve sermaye de devletin hazinesinden değil, zekât ve sadakalarla buna ihtiyaç duyan dindarlar tarafından karşılanmalıdır. Âyette Hz. Mûsa ve ona indirilen kitabın “kırtas” edilip onun üzerinden rant devşirme örneği dikkat çekicidir. Zîra Yahudileşmiş bir kafa her tür değeri paraya çevirmenin peşindedir. Hidâyet ve nûr olsun diye inen kitabın işlerine gelen kısımlarını abartıp maddî çıkar, güç devşirmişken gönüllülüğü, fedakârlığı, paylaşmayı emreden kısımları gizlemiştir. Nesilden nesile de bunu devam ettirip meslek hâline getirmişlerdir. Çözüm onlarla kavga veya alternatif din adamları üretip yarışmak değil, onların müşteri olarak gördüğü saf insanları bilinçlendirmektir. Zîra âyetin son cümlesi “Dinî değerleri kullanarak rant devşirenleri bırak, daldıkları din ticareti ile oyalanıp dursunlar şeklindedir.”  Mümine düşen maddî bir beklenti olmadan sadece uyarmaktır. Zîra bu kitap bunun için inmiştir.

 

92- Ve işte bu,  elleri arasındakini tasdik eden, ummulkura ve avlusundakileri uyarman için sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ve onlar ki, buna ve âhirete imân ederler ve onlar, salâtlarını muhafaza ederler.

 

Öncelikle bu âyette şehir, Medine ve Mekke gibi bir isim veya kelime geçmemesine rağmen çoğu meal müellifi Mekke ve çevresi veya şehirlerin anası gibi yakıştırmalarla âyete meal vermiştir. Burada kasıt Mekke’dekiler olsa idi “…kavmini uyarman için” denirdi ki bunun Kurân’da örneği çoktur. (Bkz. Yâsîn:6, Kassas:46) O zaman burada “ummulkura” ile ne kastedilmiştir? Terkip “el-kurâ” ve “ümm” kelimelerinden oluşmuştur. Kurâ; “k-r-e” kökünden gelir ki manası müfredata göre hem insanların toplandıkları yere hem de toplanan insanlara denir. (Bkz. “Karyeye sor” Yûsuf:82) Buradaki mana, karye gibi kasaba, şehir yerleşim yeri değil insanların bir araya geldiği toplanma yeridir. “Ümm” ise ana, asıl demektir. Bu terkibin manası asıl ana toplanma yeri/merkezi ve havle denilen Türkçemize avlu olarak geçen çevresindekileri, “avlusundakileri uyarman için indirdiğimiz mübarek bir kitap” manasındadır. Peki, Mekke’deki ana, asıl toplanma yeri ve onun avlusu neresidir? Burası Mekke ve çevresi değil Kâbe ve avlusudur. Ehlikitaptan Yahudi ve Hristiyanlar ana toplanma yerine ibadet için değil orada kurulan pazara gelip ticaret yapıyorlardı. Bu merkez Kurân’da ibâdet niyeti ile anlatılırken “ummulkura” değil “beyt” kullanımı yapılırken (Bkz. Ve onların salâtları beytin yanında ıslık çalmak ve el çırpmadan başka bir şey olmadı. Enfâl:35) ticaret ve Pazar için toplanan insanlar manası ise “ummulkura” terkibi ile verilmiştir. Zîra hem bir önceki âyette Mûsa’ya verilenler hem de bu âyette “elleri arasındakini tasdik eden” ifadeleri ile uyarılacak olanların ehlikitabın tacirleri olduğu anlaşılmaktadır. Ehlikitaptan uyarılacak olan kesimde aranacak kriterler de, âhirete inanan ve salâtı muhafaza edenlerdir. Bkz. “Onların (Kitap ehlinin) hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde, gece saatlerinde kalkan, secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okuyan bir ümmet de vardır.” (Âli İmrân:113) Zira ehli kitapta kadim salat uygulaması gittikçe azalmakta idi. Yok olmaya yüz tutan bir ibadet için muhafazadan bahsedilir. İşte öncelikli uyarılması gereken toplum bunlardır. Bu ana toplanma yerine (pazara) gelen tüccarlar ile kurulan iletişim Medine’ye hicret öncesi resûlün ve inananların imkânlarını önemli ölçüde artıracaktır. Görüldüğü gibi âyette şehirlerin anası, başkent, Mekke, ana şehir gibi bir mana ve kasıt söz konusu değildir. Bu uyarının ilk şartı merkezden yakın çevreye yayılma metodu iken ikinci şartı ateist veya deistlerden değil, öncelikle âhirete inananlardan başlanmasıdır.

Mübârek kelimesinin kökü olan berk, bereket genellikle “hayırlı olan bir şeyin bolluğu” olarak ifade edilir. Mübarek kelimesinin kökü, bir su birikintisinin etrafına susayan kuşların toplanması manasından gelmektedir. İbn Abbâs mübarek bir kitap ifadesini, “içinde mağfiret ve rahmet olan kitap” anlamına almıştır. Kurân günaha batmış, çıkış yolu bulamayan ve yaptıklarından vicdan azâbı çeken dimağlara su serpmiş, onlara rahmet ve merhametin yollarını göstermiştir. “vehum ‘alâ salâtihim yuhâfizûn” ifadesi ise salât denilen insanlıkla yaşıt ibâdetin muhafazasıdır. Zîra bu ibâdetin önce muhafazası yani düzenli edası ardından ikâmesi emredilecektir. Salâtın ikâmesi artık o ibadette kırtâs edilerek gizlenen, tahrif olmuş Tevrat’ın metni değil Kurân ayetlerinin okunmasıdır. Bu Kurân eğitimi ile ilkelerin içselleştirilmesi kolaylaşacaktır. Ancak bunlar içinde de Allah’a iftira atanlar vardır.

 

93- Ve Allah’a yalanla iftira eden veya kendisine hiçbir şey vahyolunmamışken “Bana da vahyolundu.” ve “Ben de Allah’ın indirdiği şeylerin benzerini indireceğim.” diyenden daha zâlim kim vardır? Zâlimleri, ölümcül sıkıntılar içinde ve melekleri ellerini uzatıp “İçinizi ortaya çıkarın! Bugün, Allah’a karşı hak olmayan şeyler söylediğiniz ve O’nun âyetlerine karşı kibirlendiğiniz için alçaltıcı bir azâpla karşılandınız.” dedikleri zamanı bir görsen...

 

Allah’ın harâmını helâl, helâlini harâm yapma teşebbüsü ehlikitap üzerinden ibretlik bir şekilde Kurân’da sürekli hatırlatılmıştır. Bu hastalığın altında yatan esas sebep kibir ile tahakküm kurma arzusudur. Âyet bu nedenle onlara zâlimler demektedir. Bkz. “İmân edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi Yahudiler ve müşrikleri bulursun. Ve yine imân edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: "Biz Nasraniyiz!" diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar kibirlenmezler.” (Mâide:82) İşte buradaki Nasranîler ehlidavet iken Yahudi ve müşrikler kibirle Allah’a iftira atan ve sakınılması gerekenlerdir.

Kendi düşüncelerini, inancını insanlara Allah’ın emri gibi dayatan, kendisini “mehdi”, “mesih” ilan eden, rüyada veya keşif yoluyla Allah’tan kendisine birtakım bilgiler verildiğini ileri sürenler dün olduğu gibi bugün de vardır. Çözüm bunlar üzerinden genellemeler yapıp inançlara saldırmak veya düşman olmak değil, doğru din anlayışını araştırıp, anlatmaktır.

Meleklerinin onlara ellerini uzatması fizikî bir el uzatma değil, mecazî bir kullanımdır. Melekeler insanı hayata bağlayan güçlerdir. Bu güçlerin insandan elini çekmesi artık onun imtihanının bitmesi demektir. Burada ise ölüm sonrası azâp meleklerinden bahsedilir. Hesap gününde kibirlilerin yalan ve iftiralarla gizlediği gerçeklerin ortaya dökülmesi üzerinden açılan ibretlik bir pencere sunulmuştur. Zîra kimin adına iftira atıyorsanız onun huzurunda hesap verirsiniz.

 Ölüm ile birlikte kullanılan “ğamrah” ifadesi ölümcül sıkıntılar içinde muhatabın kalmasıdır. Bu kökten gelen kelimeler, “bir kimsenin boyunu aşan su; batıran cehâlet seli, bir şeyin zorluğu, meşakkati, sıkıntısı veya cefası” demektir. Kelimenin çoğul hâli “cehennemin içindeki türlü türlü sıkıntı ve azâplara” bir âtıf yapmasındandır.

 

94- Ve doğrusu siz evvelden yarattığımız gibi bize yine fertler olarak geldiniz ve hayallerinizi arkanızda bıraktınız. Ortağınız olduğunu zannettiğiniz şefaatçilerinizi artık sizinle beraber görmüyoruz. Doğrusu aranızdaki bağlar koparılmış, hakkında zanda bulunmuş olduğunuz şeyler, sizden sapmış.

 

Âyette geçen “havvelnâkum” kelimesinin mastarı olan “tahvil” kelimesi ise, insanın eli altında ve tasarrufunda, hayalinde bulunan mal ve benzeri bir şeyi vermek, arkada bırakmak anlamında kullanılmıştır. Furâdâ kelimesi  ferdin çoğuludur. Başka şeylere bir şekilde karışmaktan uzaklaşan, ayrılan kimseye fert denir. Bunun karşıtı da zevç/çifttir. Bu iki kavrama anlam itibariyle “vitr” (tek) ve “şef’” (çift) kavramları da yakındır. “Vitr”; başkasına eklenmeyen, “şef’” ise başkasına eklenen demektir. Tek (fert) olarak gelmek, şef olmanın yani şefaatçi ile gelme inancının reddi içindir. Allah fert olarak yarattığı insana biricikliği üzerinden değer verir. Hiçbir zaman insanı bir grubun, cemaatin, toplumun içinde olduğu için topluca kurtarmaz veya topluca cezalandırmaz. Peki, bizler neden fertleri ırkına, memleketine, mesleğine, mezhebine, partisine göre genellemeler ile yargılarız?

 

95- Muhakkak ki Allah, tohumu ve çekirdeği çatlatandır. O ölüden hayat çıkarır ve hayattan da ölü çıkarandır. İşte, Allah budur! O hâlde nasıl döndürülüyorsunuz?

 

Habb kelimesi “buğday, arpa ve benzeri şeylerin tohumu” anlamına gelmektedir. Aslı, tane demektir. Neva ise “şeftali, hurma, zeytin vb. meyvelerin çekirdeği” anlamına gelmektedir.

Fâlik kelimesi kuru tanenin çatlaması manasında çatlatan, yaran demektir. Felâk kelimesi; “gündoğumu veya şafağın ışığının karanlığı aralamasıdır.  79. âyette “fatara” geçerken burada “fâlik” geçmiştir. Bu iki fiille alâkalı müstakil esma-ül hüsnalar’da vardır. El-Fâtır; fıtrat veren iken; el-Falîk çatlatıp çıkaran, ilk hareketi ve ivmeyi kazandıran demektir. El-Fâtır’ın verdiği fıtrat ancak el-Fâlik sıfatının tecellisi ile açığa çıkar. Âyette tohumun ölü gibi olması üzerinden bir benzetme yapılmıştır. Uygun ortamda ölü çekirdekten yepyeni bir hayat fışkırırken, gömülen insandan neden bambaşka bir hayat fışkırmasın? Zaten yaratılan bedenin bu bedene benzemeyeceği de ifade edilmiştir. Yepyeni bir inşa ile yaratılma söz konusudur (Bkz. Vakıâ:35) Bir tohum ne kadar çiçeğe benziyorsa gömülen ceset de o kadar âhiretteki hâlimize benzeyecektir. (Allahuâlem.) Bu konuya ilişkin şöyle bir hadis de nakledilir: “İnsanın bedeninden her şey çürür, ancak bir parça çürümez; kıyamet günü insanların bedeni bu parça üzerinden inşa edilir.” (Buharî, Tefsir,78)

Tü’fekûn kelimesi “efeke” fiilinin meçhulüdür. Anlam olarak; olması gereken şekilden başka bir şekle giren, yüzünü değiştiren her şey için kullanılmaktadır. Onun için estiği yönü değiştirerek yönünden sapan rüzgârlara “mu’tefiket” denir. İfk kelimesi de bu köktendir. Sözde, doğruluktan yalancılığa fiilde, güzelden çirkine dönüştür. Kişi önce haktan bâtıla yönünü değiştirir (ifk), arkasından bu dönüşü yalanlarla meşrulaştırmaya kalkar (iftira). Kısaca âyetin sonundaki “fe-ennâ tu’fekûn” ibaresi “Nasıl oluyor da açık hakîkatten/tevhidden sapıp inkâra ve şirke yöneliyorsunuz?” anlamına gelir. Bu yüzden bir insanın zihnen ve fiilen hakîkatten sapması, genelde bu ifadeyle dile getirilir. (Bkz. Fâtır:3,Yûnus:34)

 

96- Sabahları yaran ve geceyi sükûnet kılandır. Ve güneş ve ay bir hesap iledir. İşte bu, Azîz ve Alîm olanın takdiridir.

 

Subh ve sabah kelimeleri, gündüzün başlangıcı manasındadır. Buna “ısbâh” da denir. (Râzî) Burada “sabahı yaran” ifadesi ile gece ve gündüzün mahiyetine bir âtıf yapılmıştır. Enâm 60’ta gündüz oluşan yaraların gece onarıldığından bahsedilmişti. Burada “seken” kelimesi ile, bu onarımın ancak sükûn bularak gerçekleşebileceği ifade edilmiştir. Azîz ve Alîm olan Allah, insanın yaratılışını ve fıtratını bu düzene göre takdir etmiştir. Bu takdir, yani kader o kadar hassas ayarlanmıştır ki canlılığın oluşması ve çeşitlenmesi bu yörüngesel hareketlere ve uzaklıklara bağlıdır. Güneş, Ay ve Dünya’nın hassas döngüsel hareketleri gündüz ve geceyi oluşturmaktadır. Sonraki âyette yıldızların ne olduğundan bahsedilmesinin amacı, aslında bu gök cisimlerinin ne olmadığını anlatmak içindir. Zîra 76. âyette Hz. İbrahîm üzerinden Güneş, Ay ve yıldızların nasıl uyduruk inançlara alet edildiği işlenmişti. Bu gök cisimlerinin bilinçli mabutlar değil şuursuz mahlûklar oldukları ve hassas düzenin önemli birer unsuru olduğu hatırlatılmıştır. Bu bakış hayatın gerçekçi okunmasının önemine dikkat çekmektedir. Zîra inanç hâline gelen her mitolojik anlatımın gerçekçi bir gözle sorgulanması gerekir. El- Azîz ve el-Alîm esması, Yâsîn sûresi 38’de Güneş’in yörüngesinde akıp gitmesi ile ilgili bir bağlamda gelmiştir. Bu iki esma Allah’ın ilmini, izzetine aykırı kullanmadığını hatırlatmak için yan yana gelir.

 

97- Ve O, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanız için yıldızları araç kıldı. Bilen bir kavim için, âyetleri fasıla fasıla açıkladık.

 

Âyette “yolunuzu bulmanız için yıldızları halk eden/yaratan değil de “ceale” kelimesinin kullanımı önemli bir detaydır. Zîra, yıldızlar insan yolunu bulsun diye yaratılmamıştır. Allah, -sadece onların mevkilerine bakarak yön bulma yöntemini sonradan insana öğreterek- onları yön bulmada bir unsur, araç kılmıştır. Zîra “ceale” sonradan atanan, kılınan, tayin edilenler için kullanılır. İnsanlar çok eski dönemlerden beri yolculuk ederken yön tayininde dünyaya göre konumları sabit olan bazı yıldız kümelerinden ve büyük yıldızlardan yararlanmıştır. Uzay seyahatlerinde, yıldızların konumları, uçsuz bucaksız uzay denizinde yine yön için yegâne referans noktaları olmaya devam etmektedir.

 

Fassale kelimesi, “bir sözü veya eylemi açıklamak için onu bölümlere ayırarak kategorize etmektir.” Elbise ile kullanılınca “kumaşı biçmek, bölümlere ayırıp sonra birleştirmektir.” Kurân, Enâm sûresinde de gördüğümüz gibi tevhit ve şirk konusunu Hz. İbrahîm örneği üzerinden izah ettikten sonra tabiat kitabından bir fasıla açıp şirke alet edilen nesnelerin hakîkî görevlerini tanıtmıştır. Devam eden âyetlerde de Güneş, Ay ve Dünya’nın döngüsel hareketlerinin canlılık üzerindeki kritik rollerine değinerek insan kitabına ve canlılığın kökenlerinden bir fasıla açarak resmi bir bütün hâlinde göz önüne serecektir. “Fessalnâl-âyâti”, konuların eksik yer kalmayacak şekilde âyet, âyet ele alınmasıdır. Amaç farklı ilgi alanlarına sahip değişken kapasitedeki dimağlara ulaşmaktır. (Bkz. Rûm:28, Arâf:32-52-174, Râd:2, İsrâ:12, Yûnus:37)

 

98- Ve O, sizi tek bir nefisten inşa etti. Artık onun karar kıldığı ve terk ettiği bir yer vardır. Fıkheden bir kavim için, âyetleri fasıla fasıla açıkladık.

 

Bir önceki âyette “bilen bir kavim için” âyetlerin fasıla fasıla izahı söz konusu iken burada “fıkheden bir kavim için”, bir sonraki âyet olan 99. âyette de “inanan bir kavim için” ifadesi kullanılmıştır. Bu ifadeler bir sıraya göre gelmiştir. Önce hakikatin bilgisi, ardından fıkhetme ve en son imâna erme... Âyette geçen “yefkahûn” kelimesindeki fıkıh, sıradan bir bilmeden ziyade “edinilen bilgi ışığında bir şeyin mahiyetini temelden ve doğru olarak anlayıp kavramak” demektir. Öncelikli olarak bir şeyin ne olup olmadığına dair doğru bilgilerin edinilmesi, arkasından bunun üzerine sağlıklı fikirlerin inşa edilmesi gerektiği öğretilir. Buradaki bilen ve fıkheden “kavim” kullanımı da dikkat çekicidir. Aynı zamanda bu, bilgiyi üretme ve artırma faaliyeti olan fıkhın bireysel değil mutlaka istişare yolu ile kolektif bir süreç olması gerektiğine dair Kurân’î bir yönlendirmedir. (Bkz. Şûrâ:38)

İnşâ’, bir şeyi aşama aşama oluşturup geliştirme, manasındadır. Genelde maddî gelişmeyi anlatırken inşa, bunun manevî boyutunu, terbiye ve kemâlini ise ihya ifade eder. Burada tek bir nefisten aşama, aşama yaratılma söz konusudur. Âyetin bu kısmında geçen nefis kelimesi “ilk, ata hücre” olarak anlaşılmalıdır. Bazı müfessirler tek nefsin Hz. Âdem olduğunu söylemiştir. Ancak Kurân’da 25 yerde Hz. Âdem ismen zikredilirken burada Hz. Âdem ile ilgili hiçbir bağlam yokken “nefsinvâhide” denilmesi kesinlikle bu kalıbın farklılığına delâlet etmektedir. Diğer taraftan nefis kelimesi dişidir. Dişi olan bir kelimeyi Hz. Âdem olarak anlamak doğru değildir. Enbiyâ sûresinin 30. âyetine göre, bütün canlıların kökeni sudur. (Bkz. “Biz hayatı olan her şeyi sudan kıldık, hâlâ inanmıyorlar mı?” Enbiyâ:30. Öte yandan toprak ve çamur türünden yaratılma ile alâkalı bkz. Enâm:2, Saffât:11, Hicr:28) Tüm bu izahlar sonucu Enâm 98’de kastedilen tek nefsin, yani ilk canlının, suyun farklı mineral ve ısıdaki toprakla birleşmesinden oluşan çorbada inşa edildiğini söyleyebiliriz. (İlk nefsin jeotermal bacalarda oluşması hakkındaki izah için bkz. Hicr:26). Nefsinvâhide, ilk ana hücredir. Bu ana hücre mitoz bölünme ile çoğalmıştır. (Bkz. “O ki sizi tek bir nefisten yaratı ve zevcini ondan kıldı.” Arâf:189- Nisâ:1)

Müstakar ile müstevda’ kelimelerinden ilki karar kılınan yer manasında iken ikincisi geçici, emanetçi olduğu yer demektir. Müstevda’ kelimesi, bu manalarından dolayı terk edip arkasında bıraktığı konumu ifade etmektedir. Ayrıca âyette “müstakar” önce, “müstevda” sonra gelmektedir. Müfessirler bu “karar kılma ve arkada bırakma” ifadelerini farklı anlayıp yorumlamışlardır. Müstakar ve müstevda’ kavramları, Hûd sûresinde bütün hareketli canlılar için kullanılmaktadır: “Ve yeryüzünde, debelenen hiçbir canlı (dabbe) yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın! Ve onun karar kıldığı (kalıcı olduğu) ve arkada bıraktığı (geçici olduğu) yeri, O bilir. Hepsi kitabımübîndedir.” (Hûd:6) Tek hücreden yaratılan canlılık âleminin tek bir noktadan (müstakar) yeryüzünün tamamına yayılması da (müstevne) bu kelimelerle izah edilmiştir. Bu yayılımın temel sebebi de Hûd 6’ya göre rızıktır. Her canlı, maddî ve manevî rızkının olduğu yöne doğru bir hareket hâlindedir. Bu hareketlilik gelişmeyi (inşayı) ve çeşitliliği (faddalna) artırmıştır. Suda var olan ve orada karar kılan canlılar rızkın olduğu yerlere (karalara) doğru gelişmişlerdir. Sudan karaya çıkışın temel sebebi de budur. Yağışın ve toprağım verimine göre bitkiler de çeşitlilik arz etmiştir. Bu muazzam ekosistem ısı, ışık, nem ve gıdanın genel ismi olan rızık unsuruna göre çeşitlenmiştir.

 

99- Ve O, gökten suyu indirdi. Böylece her türlü nebâtı çıkardık. Böylece ondan da bir filiz çıkardık.  Ondan da üst üste hurma tomurcukları, sarkan habbeler ve hurma salkımları ve birbirine benzeyen ve benzemeyen üzüm bağları, zeytin ve nardan oluşan bostanlar çıkarıyoruz. Ürün verip olgunlaştığı zaman onun semeresine bir bak! İnanan bir kavim için, bunlarda elbette âyetler vardır.

 

Her yıl okyanuslardan 500,000 kilometre küp su buharlaşır. Buharlaşan su, tuzdan ve kirden arınarak tertemiz bulutlar hâline gelip rüzgârlar vasıtasıyla karalara taşınır. Böylece her yıl 3-4 milyon kilometre küp su, okyanuslardan karalara damıtma yoluyla arıtılıp ulaşır. Kurân önce insanın nereden geldiğini, onu neyin hayatta tuttuğuna dikkat çekerek “enfûs” âyetlerinden başlayıp bir sonraki âyette bu muazzam düzeni var edene konuyu getirecektir. Varlık üzerinde gözlem yapıp düşünmek gerektiğini “…semeresine bak/nazarı dikkatini buna çevir!” diyerek emretmiştir. Amaç eserden müessire zihnî bir yol çizmektir. Zîra enfûs âyetlerinden âfâk âyetlerine bir geçiş söz konusudur. (Bkz. Fussilet:53) Nefsinvâhide tohumundan yaratılan canlılığın en kemâl meyvesi/semeresi insanoğludur.

Hazıren kelimesi,  yeşil demektir. Tabiatın yeşermesi manasında haziran ayının ismi de buradan gelmiştir. “Tanelerin birbirinin üzerine binmesi”, başakta olduğu gibi, üst üste belli bir düzen içinde dizilmeleri anlamındadır. “Tal‘” kelimesi, hurma meyvesinin ilk aşaması, yani tomurcuk veren dal demektir. Türkçemize dal şeklinde buradan geçmiştir. Hurmayı yaratan O, hurmada dal yaratan O, dalın üzerinden salkım yaratan O, salkımı da insanlara doğru takdim edip yaklaştıran da yine O’dur. “El-Kınvan“, “kunv“un çoğuldur ve hurma salkımı demektir. Üzümün salkımı (ungûd) olduğu gibi, hurmanın da salkımı vardır. “Ed-Dâniye“, birbirine yakın demektir. “Müştebihen” kelimesi benzeşen demek iken âyette gayramuteşâbih/benzemeyen ifadesi ile kökenleri aynı olup şartlarla farklılaşan tabiattaki muazzam çeşitliğe bir âtıf yapılmıştır. Sayılan meyvelerin üzümgillerden olması cennet hurması üzüm ve narın ortak atadan çeşitlenmesi, sayılan ürünlerin rastgele seçilmediğini göstermektedir.

İnanan bir kavim için, bunlarda elbette âyetler vardır. Bu ifade ile ne kastedilir? Zîra yağmurun yağması sonucu meyvelerin oluşması, imân gibi gaybî bir konu değil, şahit olunan bir vakıadır. Asıl âyet, yani olağanüstülük hayatın kendisidir. Farklı türlerin en başta ayrı ayrı yaratılması mı zor olandır, yoksa bir özden bu kadar farklı canlının, ürünün halkedilmesi mi daha zor ve mucizevî bir yaratılmadır?  Su ve toprak gibi iki basit hammaddeden bu kadar farklı lezzet, koku ve dokudaki nimetlerin oluşması asıl mucize değil midir? Tabiî ki bunu ancak bu nazarla bakanlar görebilecektir. Güneşin ısısı, dünyanın hareketleri, ayın ve yıldızların uzaklıkları öyle bir hesap iledir ki hepsi o ilk nefsin oluşması için takdir edilmiştir. Ancak insan, aracı sebep zannedip bunların arkasındaki o muazzam kudrete şirk koşmaya devam etmiştir.

 

100- Ve cinleri Allah'a ortak kıldılar. Ve O, onları yarattı. Onlar, ilimleri olmaksızın “O’nun oğulları ve kızları var.” yalanını uydurdular. O, vasıflandırdıkları şeylerden sübhân ve te’âladır.

 

Tam bu noktada Râzî der ki: “Melekler ve ruhanî varlıklar gözle görülmezler. Böylece de sanki gözden gizli ve kapalı olmuş olurlar. İşte bundan dolayı, bunların tamamına ‘cin’ denilmiştir.” Burada bilmedikleri ve görmedikleri hâlde Allah’a ortak koştukları; melekler ve hayalî varlıklardır. Bunların tamamına âyet genel bir sıfat olan cin sıfatını vermiştir.  Cinin manası 5 duyu ile ispatı mümkün olmayan, yabancı, bilinmeyen, görülmemiş, saklı, soyut, elle tutulup gözle görülmeyen demektir. Bu manada düşünceler de elle tutulup gözle görülmez. “Cinleri yani -ne idüğü belirsiz şeyleri- Allah’a ortak kıldılar.” manasındadır.

Cin ana başlığı altında âyet şirki iki alt kategori olan oğullar ve kızlar şeklinde bölümlendirmiştir. Oğullar manasında “Üzeyir Allah’ın oğludur dediler, Hıristiyanlar da mesih Allah’ın oğludur dediler” (Tevbe:30) âyeti örnek olarak verilebilir. Kızlar manasında ise o günün müşrikleri, melekleri kastederlerdi. “Rabbiniz, oğulları size mi seçti ve meleklerden kızlar mı edindi? Muhakkak ki siz, gerçekten azîm söz söylüyorsunuz.” (İsrâ:40) Burada oğulların insan türüne isnadı ve meleklerin de kızlar olarak görülüp Allah’a isnat edilmesi, müşrik zihniyetindeki çarpık varlık hiyerarşisini deşifre etmektedir. Oğulların erkek ve insan türünden seçilmesi, kızların ise melek türünden olması erkek egemen câhiliye tasavvurunun ürünüdür. Cin; bu iki kullanım bilinçaltındaki gizli, saklı tasavvurları anlatan genel bir sıfattır. Bu âyetleri birleştirdiğimizde müşriklerin, geçmişte yaşamış ve efsaneye dönüşmüş kişileri, mahiyetini bilmedikleri melekleri Allah’ın çocukları gibi görüp onlardan şefaat bekledikleri ve rızık korkusunda onlara taptıkları anlaşılmaktadır. Âyet hepsinin yaratılmış olduğuna, yani sonradan oluştuğuna dikkat çekerek bunların yaratan gibi olamayacağını vurgulamıştır. Müşrikler; sebebini bilmedikleri, anlamadıkları bazı olayların fâili olarak bilinmeyen güçlere inanırlardı. Bu inanç, spekülatif ve manipülasyona açık bir boşluk ve belirsizlik oluşturmaktaydı. Âyet bu durumun sebebini olarak şirki işaret eder.

 “Onlar Zeus’a tapıyorlar” cümlesini okuyan biri “Zeus” diye bir varlığın olduğuna bu cümleyi delil getirebilir mi? Arapların cinleri bu şekilde düşünmeleri onların gerçekliğine işaret eder mi? Aynı yanlış mantıkla, Araplar Allah ile uydurdukları cinler arasında soy-sop ilişkisi de kurmaktaydılar. Zîra onlar Allah’tan başka tanrılara da tapıyorlardı. Onların tapmaları, nasıl ki taptıkları tanrıları gerçek yapmıyorsa, aynı durum varlığına inandıkları cinler için de geçerlidir. Uyduruk ilâhlar veya zihinde/hayalde yaratılan cinler inancını duyan bir mümine düşen Allah’ın bundan münezzeh olduğuna inanmak, düşünmek ve savunmak olmalıdır. Uyduruk inançları, hezeyanları destekleyen masalları değil, Allah’ın münezzehliğini ispatlayan tevil ve tefsirleri benimsemektir. Çünkü…

 

101- O, göklerin ve yerin Bedi’sidir. O'nun nasıl çocuğu olur ki? Ve onun hanımı da olmamıştır. Ve O, her şeyi yaratandır. Ve O, her şeyi bilendir.

 

Kuşkusuz şu varlık bütününü yoktan, örneksiz var edenin kendisinden sonra yerine geçecek birine ihtiyacı yoktur. Yerine geçecek birinin olması geçici kimselerin beklentisidir. Sonsuz ve sınırsız olanı sınırlı olana benzetme; akletme zahmetine girmeyenlerin seçtiği bir kolaycılıktır.

Kurân’da nerede gökler ve yer geçerse bunun anlamı yaratılan her şeydir, yani kâinatın tamamı kastedilir. İnsanın icat, inşa, ihya, imar faaliyetleri, bunların hepsi var olan bir şeylerden yapmaktır yani halk etmektir;  ancak yoktan, eşsiz ve benzersiz, örneksiz yaratan yalnız el-Bedî olan Allah’tır. Şirk bağlamında bu mübarek esmanın gelmesi manidardır. Zîra uyduruk varlıklar ve sahte güçler ile üretilen soy-sop ilişkisi tamamen dünyaya bakılarak uydurulmuş bir senaryodur. Allah’ın bunlardan sübhân ve te’âlâ oluşu Bedî oluşunun gereğidir. Yardımcısı, örneği, ortağı olan nasıl örneksiz yaratabilir? Orijinallik, taklidin değil biricikliğin mahsulüdür.   

 

102- İşte Rabbiniz Allah, budur! O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyi yaratandır. O hâlde O’na kul olun! Ve O, her şeye vekildir.

 

Enâm sûresinin 95. âyetinden itibaren yedi âyette anlatılan vasıflar, Allah’ın nasıl bir varlık olmadığından yani tenzihten başlayarak onu tanıtmıştır. Amaç gaybî konularda bilinmezliği yok edip şirkin oluşturduğu belirsizliği ortadan kaldırmaktır. Allah’ın tüm isim ve sıfatları insanlığın sapmalarına karşılık verilmiş cevaplar hükmünde okunmalıdır. Allah’ın kendisini tanıtmasına Allah’ın değil, kulların ihtiyacı vardır. İnançlı bir toplumun birlikte, medenî bir şekilde, aynı hedefler doğrultusunda varlığını devam ettirebilmesi ortak değerlerinin olmasına bağlıdır. Bu değerlerin en başında doğru bir Rab tasavvuru ve onun tekliği yatar. Doğru Rab tasavvuruna sahip toplumlar tevekkülün de etkisiyle tefrikaya ve umutsuzluğa düşmez. Ötekileştirme ve zulüm en aza iner. Zîra her varlık Rabbin mülküdür. Bu ortak Rab tasavvuru ancak O’nun soyutlaştırılması ile mümkündür. Rab tasavvuru somutlaştıkça ontolojik problem, sübjektif tarifler ve çelişik ilâh anlayışları oluşmaktadır. İnançlı insanların farklı dinlerden ziyade kendi içlerinde yaşadıkları sürtüşmelerin sebebi de ortak bir Rab tasavvurunu inşa edememeleridir. Tenzihçi ve soyut bakış, sonlu ve sınırlı olan insan aklının Rabbi birlemesi için sunulmuş bir lütuftur. Beşerî görüşlerden aşkın bir Rab tasavvuru uluhiyeti sahiplenip onun üzerinden kutsiyet, güç ve rant devşirmenin önüne geçecektir.

 

103- Hiçbir görüş onu idrak edemez. Ve O, tüm görüşleri idrak eder. Ve O, Latîftir, Habîr’dir.

 

Genelde bu âyete “Gözler O’nu idrak edemez.” şeklinde meal verilmiştir. Oysa bu meal iki sebepten hatalıdır. Birinci sebep “Gözler onu idrak edemez!” demek “Kulaklar bunu düşünemez veya burunlar bunu anlamaz.” vs. gibi mantıksız bir cümle kurmak gibidir. Zîra idrakin, yani iyice kavrama ve anlama fiilinin fâili göz değil akıldır. İkinci sebep, âyette “gözler” diye bir kelime yoktur. Ayn; göz, demektir. Çoğulu da “uyûn” kelimesidir. Baş gözü için Kurân’da kullanılır. Fizikî görmeyi sağlayan organın adıdır. (Bkz. “Elem nec’al lehu ‘ayneyn ve lisânen ve şefeteyn” “Ona iki göz vermedik mi? Ve bir dil ve iki dudak.” Beled:8-9)  Enâm 103’te “gözler” denilmesi için Kurân’da 65 kez kullanılan “ayn” kökünden bir kelime zaten seçilmemiştir. Bu ayette “ebsar” kelimesi kullanılmıştır. “Be-se-ra” kökü Kurân’da 168 kez kullanılmaktadır.

Bu kadar izahtan sonra İnsanın “basar” yetisine değinmek gerekmektedir. Gözün bakması nazar iken, aklın görmesi basardır. Göz olanı görürken, akıl bir sonraki adımı da görebilir, hayal edip zihinde canlandırabilir. Muhayyile, müşahede edilen maddî âlemden referans alır. Yani hayal âlemi şâhit olunanlardan beslenir. Zihin;  bilindik, tanıdık objelerden yola çıkarak farklı sonuçlar üretse de hepsinin temelinde benzerlikler yatar. Şûrâ 11’deki “leyse ke mislihi şey'un”/“O‘na benzer hiçbir şey yoktur.” âyeti O’nun zatının zihinde canlandırılıp idrak edilemeyeceğini ifade eder. Ne ki akla gelir, o aslında “O” değildir. Hz. Peygamber de bu konuda şöyle buyurmuştur: “Allah’ın yaratıklarını düşünün, Allah’ın zatını düşünmeyin, çünkü siz onun kadrini takdir edemezsiniz.” buyurmuştur. (Gazali, İhya, 4/423-24). Sözün özü Enâm 103’te Allah’ı görme veya görmemenin ötesinde onun hayal dahi edilemeyeceği ifade edilmiştir. Allah’ın hayal dahi edilememesi şirkin oluşturduğu basitlik ve bayağılığa karşı bir sigortadır. Allah’ın zâtına ilişkin verilen bu tenzihî haber, Habîr ve Latîf olan Allah’ın bir lütfüdür. Zîra zaten, aklî ve mantıkî olarak sonsuz ve sınırsız bir gücün böyle olması beklenir. Aklın kuşattığı, sonlu ve sınırlı olmalıdır. Latîf kelimesi “lütuf” kelimesinden mübalağalı ismifâil yahut “letâfet”ten sıfatımüşebbehe olabilir. İnce, nezaket sahibi, ışık gibi sızan, ileten manalarına gelir. (Bkz. Mülk:14) Habîr, bir şeyin asıl yapısından ve iç yüzünden haberdar olan ve haber veren demektir. (Bkz. Âdiyât:11, En’âm:18-73)

 

104- Rabbinizden size basîretler gelmiştir. Artık kim basîret gösterirse o onun lehinedir. Kim de kör kalırsa o da onun aleyhinedir. Ve ben, sizin üzerinize muhafız değilim.

 

Besâir kelimesi basîret kelimesinin çoğulu olup basîretler demektir. Kelime genellikle “gerçeğin ortaya çıkmasını, açıklığa kavuşmasını sağlayan bilgi, kesinlik, delil, kanıttan sonra oluşan öngörüdür.”  Âyette, Allah tarafından gönderilen basîretlerden bahsedilir ki bundan maksat, hakkı tarif eden, kurtuluş yolunu önceden gösteren, hata ve günahlara düşmekten önceden koruyan âyetlerdir. Bu bağlamda özellikle yukarıda geçen tevhid akidesinin ispatına dair ifadeler ve şirkten koruyan öngörülerdir. Cenâb-ı Hakk’ın insan fıtratına lütfettiği, kötülüğü terk edip iyiliğe yönelme istidadı sonucu şirk ve zulmü önceden görme yetisine, melekesine uygun basîretler gelmiştir. Bu yeti, tedebbürî düşünmeyi besleyerek tedbir almayı kolaylaştırır.

Âyetteki basîretten murat; kötülüğü, zulmü, şirki önceden görme iken, körlükten kasıt ise cahiliye karanlığıdır. (Bkz. ”Asıl körlük sadırlardaki kalplerdedir. Hac:46) Kötülüğün ve zulmün oluşturduğu ortamı seçenlere karşı söylenecek son cümle “Ben sizin üzerinizde muhafız değilim olmalıdır.” Buradan da anlaşılmaktadır ki kişiyi koruyacak olan Rabden gelen basîretlerdir. Bu da ancak gönüllü tercih edilen bir seçim olmalıdır. Zorlama, gören gözü bile kör edebilir. Resûl’ün ve onun izinden gidenlerin kör kalmayı tercih edenleri koruyup kollama görevi ve sorumluluğu yoktur.

 

105- Ve “Ağzında geveliyorsun!” derler diye âyetlerimizi böyle tasrif ediyoruz. Ve onu bilen bir kavme haber veriyoruz.

 

Burada ders kelimesi tıpkı Arâf 169’da olduğu gibi olumsuz manadadır. Arâf sûresinde ehlikitabın hayata yansımayan kitabî bilgileri bağlamında kelime şöyle kullanılmıştır: “Artık onların ardından gelen nesil kitaba vâris oldu. Ve ‘Yakında bize mağfiret edilecek.’ diyerek değersiz, geçici olanı alırlar. Ve geçici olanın bir benzeri daha onlara gelse onu da alırlar. Allah’a karşı haktan başka söylememeleri için onlardan kitabın mîsâkı alınmadı mı? Ve onun içindekilerini ağızlarında gevelediler. Takvalı olanlar için âhiret yurdu daha hayırlıdır. Artık aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Arâf:169) Kurân neden tasrif edilerek indirildi? Zira bir anda topluca inmesi hayatı inşa etmesinde onu geri bırakıp ağızda haşa gevelenen bir retoriğe dönüştürecekti. Tıpkı “ehli kitap” üzerinden bize verilen Araf:169 da ki mesajda olduğu gibi. Ayrıca bu sorun Furkan 32-33. âyetlerde tasrifin gereği farklı bir cihetten şöyle ele alınmıştır “Ve hakîkati örtenler dediler ki: “Kur’an ona, bir defada toplu olarak indirilse olmaz mıydı?” Oysaki onu senin idrakine tespit etmemiz için, ağır ağır tertipledik. Ve sana bir meseleyle gelmezler ki biz sana hak ve güzel tefsiri getirmiş olmayalım. Hayatın içindeki meseleler ile örtüşen tasrif edilmiş bir metin özne iken ağızda sakıza dönen, hıfz edilip tekraralanan metnin nesneleşmesi arasında muazzam bir fark vardır. (Bkz. “Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?” Saff:2)

Ders kelimesinin aslı, insanın bir yemeği iyice çiğneyip yediği zaman söylediği bir tabirden gelir. "Derrâs" kelimesi, Şamlıların lehçesinde deyyas (iyice çiğneyip yutan) manasındadır. İşte "bir sözün tedrîs edilmesi, ders ile öğrenilmesi" de bu meyandadır. Yani o kimse, bu sözü (kitabı, bilgiyi) iyice hazmeder ve böylece o söz diline kolay gelir. "Derase” kelimesi de “Bir şeyin izi kaldı.” manasına gelir. Ders, öğrendiklerimizden arta kalan şeylerdir. Hem Arâf sûresinde hem de burada hayata yansımayan, bir geveleme olarak kalan “tortu, iz” manasında olumsuz bir kullanım vardır. Peygamberin bir şeyleri ezberleyip ağzında “hâşâ geveliyor” şeklinde bir ithamın olmaması için âyetlerin tasrifi söz konusudur. Tasrif şeklinde meal verilen “nusarrifu”, “s-r-f” kökünden gelir ki anlamı bir şeyi bir hâlden başka bir hâle çevirmek veya değiştirmektir. (Müfredat) Âyetlerin tasrifiyle konular herkesin anlayabileceği şekillerde sunulur. Zîra muhatap anladığı oranda mükelleftir ve o oranda irâdesini kullanabilecektir. Bazı konular Kurân’da çok tekrar ediliyor veya uzatılıyor gibi gelebilir, ancak muhatapların seviyelerindeki farklılıklar ve âyetlerin zamansal olarak değişik ortamlara inmesi tasrifi zorunlu kılmaktadır. Bu zaruret hâli hatipten değil muhataptan kaynaklıdır. Amaç resûlün emir ve yasakları ezberden, arkalı-önlü, tekdüze aktarması değil her emrin gerçeklik ile örtüşüp örnekleri ile tasrif edilmesidir. Bu usul iknayı artırır.

 

106- Rabbinden sana vahyolunana tâbi ol! O’ndan başka ilâh yoktur. Ve müşrikleri arkanda bırak!

 

Vahyedilene tâbi olmanın başlıca iki temel şartı vardır: Birincisi “Allah’tan başka ilâh olmadığına imân, ikincisi ise “müşrikleri arkada bırakmak” yani şirkten uzak durmaktır. Bu iki asgari şart vahye tâbi olmanın gereğidir. Âyetler ağızda gevelenen bir retoriğe dönüşmemesinin yolu da hayata yansımasıdır bu nedenle “tebliğ et” değil, bu bağlamda tabi ol/yaşa emri gelmiştir. Zira en güzel tebliğ o değerleri yaşamaktır ve hal dili ile söylemi ispatlamaktır.

 

107- Ve şâyet Allah dileseydi, şirk koşmazlardı. Ve seni onların üzerine muhafız kılmadık. Ve sen, onlara vekil de değilsin.

 

Bu sûrenin 148. âyetinde müşriklerin ağzından “Eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık.” ifadesi Enâm 107’deki “Şâyet Allah dileseydi, şirk koşmazlardı.” beyanına dayanmaktadır. Ancak burada müşriklere değil resûle ve müminlere bir hitap söz konusudur. Kurân insanların imâna zorlanmalarının yanlış olduğunu ifade etmek için böyle bir açıklama yapmıştır.  Âyetlerdeki bu cevaplar, resûlün sevdiği ve mümin olmasını istediği müşrik birilerinin varlığına delâlet etmektedir. Allah’ın Resûlü de olsa kendi kavmini, akrabasını veya sevdiğini, küfrün ve şirkin zararlarından ne muhafaza edebilir ne de onlara vekil olabilir. İmânda tüm bu ilişkiler devre dışıdır. Belirleyici olan sadece kişinin tercihleridir. Dinde zorlama yoktur. Sevdiklerini şirkten kurtarmak için bazen insanlar onların inançlarını aşağılama yoluna giderek ilimleri olmadan, şuursuzca kendi inançlarına zarar verebilir. Oysa bu tebliğ ve davette haram olan bir yoldur.

 

108- Ve Allah’ın astındakilere dua edilenlere karşı sebep aramayın! Aksi hâlde onlar da Allah’a ilimleri olmadan, düşmanca sebep ararlar. İşte böyle her ümmete amellerini süsledik. Sonra mercileri Rabb’lerinedir. Böylece yapmış oldukları şeyleri onlara haber verecektir.

 

Zemahşerî, âyetteki “sebb” kelimesini genel olarak “eleştiri” manasında alarak normal şartlarda kötülükleri eleştirmenin bir görev olduğunu ancak eleştiri, eleştirilen durumdan daha zararlı ve yıkıcı sonuçlara yol açacaksa bundan kaçınmanın da bir görev olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte, birçok müfessir “sebb” kelimesini “şetm” yani “terbiye ve nezâketle bağdaşmayan çirkin sözler, sövme” olarak anlamıştır. Kelime kökü olan “s-b-b” Kurân’da 11 yerde gelir ve “sebep” manasında kullanılmıştır. “S-b-b” kökü el-Müfredat’ta “Kendisiyle hurma ağacına çıkılan ipe denir.” şeklinde açıklanmıştır. Bu meyanda “sebep” bir sonuca ulaşmak için kullanılan vasıtadır. Burada ise kötülemek ve karalamak için yer arama, açık bulma, aşağılama bahanesi ve vasıtası arama manasındadır. Allah’ın astındakilere dua etmek, kula veya nesnelere tapınmaktır ki bu, insanın her şartta ve durumda değerini düşürür. Bir kişi bunu yapıyorsa yaptığının iyi, yararlı ve doğru olduğuna inandığı için yapıyordur. Bu inancın değiştirilmesinin yolu kesinlikle sert bir eleştiri, açık arayıp oradan karalama, alay ve hakaret değildir. Eğer bu yol izlenirse konu kişiselleşir ve etki, tepkiyi doğurur. Tebliğ ve davette altın prensip, bu berceste âyet olmalıdır. Zîra öfke eken, fırtına biçer. Böyle bir durumda, kötülemek için sebep ve bahaneler arayıp uydurmanın altında yatan duygu, artık muhatabın hidâyeti bulması değildir. Bu noktada kişi haklı çıkmak, üste kalmak için açık aramaktadır. Amaç muhatabın hidâyeti bulması değil onlara hesap sorup had bildirmektir. Bu anlam âyetin sonundaki “Hesap günü Rabbin yapılanları haber verecektir.” uyarısından anlaşılmaktadır. Çünkü amellerin nihaî derecede değerlendirilmesi, mahşerde sadece el-Hasîb olan Allah’a aittir.  Putlaşan kişileri, düşünceleri, ideoloji ve sahte kutsalları ne adına olursa olsun kötülemek ve karalamak için sebep aramak haramdır. Kâbe’deki putların Müslümanlar tarafından kötülenmesi ve hakaret edilmesi üzerine Enâm 108’in nazil olduğuna dair bazı rivayetler de vardır. Bu tür davranışlar daima aksi tesir doğurmakta ve istenilen sonuçların tam tersi bir tablo oluşturmaktadır. Genç İbrahîm örneği üzerinden Kurân’ın konuyu işleyip buraya bağlaması meseleleri tasrif ederek nasıl ele aldığının güzel bir örneğidir.

 

109- Ve eğer onlara bir âyet gelirse, mutlaka inanacaklarına dair, Allah'a zorla yaptıkları yeminlerini paramparça ettiler. De ki: “Âyetler ancak Allah’ın katındadır. Onlara gelse de inanmayacaklar ve siz bunun şuurunda değilsiniz.”

 

“Eğer onlara bir âyet gelirse” ifadesindeki âyet kelimesi; harikuladelik, olağanüstülük manasında mucizevî işâretler ve alâmetler demektir. (Bkz. Tâhâ:22, Nâziât:20, Arâf:103, Râd:3, Sâffât:13, Yûnus:20-75-97, Hûd:96)

Bölmek anlamındaki ‘kasm’ kökünden türeyen kasemin yemin anlamı bağlama uygun düşmemektedir. Zîra yemin anlamında farklı kökten gelen “eyman” kelimesi zaten âyette kullanılmıştır. Kelimelerin kökleri farklı ise onlara aynı manalar verilemez. Meallerde hem “kasem” hem de “eyman” kelimesine yemin manası verilmiştir. Bu bağlamda yeminin gereklerini tam yerine getirmeme, yeminlerini parçalama, paramparça etme anlamındadır.

Cehd kelimesi ise “c-h-d” kökündendir. Manası el-Müfredat’ta “güçlük ve zorluk” olarak belirtilmiştir. Gücünün tümünü kullanarak, zorluklara katlanmaya da cihad denilir. Burada mucizevî bir olağanüstülük görseler de zihniyeti bozuk müşriklerin yeminlerini tutmada yaşayacakları zorlanmadan bahsedilmiştir. Zîra bir kişi sözüne, yeminine sâdık olmayı ahlâk hâline getirmemiş ise harici müdahaleler ve zorlamalarla bu kişiye yeminini, sözünü ancak kısmen tutturabilirsiniz. Bu da yeminin parçalanması anlamına gelir. Mucizenin tesiri zamanla azalınca ya yeni mucizeler istenecektir ya da kişi eski hâline dönecektir. Bu okuma aslında müşrik kafanın bugününe bakarak gelecekteki isteklerinin nasıl şekilleneceğini göstermektedir. Bu zorlama ve sünettullaha aykırı iknanın gerçek bir imâna dönüşmeyeceğini “Onlara gelse de inanmayacaklar.” şeklinde haber verilmiştir.

 

110- Ve onların fuâdları ve görüşlerini ilk güvensiz hâllerine inkılâp ettiririz. Ve onları bocalayıp durdukları azgınlıkları içinde bırakırız.

 

Fuâd kelimesinin “yüreğine vurmak, gönlüne dokunmak” anlamına gelen fe’ede veya fe’ude’den türediği ifade edilmiştir. İfte’ede kalıbından alınınca “ateş yakma, eti ateşte pişirmek” anlamındadır. Âyette geçen efide, fuâd’ın çoğuludur. Fuâd, karar alma anında beyindeki elektriksel akımların en aktif olduğu bölgedir, idrak merkezidir. İnsanın gördüğü veya duyduğu bir bilginin doğru olup olmadığına karar vermek, beynin ön(frontal)  lobunun görevidir. Her karar, sorumluluğu da beraberinde getirir. Kurân’da bu hakîkat şöyle ifade edilir: “Ve ilmin olmayan bir şeyin ardına düşme! Muhakkak ki işitme, görme ve fuâd, onların hepsi, ondan mesul oldu.” İsrâ:36 Fuâd’ın yanlış bilgiler ile beslenmesi hükümlerini olumsuz etkilemektedir. Fuâd, kalp değildir. Zîra Kassas sûresi 10'da fuâd ve kalp aynı cümlede farklı yönleri ile birlikte şöyle kullanılmıştır: “Ve Mûsa’ın annesi fuâdı boş olarak sabahladı. Güvenenlerden olması için onun kalbini sabitlemeseydik, az daha (durumu) aşikâr edecekti.” (Kassas:10) Fuâdın boş olarak sabahlaması Hz. Mûsa’nın annesinin, sorunun çözümüne dair bir çıkış yolunu bulamaması anlamındadır. Bu belirsizlik onda bir kararsızlığa neden olmaktadır. Kalbin sabitlenmesi ise Allah’ın fıtrî olarak yüklediği annelik duygularının ağır basması sonucu olayın aşikâr olmayışıdır. Çocuğunun hayatı söz konusu olduğu için seçimini bu yönde kullanmıştır.

 

Düşünce ve görüşün ilk hâline inkılâp etmesi mucizelerin geçici mahiyeti ve etkisine dairdir. Zîra bir kez mucize gören bunun tekrar edilmesini isteyecektir. Hatta karşılaştıkları her tür zorluğu mucize ile aşma kolaycılığına yönelecektir. Mucizeler Allah’ın değişmez yasalarına müdahale olduğu için resûlün çevresindekiler emeksiz ve gayretsiz bir imtihan sürecine mucizeler yüzünden tâbi olacaktır. Bu hem gayba imâna hem de adâlete aykırıdır. “Sen muhafız ve vekil değilsin.” uyarısı resûlün de mucizeler gösterip hak etmeyenleri kolay yoldan kurtarma isteğini göstermektedir. Herkesin aynı kanun ve kurallara tâbi olduğu imtihan sistemini bir neslin ve coğrafyanın şahit olduğu tutarsız anormallikler, bir anda o imtihan alanını taraflı hâle dönüştürecektir. Bir kez mucize görenler bunun tekrar edilmesini isteyecek ve zamanla mucizeler de normalleşecektir. Bunun sonucu eski inkâr hâllerine inkılâp edeceklerdir. Oysa Allah imânın bir tepki/refleks değil, zamanla kök salıp ahlâk hâline gelmesini istemektedir. Haddizatında sonraki âyet, bu perspektifi vermektedir.

 

111- Ve eğer gerçekten biz onlara melekler indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı, her şeyi onların karşısında sınıf sınıf haşretseydik bile Allah’ın dilemesi hariç inanmazlardı. Ve lâkin onların çoğu câhillik ediyor.

 

Âyetin son kelimesi, yechelûn fiilidir. Ancak fiilin “…bilmiyorlar.” anlamına geldiğinde sanki ittifak vardır. Bu ittifak meallerin çoğuna da maalesef yansımıştır. Bilmiyorlar manasında ya’lemûn fiili 90 yerde zaten kullanılmıştır. Burada basit bir bilgisizlik değil, bir tavır olarak cehâletin üretilmesi söz konusudur. İyi bir insan olup çevresindekilere faydalı olmak için mucize beklemeyi Kurân cehâlet olarak tanımlamıştı. (Bkz. “Sakın câhillerden olma!” Enâm:35) Mucize beklemek inanmak için değil, Hz. Muhammed’in yalancı olduğunu kanıtlamak içindir. Bu nedenle cehâleti bilgisizlikten ayıran temel unsur şudur: Câhil hem ne bilip bilmediğini hem de durması gereken yeri bilmez. Bu onun küstahlığının, kibrinin ve had bilmeme hâlinin tezahürüdür.

Kubulen kelimesi, nevi nevi, sınıf sınıf, gurup gurup manasını da ifade etmektedir. Kabile de bu köktendir. Buradan Mekkeli müşriklerin mucize beklentilerinin “Meleklerin inmesi ve ölülerle konuşma” şeklinde olduğu anlaşılmaktadır. “Allah’ın dilemesi hariç” ifadesi; Allah’ın koyduğu yasalarda meleklerin inmesi ve ölülerin yaşayanlar ile iletişimlerinin kesinlikle olmadığını anlatır. Allah bunu dilese idi zaten buna uygun bir ortam yaratır ve bir yasaya, kaide ve kurala bunları bağlardı. Ve böylece o istekler de aslında sıradanlaşıp onların mucizeliği kalmazdı. Şeytânlaşmış insanlar sorumluluktan kaçmak için bu tarz mucize beklentileri ile resûlü köşeye sıkıştırmak istemiştir. Böylece kimsenin onları hesaba çekemeyeceği düşüncesine inanarak zulüm ve suçlarına yer açacaklardır.

 

112- Ve böylece nebilerin hepsine, görünen ve görünmeyen şeytânları düşman kıldık. Onlar, birbirlerine aldatıcı, yaldızlı sözler vahyederler. Ve eğer Rabbin dileseydi, onu da yapamazlardı. O hâlde onları ve uydurdukları şeyleri bırak!

 

Mucize beklentilerinin uyduruk şeyler olduğu bu son cümle ile ifade edilmiştir. Kötülükler, zulümler grup psikolojisi ile daha kolay ve canice işlenir. Zira ilkel beynin sürüye uyma gibi bir meyli vardır.  Müşriklerin, resûlün fıtrî söylemine karşı nasıl birbirlerinden güç aldıkları, birbirlerini doldurup kötülüğe teşvik ettikleri “…birbirlerine yaldızlı sözler vahyederler.” ifadesi ile haber verilmiştir.

İns ve cin Kurân’da 18 yerde birlikte kullanılır. Birlikte kullanıldığı yerlerde genellikle “tanıdık/görünen/yerli ve tanımadık/görünmeyen/yabancı” kişileri ifade eder.  (Krş. Arâf:38, Arâf:179, İsrâ:88, Cin:5-6) Âyette geçen “ins ve cin şeytânları” kâfirliklerini aleni yapan tanıdıklar ile gizliden yapanlar için de kullanılmış olabilir. Zira önceki âyetlerde beyan edildiği üzere, bu kimseler o kadar şeytânlaşmışlardır ki, mucizeyi inanmak için değil resûlü yalancı çıkarmak için isteyip bir de üstüne üstlük Allah’a yeminler bile etmektedirler. Tüm nebiler bu namert düşmanlarla mücadele etmiştir. İns ve cin şeytânları kalıbı bu mert ve namert şeytânsı zihniyetlere bir gönderme de olabilir.

Yine bu sûrenin 71. âyetinde geçen “yeryüzünde şeytânların kandırıp hayran bıraktığı, ashâbının da 'Bize gel!' diye hidâyete çağırdığı kimse” ifadesindeki “şeytânlar” lafzı; kötü duygu ve düşüncelere tâbi olarak şeytânlaşmış insanlar için kullanılmıştı. İns ve cin şeytânlarına dair bir başka yoruma göre bu sûrenin 128. âyetinde geçen “cin topluluğu” da bu âyette geçen kimseler gibi azgınlaşmış/şeytânlaşmış insanlardır. Hz. Peygamber özelinde ona musallat olan ins şeytânları “yerli, Mekkeli müşrikler” ve cin şeytânları da “yabancı, İranlı Mecusiler”dir diyebiliriz. (Krş. 121. âyet)

Vahiy kelimesinin ilk anlamı “gizlice bilgilendirmek” demektir. Zamanla bu anlam çerçevesine uygun olarak “gizli konuşma, işâret etme, emretme, ilham etme, imâ etme, fısıldama, mektup yazma, elçi gönderme” anlamlarında da kullanılır olmuştur. Bu bağlamdaki manası ” bir şeyi gizlice söylemek, telkin etmek” anlamındadır. Dolayısıyla arkadan yapılan kulisler kastedilmektedir.

Zuhruf “içi bâtıl ama dışı süslü olan, akıl çelici, cilâlı yalanlar” manasına gelmektedir. İsrâ 93’te “Yahut altından bir evin olmadıkça” derken, zuhruf kelimesi göz alıcı, süslü, yaldızlı, altından bir ev manasında kullanılmıştır. Bu âyette “söz” ile bir araya gelmiştir. “Yaldızlı söz, dıştan câzip ama işe yaramayan, sahte, abartılı payeler” anlamını ifade etmektedir. Nebilerin fıtrî söylemi suçu ve kötülüğü karakter hâline getirenleri her zaman ve zeminde rahatsız etmiştir. Şeytânsı duygu ve düşüncelerin insanın içinde ona neler fısıldadığını/vahyettiğini ve bu kişilerin de çevrelerine bu şeytânî fikirleri hangi kılıflarla/maskelerle yaydıklarını Allah en iyi bilendir. Bu süslü/yaldızlı söylemlere insanın meyletmesinin sebebi de âhiret inancının olmayışıdır.

 

113- Ve âhirete inanmayanların fuâdları ona kulak kabartır ve ondan râzı olur. Ve onlar, işledikleri şeyleri işlemeye devam ederler.

 

Kulak verip dinlemek, meyletmek anlamındaki “sağa” kelimesi güneşle kullanılınca, güneşin batmaya yüz tutmasıdır. Bir şeyi dinleyen kimsenin kulağını sesin geldiği tarafa doğru meylettirmesini ifade etmeye “yusğî” denilir. Yine kapların birini diğerine doğru eğip içini ona dökmesinde “Kabı eğdi.” denilir. (Râzî)  Binaenaleyh âyetteki “li tesğâ”  kelimesi müsait olan fuâdın şeytânsı fısıltılara, dedikodu ve vaatlere meyli ve içini onlarla doldurmasıdır.

 “İktirâf veya karf kelimelerinin asıl anlamı, ağaç ve yaranın kabuğunu çıkarmaktır. İktirâf ister iyi ister kötü olsun kazanç elde etmek için istiâre edilmiştir.”(Rağıb el-İsfahanî) Âhiretin, hesabın, mizanın olmadığı bir dünya tasavvurunda suçun örgütlü ve organize işlenerek zararının artması kaçınılmazdır. Grup ve çoğunluk psikolojisi yapılandan dönmeyi, istiğfar ve tevbeyi de zorlaştırır. O nedenle âyet “…işledikleri şeyleri işlemeye devam ederler.” şeklinde sonlanmıştır.

 

114- O hâlde Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Ve size bu kitabı tafsilatlı olarak indiren O’dur. Ve kendilerine bu kitabı verdiğimiz kimseler, O’nun Rabbinden hak ile indirildiğini biliyorlar. O hâlde, sakın tereddüt edenlerden olma!

 

Hakem; bir anlaşmazlığı çözmek için iki tarafın başvurduğu kimse ya da kendisine seçme yetkisi verilen bilirkişidir. Nisâ 35’te karı-koca arasındaki anlaşmazlıklarda hakem belirlenmesi manasında bu kelime yine kullanılmıştır.  Burada ise, özelde “kendilerine kitap verdiğimiz kimseler” ifadesinden dolayı ehlikitabın iddialarına karşı doğruluk (sıdk) ve adâlete (adl) başvurmanın, bu değerleri hakem kılmanın önemi emredilmiştir. (Bkz. En’am:115) Resûlden böyle yapması emredildiği için ilk cümlenin başında gizli bir “De ki:” ifadesi vardır. Mekke’de kayda değer bir ehlikitap topluluğu yoktu; ancak özellikle Yahudiler Mekke’ye ticarî seyahat yaptıkları gibi Araplar da Yahudilerin yaşadığı bölgelere gidiyorlardı. Böylece Araplar Tevrat hakkında bilgi sahibi oldukları gibi, Hz. Peygamber’in tebliğlerinden haberdar olan ve henüz onunla herhangi bir nüfuz çatışması bulunmayan Yahudiler de Kurân hükümlerinin özü itibariyle Tevrat’la uyuştuğunu biliyorlardı.(Bkz. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu kendi oğullarını tanır gibi tanırlar. Enâm:20) Buradaki tereddüt; ehlikitabın daveti nasıl karşılayacağına ilişkin bir tereddüttür. Bu tereddüt ehlikitabın kendi kitaplarında yaptıkları tahrifin, resûlün vefatından sonra Kurân’ın başına da gelebileceğine dair bir uyarı da olabilir. Zira bir sonraki âyet sanki bu kaygıları gidermektedir.

 

115- Ve Rabbinin kelimesi sadâkat ve adâletle gerçekleşmiştir. O’nun kelimelerini değiştirecek yoktur. O, Semî’dir, Alîm’dir.

 

Sıdk, “sözde ve işte doğruluk, dürüstlük, gerçeğe uygunluk” manasındadır. “Adl” ise bir sözün veya işin yerli yerince, dengeli, hak ve hukuk kaidelerine uygun olması; hiçbir zulüm, haksızlık ve aşırılık unsuru taşımamasıdır. “Kelime” bu bağlamda kaide ve kurallar, etkileyici, iz bırakan, bağlayıcılığı olan söz ve söylemlerdir. Bu yüzden âyet “Semi ve Âlim” esmâları ile sonlanmıştır. Allah’ın kelimelerinin iki temel hedefi vardır: Birincisi doğruluk ve dürüstlüğü sağlamak;  ikincisi de adâletin teminidir. Kurân’ın ahkâmı bu iki temel üzerinden yükselir. Bunlar aynı zamanda evrensel değerlerdir. Bu nedenle hak ve adâlet ortak paydasında yapılan davette tereddütler yaşanmaz. Doğruluk ve adâlet ölçüsünde hükmün veren herkes Allah’ın hakem bilmiştir. (Semı’: Şuarâ:220, İsrâ:1, Yûnus:65, Enâm:12. Âlim: İnsan:30, Enâm:12-83-96)

 

116- Ve yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edersen, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar, ancak zanna tâbi olurlar ve ancak kabukla uğraşırlar.

 

Yahrusûn fiili, “bir şeyi takdir etmek, bir şey hakkında zan ve tahminde bulunmak”, nehirle beraber kullanılınca “nehrin ağzını kapamak, engel koymak” gibi manalara gelmektedir. Kelimenin kökü “h-r-s”dir. Bunun temel anlamı ise meyvenin kabuğu veya korunağıdır. (Bkz. Müfredat) Âyetlerde zandan sonra gelmesi, zan ve tahminlerin genelde zâhire/kabuğa bakılarak yapılmasına bir âtıftır. Öze ulaşan; zandan ziyâde konuya hâkim olan, bilendir.

 

Kurân’da arz kelimesi hem bütünüyle “dünya” hem de belli bir bölge anlamında kullanılır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre buradaki arz ile bütün dünya kastedilmiştir; ancak bu âyette sadece Mekke’nin ve Mekkeli müşriklerin söz konusu edildiği görüşü daha makul görünmektedir.

 

Bir görüşün, ideolojinin, inancın doğruluğunda ölçüt;  çoğunluğun o görüşü, düşünceyi savunması değildir. Azınlık da olsa eğer o görüş gerçeğe uygun, dürüst ve âdil ise doğrudur. Zan, nefsin ürünü iken; hakîkat aklın ürünüdür. Zannı belirlemede insanların çoğu çıkarlarını gözettiği için adâletten ve doğruluktan sapabilir. Bu nedenle anlaşmazlıklarda duygusal ve sübjektif zanlara yer yoktur. (Bkz. “Ey imân edenler! Zannın birçoğundan çekinin! Çünkü zannın bazısı vebaldir.” Hucûrât:12 ) Allah Resûlü’nün tereddütlerini de bu zannî alan oluşturmuş olabilir. Mekkeli müşriklerin çoğu davete icabet etmemiş iken, ehlikitabın tavrının nasıl olacağına dair tereddüt ve kaygılardır. Ehlikitaptan kimin sapık, kimin hidâyette olduğunu Kurân doğruluk ve adâlet ilkelerine göre ortaya çıkaracaktır.

 

117- Muhakkak ki Rabbin, yolundan sapanı ve hidâyete erenleri en iyi bilendir.

 

Neden en iyi bilendir? Zira yaratan yarattığını, nefsinin ona neler fısıldadığını, çıkarını mı yoksa doğru olanı mı seçeceğini en iyi bilendir. Buradaki bilgi fıtrattaki meyillere bir âtıftır. (Bkz. Doğrusu insanı Biz yarattık. Ve nefsinin ona ne vesveseler vereceğini biz biliriz. Kaf:16) Hidâyet nefsin bencil isteklerine karşı mücadele ister. Hidâyet, şeytânî vesveselere karşı ahlâkî ilkelere güven ve fedakârlık ister. Zira hidâyet, çıkara ters olsa da hakkı ve adâleti savunanların yoludur.

 

118- Eğer O’nun âyetlerine inanıyorsanız o zaman Allah’ın isminin üzerine zikredildiği şeylerden yiyin!

 

Burada Allah’ın ismini anarak yani “Bismillah!” diyerek yemenin gerektiği ifade edilmiştir. Dikkat edilirse âyette hayvanın boğazlanmasından değil hazırlanmış bir yemeğin yenmesinden bahsedilmiştir. Hitap müminleredir. Zira Allah’ın isminin anılarak kesilen hayvanların yenmesine dair bir ifade vardır. Peki, müminler Allah’ın isminin üzerine anılarak kesilen hayvanları neden yemiyor? Yahudilikte tavşan ve deve etinin yenmesi haramdır. Her türlü böcek, sürüngen ve kemirgenin balığa benzemeyen karides, kalamar, midye, istiridye, ahtapot, ıstakoz, yengeç gibi deniz canlılarının mekruh olduğuna dair İslamî yorumlarda Yahudiliğin etkisi görülmektedir. Tevrat’a göre karada yaşayanlardan geviş getiren ve çift tırnaklı olan hayvanların yenmesi serbest, bu özelliği taşımayanlar ise yasaktır. Bu âyette;  sahte olan, kutsal sayılan ve haram kılınmış hayvanların yenmesinde bir yasağın olmadığı belirtilmesine rağmen bir sonraki âyetten de anlaşılacağı üzere hâlâ çekinceler vardır.

 

Oysa bir yemek iki temel şarta göre hazırlanıp karşımıza gelirse onun yenmesinde herhangi bir sakınca yoktur. Bu şartlar Bakara:168’de ifade edilmiştir. “Ey insanlar, yeryüzünde tayyip, helâl olan şeyleri yiyin!” Aslında burada iki ayrı şart yoktur. Tek bir şartın iki ayrı unsuru söz konusudur. Bunlar hijyenik ve sağlıklı olması, leş veya kokuşmuş olmamasıdır. İkincisi de manevî temizlik olan helâllik şartıdır. Bir gıda hırsızlık yolu ile elde edilmişse, onda başkalarının hakkı varsa o gıda ne kadar hijyenik olursa olsun manen kirlidir. Kurân’da yenmesi haram olan 4 konu Nahl:115’te şöyle sıralanmıştır: “Allah size sadece leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanların etini haram kıldı.” Bir etin veya gıdanın putlara, şirke veya başka ilâhlara isnâdı söz konusu değilse o gıdanın “Bismillah!” denilerek yenmesinde hiçbir beis yoktur. Üzerine besmele çekilmemiş veya unutularak kesilmiş hayvanların etlerinin de yenmesinde bir beis yoktur. Hayvanı boğazlarken Allah’ın ismini anmak (tesmiye), yani “Bismillah!” demek şart değil, sadece müstehaptır. O hâlde kasten veya unutularak terk edilirse bir şey gerekmez, yani boğazlanan hayvan yine helâl olur, eti yenilir. Bu, daha çok İmam Şafiî’nin içtihadıdır. Bir rivayete göre, İmam Mâlik ve Ahmed bin Hanbel de aynı görüştedir. Bu aynı zamanda Hz. Ali, İbn Abbas ile tabiinden Saîd b. Müseyyeb, Atâ’, Tavus, Hasan el-Basrî’den rivayet edilen yorumdur. Biz de bu görüşteyiz. Mezheplerin farklı içtihat ve tespitleri, her birinin dayandığı hadîs ve rivayetler, yaşadıkları coğrafyalar, zaman dilimleri gözetilerek anlaşılmalıdır. Bu görüşler daha çok ahkâmla ilgili kitaplarda yeterince açıklanmıştır. Sonuç olarak naklettiğimiz görüş ve içtihatlar, ümmete genişlik ve kolaylık sağlama yönünde okunup anlaşılmalıdır.

 

119- Ve size ne oluyor ki üzerine Allah’ın ismi anılan şeylerden yemiyorsunuz? Ve doğrusu darda kalıp ona mecbur olmanız hariç, size haram kıldığı şeyleri fasılalarla açıkladı. Muhakkak ki onların çoğu, ilimleri olmaksızın hevâları ile dalâlete düşürüyorlar. Muhakkak ki Rabbin, aşırı gidenleri en iyi bilendir.

 

Bir önceki âyette “…yiyin!” denilmesine rağmen bu emrin tutulmadığı “Size ne oluyor ki üzerine Allah’ın ismi anılan şeylerden yemiyorsunuz?” cümlesinden anlaşılmaktadır. Zira sahte kutsalların, evham ve vesveselerin oluşturduğu kemikleşmiş uygulamaların, yıllara ve nesillere yayılmış âdet ve törelerin bir anda terk edilmesi ve bunun bâtıl olduğu söylemi ciddi tepkilere sebep olabilir. Âyetteki “…mecbur olmanız hariç!” ifadesinden, müminlerin bu kadîm geleneklere uymaları konusunda mecbur bırakıldıkları da anlaşılmaktadır. Yahudiler gibi müşriklerin de yenilmesi haram kılınan, kutsal kabul edilen hayvanları vardı. (Bkz. “Allah, ne bahireyi ne saibeyi ne vasilayı ne de hamı bir şey kılmıştır; fakat kâfir olanlar, Allah'a, yalan yere iftira ederler ve onların çoğu akletmez.” Maide:103) “Bahîre” beşincisi erkek olmak üzere beş batın doğuran ve sağılmayan, binilmeyen, kulağı yarılarak salıverilen dişi develere denilirdi. “Sâibe” bir kimsenin yakalandığı hastalıktan kurtulduğu takdirde adadığı deve demekti. Araplar, kuzuların, dişili erkekli ikiz olmaları hâlinde dişinin hürmetine, erkeği de putlara kurban etmeyip “Vasîle” adıyla salıverirlerdi. ”Hâm” ise on nesil dişi develeri dölleyen ve sırtına yük vurulmayıp salıverilen erkek deve demektir. Bir hayvanın üst üste ikiz doğurması veya doğurtması onu kutsal kılmaz. Bu hayvanlara sahip olan Müslümanların onların üzerine Allah’ın ismini anarak kesmelerindeki çekinceler üzerine âyet inmiş olabilir. Burada eğer zaruretler, elde edilen faydadan güçlü ise kesilmeyebilir ve onun gıda olarak tüketilmeme ruhsatı da bu durumda verilmiştir. Bu ruhsat “zaruretlerin haramları mubah kılacağı” şeklinde fıkhî hükümlerin oluşmasına sebeptir. Âyetin sonunda “Muhakkak ki Rabbin aşırı gidenleri çok iyi bilir!” ifadesindeki aşırılık “mu’tedîn” kelimesi ile ifade edilmiştir. Kelime “aduv” düşmanlık ile aynı köktendir. Burada ilimsiz hevâ ve zanlara göre bir dalâlet söz konusu iken insanlara bunun doğru olduğuna dair dayatmaları, aşırılıkları ve düşmanlıkları tarif etmektedir.

 

120- Ve iyilikten geri bırakan şeylerin açığını da, gizlisini de terk edin! Muhakkak ki, iyilikten geri kalanlar, yaptıklarından dolayı yakında karşılığını alacaktır.

 

Kurân’da günahın 20’ye yakın sıfatından bağlama uygun olarak bahsedilir. İsm de bunlardan biridir. İsm; kişiyi sevaptan geri bırakan, hayırdan alıkoyan işlerin adıdır. Yavaş yürüyüp geç kalma anlamı da vardır. (Müfredat) İsim kelimesi Kurân’da genelde şirk bağlamında gelmiştir.

 

Burada zikredilenin; insanı hayırdan, iyilikten geri bırakan günahın küçük menfaatler için şirk sistemini desteklemek olduğu bağlamdan anlaşılmaktadır. Hayırdan, iyilikten, güzelliklerden insanı mahrûm bırakan günahların gizli veya aleni yapılması neden fark etmiyor? Zira bazı günahların aleni yapılması hem yapana hem topluma zarar verirken, gizli yapılmasının zararı tamamen yapanadır. Yapılanlardan dolayı hemen değil de yakında karşılığının alınması; kişiye başta kazandırdığı küçük menfaatlere bir âtıftır. Burada bir irâde terbiyesi söz konusudur. Eğer insan Allah’ın haramlarına karşı anlık hazları, zevkleri, küçük menfaatleri tercih ederse uzun vadede o kişide irâde zafiyeti görülecek ve bu durum büyük kayıplara sebep olacaktır. İçki, kumar, alkol veya uyuşturucuların hepsi şirk sisteminin ürünleri olup başta sorunlardan bir kaçış, sorunları unutturan ve insanı rahatlatan zararsız bir alışkanlık gibi görünse de uzun vadede insanı güzellik ve hayırlardan nasıl mahrûm bıraktığı anlaşılır. Bkz. “Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar. De ki: O ikisi de hem (ismun kebîrun) iyiliklerden/hayırlardan çokça geri bırakır hem de insanlar için menfaatler… (barındırır) (Ancak) onların hayırdan/iyilikten geri bırakması menfaatlerinden çok daha büyük (bir kayıptır/zarardır.)” (Bakara:219)

 

121- Ve üzerine Allah’ın ismi anılmayan şeylerden yemeyin! Ve muhakkak ki o fısktır. Ve şeytânlar, mutlaka sizinle cedelleşmeleri için dostlarına vahyeder. Ve şâyet onlara itaat ederseniz muhakkak ki, siz de müşrik olursunuz.

 

Müşriklerin putlar adına kestiği hayvanlar, ücretsiz bir propaganda unsuru olarak dağıtılmaktaydı. Bir zaruret olmaksızın gizliden gizliye bunu alıp tüketenler olduğu gibi aleni olarak onların sofralarına, şölenlerine katılıp yiyenler de vardı. Âyetler bu vakanın üzerine nazil olmuş olabilir. Bu durum şirki gizli ve açık desteklemek oluyordu ki, bu küçük menfaatin sonu onlara benzemek olarak ifade edilmiştir. Bu örnek üzerinden, şirk sisteminin nasıl güçlendiği ve bu sisteme küçük bir desteğin bile nasıl büyük ittifaklara sebep olabileceği hatırlatılmıştır.

 

Taberî âyette sözü edilen şeytânların “bir kısım azgın insanlar” olabileceğini söylemiştir. İkrime de bahsedilen şeytânlardan maksat “Mecusilerin ileri derecede azgınları ve sapkınlarıdır. Bunlar, Kureyşli müşrik dostlarına telkinlerde bulunuyorlardı.” demiştir.

 

Müşrikler; müminleri bu küçük rüşvetlerle satın almaya, saflarına katmaya çalışıyorlardı. Şeytânsı duygu ve düşüncelerin doğrultusunda hareket eden şeytânlaşmış insanların düşünce ve ideolojilerini evliya denilen yakın arkadaş ve dostlarına yaymaları, aslında şirk siyasetinin arkasında yatan sinsi kulislere ve plânlara bir göndermedir. Müslümanların bu tuzaklara düşmemesi, dün olduğu gibi bugün de önemli bir imân meselesidir. Kesilen hayvanların, verilen şölenlerin altında yatan şeytânî vahiy/duygu, müşrik zihniyetin riya/gösteriş/prestij ihtiyacını karşılamak iken şeytânsı, sinsi plân ise Müslümanları satın alıp onların vakarlı duruşunu bozmak,  böylece sosyolojik ve siyasî olarak muttakileri yalnızlaştırmaktır. Mesele sadece o etten yiyip yememe değildir. Asıl mesele şirk sisteminin -küçük menfaatler uğruna- güçlenmesine sebep olma meselesidir. Âyetin sonundaki “Muhakkak ki siz de müşrik olursunuz.” uyarısı küçük tercihlerin nasıl büyük sonuçlar doğurabileceğini anlatmaktadır. Günümüzde maalesef Müslümanlar büyük resmi göremeyip küçük hesapların arkasına çokça düşmektedir.

 

Helâl sertifikalı et kesimine karşı gösterdiğimiz hassasiyetin yarısını bile zulme, haksızlığa, cinayetlere ve ahlâksızlıklara karşı gösterilmemesi gibi... Özellikle yabancı ülkelerin vatandaşı olan Müslümanların yaşadıkları ülkenin teröre verdiği destekleri görüp kendi küçük menfaatleri uğruna yapılan zulümlere göz yummaları ve vicdanî tatminlerini helâl sertifikalı ürünlerin peşine düşerek doyurmaya çalışmaları gibi… Müşrik âdetlerini sonuna kadar yapıp hayvanın kesiminde “besmele” çekilip çekilmediğinin peşine düşmeleri gibi…  Aslında bunlar bilinçli mümin örnekliğine uymamaktadır. Hikmetli bir bilinç ile Allah’ın neyi niçin emrettiğini bilmek, kişiyi ölülerin içinde, karanlıkları aydınlatarak ilerleyen bir kandil kılacaktır.

 

122- Ölü iken ihya ettiğimiz ve onunla insanlar arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde olup ondan çıkamayan kimse gibi midir? İşte böyle, kâfirlere yapmış oldukları süslü göründü.

 

Zulmün, suçun insana süslü ve albenili görünmesinin sebebi kişisel menfaatlere hizmet etmesindendir. Bedeli ise hakka ve adâlete kastetmektir. Bu nedenle bencilliğin insanoğluna yaptıramayacağı kötülük yoktur. Verilen nûr; bencilliklerle süslenen kötülüklerin âhirini görmeyi sağlar. Kısa vadeli menfaatler uğruna yapılan haksızlıkların sebep olacağı o karanlık sona bir ışık tutar. Bu nûr haramların cazibesini etkisizleştirir. Yapılan bir haksızlık, kötülük ve zulmün nelere mal olabileceği konusunda insana değerli bir basîret kazandırır.

 

Kurân’da “meyt” hem maddî ölüler hem de manevî ölüler için kullanılan bir kelimedir. Bu âyette geçen “meyt” kelimesi;  maneviyatını, insanlığını bencillik virüsü ile hastalandıran ve bir süreçle öldüren, vicdanı susmuş olanlardır. Ölü benzetmesi manidardır. Hakîkati işine gelmediği için gizleyen, eksene kedisini ve basit çıkarlarını koyan, kendine dokunmadığı sürece adâletsizliklere tepkisiz kalan pasif müşrik tipe işâret etmektedir. (Benzer bir kullanım için bkz. “Âmâyla gören, karanlıklar ve aydınlık, gölge ve yakıcı sıcak, hayatta olanlar ve ölüler bir olmaz.” Fâtır:19-22) Kurân’da hakîkati örtenlerin ölüye benzetildiği birçok âyet vardır. (Yâsîn:69-70, Neml:80,  Nahl:20-21) Burada maddî ölü olsaydı cümle ölü iken dirilttiğimiz (ba’s ettiğimiz) şeklinde devam etmesi gerekirdi. Ancak burada “…ahyeyna/ihya ettik.” şeklinde, anlatılmak istenene uygun bir kelime seçilmiştir. Türkçemizdeki yaşam daha çok yaş alıp maddî olarak yaşlanma ile alâkalı iken Arapçadan dilimize geçmiş “hayat” kelimesi maddî ve manevî diriliği anlatan daha geniş bir kullanıma sahiptir. Yaşam dünya ile sınırlı iken hayat âhirette de devam eder. Âyet, maneviyatını öldürmüş olanlara, nefes aldığı sürece hiçbir şey için geç olmadığı umudunu da aşılamaktadır. Kurân’ın amacı insanlıklarını kaybetmiş olanlara bile tevbe kapısını göstermektir. Bunu, onlara irâdelerini kontrol edebilmeyi öğreterek yapar. Koyduğu basit kurallara uyan kişiler daha mutlu, huzurlu ve âdil bir hayat yaşamaya başlar. Koyduğu hedeflerden biri de âhirettir. Âhireti olmayan bir yaşam ihya edilemez. Böyle bir hedefi olmayanlar âyette karanlık, zulüm ve suçlara batıp çıkamayanlar olarak tarif edilir. Süreç önce hak ve hakîkatleri örtme ile başlamış ve bir sonraki âyetin beyanı ile cürümlerle devam etmiştir. Bu süreci ve farklı unsurları ifade etmek için Kurân yine fâili tekil değil çoğul olarak tarif eder (…ihya ettiğimiz-nur verdiğimiz… gibi). İnsanların hak ve hukukunu örtenler anlamındaki kâfirlere neden yaptıkları süslü görülür? Zira buradan bir rant devşirip toplumun suç, zulüm ve saltanatta önde gelen büyükleri olma hedefi yatar.

 

123- Ve işte böylece her karyede, sinsi plânlar kuran mücrimlerin büyüklerini tayin ettik. Ve ancak kendi aleyhlerine plân kurduklarının şuurunda değiller.

 

Sözlükte “karye” kelimesi “köy, kasaba” gibi küçük yerleşim yerlerini tarif eder. Henüz Medine dediğimiz şehirleşmenin olmadığı, hukuk yerine belli başlı örfî kuralların yönlendirdiği, kavmiyetçi ve aşiretçi bir sosyolojik yapıda olan topluluklardır. Buralarda siyasî erkin belirleyip kolluk güçleri ile korunan bir hukuk sisteminden bahsedilemez. Allah’ın sosyolojik yasasıdır ki böyle bir boşlukta kalabalık ve güçlü olduğu için baskın hâle gelen, nüfûz ve serveti ile büyüyen çeteler topluma tahakküm kurmaya başlar. (Bkz. Semûd kavmindeki 9 çete için Neml:48) “El-Ekâbir” kelimesi de el-ekber’in çoğuludur. Mücahid der ki: “Bununla başkanlar ve kodamanlar kastedilmektedir. Özellikle onların anılması ise, bunların fesat işlemekte güçlerinin daha ileri derecede oluşu dolayısıyladır.” (Kurtubî) Âyette geçen “…ceal-nâ biz kıldık, biz tayin ettik.” manasına gelir ki bu tarz toplumlarda tabiatın boşluk kabul etmeyişine ve sosyolojik süreçlere bir âtıf yapılmıştır. Bu sosyolojik süreçlerden, içinde Kâbe’nin olduğu Mekke de olsa istisnaların olmayacağı uyarısı yapılmaktadır.

Unutulmaması gereken en önemli husus bunların o toplumun kendi içinden çıkan mücrimler olmasıdır. Toplum eğer suça ve zulme karşı tepkisizleşir ve ölü gibi olursa suçu karakter hâline getirenlerin büyüyüp güçlenmesine zemin oluşturur. Böylece toplumun köleleştirilmesi ve sömürüye açık hâle gelmesi kaçınılmaz hâl alır. Suç örgütü çeteler ve terör odakları toplumu sömürecekleri hâle getirmek için sinsi plân ve tuzaklarla kaos ortamı oluşturur. Bu bağlamda el-Mekr, doğru yola muhalefet hususunda plânlara başvurmak demektir. (Bkz. Fâtır:10) O karyenin ürettiği artı değerden beslenen suç ve terör örgütlerinin zayıflattığı halk ya zulme razı olacak ya da bölgeyi terk edecektir. Sinsi plânları kendi aleyhlerine döndüğünü anladıklarında iş işten geçmiş, bindikleri dalı kesmiş olurlar. İnsan aslında ne yaparsa kendisine ve yakın çevresine yapmaktadır. O imkânları suç ve zulüm istikâmetinde kullananların kendilerine, çevrelerine ve en başta sevdiklerine yaşattıkları kötülükler ortadadır. Teröristlerin zillet içindeki hayatları ve mafyaların sonları, zulüm ile abad olunamayacağının ibretlik örnekleridir.

 

124- Ve onlara bir âyet geldiği zaman dediler ki: “Allah’ın resûllerine verilen şeyin misli bize de verilmedikçe asla inanmayız.” Allah risâletini kime tayin edeceğini en iyi bilendir. Allah’ın katında yapmış oldukları plân sebebiyle mücrimlere, yakında bir aşağılık ve şiddetli bir azâp isabet eder.

 

Risâleti talep eden mücrim elebaşları, onun hidâyet ve nûruna değil nüfûz ve itibarına taliplerdir. Hz. Muhammed’in kendi kafalarındaki profile uymaması ve risâlet kurumunu, siyasî bir pozisyon olarak yöneten-tahakküm kuran bir saltanat aracı gibi algılamaları itirazlarının temel sebebidir. (Bkz. Onlar dediler ki: "Bu Kurân, şu iki karyenin büyük adamlarına indirilmeli değil miydi?" Zuhruf:31) Bu itibarla çıkar ortaklığı kuran Mekkeli müşrik kodamanlar, resûlün kendi aralarından çıkması gerektiğine inanmaktadırlar. Enâm 91. âyetteki “Beşere bir şey indirilmedi.” itirazını da bu beklenti ışığında okumak gerekmektedir. Zira nüzul ortamında Haşimoğulları ile Ümeyyeoğulları arasında bir rekabet söz konusu idi. Bunu nakleden bir rivayet şöyledir: “Ebu Cehil, Allah Resûlü hakkında şunları söyler: Biz Abdimenafoğullarıyla öteden beri şerefte rekabet edegeldik. Onlar yedirdiler, biz de yedirdik, onlar binitsiz hacılara binit temin ettiler, biz de öyle yaptık, onların verdiğini biz de verdik. Onlarla daima yarış atları gibi diz dize berabere kaldık. Şimdi onlar: ‘Bizim aramızdan, kendisine gökten vahiy gelen bir resûl çıktı.’ diyorlar. Biz buna nasıl erişebiliriz? Vallahi ona asla inanmaz ve onu asla kabul etmeyiz (İbn Hişâm, Sîret: 1/337-338; İbn Kesîr, Tefsîr: 3/42). Yahudileşmiş bakış da buna benzerdir. Yahudiler, kendi ırklarından olmayan bir resûlü asla kabul etmemişlerdir. Risâlette belirleyici olanın kavmin büyüklerinden olmak, çok zengin veya köklü bir soydan gelmek olmadığı burada izah edilmiştir. Kâfir mücrimlerin risâlet görevini Allah’ın ilkeleri ile savaşarak elde edemeyeceklerinin şuurunda olmamaları da ilginçtir. Onlar resûllerin baş düşmanıdır. Suçlarla büyümek, güçlenip zenginleşmek Allah katında küçülmektir. Allah’ın rahmetinden mahrûm düşene en şiddetli azâp isâbet etmiştir. Bu azâbın mahiyeti bir sonraki âyette tarif edilir.

 

125- Artık Allah kimin hidâyetini irâde ederse onun sadrını İslâm’a açar. Kimi de dalâlette bırakmayı irâde ederse onun sadrını semada yükseliyormuş gibi iyice daraltır. İşte böylece Allah inanmayanları kokuşmuşluk üzere kılar.

 

Sadrın İslam’a açılması;  kişinin iyilik yapmayı, merhametli ve sabırlı olmayı, paylaşmayı ve insanî erdemleri sevmesi, arzulaması ve yapmasıdır. Günahların, kötülük ve suçların ise insana tiksinç gelmesi ve insanın onlardan uzak durmasıdır. Kokuşmuşluk ve pislik şeklinde meal verilen “rics” kelimesi “recese” kalıbından alınınca “devenin bağırması”,  gökle beraber kullanılınca “gök gürültüsü”, “recüse” kalıbı da “pis olmak, çirkin iş yapmak”, bina kelimesiyle kullanılınca “sarsılmak”, rics şeklindeki isim kalıbı da “murdar, necis, pislik, kokuşmuşluk ve günâhın bir sıfatı olarak çirkin işler” demektir. Semaya yükselmek ve bunun sonucu iç âlemin, sadrın daralması nasıl bir örnektir? Yukarıda suçu karakter hâline getirenlerin resûl olma niyetlerinden bahsedildi. Burada ise semaya yükselme meteforu ile onların iç âleminin bu görevi yapacak enginlikte olmadığı ifade edilmiş olabilir. Veya yükseldikçe, kendilerini büyük gördükçe insanlıklarının, haysiyet ve şereflerinin, vizyon ve ufuklarının nasıl küçüldüğünü, daraldığını anlatan bir mecaz da olabilir. Zaten şirkin mahiyeti böyledir. Yapılan benmerkezci kötülükler; çok değerli, ulvî bir amaç ve sâlih bir iş yalanıyla süslenir. Müşrik kişi buna hem kendisini hem de çevresindekileri inandırmaya çalışır. Böylece kendini ve yaptıklarını büyüttükçe büyütür. Ancak bu tutum ve davranışı nefsin, nesnelerin, kulların ve menfaatlerinin kölesi olması ile sonuçlanır. Artık ufak hesaplar için küçüldükçe küçülür. Bu güvensiz tipler yüksek mevkilere ulaştıkça toplumsal kokuşmuşluğu artırırlar. Bu hâl aslında bir önceki âyetteki şiddetli azâbın, aşağılık durumun bir boyutunu da tarif etmektedir.

Sadrın İslam’a açılması insanın ilgi ve sevgisini sulh ve selamet yönünde kullanmasının sonucudur. Sulha ve teslimiyete meyyal olan kişiler her daim daha huzurlu, mutlu ve engin gönüllü iken; bencil hırsları ve küçük hesapları yüzünden suç işlemekten, hakka girip zulmetmekten geri durmayanların sadrı ve sabrı da ufukları gibi daralacaktır. (O karyenin sonu için Bkz. “Bir karyeyi helâk etmeyi irade ettiğimizde onun mütreflerine emrederiz. Böylece orada fesat çıkarırlar. Artık söz üzerlerine hak olur. Ve oranın altı üstüne getirilir. İsrâ:16) Bu akıbetten korunmanın yolu Rabbin istikâmet verilmiş yolundan ayrılmamaktır.

 

126- Ve bu, Rabbinin istikâmet verilmiş yoldur. Tezekkür eden bir kavim için âyetleri fasıla fasıla açıkladık.

 

Bir düşünce şekli olan tezekkür, zikir kökünden gelir. Bu yeti, geçmişin tecrübelerinden istifade ederek geleceğe yürümeyi sağlar. İnsanlık tecrübesinin bize zikrettiği en temel konu savaşın ve zulmün kazananının olmadığıdır. Bu nedenle Rabbin yolu; sulh ve selamete doğru istikâmet verilmiş bir yoldur. Bu yolun, yani ilkeler yolunun varacağı yer hedef ise darusselamdır.

 

127- Rablerinin katında, onlar için selâm yurdu vardır. Ve O, yapmış olduklarından dolayı onların velisidir.

 

Darusselam;  selam ve esenlik yurdu olduğu gibi aynı zamanda barış ve güvenlik yurdudur. Selâm, Allah’ın isimlerinden biridir. Selâm yurdu, “Allah’ın yurdu” anlamına da gelir. (Krş. Yûnus:25) Es-Selâm olan Allah mahlûkattan evvel ilkeleri, kuralları belirlemiştir. İstikâmet verilmiş bu yola İslam, bu yolda ilerleyene Müslüman, onun yaşadığı yurda da darusselam denir. Bu nedenle gerçek Müslümanların yaşadığı bölge selam/barış yurduna dönüşmelidir. Eğer bir coğrafyada savaş, kargaşa, anarşi ve terör varsa orada evrensel ilkeler olan adâlet, liyâkat, şûra, merhamet, paylaşım, barış ve ıslahat terk edilmiştir. İlerlenen yolun istikâmeti selam yurdu değil de tekâsür, bencillik, saltanat, küfür, yalan, riya ve şirke doğru dönmüşse el-Velî olan Allah’ın dostluğundan, koruyup kollamasından mahrûmiyet başlamış demektir.

 

128- Ve onların hepsini bir araya topladığı gün “Ey yabancı topluluk! Doğrusu, sayınızı tanıdıklarınızdan çoğalttınız.” Ve Onlarla dost olan bir kısım tanıdık dedi ki: “Rabbimiz, senin bize takdir ettiğin ecele kadar biz birbirimizden metâlandık.” Dedi ki: “Allah’ın dilediği hariç barınağınız ateştir, orada hâlit kalacaksınız. Muhakkak ki Rabbin, Hakîm’dir, Alîm’dir.”

 

Bu diyalogda önce Rab hesap günü bir soru sormaktadır. Sonra bu soruya cehennemliklerden bir cevap vermekte ve Hakîm ve Alîm olan Allah’ın kararı da en son cehennemliklere bir melek tarafından beyan edilmektedir. “… sayınızı arttırdınız.” ifadesi “… isteksertum” şeklinde gelmiştir ki bu kelime tekâsür, kesret, eksera şeklinde Kurân’da genelde çoğaltma ve artma gibi sayısal/nicel çoklukları ifade etmektedir. Tanınanlarla sayıların çoğalmasının nüzul ortamındaki karşılığı Allah Resûlü’nün karşısındaki tanınan, bilinen müşrik elebaşlarının Mekke dışı yabancı müşriklerle kurdukları ittifaklara bir gönderme olabilir. Burada tanınan düşmanlara “el-ins”, tanınmayanlara ise “el-cinn” denilmiştir. “İns” kelimesine çoğunluk tarafından “insan” anlamı verilmiştir. Ancak insan zaten Kurân’da geçen bir kelimedir. (Bkz. İnsan:1) Buradaki “ins” Müslümanların çevrelerinde gördükleri, bildikleri, tanıdık, ilişki/ünsiyet bağları kurulabildikleri insanların bir sıfatıdır. “İns” kalıbı Kurân’da hep “tanınmayan, bilinmeyen, yabancı olduğu için ünsiyet kurulamamış” anlamına gelen “cinn” sıfatının zıddı olarak gelmiştir. Bu âyette geçen “ma'şere el cinni/cin topluluğu” da Enâm 112’de geçen ve nebilere düşman olan yabancı, şeytanlaşmış kimseleri anlatmaktadır. Yabancı/cin şeytanlar İranlı Mecusiler ve ırkçı Yahudiler iken “bilinen/ins şeytanlar” ise onların Mekke’deki maşaları ve temsilcileri idi.  

Ma’şer kavramı “ortak temel nitelikleri olan grubu, topluluğu, akıllı, duygulu varlık türlerini” ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu kelimeden türeyen ‘aşera, “insanların birbirleriyle kaynaşıp hoşça geçinmeleri, uyum içinde bulunmak, yakın olmak” anlamlarında kullanılmaktadır. Ma’şer de hayatlarında aynı şartları paylaşan ve birbirine yakın olan insan topluluğudur. İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab’da “İnsanın ailesi, onun ma’şeridir.” demektedir. Burada hâllerinin değişmeden ateşte kalacağı bu şer ittifaklarına önceden bir uyarı olarak hatırlatılmıştır. Bu ittifak ve dostlukların temelinde ise kesp edilenler vardır.

 

129- Ve işte böylece kesp ettiklerinden dolayı zâlimlerin bir kısmını, bir kısmına yaklaştırırız.

  

Nüvellî kelimesi, veli kelimesi ile aynı köktendir. Yukarıdaki âyette yabancılar ile yerli müşriklerin birbirlerinden metalanmalarının burada nasıl bir dostluk ve yakınlığa dönüştüğünden bahsedilmiştir. Şer odaklarının menfaat birliktelikleri onları bir arada tutan temel unsurdur. Bu birliktelikten sadece zulüm oluştuğu için âyet onlara zâlimler demektedir. Bunların hortumlarının azaltılması veya kesilmesi birbirlerine düşüp dağılmaları için yeterli bir çözümdür.

 

130- Ey tanınan-tanınmayan topluluklar! Size âyetlerimi kıssa eden ve içinizden bugüne ulaşacağınıza dair sizi uyaran resûller gelmedi mi? Dediler ki: “Kendi nefsimiz buna şehit oldu.” Ve dünya hayatı onları aldattı. Ve kendilerinin kâfir olduğuna nefisleri şehit oldu.

 

Hz. peygamber görülmeyen, hangi dili konuştuğu belli olmayan varlıklara (Bkz. Geleneksel cin algısı)  “üsve-i hasene/güzel örnek, model insan” olması mümkün değildir. Bu yüzden “ins ve cinn” kavramlarını yerli-yabancı, tanınan-tanınmayan gibi manalarla kelimelerin daha temel anlamı referans alınarak çevrilmelidir. Zira buradaki konu “Cinlere kendi türlerinden peygamber gitti mi, gitmedi mi?” şeklinde bir soru değildir. Burada iç bağlam 91. âyette “Beşere bir şey indirmedi.” çıkışının devamıdır. Her milletin veya kavmin kendi diline ve örfüne hâkim, ahlâklı, kâmil insanlarla uyarılması hikmetli ve doğru olandır. Peygamberler Allah’tan aldıkları mesajları tercüman aracılığı ile insanlara tebliğ etmemiştir. Hepsi kendi kavimlerinin dilini konuşan insanlardır. Araplar bu uyarıcılara nebi ve resûl; İranlılar ve Türkler, peygamber; Yunanlılar filozof, düşünür;  Çinliler üstat;  Japonlar, sensei demişlerdir. Her topluma Allah’ın enfûs ve afak âyetlerini kıssa eden örnek şahsiyetler gitmeseydi Enâm 130.  âyette temellendirildiği üzere uyarılmayan insanların yargılanması veya ödüllendirilmesi mümkün olmazdı. Yanlışlar yapan, günaha dalıp şer ittifakları kuran bu zâlimlere doğrunun, hakkın, erdemlerin ulaştığına en başta kendi enfûsu şehit olmuştur. Şehit olma, aktif bir tanıklığı ifade etmektedir. Burada gerçeği pasif bir şekilde izledikleri değil, yaşayarak tecrübe ettiklerinin itirafı nakledilmiştir. Demek ki burada konuşanlar resûlle birebir mücadele edip karşı çıkan grubun elebaşlarıdır. Bu tiplerin enfûsunda/iç dünyalarında karşılığı olan iyilik ve erdemlerden uzaklaştıran da geçici olanı haksız yere kesp etme arzusudur. Zira onları dünya hayatı aldatmıştır. Uyarılmadan bir toplumu cehenneme atmak adalete aykırıdır ve zulümdür.

 

131- İşte bu toplulukları ve ehlini onlar gâfil hâlde iken, Rabbin zulümle helâk etmez.

 

Zulüm bir şeyi olması gereken yerden ve şekilden mahrum bırakmaktır. “Kanunsuz suç olmaz!” prensibi gereği önce neyin haram, neyin helal olduğu bildirilmelidir ki bu konuda adil bir yargılama yapılabilsin. Âyetteki “bi zulmin” kelimesi, “zulüm ile” demektir. Bu manaya göre “bi zulmin” kelimesi ile yargısız infazın adalet değil, zulüm olduğuna dikkat çekilmiştir. Uyarılmamış toplulukları cehennemlik ilan etmek, onları böyle bir akıbete lâyık görmek her zaman ve zeminde haksızlıklara, zulümlere sebep olmuştur. Kurân’da gaflet iki anlamda kullanılır: Birincisi, bildiği hâlde bunu önemsemeyenler, gereğini yerine getirmeyen ilgisizler anlamındadır. (Bkz. “Ve bütün âyetleri görseler bile ona inanmazlar ve rüşt yolunu görseler bile onu yol edinmezler ve eğer ğayy yolunu görseler onu yol edinirler. Bu onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil olmaları sebebiyledir.” Arâf:146) İkincisi ise habersizlik, bilgisizlik manasında kullanılmıştır. (Bkz. “Sana vahyettiğimiz bu okuyuşla kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Ve sen, ondan önce elbette gâfillerdendin.” Yûsuf:3) Bilmediği için bu konulara uzak olanlar ve bu nedenle gaflet uykusuna dalanlara karşı; sabırlı, yumuşak bir lisanla ve merhametli, empatik duygularla yaklaşılmalıdır. Bu usul, tercihin tamamen kendilerinde olduğunu vurgulayan nebevî bir usuldür. Yüce Allah insanlara uyarıcılar göndermeden, âyetlerini onlara göstermeden, onları kesinlikle sorumlu tutmaz, inkâr ve günahları yüzünden cezalandırmaz. Ancak insan doğru ve yanlışı net olarak görmesine rağmen dünyevî çıkarlar uğruna hak olanların aksine tercihler yapıp günü kurtarma derdine düşünce hem kendine hem de ehline zulmetmeye başlar.  (Bkz. “Muhakkak ki Allah, insanlara hiçbir şekilde, kesinlikle zulmetmez. Ve lâkin insanlar, kendilerine zulmederler.” Yûnus:44)

 

132- Ve herkes için amellerine göre dereceler vardır. Ve Rabbin, onların amellerinden gâfil değildir.

 

Peygamberin gitmediği, vahyin ulaşmadığı tarihte yaşamış toplulukların şerrî hükümlerden ziyade amellerine göre yargılanacağı bu âyette beyan edilmiştir. Bu özel durumun dışında âyetin genel hükmü; her insanın değerini amellerinin belirlediği gerçeğidir. Bu Kurân’î yasa Enâm:132 ile muhataplara hatırlatılmıştır. Önemli olan ne söylediğimiz veya ne bildiğimizden ziyade ortaya koyduğumuz amellerimizdir. (Bkz. “Muhakkak ki siz amellerinizden sorgulanacaksınız.” Nahl:93) Bu meyanda Ziya Paşa’nın dediği gibi “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” Bir kişinin Allah katındaki derecesini yaptığı ameller yansıtır. Salih olan veya olmayan ameller ne kadar gizli de olsa Rabbin katında unutulmaz. (Bkz. “Ve Allah’ı, zâlimlerin amellerinden gâfil hesap etme! Sadece onları, gözlerin açılacağı güne tehir eder.” İbrahîm:42) (Bkz. “Ey Oğulcuğum! Muhakkak ki amelin, bir hardal tanesi kadar dahi olsa ve o, bir kaya içinde veya göklerde veya yerde bile olsa, Allah onu getirir. Muhakkak ki Allah; Latîf’tir, Habîr’dir.” (Lokmân:16)

 

133- Ve senin Rabbin ganidir, rahmet sahibidir. Dilerse sizi giderir. Ve sizi başka bir kavmin zürriyetinden inşa etiği gibi sizden sonra halefinizi de dilerse öyle getirir.

 

“Senin Rabbin ganidir.” ifadesinin manası “Kimsenin ameline, ibadetine, hamdına, şükrüne muhtaç değildir.” manasındadır. Arkasından bu iki esmanın birbirini tamamladığını gösteren (zû’r-rahmeti) “Rahmet sahibidir.” şeklinde bir kullanım vardır. Zira hiçbir şeye muhtaç olmama hâli beraberinde yapılanlara karşı bir duyarsızlık getirebilir. Ancak sahiplik eki olan “zu” ile rahmetin gelmesi zengin ve muhtaçsız olmasına karşılık Rabbin kullarına duyarsız ve ilgisiz olmadığını, onlara sürekli merhamet ve sevgi ile yöneldiğini vurgulamak içindir. Senin Rabbin demesi bu sıfatların başta resûl olmak üzere tüm müminlerde ahlâk hâlini almasına yönelik bir gönderme de taşımaktadır. En büyük erdemlerden biri menfaati veya ihtiyacı olmamasına rağmen muhtaçlara merhamet ve ilgisini esirgememektir. Bu şuur kibrin, narsizmin, benmerkezciliğin de ilacıdır. İnsan kendisini ve yaptıklarını abartmaya ve kendini gani görüp herkese tepeden bakmaya başlayınca merhametten uzaklaşır. Bu nedenle gani olan herkesin rahmet sahibi olması gerekir. Kendini gani zannedip kibre kapılanlar yaşadığı dönemi mutlaklaştırma hastalığına kapılır. Aslında kendisi bu tarih sahnesinde ne ilktir ne de son olacaktır. Rahmetten uzaklaşanlar önceki yaşamlardan ibret almaz ve kendinden sonra yaşayacak olanları önemsemez. Varlığının sebebi Allah’ın rahmeti olduğunu unuttuğu için bu müşrik tip nankördür ve bencildir. Sanki yarınlar yokmuş gibi zulmeder, tüketir ve kirletir.  

 

134- Muhakkak ki size vaad edilen mutlaka gelecektir. Ve siz, âciz bırakacak değilsiniz.

 

Âyetteki vaadden maksat, bir önceki âyette ifade edildiği gibi bir zürriyetin yaşayıp gitmesinin ardından haleflerinin bu dünya misafirhanesinde emanetçi olarak gelmesidir. Bu kısacık dönemde sulhu, barışı, salihatı benimseyenleri bekleyen “darusselâm” iken, mücrimleri büyütüp başlarına bela edenleri, emaneti mülkiyet zannedip zulmedenleri bekleyen ise sadece ateş yurdudur. Bu vaad yani yasa o kadar evrenseldir ki onu âciz bırakıp atlatacak hiçbir inanç, ideoloji, düşünce ve kavim yoktur.

 

135- De ki: “Ey kavmim, elinizden geleni yapın! Muhakkak ki, ben de yapıyorum. Artık bu yurdun akıbeti kimin olacak yakında bileceksiniz. Muhakkak ki zâlimler felâha erişemez.”

 

“Ey kavmim elinizden geleni ardınıza bırakmayın!” söylemi düşmanı kışkırtmak için mi söyletildi? Hayır, zira selam yurdunu hedefleyen ve bu akıbeti İslam adı verilen sulh ve selamet dini ile ulaşacağına inanan barış insanları; düşmanlığı, kan ve gözyaşını körükleyecek söylemlerden kaçınır. Aslında bu söylem düşmanı kışkırtmak için değil, resulün ne kadar kararlı olunduğunu karşıya hissettirip geri adım atılmayacağını beyan etmek içindir. Kaldı ki burada “Kul yâ eyyuhâ-lkâfirûn/De ki: Ey kâfirler!” şeklinde bir hitaptan ziyade “Kul yâ kavmi/De ki: Ey benim kavmim!” gibi bir hitabın seçilmiş olması da manidardır. “…kavmim!” şeklindeki hitap yukarıdaki âyetlerde, merhamet sahibi olan Rab kullanımının devamı olabilir. Zira merhametli olan Allah kullarının gafletlerinden faydalanıp hâşâ zulüm ile onları helak etmez. Bu yüzden buradaki hitap resulün kendisine inananlara, mücadele etmeleri için yaptığı bir teşvik konuşması şeklinde okunabilir. O zaman mana “Ey bana güvenen, inanan kavmim! Zâlim müşriklerle mücadelede benim gibi siz de elinizden geleni yapın!” şeklinde bir teşvik hitabına dönüşür. Bunu yaparlarsa yaşadıkları yurdun yönetimi zorba müşriklerin elinden alınıp hayırlı müminlerin kontrolüne girecektir. Buradaki ‘âkıbetü’d-dâr ifadesi “yurdun sonu, gelecek, akıbet” şeklinde tercüme edilmiştir. Müşrikleri motive eden, kurdukları din ticareti ve köle düzeni ile sürdükleri saltanattır. Kurân’ın verdiği fıtrî mesajın karşısında şirk düzeninin devam etmeyeceği, bu yurdun zulme değil barış ve sulha teslim olacağı müjdesi bu âyette vardır ki, Mekke’nin savaşsız fethi bu vaadin karşılığıdır. Dün olduğu gibi bugün de geçerli olan yasa zâlimlerin felaha ulaştıramayacağıdır. Yönetimler; sulh ve selameti, huzur ve refahı koruyabildikleri sürece devam edebilir. Zulüm ve zorbalıklarla başta kalmaya çalışanlar kendileri ve çevrelerine hiçbir zaman felah (huzur, bolluk ve kurtuluş) vermemiştir.

 

136- Ve ektikleri ekinlerden ve sürü hayvanlarından Allah için bir nasip tayin ettiler. Böylece zanlarıyla dediler ki: “Bu Allah içindir ve bu da ortaklarımız içindir.” Fakat ortakları için olan Allah'a ulaşmazken Allah için olan ortaklarına ulaşırdı. Hükmettikleri şey ne kötü.

 

Enâm; deve, sığır ve davar cinsinin üçüne birden kullanılan bir kelimedir ve “neam” kelimesinin çoğuludur. Türkçede kullandığımız “nimet” sözcüğünden türemiştir. Deve, sığır ve davarlar etleri, derileri, yünleri, sütleri ve faydalanılan her yerleriyle yürüyen nimet oldukları için Araplar bu tür hayvanlara genel olarak enâm demişlerdir. Bu kelime sûreye de isim olmuştur.

Burada Mekke müşriklerinin inanç ve ibadet şekilleri üzerinden yamuk tasavvurlarına ve düşünme şekillerine değinilmiştir. Öncelikle şirk zihniyeti Allah ve ortaklar için şeklinde bir ayrımla yola çıkar. Bu ayrımın sebebi de Allah’ın onlara bahşettiği ekinler ve hayvanlar denilen maddî servetlerin tasarrufu ile alâkalıdır. Allah zengin, bir şeye ihtiyacı yok diyerek kendi ve diğer putlara ayrılan kısma Allah için ayırdıklarından pay aktarmaktadırlar. Zira putlarına ayırdıklarını kendileri kullanırken Allah için olanlar paylaştırılıp elden çıkıyordu. En başta kendi zanları ile oluşturdukları taksime, usule riayet etmeyerek duruma göre hemen kuralları değiştirmeleri onların ilkesiz oldukları ve kendilerine karşı bile dürüst olmayan menfaatçi kişiliklerini yansıtmaktadır. Kendi yediğinden emekçilere yedirme ve kendi giyindiğinden giyindirme erdeminin referans noktası bu ayetlerdir.

Allah’a ayrılan her tür nimete zaman, iyilik ve hayır yönündeki maddî-manevî imkânların tamamı dâhildir. Kendimize ve çıkarlarımıza ayırdığımız imkân ve zamanın artması toplumsal olarak ümmeti benmerkezcilik çukuruna düşürmektedir. Bu benmerkezcilik; paylaşmanın, dostluğun, kardeşliğin, duygudaşlığın bitme noktasına geldiği şehir hayatında kendisini daha da belli etmektedir. İyi bir insan olarak yaşamak, atılan adımdan söylenen söze kadar her fiili ibadete çevirir. İbadetler de yalnız Allah için yapılmalıdır. Allah rızası dışında bir amaçla gösteriş ve -desinler diye- maddî bir çıkar için yapılan her amele şirk bulaşmış demektir.

 

137- Ve böylece ortakları, müşriklerin çoğuna, evlâtlarını katledip çukura yuvarlamalarını süslü gösterdi. Ve buna da din elbisesi giydirdiler. Ve eğer Allah’ın dilediği olsaydı bunu yapamazlardı. Artık onları ve iftiralarını terk et!

 

Âyette yer alan çocuklara reva görülen uygulama “li yurdû-hum” ile ifade edilmiştir. Bu kelimenin üç harfli kök mastarı “redy” kelimesidir. Kelime tefe’ul babına sokulduktan sonra “dağdan aşağıya düşerek parçalanmak, mahvolup helâk olmak, kuyuya ve çukura düşmek” gibi anlamlar kazanmaktadır. Yüksek yerden yuvarlanan ya da düşüp ölen hayvana da “el-mutereddiye” denir. (Bkz. Mâide:3) Burada katledilen çocukların eşilen bir çukura yuvarlanması veya bir yardan atılması manasındadır. Klâsik tefsirlerde bu âyet açıklanırken, bazı Arapların geçim sıkıntısı veya özellikle kabile savaşları yüzünden ileride esir düşüp cariye hâline getirilip fuhşa sevk edilebilir kaygısıyla kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek öldürdükleri hatırlatılarak âyette bu acımasız geleneğe işaret edildiği iddia etmişlerdir. Ancak burada rızık korkusundan veya yoksulluktan yapılan cinayetler değil din elbisesi giydirilerek yapılan insan kurbanıdır. Yoksulluk ve rızık endişesi ile yapılan çocuk katli surenin devanın da Enam:151’de ayrıca ele alınacaktır. Daha öncede bu konu ele almıştır. (Mesela bkz. “Yokluk korkusu ile evlâtlarınızı katletmeyin! Onları ve sizleri sadece Biz rızıklandırırız. Muhakkak ki onların katli, büyük bir hatadır.” İsrâ:31 İşlediğimiz En’am suresi 137’de ise çocuk kurbanı ile masumların infaz edilmesi söz konusudur. Bu canilik ancak dini bir kılıf uydurularak yapılmakta idi. Bunun dinî bir uygulama olduğunun düşünülüp engellenmemesi de bir başka sefihlik türüdür. Allah’ın dilediği tevhit akidesi hâkim olsaydı çocuklar din-imân bahanesi ile ölmeyeceklerdi. Zira buradaki konu, tevhit inancına şirkin bulaşmasıyla oluşan zulümlerdir. Din bir yaşam tarzıdır. Bu temelde en ufak kaymalar ve sapmalar, telafisi olmayan sonuçlar doğurmaktadır. Modern akıl maalesef bu kaymayı düzeltip insanların sığınağı olan din tasavvurunu vahiyle tekrar inşa edeceğine binayı yıkıp inançsız, basit amaçları olan, ruhsuz güruhlar oluşturmaktadır.

 Âlimler, ayette geçen şürekâ/ortaklar tabiriyle neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Mücahid şöyle demiştir: “Onların ortakları, onlara kendi çocuklarını geçim sıkıntısı endişesiyle diri diri gömmelerini emreden şeytanlarıdır.” Kelbî de şöyle demiştir: “Onların putlarının rahipleri bulunuyordu. Kâfirlere çocuklarını öldürmeyi hoş gösterenler de işte bunlardır. Tıpkı Abdulmuttalib’in kendi oğlu Abdullah hakkında yemin etmesi gibi, cahiliye döneminde birisi kalkıyor ve şayet kendisinin şöyle şöyle çocukları olursa onlardan birisini kurban edeceğine yemin ediyordu.” Bu görüşe göre de, âyette bahsedilen “ortaklar” o put rahipleri, bakıcı ve görevlileridir. Mücahid’in görüşüne göre şeytanlara nasıl şürekâ/ortaklar denilmişse, bu görüşe göre de putçulara da bu isim verilmiştir. (Râzî) Buradaki ortaklar yukarıdaki âyetlerde anlatılan ve Mekke’de veya Mekke dışından put inancından nemalanan şeytanlaşmış, yerli yabancı müşriklerin elebaşları, putçular olabilir. (Allahualem!)

Lebise kelimesi, altındakini şüpheli ve içinden çıkılmaz hâle getirmek için çekilen örtü, elbise demektir. Bu katliamlar ancak din adına yapılırsa meşru olabilir. Zira masum bir çocuğu öldürmenin ne vicdanda ne hukukta ne de tevhit inancında bir karşılığı vardır. Canlı bombalarla çoluk çocuk demeden katleden caniler de bu infazlarını dinleşmiş sapkın inançları, ideolojileri için hâlâ yapmaktadır. Mekke müşrikleri gibi sözde modern müşrikler bu cinayetleri çöplere atılan bebeklerle, sağlıklı masumları kürtajla öldürerek yapmaya devam etmektedirler. İşte Kurân’ın mücadelesi bunlara karşıdır. Kurân buna büyük cihat demektedir. (Bkz. Furkan:52) Müşrikler, kendi çıkarları doğrultusunda tahakküm kurmak için haram ve helal belirlemekten asla geri durmazlar. Zira tevhit yaşatır, şirk bölüp parçalar. Tevhit adalettir, şirk masum ve mazlumlara yaşam hakkı tanımaz.

 

138- Ve onlar, kendi zanları ile dediler ki: “Bizim dilediğimiz kimseler hariç bu hayvanlar ve zirai ekinler yasaktır, onları yemeyin!” Ve hayvanların sırtı haram kılınmıştır. Ve bir kısım hayvanların üzerlerine iftira ederek Allah’ın ismini zikretmiyorlar. İftiralarının karşılığını yakında alacaklar.

 

Müşrik kafa, keyfi yasakları sever. Bu yasaklama ve men etme “hicr” kelimesi ile anlatılmıştır. Kelime; engel olmak, mahrum etmek, tasarruftan menetmek, çamurun taş kesilmesi ile suyun engellenmesi, çamurun içindeki suyun çıkması için onu sıkmak, daraltmak sureti ile yapılan taş binalara sığınmak, yardım dilemek, nefsine bir şeyi engellemektir. Ayrıca sahibini çirkin şeylerden men edip engellediği için aklın bir sıfatı olarak da “hicr” kullanılmıştır. Semûd kavminin yaşadığı bölgede taş işçiliğinden dolayı Hicr ashabı denilmiştir. Bir şeyden men olunmuş, yalnız bırakılmış kimseye de “mehcur” denilir. Kelime burada müşriklerin insanlara nasıl keyfi, aslı astarı olmayan yasaklarla zulmettiklerini anlatmaktadır. Ziraî ekin ve hayvansal ürünler aslında temel besin kaynaklarıdır. Bunlar üzerinden yapılan ambargolar boykot yıllarında Müslümanları açlığa ve sefalete sürüklemeyi amaçlamakta idi.

Hayvanın üzerine Allah’ın ismini zikretmemek o rızkı Allah’tan koparıp şirke ve zulme bir alan açmak içindi. Bu boşlukta aklına eseni yasaklayıp hoşuna gideni serbest bırakan müşriklerin amacı oradan da bir güç devşirmekti. Temel besin kaynağı olan tarım ve hayvancılık üzerinden yapılan her oyun insanları doğrudan etkileyen ciddi bir ambargodur. Rızık üzerinden yapılan her oyun şirktir ve sonu zulümdür. Sizin olan hayvanı müşrikler kutsal ilan ederse onu ne ulaşımda kullanabiliyordunuz ne etinden ne sütünden ne de yavrularından istifade edebiliyordunuz.

 

139- Ve dediler ki: “Bu hayvanların karnında olanlar erkeklere hastır. Ve eşlerimize haramdır. Ve eğer ölü olursa o takdirde onlar ortaktırlar.” Vasıflandırmalarının karşılığını verecektir. Muhakkak ki O, Hakîm'dir, Alîm'dir.

 

Âyette, erkek egemen cahiliye Araplarının uydurduğu başka bir yasak dile getirilmektedir. Bu yasağa göre, ana karnından yeni doğmuş hayvanların tüm hakları erkeğe tahsis edilmiştir. Bu durumu âyet “halis” kelimesi ile ifade etmektedir. İsterse o hayvan bir kadına ait olsun, onun doğurduğu kadına ait olamazdı. Hayvan ölü doğarsa kadın erkek oturup o hayvanı yerdi. Bu cahiliye uygulamasıydı. İbn Âşûr, âyette ezvâc kelimesinin kullanılmış olmasını dikkate alarak canlı yavrunun yenilmesinin sadece evli kadınlara yasaklanmış olduğunu belirtir. İbn Aşûr’a göre muhtemelen müşrikler, eğer eşleri canlı doğan bu yavruların etlerinden yerse kısırlık, aile geçimsizliği, boşanma gibi bazı uğursuz sonuçların doğacağına halkı inandırmıştı. Yavruların erkeğe tahsis edilmesi kadının toplumdaki yerini gösteren bir örnektir. Zaten Arap toplumunda ataerkil aile tipi mevcuttur. Ailede ve sosyal hayatta erkeğin egemenliği ve etkinliği vardır. Soylu veya güçlü addedilen kabilelerdeki erkeklerin yücelttiği kadınları hariç, tüm kadınlar zillet içerisindeydi. Hak etmedikleri hâlde gayrıinsanî muameleye maruz kalmışlardı. Bir kadın için hak ve hürriyet söz konusu bile değildi. Kadın, bir eşya gibi kullanılmaktaydı. Fuhuş yaygındı. Bir erkeğin birden fazla karısı olabildiği gibi bir kadın da çok sayıda erkekle birlikte olabilmekteydi. Evlilik hayatı tamamen erkeğin hâkimiyeti ve baskısı altındaydı. Kadının bu bağlamda hiç söz hakkı yoktu. Kadın mirastan pay alamaz, sosyal hayattan tamamen dışlanmıştı. Kadınlar için izzet-i nefis, namus ve şeref gibi kavramların lügatlerde yeri olmazdı. Kız çocuklarının içler acısı hâlini şu âyet de yansıtmaktadır. (Bkz. “Hâlbuki onların birine kız müjdelendiği vakit öfkesinden yüzü simsiyah oluyor. Verilen müjdenin suitesiriyle kavminden gizleniyordu. Hakaret üzere onu tutacak mı? Yoksa toprağa mı gömecek? Bak ne fena hükümler veriyorlar.” Nahl:58-59)

 

140- Doğrusu, ilmi olmaksızın sefihçe evlâdını katledenler ve Allah’a iftira ederek Allah’ın onları rızıklandırdığı şeyi haram kılan kimseler hüsrana uğramıştır. Doğrusu onlar dalâlettedir ve hidâyete erenlerden değildir.

 

Sefîhlik; ahmaklık, aptallık, akılsızlık gibi manalara gelmektedir. 137. âyette çocukların öldürülmesinin süslü gösterilmesinde din elbisesi ile işlenmesi olduğundan bahsedilmişti. Bu âyette rızık ve namus konusundaki uydurmaların nasıl hüsranlara yol açacağından bahsedilmiştir. Rızık konusunda uydurulan haram ve helaller bunlara uyma veya uymama sonucu evlatların fidye olarak kurban edilmesi hep din üzerinden Allah’a atılan iftiraların acı faturasıdır. Kurân’ın sefih dediği çocuk kurbanı kadim bir inançtı. “Bunu yapan bazı topluluklar şunlardır: 1- Babiller. Antik dünyanın merkezinde, uygarlıkların doğduğu ilk megalitik yerleşim yeriydi. Babil İmparatorluğu’nun son yıllarında baş tanrıları Marduk, şehir tanrıları Uruk ve Anu için çocuklarını kurban ediyorlardı. 2- Aztekler inanışları sebebiyle insan kurban etmeleriyle ünlü bir medeniyetti. Savaş Tanrısı Huitzilopochtli’yi yatıştırıp şehirde yaşayanları korumak içi çocuk kurban etme oldukça yaygındı. 3- Kenanlılar, şimdiki Lübnan, Ürdün, Suriye ve İsrail’i kapsayan bir bölgeydi. İncil’de Kenan halkının tanrıları Molek adına sıkça kurban ayini söyleniyor. Hatta Molek bazı kaynaklarda “Çocuk Kurban Edilen Tanrı” olarak anılıyor. Bu tanrının; insanların, özellikle de çocukların, yakılarak kurban edilmesiyle tatmin olduğu söyleniyor. İncil’deyse bu uygulama şu âyetle yasaklanmıştı: Ne çocuklarınızı Molek’e kurban edin ne de Tanrı’yla ters düşün! (Leviticus 18: 21) Kurân’da da Hz. İbrahîm kıssası çocuk kurbanının haram olduğunu anlatan ve kaldıran önemli bir kıssadır. 4- İncil’de yasaklanmasından önce İsrailliler de sık sık kurban ayinleri yaparlardı. Bazen kendi tanrıları olmayan Baal için bile kurban sundukları olmuştu. 5- Mayalar 6- Olmekler 7- Toltecler diğer kültürlere oranla çok gelişmişti. Toltecler günümüzde Meksika’nın bulunduğu alanda, Azteklerden hemen önce yaşadılar. Milattan sonra 10-12. yüzyıllarda bölgenin hâkimi oldular ve diğer uygarlıklarda olduğu gibi onlarda da çocuk kurban etme geleneği vardı. 8- İnkalar insan kurban etme kültürü bakımından tüm Mezoamerika’dan farklı bir tutum sergileyerek yalnızca çocukları kurban ediyorlardı. Avrupalılar bölgeye geldiklerinde bu gelenek hâlâ devam ediyordu. Tanrıları tatmin etmek için özellikle en sağlıklı ve en güçlü çocuklar seçiliyordu. Kurban edilen kişi ya da o kişinin ailesinden olmak bir onurdu. Avrupalı koloniciler bu uygulamaları kaldırmak için çok uğraştılarsa da ayinler gizlice gerçekleşmeye devam etti. 9- Yunan-Roma’da yalnızca kentler çocuklarını kurban ederdi. Kentler düşmanlarının başını keser, onları mumyalayarak yanlarında götürürlerdi.” (Sürücü, 2022)

Modern sefihleri hâlâ görmekteyiz. Bebeğini çöpe atan, sonra onun ölümüne sebep olan anne müsveddeleri, çocuklarının maneviyatını öldüren insan müsveddeleri, ya sapık inançlar ya rızık, ya da namus putu için şeytanî vesvese ve evhamlarla evlatları yanlış yollara kurban eden sefihleri Kurân farklı yönleri ile konu edinmiş ve yine dönemini aşan bir ufukla konuları ele almıştır.

 

141- Ve asmalı ve asmasız cennetleri; ürünleri muhtelif hurmaları ve ekinleri; birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytinleri ve narları inşa eden O’dur. Ürün verdiği zaman ürününden yiyin! Ve hasat günü, hakkını verin! İsraf etmeyin! Muhakkak ki O, müsrifleri sevmez.

 

O ürüne emek verenler için “Onun semeresinden istifade edin!” ifadesinden sonra “Onun hakkını ver!” emri dikkat çekicidir. Âyette geçen “hak” sözcüğü o getiride hakkı olanlardır. Hasat vakti hakkı olanları Zariyât sûresinin 19. âyeti şöyle tarif eder: “Ve mallarında, isteyen ve mahrum olanlar için bir hak vardır.” İstemek “sail” ile ifade edilmiştir. Sual de bu kökten gelir. Burada iki zıt kavram bir arada ifade edilmiştir. İlki insanlardan doğrudan isteyenlerdir, diğeri ise Kurân’ın mahrum dediği istemekten bile mahrum olanlardır. Bunlar dili olmayan hayvanlar ve bitkiler olabileceği gibi insanlardan da olur. Mahrumları başka bir âyette Kurân şöyle tarif eder: “O fakîrlerin durumlarını bilmeyen, onları iffetlerinden dolayı ihtiyaçsız zanneder. Onları sen, simalarından tanırsın. İnsanları rahatsız ederek bir şey istemezler.” (Bakara: 273) Bu âyetten anlaşıldığı üzere istemek, dilenmek insanları rahatsız eden bir durumdur. Bakara 273’te yüz anlamındaki “veçh” değil de sima kullanılmıştır. Zira “veçh” biraz daha kişinin yüzünün yöneldiği yönü ifade ederken, “sima” içeride olan sıkıntıların sadece yüze değil hâl ve hareketlerle dışa yansımasıdır. Borcu olan, sıkıntı çeken; ancak iffetlerinden ve başkalarını zor durumda bırakmamak için bunu -sail olanlar gibi- dillendirmeyen onurlu insanlar manasındadır. Kurân; birbirine karşı duyarlı ve hassas şahsiyetler oluşturmayı hedefler. Muhtaçlar çevrelerindekilere yük olmamak için bunu gizler, muttaki ise bu gizlemeyi sezecek kadar ilgili alakalı olanlardır.

Ürünün hasat edilmesi ya yılda bir kez ya da seracılıkta olduğu gibi birkaç kez olmaktadır. Maaşlı çalışanlar için ise hasat zamanları bir aylık emeklerinin karşılığını aldıkları maaş günüdür. Hasat zamanında kendi ihtiyacı kadarını aldıktan sonra elde edilen artı değerin paylaşılması toplu yaşamanın ve iş bölümünün bir gereğidir, kazanılanın şükrüdür. Zira o fazladan ekilen ve hasat edilen yine talebin fazla olmasından kaynaklıdır. Şehrin üreticiye kazandırdıklarının şükrü, sistemin dışına itilmiş olanlara artı değerin bir kısmının paylaşmasıdır. Bu paylaşım ahlâkı, dayanışma içinde mutlu ve huzurlu bir yaşam sürmenin altın prensibidir. Zira yardım ettiğiniz kişi, gün gelir size ve topluma paranın satın alamayacağı katma değer sağlayabilir.

İnsan, sosyal bir varlık olduğu için bencilleştikçe insanlıktan uzaklaşır. Paylaşmadıklarını da mutlaka israf eder. Hakkı olana hakkını vermenin en büyük getirisi verilene değil paylaşanadır. Zira emek verilenin paylaşılması karşıyı mutlu eder. Bu olumlu hâl verene de sirayet ederek onun mutluluk hormonlarının salınmasına vesile olur. Paylaşan daha yumuşak karakterli, stressiz, sakin ve huzurlu olur. Elde tutulanın israfına şahit olan cimri kişi; daha stresli, mutsuz ve huzursuz olmaktadır. Sosyal bir varlık olan insanın kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak ona yardım etmesinde sosyolojik ve psikolojik birçok hayırlar vardır. Beynimizdeki ayna nöronlar olumlu, faydalı olanları kopyalayıp yapma eğilimindedir. Toplumda zekât, sadaka ve infak arttıkça bunu yapan kişi sayısı artar. Çünkü insan, çoğunluğun yaptığını yapmada daha isteklidir. Riyaya kaçmadan örneklikler sergilemek gerekir.

Kendi ihtiyacını aldıktan sonra beraber yaşamanın getirdiği artı değeri elinde tutan, öncelikle kamu yararına katmadığı bu değeri harcayacağı/israf edeceği yer arar. Böylece ihtiyacı olmadığı hâlde yeni ihtiyaç alanları uydurmaya başlar. Çok büyük bir eve, yüzlerce elbise ve ayakkabıya, takılara, lüks tüketim ürünlerine, elektronik oyuncaklara, tatil ve eğlencelere sanki çok muhtaçmış gibi bir algıyla elindeki artı değeri bir anda zevkusefa uğrunda israf etmeye başlar. Kapitalizmin hedeflediği bu edilgen tiplerin çoğalmasıdır.

18. yüzyılda Fransa’da yaşamış aydınlanma çağı filozoflarından Denis Diderot‘un (1713-1784), çok fazla borcu birikir. Bunu duyan Rus İmparatoriçesi Katerina, Diderot’un kütüphanesini satın alır, Diderot’a 25 yıllık maaşını peşin öder ve kütüphaneyi kendisine tekrar hediye eder. Artık Diderot, bütün borçlarından kurtulmuş, rahatlamış ve bir servete sahip olmuştur. Bir gün bir arkadaşı ona kadife bir sabahlık hediye eder. Filozof, sabahlığıyla çalışma masasında şevkle çalışırken, birdenbire yeni ve gösterişli sabahlığı ile çalışma masasının hiç uyuşmadığını görür. Ve işte her ne olduysa bundan sonra olur. Derhal, çalışma masasını değiştirip harika bir çalışma masası alır. Artık sabahlık ve çalışma masası uyumludur. Fakat o da ne? Yerdeki eski halı, sabahlığına ve çalışma masasına yakışmıyordur. (bakınız sürekli sanal ihtiyaçlar üretiyor) Hemen servetine ve kendisine yakışacak bir halı alır. Aynı şekilde evin koltukları, sandalyeleri, masaları, dolapları, duvar resimleri, duvar halısı, oda süslemeleri Diderot’u rahatsız etmeye (gözüne batmaya) başlar ve evin bütün eşyalarını değiştirir. Durumu anlaması fazla zaman almaz. Tüketim hırslarından dolayı borçlu noktaya yine dönmüştür. Bunun üzerine, “Eski Sabahlığım İçin Pişmanlık” adlı meşhur eserini yazar. Diderot, bu olayların ardından şunu söyler: “Eski sabahlığımın efendisi iken yenisinin kölesi oldum.” Her satın alma kararının yenisini tetikleyerek başka bir şeyin daha satın alınmasına yol açtığı tüketim çılgınlığına bu nedenle “Diderot sendromu” denir (URL-1). Müşteriler tarafından satın alınan eşyalar onların kimliğinin bir parçası olurlar ve birbirlerini tamamlama eğilimindedirler. Bu kimlikten sapan yeni bir eşyanın alınışı, uyumlu yeni bir bütün oluşturabilmek için bir tüketim sarmalına girilmesine sebep olabilir. Bu bütünlük, her alışverişin birbirini tetiklediği sahte bir ihtiyaçlar listesinin oluşmasına sebep olur. Tüketici psikolojisi ve tüketim bağımlılığının ortaya çıkmasındaki temel güdü servetin hakkını verememektir. Diderot, bu etkiyle bireylerin nasıl bir tüketim ve israf uçurumuna sürüklendiğini ifade eder. Yeni bir şeye sahip olmanın anlık ve geçici mutluluğundansa sahip olunanların değerini bilip daha kalıcı mutlulukları hedeflemek şarttır.

İnsan vücudunun günlük ortalama bir kalori ihtiyacı vardır. Bu miktar aşılınca obezite ve diğer birçok hastalık buna eşlik etmektedir. Haddinden fazla tüketmek, hareketsizlik, maddî bedenimizi israf ederken; benmerkezci yaşam da maneviyatımızı israf etmektedir.

Saadet fütursuzca tüketip emanet olarak verilen dünyamızı kirletmek değildir. Önce insanların zihnindeki saadet, mutluluk ve huzur tanımı tüketim alışkanlıklarımız yüzünden bozuldu. Arkasından “Parayla saadet olmaz!” sözündeki maksat göz ardı edildi. Zira bencillerin saadetten anladıkları ile haysiyetli, onurlu ve şahsiyetli insanların saadetten anladıkları farklılaştı. Çok tüketme imkânımız var diye, bizi yaratanın sevmediği bir hayatla saadet olur mu? Aslında “Para ile saadet olmaz!” sözünün açılımı çok tüketerek insanın kendisini sadece avutacağı, kalıcı bir tatmine ulaşamayacağı gerçeğidir. Tükettikçe tüketmek isteyen nefis, kanaatteki sadelik ve zenginliğe ulaşamayacaktır. Allah’ın Kurân’la muhataplarına kazandırdığı/üflediği değerlerden biri de işte bu şuur, bu ruhtur. İstemekten mahrum olan hayvanlar, bitkiler ve diğer canlıların da dünya kaynaklarında hakkı vardır. Dünyadan istifade ederken onu yok etmek değil, dünyamızın canlılığını ve üretkenliğini devam ettirerek yaşamı desteklememiz farzdır. Zira âlemlerin Rabbinin eseri olan bu mahlûkat âlemini kirleten, tüketen ve israf eden müsrifleri muhakkak ki Allah sevmez.

 

142- Ve sürü hayvanlarından yük taşımaya uygun olan ve yük dışında istifade edilenler de vardır. Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden yiyin! Şeytanın adımlarına tâbi olmayın! Muhakkak ki o, size apaçık düşmandır.

 

Enâm, evcilleşme fıtratında olup insanlara faydası olan sürü hayvanlarının genel adıdır. (Enâm için ayrıca bkz. Enâm:136) Âyetin bu bölümünde geçen “hamule” kelimesi, “hamal” kelimesinin başka bir kalıpta söylenen şeklidir. Arapça “yük taşıyana hamal” veya “hamule” denilmektedir. Allah’ın âyeti olan hayvanların insanoğluna nasıl musahhar kılındığı ifade edilmiştir. Evcil fıtratta yaratıldığı için uysallaşmaya uygun olmasalardı insanoğlu binyıllarca bu nimetten istifade edemeyecekti. Şimdi bunların yerini taşıtlar almıştır ki, o da Allah’ın insanoğluna verdiği akıl nimetinin getirisidir.

Ferş ise henüz binilme çağına gelmemiş küçük hayvan veya yününden-kılından, yaygı, sergi ve döşek yapılabilen hayvanlardır. Yatırılıp kesilen hayvan manasına da gelir. Ancak sadece kurbanlık hayvan denmesi manayı daralttığı için yük dışında istifade edilen diğer tüm hayvanları kasteden bir meal tercih edilmiştir.

İnsanın apaçık düşmanı, aslında “mubin” olarak ortada duran şeytanî duygu ve düşüncelerdir. Şeytanın apaçık düşman olması kötülüğün herkes tarafından bilinmesine rağmen yaşatılması ile alâkalıdır. İsraf âyetinin hemen arkasından gelen şeytanın adımları ifadesi son derece dikkat çeken bir örnektir. Şeytanın adımları kullanımı Kurân’da 5 yerde gelir. Öncelikle rızık konusunda israf etmenin şeytanın adımlarını izlemek olduğundan burada (Enâm:141-142 de) bahsedildi. Arkasından Nûr:21’de şeytansı duygu ve düşüncelere bir anda değil adım adım ilerlemenin fuhuş ve münkere nasıl yaklaştırdığından bahsedilecektir. Sonra Bakara 168’de nefsin şeytansı yönünün helal ve tayyip olandan bizi uzaklaştırdığına değinip noktayı Bakara 208 şöyle koymuştur: “Ey inananlar! Hepiniz sulha, barışa dâhil olun! Ve şeytanın adımlarına tâbi olmayın! Muhakkak ki o, size apaçık düşmandır.” İnsanlık tarihindeki tüm savaşlar, çatışmalar nefsanî/bencil isteklerin tezahürüdür. Topluluklar aşırı tüketmek için tahakküm kurup saltanat sürmek, israf edip fütursuzca harcamak için sürekli birbirleri ile savaşmış, kan döküp sulh ve selametten uzaklaşmıştır. Şu bencil isteklerimizi (şeytanımızı) biraz terbiye edebilseydik dünya çok daha yaşanır bir yer olurdu.

 

143- Sekiz eş; koyundan iki, keçiden iki. De ki: “İki erkek mi veya iki dişiyi mi haram kıldı? Ya da iki dişinin rahimlerindekini mi? Eğer siz sâdıklarsanız bana bir ilimle haber verin!”

 

Öncelikle buradaki “sekiz eş”; ikisinin koyun, ikisinin keçi, ikisinin deve, ikisinin de sığır cinsinden olan hayvanlardır. Hayvancılığın temel unsurlarına kutsallık atfetme, bunlar üzerinden haram-helal belirleme, müşriklerin ilimden uzak inançlarından kaynaklanır. Âyetteki soru ile bu bâtıl inançlar konu edilmiştir. Bu müşrik inançlarına bakarak bu sayılanların hayvan değil de farklı manaları ifade ettiğini iddia etmek iç bağlamdan kopuk bir okumaya bizi götürebilir.

Âyette geçen “semaniyete ezvac” ifadesi “sekiz eş” demek olup birçok mealdeki gibi “sekiz çift” demek değildir. Çünkü “zevc”; “kendi cinsinden bir diğeri ile beraber bulunan” demektir. Kendi cinsinden bir diğeri ile bulunan varlıklardan her biri, diğerine göre “zevc” yani “eş” konumundadır. Burada dişili erkekli eşlerden bahsediliyor. Geçimin büyük ölçüde hayvancılık üzerinden olduğu Mekke müşrik Arapları doğurganlığı servet, serveti de putlarına, bâtıl inançlarına bağlıyorlardı. Bunlar üzerinden haram koymak sürünün ve ona sahip olan ailenin servetine, en önemli geçim kaynağına hükmetme imkânını müşriklere sağlıyordu. Bu tahakkümü Kurân şöyle kırmıştır:

 

144- Ve deveden iki, sığırdan iki mi? De ki: “İki erkek mi veya iki dişi mi? İki dişinin rahimlerindekini mi haram kıldı? Yani Allah’ın bununla size vasiyet ettiğine şehitler mi oldunuz?” Bir ilimleri olmaksızın insanları saptırmak için yalanla Allah’a karşı iftira atandan daha zâlim kimdir? Muhakkak ki Allah, zâlim kavmi hidâyete erdirmez.

 

Bir önceki âyette koyun ve keçi çiftleri ele alındıktan sonra, 144. âyette de develerin ve sığırların çifti söz konusu edilmektedir. Bunlar konusunda da, Kurân koyun ve keçiler için sorduğu soruyu bu kez diğer kutsallar üzerinden sormaktadır. Bu soru, daha önce onların verdikleri zanna dayanan fetvalarının bir tenkidi durumundadır. Zanna dayanan değerlendirmelerin meydana getirdiği kirlenme ve anlamsızlığı ortadan kaldırmak için Kurân sorgulayıcı bir usulle konuları ele almaktadır. Bu usul, toplumu taklit sonucu yapılagelen yılların yükünden, anlamsız uygulamalardan kurtaracaktır. Dikkat edilirse Allah’ın emrettiği, farz kıldığı veya buyurduğu değil de “vasiyet ettiği” şeklinde bir kullanım yapılmıştır. Bu, müşrik Rab tasavvurunun hayattan kopuk ve uzak olduğunu gösterip aracılara neden ihtiyaç duyduklarını da deşifre etmektedir. Ayrıca “vasiyet” kullanımı müşrik uygulamalarının atadan kalan, eskiden beri süregelen mahiyetine atıf yapmaktadır. Birçok yasağın ve sahte kutsalın olduğu bu ortamda bir sonraki âyet nazil olmuştur.

 

145- De ki: “Bana vahyolunanların içinde, yenilen yiyeceklerin haram kılındığına dair ölü veya akıtılmış kan veya domuz eti -ki o muhakkak kokuşmuştur- veya fısk ile Allah’tan başkası için boğazlanandan başka bir şey bulamıyorum.” O hâlde kim darda kalırsa miktarı aşmadığı ve adaletten şaşmadığı takdirde Rabbin muhakkak ki Ğafûr’dur, Rahîm'dir.

 

De ki: “Bana vahyolunanlar içinde… haram edilenleri ben bulamıyorum” cümlesi, haramları vahiyde aramanın gerektiğini bizlere öğretmektedir. Bir şeyin haram olup olmadığını vahiyde aramak Allah’ın emridir. Bu arayışı yapan ve ilk defa onu hayata geçiren Hz. Peygamberdir. Öyle ise aynı zamanda bu ahlâk Hz. Peygamber’in de sünnetidir. İlk önce Kurân’a bakılır. Eğer Kurân’da o haram yoksa o helaldir, varsa haramdır. Helalleri saymak ile bitiremeyeceğimiz için Kurân özellikle bu tarz âyetlerde helâl olanları değil de haram olanların üzerinde durur. (Bkz. “Ve eğer Allah’ın nimetini saysanız onu hesaplayamazsınız.” İbrahim:34) Bu durum, aslında yasak ağaç sembolizmi üzerinden anlatılan yaklaşımın bir devamı niteliğindedir.

 

Haram olan bu dört madde, ayrıca Nahl 115 ve Bakara 173’te “innemâ/sadece” hasr edatıyla gelmiştir. Mâide 3 ile bu dört yasak pekiştirilmiştir. Haram kelimesi sözlükte, yasaklama, mahrûm etme, dokunulmaz kılma anlamlarına gelir. Kavram olarak haram; şâri’nin (şeriat koyucunun) bir şeyin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istemesidir. (Ayrıca haram kavramının diğer anlamları için bkz. Enâm: 146)

 

Kurân’da yeme içme konusundaki temel kriterler şunlardır: “…Onlara ma’ruf ile emreder, onları münkerden nehyeder ve onlara tayyib olanları helâl kılar. Habis olanları, onlara harâm kılar. Ve onların ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri kaldırır. (Arâf: 157) “Kendileri nelerin helal kılındığını sana soruyorlar: De ki: “Bütün iyi ve temiz şeyler size helal kılınmıştır.” (Mâide: 4) Bu ayetlere göre Enâm sûresi 145. âyette haram kılınan 4 unsurun hangi gerekçeler ile haram kılındığı da ifade edilmiştir. Dolayısıyla haramların illeti ve hikmeti bu minvalde anlaşılmalıdır. Çünkü bir gıdanın; maruf, tayyip, münker ve habis kriterlerine göre helal veya haram olarak belirlendiği bu âyetlerden anlaşılmaktadır. Âyetin ilk bölümünde sıralanan haramlar şunlardır:

1-Leş: Genellikle şiddetli zayıflık, zehirlenme ve mikrobik hastalıklar sebebiyle ölen hayvanlar leş kategorisine girer. Bunun dışında yüksekten düşen, fizikî bir darbe veya yırtıcıların saldırısı sonucu ölen hayvanlar da leştir. Bunların yenmesi tehlikeli neticeler doğurabilir. Böyle hayvanları tabiattaki leşçi hayvanlar veya bakteriler tekrar ayrıştırıp çürümesini hızlandırarak hastalıkların yayılmasını engeller. Böyle hayvanların etinin yenmemesi gerektiğine dair haram hükmü, toplum sağlığını ve hayvanları korumaya yöneliktir. Bu yasağın ardından enâm türü hayvanların sahipleri, murdar olduklarında artık onları yiyemeyecekleri için bakım ve tedavisine dikkat eder olmuştur. Hayvanları bu durumlarda kendi hâllerine bırakmamışlardır.

2- Domuz Eti: Domuzun sadece etinin yenmemesi ile alâkalı Kurân’da kesin hükümler vardır. Lahme/et, hınzır/domuz ile birlikte özellikle zikredilmiştir. Bir de murdar, pis ve kokuşmuş anlamındaki rics kelimesi ile domuz etinin neden yenmemesi gerektiğine dair bu âyette haramın illeti özellikle belirtilmiştir. Zira çiğ veya az pişmiş etlerde mikroorganizmaların üremesi ve çoğalması hızlıdır. Özellikle sıcak iklimlerde bozulmaya daha elverişli olan domuz etinin insana zararlı olduğu tıp ve tarihî tecrübe ile sabittir. Kurân’ın indiği coğrafya ve yıllarda etin kokuşması son derece hızlıdır. Diğer hayvanlardan süt ve yumurtasından, binek özelliğinden faydalanılırken domuz sadece et amaçlı, hijyenik olmayan besi alanlarında dip dibe yetiştirilip servis edilmektedir. Dünyada özellikle İslam’dan uzak olan ülkelerde fazla tüketilmesi, sağlıksız ortamlarda besi hayvancılığının ana sebebidir.

Domuz etinin doymuş yağ oranı %40 civarındadır. Domuz eti, yüksek kolesterole de sebep olduğundan diğer etlere oranla daha sağlıksızdır. Domuz eti, çok iyi pişse ve yağı alınarak yense bile kolesterol oranı yüzünden kalp ve damar hastalıkları için son derece riskli, doymuş yağlardan oluşmaktadır. Ayrıca domuz etinde diğer etlerde olmayan Taenia solium adı verilen domuz tenyası ve Trichinella spiralis isimli yuvarlak solucan türleri de barınır. Bu canlılar, insana bulaştıkları zaman, sindirim sistemi içerisinde parazit olarak yaşayarak insanı sömürmekte, sonunda da ciddi hastalıklara neden olabilmektedirler. Bunun haricinde ılık iklimlerde yetiştirilen domuz eti içerisinde Hepatit E virüsüne de rastlanmıştır. Bu hastalığa sebep olan virüs, insanlara bulaşmadan önce domuzlarda konaklamaktadır. Benzer şekilde, domuz gribi de konak olarak domuzları kullanan yüksek bulaşıcılığı olan ve solunum yolu ile toplumda hızla yayılan ölüm oranı yüksek bir hastalıktır.

Bunların hepsi bir yana yediklerimiz biyolojik canlılar olan bizlerin psikolojisini, ruhsal durumunu ve maneviyatını da etkilediği aşikârdır. Âyetteki lahm-et ifadesinin ayrıca zikredilmesinden dolayı domuzun iç yağının haram olmadığını ileri süren görüşler de olmuştur. Ancak yağ da, aslında etin içine nüfuz eden, ona damarlı bir mermer görünümü veren bir dokudur. Bu nedenle bunları birbirinden ayrı düşünmek fiziken pek de mümkün değildir. Bu görüşlere bu nedenle itibar edilmemiştir. Domuzun tabaklanmış derisini kullanmanın ve kılından yararlanmanın haram olmadığına dair görüşler de yine âyette özellikle vurgulanan domuz etinin yenmesine ilişkin yasağa dayanır. Domuz eti Yahudilikte de yasaktır. Meselâ Tevrat’ın tesniye bölümünde yenilmesi yasak olan hayvanlar sıralanırken “… ve domuz… Çünkü tırnaklıdır fakat geviş getirmez. O size murdardır bunların etinden yemeyeceksiniz ve leşlerine dokunmayacaksınız” (Tevrat, Tesniye, Bab 14/8) denilmektedir. Günümüzde maddî ve manevî sağlığımız açısından, dünya kaynaklarının tüketimi, hava ve su kirliliğini en aza indirmek adına daha çok bitkisel gıdalara yönelmenin değeri anlaşılmaktadır. Hayvansal protein, bazı vitamin ve minarellere duyduğumuz ihtiyacı da Kurân’ın helal olarak belirlediği daha sağlıklı ürünlerden, sürekli değil bayramlarda ve aralarda kesilen şükür kurbanlarında olduğu gibi ara sıra karşılamak çok daha doğru bir yoldur. Hayatında domuz eti yememiş Müslüman ve Yahudilerin hiçbir şey kaybetmediği, hatta sağlık konusundaki risklerden dolayı bu etten uzak durmaları, domuz etinin yenmemesi hususunda yeterli bir veri olarak karşımızdadır.

3- Kan: Hayvanın vücudunu terk eden kan, gıda olarak kullanılamaz. Âyetteki “akıtılmış kan” ifadesinden anlaşıldığına göre kan mutlak olarak haram olmayıp sadece hayvanın bedeninden akıp ayrılanın haramlığı burada söz konusudur. Hayvan kanını içmek, çok eski inançlardan gelmektedir. Hayvanın gücünün ve sağlığının alındığına inanılan bazı bâtıl inançlar sebebiyle sunaklarda yapılan ayinlerde, törenlerle akıtılmış kan içilmekte idi. Hatta özellikle çocuk kurban edip bunun kanını içen aşırı sapkın tarikatlar bile vardı. Böylece kandaki tüm zararlı organizmaların vücuda girmesine sebep olmuştur. Müşrik Arapların hayvana bir kesi atıp akan kanını tükettiklerine dair rivayetler de bulunmaktadır. İnsan aklına, vakarına yakışmayan her tür ilkellik Kurân tarafından toplumdan uzaklaştırılmıştır.

4- Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın eti  ifadesi Mâide 3’teki “putperestçe semboller adına kesilen hayvanlar” şeklinde açıklanmıştır. Âyet açık ve net olarak Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın etini yemeyi haram kılmıştır. Peki neden? Bunun şirk sistemini desteklemek olduğu fısk ile ifade edilmiştir. Fısk, sözlükte “hurma ve benzeri meyvelerin kabuğunu yırtıp çıkması; belirli bir korunağı aşmak” anlamına gelir. Müşrikler kendi çıkarlarının devamı için şirk sistemini ayakta tutmaya çalışıyor, put inancı uğruna hayvanlar kesip bedava et dağıtıyordu. Şirk sistemi aracı ve ortak tanrı inancına dayanmakta idi. Bu inançsal sapma toplumsal düzenin bir yansıması idi. Kast sistemini ve köle-efendi hiyerarşisini koruyup eşitlik ve adaletin önüne geçmek isteyen müşrik tabaka bu sistemi yaşatmak için elinden geleni yapmaktadır. Bu nedenle Allah’tan başkası adına kurban kesmek, sahte ilâhlar uydurarak onlar adına tahakküm kurup toplumu yönlendirme olduğundan haram kılınmıştır. Müşrikler de Allah için kurban keser; ancak putları bu ibadette aracı, vesile kılardı. Allah’tan başkası adına kurban kesilme yasağı, ölmüş baba veya anne adına; vali, kaymakam adına; çocuğum veya eşimin vesilesi ile şeklinde dua ve niyet ederek kurban kesilmesine de izin vermez. Bu ibadet sadece Allah adına ve onun rızası için dindarlık gösterisinden uzak, riya ve desinlerden arınmış ihlâsla eda edilmelidir. Birilerinin adına değil sadece Allah emretti diye, eldeki imkânlar doğrultusunda, et yiyemeyen fakîr fukarayı sevindirme niyeti ile kurbanlar kesilip insanları rencide etmeden uygun bir yolla, bu temel gıdaların dağıtılması en güzel olandır. Zaten Hac:28 ve 34’te de kurbanın, ancak Allah adına kesilmesi gerektiği ve kesme usulü ayetlerde tarif edilmiştir.

 

İslâm hukukundaki yüze yakın ana kaideden bazıları zaruretlerle ilgilidir. Şöyle ki: “Zaruretler mahzurlu şeyleri mubah kılar, zaruretler kendi miktarınca takdir olunur.” Âyette dikkat edilirse bu haramların normal şartlar altında geçerli olduğu özellikle vurgulanır. Kurân’ın temel amacı hayatı korumak ve devam ettirmektir. Darda kalma durumunda, miktarı aşmama ve adaletten şaşmama kaydı ile sayılan haramlar mubah kılınmıştır. Buradaki zaruret miktarı, aç kalmış birinin bu sayılanları sadece o günü kurtarıp kurtuluncaya kadar geçici süre dikkatli bir şekilde yiyebileceğini ifade etmek içindir. Eğer böyle bir kayıt düşülmeseydi Allah’ın haram kıldığını ölümü pahasına yemeyenler olacaktır. Bu bakış Kurân’ın yaşatma prensibine aykırıdır. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın kitabındaki bu ruhsatlar Rabbimizin merhameti gereğidir. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın emir ve tavsiyelerine uymayanların yaşadığı bir mahrûmiyet örneği üzerinden konu şöyle devam ettirilecektir:

 

146- Ve dönenlere, tek tırnaklı hayvanların hepsini ve inekten ve koyundan ikisinin de -sırtında taşıdığı veya bağırsaklarında olan veya kemiğe karışmış olanları hariç- iç yağını haram kıldık. İşte böyle onlara azgınlıklarının karşılığını verdik. Muhakkak ki biz, gerçekten sâdıklarız.

 

Öncelikle âyetin zahiri okunmasının ardından aklımıza gelen bazı soruları ifade edelim: Yahudiler şeklinde meal verilen “hâdû” sıfatındaki insanlar kimlerdir? Ne tür bir azgınlık yapmışlardır? Bunun sonucu hayvanın sayılan 3 kısım iç yağı neden istisna kılınmıştır? Yani sırttaki, bağırsak ve kemik iliğindeki yağın yenmesi neden helal de diğer kısımlar haramdır? Yukarıda domuz yağına ilişkin örnekte de ifade ettiğimiz üzere yağ dokusunu et dokusundan bazı etlerde ayırmanın mümkün olmadığı gibi bir hakikat varken bu emrin pratikte uygulanması ne kadar mümkündür? Üstelik iç yağı temel bir besin de değilken bunun yasağı nasıl bir ceza olabilir? Yaptıkları azgınlık ile iç yağları yemenin veya yememenin nasıl bir alâkası olabilir? Âyette “yaptıkları azgınlık sonucu” ceza olarak “Onlara elîm bir azâp veya cehennem ateşi vardır.” demesi gerekmez miydi? Bu sorularımıza âyetteki kelimelerin manaları ile başlayarak cevaplar arayacağız.

El-hevaya kelimesi, haviye’nin çoğuludur. Ebu Ubeyde’ye göre, el-hevaya, “karnın yuvarlak kısmı” demektir. Bazılarına göre “süt hazineleri” anlamındadır. Bazılarına göre ise “üzerinde iç yağı olan bağırsaklar” demektir. Bu âyetten başka yerlerde el-hevaya, “devenin hörgücünü kapsayan aba” şeklinde yorumlar yapılmıştır. Aslında kelime, hayvanın yağ dokusunun daha çok göründüğü bölgelerin genel adıdır. Kurân’da sadece burada geçen “şuhûme” ifadesi hayvanın genel iç yağlarını anlatan bir kelimedir. Âyette “şuhûme huma” ikisinin iç yağları ifadesi ile “el-bakara” denen sığır türü ve “el-ganami” denilen koyun türünden hayvanların zayıflasa da kaybolmayan %3’lük yağ stokuna tekabül etmektedir. Bu cezaya çarptırılan “hâdû” için genelde Yahudiler şeklinde meal verilmiştir. Buradaki hâdû; “h-v-d” kökünden gelir ki manası, dönenler demektir. Burada menfaatleri doğrultusunda hak yol üzere olan İsrâiloğullarının Yahudileşme yönündeki dönüşümlerini anlatmaktadır. Kurân’da “el-yahudu” sekiz yerde, bir yerde de “yehûdiyyen” şeklinde, “hâdû” ise 13 yerde gelir. Bir de benî isrâ-îl veya İsrâil kalıbı vardır ki o da 41 yerde kullanılmıştır. Bu farklı kullanımlar başta Müslüman olan ve Hz. Mûsa’ya tâbi olan Musevilerin zaman içinde hidâyetten dalâlete dönüşlerini anlatan sıfatlardır. Bu sıfatlar bağlama uygun olarak seçilmiştir. Haram ve helalin oluşturduğu ilkelerinden, kırmızı çizgilerinden neden çark etikleri, bağyi-him/azmalarına bağlanmıştır. İsrâiloğulları inandıkları gibi değil yaşadıkları gibi bir din anlayışına dönerek hâdû olmuşlardır.

 

Tırnaklı hayvanlar: Bu ifadenin hangi hayvanları kapsadığına dair âlimlerin farklı görüşleri vardır. Âyette geçen kulle żî zufur tüm tırnaklılar demektir. Bu tabirin sığır ve koyun gibi çift tırnaklı hayvanlardan önce ve ayrıca sayılması bunların tek tırnaklı olan ve daha çok yük taşımada kullanılan at, eşek, katır vs. gibi hayvanlar olduğu anlaşılmaktadır. Zebrada tek tırnaklıdır ancak o en’am türü değildir. Yahudileşen İsrâiloğullarını ilkelerine sahip çıkamayıp sürekli menfaatleri yönünde “hâdû” oldukları için yerleşik, sabit bir yurt edinememiş ve göçebe bir hayata mahkûm olmuşlardır. Bu göçebe hayat, özellikle tek tırnaklı en’am türü hayvanları onlar için vazgeçilmez kılmıştır. Fakat bunların haram kılınması, binek olarak verilen bu nimetten mahrûmiyeti anlatmaktadır.  (Bkz. “Ve sürü hayvanlarından yük taşımaya uygun olan ve yük dışında istifade edilenler de vardır.” Enâm:142)

 

Haram kelimesi, ya ilâhî açıdan ya da beşerî yönden yasaklanan; ya zorla ya da akıl veya şeriat tarafında yahut da emrine uyulan biri tarafından yasaklanmış şeylere denir. (Müfredat) Haram kelimesini oluşturan “ha-re-me” kökü Kurân’da 83 yerde kullanılmıştır. “İhram, mahrûm, harem, muharrem” gibi kelimeler bu köktendir ki temeli engel, yasak ve yoksun kalmak demektir. Kurân’da haram, mahrûmiyet manasında şöyle kullanılmıştır: “Kim Allah’a ortak koşarsa Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir.” (Mâide:72) Cennet gibi bir nimetin haram kılınması, o nimetten mahrûm kalmak demektir. Haramın konusu eğer iyi güzel ve hayırlı ise kişi o değerden men edilmiş yani mahrûm olmuş demektir. Haram konusu alkol, kumar ve hırsızlık gibi zararlı bir durum ise orada da haram, yasak manasındadır. Haramın yasak manası hatadan, günahtan korurken haramın mahrûmiyet manası hatada, günahta ısrar sonucu düşülen hâli anlatmak içindir. İsrâiloğullarının azgınlığı sonucu bazı güzelliklerden ve nimetlerden mahrûmiyet süreçleri başka bir âyette şöyle başlamıştır: “Mûsa: "Ey Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum, artık bizimle bu fâsık kavmin arasını ayır." dedi. Allah Mûsa'ya şöyle dedi: "Kırk sene o mukaddes yer onlara haram edilmişti. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O fâsık kavim için üzülme!" (Maide:25-26) Bu topluluk vaad olunan verimli, bereketli (bâraknâ) topraklardan mahrûm, göçebe bir hayat yaşamaktadırlar. Bu sıkıntılı ve kurak geçen göçebe çöl hayatında önce tek tırnaklı hayvanlarından mahrûm olmuşlar, ardından geçim kaynakları olan sürülerini açlık ve susuzluğa mahkûm etmişlerdir. Tek tırnaklı hayvanların haram olması göçebe olmalarına rağmen yaya kalmaları, iç yağlarının haram olması da sığır ve koyunlarının semizliğini yitirmesi, iç yağlarını kaybedip kaburgaları sayılacak, kemikleri çıkmış, cılız hayvanlardan başka bir sermayelerinin kalmadığını anlatmaktadır. Bu yaşadıkları mahrûmiyetler yerleşik hayata geçtiklerinde de devam etmiştir: “Artık hâdûlar yaptıkları zulümlerden ve birçok kişiyi Allah'ın yolundan men etmeleri sebebiyle, kendileri için helâl kılınmış olan temiz ve güzel şeyleri onlara haram kıldık.” (Nisâ:160) Bir sonraki âyet olan Nisâ:161’de bunun gerekçesi şöyle izah edilmiştir: “Ve (bu) ondan (ribâdan) nehyedilmiş oldukları halde ribâ almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemeleri sebebiyledir.” Burada da konu ribâdır. Temiz ve helal olan ticaret iken buna ribâyı bulaştırmak, helali haram yapmıştır. Enâm 146 ve Nisâ 160’da görüldüğü üzere “Biz haram kıldık.” gibi çoğul ifadeler vardır. Hem çoğul gelmesi hem de “…kıldık.” ifadeleri bu haramların tarihsel, şer’î birer hüküm değil, bir süreç içinde Allah’ın yasaları sonucu oluşan mahrûmiyetler olduğunu anlatmaktadır. Yapılan hatalı tercihler sonucu eldeki iyi ve güzel imkânlardan mahrûm ettik.” şeklinde ifade edilmiştir. Âyette zikredilen “bağy” kelimesi, her türlü haddi aşma ve zulüm manasındadır. Yahudilerin, peygamberleri öldürmeleri (Nisâ: 155), tefecilik ederek fakîrleri ekonomik bakımdan ribâ ile ezmeleri (Nisâ: 161), haramı helal, helali haram saymaları (Bakara: 79-80; Âli İmran: 78), kelimeleri mevzilerinden etmeleri, kavramlarla oynamaları (Mâide: 13), Allah’ın kitabını arkalarına atmaları (Bakara: 101) gibi zulümleri ve azgınlıkları sebebiyle bazı mahrûmiyetler yaşamışlardır.

 

147- Artık seni yalanlarlarsa, o takdirde de ki: “Rabbiniz geniş rahmet sahibidir ve O'nun baskını mücrimler kavminden geri çevrilemez.”

 

“Artık seni yalanlarlarsa” ifadesinin arkasından “Allah’ın rahmeti geniştir.” şeklinde bir kullanım var. Yalanlamak demek, kabul etmemektir ve sonu düşmanlıktır. Zaten müşrik akıl inanmadığına düşmandır. Bu nedenle “Allah’ın rahmeti geniştir.” denilerek farklı coğrafyalar ve insanlara bir yönlendirme yapılmıştır. (Bkz. Allah’ın arzı geniş değil miydi? Nisâ: 97) Eğer müşrikler müminlerin gittikleri yerde de onları rahat bırakmazlarsa âyetin devamı müminlere bir görev, müşriklere de bir uyarı barındırmaktadır. “O'nun baskını mücrimler kavminden geri çevrilemez.” Bu yönlendirme suçu karakter hâline getiren mücrimlere karşı müminlerin asla geri adım atmaması gerektiğine dair ilkesel bir hedeftir. Zira bu ilkeden dönüş müminleri de hâdû yapacaktır. Tıpkı İsrâiloğulları gibi onlara da iyi ve güzellikler haram olacak, yani imkânlardan mahrûm kalacaklardır. Mekkeli müşriklerin onları köleleştirmesi özgürlüğün Müslümanlara haram olmasıdır.

 

148- Şirk koşanlar diyecekler ki: “Şâyet Allah dileseydi, biz ve babalarımız şirk koşmazdık ve hiçbir şeyi haram etmezdik.” Onlardan öncekiler de baskınımızı tadıncaya kadar işte böyle yalanladılar. De ki: “Sizin yanınızda ilimden bir şey var mı? Öyleyse onu bize çıkarın! Siz ancak zanna tâbi oluyorsunuz. Ve siz sadece kabukla uğraşıyorsunuz.”

 

Müşriklerin ifadeleri âyette “seyekûlu [diyecekler]” şeklinde, gelecek zaman kipiyle yer almıştır. Bu kipten bunun, âyetlerin inişi sırasında henüz söylenmediği, ancak daha sonra bunu muhakkak söyleyecekleri anlaşılmaktadır. Zira bu ifadeler aslında bir inancın yansımasıdır. Fatalizm, yazgıcılık veya kadercilik, tüm eylemlerin ya da olayların irade dışı olduğunu vurgulayan felsefî bir öğretidir. İslam düşüncesinde bu görüşe yakın olan akım Cebriye’dir. Fatalizm; pozitivizm ve bilime, Cebriye Allah’a âtıfta bulunur. Buradaki üslup kaderci bakışın her zaman ve zemindeki tezahürünü anlatmak içindir. Kaderciler her şeyin sebebi ve sorumlusu olarak Allah’ı bilir. Bu bakış aslında sorumluluktan ve hatadan kaçışın sonucudur. Yapılan yanlışları sürekli dışarıda aramak, insanı tevbe ve öz eleştiriden mahrûm bırakır. Kişi geriledikçe geriler ve hiç gelişip ilerleyemez. Zira yapılan yanlışın sebebi, illeti ve hikmeti belli olduğu için artık bunu araştırmaz. Kaderciler bilim üretemez. Ezoterik ve sırlı olanlara meraklı iken aklını kullanıp fikir üretmeye düşmandır. Hatta bunu küfür zannederler. Akıl mahrûmu cahiliye kafası, bu beyanları ile aslında kendileri ve atalarının birtakım haramlar uydurduğunu da itiraf etmiştir. Bu zanlar ancak Allah’ın müsaadesi ile meşrutiyet kazanabilirdi. Bu yüzden kaderci cahiliye kafasının söylemi “Allah isteseydi bize engel olurdu, demek ki yaptığımızdan razıdır.” çıkarımıdır. Müşrikler 138 ve 139. âyetlerde birtakım hayvanları ve rahimlerindekileri kafalarına göre haram kılmışlardı. Menfaatlere göre yasak ve haramlar belirleyerek dini kendi çıkarlarına alet edinenlerin gün gelir yaptıkları zulümlerin acı faturasını ödemek durumunda kalacakları hatırlatılmıştır. Şerri, musibetleri, nedenleri, illeti dış şart ve hatalarda değil de Allah’tan bilen kaderciler; gelecekteki ya da kaçınılmaz olduğu düşünülen olaylar karşısında boş vermişlik benzeri bir tutum sergilerler. Bu tedbirsizlik âyette “baskını yalanlamak” olarak formülize edilmiştir. Allah’ın tüm emir ve yasakları bir ilim iledir. Bu nedenle yasakların hikmetini düşünmek, illetini ilmî olarak aramak Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır. Haramda illet bulunamazsa; hikmet, fayda, hayır kriterleri karşılanmıyorsa o Allah’ın emri değil geçmişten gelen anlayış veya dinî yorumların bir uzantısıdır ki hepsi beşerîdir, zanna dayalıdır, bağlayıcılığı olmayan zahiri çıkarımlardır ve sahte hamlardır. Kabukla uğraşan hikmeti değil, şekil ve şemaili önceler. Bu durum; özü bilip maksadı anlamaktan insanı alıkoyar. Bu yüzden kadercilikte öz, hikmet ve illet yoktur.

 

149- De ki: “Artık en olgun delil, Allah’ındır. Bu durumda eğer O dileseydi elbette sizin hepinizi hidâyete erdirirdi.”

 

Âyetteki “hüccetü’l-bâliğa”  kalıbındaki “bâliğ”, sağlamlık ve sıhhatte doruk noktada bulunan her şey için kullanılır. Kişinin akıl bâliğ olması, aklının sağlamlaşıp olgunlaşmasıdır. Belağat, sözün ham değil olgun ve kâmil olmasıdır. Tebliğ, eksiksiz ve sağlam bir şekilde sözü iletmektir. Âyetteki “bâliğatu”;  etkili, açık, sağlam, olgun hüccetler manasına gelmektedir. Hâzin, bu kelimeye “tam” ; Kâdî Beyzâvî “açık” manasını vermektedir. Vesikada da sınırlar belirgin ve tamamlanmış olduğu için İbn Abbâs “hüccetü’l-bâlığa” kullanımına “vesika” demiştir. Buradaki hüccet kelimesi, maksadı açıklayan delildir. Yani, iki aykırı delilden birinin sağlam olduğunu gösteren tutarlı önermedir. (Müfredat h-c-c mad.) Enâm 83’te Hz. İbrahîm’e kavmine karşı verilen delillerimiz (huccetu-na) ifadesi geçmişti. Orada da kavminin uyduruk inançlarına karşı tabiatın çalışma prensiplerinin öğretilmesi manasındaydı. Aslında Allah’ın hücceti kaderciliğe karşı nedensellik ve sebeplere işaret etmektedir. Allah’ın her hükmü bâliğ hüccetlere (açık, anlaşılır, olgunlaşmış ve sağlam nedenlere) dayalıdır. Bu olgun, tam ve sağlam delillere ulaşmak için muhatabın bir çaba içinde olması şarttır. “Dileseydi hepinizi hidâyete erdirirdi.” kalıplarının tamamı iç bağlam gözetilerek anlaşılmalıdır. Zira zorla iman eden, hüccet/delil aramaz. İsteseydi Allah; kullarını, köleleri yapardı. Ancak O bunu dilemedi. Kullarını;  delil ve ikna ile, sebepleri anlayarak imanı seçmelerini irade etmiştir.

 

150- De ki: “Allah’ın bunu haram kıldığına şâhitlik eden şehitlerinizi hazırlayın!” Bu durumda onlar şayet şehit olursa onlarla beraber şehit olma! Âhirete inanmayan ve âyetlerimizi yalanlayan kimselerin hevâlarına tâbi olma! Ve onlar, Rabblerine denk tutuyorlar.

 

Helümme kelimesi ismifiildir. Manası “Toplayıp hazır ediniz!” demektir. Müfredatta kelimenin köküne toplamak ve düzeltmek anlamı verilmiştir. Cümleye “Şahitlerinizi şehitlik için, uyduruk haram ve helallerinize aktif bir tanıklık yapmaları için getirin, hazırlayın!” manasını katmaktadır. Aktif tanıklık manasındaki şehitlik bu haramları gerekçeleri ile savunacak olanları işaret etmiştir. Ya’dilûn kelimesinin kökü olan “adele” fiili iki şey arasındaki tam denge,  birini birine denk veya benzer tutma demektir ki burada “hevâyı” Allah’a denk görme manasındadır. İnsan kendi aklınca helal ve haramlar koyarsa “hevâsını” ilâh edinmiş olur. (Bkz. Furkan:43) Menfaatlere uygun helal ve haramlar için yalancı şahitler bulunması hiç de zor olmayacaktır. Bu durum onların kökleşip bir gelenek olarak yapılagelmesi için yeterlidir.

 

Hikmetsiz ve illetsiz, bir kesimin çıkarı için dayatılan haram ve helalleri tercih edip taklit etmek insanları kula kulluk etme derekesine düşürmektedir. Kurân bu olumsuz duruma düşüldüğü için Rabbe hevâ ve hevesi denk ve ortak tutmayı haram kılar.

 

Her tezde olduğu gibi bu gibi iddialarda da Kurân hem sağlam, olgun delil olan (el-huccetu’l- bâliġa) hem de aktif tanık (şehidû) şartı getirmektedir. Eğer bunlardan biri eksikse iddia da eksik kalacaktır. Kurân’ın öğrettiği bu usul sadece din alanında değil, diğer tüm disiplinlerde geçerlidir. Bilimsel yöntemde olgun delil; birçok defa ve farklı ortamlarda yapılarak zamanla olgunlaşan, aynı sonuçların alındığı gözlem ve deneyler iken, aktif tanık (şehid) ise bu teoriyi ortaya atan ve yapılan deneyler ile bunu savunan bilim insanlarına benzetilebilir.

 

151- De ki: “Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını tilavet edeyim: O’na bir şeyi ortak koşmayın! Anne, babaya ihsanla davranın! Yokluk sebebiyle evlatlarınızı katletmeyin! Onları da, sizi de yalnız biz rızıklandırırız. Fuhşiyatın açığına ve gizlisine yaklaşmayın! Hak ile olmanız hariç kimseyi katletmeyin! Ki Allah onu haram kıldı. İşte bunları size vasiyet etti. Umulur ki akledersiniz.”

Nefis sadece insanda bulunmaz. Dünyadaki bütün canlılar bu manada Allah’ın birer âyetidir ki haklı bir gerekçe olmadan Allah’ın yarattığı bu âyetleri keyfi olarak eziyet edip, katletmek haramdır.

“Fahşanın, fuhşiyatın açığına ve gizlisine yaklaşmayın!” ifadesi ahlâksızlığın, suçun ve terbiyesizliğin, aleni yapılmasının mertlik olmadığını, gizli gizli yapılmasının da utanma, haysiyet ve hassasiyet anlamına gelmediğini öğretmek içindir. Bu âyette haramlar arka arkaya sayılırken aralarda kısa cümlelerle bu haramların illetlerine değinilmiştir. Bu, Kurân’ın dogma bir üslup kullanmamasının gereğidir. Her haramın hikmeti ya o cümle içinde ya da devam eden pasajda izah edilmiştir. Kurân’ı bir talimatname zannedenler, anne-babaya ihsanda bulunmanın haram olduğu gibi ters bir algıya kapılmıştır. Bazı ateist ve deistler olumsuz cümlelerin içindeki olumlu ifadeleri Kurân’daki çelişkiler olarak lanse etmişlerdir. Enâm 146. âyette de okuduğumuz gibi haram kavramı kullanıldığı bağlama göre “yasak ve mahrum kalma, dokunulmaz ve hürmete layık olma” gibi anlamlara gelmektedir. Âyetteki “harreme”, hem “yasak kıldı” hem de “dokunulmaz ve hürmete layık kılma” anlamı ile devam eden ifadelere en uygun kelimedir. Zira her yasak, içinde bir dokunulmazlığı da barındırır. Kaldı ki haramlığın temelinde hürmete riâyet de yatar. Bu durumda âyet şöyle anlaşılmalıdır: “De ki: ‘Gelin Allah’ın size neyi hürmete layık ve dokunulmaz (haram) kıldığını tilavet edeyim.’”

 

Enâm sûresi 151. âyetteki maddeler birbirinden bağımsız ve alâkasız değildir. Burada Allah her haramın gerekçesini yine aynı âyet içinde açıklamaktadır. Kurân bu nedenle dogma bir din dili kullanmaz. Âyetin iç örgüsü, akledenler için muazzam bir sebep-sonuç ilişkisine sahiptir. “Evlatlarınızı katletmeyin!” emrinin gerekçesi, annenizin babanızın zamanında sizi yetiştirmek için yaptıkları fedakârlıklara âtıftır. “Anne baba yoksulluk korkusu ile nasıl ki sizleri katletmedi ise, siz de onların yaptığı karşılıksız iyiliği (ihsanı) çocuklarınızdan esirgemeyin!” Bu şuurda olanın rızkına Allah kefildir. Âyetin başındaki şirk vurgusu insan hayatının hürmete layık olduğuna dair hakîkatin önündeki en büyük engel olmasındandır. Haramların ilki olan şirkin sebebi de bir önceki âyette hevâlarına tâbi olmak şeklinde açıklanmaktadır. Hevâya tâbi olan biri için en değerli olan kendi menfaatidir. Bu uğurda Allah’ın haram kıldığı insan canına kıyıp katil olmayı bile göze alabilir. İnsanoğlu Allah’a şirk koşmadan cinayet işleyemez. Hevâsını ilâhlaştırmadan katil olamaz. Rızık endişesi vurgusu da suçun menfaatler uğruna yapıldığını teyit etmektedir.

 

Hak ile olmaksızın ifadesi meşru nefsî müdafaa/savunma durumudur. Kurân’a göre saldırıyı defetmek için orantılı karşı güç kullanan kimse, meşru müdafaa hükümleri gereği cezalandırılmaktan kurtulur. (Bkz. Kasas:15’e, Hz. Mûsa’nın saldırıyı savuşturmak amacıyla yaptığı savunma hamlesinin bir kişinin ölümüne sebep olmasına) Maruz kaldığı haksız saldırının etkisi altında “heyecan, korku ve paniğe” kapılarak meşru müdafaa sınırlarının aşılması hâlinde dahi faile bu nedenle ceza verilmez. Göğüs göğüse muharebede de bu hüküm geçerlidir. Haklı gerekçenin biri de Bakara sûresi 178’de ifade edilen katile uygulanacak olan kısas cezasıdır. Sosyopat bir seri katilin katlettiği masumların velisi durumundakiler isterse cinayeti işleyenin öldürülmesini talep edebilir. Bu durumda da bir kişinin öldürülme yolu ile infazı Kurân’a uygun âdil bir cezadır. Tabiî ki Kurân suçun oluşmasındaki sebepleri ortadan kaldıracak tedbirler üzerinde çok daha fazla durarak sonuçları en aza indirmeyi hedeflemektedir. Zira erdemli bir toplumda ceza hükümlerine gerek kalmaz.

 

İmlâk “maddî ve manevî bir şeye sahip olamamak, yokluk ve yoksulluk” demektir. Kelime hem geçişsiz hem de geçişlidir. Yani “yoksulluk” anlamına geldiği gibi “yoksul bırakılmak, yokluğa mahkûm ettirmek” anlamına da gelir. Dolayısıyla âyetteki “imlâk” ifadesi hem “yoksulluk” hem de “yoksul bırakılma” demek olur. Arapça fakîr, miskin, kurba/garîp gibi kelimelerin kullanılmayıp imlâk kelimesinin seçilmesi bu yokluğun sadece maddiyât değil, daha geniş anlamda olabileceğini göstermektedir. Kelime;  erdem, haysiyet, imân, vicdan, merhamet, tevekkül yokluğunu da kapsar ki bu hâl kişinin katil olması için yeterlidir.

 

152- Yetimin malına, o en şiddetli çağına gelinceye kadar -güzel bir şekil dışında- yaklaşmayın! Ölçü ve mizanı hakkaniyetle ifa edin! Hiçbir nefsi kapasitesinin dışında mükellef tutmayız. Ve yakınınız olsa bile, artık adâletle söyleyin! Allah’ın ahdini ifa edin! İşte böyle, size onunla vasiyet etti. Umulur ki tezekkür edersiniz.

 

Yetimin en şiddetli çağı diye meal verilen “eşüdde” tabiri üzerinde farklı yorumlarda bulunulmuştur: Kurtubî’ye göre, fiziksel gücüne erişip bazı tecrübeler edininceye kadar. Ergen olup bazı tecrübeler edininceye kadar. Bu daha çok İbn Zeyd’in ve onun gibi düşünenlerin görüşüdür. Medine fukahasına göre, ergen olup rüştü kabul edilinceye kadar. İmam Ebû Hanife’ye göre, 15 yaşına girinceye kadar. Şa’bî ve Mâlik’e göre, buluğa erip teklif çağına gelinceye kadar. Ebû Ali’ye göre, aklını kullanıp gücünü bir araya getirinceye kadar. Kelbi’ye göre, 18 yaşına girinceye kadardır. Kurân’ın net bir yaş vermemesi bu çağın kişiden kişiye ve kültürden kültüre değişkenlik göstermesinden kaynaklıdır. Şirk sistemi maddî ve manevî bazı değerlerden yoksun olan yetimleri ezme ve sömürmeye uygun bir zemindir. “Ölçü ve mizanı hakkaniyetle ifa edin!” dedikten sonra “Hiçbir nefsi gücünün üstünde, kapasitesini aşacak konularda mükellef tutmayız.” açıklaması gelmiştir. Bu rahmet ifadesi, sakındığı hâlde gözden kaçan, kapasiteyi aşan bazı detaylarda o muttakî kişiyi evham ve kuruntulardan kurtarmayı hedefler. Açılımı elden geldiği kadarı ile ticarette hakkaniyet, tabiatta mizanın korunması yönündeki hassasiyet emredilmiştir. Bunu yapmamıza karşılık bizi aşan durumlardan sorumlu tutulmayacağımız bu âyette beyan edilmiştir. Haramların bir illeti de hiç kimseye taşıyamayacağı bir yükün Allah tarafından yüklenmediğidir. Söz konusu âyette Allah’ın yasakları veya farzlarının, insanın gücünü aşacak, onu zorlayacak nitelikte olmadığına dikkat çekilmektedir. Aynı ifade Arâf 42’de de “Yapamayacağından mükellef değilsiniz.” şeklinde gelmiştir. (Ayrıca bkz. “Ve biz, hiç kimseye gücü, yetmeyeceği bir şeyi teklif etmeyiz.” Müminûn:62 “Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz.” Bakara:286)

 

Misak kulluk sözleşmesi iken, ahit bu sözleşmenin maddeleridir. Buradaki “Allah’ın ahdi” denilen önemli şart “Yakınınız, akrabanız, eşiniz dostunuz olsa bile, artık adâletle söyleyin!” ahdidir. Bu ifade Kurân’da adam kayırmanın, torpil yapıp hak etmeyen liyakatsiz kişilere imkân tanımanın, adâleti yakınlarının menfaatine eğip bükmenin haram olduğuna dair net ifadelerden biridir. Hatta bu haram o kadar önemlidir ki devamı bunun Allah’ın ahdi olduğunu ifade ederek konuyu hudullaha bağlamıştır. Torpil yapmanın, yetim malı yemek olduğu; ticaret, ölçü ve tartıda yapılan hırsızlığın Allah’ın sınırlarına girmek olduğu bu âyette gerekçeleri ile net olarak ortaya konmuştur.

 

153- Ve muhakkak ki bu, mustakîm olan yolumdur. O hâlde ona tâbi olun! Ve diğer yollara tâbi olmayın ki, bu sizi onun yolundan tefrikaya düşürür. İşte böyle size onunla vasiyet etti. Umulur ki artık takvalı olursunuz.

 

151. âyetten bu ayete kadar olan emirlere “on emir” veya “on vasiyet” denilir ki, bunlar bütün peygamberlerin şeriatlarında mevcuttur. Belki de geçmişten gelen uygulamalar olduğu için Allah’ın vasiyeti tabiri kullanılmıştır. Söz konusu ilkelerin şunlardır: 1- Allah’a ortak koşmak haramdır. 2-Ana-babaya ihsandan geri durmak haramdır. 3-Yokluk evhamıyla çocukları katletmek haramdır. 4-Fahşanın açığına da gizlisine de yaklaşmak haramdır. 5-Haksız yere, Allah’ın yasakladığı “cana kıymak” haramdır. 6-Tüyü bitmemiş yetimin hakkına el uzatmak haramdır. Bunun istisnası kâr amacı gütmeden yetimin malını çoğaltıp korumak için onlara yardımcı olmaktır. 7-Ölçü ve tartıda adâletten, hakkaniyetten ayrılmak haramdır. 8-Yakınına, dostuna akrabasına adâlete aykırı ayrıcalıklar tanımak, onlar ve kendi menfaati yönünde hakkı eğmek haramdır. 9-Taşıyamayacağını zorla yükleyip mükellef tutmak zulümdür ve haramdır. 10- Allah’a verilen ahdi ifa etmeyip bozmak haramdır. Tüm bu emirlerin hikmeti 153. âyette de beyan edildiği gibi takva sahibi olabilmektir. Bu sayılanlar Allah’ın istikâmet verilmiş yoludur. Âyete göre bu ortak doğrular da yaşanan her ayrılık tefrika ile sonuçlanmaktadır. Bunun örneği İsrâiloğulları üzerinden verilecektir.

 

154- Sonra Mûsa’ya, en güzel şekilde tamamlayıcı ve her şeyi ile tafsilatlı ve rahmet ve hidâyet olarak kitabı verdik. Umulur ki Rabblerine kavuşacaklarına inanırlar.

 

Âyetin başındaki “sümme/sonra” edatı zamanda sonralığı ifade etmektedir. Aslında yukarıda sayılan 10 emir gibi insanlığın ortak doğrularını Allah Hz. Âdem’den bu yana emretmiş; fahşadan, bir cana kıymaktan, yetimlerin malına göz dikip çocuklara, güçsüzlere zulmü haram kılmıştır. Bu âyette insanlıkla yaşıt, evrensel ifadelerden menfaatlerine göre haram-helal uydurarak “hâdû” olan Yahudilere bir âtıf yapılmaktadır. Amaç kendilerine kitap verilerek İslam olan Musevilerin Yahudileşerek tefrikaya nasıl düştüklerine bir âtıf yapıp ibret vesikası olarak sunmaktır. Ayrıca Kurân’da Mûsa’ya vahyedilen kitabın, insanlara “yol gösterici” kılındığı Secde:23’te ifade edilmiştir. “Bir rehber ve bir rahmet” olduğu Ahkâf:12’de; “karanlıklardan nûra çıkarması” için indirildiği İbrahîm 5’te; “Rablerinin sevgisini kaybetmekten korkanlar için hidâyet ve rahmet” olduğu Arâf 54 ve bu kitapta “her şeyden bir öğüt ve her şeyin yeterli bir açıklaması” olduğu Arâf:145 ile bildirilmektedir. Âyetlerde de haber verildiği gibi, Hz. Mûsa’ya verilen el-kitap şu anki Tevrat’ın hak olan kısımlarıdır. Hak olduğuna hüsnü zan ettiğimiz kısımların yanı sıra, çok önemli bozulmalar da mevcuttur. Âhiret inancı dinin bir gereği olduğu hâlde, bu inanca ait izahların çoğu el kitaptan çıkarılmıştır. Hatta bunu reddeden ifadeler konmuştur. (Bkz. Vaiz, 9:5-6; Vaiz, 1:4). Peygamberlere ilişkin iftira mahiyetinde ifadeler eklenmiştir. (Bkz. Hoşea, 12:3; Yaratılış, 32:28; Yeremya, 23:14; Yasa’nın Tekrarı, 18:20, 22). Hepsinden öte her türlü eksiklikten münezzeh Yüce Rabbimiz’in zatına yönelik sapkın anlatımlara da yer verilmiştir. (Bkz. Yaratılış, 2:2; Mısır’dan Çıkış, 34:14; Yaratılış, 5:1, Yeşaya, 51:9; Mezmurlar, 74:23; Yeşaya, 63:9; Yeremya, 31:9; 2. Krallar, 17:17-18)

 

155- Ve indirdiğimiz bu kitap mübarektir. O hâlde ona tâbi olun! Ve takvalı olun! Umulur ki rahmet bulursunuz.

 

Tüm sapmalardan kurtulmanın yolu inanç esaslarını yalnızca Kurân’a dayandırmaktır. Hz. Muhammed (as) de inancını yalnızca Kurân’dan almıştır. İslam’ın temel esaslarını oluşturan inanç konularındaki Kurân âyetleri şüpheye ve muğlâklığa yol açmayacak derecede açıktır. Yeter ki, insanlar sağlıklı bir bakış ve metotla Kurân’a yaklaşsınlar ve sadece ona teslim olsunlar. Pasajdaki âyetlerin sonları ve sıralanışı da bir hikmete binaendir.

 

151’de “Umulur ki akledersiniz.”, 152’de “Umulur ki tezekkür edersiniz.”, 153’te “Umulur ki artık takvalı olursunuz.”, 154’te “Umulur ki Rabblerine kavuşacaklarına inanırlar.”, 155’te “Umulur ki rahmeti bulursunuz.” şeklindedir. Rahmete mazhar olmanın yolu bu sırayı izlemekten geçiyor. Önce Kurân’ın akletmek dediği aklı fail olarak kullanmak gerekir. Bunu yapabilen insanlık tecrübesinden istifade etmeye, yani tezekkür etmeye başlar. Bu hâl, kişiyi daha temkinli ve sakınan bir bilince kavuşturarak onu muttakî kılar. Muttakî insanın hayatı âhiret bilinci ile inşa edebilecek seviyeye gelmiştir. Dikkat edilirse tıpkı Beled sûresinde olduğu gibi imân bir süreçten sonra oluşmuş, bu nedenle 154’de imândan bahsedilmiştir. Son olarak bu aşamaları başarı ile geçenin (sarp yokuşu çıkan için) artık Allah’ın rahmetine kavuşması söz konusudur. Hepsindeki “leallekum/umulur ki” kaydı bu akıbeti umut edip garantilemiş bir tavırdan bizleri korumak içindir. (Allahuâlem…)

 

156- “Kitap, yalnızca bizden önce iki taifeye indirildi. Ve biz onların gevelediklerinden gerçekten gâfildik.” dersiniz.

 

Tevrat ve İncil Arapça olmayan dillerde indikleri için, Araplar bu durumu bahane ederek “Biz onların dillerinden anlamıyoruz, dolayısıyla onlardaki bilgilere vakıf değiliz.” diyebilirlerdi. İşte Rabbimiz, son Peygamber’e Kurân’ı anlayacakları bir dilde indirmesinin sebeplerinden birini burada gündeme almıştır. Bu âyetin beyanından anlaşılmaktadır ki, her dönemin diline ve idrakine uygun meal hazırlamak hem Allah’ın sünnetine uygun olandır hem de çok değerli ve ulvî bir görevdir. Bu meyanda her milletin kendi içlerinden çıkan, ana diline ve kültür kodlarına hâkim müfessirlere ihtiyacı vardır. Müslüman olan herkesin de kitabını yaşamak için anlaması farzdır.

 

Dirâset kelimesinin anlamı ders görmek demektir. Ders kelimesinin aslı, insanın bir yemeği iyice çiğneyip yediği zaman söylediği bir tabirden gelir. "Derrâs" kelimesi, Şamlıların lehçesinde deyyas (iyice çiğneyip yutan) manasına gelir. Yahudi ve Hıristiyanlar, kendi kitaplarını Arapların anlayamayacağı şekilde ağızlarında gevelerlerdi. Ehlikitabın yaptığı Arap muhatapları rahatsız etmiş olmalı ki, bu cehâletin, gafletin kalkması yönünde talepleri olmuştur. Hatta bu gafleti, bazı müşriklerin putperestliklerine mazeret olarak sundukları da anlaşılmaktadır.

 

157- Veya “Eğer bize de bir kitap indirilseydi, elbette onlardan daha çok hidâyete ererdik.” dersiniz. Doğrusu size Rabbinizden bir beyyine, hidâyet ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah’ın âyetlerini yalanlayandan ve yan çizenden daha zâlim kimdir? Âyetlerimizden yan çizdikleri için onları kötü bir azâpla karşılayacağız.

 

Bu âyetlerden, Kurân inmeden önce kendi dillerinde bir kitabın olmasına dair beklentilerinin olduğu anlaşılmaktadır. Hatta müşrikler ehlikitabı beğenmemekte, kendilerine kitap indirilse daha çok hidâyette olacaklarını da iddia etmektedirler. Kurân’ın beyyine, hidâyet ve rahmet sıfatları burada ardışık sıralanmıştır. Zira ilâhî bilgi olan Kurân’ın, hidâyet rehberi olması için beyyine olması şarttır. Beyyine, meseleleri apaçık ortaya koyup başkasını da aydınlatan, açıklığa kavuşturan demektir. Kendi dilinde beyan edilmeyen bir kitap yol gösterip rahmet olamaz. Âyetlerin anlaşılmasından sonra yapılan tercih esastır. Beyan edilmesine rağmen kabul edilmiyorsa artık orada inkârdan bahsedilir. Kendi diline çevrilmemiş, anlaşılmamış bir kitaba imân sahih olmayacaktır. İslam; barış ve sulhu, paylaşım ve kanaati teklif eder. Savaş ve kaostan beslenenler menfaatlerine aykırı bu ilkeler yolunda ilerlerken başta verdikleri taahhütlerden yan çizme eğilimindedir. (Sözünden dönüp, yan çizen manasındaki “yasdifûn” kelimesinin lugavî açıklaması için bkz. Enâm:46)

 

158- Onlar meleklerin veya Rabbinin veya Rabbinden bazı âyetlerin gelmesini mi gözlüyorlar? Rabbinden bazı âyetler geldiği günden önce inanmayanın veya inancıyla bir hayır kazanmayanın imânları kendisine bir fayda vermez. De ki: “Gözleyin! Muhakkak ki, biz de gözleyenlerdeniz.”

 

Müşriklerin “Rabbinin gelmesi” şeklindeki talepleri onların uzak Rab tasavvurunun bir sonucudur. Onlar el-Karîb olan Allah’ı uzak bilmeseler zaten aracılar edinmezlerdi. “Rabbinden bazı âyetlerin gelmesi” ifadesi ise “Güneş’in batıdan doğması” gibi olağanüstülüklerin yaşanması talebidir. Bunlar mucize beklentileridir. (Bkz. “Gücün yetecekse yerin dibinde bir tünel veya semâda bir merdiven ara! Böylece onlara bir âyet getir!” Enâm:35, İsrâ:90-91) Ancak imân gayba olmalıdır. Bu tür mucizelerin gelmesi gayb perdesinin kalkması manasına gelen ölüm anını, küçük kıyâmeti anlatmaktadır ki bu hâlde ne imân fayda verir ne de sâlih ameller yapabilecek fırsat kalır. İmânın gereği, imân ile bir hayır kazanmaktır. Eğer beyan edilen âyetler doğrultusunda sâlih bir amel ortaya konmuyor, ahlâkî bir değişim ve dönüşüm oluşmuyorsa ilkeler hâşâ ağızda gevelenen retoriklere indirgenir.

 

159- Muhakkak ki onlar, dinlerini fırkalara ayırdılar ve şialar oluşturdular. Sen onlardan sorumlu değilsin. Muhakkak ki onların emri sadece Allah’a aittir. Sonra O, yapmış olduklarını onlara haber verecektir. 

 

İmânından fayda görmeyen ve bir hayır ortaya koymayanların yaptığı tek şey fırkalara bölünüp şialar oluşturmaktır. Bu durum sâlihat için bir araya gelinmediğinin kanıtıdır. Allah’ın; kullarından isteği, ortaya bir hayır koyup sâlih ameller yapma amacı ve ortak paydasında bir araya gelmektir. “Sen onlardan sorumlu değilsin, onların yaptıkları Allah’a aittir.” ifadesi tefrika meraklısı olan şiaların/taraftarların peşinden koşup onları ümmetin vahdaniyeti için ikna etmenin beyhude bir çaba olduğunun Kurân’î beyanıdır. Zira bu bölücü şirk kafası, bir ve beraber olan ümmetin içine dâhil edildiğinde onları da bölüp parçalayacaktır.

 

Hamza ve Kisâî,  ferrekû fiilini, elifti olarak fârekû (terk ettiler) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, ferrekû şeklinde okumuşlardır. Aslında iki kıraatin manası da birdir. Çünkü “bir kısmını kabul etti, bir kısmını inkâr etti” manasında olmak üzere, “dinini parça parça etmiş” olan kimse, aslında onu terk etmiş demektir.(Râzî)

 

160- Kim bir güzellik ile gelirse, bu durumda ona onun on misli vardır. Ve kim de bir çirkinlikle gelirse, bu durumda onun mislinden başkasıyla karşılık verilmez. Ve onlara zulmedilmez.

 

Hasene, dinin ve aklıselimin iyi ve doğru kabul ettiği her türlü inanç, tutum ve davranışı; seyyie de bunların zıddını ifade eder. Her ne kadar bazı âlimler buradaki hasene’yi “kelime-i tevhid”, seyyie’yi de “küfür” ve “şirk” şeklinde açıklamışlarsa da âyetin genel olan lafzını bu şekilde tahsis etmek için sebep yoktur. Âyet tevhit ve şirki de kapsayan genel bir ifadeye sahiptir. Hasene tüm güzellikleri içine alır ve âyette hasenatın teşviki söz konusudur. Kurân cezadansa ödülü önceler ve teşvik eder. Cezada haddi aşarak mislini geçmeyi haram kılar. (Ayrıca iyiliğe verilen kat kat ödül için bkz. “Allah dilediğine kat kat verir.” Bakara:261, “Kim bir güzellikle ile geldiyse, işte o zaman onun için ondan daha hayırlısı vardır. Neml:89, Kasas:84)

Kurân’ın ceza usulünde suçun oranına göre misli mukabele etmek farzdır. Bu yüzden bir suça iki ceza verilemez, ceza mislini geçemez. Cezada bile yaşatmak asıl olandır. (Bkz. Kısastaki rahmet ve bağışlama ilkesine Bakara:178-179) İnsanlar, düşünceleri sebebiyle cezalandırılamazlar. İslâm’a göre hayırlı bir düşünce, hayırlı bir amel gibi kaydedilir; fakat kötü bir niyet ise fiiliyata geçmedikçe hiç yazılmaz. Bundan çıkan sonuç şudur: Zanlı, fiilini kasten ve açıkça ifa etmişse misli ile suçlanır. Kurân, suç işlemede suçlunun mutlak mesuliyetini ve hür iradesini şart koşar. Bu yüzden “Her nefsin kazandığı ancak kendisine aittir. Ve yüklü olan, başkasının yükünü yüklenemez.” (Enâm:164)

 

161- De ki: “Muhakkak ki Rabbim, beni sırâtımustakîme -hanif İbrâhîm milletinin kıyamda olan dinine- hidâyet etti." Ve o, müşriklerden olmadı.

 

Konumuz olan âyetteki millet kelimesi “söyleyip yazdırmak veya ezbere yazmak” manasına gelen “imlal” mastarıyla, yani ”imla” manası ile ilişkili bir isimdir. Millet-i İbrahîm hiçbir zaman “nation” manasındaki kavim, ırk, kabile, ulus anlamına gelmez. Dolayısıyla “el-milel”, kayıtlı dinî kurallara tâbi olanlar demektir. “Millet” ifadesi, bundan önce Sâd 7, Arâf 89 ve Yûsuf 37’de geçmişti.  “Ehlimillet” denildiği zaman, bir millete uyan kimseler anlatılmış olur ki, burada Hz. İbrahîm’in yolundan gidenler demektir. “İbrahîm’in milleti” ifadesi Hz. İbrahîm’in soyu, ırkı veya kavmi manasında değil; onun yolundan giden, İslâm dininin kurallarına, emir ve yasaklarına tâbi olanlar, kayıtlı dinî kurallara tâbi olanlar, sulh ve sâlihat doğrultusunda yaşayan ve inananlar demektir. Hanif olarak ifadesi çarpıklıkları bırakıp dosdoğru olana yönelmektir. Bu ilkeler yoluna sırâtımustakîm, istikâmet verilmiş yolda ilerleyen topluluğa millet denilmektedir. Kıyamda olan din ifadesi ise yolun, hâlihazırda yaşanabilen, evrensel fıtrî ilkelere dayandığını, Hz. İbrahîm’in dininin ölü bir din değil hayatta pratik karşılığı olan, yaşanabilen, konjonktürel ve tarihsel olmayan evrensel değerlere dayandığını anlatmaktadır. Hz. İbrahîm’in özellikle müşriklerden olmadığının son cümle ile vurgulanması müşriklerin onu kendilerine izafe etmelerinden kaynaklıdır. Zaman içinde çarpıklıklardan arınmış hanif İbrahîm’in yolu tahrif edilip şirke alet edilmiştir. Bu vakıa insanoğlunun kavramları nasıl tam tersine çevirip düşmanı dostmuş gibi gösterebileceğine tipik bir örnektir. İbrahîm’in milletine/çizgisine dâhil olmak için öncelikle hanif olup çarpıklıkları bir kenara bırakmak gerekir. Sonra ölü bir din değil; kıyamda olan, hayatın her alanına nüfûz eden bir şuurla istikâmet verilmiş ilkeleri yaşamak şarttır. Bunu da sadece ve sadece âlemlerin Rabbi olan Allah için yapmak;  ayrıca riyadan ve gösterişten uzak durmak gerekir.

 

162- De ki “Muhakkak ki benim namazım ve usulüm ve hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir.”

 

Salât kelimesi Kurân’da namazın bir sıfatı olarak kullanılmıştır. (Bkz. Hûd:87, Fâtır 18-29…), namazın diğer sıfatları dua, zikir, hamd ile tespih, secde ve rükû şeklinde bağlama uygun kullanılmıştır. Meallerde bu âyetin meali, genellikle “namazım ve ibadetlerim… Allah içindir” şeklindedir. Ancak namaz da bir ibadettir. Bu yüzden sadece ibadetlerim denmesi yeterli iken meallerde fazladan namazım ve ibadetlerim gibi gereksiz kullanımlar yapılarak mantık hatalarına sebep olmuştur. İbadet kelimesi “abd” kökünden olduğu için kulluk adına yapılan her fiili kapsayan genel bir isimlendirmedir ki salâtı bunun dışında düşünmek hatalı olur. Burada Arapça “abd” kökünden olan ibadet değil “nüsük” kelimesi gelmiştir.

 

Nüsük kelimesi “nesike” sözcüğünden alınmadır. “Nesike”nin ilk vaz’ı (koyuluş) anlamı,   “altın ve gümüşün eritilerek cüruftan temizlenmesi, son saf hâle getirilmesidir.” Fitne cevherin cürufundan ayrıldığı işlemin genel adı iken nüsük bunun usul ve yöntemidir. Mensek  çoğulu; menâsik, nüsüklerin icra edildiği yerler” demektir. Menâsik, ism-i zaman/mekân kalıbının çoğulu olduğu gibi ism-i alet kalıbının da çoğuludur. Kelimenin ism-i alet kalıbı anlamı itibara alınınca “Nüsük aletleri; ibadet malzemeleri, tarzları, ritüelleri” demek olur. Bu sözcük zaman içerisinde anlamı daraltılarak sadece “hayvan kesimi” ve “hacc rükunları” için kullanılır olmuştur. (Tâcü'l-luga ve Lisan) Sonuç olarak bu kelime eskiden bugüne mütevatir olarak uygulanagelen, son hâlini almış, ibadet şekil ve usulleri manasına gelmektedir. Peygamberler tarihi boyunca bu ibadetler yapılagelmiş ve tıpkı altının gümüşün cürufunun uzaklaştırılması gibi inananları fahşa ve münkerden uzaklaştırmıştır. (Bkz. Muhakkak ki namaz fahşâdan ve münkerden alıkoyar. Ankebût:45) Kelime Hac sûresi 34 ve 67. âyetlerde haccın usulleri bağlamında gelirken Bakara:128’de ibadet yerleri ve geçmişten gelen uygulamalar bağlamında kullanılmıştır. Enâm:162’de ise salâtın usulü ve erkânı anlamındadır. Nüzul sırasında “nüsük” ilk olarak bu âyette salât bağlamında gelmiştir. Zira öncelik salâtın ikâmesidir. Bunu yapmanın yani salâtı usulüne/aslına uygun yapmanın yolu putlara secde değil, sadece âlemlerin Rabbi için ihlâsla bu ibadeti şirkten arındırmaktır. Namazın Hz. İbrahîm’e isnadı onun usullerinin İbrahîm milletinde/çizgisinde (hanif olan muvahhitler eliyle) yapılagelen ve yaşatılan mahiyetine âtıftır. Müşriklerin salâtlarını Hz. İbrahîm’e dayandırmaları üzerine bu sözler resûle söyletilmiştir. Yoksa salât insanlıkla yaşıt bir ibadettir. Hayatın ve ölümün âlemlerin Rabbi için olması ise mümini müstesna bir makama yükseltir. Gerçek mümin ne güzel bir hayat vaadi ile satın alınır ne de ölüm tehditleri ile korkup davasından geri adım atar. Âlemlerin Rabbi için yaşamak, onun öğrettiği ilkelerden bir ömür taviz vermemeyi gerektirir. Bu şuur Müslümanlarda olduğu sürece hiçbir güç, ideoloji veya inanç onları sömüremez, istismar edemez ve köleleştiremez.

 

163- O’nun ortağı yoktur. Ve işte bununla emrolundum. Ve ben, müslümanların evveliyim.

 

Lâfzen “Ve ben Müslümanların ilkiyim.” ifadesi daha önce de sûrenin 14. âyetinde geçmişti. Aynı ifade Zümer 12’de de gelecektir. Söz konusu ifade, tüm zamanların değil “Bu ortamdaki Müslümanların ilkiyim.” anlamındadır. Zira Kurân’a ilk iman eden Hz. Peygamberdir.

Enâm 163. âyetteki bağlama göre örnek bir Müslüman ve hayatını Allah’a adayanların öncüsü manasında “evvel” kelimesi seçilmiştir.  Zira söylenenlerin değeri hayata geçirildiği oranda artar. Hz. Muhammed yaşadığı dönemde, şirk toplumunun içindeydi. Tevhide teslim olanların, tevhidi yaşayanların ilki, öncüsü olduğu söyletilmiştir. Daha evvel gelip geçmiş elçiler de İslam’ı tebliğ ile emir olunmuşlar ve hepsi de kendi toplumlarına öncülük edip yol göstermişlerdir. Her Müslüman’ın yaşadığı dönemde, üstün olduğu meziyetlerde ileri geçip örnek olması gerekir. Bu unutulan nebevî bir sünnettir.

 

164- De ki: “O her şeyin Rabbi iken, Allah’tan başka Rab mi arayayım?” Her nefsin kazandığı ancak kendisine aittir. Ve yüklü olan, başkasının yükünü yüklenemez. Sonra dönüşünüz Rabbiniz’edir. O zaman, hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.

 

Allah’tan başka Rab aramanın, yani şirkin temel sebeplerinden biri bu âyette izah edilmiştir. O da kendi sorumluluklarından kurtulma isteğidir. Üstüne düşeni yapmaktan kaçan, yapması gerekenleri yükleyeceği ilâhlar uydurmaya meraklı olan müşrik kafa, yaşadığı gibi bir din arzular ve kurgular. “Hiçbir kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenecek değildir.” Bu temel ahlâkî kuralın ilki Necm sûresi 38. âyet olmak üzere Kurân’da beş kez geçmektedir. (Fâtır:18, İsrâ:15, Enâm:164, Zümer:7) Bu kuralın anlam ve sonucu üç aşamalıdır: İlki, insanoğlunun doğumundan itibaren yüklendiği “ilk günah” şeklindeki Hıristiyan doktrini kesinlikle reddedilmektedir. İkincisi, kişinin günahlarının bir azizin veya peygamberin kendini feda etmesi veya şefaati ile “bağışlanabileceği” fikri ve inancı reddedilmektedir. Ve üçüncü olarak sorumluluğun şahsiliği prensibidir. “Şunu yap, günahı benim boynumadır.” gibi sözler bu âyetin beyanına tamamen terstir ve bunun aslı-astarı yoktur. Nüzul ortamında soylu ve zengin birinin işlediği suçtan dolayı kölesini cezanın infazı için göndermesi yine bu âyetler ile reddedilmiştir. Başkasının başarısını sahiplenmek nasıl bir hak ihlali ise sevdiği birinin suçunu üstlenmek de adâleti yanıltmaktır ve haramdır. İhtilafları Rabbe bırakmak en Kurân’î olandır. Zira Allah insanı ihtilaflı yaratmıştır. Her tür tekdüzelik Rabbin fıtrî yaratışına aykırıdır.

 

165- Ve sizi yeryüzünün halîfeleri yapan O’dur. Ve verdiği şeylerle sizi sınamak için bir kısmınızın derecelerini diğer bir kısmınızın üstüne yükseltti. Muhakkak ki senin Rabbinin ikâbı seridir. Ve muhakkak ki O, mutlaka Ğafûr’dur, Rahîm’dir.

 

Halâif/halîfeler sözcüğü “arkadan gelip eskilerin yerini alanlar” anlamındadır. Allah’ın halîfesi olmaz. Kurân’da sadece yeryüzünün halîfesi manasında kullanılmıştır. (Bkz. Fâtır:39, Arâf:69-74, Neml:62, Yûnus:14-73) Zemahşerî tefsirinde insanın daha önce yeryüzünde yaşayıp orada iskân etmiş olan varlıkların ardından yaratılıp onların yerine getirilmek sûretiyle halîfe olduğunu vurgulamıştır. Sonradan halîfe kelimesi siyasî bir hüviyet kazanmıştır. Bize göre halîfeden kasıt, siyasî bir yönetim anlamında değil, sadece sizleri birbiri ardınca gelen nesiller yaptı, anlamındadır. Bu mana Hz. İbrahîm milletine tâbi olmak ve geçmişten gelen ibadet usulleri/nüsük anlatımı ile de uyumludur.

 

Bu nesiller de tek düze yaratılmamış; kuşaklar, her zaman ve zemine uygun meziyetlerle donatılmıştır. Bu farklılıklar, yani ihtilaflar imtihanın gereğidir. Zira herkes zaafları üzerinden sınanmaktadır. Akıbet ihtilaftaki rahmetin görülmesi üzerinden şekillenecektir. Zaafını meziyete çevirerek ihtilafın zenginlik olabileceğini gören herkes için “Muhakkak ki O Ğafûr’dur Rahîm’dir.” Merhametin eksende olduğu Enâm sûresinin bağış ve rahmet ile sonlanması manidardır.

 

Verilenlerle sınamak anlamı “yebluve” kelimesi ile ifade edilmiştir. Bu kelimenin aslı bıçağın bilenmesidir. Yeryüzünün halîfesi olan insanoğlu farklılıklara rağmen bir arada yaşamayı başarabilmelidir. Derece farklılığı, bir ayrışma/tefrika sebebi değil, gelişme vesilesi olmalıdır. İhtilafı tefrika fırsatı olarak görenler için Allah’ın ikabı seri gerçekleşir. İkâb sözlükte “bir şeyin arkasından gelmek” manasına gelen “a-k-b” kökünden türemiştir, akıbet de buradan gelir. İkâbın seri olması, yapılan kötü işlerin ardından gelen, karşılık vermede bir beklemenin, yavaşlığın olmaması demektir. Zira gecikmiş yargılama, adâlet değildir. İkâbın seri olmasının sırrı, Ğafûr ve Rahîm esmâsıdır. Zira bağış ve merhamet temelli her dava daha hızlı sonuçlanır. Sûrenin berceste âyeti olan 12. âyet ile bu son âyet tam bir uyum arz etmektedir. Rahmeti kendisine yazan, Ğafûr ve Rahîm olan Rabbimize, bizlere rahmet ve merhameti öğrettiği için hamd olsun!

Enâm sûresinden anladıklarımız şimdilik bunlardır. En doğrusunu Allah Teâlâ bilir.  

 

 

Kaynakça

 

URL-1: https://www.potansiyelim.com/eski-sabahligimin-efendisi-iken-yenisinin-kolesi-oldum-diderot/ adresinden alınmıştır.

 


 
Eklenme Tarihi : 6.02.2023 00:07:24
Okunma Sayısı : 7166