 Enbiyâ Suresi
Sure, önceki peygamberlerden bazılarına ilişkin mükerrer atıflardan adını almaktadır. Sure, Mekke’de inen son surelerdendir. Cabir b. Zeyd, Secde ve Nahl sureleri arasına; diğerleri ise İbrahim ve Müminûn sureleri arasına yerleştirir. Hz. Osman, mushafında 73. sıraya yerleştirmiştir. Sûre 112 ayetten oluşmaktadır. Ancak surenin, insanlara işkence yapıp zulmedenlerin anlatıldığı ve “Onların akıbetini gözle!” şeklindeki bir emirle biten Duhan Suresi'nin ardından inmiş olabileceğini söyleyebiliriz.
Rahman Rahim Allah’ın ismi ile…
1- İnsanlar için hesap yaklaştı. Ve onlar, gaflet içinde yüz çeviriyorlar.
"Yaklaşmak" anlamına gelen "ıkterabe" fiilinin öznesi "hisâbuhüm" kelimesidir. Hisâb kelimesi "değerlendirmek, ölçüp tartmak" manalarına gelmektedir. Bu ayet ineli neredeyse bin beş yüz sene olacak. Buna rağmen hâlâ kıyamet kopmadığına göre ayetteki yaklaşmanın anlamı ne olabilir? Dikkat edilirse ayette "yevm" (gün) kelimesi yer almaz ancak mealler sanki hesap gününden bahsediliyormuş gibi manalar vermiştir. Bağlamda hesap gününden önce gerçekleşecek olan son saat ve dirilme gibi ifadeler de geçmez. Devam eden ayetlerde cennet ile cehenneme herhangi bir atıf da yapılmamıştır. Buradaki "insanlar" ifadesi de belirlilik takısıyla gelir.
Bu insanlar; zulmeden, ayetler ile alay eden, peygambere şair diyen ve peygamberin ilahlara iftira atan sıradan bir beşer olduğunu öne sürenlerdir. Bu bilgileri 6. ayete kadar Kurân detaylı olarak açıklamaktadır. Dolayısıyla alaycıların yaptıkları zulümlerden dolayı hesap verecekleri bir dönemin hicret arifesinde olan Müslümanlara anlatılmasının hikmeti, hem onları motive etmek hem de müjde verilip morallerini yükseltmek olabilir. Bu zalimler için -henüz dünyadayken- Müslümanların eliyle hesap verecekleri bir günün geleceği surenin başında haber verilmiştir. Yaşanan tarih de bunun en büyük delilidir.
Ğaflet, bir şeye yeterli ölçüde dikkat ve özen gösterilmemesi sonucu onu umursamamak ve ihmal etmektir. Alaycı müşriklerin en büyük hatası, düşman belledikleri müminleri ve onların kılavuzu olan kitabın ayetlerini hafife almalarıdır. Bu hâlleri gaflet olarak ifade edilmiştir. Rağıb ise kelimeyi, "yeterince uyanık ve dikkatli davranılmadığı için insana arız olan yanılgı hâli" diye tanımlar. Dikkat edilirse ayette “gaflet içinde” ifadesine yer verilmektedir. Sanki gaflet, bir bulut, bir duman, bir sis gibi müşriklerin gözlerini kör edip kulaklarını sağır edecek kadar topluma sirayet etmiştir. Bu yüzden apaçık ayetlere ve hakikatlere sırt dönüp zulümlerine, alaylarına gafletle devam etmişlerdir.
2- Rabbinden yeni bir zikir gelmeyegörsün, onu ancak alay ederek dinlerler.
Bir şeyle alay eden, onu küçümseyerek inkâr ediyor demektir. İman edilmesi istenen mukaddes değerlere aleni hakaret ve onunla alay etme, onları küçümseme ve hafife alma, kendi içlerindeki kibrin yansımasıdır. Kibir, sadece kendini büyük görüp muhatabını küçük görme değil, aynı zamanda Allah’ın emirlerine de tepeden bakıp küçümsemedir. Oysa "Muhakkak ki Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez." (Lokman: 18)
Müşriklerin gafleti, Müslümanları dirilten mesajın, zulme ve zalime karşı onları nasıl kıyam ettirdiğini anlamamalarıdır. Zaten onlar anlamak için değil, ayetler ile alay etmek için Kurân'ı dinlemişlerdi. Mesajı ciddiye alsalardı belki kendilerince tedbirler alabilirlerdi. Ancak onlar kendilerine yakışanı yapmışlardı.
3- Onların kalpleri boş vermektedir. Ve zulmedenler gizlice fısıldaştılar: “Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değil mi? Artık siz, göz göre göre sihre mi kapılıyorsunuz?”
Lâhiye kelimesi, lehv kökünden türemiştir. Aslında "lehâ", "gaflet içinde olup konunun ciddiyetinden uzak bir şekilde oyalanmaktır." Bu kelime "kalp" ile beraber kullanılmıştır. Bu da mesajın manası üzerinde pek düşünmediklerini göstermektedir.
Kalp kelimesinin kökü olan “k-l-b” kökü “dönmek, değişmek, değiştirmek, öz, lübb, hâlis olma” gibi manalar etrafında bir ağ oluşturmaktadır.
Eski Araplarda kalp deyince, düşünme, konuşma, görme ve işitmenin, hatta hafıza ve dengenin merkezi olan kafayı anlamış olmaları yüksek bir ihtimaldir. Zira savaşlarda kafasına darbe alanlarda görme, işitme, hatırlama ve dengenin bozulup konuşma sorunlarının oluştuğu gayet iyi biliniyordu. Ancak Kurân'ın "göğüs" dediği yüreğe herhangi bir darbe alındığında bu etkilerin görülmediği, başka sorunların çıktığını tecrübe ile sabitti. Böyle olmasına rağmen zamanla kafanın içindeki kalp, göğüs boşluğundaki kan pompasına isim olmuş ve bir anlam karmaşası yaşanmıştır. Kurân’ın odak kavramlarından biri olan kalp, göğüs boşluğunda atan bir organ değil insanın zihni, hissi ve de ahlâki tüm varlık boyutlarını içine alan genel bir kavramdır. Kalp lügatta “merkez, öz, cevher, ilik, en iyi ya da en çok tercih edilen kısım” anlamlarına gelir (Mutçalı, 1995: 724). Bir şeyin kalbi, onun bir şekilden başka bir şekle çevrilmesi, döndürülmesi demektir (Isfahani, 2006: 2/391). Hurmanın kalbi onun çekirdeği (İbn Manzur, Ts: 1/68; Zebidi, H.1306: I/437), Arab’ın kalbi de “kavminin içinde söz sahibi, şerefli olan kişi olması” denilmiştir (Zemahşeri, 1973: 270). Ayrıca kalbin “göğsün sol tarafında çam kozalağı” şeklindeki et parçası (Tehanevi, H. 1318: II/1170), “karında siyah bir alâka” olduğunu söyleyenler de olmuştur (Zebidi, H.1306: I/437). Bazıları da maddi kalple bağlantısı olan manevi bir kalbin olduğunu ifade etmiştir (Cebecioğlu, 2005: 341). Nitekim akıl ve ilimle alâkalı olarak ilmin kapısı lakabındaki Hz. Ali’ye Hz. Peygamber “Ali Kureyş’in kalbidir.” buyurmuştur. (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, IV/96.) Kalp genel başlığının altında fuad, lübb ve el-bab’dan da bahsedilmiştir.
“Kalb lafzı, Arapçada kullanıldığı forma göre birbiriyle bağlantılı farklı anlamlara gelmektedir. ‘K-l-b’ fiilinin mastarı olan kalb, en temel anlamda bir şeyi bir yönden diğer yöne çevirmek, döndürmek anlamlarına geldiği gibi dönüştürmek manasında da kullanılmaktadır. İnsanın kalbinin bu adı alması çokça değişmesinden dolayıdır. Zira düşünce insanı hâlden hale çevirir durur.’
Yine kalb, akıl ve bir şeyin özü anlamında da kullanılmaktadır. Cahiliyede kalb lafzı sevgi, nefret, acı, hüzün, korku, sevinç, mutluluk gibi vicdani duyguların gerçekleştiği yer anlamında yaygın bir kullanıma sahiptir. İmruülkays’ın (ö. 540) Muallaka’sındaki bir beytinde bu anlamda kullanılmıştır: ‘Senin aşkına ölmem ve ne emredersem kalbimin onu yerine getirmesi seni böyle şımarttı, değil mi?’ İslâm öncesi dönemin önemli şairlerinden biri olan Züheyr b. Ebî Sülmâ’nın (ö. 609) Muallaka’sında kalb lafzı, hidayet ve dalâletin mekânı olarak akıl manasında kullanılmaktadır: ‘Kim vefakâr olursa kınanmaz/Kiminde kalbi içini rahatlatacak bir iyiliğe yöneltilirse tereddüde düşmez.’ Beyitte şair, aklın melekesini iyiliğe ve kötülüğe götüren bir vasıta olarak irade göstermesi anlamında kalbe yüklemektedir.
Nitekim meşhur Arap dili âlimi Ferrâ (ö. 207/822), Arapların ‘Kalbin nereye gitti?’ diye sorduklarında aslında ‘Aklın nereye gitti?’ demek istediklerini söylemektedir.”( Okur, Elif. “Kurân-ı Kerîm’de Düşünme Vasıtaları Olarak Kalp, Fuâd, Lübb Kavramlarının Filolojik Tahlili.” Mîzânü’l-Hak: İslami İlimler Dergisi 10, Haziran 2020: 97-121.)
Necvâ, iki veya daha çok kimse arasında yapılan gizli konuşma olup fısıltı demektir. Zalimlerin derdi, ortaya konan sözün hak olup olmadığı değil, sözü getiren elçinin insanüstü olup olmadığıdır. Zira sığ bakanlar, her daim bir mucize ve keramet aramış, gelen ayetlerdeki mucizeyi görmezlikten gelmişlerdir. Hem "necvâ" kelimesini hem de "gizlice konuşmak" manasını ifade eden "eserru" fiili birlikte kullanılmıştır. Bunun hikmeti ne olabilir? Zalim müşriklerin fısıltı gazetesi ile nifak tohumları ekmeye çalıştıkları, bu özel kelimeler seçilerek ifşa edilmiştir.
İnsanların, Allah Resulü'nün etrafında hızla kenetlenip toplanmalarını hikmetli manalara değil, ses ve sihre bağlayan müşriklerin “göz göre göre sihre kapılma” yargısı onların ortaya attığı başka bir algıdır.
Cahiliye Arapları, her yıl hac mevsiminde Kâbe’de toplanıp haccederlerdi. Bu mevsimde Mekke’de ticaret için panayır da kurulurdu. İşte böyle zamanlarda Hz. Peygamber, Mekke dışından gelen insanları tek tek dolaşarak İslâm’ı anlatırdı. Mekkeli müşrikler de peygamberin arkasından oraya gelip insanları hak dine uymaktan türlü türlü iftira ve yalanlarla vazgeçirmeye çalışıyorlardı.
4- Dedi ki: “Rabbim, göklerde ve yerde olan sözü bilir. Ve O, Semi’dir Alîm’dir.”
Yapılan gizli kulislerden Peygamberin haberdar olmasına şaşıran müşriklere verilen bir cevap burada aktarılmış olabilir. Bizce göklerdeki söz, vahyin kaynağına; yerdeki söz ise resulün ona ekleme çıkarma yapmadan, onu değiştirmeden tebliğ etmesine karşılık gelmektedir. Ancak zalim ve alaycı müşrikler, kaynağından bozulmadan gelen “kelamullah” için bu tarz yakıştırmaları sıklıkla yapmışlardır (Müddessir: 25, Muhammet: 26, Yûnus: 25).
Kurân’da müşriklerin vahiy algısı çerçevesinde “kavl”, müminlerin vahye yaklaşımında ise “kelam” veya “kelamullah” kavramları bağlama göre tercih edilmiştir.
5- Aksine! "Karmakarışık düşler..." Hayır! "İftira atıyor." Bilakis! "O bir şairdir." "Öyleyse öncekilere gönderildiği gibi bize de ayet getirsin." dediler.
Ahlâm, "düşler, hayaller ve hülyalar" anlamına gelirken, "adgâs" ise "karmakarışık" demektir. "Adgâsu ahlâm" kalıbı, müşriklerin Allah Resulü'nün vizyonunu ve Kurân'ın çizdiği hedefi anlamadıklarını; onun (vahyin) hâşâ hayal ürünü olduğunu ve bir anlam veremedikleri karmakarışık düşler olduğunun beyanıdır. Aynı kalıp Yûsuf 44'te melikin korku ve endişelerini anlamayan mellelerin tutumu için de kullanmıştır.
"Bel", söylenene bir şey eklemek için kullanılan bir edattır ve iki çeşidi vardır. İlki (aksine) manasında bir önceki cümleyi nakzeder. Bazen de kendisinden öncekinin hükmünü doğrulama, ikincisini ise iptal maksadıyla kullanılır.
Buradaki "bel", üç müşrik grubunun birbirini nakzeden fikirler ileri sürdüğünü göstermektedir. Bir grup, Hz. Peygamber'in söylediği ayetleri hayal dünyasında kurguladığını, bunun sadece karışık düşler olduğunu söylerken onun -hâşâ- bir deli olduğunu ima eder. Diğer grup ise onun deli olduğunu savunanlara karşı çıkar; zira delinin cezai ehliyeti yoktur. O yüzden deli demek, konuyu hafife almak olduğunu ifade ederek onun ulu putlarına, ilahlara, kökleşmiş inançlarına ve atalara iftira attığını savunmaktadır. Son grup ise resulün şair olduğunu iddia eder. Şair demelerindeki amaç onların sevgide de öfkede de konuyu abartmasıdır.
O dönemin Arapları, görünmeyen dünya hakkında ilk elden bilgi sahibi olan kimseye "şâir" derlerdi. Onlara göre şâir, bu bilgiyi "cin" denilen gizli varlıklarla ruhsal ilişki kurarak alırdı. Bu nedenle Hz. Peygamber’e şâir, Kurân’a da şiir demişlerdir. Oysa Kurân "Ve biz, ona şiir öğretmedik ve bu ona yakışmaz. O, sadece zikir ve apaçık Kurân’dır." (Yasin: 69) itirazını yapar. Kurân’ın şiir konusundaki bu tutumunu, o dönemin şiir ve şair anlayışından soyutlayıp bugüne taşımak, önemli yanılgılara ve yanlış anlamalara yol açabilir. Öyleyse burada eleştirilen, sanat ve edebiyatın bir kolu olan şiir değil, o dönemin insanı yanıltan şair ve şiir anlayışıdır. Zira o dönemin şiirlerinde abartılı övgüler, müstehcen ifadeler ve yergilere sıklıkla rastlanılırdı.
Birinci grup Allah Resulü’nün akli melekelerinin yerinde olmadığını ve onun söylediklerinin mazur görülmesi gerektiğini savunarak aslında onu korumaya çalışan akrabalarından olan müşrikler olabilir. Diğer grup şirk kültüründen beslenen putçular ve meleler iken, üçüncü grup onun sözlerindeki ahenk ve insanlar üzerindeki etkisine şahit olan müşrik tacirler olabilir.
6-Onlardan önce helâk ettiğimiz kasabaların bir kısmı da iman etmemişlerdi. Şimdi onlar mı iman edecek?
Helâk olan kavimlerin burada ibretlik bir örnek olarak verilmesi manidardır. Zira kavmi bekleyen tehlikeye karşı onlara çıkış yollarını gösteren resullerden, alâkasız mucizeler ve sihirbazlıklar bekleme hastalığının Mekkeli müşriklere has bir tutum olmadığı hatırlatılır. Oysa hakikatin ne mucizeye ne de keramete ihtiyacı vardır. Kendilerini ve sevdiklerini tamamen yok eden bir afete karşı bile kör olmayı seçenler, iman etmemişken hiçbir doğal afet belirtisi olmayan ancak sosyolojik ve ahlâki bir afetin içinde yaşayan Mekkeliler mi iman edecektir?
Bu kasabaların bir kısmı kurtulmuş, bir kısmı helâk olmuştur. "Helâk ettiğimiz" derken çoğul kullanılması ve "karye" denen küçük yerleşim yerlerinin bir kısmının helâk edilmesinden bahsedilmesi, bu yıkımların Allah’ın sünneti gereği yanlış coğrafya ve zamanda o bölgeleri mesken tutmalarından ötürüdür. Önemli olan afeti durdurmak değil, resullerden mucize beklemek yerine ayetlerin öğrettiği tedbirlere tâbi olmaktır.
7- Ve senden önce, vahyettiğimiz kişilerden başkasını göndermedik. Artık bilmiyorsanız zikir ehline sorun!
Bu ayette geçen “ehlü’z-zikr” yani “zikir ehlinden” maksat, müfessirlere göre, Tevrat ve İncil hakkında doğru ve yeterli bilgisi olan ehlikitap âlimleridir. Zikir ehli dediği ehlikitap bilginlerinden hiçbiri bir meleğin veya mucizeler sergileyen dünya dışı ölümsüz bir varlıktan bahsetmez. Onların anlattığı da beşer bir resuldür.
Rical “ayakta duran, iki ayak üzerinde yürüyen” kök manasından gelmektedir (Enâm: 65). Özellikle yüksek rütbeli kişiler için kullanıldığından devlet ricali şeklinde günümüzde de söylenmektedir. Mekkeli müşriklerin itirazı “Neden erkek bir resul geldi de bayanlardan bir resul seçilmedi?” gibi absürt bir soru değildir. Kadını insan yerine koymayan Mekkeli müşrik zihniyetinin böyle bir itirazı olmadığı için rical kelimesine bu ve benzeri ayetlerde “Erkeklerden başkasını göndermedik.” gibi bir meal vermek son derece hatalı olur. Allah, son nebiden önce de kendi ayakları üzerinde durabilen, çarşı pazar gezen, yiyen-içen insanlardan peygamber seçip göndermişti. “Ve dediler ki: ‘Bu nasıl elçi ki yemek yiyor ve çarşıda pazarda dolaşıyor. Bir melek indirilseydi olmaz mıydı?’ “ (Furkân: 7) Mekkeli müşrik kâfirler meleklerden peygamber istiyorlardı. Kurân, onların bu konudaki isteklerini, iddialarını ve görüşlerini çeşitli ayetlerinde açıklamaktadır (Enâm: 8). Bu ayetler, peygamberlerin erkek ya da kadın olup olmadıklarıyla değil, ölümlü birer insan olup olmadıklarıyla ilgilidir. Çünkü bu tür ayetler, melek peygamber talep edenlere bir cevap olarak gelmiştir (Furkân: 7, Enâm: 8, Nahl: 43).
“De ki: 'Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum ve gaybı da bilmem. Size, muhakkak ki ben bir meleğim de demiyorum. Ancak bana vahyedilene tâbi olurum.' De ki: 'Basîretle bakan ve bakamayan kör bir olur mu? Hâlâ tefekkür etmez misiniz?' ” (Enâm: 50)
Zaten bir sonraki ayet, her peygamberin ölümlü olduğunu, yemek yemeye muhtaç oldukları ve yaşlandıklarından bahsedilecektir.
8- Ve biz, onları yemek yemeyen bir ceset kılmadık. Ve onlar, halit değillerdi.
İnsanlık tarihi boyunca zihinlerde oluşan kurtarıcı figürü, her zaman özel güçleri olan ayrıcalıklı varlıklar olmuştur. Bu çocuksu beklenti, günümüz filmlerinden tutun, geçmiş evliya anlatımlarına kadar sirayet etmiştir. Çoğunluk, nedense hakikatin sıradan insanlar eliyle gelebileceği fikrine tarihin her döneminde mesafeli yaklaşmıştır. Asıl kahramanlık, en baştan edindiği ayrıcalık ve süper güçlerle gösteriş yapıp ego tatmini olmamalıdır. Asıl er kişilik, sünetullahın değişmezliğinin oluşturduğu adalet ortamında, herkesle aynı şartlarda durarak emeği, düşüncesi ve çalışması ile kurtuluşa davet etmektir.
9- Sonra onlara verdiğimiz vaade sadık kaldık. Böylece onları ve dilediklerimizi kurtardık. Ve müsrifleri helâk ettik
Müsrif “serefe” kökünden türemiştir. Kelime anlamı; herhangi bir değeri boşa harcamak için bir işte normal olan sınırı aşmak, aşırı gitmek demektir. Ayrıca, ihtiyaçtan fazla tüketmek, gereksiz yere harcama yapmak, savurganlık yapmak gibi anlamlara da gelir.
Gönderilen hiçbir resul helâk bölgelerinden insanüstü özellikleri ile kurtulmamıştır. Onlar ölümsüz ve zarar verilemeyen üstün varlıklar olsalardı helâk bölgesini günler öncesinden terk etmek zorunda kalmazlardı.
Burada vaad edilen, önceden haber verilen afetin, haber verilen tarihte ve yerde kopmasıdır. Resulden mucize bekleyenlerin müsrifler olduğu beyan edilmiştir. Müsrifliği ahlâk hâline getiren birinin hayatını ayetler desteklemez, hatta "Müsrifleri Allah sevmez." diyen resul onlara bir ayna tutar. Bu aynada kendi yansımasını beğenmeyenler, aynayı tutana sataşmıştır. Kimi "Karmakarışık düşler…" dedi. Kimi "İftiracı…" dedi. Kimi de "Bu bir şair…" dedi. Aslında o, sadece bir beşerdi ve onların gerçek yüzlerini göstermişti.
10- Doğrusu, içinde zikriniz olan bir kitap indirdik. Hâlâ akletmez misiniz?
Zikir; anma, hatırlama, bir şeyi zihinde hazır etme, bir şeyi dile getirme demektir. İçinde zikriniz olan kitap anlamına gelen “kitâben fîhi żikrukum” ifadesi, içinde size hatırlatmalar olan, sizi size hatırlatan bir kitap manasındadır. Kurân'ın zikir olması, muhatabına gerçekleri hatırlatmasıdır. Üstü zamanla örtülmüş hakikatlerin açılması, tıpkı bir ayna gibi gerçekleri olduğu gibi göstermesidir. Bu bağlamdan anladığımız, akletmeyenlerin mucizeler beklediğidir. Akledenler ise, putlar önünde alçalmanın, zinanın, yalan ve dedikodunun, hırsızlığın ve yetim hakkını yemenin kötü olduğunu bildikleri için vahye tâbi olmaya bir ön şart aramamıştır. Paylaşmanın, sabrın ve merhametin emredildiği ayetler için mucizelere, kerametlere ve olağanüstülüklere ihtiyaç duymamışlardır.
11-Ve biz, zalim olan nice kasabayı kırdık. Ve ondan sonra başka kavimler inşa ettik.
Kem (nice) kelimesi haberiye edatıdır. Kendisinden sonra gelen şeyin birçok kez gerçekleştiğini ifade eder. Kasıme kalıbı da “ön dişlerin yarısından kırılması” anlamına gelmektedir. Zemahşeri, kasnı kelimesinin “eklemlerin birbiriyle birleştiği yerlerin birbirinden kötü bir şekilde ayrılıp koparılması” anlamına geldiğini söylemektedir. Bu kelime Kurân’da sadece burada geçmektedir. “Biz kırdık.” şeklinde çoğul olarak kullanılmıştır.
Karye, küçük yerleşim yerleridir. Mekân zulmetmezken, onun üzerinde yaşayanlar zalim olabilir. Buradaki zulüm, gelen tehlikeye karşı duyarsızlık ve gafletin oluşturduğu kırılma hâlidir.
İnşa kavramı; yaratma aşamasında ister insan ister bitkiler ister kavimlerle ilgili kullanılsın ilk temel ve tohumun atılıp ilk oluşumun başladığı andan, büyüyüp yetişme dönemleri de dâhil olmak üzere gelişmenin tamamlandığı noktaya kadar uzanır.
Kurân’da iki türlü helâk vardır: İlki, doğal afetlere karşı duyarsız olan toplumların helâkı; ikincisi, toplumun içinde çoğalan zalimler eliyle uzun süreçlere yayılan zulüm ve helâklardır. Firavun’un İsrailoğullarına yaptıkları buna tipik bir örnektir. Ayette "biz" ifadesi ve "kırdık" kelimelerinin yan yana gelmesi, burada anlatılan toplumların bir süreçle adım adım kaçınılmaz sona doğru sürüklendiğini göstermektedir. Devam eden ayetlerde toplumun kendi kırılma anları tek tek sayılacaktır.
12- Böylece baskınımızı hissettikleri zaman ondan kaçarlar.
Yerkudu kelimesi “süratle hareket etmesi için hayvanı mahmuzlamak” anlamına gelmektedir. “Ayağınla vur!” (Sâd: 42) ayetinde de bu anlamı buluyoruz. “Kaçmak” eyleminin rakeda fiili ile ifade edilmesi, onların birbirini izleyerek atlarını mahmuzlayıp kaçtıklarına işarettir.
Bu ayete gelene kadarki süreçte, geçmiş kavimlere (Enbiya: 6-7) kendi içlerinden yemek yiyen, çarşı pazar gezen, onlar gibi bir beşer gelmiştir (Enbiya: 8-9). Beraberinde, onlara içinde hatırlatmalar bulunan bir kitap getirmiş ve sosyolojik helâklere, adaletsizliklere ve zulme karşı onları uyarmıştır (Enbiya: 10). Buna rağmen, toplumun içindeki zalimlerin ve mütreflerin yanında, dünya metaını tercih edenlerin varlığı, gelen elçinin yalnız bırakılıp ona çok az kişinin iman etmesiyle sonuçlanmıştır.
Bu ayette anlatılan tip, en ufak sıkıntıda hemen safını değiştiren, menfaati yönüne koşan ve mücadeleden kaçanlardır. Onlara güvenip resulü ve ona inanan o az sayıdaki iman edenleri yalnız bırakanların güvendikleri mütreflere son çağrıları ise şöyle olacaktır:
13- Kaçmayın ve orada mütrefliğinize ve meskenlerinize geri dönün! Umulur ki sorgulanacaksınız.
Ütriftüm kelimesi, fiil kalıbında alınınca “Kolay, müreffeh, zahmetsiz, yani mütref bir hayat sürdü.” anlamına gelmektedir. Mütref hayat tarzında, ahlâki endişelere yer vermeden, üst erdemleri ve değerleri dikkate almayıp hayatında yer vermeden yaşayanlar demektir (Vâkıa: 45, İsrâ: 16, Sebe: 34).
Bu tiplerin 9. ayette müsrif, 10. ayette akli değil, hissi davrandıkları, 11. ayette geçici olduklarını unutan ve kendi nefislerine zulmeden zalimler; 12 ve 13. ayetlerde ise zoru görünce hemen kendilerini satanlara bel bağlayanlardır. Menfaatleri gereği toplumun sırtından geçinen bu kan emicileri öven, onlara yaranmak için adaleti ve hakkaniyeti terk edenler adalet dilenmektedirler. “Umulur ki sorgulanırsınız.” ifadesi, pişmanlıklarının sonucudur.
Mütref yaşamın insanı acizleştiren yanı budur. Gelirin sürekli akması, içten bir çürümeyle kişiyi ve ardından toplumu ayakta tutan değerleri zayıflatır. Bu tiplerde değer yozlaşması kaçınılmazdır. Böylece zalime ve zulme karşı mazlumun yanında durmak yerine, sıkıntı zamanlarında ilk kaçan mütref benciller olur. Ani bastıran fırtınalara karşı mukavemetini yitirenler, hissi reflekslerle değerlerini ve ilkelerini bir kenara bırakıp kaçmaya yeltenmişlerdir. Birlikte yola çıktığı kişinin zor duruma düşeceğini anladıkları anda, onun yanından ilk önce en hayırsız ve en nankörler uzaklaşır. Şimdi kendi içlerine dönerek şu sözleri söyleyeceklerdir:
14- Dediler ki: “Veyl olsun bize! Muhakkak ki biz, zalimler olduk.”
Bu cümleyi kuran, atlarını mahmuzlayarak kaçan mütrefler değil onların arkasından “Kaçmayın!” diye bağıran ve adalet uman menfaatçilerdir. Zamanında bu asalakların semirmesine ses çıkarmayan, menfaatleri gereği onların şirkine destek olup resulü ve müminleri yalnız bırakanların, zamanla kendilerine nasıl zulmettiklerini anlamaları aktarılmıştır. Şimdi de kaçan mütreflerin akıbeti hakkında bilgi verilecektir.
15- Artık biz onları hasat edip söndürene kadar davalarından vazgeçmediler.
Hâmidîn “hamedetin-nâru humuden” sözünden alınmıştır ki, ateşin alevi söndü demektir. Kinaye olarak, insanların ölümünü ifade eder (Rağıb). Bu ayette “sönmüş ateş”, dünyayı yeseler doymayacak olan mütreflerin hırslarının sönmesini anlatan veciz bir ifadedir. Hasat ise, ürünün en değerli yerinin alınması ve tarlanın boşaltılmasıdır. Ömrün en değerli zamanları, dünyalıkları elde etmek için harcayanların hasat zamanı olan hesap gününde, ellerinin nasıl boş kalacağını ifade etmektedir. Ancak son ana kadar tekasür ve mütref yaşam tutkusunun sönmediği, dertlerinin davalarının sadece geçici olduğuna “tilke da'vâhum” ile ifade edilmiştir.
16-Biz; yeri, göğü ve ikisinin arasındakileri oynamaları için yaratmadık.
Bu ayet ile Ankebut 64’te “Bu dünya hayatı, oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.” ifadesi birbiriyle çelişmez, hatta birbirini tasdik eder.
Şöyle ki, dünya hayatını oyun eğlence olarak görenler, Ankebut 63’te akletmeyenler olarak tarif edilmiştir. Yani, "Biz buraya yiyip içip semirmeye geldik." diyenlerin bakışı, Ankebut suresi 64’te aktarılıp aynı ayetin içinde Ahiret yurdunun gerçek hayat olduğu, "Keşke bunu bilseler!" şeklinde bir temenni yer alır.
Dünya, zenginlerin ve mütreflerin sefa sürdüğü, eğlenip oyalandığı bir mekân olmamalıdır. Zira bu amaca hizmet etmek için yaratılmamıştır. Kapitalist sistem, dünyayı zenginler için bir oyalanma ve eğlenme yeri hâline getirmiştir. Mütreflerin dünya kaynaklarını tüketip kimseye hesap vermedikleri; bencilliğin ve dünya hırsının empoze edildiği, israfın marifet zannedildiği bu bakış, yaratılışa ve fıtrata aykırıdır.
17- Eğer oyalanmayı irade etseydik mutlaka onu yanımızda edinirdik.
“Biz oyalanmayı irade etseydik…” diyerek, bunun irade edilmediği net olarak ifade edilmiştir. Dünya, zenginlerin oyun alanı değildir. Karbon ayak izi en fazla olan ülkeler, sözde en gelişmiş ülkelerdir. Dünya kaynaklarının %40’ını tek başına tüketen ABD ve Çin, başı çeken ülkelerdir. Ancak ironik olan, her ülkenin ekonomi ve vatandaşlarına sağladığı imkânlar açısından böyle ülkelere imrenmeleridir. İnsanların çoğu, doğaya ve diğer insanlara zararı da olsa kendi konforunu önceleyen bir zihniyettedir. O nedenle, Kurân 14 asır önce “İnsanların çoğu şükretmez.” demiştir. (Neml: 73)
Peki, “Oyalanmayı irade etseydik, onu yanımızda edinirdik.” ifadesindeki maksat nedir? Bunun anlamı, bizce insanların canlarının istedikleri her şeyi yapabilecekleri cennet hayatına bir atıftır. Eğer maksat eğlenmek ve zevkusefa sürmek olsaydı bu çetin imtihan alanı olan maddi dünyamız hiç yaratılmaz, herkes doğrudan cennette yaratılırdı. Ancak Rabbimiz, her işinde olduğu gibi burada da -adaleti gereği- ödülü hak edenlere vadetmiştir.
Mütrefler, "Tanrı veya ilahlar bizim kaderimizi böyle çizdiği için biz böyleyiz." demiş de olabilir. Ömer Hayyam’ın şu satırları, nüzul ortamındaki bir kısım mütrefin zihniyetini anlamamız açısından açıklayıcıdır: “Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz/Kuklacı felek usta, kuklalar da biz./Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer/Bitti mi oyun, hepimiz sandıktayız.”
Oysa Allah, dünyayı ne bir kukla sahnesi ne de tiyatro kılmıştır. Ama mütref müşrikler, öyle zannedilmesini isteyebilir. Allah, bu batıl itikadın üzerine hakkı getirmiştir.
18- Bilakis biz, hakkı bâtılın üzerine atarız. Böylece onun başını ezeriz. Artık o, yok olur. Yakıştırdıklarınızdan dolayı size veyl olsun.
Demeğu kelimesi, Kurân’da sadece burada geçer. Kökü olan “d-m-ğ” kelimesini Ragıp şöyle tanımlar: Hurmanın kökünden çıkan ve kesilmediği takdirde onu bozan tomurcuğa denir. Batıl, zehirli bir sarmaşık gibidir. Bu fikirlere karşı en başta tedbir alınmazsa önce bireyi, ardından toplumu sarar ve boğar.
Dünyayı oyun alanı gören bir bakış için, menfaatleri dışında kalan konuların ciddiyeti ve önemi kalmamıştır. Şu an, tanrılık rolüne soyunan zalim ülkeler ve onların maşaları için mukaddes hiçbir değer yoktur. Kendi çıkarları için istedikleri canı almaya, toplu katliamlara ve dünyayı kirletmeye engel olacak aklıselimi kaybetmişlerdir.
Hakkın, batılın üzerine atılıp onun büyümesine, kalbe kök salıp güçlenmesine engel olmak için hak ehlinin güçlü ve dirayetli olması şarttır. Mülkün bir sahibinin olduğuna iman, hesap günü gerçeği, tekasür ve konformist yaşamın topluma ve bünyeye sirayetini en baştan engelleyecektir.
19- Göklerde ve yerdekiler O’nundur. Ve O’nun katındakiler, O’na ibadetten kibirlenmez ve yorulmazlar.
Bu ayette ibadetin iki önemli kazanımı ifade edilmiştir. Eğer yaptığımız ibadetler bizi daha mütevazı kılıyor ve yormuyorsa o ibadetler âlemlerin Rabbinin razı olduğu makbul ibadetlerdir. Eğer ibadet ve taatimiz bizleri kibirlendiriyorsa bunlar takvamızı değil, sapmamızı artırabilir.
Ucup, insanın kendini başkalarından hayır, hasenatta, ilim ve ibadette üstün görmesi fakat bu duyguyu gizlemesidir. “Ben çok mütevazıyım ve kibirli değilim.” diyen bile, bu söylemi ile kibirlenmiş olur. Zira tevazu, dillendirilen değil yaşanan bir hâldir.
Allah’ın kimsenin kulluğuna, ibadetine, övgüsüne ihtiyacı olmadığını anlatan bu ayet, kendini merkeze koyan her bozuk zihniyete hakikatleri hatırlatmaktadır. İnsan, kendini ve yaptıklarını olması gerekenden fazla önemsedikçe kibri artar. Bu durum, ibadet ve taat için de geçerlidir. Her ibadet, insanın ona ihtiyacı olduğu düşüncesiyle yapılmalıdır. Ancak ibadetler gönüllü ve severek yapılmayıp birer yük gibi görünüyorsa orada ihlas azalmış, gösteriş veya toplumsal baskı artmıştır. İbadetlere sünnet, müstehap veya sevap adı altında eklenenler arttıkça ibadetler bir yük gibi görülmeye devam edecektir. Sadece farzlar fıtridir. Her durumda yapılması kişiyi yormazken, diğerleri mutlaka tercihe bırakılmalıdır.
20-Onlar, gece ve gündüz aralıksız tespih ederler.
Allah’ın katında olan ve aralıksız tespih edenlerin ne olduğu Bakara 30’da şöyle izah edilir: “Melekler: ‘Biz, senin hamdinle tesbih ederken ve seni takdis ederken…’ ”
Tespih, bir varlığın yaratılış gayesi istikametinde hareket etmesinin adıdır. Bir varlığı Allah ne için yaratmış, kendisine ne tür bir sorumluluk yüklemiş, ne tür bir yörünge ve bir hayat programı çizmişse o varlığın bu program dâhilinde hareket etmesidir. Bu manada, bir kulun müslim olarak salihlerden olmak için gayreti, onun tespihidir. Bunu başaranların hayatları ibadete dönüşür. İşte ayetteki aralıksız tespih, böyle bir hâlin neticesidir.
Bir kul, bütün işlerini Allah rızasına uygun yapmaya çalışırsa attığı her adım, hayatının her anı ibadete dönüşür. Bu hâle Bakara 125, “velâkifîne” (kendini vakfedenler) demektedir.
21- Yoksa onları arzdan neşredecek ilâhlar mı edindiler?
Allah Resulü'nün yanından ayrılanlara verilen cevap: “Bu taştan, tahtadan oyduğunuz putlar mı sizi diriltip kurtaracak?” sorusudur. Neşretmek; yaymak, sermek, açmak anlamlarına alınırsa bu uyduruk ilahlar inancının onları bir yere götürmeyeceği hatırlatılmış olur. Hatta şirk inancının, ifsadın asıl sebebi olduğu bir sonraki ayette şöyle ifade edilecektir:
22- Eğer ikisinde de, Allah’tan başka ilâhlar olsaydı ikisi de mutlaka fesada uğrardı. Arşın Rabbi olan Allah, isnatlarından münezzehtir.
Şirk inancının müşrikler üzerinden nasıl bir zulüm ve ifsada dönüştüğü gösterilirken, tevhidi bakışın içindeki nizam ve intizam hatırlatılmıştır. “Arşın Rabbi” ifadesi, müşahede edilen nizamın yönetim makamından kaynaklandığını belirtmek içindir. Müşriklerin batıl isnatları, onların hayatlarının yansıması gibidir. Parçalanmış müşrik zihni için ilah, kendi menfaatine hizmet eden herhangi bir nesne, kişi veya düşünce olabilir. Bu hâl, şarta ve duruma göre ilah atamaları ile kendini gösterir. Müşrikin taptığı ilahı belirlemesi, kendini ilah atama makamında görmesinin bir neticesidir. Bu durumda, tapınılan aslında o nesne değil, kişinin kendi heva ve hevesidir. Müşrik, kendi nefsine ve çıkarına din kılıfı altında tapınandır.
23- O yaptığından mesul değildir ve onlar mesuldür.
“Allah, yaptıklarından dolayı sorumlu değildir.” demek hatalı bir anlayış olur. Zira Allah, kendine rahmeti yazdıysa buna aykırı bir durumda sorumlu olmalıdır. Peki, burada Allah’ın yaptığı nedir ki, ondan mesul değildir? Müşriklerin yaptıkları ve mesul olup sorgulanacakları konu, onların Allah’a isnat ettikleri ve uydurdukları şirklerdir. Âlemlerin Rabbi, müşriklerin isnatlarından münezzeh olduğu için onların ifsatlarından, bozgunculuk ve zulümlerinden dolayı sorumlu tutulamaz. Allah, şirkin oluşturduğu şerden mesul değildir. Allah, insanları başkasına kul olmasınlar diye yaratmıştır. Şirkin oluşturduğu zulmün sorumlusu Allah olamaz. Allah, bundan dolayı mesul değildir. “Şirk koşanlar dediler ki: 'Allah dileseydi, biz ve babalarımız şirk koşmazdık ve hiçbir şeyi haram etmezdik.” (Enâm: 148)
24-Yoksa O’nun astında ilahlar mı edindiler? De ki: “Haydi burhanınızı getirin! Bu zikir, benimle beraber olanların ve benden öncekilerin zikridir.” Bilakis onların çoğu hakkı bilmezler. Bu yüzden yüz çevirirler.
Burhan; maddi, elle tutulan, gözle görülen kanıt anlamındaki hücetten farklıdır. Burhan, daha çok akli ve mantıki çıkarım ve delillerdir. Göklerde ve yerde birden fazla ilahın olması sonucu oluşan ifsadın izahı akli bir delildir/burhandır. Zira kimse, Allah’tan başka ilah olmadığını maddi bir kanıt ile ispat edemez. Böyle bir senaryoyu deneyimleyemez.
Burada Allah Resulü’ne, “Benimle beraber olan ve benden öncekilerin zikridir.” ifadesi ile ehlikitaptan, Allah’a çocuk isnat etmeyen muvahhit İseviler ve Musevilere bir işaret olabilir. Onlardan zaten vahyi işitenler, Müslüman olup Allah Resulü’nün safına katılmışlardır. “Bilakis onların çoğu hakkı bilmez.” dediği, şirk koşan Mekkeli müşrikler ve ehlikitaptan olanlardır. Demek ki, Allah Resulü’ne hakka talip çok az kişi iman etmiştir.
25- Ve senden önce bir resul göndermedik ki: "Benden başka ilah yoktur.” O hâlde bana kul olun!” diye vahyetmiş olmayalım.
İncil’de de, Tevrat’ta da, Zebur’da da “Allah’tan başka ilah yoktur, bana ibadet edin!” diye yazmaktadır. Hatta şu anki kitaplarda da bunu görmekteyiz.
Tevrat’ta Allah’ın tek bir ilah olduğunun yazması: “Yukarıda göklerde ve aşağıda yerde Rabb o Allah’tır, başka yoktur.” (Tesniye: 4-39) “Dinle ey İsrail! Allah’ınız Rabb bir olan Rabb’dir.” (Tesniye: 6-4) “Şimdi görün ki ben O’yum, katımda ilah yoktur.” (Tesniye: 32-39) “Senden başka ilah yoktur.” (Samuel: 2-2) “Rabb Allah olan odur, ondan başka yoktur.” (Krallar: 8-60) “Rabb benim, başkası yok, benden başka Tanrı yok. Beni tanımadığın halde seni güçlü kılacağım. Öyle ki, doğudan batıya dek Benden başkası olmadığını herkes bilsin.” (Yeşaya 45:5-6)
İncil’de Allah’ın tek bir ilah olması: “Dinle ey İsrail! Tanrımız olan Rabb tek Rabb’dir.” (Markos: 12/29-30) İsa ona dedi: “Allah’ımız bir olan Rabb’dir.” Yazıcı ona dedi: “Çok iyi öğretmen, hakikat üzere dedin ki O birdir, O’ndan başkası yoktur.” (Markos: 12/29-32) “Tanrı birdir.” (Galatyalılara Mektup: 3/20) “Bizim için tek Allah vardır.” (Korintoslulara 1. Mektup: 8/6) “Tek bir Allah vardır.” (Timoteos’a 1. Mektup: 2/5) “Tek Allah’a yücelik olsun.” (Yahuda’nın Mektubu: 24) “Tek olan Allah’tan…” (Yuhanna: 5/44) “Birden fazla Tanrı yoktur.” (Pavlus’un Korintlilere Birinci Mektubu: 8/4)
Peki, nasıl oldu da Allah birdir diyerek resulleri onun oğlu edindiler? Ve onlara tapındılar? “On bir takipçi, Celile'ye, İsa'nın onlara gitmelerini söylediği dağa gitti. Dağda İsa'yı gördüler ve ona tapındılar, ancak bazıları bundan kuşku içindeydi.” (Matta, 28:16-20)
Bu sadece dini önderlere, imamlara değil; siyasi liderlere, askeri komutan ve kurtarıcılara tapınma, kutsama, onları hatadan ve eksikliklerden münezzeh kılıp idolleştirme olarak da insanlık tarihi boyunca tezahür etmektedir.
26- Ve dediler ki: “Rahmân evlat edindi.” O, Sübhan’dır. Bilakis onlar ikram edilmiş kullardır.
Bu ayette Allah’ın isimlerinden sadece “Rahmân” esması seçilmiştir. Mekkeli müşriklerin “Rahmân da neymiş?” itirazından dolayı bu iddiayı dillendirenler ehlikitaptan olmalıdır. Bir de bu iddiayı dillendirenler “ibn” (oğul) değil de neden “velet” (evlat) kelimesini seçmiştir?
Arapça “r-h-m” kökünden gelen rahmān (رحمن) Allah'ın bir sıfatıdır. Bu kelime Aramice/Süryanice ve İbranice "rahmān" (רחמן) “merhamet eden” anlamındaki kelimeden alıntıdır. Aynı zamanda Aramice/Süryanice ve İbranice "raham" (רחמ) “sevme, acıma, merhamet etme, bağışlama” fiilinden türetilmiştir. İbn Abbas'a göre de bu terim İbraniceden alınmıştır. Aynı fiil kökü Arapçada da mevcut olduğu hâlde, sıfat biçimi Aramice veya İbranice bir alıntıya işaret eder.
Velet, genelde cinsel bir birlikteliğin sonucu olan çocuk anlamında kullanılırken, "İbn" kelimesinin mecazi anlamları da vardır. Bunun örneği Kurân’da da vardır. Örnek: “İnfaklar; yetimler, yoksullar ve yolun oğulları içindir. Ve hayır olarak ne yaparsanız, muhakkak ki Allah, onu en iyi bilendir.” (Bakara: 215)
Hristiyanların itirazı Hz. İsa’nın Tanrı'nın mecazen oğlu olduğuna yöneliktir. Hristiyanlar, Hz. İsa’nın Allah’ın "veledi" olmadığını savunur. Ancak kutsalkitap.org Allah’ın oğlu kavramını işlerken Kurân, Hristiyanların söylemediğini dillendirip Hristiyan doktrinini sert bir şekilde eleştirir, diyerek Kurân’ın daha Hristiyanların neyi savunduğundan haberi yok demeye getirirler.
Öncelikle bu ayet "Ve kâlû/dediler ki” şeklinde bir kayıt ile başlar. Bunu dillendirenler cahil Hristiyan halktır. Zira Hz. İsa’nın babasız doğması ve onlara okunan kitapta Hz. İsa’ya Tanrı'nın oğlu denmesi, ister istemez -hâşâ- Hz. İsa’nın fiziksen Tanrı'nın evladı olduğu sapmasına onları sürüklemiştir. İşte Kurân bu yamuk algıyı hem burada hem de Meryem suresinde uzun uzun ele almıştır. Kurân, kendinden önceki kitapları tasdik edici olduğu gibi, o kitapların üzerindeki yanlış algıları da düzeltir, revize eder. Rahmân isminin seçilmesi, Hristiyanların kendilerini Tanrı'nın çocukları görmelerindeki dayanaklarına bir atıftır. Bu ifade, “Tanrı bizi seviyor ve bize merhamet ettiği için Hristiyanlar kendini O’nun oğlu olarak görüyor.” savına bir atıf olabilir. Ayrıca Yahudilerin seçilmiş ırk ve Tanrı nazarındaki oğul mertebesine bir reddiyedir.
Kurân’da "Rabb" kölenin efendisi, sahibi manasında Yusuf suresi 42’de kullanılır. Bunun gibi kullanımlar, orijinal İncil metinlerindeki "Rabb" kelimesinin ilah manasında değil de efendi ve sahip manasında çevrilmesi birçok tezadı çözecektir. "Rabb İsa" kullanımı, bizim efendimiz, terbiye eden ve sahip çıkanımız anlamında düşünülmelidir. Tanrı'nın oğlu ise, Allah’ın evladı, çocuğu değil, tek ilah olan Allah’ın yoluna kendini adayan demektir. Tıpkı Kurân’daki "yolun oğlu" veya Türkçede kullanılan "rüzgârın oğlu", gibi bir mecazdır. Orijinal İncil’deki "Tanrı'nın oğlu" şeklinde çevrilen kalıp, aslında Allah’ın yoluna kendini adayan, O’nun (yani Rabbin) terbiyesine giren manasında bir mecaz iken, zamanla bu mecaz Hz. Meryem’in eşi olmadan çocuk edinmesi imtihanına dönüşüp mecazlar zahiren ve sığ anlaşılmıştır. Kutsal Kitap'taki "Baba" yani Rabb, her şeyin tek sahibi, efendisi, hükümdarı iken, "oğul" onun yoluna kendini adayan, bu uğurda işkence ve zulüm gören elçisi Hz. İsa; "kutsal ruh" ise getirdiği öğretidir. Kurân’da da "ruh" ilahi, bilgi, vahiy anlamında kullanılmıştır. “Kullarından dilediğine emrinden bir ruh ile indirir.” (Nahl: 2)
Hristiyanlara "Tanrı'nın çocukları" demelerinin asıl ve orijinal anlamı, Kurân’ın "Rabbaniler" demesi manasında olabilir. "Rabbâniyyûn," "rabbânî" kelimesinin çoğulu olup aslı "rabbî" kelimesine dayanır. "Rabbî," “Rabbe tâbi olan” demektir. "Rabbânî" ise, Rab bilgisine sahip olma ve Rabbe itaat etme özellikleriyle nitelenen kişiyi ifade eder. İşte İncil’in "Rabb" kullanımı zamanla "baba"ya evrilmiş, onu seven ve yoluna baş koyan rabbaniler, Tanrı'nın oğullarına dönüş olabilir. Bu tahrif, Eski ve Yeni Ahit metinlerindeki algılarla da gerçekleşmiştir. Orijinal metin korunsa bile o metindeki kelime ve kavramlara yüklenen manalar bozulunca anlaşılma ve çevirilerdeki tahrif kaçınılmaz olacaktır.
Habeşistan Meliki Necaşi’nin “Sizinle bizim aramızda şu ince çizgi kadar bir fark var.” demesi, Kurân’ın indiği dönemde orijinal İncil öğretisindeki küçük farklara işaret etmektedir.
Bu bakış ve bilgilerle Medine’nin ilk yılında inecek olan Bakara suresi 62. ayeti tekrar okuyup hatırlamak gerekmektedir. "Şüphe yok ki iman edenler, Yahudiler ve Nasranîler/ gerçek Hristiyanlar ve Sabiiler; bunlardan her kim Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve salih bir amel işlerse elbette bunların Rabbleri yanında ecirleri vardır. Bunlara bir korku yoktur ve bunlar mahzun olacak değillerdir." (Bakara: 62) İşte ayetin bahsettiği elleri arasındaki kitabın mecazlarını doğru anlayıp ıslah edici faydalı ameller ortaya koyanların Rabbleri katındaki ödülleri ve ahiretlerinden korku duymayacakları vaad edilmiştir. İşte bu kullara ayet "mukramûn" demiştir.
Ayetin sonu, resullerin ve inançlı insanların Tanrı'nın oğlu değil, kutsal ruh olan vahiy ile ilahi ikrama mazhar olmuş kerim kullar olduğunu ifade eder. Peki, farklı inanç gruplarındaki bu kişiler nasıl anlaşılır?
27- Onlar, söz ile onu geçmezler. Ve onlar, onun emriyle amel ederler.
Bu ayetteki söz, bir önceki ayette aktarılan “Rahmân evlât edindi.” iddiasıdır. Onlar, böyle bir lafla hakikatin ve vahyin önüne geçip gerçeği gizlemezler. Peki, ne yaparlar? Bu tarz teolojik tartışmalardansa orijinal vahyin emirleri ile salih ameller yaparlar.
Topluma faydalı, sulhu ve selameti gözeten, ıslah edici, onarıcı ameller ortaya koyanlar zaten kendi bozuk itikatlarını inen dinin önüne geçirip saatlerce konuşmazlar, bundan çıkar da elde etmezler. Bu kerim insanların diğer özellikleri bir sonraki ayette şöyle anlatılır:
28- Onların iki elinin arasındakileri ve haleflerini bilir. Ve onlar, rızaya ermiş olanlardan başkasına şefaat etmezler. Ve onlar, O’nun haşyetinden dolayı müşfiktirler.
Onların iki eli arasındaki, Kurân'ın tasdik ettiği “Eski ve Yeni Ahit”in tevhide uygun olan algısıdır. Tevrat İncil’in; İncil de Kurân’ın halefidir. Allah’ın indirdiği tüm kitaplarda bir uyum ve ahenk olmak zorundadır. Zira hepsinin kaynağı aynıdır, birdir. Allah, tarihin bir döneminde söylediğini -hâşâ- başka bir zamanda unutup tam tersini emretmez. Kısmi düzenlemeler tezat değil, insanlık algısının değişimi ile alâkalıdır.
Onlar, İsevi ve Musevilerdir. Allah Resulü’nün nüzul ortamında yardım ve destek/şefaat beklediği, Allah’ın razı olduğu, huşu/ciddiyet ve şefkatle Allah’ın emirlerini yerine getirmeye çalışanlardır. Bu ayetteki şefaat ahirette, din gününde sadece Allah’tan beklenen şefaat değil, dünyevi işlerde yardım ve destek vermektir. "Her kim güzel bir şefaatte bulunursa ona ondan bir nasip olur, her kim de kötü bir şefaatte bulunursa ona da ondan bir pay olur. Allah her şeye gözetendir." (Nisa: 85)
29- Ve onlardan kim: “Muhakkak ki ben, O’nun astında ilahım.” derse, işte o zaman ona cehennem ile karşılığını veririz. Zalimlerin karşılığı işte böyledir.
Bu ifade, Hz. İsa’nın Allah’ın aşağısında/astında ilahi bir güce ve yetkinliğe sahip olduğunu iddia edenlere karşı bir uyarıdır. Bu uyarı, kendi görüşlerini vahyin önüne geçirerek ilahlık taslayan her hadsizi kapsar. Zira insan, nefsine, heva ve hevesine tapmaya başladığı anda artık onu durduracak bir ilke kalmaz. Narsisizm hastalığının son noktası, insanın kendini, görüşlerini, varlığını ve yaşadığı zamanı gereğinden fazla gözünde büyütüp tapınmasıdır.
Ayet, aynı zamanda Allah’ın berisinde birer aracı gibi kendini konumlayan her kişi, ruhban, haham veya kiliseye bir uyarıdır. Bu durum aynı zamanda dindarlar için hayatı sadece cehenneme çevirecektir. Kast sistemi olan şirk sisteminde, Allah’ın sünneti gereği aşağıda kalan ezilirken, dinden geçinen ruhban sınıfı, edindikleri sahte kutsallıklarla altta kalan samimi ancak cahil dindarlara zulmederler.
Bahailik inancının kurucusu Mirza Ali Muhammed’in durumu buna tipik bir örnektir. Bâtınî mezhebinin kollarından birini kurup geliştiren bu zat, cahil halkın geniş çapta sevgi ve saygısını toplayınca rotayı şaşırdı. Önce beklenilen imam için açılan kapı olduğunu iddia etti. Sonra Mehdi, arkasından Hz. Muhammed’in peygamberliğini reddetmeden onun son peygamber olmadığını ispata kalktı. Buna şahit ve delil olarak da Ahzâb suresinin 40. ayetini gösterdi. Bu ayette geçen “Hâteme’n-Nebiyyîn” sözünü, “peygamberlerin yüzüğü” veya “peygamberlerin en değerli yüzük taşı” şeklinde yorumlayarak iddiasını ispat etmeye çalıştı. Hayranlarına bunu da kabul ettirince, işi biraz daha ileriye götürerek bu defa kendisine “el-beyan” denen bir kitap indirildiğini açıkladı. Aradan bir süre geçtikten sonra, peygamberliği de kendisine az görüp “Ben bir aynayım ve bende görünen Allah’tan gayrısı değildir.” demeye başladı. Ve nihayet 1849’da oluşturduğu bu saltanat dağıtıldı ve geride kalan bir sürü cahilin lideri Mirza Ali idam edildi. Ama attığı kıvılcım sönmedi. Ondan sonra halefleri onun mezhebini devam ettirip kendilerini sürekli ayrıcalıklı ve üstün görmeye devam ettiler. Zira ilahlaşan birine tâbiydiler.
Hristiyanlar da aşırı övgü ve abartılarla, bu süreci Hz. İsa’nın ölümü ile başlatıp son nokta olan Allah’ın astında ilahi sıfatlarla, beşer ve ölümlü Hz. İsa’yı vasıflandırmaya başlamışlardır. Tabii ki bunun altında kilisenin tahakkümü ve Hristiyan din sınıfının güç devşirmesi yatmaktaydı.
30- Kâfirler, göklerin ve yerin bitişik olduğu hâlde ikisini ayırdığımızı görmediler mi? Ve her canlıyı sudan kıldık. Hâlâ inanmazlar mı?
Sorumuz şudur: “Kâfirlerin görüp inkâr ettiği göklerin ve yerin bitişik olması hadisesinin aslı nedir, nüzul ortamındakiler için kastı ve hikmeti ne olabilir?”
Öncelikle, nüzul ortamındaki karşılığına bakalım. Buradaki kâfirler, Mekkeli müşrikler olmalıdır. Mekkeli müşriklerin yaratılışa bakışı, Kurân’ın hatırlattığı yaratılış anlayışıyla çelişiyordu. Onlar, Allah'a inanmakla birlikte, O'na ortaklar koşuyor, Güneş ve Ay gibi gök cisimlerine ibadet ediyorlardı. Bu durum, yaratılışın tek ve mutlak yaratıcısı olan Allah'a özgü kılınmaması, ibadetin farklı varlıklara yöneltilmesi anlamına geliyordu. Burada gökler ve yerin bitişikliği, onları var edenin tek olduğuna bir atıf olabilir. Müşrik kâfirler, gökler ve yerin tek sahibi ve yöneticisi olduğu hakikatinin üstünü, şirkleri ile örtmüşlerdir.
Ayetin ikinci kısmı ise kâinatın yaratılma ve canlıların oluşma sürecine biz çoğulu ile devam etmektedir. Zira burada farklı melekelerin ve süreçlerin olduğundan bahsedilmektedir. Ancak inkârcılar, bu farklı melekeleri Allah’ın altında birer ilaha çevirip şirki üretmişlerdir. Kurân, her ayetinde olduğu gibi burada da çalışma mekanizması ve oluşumu bilinmediği için şirke alet edilen her bâtıl inancı, işin hakikatini anlatarak zayi etmektedir. Yaratılışın başlangıcını ve oluşumunu bugün daha iyi anlamamıza rağmen inkâr edenler, bu mucizevi anlatımları okumalarına rağmen, ısrarla inkârlarına devam etmektedirler.
Kurân’ın mucizesi, sadece bir döneme değil, her döneme hitap etmesidir. Nüzul ortamındaki kâfirlerden ziyade; bu ve devam eden ayetlerde, bilimsel gelişmeler ile bazı olayların sebeplerine ulaşan ve oluşum aşamalarını gözlem ve hesapla gören ancak buna rağmen bu muhteşem yaratılışın kendiliğinden/tesadüfen oluştuğunu iddia eden günümüz kâfirlerine de bu tarz ayetler ile seslenilmiştir. Tüm hesapların, tüm işaretlerin bu muazzam ve ucunu bucağını kestiremediğimiz evreni bir gücün var ettiğini göstermesine rağmen hâlâ inanmazlar.
Ayette, evrenin başlangıçta bir bütün, yani tek bir kütle olduğu; bu kütlenin sonradan bölünüp parçalara ayrıldığı açık bir şekilde ifade edilmektedir. Kurân’ın bu ifadesi günümüzde genellikle astrofizikçilerin evrenin oluşumu hakkında kabul ettikleri teoriye uygun düşmektedir. Tabiat ilimlerindeki gelişmeler, bu ayetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur.
Nitekim bazı bilim insanlarına göre, uzaydaki cisimler, vaktiyle bir gaz kütlesi hâlinde idi. Zamanla, bu gaz kütlesinden küreler hâlinde parçalar kopmuş ve uzay boşluğuna fırlamıştır. Aynı şekilde, dünyamız da, bir gaz kütlesi olan Güneş’ten kopmuş ve zaman içinde soğuyarak kabuk bağlamıştır. Bu arada, dünyamızdan yükselen gazlar ve buharlar atmosferimizi oluşturmuştur. Yani başlangıçta her şey bitişikti ve Kurân’ın biz dediği güçler ile bir süreç ve olgunlaşma aşamasından sonra ayrılıp bir düzene kavuştu. Hayat sahibi olan her şeyin kökeninin, gök ve yer arasındaki su döngüsünden kaynaklandığı yine mucizevi olarak ifade edilmiştir.
Su, bütün canlıların atası olan nefsivahidenin oluşmasını sağlayan ortamdır. Hayvansal veya bitkisel, canlı her hücrenin yapısını su molekülleri oluşturur.
31- Ve yere, onları sarssın diye ağırlıklar kıldık. Ve orada geçit yolları kıldık. Umulur ki onlar, hidayete erer.
Temîd kelimesinin aslı el-meyddir ve “hareket etmek, devran etmek, çalkalanmak; sağa ve sola çalkalanıp sallanmak” anlamlarına gelmektedir. Ağaç dallarının ve insan başının sağa sola sallanması bu kelime ile ifade edilmektedir.
Ficâc kelimesi fecc kelimesinin çoğuludur ve “gidilebilecek yol” demektir. Aslında ficâc kelimesine “geçitler”, subul kelimesine de “yollar” manasını vermek en doğrusu olacaktır (Nûh: 20). “Ficâcen subulen” ifadesi, yüksek kayalar arasındaki geniş geçitler ve yollar demektir.
Ravâsiye, “re-se-ve” kökünden gelir. Kelime, büyük ağırlıklar olan karasal levhalardır. Yer kabuğu bu levhalardan oluşur. Bu dev kara kütleleri, lav denizi olan mağma tabakası üzerinde yüzmektedir. Bu hareket, temid ile ifade edilmiştir. Bu hareketlilik, dünyanın yüzey alanının artmasına, yükseltilere ve geçitlerin oluşmasına sebep olmaktadır.
Kurân, maddi yollar ile yolu bulma örneği üzerinden manevi yolu ve hidayete işaret etmektedir. Yılların biriktirdiği şirk kültürünün kırıldığı noktaları, Kurân ilmi hakikatlerle göstererek oradaki çıkış yolları ile insanlığın geleceğe ilerlemesinde hidayet rehberi olmuştur. Aslında tüm vahiyler, varlığı anlamlandırmamızda insanoğluna çıkış yolları ve alternatif bakış açıları kazandırmıştır.
32- Ve gökleri muhafaza edilmiş bir tavan kıldık. Ve onlar, O’nun ayetlerinden yüz çevirenlerdir.
“Korunmuş tavan,” Mekkeli müşriklerin kullandığı literatür ve algı düzeyine uygun bir benzetmedir. Dünyayı saran atmosfer, hem hayatın olmazsa olmazı oksijen ve diğer gazları tutarak hayatı korur hem de uzaydan gelen gök taşlarına karşı bizleri koruyan, canlılığı muhafaza eden bir kalkan gibidir.
Burada yüz çevrilenler, yanan gök taşlarını (halk arasında kayan yıldızları) olmadık saçma inançlara ve bâtıl ilahlarla irtibatlandırıp koruma sağlayan değil de bir ceza gibi algılayanlardır. Aslında meteorlar, göklerin muhafaza eden bir yapıda olduğunun işareti/alâmeti ve ayeti iken, yüz çevirenler bu alâmeti bâtıl inanç ve zanları ile irtibatlandırmışlardır. Aynı istismar; gece, gündüz, güneş ve ay için de geçerlidir.
33- Gece ve gündüzü, Güneş ve Ay’ı yaratan O’dur. Hepsi bir felekte yüzer.
Felek, daire veya yuvarlak cisim anlamına gelir. Yün eğireceğinin yörüngesinin de yuvarlak olduğu için “felek” diye adlandırıldığı; yine, yuvarlak bir yüzey olan ve çadırın direğinin çadırı delmemesi için direğin ucuna konan, yuvarlak, odundan yapılmış düz nesneye de “çadırın feleği” denildiği söylenmektedir (Razi). Felek, dairevi ve küresel her şeyi kapsar (Taberî). Felek kelimesinin, gemilerin seyri sefer rotasına benzediği için gemi manasına gelen fulk’ten türetildiği söylenmiştir (Rağıb).
Burada, yıldız ve gezegenlerin kütle çekim gücü ile izledikleri rotaları tarif etmektedir. Müşriklerin hem geceye hem gündüze, ayrıca Güneş ve Ay’a tapındıklarını bu ayetlerden anlamaktayız. Oysa bunlar, belirli rotada yüzen iradesiz maddelerdir.
34- Ve senden önce bir beşeri halit kılmadık. Öyleyse sen ölsen onlar, halit mi kalacak?
Halit kelimesinin kökü olan “h-l-d”, Müfredat’ta bir şeyin bozulmaya uğramaktan kurtulması ve olduğu gibi (uzun yıllar) kalmasıdır. Bir de Kurân'da “e-b-d” kökünden olan ebedi kelimesi vardır. Ebedi, uzun zaman demektir. Halidun; hâlin, tavrın, durumun değişmemesi iken; ebedi ise bölümlere ayrılmayan uzun zaman manasına gelir. Bu iki kelimenin yan yana geldiği ayetlerde (Nisa: 122) halid hâle, ebedi ise zamana bakan kelimelerdir.
Hiçbir beşerin yaşlanma, yıpranma ve hastalıktan muaf olmadığı haber verilir. Nasıl ki Allah Resulü Hz. Muhammed’den önceki resuller, vefat etmelerine rağmen, açtıkları yol devam ettiyse Hz. Peygamberin ölümünü bekleyen müşriklere de onun ölmesi veya öldürülmesi sonucu bu davanın sekteye uğramayacağı hatırlatılır.
35- Her nefis ölümü tadıcıdır. Fitne olarak sizi hayır ve şer ile belalandırırız. Ve dönüş bizedir.
Canlılar âleminin en geçerli ve değişmez kanunu “ölüm”dür. Diğer canlılardan insanı ayıran, ölüm hakikatinin insanın tekâmülünde önemli bir rol oynamasıdır. Her nefsin bir gün ölüm eşiğinden geçecek olması, insanı dünyevi hırslardan, kibirden ve dünyaya aşırı bağlanmaktan koruyan en önemli nasihattir.
Ölüm, imtihan salonundan çıkmaktır. İnsan, ölmeden önce hayır/varlıkla ve şer/yoklukla baskıya maruz kalıp (fitne) eskir (bela). Zira “veneblûkum” ifadesindeki bela, Müfredat’ta elbisenin birçok deneme yapmasından dolayı eskiyip yıpranması şeklinde anlatılır. Nasıl ki her deneme, kumaşın kalitesini ortaya çıkarıyorsa insanlık kumaşımızı da hayır ve şerre karşı gösterdiğimiz mukavemet belirler.
Ayette açıkça görülmektedir ki bela, hayırda da olur. Kurân buna ahsen bela demektedir. Varlık fitnesi bizi azdırırsa (belâün azîm), azim belâya dönüşür (Bakara: 49; Arâf: 141; İbrahim: 6). Varlık fitnesi bizi daha cömert ve hayırlı kılıyorsa (belâün hasen) güzel belâya dönüşür (Enfâl: 17).
36- Ve kâfirler seni gördüklerinde “İlahlarınızı zikreden bu mu?” diyerek ancak seni hafife alırlar. Ve onlar, Rahman’ın zikrini örterler.
Hafife alma ve alay, muhatabın kibrini göstermektedir. Rahmân, merhametlilerin en merhametlisi iken; onlar, O’nun merhametli elçisine ve kitabına merhametsizlik etmişlerdir. Günümüzde de bunu görmekteyiz. Kurân’ı sanki kötü ve geri kalmış bir öğreti gibi lanse edenler, onun içindeki merhameti gizlemektedirler. İlahlar inancı, insanı değersizleştirirken; tevhit, insana değerini ve yerini öğreterek kemal fırsatını sunmaktadır. Allah Resulü’nün üzerindeki baskı ve fitne ise kâfirlerin bu tutumudur. Hayır fitnesi, Medine’de Müslümanların varlık ve zafer ile imtihanı olacaktır.
37- İnsan aceleci yaratıldı. Size ayetlerimi göstereceğim. O hâlde benden acele istemeyin.
İnsan aceleci olarak yaratıldıysa, insanın acele ile neticeyi görmek istemesi fıtri olandır. O zaman bu “Acele ile istemeyin, yaratılışınıza, fıtratınıza karşı çıkın!” demek anlamına gelmez mi? Allah, insanı aceleci bir tabiatta yaratmasaydı insan acele istemezdi. Bu durumda suç kimde? Kaldı ki öyle insanlar vardır ki hiçbir işi aceleci değildir. İstese de acele edemez. Onların fıtratı da budur. Tavşan ve kaplumbağanın fıtratı gibi insanlar da farklı farklı tabiatlarda yaratılmıştır.
Ancak buradaki el-insan, bir önceki ayette ifade edilene gider. Yani Allah Resulü’nü hafife alıp onunla alay eden kâfir insanlara… O yüzden bu kavram, tüm insanların fıtratında ve tabiatında olan bir durum manasında nas değil, kâfir tip anlamında el-insan olarak gelmiştir.
Bu kâfirlerin Allah Resulü’nü neden hafife aldıkları da bu ayetten anlatılmıştır. Onların, “Eğer doğru sözlü isen, bize vaat ettiğin azap ne zamanmış?” (Sebe: 29) veya bir sonraki ayetteki "Eğer sadıklardansanız bu vaad ne zaman?” diyerek ondan vaat edilenlerin hemen gösterilmesini istemektedir.
Sorumuzun cevabı, ayette konuşan Allah olmasına rağmen, “yaratım” değil, “…yaratıldı.” ifadesidir. Yaratma fiili olan halk etme, Ali İmrân 49’da Hz. İsa’nın çamura kuş şekli vermesi manasında insan için de kullanılır: “Ben size çamurdan kuş heykeli halk ederim de içine üflerim.”
Halk, var olan hammaddeleri bir araya getirerek yeni bir ürün oluşturmaktır. Bu manada halk etmek, vardan var etmek iken; bedi yoktan var etmek anlamında sadece Allah’a isnatla kullanılır. Bakara: 117’de ki “Bedî’u assemâvâti vel-ard/Göklerin ve yerin yoktan var edeni.” demektir.
Buradaki kâfir insan, her istediği anında yerine gelen zengin, şımarık ve kibirli müşrik kodamanlardır. Bunlar zamanla aceleciliği bir huy ve karakter edinmişlerdir.
O nedenle “…yarattım.” değil “…yaratıldı.” Kullanılmıştır. Yani çevresel faktörler ve kendi seçimleri ile zamanla kibirli, sabırsız ve alaycı biri hâline geldiler/yaratıldılar. Ama “Siz ey müminler, onların propagandalarına inanıp aceleci olmayın!” uyarısı ayetin devamında yapılmıştır. Bolluk ve darlık ile yani hayır ve şer ile baskıya uğrayan ve imtihanı kaybeden el-insanın burada sabırsız ve aceleci olduğundan, Nisa 28’de bu tutumunun onu zayıf düşürdüğünden “Ve insan zayıf yaratıldı.” denilerek bahsedilecektir.
Haddizatında Kurân, Tin 4’te “Lekad ḣalaknâ-l-insâne fî ahseni takvîm” ifadesi, insanın ahsenitakvim üzere yaratıldığını söylemektedir.
38- Ve derler ki: "Eğer sadıklardansanız bu vaad ne zaman?”
Evet, bu ayet de gösteriyor ki kâfir müşriklerin acele ile istediği, Allah Resulü’nün onları uyardığı son saat ve akabindeki hesap ve cezalandırma günüdür.
39- Kâfirler, ateşini yüzlerinden ve sırtlarından gideremeyecekleri ve yardım olunmayacakları zamanı bir bilselerdi.
Ayet göstermektedir ki acelecilik ve sabırsızlık bilmeye engeldir. Ateşin vech ve zuhûr yakması onları sadece çepeçevre kuşatması demek değildir. Gelecek ve geçmişe ilişkin tüm umut ve beklentilerini de yakıp kavuracağı anlamına gelmektedir. Ne geçmişe dönüp telafi imkânı bulabilecekler ne de gelecekte affedilip kurtulma imkânları olacaktır.
40- Bilakis, onlara ansızın gelecektir. Böylece onları dehşette bırakacaktır. Artık onu reddetmeye güçleri yetmeyecektir. Ve onlara nazar da edilmeyecektir.
Ansızın gelecek olan ölüm gerçeğidir. Zira ölümü reddedecek kimse yoktur. Buna güç yetiremezler. Zira “Kullu nefsin żā-ikatu-l-mevt.” (Enbiya: 35) Onlara nazar edilmez ifadesi, kimsenin onlara acıyarak bakmayacağı, kimseden yüz bulup yardım görmeyecekleri uyarısını taşımaktadır.
41- Ve doğrusu, senden önceki resulleri de hafife aldılar. Böylece hafife aldıkları şey, alaya alanları sarıverdi.
Bu ayette 2 kez hez’ (hüzü’, hüzüv) kökünden gelen hafife alma kullanılmışken 1 kez de “s-h-r” kökünden olan “sehiru” kelimesi zikredilmiştir.
Estehzu; muhatabı hafife alıp onun görüşlerine değer vermemek iken, “sehiru”da alay ve aşağılamaları ile muhatabının üzerinde bir tahakküm kurma ve onu sindirip boyun büktürme anlamı vardır. Zaten “s-h-r” kökünün “emri altına almak, boyun eğdirmek, musahhar etmek” gibi anlamlara sahiptir. Dikkat edilirse hafife alıp muhatabın görüşlerine önem vermemenin bir cezası yok iken alay ve aşağılama ile muhatabına zarar vermenin cezası “…onları sarıverdi.” kelimesi ile ayette ifade edilmiştir.
Hâka fiili, “hayk” kökünden türemiştir. Fiil kalıbından “…onlara vacip oldu.”, isim kalıbında “musibet” anlamına gelmektedir. Ferrâ, hâka kelimesine “döndü, tekrar geldi.”; Zeccâc ve Ezherî “…kuşattı.” manalarını vermiştir. Kuşatan, muhit; kuşatma ise ihâta ile ifade edildiği için hâka fiilinin kuşatmadan daha ileri bir süreci anlatan “…sarıverdi.” şeklinde çevrilmesi daha isabetli olur.
Resullere tâbi olanların genelde hayatı ciddiye alıp ölüm ve sonrasını önemseyen kimseler olduğu, ayetteki bu tarihi kayıttan anlaşılmaktadır. Muhatabını hafife alıp onu aşağılayanlardaki karakter bozukluğu, genelde olumsuz deneyimler veya kişisel çıkarlarının baskın olmasıyla karakterize olur. Bu tipler, başkalarının samimiyetine ve iyiliğine güvenmez veya şüphe duyar. Alaycılar, şüphecidir; eleştirel ve negatifleri görme eğilimindedir ve daha iyimser ve pozitif görüşlere sahip olanlarla alay etme veya onları küçümseme eğiliminde olabilirler. Vahyin vaat ettiği ahiretteki ödül ve Rahmân’ın merhametinden umutvar olma bilinci, şükür ve kanaat hâli; şikâyeti değil, zorluğun yanındaki kolaylığı arama bilinci, karamsar ve umutsuzların resulleri hafife almasıyla sonuçlanmıştır.
Öncelikle, alaycıların bunun bir karakter bozukluğu olduğunu kabullenmesi gerekmektedir. Ancak bunu kabul etmelerindeki en büyük engel, entelektüel kibir veya maddi üstünlük kompleksidir. İyimserliği aşağılayanların da empati yeteneği son derece azdır. Toplum içinde, rencide ettiği kişinin yerine kendini asla koymazlar.
Aslında, alaycının cezalandırdığı kendi hayal kırıklıklarıdır. Ancak bunun şifası, hakikati görmezlikten gelip onu alaya almak değildir. Karamsar ve eleştirel bakışla gerçeği savuşturmak da değildir. Ayette de belirtildiği gibi, bu bir savunma değil, tedavi imkânını geri çevirmektir. Eleştirip alayla geçiştirdikleri nebevi öğretinin kendileri için şifa olduğunu anladıklarında zaafları onları kıskıvrak sarmış olacaktır. Hastalık bünyeye daha hızlı yayılacaktır. O nedenle, bunlara biraz daha müsamahakâr ve merhamet ile yaklaşmak süreci geciktirebilir.
42- De ki: "Gece ve gündüz, kim Rahmân’dan sizi korumasına alabilir?” Bilakis, onlar Rablerinin zikrinden yüz çevirenlerdir.
Yekleü fiili Kurân'da sadece burada geçer. Kökü “k-l-e” olan fiil, Müfredat’ta “bir şeyi korumak ve gözetmek” olarak anlatılır. Korunaklı liman, kurumuş otu bol, sığınak ve bekçilik gibi manaları vardır.
İşte Rahmân’ın merhametinin tecellisi olan vahiy, insanlığın tekrar yeşermesi ve yaşamın korunması için en karanlık gecede bu yüzden indirilmiştir. Ayette “Sizi Kahhâr’dan, Müntekim’den veya Cebbar’dan kim koruyabilir?” yerine “Rahmân’dan kim koruyabilir?” şeklinde hikmetli bir hitaba yer verilmiştir. Aslında, alaycıların şüpheci ve korkak bakışlarının hangi yöntemle tedavi edilmesi gerektiğini de bu soruyla öğreniyoruz. Burada düşman, Rahmân’ın uzattığı merhamet eli değil, müşrik zihnin alaycı karakteridir.
Gece gündüz, sürekliliği anlatmaktadır. Zira kişi kendinden kaçamaz. Kendi zaaflarını ve travmalarını görmeden, muhatabın iyimserliğini ve merhametini hafife alarak iç kavgalarını ve çelişkilerini ne geçiştirebilir ne de tedavi edebilir. Ayette, sorunlardan yüz çevirmek değil, onlarla yüzleşilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Zira zikir, insana hem kendini hatırlatır hem de önemsemeyip arkaya attığı sorumluluklarını hatırlatır.
Rahmân olan merhametlilerin en merhametlisinden kaçmak ve korunmak, aslında şifadan, sevgiden, merhametten mahrum kalmaktır. Rahmân’dan kimsenin korunamaması, insanın fıtratında var olan bir hakikate vurgudur. Çünkü herkesin içinde Rahmân’ın engin merhametinden kaynaklanan bir merhamet, sevgi, şefkat ve vicdan vardır. İnkârlar, örtme, karartma, kirletme ve tüm günahlar aslında din denen fıtrata nakşedilen iyilik, hayır ve merhametle savaştır. Allah’ın astından buna mâni olabilecek hiçbir ilah yoktur. İnsanı koruyacaksa da Rahmân’dan kaynaklanan ve insanın fıtratında bulunan bu üstün meziyetler koruyabilir. Ayetteki soru da muhatabın içinde bulunduğu tutarsızlığı göstermek için sorulmuş olabilir.
43- Onların, bizim astımızda mâni olan ilahları mı var? Onların, kendilerine dahi yardıma güçleri yetmez. Ve onlara tarafımızdan sahip çıkılmaz.
Yushabûn kelimesi, “yardım, destek, alâka” anlamına gelen sahâbet’ten türemiştir. Rahmân’ın merhametine mâni olan ilahlar inancı burada eleştirilmiştir. Şirk, Rahmân’ın merhametinden mahrum kalmaktır.
Merhamete, hayra, sevgiye, hakkaniyete, kısaca üstün erdemlere (El-Esmâ) mâni olan her düşünce zayıf, her inanç sahipsizdir. Aciz insan, sorunlarla yüzleşip onları çözmek yerine, onların vereceği zararlardan kendince uydurduğu totemlere ve uğurlara sığınarak korunmak ister. Yüce ve üstün değerler olan esmanın berisinde uydurulan her batıl inanç, çözüm yerine çözümsüzlük getirir.
Gerçek galibiyet, hayatın maksadını anlayanlarındır. İşte vahiy, hayatın anlam ve amacını öğreterek bireyi, kendine ve çevresine yardımcı ve güçlü kişilikler hâline getirmektedir.
44- Bilakis, onları ve babalarını biz metalandırdık. Hatta ömürleri onlara uzun geldi. Yeryüzüne gelip onun etrafından nasıl eksilttiğimizi hâlâ görmüyorlar mı? Öyleyse galipler onlar mı?
Müfessirlerin yorumuna göre ayette, arzdan eksilteceğini haber verdiği arazi, müşriklerin o zaman üzerinde yaşadıkları ve hükmettikleri topraklardır. Yeryüzüne gelen vahiy ve nübüvvet ile onların güç ve saltanatlarının zamanla eriyerek Müslümanlar eliyle mağlup olacaklarını haber veren bir müjde olarak anlaşılmıştır. Zira bu sure Mekki’dir. Mekkeli müşriklerin ilahlar inancından elde ettikleri meta ve rantın vahyin inmesi ile azalıp zamanla zayıflayacağı haber verilmiştir.
Râzî’ye göre bundan maksat, imkânların değişken tabiatıdır. Yani, başarı ve yükselişin çöküşe, hayatın ölüme, gücün acze doğru değişip dönüşmesidir. Bizce, vahyin evrensel değerlerinin hayatın her alanında hâkim kılınması, zalimlerin hareket alanlarını daraltıp onların palazlanmasına fırsat vermeyecektir. Aynı zamanda insan hayatı dâhil olmak üzere sahip olunduğu zannedilen her tür metanın zaman karşısındaki eksilmesine, zayıflamasına ve yok oluşuna da bir işaret olarak okunabilir.
45- De ki: “Ben, sizi sadece vahiy ile uyarıyorum.” Ve sağırlar, uyarıldıkları duayı işitmezler.
Ayette geçen “duâ” kelimesi, istek ve arzuları dillendirip kişinin kendisine ve başkasına belirlediği olumlu hedefler olan "dua" manasındadır. Bu kelimeye “çağrı, davet” gibi manalar vermek, ayetin o derin mesajını sığlaştırmak olur. Şöyle ki, zaten her uyarı bir çağrıdır. “Uyarıları işitmezler.” ile “Uyarıldıkları çağrıyı işitmezler.” arasında mana bakımından bir fark olmadığı gibi bu, gereksiz kelime kullanımı da olur. Bu nedenle, kelimeye orijinal manası olan “dua” kelimesini vermek daha doğrudur.
Bize verilen uzun ömrü, arzda kapladığımız yeri, malı mülkü artırarak geçirmek, bunun için batıl hedefler belirlemek, menfaat ilahı ve nefis putu için zulmedip hak yemek müşriklerin gayesidir. Bununla alâkalı olan her uyarı, aslında muhataba yapılan hayır duadır. Her haklı eleştiri ve ikaz, bunu duyan ve gereğini yapan için dua iken, sağırlar onu beddua zanneder.
46- Ve eğer onlara Rabbinin azabından bir esinti dokunsa mutlaka: “Bize yazıklar olsun! Biz gerçekten zalimler olduk.” derler.
Rabbinin azabının bir esinti gibi hissedildiği an, dirilip kurulan mizanların önüne doğru ilerlerken, akıbetleri ile alâkalı içlerinde hissettikleri ürperti ve korkudur. İlahlar inancına sahip olan alaycıların, aslında vahye sırt dönerek kendilerini maddi ve manevi zayıflattıklarını, hesap günü fark edecekleri ve mizan kurulduğunda "Biz zalimler olduk." demelerinin bir faydası olmayacağı burada ve devam eden ayetlerde anlatılmıştır.
47- Ve biz, kıyam günü hakkaniyet mizanlarını kurarız. Artık kimseye zulmedilmez. Ve hardal tanesi kadar bir miskal olsa onu dahi getiririz. Ve hesap sorucu olarak biz kâfiyiz.
Neda’u fiili, “hazırlarız, koyarız, kurarız” manalarına gelmektedir. Burada çoğulu ifade eden “mevâzîn” kelimesi kullanılmıştır. Bu ifade, mizanın bir tane olmadığını gösterir.
Bu mizanlar, kişiye göre farklılaşacağı gibi, amellere göre de farklılık arz edebilir. Zira altın ile hurda demir aynı terazide tartılmaz. Burada, “adalet” kelimesi değil, hakkaniyet anlamına gelen "kıst" kelimesinin tercihi, mizanlardaki farklılık ve çokluktan dolayı olabilir. Adalette denklik söz konusu iken, hakkaniyette hak edenin, hak ettiği kadarını bulması vardır. Adalette, çocuk ile yetişkine aynı porsiyon yemek verilirken, hakkaniyette verilen porsiyonlar eşit olmaz. Herkese ihtiyacı kadar bir pay verilmesi söz konusudur. Bir yoksulun verdiği infak ile bir zenginin verdiği infak, miktar olarak aynı da olsa ecir olarak aynı olmaması "kıst"ın, yani hakkaniyetin gereğidir. Adalette kimse, yaptığı amelin karşılığı olarak cenneti hak edemezken, kıst’a oranlar bire on veya bire yedi yüze kadar değişebilir.
“Hardal tanesi” terkibi, son derece az ve değersiz olan amelden kinayedir. Yani, Arapların dilinde “küçük” denilince ilk akla gelen, hardal tanesi olmaktadır. Bağlamda, ilahlar inancı yüzünden her uyarıya sağır olan alaycı müşriklerden bahsedildiği için ve ayetin sonu “Biz hesap sorucu olarak kâfiyiz.” şeklinde sonlandığından, buradaki hardal tanesi, önemsiz zannedilip küçük göründüğünden daha kolay yapılan kötülüklere karşılık gelmektedir. Küçük bir kötülüğü kusur zannedip “ nede olsa Allah affeder.” demeden önce, bu ayetler hatırlanmalıdır. Ayet, eskiden iyi olanların yaptığı küçük kusurların ve her zerrenin karşımıza çıkacağını hatırlatır. Zira kişiyi mücrim ve zalim yapan, bu küçük görülen hata ve kusurların birikmesidir.
Aynı hakikat, Kehf Suresi 49'da şöyle aktarılır: “Artık mücrimleri, bulundukları hâlden içleri titreyerek 'Veyl olsun bize!' dediklerini görürsün. Ve derler ki: 'Bu nasıl bir kitap ki, küçük, büyük hiçbir şeyi sayıp hesap etmeden bırakmıyor!' Ve yaptıkları şeyleri hazır buldular. Ve senin Rabbin, kimseye zulmetmez.”
48-Ve doğrusu biz, takvalılar için ziya ve zikir olan Furkan'ı Musa ve Harun'a verdik.
Furkan kelimesi, “iki şeyi birbirinden ayırmak” anlamındaki fark kökünden türemiştir ve farika kelimesi ile aynı anlama gelir. Yaygın kullanımına bakıldığında, “fark” kelimesinin türevleri olan tefrik, firak, firkat, fırka, tefrika, ferik kelimelerinin somut şeyler (mahsusat) için; farikat, faruk ve furkan kelimelerinin ise soyut şeyler (makulât) için kullanıldığı görülür.
Furkân kavramı Kurân içerisinde tam 7 yerde geçmektedir. Bu kelime, Bakara 53, Âli İmrân 4 ve Enbiyâ 48’de; Tevrat ve İncil’e bir vasıf olarak geçerken; Enfâl 41’de ise “yevmü’l-furkan” şeklinde, iman ile inkârın ilk karşılaşması olan Bedir Gazvesi için kullanılmaktadır. Enfâl 29’da ise, Allah’a karşı sorumluluk bilincini kuşananlara Allah’ın bahşedeceği bir özellik olarak geçmektedir. Bakara 185 ile Furkân 1’de; Kurân’ın bir ismi ve özelliği olarak kullanılmaktadır.
Genel kabullere göre Hz. Musa’ya indirilen kitabın adı Tevrat’tır. Ama Kurân’a göre Tevrat, tüm İsrailoğullarına gönderilen kitaptır. Mâide 44’te de Tevrat’ın nur olduğuna işaret edilmektedir. Demek ki Hz. Musa ve Harun’a verilen Furkan, Tevrat denen toplama kitabın, yani nurun temelini oluşturduğu için ziyadır.
Ziya kelimesi Kurân’da aydınlatan kaynak anlamında kullanılmıştır. Dilde ışığın kaynağı için kullanılır. Kurân’da Güneş’i tarif eden ziya kelimesi, Ay için ise nur kelimesi kullanılmıştır. Ziya” kelimesine verilen anlam “bizzat ısının ve ışığın kaynağı” ifadesidir “O ki, güneşi bir ziya, ayı bir nur kıldı.” (Yûnus: 5)
49- Onlar, gayb ile Rabblerinden haşyet duyarlar. Ve onlar, o saatten dolayı müşfiktirler.
Haşyet, bilgi ve idrakin bir sonucu olarak ortaya çıkan hayranlık ve saygının doğurduğu bir “hasret kalma, uzak düşme” korkusudur. Havfta korkulanın büyüklüğü, haşyette ise korkanın küçüklüğüne dikkat çekilir. Babadan korkmaya havf, anneden korkmaya haşyet diyebiliriz.
Gayb kelimesi, gizli kalmak, gizlenmek, görünmemek, gözden kaybolmak anlamında “ğâbe” fiilinden mastar veya gizlenen, hazırda olmayan şey manasında isim veya sıfat olarak kullanılır. “Ğâbe anni”, “Benden gizlendi.” demektir. Genel olarak duygulardan ve insan ilminden gizli olan her şey için kullanılagelmiştir. Bu kelime lügat manasıyla Kurân öncesi devirde de biliniyordu. Kişinin gıyabında ayıplarından söz etmek anlamına gelen gıybet kelimesi de bu köktendir. Gaybın zıddı “şehâde”dir. Şehâde, bilinen-görünen demektir. Gaybın sınırlarını bu “şehâde” belirler. Rağıb El-İsfehani gaybı, “duyular çerçevesine girmeyen” şeklinde açıklamıştır. “Gayb” ile “gâib” arasında fark vardır. Rabb gâib değil, gayb olandır. “Gâib” (ortada olmayan) sana görülmez, seni de görmez olandır. “Gayb” ise, görülmez fakat görür olandır. Demek ki gaybın esası, mevcut olmamak değil, görünmemektir. Hz. Musa ve Harun’a tâbi olanlardan öyle kimseler vardır ki Rabbi görmediği hâlde onun kendisini gördüğüne inanarak amellerinde bu bilinçle hareket etmektedir. Rabbinden gayb ile haşyet duyan kimse görmese de Allah görüyor ve biliyor bilinci ile hareket edendir. Bu ihlâsın tek amacı o saate hazırlıklı olmaktır. Buradaki “es-saat” dünya imtihanının bittiği ve hesap gününün başladığı zamandır. Herkesin imtihanı kendi küçük kıyameti olan ölüm ile sonlanacaktır. Ölümü yakın bilmek insanı tüm hırslarından, kibrinden ve bencilliğinden uzaklaştırır ve daha müşfik kılar.
Müşfik, şefkat eden kimse demektir. Çünkü şefkat gösteren kişi, şefkat gösterdiğini sever ve onun başına gelecek şeylerden de endişe duyar (Rağıb). Gayb ile Rabbinden haşyet duyan, hem Rabbi ile olan iletişiminde hem de çevresine karşı son derece duyarlı ve hassastır.
Vahiy, böyle insanların varlığına dikkat çekerken inkârcılar kimsenin böyle olamayacağını inatla savunmaktadır. Bu durum onların inen ayetleri inkârları olarak ifade edilecektir.
50-Ve bu, indirdiğimiz mübarek bir zikirdir. Siz, onu hâlâ inkâr mı ediyorsunuz?
Mübârek kelimesinin kökü olan "berk," bereket, genellikle “hayırlı olan bir şeyin bolluğu” olarak tanımlanır. Mübarek bir zikir/hatırlatma ifadesi, insanın unuttuğu erdemleri hatırlaması sonucu oluşacak olan bolluğa ve berekete işaret etmektedir. Tıpkı 41. ayette rahmetten ve merhametten korunmak gibi burada da hayırlı olan bolluk ve bereketin inatla inkârı söz konusudur. Ehlikitap ve onun erdemli kulları örnek gösterildikten sonra konu Mekkeli müşriklere getirilmiştir. Bu nedenle bir sonraki ayet konuyu, Mekkeli müşriklerin kendilerini isnat ettikleri Hz. İbrahim ve onun gerçek hayat hikâyesidir.
51-Ve doğrusu daha önce İbrahim’e rüştünü verdik. Ve biz, onu bilirdik.
Bu ismi, elimizdeki Tevrat’ın bazı bölümlerinde Avraham (Abraham) olarak geçmektedir. Tevrat’a göre İbrahim’in adı, önce “ulu ata” manasında Abram iken; daha sonra “milletlerin babası” anlamında Abraham’a dönüşmüştür.
Merhametli ve ulu ata olan Genç İbrahim, gayb ile Rabbinden duyduğu haşyet sonucu, Halilullah sıfatına nail olup Rabbinin merhamet ve himayesinden hiçbir zaman mahrum kalmamıştır.
Bu pasajda, Genç İbrahim’in putlar ve putperestler ile olan mücadelesi anlatılarak aydınlatan bir kitap ve resul olmadan da hidayete nasıl erildiği, usveihasene olan Hz. İbrahim üzerinden ispatlanacaktır. Amaç, Mekkeli putperest müşriklerin, düşünerek ve sorgulayarak bu akli yolculuğa ulu ata İbrahim gibi çıkabileceklerini göstermektir.
Rüşd; doğru yolda olmak, doğru yolu bulmak, doğru düşünmek, doğruyu yanlıştan ayırt etme gücüne sahip olmak demektir. Rüşd, “ğayy”ın yani sapıtmanın, azmanın karşıtıdır (Bakara 256). İbn Abbâs, kelimeye “ilim ve anlayış”; Kadı Beydâvî, Nesefî ve Hâzin ise “hidâyet” manasını vermişlerdir. Rüşd’e “Olgunluk, ufuk aydınlığı, analiz yeteneği” de denilebilir. Burada daha önce ifade edilen durum, genelde insanın akıl baliğ olma yaşının öncesidir. Daha henüz küçük yaşta olsa bile, yaşadığı toplumun çok ötesinde bir olgunluk seviyesindedir. Bu sayede, Genç İbrahim, kelimeler ile olan imtihanını verip insanlara imam seçilecektir (Bakara: 124). Kelimeler ile olan imtihanı, sorulara verdiği hikmetli ve yerinde cevapları da kapsar.
Peki, Genç İbrahim rüştünü nasıl ispat etti? Bu sorunun cevabını da, bundan sonraki 10 ayet ayrıntıları ile anlatacaktır. Bedeni olgunluk için sadece dengeli bir beslenme ve zaman yeterli iken; akli olgunluk için ya pratik tecrübeler ya da bunların aktarıldığı teorik-ilim kaynaklar gereklidir. Genç İbrahim, başından geçen çetin sınavlar onun rüştünü ispatlamasına vesile olacaktır. Ateşin neden Genç İbrahim’i yakmadığının cevabı kıssanın en başında bu ayet ile verilmiştir.
“Biz onu bilirdik.” ifadesi, muhatabın Hz. İbrahim’in gerçek hayat hikâyesi hakkında bilgi eksikliği olduğuna işaret etmektedir.
52- Babasına ve kavmine şöyle demişti: “Sizin kendinizi vakfettiğiniz bu temsiller nedir?”
Hz. İbrahim’in babası ile olan diyaloğu, Enâm 74’te anlatıldığı için burada sadece ismen değinilip geçilmiştir. Ayetlerin sıralamasına baktığımızda, Genç İbrahim önce babasına temsillerin dalâlet olduğunu söylemiş, ardından edindiği tecrübe ile kavmine farklı bir plan ve strateji ile yaklaşması gerektiğine karar vermiştir.
Temâsîl kelimesi, timsâl’in çoğuludur. Timsâl ise, mahlûkattan herhangi birine benzetilmiş olarak yapılan temsillerdir. Bir şeyi başka bir şeye benzetmektir. Bu manada, her put aslında bir temsildir. Müşrikler o temsil üzerinden ve onun aracılığıyla Allah’a tapınırlardı. Genç İbrahim’in ilk sorguladığı Allah’a kulluk için aracıya neden ihtiyaç duyulduğudur.
Âkifin kelimesi, bir şeye saygıyla yönelip ona bağlanmak anlamına gelen “u’kuf” kökünden gelir. İtikâf, Allah’a yaklaşmak amacıyla mescide kapanmaktır (Rağıb). Bu ayette “âbidin” yerine “âkifin” kullanılması ilginçtir. Kavmin zamanla atalarından ileri gidip temsillere kendini vakfedip adadığını göstermektedir. Zira geçmişin normal İnsanları, anlatımlar ile zamanla efsaneleşir. Günümüzde aracı olarak görülen bazı zatlara, kurumlara veya ideolojilere kendini adayanların durumu da bundan pek farklı değildir. Halkın bu kadar kendini vakfedip adaması putçuluğu, müşterisi bol bir sektöre çevirmiştir.
Hz. İbrahim’in kavmi, mahiyetini bilemediği ve ulaşamadığı gök cisimlerini temsil eden heykeller yapmış ve kendi elleriyle yaptığı heykellerin etrafında pervane olmuşlardır. Genç İbrahim’in oydukları cansız nesneler önünde neden kendilerini vakfettiklerini sorgulaması üzerine putperestlerin verdiği cevap kısa ve özdür.
53- Dediler ki: “Biz babalarımızı ona kulluk ediyor bulduk.”
Bu ayetin sonundaki “âbidin” kelimesi, bir önceki ayetin sonunda yer alan “âkifin” kelimesinden farklıdır. Babaları kulluk ve ibadet ediyorken, her gelen neslin bunu abartarak devam ettirdiğini anlatmaktadır. Aslında şirk inancının temelinde de bu vardır. Nesiller geçtikçe, gelene yapılan eklerle şirk inancı, zamanla azim bir zulme evrilir. (Lokman: 13).
54- “Doğrusu siz ve babalarınız, açıkça dalâlet içindesiniz.” dedi.
Taklit, insanı zamanla içinden çıkılmaz bir ritüeller zincirinin içinde bırakır. Zira zamanın birinde bir ihtiyacı gidermek için uydurulanlar, o ihtiyaç kalkmasına rağmen, taklitle nesiller boyu devam edebilir. Bu nedenle, yapılanların tahkik edilerek bilinçle yapılması çok değerlidir. Zamanında bir subayın bankı boyatıp başında kurumasına kadar nöbetçi dikmesi ve bu nöbetin zamanla neden tutulduğunun unutulması hikâyesinde olduğu gibi. Şirk inancında o bank asla kurumaz, ta ki biri gelip bunu sorgulayana kadar.
55- Dediler ki: “Sen hakkı mı getirdin yoksa sen bizimle eğleniyor musun?”
“Em ente mine’llâibîn/Yoksa oyun oynayanlardan mısın?” cümlesi “Sözünde ve davranışında ciddiyetten eser bulunmayan biri misin?” manasına gelmektedir. Bu cevaptan, Genç İbrahim’in ritüelleri merak ettiği değil, onları sorgulayıcı bir bakışla ele aldığı anlaşılmaktadır. Kavmi, bu gencin kendilerinin düşünemediği bu kadar basit bir sorgulamayı duyunca, sözlerindeki haklılık payı ile inançlarını aşağılayıp onları hafife aldığı konusundaki ikilemleri sorularından anlaşılmaktadır.
Sanki temsiller olmasa kıyamet kopup dünyaları başlarına yıkılacaktır. Tüm sistem, onların aracılığı ve yüzü suyu hürmetiyle ayakta kaldığı yalanını, atadan babadan sorgulamadan devam ettirmişlerdir. Genç İbrahim’in son derece ciddi olduğu ve amacının kuru lakırdı olmadığı, verdiği şu cevaptan anlaşılmaktadır:
56- Dedi ki: “Bilakis Rabbiniz, göklerin ve yerin Rabbidir ve onlara fıtrat verendir. Ve ben, buna şahit olanlardanım.”
Gökler ve yerin, hayatı desteklemesi ve varlığını devam ettirmesi için saçma temsillere ihtiyacı yoktur. Genç İbrahim, güneşe, aya ve gök cisimlerinin düzenlerini/fıtratını gözlemlemiş ve onların rutin hareketlerinin, yerde yapılan ibadet veya günahlarla bir bağlantısının olmadığını gözlemleriyle şahit olmuştur. Yani, yapılan duaların ve ibadetlerin, tabiatın düzeninde bir değişikliğe sebep olmadığını ifade etmektedir. Ancak muhatap, bunu göremeyecek kadar anlamsız ritüellere körü körüne bağlanmıştır. Onlara dua ederek bir şeylerin değişeceği beklentisindedir.
Kurân'ın anlattığı gerçek dua, sadece âlemlerin tek sahibi ve yöneticisi olan Allah’a aracısız olarak yapılan duadır. Duanın amacı, Allah’ın sünnetini değiştirerek kulların her istediğini -hâşâ- Alâeddin’in cini gibi yerine getirmesi değildir. Dua, insanın kendine koyduğu hedefler ve telkinler olması anlamında, isteklerini yapma gayretini ortaya koymasıdır. Bu anlamda dua, kulun olmazsa olmazıdır. Hedefsiz ve gayesiz Müslümanların zelil hâlleri ortadadır. (Furkan 77) Kavli dualar, filli duaların ateşleyicisi ve istikamet vericisidir. Genç İbrahim, kavmine kavli duasını yapmış ancak olumlu bir netice alamamıştır.
57- Allah’a yemin olsun, siz arkanızı döndükten sonra mutlaka sizin putlarınızla ilgili bir plân kuracağım.
Ekiddenne fiili, o putların gerçek gücünü ve mahiyetini onlara gösterecek bir düşüncesinin ve plânının olduğunu anlatmak içindir. Genç İbrahim’in bu plânı aşikâr şekilde söylemediği mantıken anlaşılmaktadır. Zira kendini putlara vakfedip adayanların bunu duyması, puthaneyi arkalarını dönüp terk etmeyip bu gence mani olacakları anlamına gelir. Peki, Genç İbrahim kendi içinden kurduğu bir cümleye, taaccüp içeren bir yeminle neden başlamıştır? “Tallahi” diyerek Allah’a yeminle başlaması, hem kavminin, yaptığı plandan ötürü şaşkınlık içinde kalacağı hem de bu plândan cayma ihtimalini en aza indirmek istediği olabilir. Bazı konularda, özellikle vakıanın harareti ve sıcağı henüz soğumadan, duygusallıkla edilen yeminler, kişinin ilerleyen süreçte elini kolunu bağlayabilir. Yemin ve sözlerin, aklıselim zamanlarında verilmesi daha reşit bir tutum olabilir.
58- Böylece onların büyük olanı hariç onları cüz cüz etti. Umulur ki onlar, ona rücu eder.
Demek ki Hz. İbrahim’in putlarla ilgili planının ilk aşaması buymuş. Putları "cüz cüz" edip küçüklerin büyük olanına rücu etmesini sağlamasıymış. Peki rücu etmek ne demektir? Rücu kelimesinin kökü olan r-c-a müfredatta bir şeyin başladığı yere geri dönmesi veya ister mekân, fiil veya söz olsun başlangıç noktasını takdir etmektir. Bu dönüş, varlığın bizzat kendisiyle, bir cüziyle veya bir fiiliyle olur. Burada küçük putların en büyüyü sayesinde ilk halleri olan toprak ve parçalarının ilk dağınık hallerine dönüşleri anlatılmaktadır. Umulur ki ifadesi planın Genç İbrahim’in istediği şekilde ilerlememe ihtimaline bir atıf olabilir. Zira kurulan plan sağlıklı işlemezse büyük put küçük olanları paramparça edemeyecektir.
Buradaki “cüzâz” kelimesi, “eczâ” kelimesinin çoğuludur. Türkçemizde kullandığımız ecza-hanei: Arapça c-z-a kökünden gelen cüz "birim, unsur" sözcüğünün çoğulu ile farsça hane kelimesinin birleşiminden oluşmuştur. İlaçlar kimyasal yapılarına ve dozlarına göre cüz cüz edilmiştir. Kelimenin kökü olan “c-z-z”, Kurân’da iki yerde geçer. İlki Hûd 108’dir. Cennet nimetlerinin bölüm bölüm, taksit taksit veya kesintili olmadığını anlatmak için “meczûz” kelimesi kullanılmıştır.
Kurân’da, kasamnâ/kırmak (Enbiyâ: 11), şakk/çatlatmak ve yarılmak (Kamer: 1, İnşikâk: 1) infilâk/yarılıp parça parça olmak (Şûrâ: 63, Enâm: 95) gibi kelimelerle ifade edilmiştir. Ancak burada özellikle “cüz” kelimesinin tercihi dikkate şayandır. Cüz, Arapçada parça, bölüm, kısım anlamına gelir. Hatta Kurân’ın eşit uzunluktaki bölümlerine de “cüz” denir.
Genç İbrahim, puthanedeki putları bir düzen içerisinde cüz cüz ayırıp, gruplandırmış olmalıdır. Bu gruplandırma onların hiyerarşik kast sisteminin dışında bir düzenlemedir. Sonraki süreci bize Sâffât Suresi 91-93 şöyle aktarır:
“Onların ilâhlarına gizlice yönelip dedi ki: ‘Yemiyor musunuz? Size ne oldu da konuşmuyorsunuz?’ Yönelip sağ eliyle vurdu.” (Sâffât 93) Buradaki “ferâga” kelimesi, el-Müfredât’ta şöyle tarif edilir: “Hile yapmak üzere yönelmek; falan kişi, falanı kandırdı. Falan kişi, falan kişiye -kendisinden hileyle istediği bir şeyden dolayı- yöneldi.”
Sâffât suresinde olay bu noktadan itibaren atlamalı bir şekilde anlatılır. Aradaki süreç ise Enbiyâ suresi 59’dan itibaren tamamlanacaktır. Burada Genç İbrahim’in plânı, putları cüz cüz etmek ve devrilmeyi tek bir darbe ile vaktinden önce başlatmak olabilir. Sebe 14 de Süleyman’ın asasın yiyen kurdu cinler önceden fark etseydi beklide alçaltıcı azabın içinde kalmazlardı” ayetinde olduğu gibi burada Genç İbrahim yaşından beklenmeyecek bir feraset ve basiretle büyük putun dayanağını vaktinden önce zayıflatması, belki de büyük bir kazayı engellemiş olabilir. Yani burada putları baltayla kırmak veya parçalamak değil, onları bir düzen ve sıraya göre gruplara ayırması anlatılmış olabilir.
Tefsirlerde nakledildiğine göre Hz. İbrahim, putları kırdıktan sonra baltayı, sağlam bıraktığı büyük putun boynuna asmıştı. Bir bayram şenliğine giden halk, dönüşte putların kırılmış olduğunu görmüştü. Ancak Kurân’ın hiçbir ayetinde böyle bir senaryo anlatılmamıştır. Balta ve büyüğüne asma detayları, sadece boşlukları İsrailiyat ile doldurulmuştur.
Genç İbrahim, putları bir plân çerçevesinde düzene sokmuş ve onlara herhangi bir zarar vermeden puthaneden çıkmış olma ihtimali vardır. Ancak o uzaklaştıktan sonra, en büyük put, cüz cüz edilen küçük putların üzerine devrilmiş ve onları paramparça etmiş olmalıdır. Bu sahneyi gören put rahipleri ise şöyle der:
59. Dediler ki: “Bizim ilahlarımıza bunu kim yaptı? Muhakkak ki o, gerçekten zalimlerdendir.”
İnsanlar, her ne kadar bâtıl da olsa inandıkları değerlere, sevdikleri -özellikle de kendilerini vakfedecek kadar adadıkları- putlara yapılan her zararı ve hakareti zulüm olarak algılarlar. Bu tür bir zulüm, düşünmeyi değil, öfkeyi ve nefreti besler. Bu sureden önce inan Enam 108 der ki: “Allah’ın astında berisinde dua ettikleri her ne varsa onlara sebep aramayın (sövmeyin) aksi halde onlarda Allah’a ilimleri olmadan düşmanca sebep ararlar.” İşte gözlem ve sorgulamaları ile rüşte eren Genç İbrahim, kendilerini vakfettikleri putlara doğrudan ve aleni bir hakaretin ters etki yapacağını babası ile yaşadığı tecrübe üzerinden öğrenmiştir. “Dedi “Ey İbrahim! Sen, benim ilâhlarıma rağbet etmiyor musun? Eğer sen, vazgeçmezsen mutlaka seni recm ederim, uzun bir süre benden uzak dur!” Meryem 46. Sâffât suresinde “yemiyor musunuz? Sorusundan putlara sunulmuş yemeklerin olduğu muhtemelen bu yemeklerin sunulabilmesi için putların birbirinden ayrı konumlandırıldığı anlaşılmaktadır. Genç İbrahim sadece bu düzeni değiştirip putların birbirlerine temaslarını kolaylaştırmış olabilir. Her ne kadar putları bizzat kendisi kırmamış olsa da daha önce zayıflayan bir desteğin kırılmasını hızlandıracak bir müdahaleyle zaten devrilecek olan büyük putun insanlar put hanede yokken vaktinden önce devrilip diğer ibadet eden, onlara yiyecekler sunanlara zarar vermesini engellemek için bir plan da yapmış olabilir. Burada iki fayda vardır. İlki insanların maddi ve manevi zarar görmelerini engellemek, ikincisi ise putların kendilerini korumak şöyle dursun onların hiçbir fayda vermeyen aciz objeler olduğunu muhataplarına gösterebilmektir. Kuran planın içeriğine detayları ile girmez. Genç İbrahim’in Kuranda bir pişmanlığının, Hz. Âdem, Hz. Yunus veya Hz. Davut’ta olduğu gibi bir tövbesinden bahsedilmemesi onun övülmesi haşa yalanla işinin olmadığını göstermektedir. Hatta insanların hayatını kurtardığı, onları koruyup kollama niyetinde olduğu tedebbüri bir bakışla anlaşılmaktadır.
60. Dediler ki: “İbrahim denen bir gencin onları zikrettiğini işittik.”
Demek ki olay sonrasında Genç İbrahim oradan ayrılmıştır. Putlara muhalif duruşunun, putperestler tarafından bilindiği anlaşılmaktadır. Benzer bir ifade, Enbiyâ 36’da “Putlarımızı diline dolayan bu mu?” şeklinde Hz. Muhammet için de söylenmiştir.
Bu durumda Hz. Muhammed’in Mekke’de kalmasının doğuracağı sonuçlar, belki de Genç İbrahim ve başına gelenler üzerinden örneklendirilerek anlatılmış ve sahabe uyarılmış da olmaktadır. Genç İbrahim tıpkı Hz. Muhammet gibi onları sosyal bir helakten korumaya çalışmasına rağmen Mekkeli müşriklerin düşmanlıkları ile karşılaşıyordu tıpkı atamız İbrahim aleyhisselama yapılanlar gibi.
61. Dediler ki: “Öyleyse onu insanların gözlerinin önüne getirin! Umulur ki onlar şahit olurlar.”
Buradaki şahitlik, Genç İbrahim’in putları ve onların temsil ettiği atalar inancını eleştirip sorguladığına dair bir şahitlik olmalıdır. Zira bu şahitlerin varlığı sayesinde, Genç İbrahim suçlanabilecektir. Şayet şahit yoksa ispat da yoktur. Bu durum, artık bir mahkeme sürecinin başlamak üzere olduğuna işaret eder.
“İnsanların gözü önüne getirin!” ifadesi ise, olayın ibret-i âlem olacak şekilde cezalandırılması niyetini gösterir. Burada amaç, putlara ve atalar inancına yardım etmeyi, bu değerlerin temsillerini korumayı ve güçlendirmeyi hedeflemektir. “Onu yakın ve ilahlarınıza yardım edin.” Enbiyâ: 68.
62- Dediler ki: “Ey İbrahim! Bizim ilahlarımıza bunu sen mi yaptın?”
Burada, şahitler huzurunda Genç İbrahim’e sorulan soruda, temsili ilah olarak kabul edildiğini açıkça ifade edilmiştir. Ancak dikkat çekici olan, bu şahitlerin Genç İbrahim’in putları kırdığına değil, onları eleştirdiğine ve put inancına muhalif bir tutum takındığına şahitlik etmiş olmalarıdır.
Bu önemli detay, Enâm 80'de de aktarılmıştır. Orada da Genç İbrahim’in, kavminin inancıyla fikri bir mücadele içerisinde olduğu anlatılır. Sorulan soru oldukça açık ve kısadır: “Putlara bunu sen mi yaptın?”
63- Dedi ki: “Bilakis, bunu onların büyüğü yaptı. O hâlde eğer konuşabiliyorlarsa onlara sorun!”
Bu cevap, âlemlerin Rabbini bilen, arayışı sonlanan örnek bir şahsiyete aittir. Peki, bu cevap doğruyu yansıtan bir cevap mıdır? Genç İbrahim korktuğu için mi suçu iradesiz bir puta atmıştır? Bu konuya ilişkin Buhârî ve Müslim’den gelen bir rivayet bunun tefsirinde nakledilir. Ebû Hüreyre’den Hz. Peygamber: “İbrahim üç yerde yalan söylemiştir:
1-Bütün insanlar, -putlara tapınma günü olan bayram günü putların yanına giderken- hasta olmadığı hâlde “Ben hastayım.” demiştir ki, bu Sâffât Suresi 92-95. ayetlerinde geçer.
2-Putları kırdığı hâlde “Bu büyükleri kırmıştır, ona sorun.” demiştir.
3-Kavminden ayrılıp hicret edip giderken, zalim bir yöneticinin toprağından geçerken, hanımına göz koyan yöneticiye karşı, bu yanındaki kim dediğinde, “Bu benim kız kardeşim.” demiştir.
Fahreddin Râzî, “Böyle bir şey olmaz. Peygamber yalan söylemez.” der. Mevdûdî de bu görüştedir. Fahreddin Râzî’ye hadisin sahih olduğunu hatırlatmaları üzerine o da “Ne biliyorsunuz sahih olduğunu?” der. “Efendim, senedinde yalan söylemeyen râviler vardır.” cevabına karşılık “Hadis rivayet eden râvinin yalan söylemediğini kabul ediyorsunuz da peygamberin yalan söylediğini mi kabul ediyorsunuz? Hem bu sözlerinde yalan diye bir şey yoktur. Putları ben kırmadım demiyor. Sadece büyüğüne sorun, belki o yapmıştır.” cevabını veriyor. “Belki o bayram günü gerçekten hasta idi. Ayette hasta olmadığına dair açık bir şey yoktur.” şeklinde meseleyi yorumlar. Ancak ayette belki “leallekum” veya “asa” gibi ihtimal ifade eden kelimeler olmadığı gibi belki demek de aslında hakikati yalanla gizlemek olacaktır.
Burada hiç bu tevil ve yorumlara gitmeden, Genç İbrahim’in kesinlikle yalan söylemediğini görmekteyiz. Hz. İbrahim’in “Bunu sen mi yaptın?” sorusuna verdiği “Bunu onların büyüğü yaptı.” cevabı doğru bir cevaptır. Buradaki en büyük put, Hz. İbrahim’in dilinden aktarılan Güneş’in temsili olabilir: “Öyle ki Güneş’i doğarken gördüğünde: ‘Bu benim Rabbim, bu en büyük!’ dedi. Ne var ki kaybolduğunda ‘Ey kavmim! Ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden beriyim.’ dedi.” (Enâm: 78)
Güneş’e tapma çok eski bir inançtır. Antik Mısır’da, Firavunlar döneminde, Mekkeli müşriklerde de gök cisimlerini iradeli birer varlık zannedip tapınmaya rastlanmaktadır. Şemsîler, Güneş’e tapanlardır. Mezopotamya’da, Güneş doğarken ve batarken onu selamlayıp rükû secde eden Ezidîler de vardır. Güneş tanrısı Şamaş’tır. Bu puta, Sümercede “Utu” ismiyle karşılaşılmaktadır.
Genç İbrahim’in “Bunu putlarımıza sen mi yaptın?” sorusuna verdiği cevap “bel” edatı ile başlar. "Bel", söylenene bir şey eklemek için kullanılan bir edattır ve iki çeşidi vardır. İlki, (aksine) manasında bir önceki cümleyi nakzeder. Bazen de, kendisinden öncekinin hükmünü doğrulama manasında kullanılır (Müfredat). O zaman Genç İbrahim, “bel” diyerek hem putların başına gelenlerde kendi dahlinin olduğunu doğrulamış hem de bu son hâlin sorumlusunun kendi olmadığını; büyük putun, bu kadar yıkıma sebep olduğunu beyan etmiştir. “Bunu putlarımıza sen mi yaptın?” “Doğru ben yaptım ama büyükleri kırdı.” demektedir. Putperestler, haklı birini sorguladıklarını “Konuşabiliyorlarsa onlara sorun!” cevabından anlamış olmalıdır. Zira bir sonraki ayette, putları abartarak anlatan ve onlara olmadık güçler vehmeden putçu melelerin asıl zalimler olduğunu halk şöyle ifade edecektir:
64- Artık onlar kendi içlerine rücu ettiler. Böylece dediler ki: “Muhakkak ki siz zalimlersiniz.”
Ayette “…enfusuna rücu ettiler.” ifadesi seçilmiştir. Rücu, başlangıç hâline geri dönmektir. En baştaki hâl ise, bu işi kimin yaptığının bilinmemesidir.
Genç İbrahim’i dinledikten sonra ona hak veren halk, muhtemelen temsiller ile sorumlu olan putçuları suçlayarak “Asıl siz zalimsiniz.” şeklinde bir hükme varmışlardır. Mabedin sorumluları, temsilleri ve o mabede gelen dindarları koruyamadıkları için halk tarafından suçlanmaya başlayınca şirkten geçinenler hedef saptırmışlardır.
Genç İbrahim bu kez, putları kırma suçundan değil, temsillere ve atalar inancına yönelttiği imalı itham ve sorularıyla suçlanacaktır.
65- Sonra eski kafalarına döndürüldüler. Dediler ki: “Doğrusu sen, bunların konuşmadığını biliyorsun.”
Bazı müfessirler, bu ifadenin “Utançtan başlarını öne eğdiler.” anlamına geldiğini söylemişlerdir. Fakat bu yorum, konunun bütünlüğüne ve metnin ifadesine uymamaktadır.
Neks; bir şeyin baş üstüne dönmesidir. Bu kelime, daha çok ters dönme anlamı içerir. Nekese’l-veled, doğumda çocuğun baş değil önce ayağının çıkmasıdır. Hastalığın nüksetmesi, yani iyileştikten sonra tekrar geri gelmesi de aynı köktendir. Nukisû alâ ruûsihim; kafanın ters dönmesi, yani eski anlayışlarına geri dönmeleri demektir. İlk görüşleri, Genç İbrahim’in suçlu olduğudur. Ancak bu kez, putları kırmamasına rağmen, onları ve atalar inancını eleştirip insanları etkilemesi ile suçlanacaktır.
Kavmi, putların birbirinin üstüne düşmesi üzerine kırılıp dağıldığını görüp anlamasına rağmen; Genç İbrahim’in, ilahlarının kendilerini bile korumaktan aciz olduğu hakikatini, “Kırılanlara sorun.” diyerek yüzlerine vurması, o kırılanlar yerinde insanların da olabileceğini ima etmiş olabilir. Ancak put sektörü üzerinden rant elde edenlerin putların acizliğinin anlaşılma korkusu ağır basacaktır. Dinden geçinmeyi insan hayatına tercih etmeleri bağnazlığın nasıl felaketlere sebep olabileceğine tipik bir örnektir.
Genç İbrahim’in korkusuz sözleri putçuların sorumluluğu üstlerinden atmaları için yeter sebeptir. Tek yapmaları gereken, Genç İbrahim’i konuşturup halkı daha da galeyana getirmektir.
66- Dedi ki: “Artık size fayda ve zararı olmayan Allah’ın astındaki şeylere mi tapacaksınız?”
Putperestlerin İbrahim’e “Sen bunların konuşmadığını pekâlâ biliyorsun.” demeleri, açıkça kendilerinin de tanrılarının acizliğini itiraf etmelerinden başka bir şey değildi. Dolayısıyla bu cevap İbrahim’e, onların inançlarının ne kadar anlamsız ve saçma olduğunu fark ettirmek için yeterlidir. Ancak taassupları sebebiyle ve ihmalleri ile oluşan olumsuz durumu lehlerine çevirmek için Genç İbrahim’in eleştirilerine tahammül edemeyerek halkı ona karşı kışkırtmışlardır. Fayda ve zarar üzerinden inançlara Hz. İbrahim’in yaklaşması ibadetlerin ve inançların hayattaki pratik karşılığına işaret eder. Eğer inançlarımız bizi ve çevremizdekileri korumuyor hatta hayatı cehenneme çeviriyorsa beşeri yorumların ilahi emirlere galebe çaldığı anlaşılmalıdır. Bu meyanda geleneğin oluşturduğu beşeri yorumlar kalpte birer puta dönüşmemelidir.
67- Öf be size ve Allah’ın astında taptığınız şeylere… Hâlâ akletmiyor musunuz?
Uffin Kurân’da 3 yerde gelir. İlk ikisi “Anne ve babaya öf bile demeyin!” şeklinde İsrâ 23 ve Ahkâf 17’dir. Diğeri de bu ayettir. “Uffin” kelimesi Ragıb’ın ifade ettiğine göre pis bir şeyden gelen kokudan rahatsız olanın çıkardığı sestir. Sonra ismifiil olmuştur. Yani “Ben rahatsız oluyorum.” manasını ifade etmektedir. Genç İbrahim şirk kültüründen ve onların dostu düşman, düşmanı dost zannetmelerinden usanmıştır. Taklitte, akletme olmaz. Dine bulaşmış beşeri yorumları körü körüne savunmak hayatı desteklemez sadece din adına ölüm getirir.
68- “Eğer yapabilirseniz onu yakın! Ve ilahlarınıza yardım edin.” dediler.
Harrikû kelimesi, "h-r-k" kökünden, tef'il babından çoğul emir kipidir. Bu kelimenin mastarı olan “tahrik” kelimesi, “ateşlendirme” anlamıyla Türkçeye de geçmiştir. Bir de “hareket” kökünden gelen “harekete geçirme, kışkırtma” anlamında “tahrik” kelimesi vardır. Kaf ve kef harfleri, Türkçede sadece “k” harfiyle ifade edildiğinden karıştırılabilmektedir. Hz. İbrahim’in kavminin bu teklifi kabul edip etmediği ayetlerde ifade edilmemiştir. “Öncekiler gibi bunu da yakın!” yerine “Eğer yapabilirseniz onu yakın!” ifadesi, bu infazın gencin suçu ile orantılı olmadığının itirafı gibidir. Ayrıca, bu cezanın standart bir infaz olmadığını da gösterebilir. Burada, Genç İbrahim’in haklılığından etkilenenlerin olabileceği ihtimalini gören meleklerin büyük bir gözdağı ve abartıyı teşvik ettikleri anlaşılmaktadır. Yoksa bir kişinin infazı için bu kadar büyük bir hazırlığa ve hararete ihtiyaç yoktur.
İbranilerde en çok kullanılan infaz, taşlayarak öldürmeydi. Yakma, istisnai bir uygulamaydı ve yalnızca iki durumda görülürdü. Bunlardan biri bir rahibin kızının fahişelik yapması, ikincisi ise bir kişinin ensest ilişkide bulunmasıydı. Babil Sami dilinde çivi yazısıyla yazılan yazıtlarda, ölüm cezası 34 değişik biçimde uygulanıyordu: Suda boğma, kazığa oturtma, kesme, asma, ateşe atma bunlardan sadece bazılarıydı.
69- Biz dedik ki: “Ey ateş! İbrahim’e serin ve selâmet ol.”
Burada ateş ile konuşanlar kimlerdir? Ateş, Allah’ın ona önceden belirlediği fıtratı değiştirme gücüne ve iradesine sahip midir? Ateş yakmazsa artık ona ateş denir mi? Ayette “Ey ateş, İbrahim’i yakma! Ey İbrahim’in bedeni, sen de yanma!” yerine “Serin ve selamet ol!” diye iki durum neden sayılmıştır? Bu ayetler, tarihte ve günümüzde zulme uğrayıp bombalar altında diri diri yakılan ve işkencelere maruz kalanlara ne der? Buruç suresindeki hendek ashabı veya masum çocuk ve bebekler neden bu muameleden muaf tutuldu?
Serin diye meal verdiğimiz “berd” kelimesinden maksat, rahatlatan ve ateşin hararetini gideren şeydir. Kurân’da cehennemliklerin bir serinliğe ulaşamayacağı anlamında Vakıa 44 Nebe 24’te zikredilir.
Selamet ise esenlik, kaygı, tasa ve tehlikeden uzak olma, güvenlik içinde olup kurtulma hâlidir. Putçu mollaların “Yapabilirseniz onu yakın!” kışkırtmasına rağmen Genç İbrahim zarar görmemiş(berd), arkasından kurtulmuştur(selamet). Yani önce ateşin hararetinden serin olmuş, arkasından infazdan uzaklaşmış ve selamet bulmuştur. Peki, o kadar büyük ve hararetle yanan bir ateş nasıl serin olabilir ve Genç İbrahim’in kurtuluşuna/selametine nasıl vesile olabilir?
Burada ateşin bir infaz şekli olarak seçilmesi çok ağır ve canice bir tercihtir. Belki de bu gencin kırbaçla cezalandırılması veya şehirden sürgün edilmesi benimsenseydi, ceza infaz edilebilecekti. Ancak ateşte cayır cayır yakma düşüncesi ve teklifi, onun kurtuluşuna vesile olmuştur. Ateş fikri, İbrahim’e serin ve selamet vesilesi olmuştur. O nedenle ateşe bir hitap vardır. Ateşe yapılan hitap, ateş ile yakma fikrine verilmiş bir cevap gibi durmaktadır. Bu fikre verilen cevabın tekil değil “biz” şeklinde çoğul olması, “biz”in içine gencin yakılarak infaz edilmesini istemeyenlerin tamamının girdiğini gösterir.
Bu karşı duruş sayesinde Genç İbrahim, ateşe hiç yaklaşmamış (serin) belki de günler öncesinden şehirden gizlice kaçıp selamete kavuşmuş olabilir. Kurân'daki bu öz anlatım ve sonrası, Genç İbrahim’in tıpkı Hz. Muhammed gibi gizlice hicret edip kurtulduğunu anlatan veciz bir ifadedir.
Zira ateşe “Yakma!” veya İbrahim’in bedenine “Yanma!” şeklinde bir emir olmadığı gibi, ateşe atıldıklarına dair açık bir ayet de yoktur. 68. ayette “Eğer yapabilirseniz onu yakın!” şeklindeki ifadeden de anlaşılmaktadır ki, Genç İbrahim’in suçu sabit değil, hatta insanları korumaya çalıştığı için ona karşı bir sempati de oluşmuş olabilir. Putçular kendi hatalarını Genç İbrahim’e bu kadar hunharca ve canice yıkmayı istemeselerdi, belki de ateşe atma fikri hiç gündeme gelmeyecek ve ona selamet vesilesi olamayacaktı. Devam eden ayet, putçu melelerin sırf kendi çıkarları için genç ve masum birine kurdukları plânın ve tuzağın boşa çıktığını şöyle ifade edecektir:
70- Ve ona plân kurmayı irade ettiler. Fakat biz, onları daha çok hüsran da kıldık.
Burada “keyd” denen o hileli plânı kuranlar, kavmindeki putçu mollalardır. Plânları, çatlak sesleri susturmak ve dik başlar çoğalmadan hunharca bir tedbirle şirk sistemini devam ettirmekti. Zaten müşriklerin zalim olmasının bir sebebi de baskıcı ve bağnaz tutumlarıdır. Bunu da şu ifadelerden öğrenmekteyiz: “Buna rağmen onun kavminin cevabı: 'Onu öldürün veya yakın!' demekten başka bir şey olmadı. Bunun üzerine Allah, onu ateşten kurtardı. Bunda muhakkak ki, mümin olan bir kavim için elbette ayetler vardır.” (Ankebut: 24)
Amacımız, bu kıssadaki ayet ve işaretlerin peşine düşüp doğru hisseleri alabilmektir. Buradaki ayetlerden biri, onların “Onu öldürün veya yakın!” demekten başka bir şey yapamamalarıdır. Bu yüzden muratlarına erememişlerdir. Ankebut suresi 24’te, “Onu öldürün veya yakın!” şeklinde bir teklifin olduğu anlaşılmaktadır. Öldürmek ile yakmak, ayrı ayrı infaz şekilleri mi? Yani “Onu recmedin veya yakın!” denseydi, iki farklı infaz şeklinden bahsediliyor olurdu. Ancak burada, öldürmenin dışında “Onu yakın!” ifadesi bir alternatif olarak zikredilmiştir. Ayette bir kısmı “Onu öldürün!”, bir kısmı “Onu yakın!” şeklinde iki farklı görüşten de bahsedilmemiştir. Yakmak, acaba dağlamak gibi bir işkence yöntemi mi? Her ne olursa olsun, halkı galeyana getiren putçu mollaların muratlarına eremedikleri “hüsran” ile anlatılmıştır. Hüsran; umulan, beklenilen bir şeyin elde edilememesinden duyulan hayal kırıklığıdır.
Hz. İbrahim’in, detayları verilmeyen bu durumdan burnu bile kanamadan, sağ salim kurtuluşu “selamet” kelimesiyle anlatılmıştır. Anlaşılan o ki, infaz için ateşle cezalandırma teklifi ne yönetimde ne de halk nazarında bir karşılık bulabilmiştir. Putçu olan baba Azer ise, Genç İbrahim’i yakmakla değil, recmetmekle tehdit etmişti (Meryem: 46).
Hz. İbrahim, muhtemelen “biz” denen onu sevenlerin ve Hz. Lut’un yardımı ile bu infazdan kurtulmuş ve kavmini terk edip selamete kavuşmuştur. Bir sonraki ayette Hz. Lut’tan bu nedenle bahsedilecektir. Özetle, onların Genç İbrahim için yapabildikleri tek şey, onun hakkında ölüm fetvası vermek olmuştur. Fakat Genç İbrahim’in ateşle infaz teklifi, onun hayrına vesile olmuştur. Hz. İbrahim, bu tuzaktan kurtularak Babil İmparatorluğu’nun başkenti Ur şehrini terk etmiştir. Böylece, Hz. Muhammed’in şehri terk etmesi gibi İbrahim de şehri terk ederek iyilikten ve merhametten anlamayan bu putçulardan kurtulmuştur. Sadece fetvada kalan infaz fikri hayata geçemediği için, ateşte yakma hayali putçulara hüsrana dönüşmüştür.
71- Âlemler içinde bereketli kıldığımız yere, onu ve Lût’u kavuşturarak kurtardık.
Tefsirlerde Hz. İbrahim’in, eşi Sare ve yeğeni veya amcazadesi Lut ile birlikte, putperestlerin elinden kurtularak bereketli bir ülkeye ulaştıklarından bahsedilmiştir. Ancak ayetlerde Genç İbrahim’in evli olduğu gibi bir detay yoktur. Tevrat’ın Tekvin 11/31’de bu tarz detaylar verilmiştir: “Avram’ın karısı olan gelini Sara’yı yanına aldı. Kenan ülkesine gitmek üzere Keldanilerin kenti Ur’dan ayrıldılar. Harran’a gidip oraya yerleştiler.”
Oraya “mübarek” denilmesinin sebebi, çok verimli, mahsullerinin ve ırmaklarının bol olmasının yanında, oradakilerin bağnaz ve sığ görüşlü olmadıkları şeklinde de anlaşılabilir. Tevhid, ancak yeni fikirlere hoşgörülü ve özgürlükçü toplumlarda gelişip kök salabilir.
Hz. Muhammed de, çevresi bereketli kılınan uzak mescide hicret edecektir (İsrâ: 1). Bu ayetlerin tamamı, yaklaşan hicreti müjdeliyor olabilir. Dip mesaj olarak İbrahim kıssası, Hz. Muhammed’e “Sen de yanına Ebubekir Sıddık’ı alarak tıpkı Hz. İbrahim ve Hz. Lut gibi terk et buraları!” mesajını taşıyor olabilir. (Allahualem!)
72- Ve ona, İshak’ı ve nafile olarak Yakub’u hibe ettik. Ve hepsini salihler kıldık.
Nâfileten; gönüllü olarak, boynuna borç olmadığı hâlde ilaveten yapılanlar demektir. Hz. İshak’ın soyu Hz. Yakup ve Hz. Yusuf üzerinden devam ettiği için nafile kelimesi seçilmiş olabilir. Nafile kelimesi gönüllü yapılan ibadetler manasında da kullanılır (İsrâ: 79). Hz. İbrahim İsmail’i beklerken ona nafile olarak İshak ve soyu hibe edilmiştir.
Salih olmak yaşadığı yeri ıslah edebilme kabiliyeti ile orantılıdır. Tüm sayugayrete rağmen o toplum ıslah olmuyorsa Allah’ın arzı geniştir.
73-Ve onları, emrimizle hidayeti gösteren imamlar kıldık. Ve onlara, hayırlar işlemeyi, salatı ikame etmeyi ve zekât vermeyi vahyettik. Ve onlar, bizim kullardandı.
Bu ayetin son cümlesinde ciddi bir meal hatası yapılmaktadır. Bu hata, Kurân’ın en temel ilkesi olan tevhit akidesine ters düşen bir hatadır. Meallerin hemen hemen hepsinin “Onlar bize kulluk ettiler/ibadet edenlerdi.” şeklinde veya buna yakın olduğu görülecektir.
Bu meallerden açıkça anlaşılmaktadır ki “Bize kulluk ederler, taparlar veya bize ibadet ederler.” şeklindeki her çeviride, müellifler tevhide aykırı bir cümle kurduklarını fark etmemiş olabilirler. Zira onlar için “biz” veya “ben” denmesinin arasında bir fark yoktur. Biz ile “Allah’ın azameti ve yüceliği anlatılır.” zannı ve yorumu meallerdeki hataların sebeplerinden sadece biridir. Oysa Kurân’ın hiçbir yerindeki “biz” zamiri saygı ve yüceliği ifade etmez. Zira saygı ve yüceliği anlatan birçok kelime ve müstakil esmalar zaten vardır. Kaldı ki, Allah bazı ayetlerde saygı, yüceliği ve azameti bir kenara mı bırakıyor da -Bakara 168’de olduğu gibi- “ben” diyor? Bazı ayetlerde tevazu gösterip bazılarında -hâşâ- tevazuu bir kenara mı bırakıyor?
Yapılan bir yorumun Kurân bütünlüğünde bir karşılığı olmalıdır. Yoksa durumu çelişkilerle geçiştirmekten başka bir şeye hizmet etmez. Bu meallerin ifade ettiği aslında Mekkeli müşriklerin şirk inancının temelini oluşturan bir inanç akidesidir. Müşrikler Allah’a inanır, ancak onun astındaki aracılara kulluk eder, onlara ibadet eder ve onlarla birlikte “biz” denen şirkete taparlardı.
Oysa melekler de insanlar da sadece Allah’a kullukla mükelleftir. “Ve Ben, cinni ve insi kul olmaktan başkası için yaratmadım.” (Zâriyât: 56) Kurân, kula kulluğu haram kılmıştır. Vahyin ve ayette sayılan diğer ibadetlerin amacı da budur. Kurân’ın en hassasiyetle durduğu tevhit maddesi ile verilen meallerin çelişkisi ortadadır. Fatiha suresinde “Yalnız size kulluk ederiz.” diye bir mana yoktur. Kurân’da Allah’tan başka kulluğa ve ibadete layık hiçbir ilahın olmadığı kelimeyi tevhitle defaten emredilir.
Peki, bu ayette anlatılan “bize” (لَنَا) kimdir? Bu ayette fiil olarak değil, isim olarak geçen “abidin” ne demektir? Öncelikle burada “bize” değil, “bizim” anlamında “lena” kullanılmıştır. “Abit” ise “ibat”, “na,nabu” gibi “a-b-d” kökünden oluşan “kul”, “kulluk”, “ibadet eden” vs. Kurân’da 275 kez geçer. Fiil formunda geçen her yerde sadece Allah’a kulluğu anlatırken, isim olarak geçtiği yerlerde bir grubun sıfatı olarak ifade edilmiştir.
Bu “abitler” bizim kullarımızdır veya kullarımızdandı. Bu ifadenin mana bakımından “bize kulluk edenler” ile arasında derin bir fark vardır. Ayette anlatılan abitler, insanlara liderlik yapan, hayırlarda yarışan, salat denen ibadetlerin hakkını verip onlarla dirilen ve arınmak için ödenmesi gereken bedeli içlerinden gelerek verenlerdir. Yani bunlar, Allah’ın hizbinde olan imamlardır. “Onlar bizim kullarımızdan oldular.” şeklindeki meal, ayetin iç bütünlüğüne ve Kurân’ın geneli ile uyumlu bir çeviri olacaktır. “Onlar bizim safımızda/bizden olan imamlardı.” “Bizim takımdandılar.” gibi bir dip mana verilmektedir.
Topluma örnek olan imamlar, öncelikle hayırlar işlemeyi, ardından ibadetlerini ikame etmeyi ve zekâtlarını vererek arınmayı vahiyden öğrenip hayırlı (bizim) kullardan olmuşlardır. Tabii ki bu gerçek kullar zümresine dâhil olmalar, Hz. İbrahim kıssasında da anlatıldığı gibi bir süreç ve farklı unsurların araya girmesi ile gerçekleştiği için ayette “bizim” gibi çoğul bir kullanım seçilmiştir. Bu da Kurân’daki diğer “biz” kullanımları ile uyumlu bir anlatımdır. Makbul bir kulluk için olması gereken en temel unsurlar burada özetlenmiştir.
Bazılarının yaptığı gibi, buradaki “zekât” kelimesi ile ahlâki temizliğin kastedildiğini ileri sürmek bize göre isabetli değildir. Çünkü Kurân’da ahlâki temizliğin kastedildiği yerlerde “tezkiye” (arınma) kavramı, cümle içinde yalın hâlde “zekâ” fiili ve türevleriyle ifade edilmiş, “zekât’ın” söz konusu olduğu yerlerde ise kelimenin yanına “i’ta” (vermek) fiili getirilmek suretiyle “Zekâtı verin!” şeklinde ifade edilmiştir (Neml: 3, Arâf: 156, Lokman: 4).
74- Ve Lut'a hikmet ve ilim verdik. Çirkinlikler yapan kasabadan onu kurtardık. Muhakkak ki onlar, fasık olan kötü bir kavimdi."
Habâis, Müfredat’ta kötülük ve alçaklık yönünden kerih görülen somut veya soyut şeyleri tanımlar. Hz. Lut, hem Hz. İbrahim ile tevhit ehline zulmeden kendi kavminden hem de gittiği kavimdeki kötülük ve ahlâki çirkinliklerden; salihlerden olduğu için kurtulmuştur.
75- Ve onu rahmetimizin içine dâhil ettik. Muhakkak ki o, salihlerdendir.
Salih olabilmenin iki faydasından birincisi, kişinin kendine; diğeri, yaşadığı toplum ve çevreyedir. Salih olan biri, yapıcı ve onarıcıdır. Sulh ve selamet için çalışır ve seçimlerinde ıslahı gözetir.
Salih bir birey olmanın iki şartından birincisi hikmet, diğeri ilim sahibi olmaktır. İkisi bir arada bulunmalıdır. Zira hikmetsiz ilim kör; ilimsiz hikmet topaldır. Eğer edinilen ilim hikmetle kullanılıp üretilmezse oradan ıslah değil, ifsat çıkar. Dünyada yaşanan bilinçsiz bilgilenme, karada ve denizde fesadı zuhur ettirmiştir (Rum: 41). Rahmete dâhil olmanın yolu, ilimden önce ilim ahlâkı olan hikmeti kaybetmemektir. Ancak bu yöntemle Rahmân’ın merhametine dâhil olunur.
İki hicret sahibi Hz. Lut, rahmete mazhar olmuştur. Hicret arifesinde olanlara sâlihât için bundan geri adım atmamaları için seçilen bu kıssalarda hikmetli yönlendirmeler de yapılmaktadır.
76- Ve Nuh, daha önce nida etmişti. Bunun üzerine ona icabet ettik. Böylece onu ve ehlini azametli bir altüst oluştan kurtardık.
Hz. Nuh’un nidası, Müminun suresi 24-27’de şöyle aktarılır: “Onun kavminden kâfir melleler dediler ki: ‘Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Sizin üzerinizden fazlasını irade ediyor. Ve eğer Allah dileseydi mutlaka melekler indirirdi. Zaten atalarımızdan böyle bir şey işitmedik. O, ancak cinnet geçiren biridir. Artık onu bir süre gözleyin!’ Dedi ki: ‘Rabbim, beni yalanladıklarından dolayı bana yardım et!’ Böylece ona, gözümüzün önünde ve vahyimizle gemi yapmasını vahyettik.” İşte ilahi icabet, gelecek olan afete karşı tedbire yönlendirme olarak tecelli etmiştir.
Ehl kelimesi, ilk olarak aile anlamına gelir. Birçok ayette geçen ehl, sadece kan bağıyla oluşan aile değil, benzer sonucu hak eden, aynı yolda yürüyen arkadaş grubu anlamına da gelmektedir. Zira Allah, Nuh’un oğlunu ve eşini ehlinden saymamıştır (İnşikâk: 9, Neml: 57).
Kerb kelimesinin aslı, yerin eşilmesi, toprağın altüst edilip sürülmesi anlamına gelen “kirb” sözcüğüdür. Üzüntü de insan nefsini bu tür bir altüst oluş durumuyla yüz yüze bırakır. Buna göre, üzüntünün “el-kerb” olarak isimlendirilmesi, duygu ve düşüncelerin çözümsüz kalıp düğümlenmesinin sonucudur. Kerbela, üzüntü ve sıkıntı veren bela manasında bu köktendir. Tufan, azâmetli bir altüst oluşa sebep olmuş, sadece tedbir üreten Hz. Nuh ve ona güvenenler kurtarılmıştır. Sığ ve aşağıda görülenler kurtulmuşken, kendini baş görenler yerin dibine geçmiştir.
77- Ve ayetlerimizi yalanlayan bir kavme karşı ona yardım ettik. Muhakkak ki onlar, kötü bir kavim oldu. Böylece onların cümlesini boğduk.
Buradaki yalanlanan ayetler, kevni olan tufan ayetidir. Yaratılış ile alâkalı bu doğa olayına karşı tedbir alan Nuh ve ona inananları, ayak takımı olarak görenler yalanladığı için kurtulamamışlardır. Yalanlamalarının temel sebebi de, ayette kavmin kötü bir kavim olması şeklinde gerekçelendirilir. Kötüler nasihati dinlese de gereğini yapmadıkları için ondan nasipleri olmaz.
78- Davud ve Süleyman, bir kavmin koyunlarının yayılıp otladığı ekinler hakkında hüküm veriyorlardı. Ve biz, onların hükmüne şahittik.
Bu olaya Kitab-ı Mukaddes’te ve Yahudi eserlerinde değinilmemiştir. Bazı müfessirler, “Kurân’da ve sünnette bu ayetlerde geçen olayın ayrıntısına dair hiçbir bilgi yoktur.” gibi iddialarda bulunmuş ve boşlukları hikâyelerle doldurmuşlardır.
Nefeşet fiili, koyunların çobansız iken herhangi bir yerde otlamaları demektir. Yani o koyunlar dağılıp başkasının zirai ürünlerine, ekinine zarar verip ifsat etmeştir. Kurân’da dağların son saatte atılan yünler gibi dağılmasından bahseden Kâria 5’te de aynı kök kullanılır.
Ayetteki “kavmin koyunları” ifadesinin “o zaman yöneticisiz olan toplumun genel durumunu resmetmek” anlamına geldiğini söyleyenler de olmuştur. Nitekim zamanın İsrailoğulları Tevrat’ta da dağılmış, çobansız koyunlar olarak nitelenmiş (I. Krallar 22/17), ülkelerine otlak denmiş; ikisine birden de “Rabbin otlağının koyunları” tabir edilmiştir (Yeremya 23/1-5). Ancak tahrif olan ehlikitabın kaynakları, hem resulleri hem onlara inanan insanları aşağılamayı benimsediği için bu benzetmelerin Kurân tarafından tasdik edildiğini söylemek hatalı olur. Zaten bu olayda bir benzetme edatı ayetlerde kullanılmamıştır. Sürü ve zirai ürünler, bilinen/zahiri manalarında kullanılmış ve bir teşbih veya mecaz yapılmamıştır. Kurân’ın mufassal özelliği gereği, bir konu bir yerde açıklanmadıysa veya özet olarak hatırlatılmışsa mutlaka daha önce inmiş başka ayetlerde detaylandırılmıştır.
Hz. Davut ve koyun sahiplerinin davasından Sad suresinde ayrıntılarıyla bahsedilmiştir. Enbiya suresinde iki kardeşin nasıl bir ortaklık sonucu hasım hâline geldikleri konusu hatırlatılıp bir özet yapılır.
Sad suresindeki pasaj şöyledir: “Ve o hasımların haberi sana geldi mi? Mihrâbın duvarına tırmanıyorlardı. Davud’un yanına girdikleri zaman onlardan korktu. 'Korkma! Biz birbirinin hakkına giren iki hasımız. Artık aramızda sen, hak ile hükmet! Aşırı gitme! Bizi düz yola ulaştır! Gerçekten bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var ve benim bir koyunum var. Buna rağmen, Onu bana ver, dedi. Ve bana hitabı ile üstün geldi. 'Doğrusu, senin koyununu kendi koyunlarına katarak sana zulmetmiş ve muhakkak ki ortaklardan çoğu, mutlaka birbirlerinin hakkına tecavüz eder. Ancak inanan ve salih amel yapanlar müstesna. Onlar da ne kadar az!' dedi. Ve Davud, onu denediğimizi zannetti. Böylece Rabbinden mağfiret istedi ve rükû ederek yere kapandı ve yöneldi. Artık bu konuda ona mağfiret ettik ve muhakkak ki onun, katımızda elbette yüksek bir değeri ve güzel bir geleceği vardır. Ey Davud! Muhakkak ki biz, seni yeryüzünün halifesi kıldık. Bunun için insanlar arasında hak ile hükmet! Ve hevaya tâbi olma! Aksi hâlde seni, Allah’ın yolundan saptırır. Muhakkak ki Allah’ın yolundan sapanlar için hesap gününü unutmaları sebebiyle şiddetli azap vardır.” (Sad: 21-26)
Sad ve Enbiya suresinde anlatılan ve her iki konuda da Hz. Davut’un koyunlar hakkında hüküm verdiği bu iki anlatı, tek bir olay gibi durmaktadır. Zira burada zikredilen nebiler gibi Hz. Davut ve Süleyman kıssalarından özet olarak bahsedilip Hz. Eyüp’e geçilecektir.
Bu iki kardeşten biri tarımla, diğeri hayvancılıkla geçimini sağlamaktadır. Enbiyadan suresinden anladığımız tarla sahibinin ekinlerine çobansız sürü yayılıp zarar vermiştir. Bu zararın tazmini için tarla sahibi, koyunlardan birine el koymuştur. Ancak sürü sahibi onu tartışmada yenip ekinlerin zararına karşı el koyduğu o bir koyunu da geri alınca kardeşler hasım olmuşlardır. Zaten kökeni çok eskilere dayanan borçlar kanununun 68. maddesi, bir kişinin hayvanı, başkasının taşınmazı üzerinde bir zarar verdiği takdirde, taşınmazın sahibinin o hayvanı yakalayabileceğini ve zararı giderilinceye kadar alıkoyabileceğini yazar.
Bu münferit olaya karşı, idareci konumundaki Hz. Davut’un hassasiyeti ve bu hassasiyeti bir sonraki nesil olan Süleyman’a fehmettirmesi, bir yönetimin nasıl adalet temeli üzerine kurulması gerektiğini öğreten güzel bir örnekliktir. M. Akif Ersoy'un dediği gibi "Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu/Gelir de adl-i ilahi sorar Ömer’den onu" bu dizeler, Kurân’ın oluşturduğu tasavvurun bir yansıması gibidir. Hz. Davut’un aldığı bu ders, nesiller boyu devam etmiş olmalı ki oğlu Hz. Süleyman da aynı cümlede zikredilmiştir.
79- Böylece onu Süleyman’a fehmettirdik. Ve hepsine hikmet ve ilim verdik. Davud’la beraber tespih eden dağları ve kuşları musahhar kıldık. Ve yapanlar, bizdik.
Fehmetmek anlamındaki "fehhem" kelimesi, Kurân'da sadece bu ayette geçer. Kökü olan “f-h-m”, Müfredat’ta hissedilen anlamların kendisiyle anlaşıldığı, insana ait bir hâl olarak tarif edilir. Yönetimde Hz. Muhammed’in adaletinin temelini oluşturan, Hz. Davut ve Hz. Süleyman’ın Kurân'da anlatılan örnekliğidir.
Hz. Davut ile dağların ve kuşların tespihi, hepsinin yaratılış amaçlarına uygun davranıp kullanılmaları ile alâkalıdır. Ayetteki "cebel" ve "tair" kelimelerine atfedilen fiil müzekker bir fiildir. Arapçanın temel kurallarından biri şudur: Fiil müzekkerse, eylemi yapan varlık akıllı ve iradeli olmalıdır. Bu durumda şu sonuç çıkar: "Cebel" madenciler ve "tair" de kuşları haberleşmede kullanan kuşçulardır (Hüdhüd kıssası, Neml: 17-30).
Hz. Davut’a dağların musahhar kılınması, demir madenlerinden elde edilen cevheri yumuşatıp zırh yapmasıdır. Kuşların musahhar kılınması ise, istihbarat ve haberleşmede haberci kuşların kullanılmasıdır.
Bir resulün gelme amacı, sulh ve selamet olan İslam’ı hâkim yaşam tarzı olarak teklif etmektir. İşte bu tebliğ ve davet, elçisi olduğu es- Selam’a yapılan hamd ile tespihidir. Sulh ve selamet için demir cevherini kullanması ve ani baskınları önceden haber alabilmek için kuşlardan oluşan bir istihbarat ağı kurması, Hz. Davut ve Hz. Süleyman’ın yönetim ve iktidar gücünün sacayaklarıdır.
80- Ve ani baskınlardan koruyan yelek sanatını sizin için ona öğrettik. Öyleyse siz şükreder misiniz?
Dağlardan zırh yapımı için demir madeninin çıkarılması ve yumuşatılması, ani baskınlar ile gâfil avlanmamak için kuşların istihbarat ve haberleşmede kullanılması, şükür gerektiren -Allah’tan- bir nimet olarak tarif edilmiştir. Bu ayette bahsedilen konu, nüzulde daha önce inen Nahl 79-81’de detaylı anlatılmış, burada ise konu özet olarak hatırlatılır. Her nimetin şükrü kendi cinsindendir. Hz. Davut ve Hz. Süleyman’a verilen hikmet ve ilmin şükrü insanları yaşatacak savunma sanatını geliştirmeleri ile olmuştur.
Peygamberlerden, saldırı amaçlı değil, sadece savunma ve yaşatma amaçlı bir yol tutulması istendiği anlaşılmaktadır. Yani resullere, öldüren bir silah veya bomba değil, yaşatan bir teknik öğretilmiştir. Hayatı korumaya yönelik her adım, ayette şükür olarak tarif edilir. Söz konusu insan hayatı olunca, kılı kırk yarmak nebevî bir sünnettir. Ayrıca Hz. Davut’a öğretilen sanat onun emir ve hükümler yağdıran bir kraldan ziyade sahada konuya hâkim bir pozisyonda tarif eder. Dolayısıyla bu bağlamda söylenebilir ki imamlar da sadece namaz kıldırarak veya dini anlatarak para kazanamaz. Bize örnek olan her resulün, insanlara faydalı, salih, dünyevi meslek ve zanaatları vardı. Islahı, sulhu, yaşatmayı ve mahlûkatı korumayı hedefleyen her meslek, dünyalık iaşe temini yanında birer şükür vesilesidir ve birer salih ameldir. Ayette herkesin ıslahı ve sulhu hedefleyen meslekler yapmasına dair işaretler de vardır. Herkes elinin emeğini yemeli; birilerinin sırtından, dinden, diyanetten değil, hayatını alın teri ile kazanmalıdır.
Yunus Emre’nin dediği gibi;
Süleyman zembil ördü, kendi emeğin yerdi;
Anınla buldular anlar peygamberliği.
Gel imdi miskin Yunus, nen var Hakk’a harc eyle;
Gördün elinden gider, bu dünyanın varlığı.
Allah, Hz. Davut'u demiri kullanmada usta kılmış ve özellikle korunma amacıyla ona zırh yapma sanatını -biz kullanımından dolayı- bir süreçle ve farklı unsurların araya girmesi ile öğretmiştir. Bu gerçek, arkeolojik ve tarihi araştırmalarla da desteklenmektedir. Çünkü bu araştırmalara göre demir devri, M.Ö. 1200 ile 1000 yılları arasında başlamıştır ve bu da Hz. Davut’un yaşadığı döneme denk gelmektedir. İlk önce Suriye ve Anadolu’da, M.Ö. 2000-1200 yılları arasında yaşayan Hititler, demiri eritip şekil vermek için bir metot icat etmişler; fakat bunu diğer insanlardan gizlemişlerdir; bu nedenle de demir yaygın bir kullanıma geçmemiştir. Daha sonra Filistinliler bunu keşfetmiş fakat yine bir sır olarak saklamışlardı. Hükümdar Seul’den/Talut’dan önce İsrailoğullarının Hititler ve Filistinlilere defalarca yenilmesinin en önemli nedeni, düşmanın savaşlarda demiri saldırı maksatlı kullanmasıydı.
Kitab-ı Mukaddes’te, Davud’un savaşta kullanılmak üzere demiri eritme ve kullanmada usta olduğunu belirtir (Yeşu, 17: 16; Hâkimler, 1: 19, 4: 2-4). Ancak zırh sanatı, Hz. Davut ile sınırlı kalmamış; önce Hz. Süleyman, ardından bir sonraki ayetin delaleti ile gemilerle diğer mazlum halklara canlarını ve mallarını yağma ve talanlardan korumak için gemilerle gönderilmiştir. Zaten limanlardaki demir ocakları bunun bir neticesi olabilir.
Akabe Körfezi’nde, Elat’ın yakınlarında, Hz. Süleyman zamanında bir liman olan “Ezion-Geber”de yapılan kazılarda açığa çıkan bir ocağın, bugünkü modern eritme fırınlarında kullanılan ilkelere uygun bir şekilde inşa edildiği anlaşılmaktadır.
81- Ve güçlü esintiler Süleyman için bereketli kıldığımız yere onun emriyle akardı. Ve biz her şeyi bilenlerdik.
El-‘Āsifāt, "asf" kökünden türemiş bir ismifaildir. Bitkilerin kuru yapraklarının rüzgâr etkisiyle savrulması da Arapçada bu kelimeyle ifade edilmiştir (Fil: 5, Rahmân: 12). Daha sonra, bitkilerin kuru yapraklarını, samanı, tozu, toprağı savuran ve koparan kuvvetli rüzgâra (fırtınaya) da asif/asifet denilmiştir. Kurân’da şu ayetlerde fırtına anlamıyla yer almıştır: Yunus 22, İbrahim 18, Enbiya 81. Hz. Süleyman’ın yelkenlileri, tıpkı bir yaprağın rüzgârda hızla ilerlemesi gibi su yüzeyinde akmaktadır.
Hz. Süleyman, babasının geliştirdiği demiri savunmada kullanma teknolojisini, gemilerle mazlumlara ulaştırmıştır. Bu, limanlardaki demir ocaklarından anlaşılmaktadır. İslam peygamberleri, insanı yaşatmaya yönelik her adımı paylaşmışken, yok etmeye yönelik her silahı mahkûm etmişlerdir. Hz. Süleyman’ın ana akım rüzgârları çok verimli kullandığı şu şekilde aktarılır: "...bir aylık mesafeyi kat eden rüzgâr, Süleyman içindi."(Sebe: 12) Rüzgâra ve dalgalara karşı değil, onları arkalarına alıp hızla ilerlemeleri, doğal güçler ile savaşarak değil, onlara teslim olarak ağır yükleri verimlilikle nasıl taşıdıklarına dikkat çekilmiştir.
Nitekim Ana Britannica Ansiklopedisi de, Süleyman peygamberin denizcilikte ulaştığı noktayı şu cümlelerle aktarır: Hiram ile Hz. Süleyman'ın ortak deniz ticaret filosu, o çağda bilinen denizlerin neredeyse en uç noktasına ulaştı. Düzenli seferlerin bazıları, gidiş dönüş üç yıl sürüyordu. Tabii ki, değerli bir ürünün taşınması kadar onun güvenliğini sağlamak da önemlidir. Bu sorunu Hz. Süleyman şöyle çözmüştür:
82- Ve şeytanlardan onun için denize dalanlar ve bundan başka işler yapanlar vardı. Ve onları muhafaza eden bizdik.
Burada muhafaza edilen, Süleyman’ın emriyle akan giden deniz filolarıdır.
“Ğavs” suyun altına inmek demektir; “suya battı” anlamına da gelir. Bir şeye hücum edene de denilir. “El-Ğavvâs” ise, inci çıkarmak üzere denize dalan kişi demektir. Bu işin yapılmasına da “el-ğıyâse” denilir.
Süleyman peygamberin emri altında olan kişiler için bazı ayetlerde (Neml: 17, Sebe: 12), yabancı/cin kelimesi kullanılmıştır. Bazı ayetlerde de (Sâd: 37, Enbiyâ: 82, Bakara: 102) ise şeytan kelimesi geçer. Denizcilikte mahir olan Fenikelilerin tamamı değil, suça ve günaha bulaşanlar, Hz. Süleyman tarafından kamu hizmetleri ile cezalandırılmış olabilir.
Yani, bu ayetlerde cin ve şeytan olarak nitelenenler, aslında az görülen yeteneklere sahip olup bunları gasp ve çeşitli suçlarda, yani şeytanlıkta kullananlardır. Zaten şeytan, bir tür veya farklı bir yaratığın ismi değil, bir sıfattır. Kötülüğü yapıp haktan sapmayı alışkanlık hâline getiren herkes, her zaman şeytan sıfatını alabilir.
Ayetteki şeytanlığa kafası çalışan yabancı işçilere, Sebe 12’de de değinilmiştir. Ve sabah gidişi bir aylık, akşam gelişi bir aylık mesafeyi kat eden rüzgâr Süleyman içindi. Katranı kaynağından onun için akıttık. Ayrıca, yabancılardan Rabbinin izniyle onun emrinde çalışanlar vardı. Bunlardan kim, emrimizden çıkarsa ona çılgın bir ateşin azabını tattırırız.
Şeytanlığa hizmet eden bu korsanların, Hz. Süleyman’ın emrinden çıkarak kamu hizmeti cezalarını tamamlamaları hâlinde karşılaşacakları azap tarif edilmiştir. Bu azap hem dünyada hem de cehennemde çılgın bir ateş azabıdır.
Bazı suçluların, kamu hizmetlerinde gizlilik ilkesi ile çalıştırılması, günümüzde de uygulanan verimli bir cezalandırma yöntemidir. Suçlu, hem kamuya karşı işlediği zararı hizmetiyle telafi etme imkânı bulur hem de suçluyu hapsedip beslemek gibi bir külfet en aza indirilmiş olur.
Hz. Davut, Filistin’de 12 kabileden oluşan birleşik bir krallık kurmuştu. Hz. Davut, devletin ihtiyacı olan askeri ya da başka işler için istihdam ettiği insanları, ağırlıklı olarak kendi milletinden seçiyordu. Hz. Süleyman döneminde ise devlet büyümüş ve dışarıdan gelen asker ve sanatkârlar artmıştır.
83- Ve Eyyub Rabbine nida etmişti: “Muhakkak ki, bana bir zarar dokundu. Ve sen, erhamurrâhimînsin”
Enbiya suresindeki her nebi örnekliği, bir sıkıntı ve zorluktan kurtuluş hikâyesidir. 48. ayette Hz. Musa ve Harun’un zorba bir yönetimden nasıl kurtuldukları anlatılır. Ardından, 51. ayette, Genç İbrahim’in şirkin kültüründen ve ateş infazından kurtulmasına, 71. ayette Hz. Lut’un da İbrahim ile birlikte yaptığı hicrete değinilir. 76. ayette, doğal afetle helâk olan kavimlerin atası olarak Hz. Nuh’un afetten kurtuluşu hatırlatılır. 78. ayette ise Hz. Davut ve Hz. Süleyman üzerinden, yönetim ve iktidarın bir belaya ve musibete dönüşmemesi için gerçekleştirilmesi gereken kararlardan bahsedilir. Hevadan hakkaniyete ve nefisten adalete yapılan yönetimsel hicrete değinilir.
Şimdi de, bedeni saran zarar ve hastalık belasına karşı nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiği ve şifa aramak için yollara düşen Hz. Eyyub hatırlatılmıştır.
Hz. Eyyub’un Rabbine seslenişini -daha detaylı olarak- Sad 41’den şöyle okumaktayız: “Muhakkak ki şeytan bana yorgunluk ve azap dokundurdu.” Hz. Eyyub, Rabbine niçin şeytanın ona dokundurduğu azabın akabinde seslenmiştir? Buradaki şeytan, görünmeyen bir varlık mı yoksa aklındaki evhamlar ve şeytansı kötü duyguların bir sıfatı mı?
Fiziki hastalıklarda doğru bir inanç çok değerlidir. İnanç, insana umut verir. Her nebi, Rabbiyle olan iletişimi sayesinde bu umudu hayatın her zorluğunda diri tutmuştur. Bize örnek olan nebilerden öğrendiğimiz şudur: Rabbimizle olan bağımız, sadece darlık ve hastalık zamanlarında değil, varlık ve bolluk dönemlerinde de güçlü ve canlı tutulmalıdır. Hz. Eyyub zorluk ve sıkıntıda, Hz. Davut ve Süleyman kıssaları varlıkta ve bollukta devam eden Rabbani iletişimi kıssa eder. Buradaki iletişim hâli, her sıkıntıda Rabbe şikâyette bulunup ona yalvarmak değil, bazen de sıkıntı ve zorlukların sebepleri üzerinde düşünerek eksiği bulmaktır.
Allah, en yüce ve mükemmel değerlerin sahibidir. Bazen sıkıntı ve zorluklar, bu değerlere ulaşmamızı sağlayan kapılar olabilir. Hz. Eyyub’un sabrı, evvâb oluşu ve hastalığı sonucu kendisi ve çevresine daha faydalı bir kul hâline dönüşümü, bu sureden önce inen Sad 43 ve 44 ayetlerinde anlatılmıştır.
Hz. Eyyub, şeytani duygu ve düşüncelerin kendisini yorması ve azab etmesi üzerine, bununla başa çıkabilmek için Rabbine nida eder: “Merhamete muhtaç duruma düşen Hz. Eyyub ‘Sen, merhamet edenlerin en merhametlisisin’ der.” “Erhamurrahîmîn” sıfatı bir kıyas cümlesidir. Çevresi, eşi dostu ve birkaç kişisi kalan Hz. Eyyub’a, Allah’ın merhamet edeceği ümidini taşır. Dikkat edilirse Hz. Eyyub hastalık ve onun verdiği sıkıntılardan şikâyet etmez. Bir tür tedrici süreç ile yalnız kalmaktan yorulmuştur. Zira resullerin birinci vazifesi olan insanlara yardım, tebliğ ve davet artık bitmiş, onun yerine şeytansı kuruntular ile mücadele başlamıştır. Tam da bu anda ilahi icabet şöyle tecelli etmiştir: “Ayağını yere vur! Bu serin, yıkanılacak ve içilecektir.” (Sad: 42) “Urkud” kelimesi “Ayağını yere vur.” demektir. Bu kelimenin kökü olan “r-k-d”, Kurân’da sadece üç yerde geçer. İkisi Enbiyâ 12 ve 13’te, “süratle hareket etmesi için hayvanı mahmuzlayarak kaçmak, topuklamak” anlamındaki “yerkudûn” ifadesidir. “Urkud” emri de bu anlam çerçevesinde, Hz. Eyyûb’un zaman kaybetmeden şifa araması için harekete geçmesini, yollara düşmesini anlatır. Artık Eyyub peygamberin şifa hicreti başlamıştır.
Hastalık yüzünden iyice yalnız bırakılan, hatta karantinaya alınan birine, şeytansı kuruntu ve düşüncelerin musallat olması kaçınılmazdır. Hz. Eyyub, oturduğu yerde sağlığına kavuşamayacağını vahiyle anlayıp şifa için yollara düşmüştür. Bulduğu kaynak su ile hem dışının hararetini azaltmış hem de içerek şifa bulmuştur. Bulduğu şifalı otlar ile ailesi ve onlarla beraber bir misli Hz. Eyyub’a hibe edilir (Sad: 43, Enbiya: 84).
Hz. Eyyub, muhtemelen yaşadığı bölgedeki salgının şifasını, ilahi yönlendirmeyle ve vahiyle bulmuştur. Zira Sad 44’te, Hz. Eyyub’un sağlığına ve çevresindekilerin misliyle artışına değinilir. Bu ayetten sonra şu emir verilir: “Ve eline bir demet, al böylece vur ve haktan sapma. Muhakkak ki biz, onu sabırlı bulduk. Ne yararlı bir kuldu. Muhakkak ki o, evvâbdı.” (Sad: 44)
Dığs, yaş-kuru karışık ot veya başka şeylerin demetidir. Hz. Eyyub’un eline aldığı yaş ve kuru otlardan oluşan şifa demeti ile bir tedavi uygulayıp kendisi gibi hasta olanları iyileştirdiği sonucuna ulaşabiliriz. Zira ehli gibi bir misli hibe edilmiştir. Bu ayetlerin ardından, Hz. Eyyub’un insanlara yararlı ve faydalı bir kul olduğundan bahsedilir. Bir de, evvâb sıfatı hatırlatılır. Kelime “e-v-b” kökündendir. Gidip gidip dönmek demektir. Çiçeklerden nektar toplayan bal arısının da bir sıfatıdır. Bu şifayı, tabiattan toplayıp sırf Allah rızası için başta verdiği kulluk sözünden yani iyileşmeden önceki yemininden, haktan sapmadan insanlara ulaştırmıştır. Zaten hiçbir peygamber, hele hasta olan bir peygamber, iyileştikten sonra bu şifayı sadece kendisine saklamaz, çevresiyle paylaşır. Hz. Eyyub, şifaya öncelikle marazın nedenini keşfederek başlar.
84- Böylece ona icabet ettik. Artık ona zarar veren şeyin keşfini sağladık. Ona ehlini ve onlarla beraber katımızdan rahmet olarak bir mislini daha verdik ki kullara da zikir olsun.
Bir hastalıkta şifa için ilk şart, zarar veren şeyin tespitidir.
Ayetteki keşefna “Biz hastalığı giderdik, zarar veren şeyi kaldırdık veya iyileştirdik yerine zarar veren şeyin keşfetmesini sağladık.” şeklinde çevrilmesi daha doğrudur. Zira keşf, kapalı olanın açılması ve aşikâr olmasıdır. Müfredat’ta, insanın yüzündeki veya başka yerindeki elbisenin açılması durumu olarak anlatılmıştır. Keşifte de kapalı, gizli ve bilinmeyen bir nedenin bulunması söz konusudur. Hz. Eyyub, belki de kendisi gibi karantinada ölümü bekleyen birçok insana faydalı olmuştur. Bunu, önce hastalığın nedenini keşfederek tespit etmiş, ardından bu zararı bertaraf edecek olan şifayı tabiattan -ilahi vahiy ve ilhamlarla- toplamıştır. Kurân’ın anlatımına göre, Hz. Lokman hikmet sahibi(hakîm) iken, Hz. Eyyub sabırla şifayı arayan bir hekim gibi tarif edilmektedir. Sabır denince şu nebileri de saymak gerekir:
85- Ve İsmail ve İdris ve Zülkifl… Hepsi sabredenlerdendir.
Kurân’da 12 kez geçen Hz. İsmail, Hz. İbrahim’in Hacer’den olan oğludur. O, babası İbrahim’in yaşlılık döneminde ve bir duası neticesinde dünyaya gelmiştir. Çok küçükken, babası tarafından annesiyle birlikte Beytü’l-Harâm’ın yanına bırakılmıştır. Hz. İsmail, babası Hz. İbrahim ile birlikte hem Beyt’in temelini yükseltmiş hem de bu mekânı temiz tutmakla görevlendirilmiştir. Zira temizlik hastalıkların yayılmasında önemli bir tedbirdir ve imandandır. Diğer peygamberler gibi ona da vahiy gelmiştir. Hz. İsmail’in sabrı, canından vazgeçtiği ilk çocukluk döneminde kendini göstermiştir.
Ayetlerden öğrendiğimize göre İdris peygamber de sözüne sadık, özü sözü bir, güvenilir ve sabırlı biri olduğu için nebi seçilmiştir. “Ve Kitap’ta İdris’i de zikret. Muhakkak ki o sadıktı, nebi oldu.” (Meryem: 56) Her durumda sadakatini koruyan Hz. İdris, Rabbi tarafından yüksek bir mertebeye yükseltilmiştir. Bu yüksek mertebe, bize göre peygamberlik rütbesi ve Hz. İsmail’in de ulaştığı sabır mertebesidir.
Zülkifl ismi de, yine Kurân’da iki kez geçmektedir. Biri burada, diğeri de Sâd suresinde 48. ayettedir. İkisinde de Hz. İsmail peygamberin arkasından zikredilmiştir. Bu peygamberlerin de tıpkı Hz. İbrahim, İshak ve Yakup gibi bir soy bağının olduğunu gösterir. “Zülkifl” isminin, “sorumlu olan, ant ile bağlanan, bir şeyden veya kişiden sorumlu olmak” anlamına gelen “keffele”den geldiği ifade edilmektedir (M. Esed). Kurân’a baktığımızda birinden sorumlu olan, ona kefil olan ve vahiy alan iki kişi görmekteyiz. İlki Hz. Meryem’in bakımını üstlenen, ona kefil olan Hz. Zekeriya’dır (Âl-i İmran: 37-44). Diğeri de Hz. Musa’nın sütannesi olarak Firavun’un sarayına girip onun bakımını üstlenen ve onun yetişmesine kefil olan Hz. Musa’nın annesidir (Taha: 40, Kassas: 12). Devam eden ayetlerde (Enbiya: 89) Hz. Zekeriya’dan müstakil olarak ismen bahsedileceği için Zülkfil’in Hz. Musa’nın annesi olma ihtimali yüksek gözükmektedir.
Sabır, miskin miskin oturup beklemek değil, inandığı değerler uğruna safını terk etmemek ve direnmektir. Hz. Eyyub, sağlığı için yollara düşmüş ve keşfettiği şifayı sabırla ihtiyaç sahiplerine uygulamıştır. Hz. İsmail, babasının onu diri diri kesme kararına Saffât suresinde “Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap! İnşallah, beni sabredenlerden bulacaksın!” diyerek henüz küçük yaşında bile sabır ve metanetini ispat etmiştir. Zülkifl, nehre bıraktığı yavrusunu zalim Firavun’un eline geçtiğini bilmesine rağmen sabırla doğru anı beklemiş ve kızını onun ardından göndererek evladının yaşaması için sabredip fedakârlıklarda bulunmuştur. Bu sayılanların tamamının ayrıca salih insanlar olduklarını da şöyle okumaktayız:
86- Ve onları, rahmetimize dâhil ettik. Muhakkak ki onlar, salihlerdendir.
İlahi rahmet ve merhamete mazhar olmanın ilk ve tek şartı, salih bir kul olabilme hedefine sabırla ilerlemektir. Salih olmak, ıslah için çabalamak iken, salih olmamak ve sabırsızlık ise nelere sebep olur? İşte bir örnek:
87-Ve Zennûn, gazap ederek gitmişti. Artık ona muktedir olamayacağımızı zannetti. Derken karanlıklar içinde nida etti: “Senden başka ilah yoktur. Sen Sübhan’sın. Muhakkak ki ben, zalimlerden oldum.”
Bazı tefsirlerde genel kanı büyük bir balığın Hz. Yunus’u yutmasından dolayı Zü’n-nun, için balığın mahkûmu denir. Ancak kelime, “zu” sahiplik eki ve büyük balık anlamındaki “nun” kelimesinin birleşmesinden oluşur. Manası büyük balığın sahibidir. Diğer bir ifadeyle sahibu’l-hût, Hz. Yunus peygamberdir. Hz. Eyyub, yola düşmek zorunda kalmışken, büyük balığın sahibi olma potansiyelindeki Hz. Yunus öfkeyle yola düşüp hata etmiştir.
Kurân’da, Yunus ismi çeşitli ayetlerde geçer. Sâffât 139, Yûnus 98, Enâm 86 ve Nisa 163’de gelirken, Zü’n-nun vasfıyla Enbiya 87’de sahibu’l-hût vasfı da Kalem 48’de zikredilir.
Hz. Yunus, M.Ö. VIII. yüzyılın sonlarıyla VII. yüzyılın başlarında yaşamış olabilir. Irak bölgesinde yaşayan Asurlulara peygamber olarak gönderilmiştir. Peygamberliğini özellikle Musul civarında bulunan Ninova kentinde ve çevresinde yürütmüştür.
Hz. Yunus’un salih birine dönüştüğü Kalem 50’de özelikle belirtilir. Salih, kendisi dışındakilerin iyiliği, sulhu ve barışı için gayret eden, insanlığın faydasına ameller ortaya koyan demektir. Hz. Yunus, çevresindekilere kızgın ve öfkeli olduğu, onları uyarıp Allah’a yönelmek yerine bölgeden kaçma tutumu ile anlatılır.
Hz. Yunus’un plânı, tek başına gemiye binip sahile çıkma niyeti üzerine kuruludur. Ancak, insanların hayatı üzerindeki tasarrufu, onu riskli bir yolculuğa çıkarmıştır. Sadece kendisi için yaşayıp bencillik eden biri, asla salih sıfatını alamaz. İnsan yerine göre kendini korumalıdır. Ancak hiç kimse bu tutumu ahlâk hâline getirip başkalarının hayatını riske atamaz. Biyolojik beden, kendini koruma ve hayatta kalma güdüleriyle kodlanmıştır. Bu hayvani güdülerin güdümüne girmekten insanı üst erdemler korur. Bu temel güdü karşısında durup onu kontrol altına alabilenler ancak paylaşımcı salih ameller yapabilir. Hz. Yunus da bunu yaşayarak öğrenmektedir.
Saffât suresinde 141. ayette, gemide bir kura çekildiği ve Hz. Yunus’un ayağının kayıp denize düştüğü anlatılır. Karanlıklar içinde denize düşen Hz. Yunus, dev bir balığın ağzında kendini bulur. Bu durumu Saffat suresi şöyle anlatır: “Kendini kınarken balığın ağzında kaldı. Eğer gerçekten tespih edenlerden olmasaydı diriliş gününe kadar onun karnında kalırdı.” (Saffât: 143-144) Buradaki tespih kelimesinin kökü olan "sebeh", sözlükte yüzmek, uzaklaşmak ve kulaç atmak anlamlarına gelir.
Hz. Yunus, karanlık bir gecede, bir sebepten gemiden kayıp karanlık sularda, içindeki karanlıkla baş başa kalmıştır. Gayretiyle büyük balığa yem olmaktan kurtulup yorgun ve bitkin şekilde sahile ulaşır. “Böylece onu, bitkin hâlde boş araziye attık.” (Saffât: 145) Sahilde belirli bir süre yaşayan Hz. Yunus, pişmanlık ve üzüntüsünü Enbiya suresinde de ifadesini bulan özeleştiri ve tevbe ile dile getirir. Yaptığı iç muhasebe ve tövbelerin ardından karanlıklardan kurtulur.
88-Böylece ona icabet ettik. Ve onu, gamdan kurtardık. Ve biz, müminleri işte böyle kurtarırız.
Buradaki, müminler, yani güvenen ve güvenilir insan olma vasfı tek başına olacak bir durum değildir. Bu yüzden İslam’da ben değil biz vardır (Fatiha 5-6). Hz. Yunus, bu nedenle yüz bin hatta daha fazla insana gönderilir ve böylece, onlar mümin olurlar. Artık onlar kısa bir süre metalanır (Saffât 147-148).
Duanın kabulü için, talebin sadece sözle ifade edilmesi yeterli olmaz. Duaların kendimize kararlılıkla uygulayacağımız hedefler olması gerekir. Bu hedefin önündeki nefsani engeller ise tevbe ve istiğfar ile giderilmelidir. Korku ve ümit arasında dengeli bir öz eleştirinin ardından, kavli duamızın kabulü için fiili gayretimizi ortaya koymalıyız. Aynı hatalara düşmeme hususunda kati bir azim ve kararlılıkla Rabbimizden taleplerde bulunmalıyız.
Hz. Eyyûb’un ve Yunus’un kabul olan dualarından sonra, şimdi Hz. Zekeriya’nın kabul olan duasını okuyacağız.
89-Ve Zekeriya, Rabbine nida etmişti: “Rabbim, beni bir fert olarak bırakma ve sen, varislerin hayırlısısın.”
Hz. Zekeriya, Buhârî’nin Sahih’inde belirtildiğine göre, marangoz idi ve elinin emeğiyle kazandığını yerdi. Tefsirlerde, Hz. Zekeriya’nın hanımının, Hz. Meryem’in teyzesi olduğu yazar. Hz. Zekeriya da, Meryem’e bakmakla mükellef kılınmıştır. Ona Beyt-i Makdis’te bir yer yapmıştır.
“Zekeriya” ismi, Kurân’da yedi yerde zikredilir. Hz. Zekeriya ile ilgili olarak anlatılan ayetlerin çoğu, dua mahiyetindedir (Meryem: 2, Enâm: 85). Burada Hz. Zekeriya, yalnız kaldığı bir zaman, tebliğ ve davetin sekteye uğrayacağı endişesiyle duaya durmuştur. Meryem suresi 5. ayette de “Gerçekten, ben arkamdan bana vâris olacaklardan korktum ve benim kadınım akir oldu. Bu sebeple bana, katından bir veli hibe et!” şeklinde duada bulunur.
Hz. Zekeriya duasıyla, Allah’ın rızasını bilen, eşi ve Hz. Meryem’e sahip çıkıp onları koruyan bir yoldaş ve dost ister. Allah da ona Hz. Yahya’yı verir. Kendisi, nübüvvet hazinesini emanet edeceği bir veli ararken Allah’ın ona bir evlat vermesine Hz. Zekeriya şaşırır ve der ki: “Rabbim! Benim nasıl bir oğlum olabilir? Ve benim kadınım akir oldu. Ben iyice yaşlanarak kocadım.” (Meryem: 8) Akrabalar içinde bu isimde olan kimsenin olmadığı ifade edilmektedir.
90- Bunun üzerine ona icabet ettik. Ve ona, Yahya’yı hibe ettik. Ve onun için, zevcesini de ıslah ettik. Muhakkak ki onlar, hayırlarda yarışırlardı. Ve bize, rağbet ederlerdi ve endişeli dua ederlerdi. Ve onlar, bize huşû duyanlardı.
Makbul duada ilk şart, bencilce değil başkalarının ve toplumun sulhu ve selametini gözetmektir. Ardından dua edenin hayırlarda yarışarak varlığını fiili bir duaya dönüştürmesidir. Sadece Allah rızası için başkalarına dua olan biri tevazu ve saygıyla Rabbine rağbet etmelidir.
Rahibe kelimesi, Ragıp tarafından “sakınma ve endişe ile gelen korku” şeklinde açıklanmıştır.
Yahya ismi, Kurân-ı Kerîm’de beş defa geçer (Meryem: 7-12, Enâm: 85, Enbiya: 90, Âli İmran: 39). “Yahya” ismi, hayat sahibi anlamında bizdeki “Yaşar” ismine karşılık gelebilir. Bu isim, muhtemelen birkaç düşükten sonra gelen çocuğun hayatta kalması duasını ve umudunu barındırır. Bu yorumu, İncil’deki şu pasaj da destekler: “Annesi: ‘Hayır, adı Yahya olacak!’ dedi. Ona dediler ki: ‘Akrabaların arasında bu adı taşıyan kimse yok ki!’ Bunun üzerine babasına işaretle, çocuğun adını ne koymak istediğini sordular. Zekeriya, bir yazı levhası istedi ve ‘Adı Yahya’dır!’ diye yazdı. Herkes şaşakaldı.” (Luka 1:61) Burada, annenin istediği ve Hz. Zekeriya’nın haberi olmamasına rağmen vahiy yoluyla öğrenip eşiyle aynı ismi koyması ve çevresinin buna şaşırması anlatılmaktadır. “Ey Zekeriya! Gerçekten biz seni, ismi Yahya olan bir oğlan çocukla müjdeliyoruz. Ona daha önce kimse bu isimi vermedi.” (Meryem: 7)
91- Ve o iffetini koruyana... Artık biz, ruhumuzdan ona üfledik. Onu ve oğlunu, âlemlere ayet kıldık.
Ehsanet kelimesi, “koruma altına almak, muhafaza etmek” şeklinde tanımlanır. Hasune kalıbı, “iffetli olmak, evlenmek” demektir. Hassane kalıbı da, “bir yeri kuvvetlendirmek, sarp kılmak, haramdan korumak, hastalıktan iyileşmek, bağışıklık kazanmak” demektir. Hısn da “kale” anlamına gelmektedir. Bütün anlamları bir araya getirip okursak “ahsenet fercehâ” için “kendini iç ve dış her tür ayartmaya karşı sağlam koruyan” diyebiliriz.
Ayette ismen geçmese de, üflenen ruh anlatımı ve hibe edilen oğul ayeti ile bu iffet sahibi şahsiyetin Hz. Meryem olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayetlerden Hz. Meryem’in, iffeti hayat tarzı olarak benimsediği anlaşılmaktadır. Kadınların giydiği feracenin de kökeni bu kelimeye dayanır. Anlamı, edep yerlerini belli etmeyen, bol ve uzun giysilerle örtünmek şeklindedir.
Ruh kelimesi, Kurân’da muhatabına bir anlam ve amaç katan, ilahi ve gaybi bilgi manasında vahyin bir sıfatıdır. İffetini koruyarak ilahi vahye muhatap olan Hz. Meryem’e, hayatını tamamen değiştirecek bir bilgi, elçi melek ile ulaştırılmıştır. Bu ilahi bilgi, yani ruh bir eşe ihtiyaç duymadan evlat sahibi olacağının bilgisidir. Hamileliğin ilk günlerinin akabinde böyle bir haber gelmiş olabilir. Zira Cibril’in verdiği cevap Meryem 21’de şöyledir: “Bu zaten gerçekleşmiş bir emirdir.” Üflenme ise Hz. Meryem’in bu bilgiyi/ruhu kimsenin görmediği ve bilmediği bir mekânda almasına karşılık gelen mecazi bir ifade olabilir. Kulağına üflemek tabiri Türkçemizde de gizli kalması gereken bir bilgiyi gizlice aktarmak anlamında kullanılır. Zaten Hz. Meryem susma orucu ile bu bilgiyi aşikâr etmemiştir.
Verilen evladın ayet kılınması ise, onun dünyaya gelişinin her zaman karşılaşılan bir durum olmayıp ender gerçekleşen tabiatından dolayıdır. Tabii ki, önemli olan ayetin işaret ettiği hakikati görebilmektir. Kilise bu ayetin Allah’ın kudretine delil değil, elçinin ilahlaştığını gösteren bir işaret olarak görmeyi tercih edip şirki seçecektir.
92-Muhakkak ki bu sizin ümmetiniz, tek bir ümmettir. Ve ben, sizin Rabbinizim. O hâlde bana kulluk edin!
Anlatılan bu 17 nebinin, aynı amaç ve ortak değerleri vaaz eden, İslam’ın sulh ve selamet elçileri olduğu beyan edilmiştir. Tüm nebiler, barış ve ona teslimiyet dini olan İslam’ın elçileridir. Zaten ümmet, "umm" denilen ana ve asıl kurucu değerler etrafında toplananlar demektir. Ayetteki “Sizin ümmetinizdir.” ifadesinden anlaşıldığına göre, burada hitap, peygamberlerle birlikte tüm müminleredir. Bu müminler, tefrikaya karşı barış ve sulhu savunan, üstün erdemler ve mükemmel değerler olan esmaya iman endenlerdir.
93-Ve emirlerini, kendi aralarında böldüler. Hepsi bize rücu edecek.
Bütün peygamberlerin getirmiş olduğu vahiylerin kaynağı aynıdır. Buna ister “ummu’l-kitab” ister “kitabin meknûn” deyin, hepsi tek bir hakikati anlatır. O hakikat, İslam dini denen kuşatıcı ve evrensel yaşam biçiminde vahiylerin, kitapların ve peygamberlerin tümüne ayırım yapmadan imanın esas olduğudur. Çünkü Allah’ın katındaki dinde bölücülük, ayrıcalık ve tefrika haramdır. İlahi mesajların özündeki birliğe rağmen kendilerine kitap verilenler, tarihi süreç içerisinde kişisel arzularına, çıkar ve saltanatlarına yenik düşerek bölünüp parçalanmışlardır. Birilerini tekfir edip müşrik ilan etmeyi din zannetmişlerdir. Asıl cihat ve salih amellerle toplumu yekvücut hâline getirmektir.
94- Böylece kim mümin olarak sâlihât yaparsa, artık onun sayugayretleri örtülmez. Ve muhakkak ki biz onun kâtibiyiz.
Burada “müslim” değil de “mümin” sıfatının gelmesi, yapılanların salihattan olup olmadığı ile ilgilidir. Mümin, “salihat”ın doğruluğu ve hayrına inanarak mükâfatını sadece Allah’tan bekleyen, iyilik ve ıslah eden amellerin bir gün mutlaka galip geleceğine inananlar demektir. Yapılan salih ameller, salih bir niyetle ve imanla yapılırsa unutulmaz, tarihe geçer. İnsanlar unutsa bile mümin olan bilir ki onu kaydedenler mutlaka vardır. . O yüzden, müminin amellerine riya veya dünyevi bir çıkar bulaşamaz. Böylece onların sayugayretleride riya ve menfaatlerin gölgesinde kalmaz ve örtülmez.
95-Ve helâk ettiğimiz bir kasabaya, muhakkak ki rücu etmek haramdır.
Bu ayette “Helâk olanlar tekrar dirilemez.” şeklinde bir ifade yerine, "…haramdır." gibi bir kelime kullanılmıştır. Eğer orada, Müminun 99 ve 100’de olduğu gibi, “…berzah vardır, helâk olanlar hesap gününe kadar dirilemez.” denseydi, haram kelimesine gerek kalmazdı. Kurân'da -hâşâ- gereksiz kelime kullanımı olmaz. Haram, bir seçme hakkı varsa geçerlidir. Yasağı veya haramı çiğneme ihtimali olmayan iradesizler için haram kelimesi kullanılmaz. Kurân burada şerri, bir haram veya yasak vaaz eder. Ancak çoğu insan, tarih boyunca bu haramı işleyerek masumların topluca helâkine sebep olmuştur.
Dikkat edilirse burada "karye" denen küçük yerleşim yerlerine rücu etmek haram kılınmıştır. Bir afet sonucu helâk olan bölgelere tekrar geri dönmenin haram olması, ancak orada tehlikenin devam etmesi durumunda geçerli olur. Bulaşıcı hastalıklar, nükleer sızıntılar, aktif yanardağlar, fay hatları, dere yatakları, heyelan veya çığ bölgeleri gibi riskli alanları yerleşime açmak haramdır. İslâm tarihinde bu durumun örnekleri çok yaşanmıştır. Özellikle Hz. Peygamber döneminde, birçok tâun/veba olayı kaydedilmiştir. Hz. Peygamber zamanında görülen ilk tâun, 627 yılında Medâin’de meydana gelen Şîrûye tâunudur. Bu hastalık, Mekke bölgesine sıçramadan haberleri ulaşmıştır. Bu ayetlerde konu edilmesinin amacı, tedbir almak olabilir. Mevcut hicret alternatifleri içinde veba salgını görülen veya salgına yakın karyelerin bulunması tekliflerini, Kurân haram kılıp muhataplarını uyarmaktadır. Zira veba gibi, binlerce insanı kısa sürede öldüren bir hastalığın olduğu yere öldürülme ve işkence korkusuyla kaçmak bir çözüm olamaz.
Suriye orduları başkumandanı Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve onun ardından bu görevi devralan Muâz b. Cebel gibi önde gelen sahabilerin de bulunduğu binlerce kişi, veba yüzünden hayatını kaybetmiştir. Suriye bölgesi, ordu kumandanı Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Şam-Hicaz yolu üzerindeki Serğ karyesinde Hz. Ömer’le karşılaşır. Bölgede veba salgını olduğu haberi verilince, vebanın olduğu yere Hz. Ömer gitmek istemez. Komutan cesareti ile ün salan müminlerin emirine, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye soran Ebû Ubeyde’ye, Hz. Ömer “Allah’ın kaderinden yine O’nun kaderine kaçıyorum.” der. (Buhârî, “Ṭıb”, 30; Müslim, “Selâm”, 98-100). Zaten Kurân bu ayetiyle, helâk olan bir kasabaya gitmenin haram olduğunu net olarak ifade etmiş, Hz. Ömer de ayetin gereğini yapmıştır.
Bazı müfessirler, Kurân’da (Arâf: 130-135) Hz. Musa’ya döneminde Mısırlıların maruz kaldığı tufan, çekirge, kımıl, kurbağalar ve kan gibi musibetler için kullanılan “ricz” kelimesini tâun olarak açıklamıştır (Taberî, VI, 41). Hz. Peygamber, bir yerde veba çıktığını duyanların oraya gitmemelerini; bulundukları karyede ortaya çıktığı takdirde, oradan asla ayrılmamaları gerektiğini söylemiştir. (Buhârî, “Ṭıb”, 30; Müslim, “Selâm”, 92-100; Müsned, I, 173, 176-177, 182; V, 202, 213). Bulaşıcı hastalıkların mahiyetini tam bilmeyen insanların tedbirlere karşı lakayt oluşu veya batıl inançların onları koruyacağı zannı Kurân’a ve sünetullaha aykırıdır. Kaderci bir bakışla yapılan her adım hastalığın yayılıp toplumun ifsadına sebep olan bir çürümeye dönüşür.
96-Hatta yecüc ve mecüc, açıldığı zaman tepelerin hepsinden akın ederler.
Yecüc ve Mecüc, Kurân’da sadece Kehf 49 ve Enbiya 96. ayetlerde olmak üzere iki kez geçer. Sahabenin “Yecüc ve Mecüc’ün nasıl birer yaratıktır? Şekli şemalı nedir?” gibi hiçbir sorusu yoktur. Diyelim ki "Dünya dışı lanet mahlûklardır." gibi bir anlatı olsa mutlaka Kurân’da detay verilirdi. Sana "Yecüc ve Mecüc’den sorarlar." gibi bir ayet de yoktur. Demek ki, sadece ismen geçen bu kelimelerin karşılığı ilk nesilde net olarak bilinmekteydi.
Yecüc ve Mecüc yahut Yacuc ve Macuc isimleri, Arapçaya başka bir dilden nakledilmiştir. "Yecüc" kelimesinin kökeninin "gelmek" veya "saldıran" anlamına gelebileceği öne sürülür. Bazı dilciler de kelimenin kökünü tutuşmak, alev almak, ateşlenmek gibi anlamlara geldiğini belirtmişlerdir. İbn Manzûr’a göre “Yecüc ve Mecüc” tabirleri ise atmak, fırlatmak, kusmak, taşıp etrafa yayılmak manalarını içerir. Bu iki anlamı birleştirdiğimizde, ateş ve kusma sonucuna ulaşırız.
Kelimelerin lügat anlamları düşünüldüğünde, bulaşıp yayılan ateşli bir hastalığı tarif ettiği anlaşılabilir. Eğer bir hastalığa isim konmamışsa bu hastalığın halk arasındaki tarifi belirtileri üzerinden olur. Mesela, vebaya "kara ölüm" denmesi veya verem hastalığına "ince hastalık" denmesi gibi. İki kelimeden oluşan "ateşli humma" veya "suçiçeği" gibi, Yecüc ve Mecüc’ün iki belirtiyi anlatan hastalar için yapılmış bir tanımlama olabileceği düşünülebilir.
Allah Resulü zamanında sahabenin çok iyi bildiği bu bulaşıcı hastalığın adı "Tâun"du. Hastalık hakkında İslam ansiklopedisinde şu bilgilere yer verilir: Tâun, vebanın bir türü kabul eden İbn Kayyim el-Cevziyye’ye göre, her tâun vebadır ancak her veba tâun değildir. Eski Ahid’in çeşitli yerlerinde, İsrailoğullarının isyankâr davranışlarının Allah’ın gazabını üzerine çektiği, bu sebeple veba ile cezalandırıldıkları ifade edilir. Bir başka rivayete göre, Resulullah, ümmetinin sonunun "ta‘n" ve "tâun" olacağını söylemiştir. Son saatlere yakın bulaşıcı hastalıkların artma ihtimali aklen de yüksek görünmektedir. Allah Resulü’nün bu basiret ve ferasetinin Enbiya 96. ayetin ışığında ortaya çıkmış olması yüksek bir ihtimaldir. Allah Resulü’nün "temizliğin imandan" olduğunu söyleyip bu kadar temizliğe önem vermesi, bulaşıcı ve ölümcül hastalıkların toplumu helâk edebilme potansiyelindendir.
Zaten, bir önceki ayette helâk olan bir karyeye girmenin haram olduğundan bahsedilmiştir. Bir tür tecrit hayatı yaşayan Hz. Eyyub kıssasının devamında bu anlatımların gelmesi de tesadüf değildir.
Veba, bulaştığı 5 kişiden 4’ünü öldüren bir hastalıktı. İyi beslenen ve bağışıklığı güçlü olanlar haricinde, bu hastalığın pençesinden kurtulmak pek mümkün değildi. Vebanın en yaygın belirtileri ateş, titreme, yorgunluk, mide bulantısı ve kusmadır. Bulaşıcı hastalıkların ortak sıfatı olan ateş ve kusma, bu hastaları tarif etmekte kullanılmış olabilir. Bu gözle, Kehf suresindeki Zülkarneyn kıssasını tekrar okuyalım: "Sonunda, iki set arasına ulaştığında, onları berisinde lafı anlamayan bir kavim buldu. Dediler ki: ‘Ey Zülkarneyn! Muhakkak ki Yecüc (ateşlenenler) ve Mecüc (kusup bulaştıranlar), bulunduğu yeri ifsat ediyor. Artık, onlarla bizim aramıza bir set yapman için sana çıkar sağlasak olur mu?’ " (Kehf: 93-94)
Pandemilerde yapılan ilk hata panikle en yakın yerleşim yerine göç etmek olur. Burada Zülkarneyn, Yecüc ve Mecüc belirtileri gösteren bölgeyi yaptığı yama ile karantinaya almış ve hastalığı taşıyan insan veya hayvanların, seddi delmesine ve onun üstünden aşmasına engel olmuş olabilir. "‘Bana demir parçaları getirin!’ İki kenarın arası aynı seviyede olunca ‘Üfleyin!’ ” dedi. Nihayet onu nar hâline getirince “Bana katran getirin, onun üzerine dökeceğim!” dedi. Artık onun sırtından aşmaya güçleri yetmez ve onu delmeye muktedir olamazlar. Dedi ki: "Bu, Rabbimden bir rahmettir." (Kehf: 96-98)
14. yy’de, Moğollar Kırım’ın güney kıyısında bir liman şehri olan Kefe’yi kuşatır. Kuşatma uzayıp Moğol ordusunun içinde kara ölüm olan veba salgını baş gösterince Moğollar kuşatmayı yarıda bırakıp çekilmek zorunda kalırlar. Tam kuşatma sırasında, Moğolların son hükümdarı Canibeg’in, vebalı cesetleri mancınıkla düşman surlarının üstünden fırlattığı söylenir. Bu olaydan sonra deniz ticareti devam eder ve fareler ile kemirgenler yolu ile hastalık Avrupa’nın tamamına yayılır. Salgın, yaklaşık 450 milyon olan dünya nüfusunu 350 milyona düşürmüştür.
Veba, öyle bir sebeptir ki zalim-mazlum, zengin-fakir, mümin-kâfir gibi bir ayrım yapmaz. İnsanın kulluk ve tevbe fırsatını elinden alır.
97-Ve hak vaad yaklaştı. İşte o zaman kâfir olanların basiretleri açılır. “Yazıklar olsun bize, bundan gaflet içindeydik. Bilakis biz zalimler olduk.”
Ayette geçen “şâhısatun ebsaru” ifadesi, gözlerin hakikat karşısında açılmasını ifade eder. Ayetin devamında, kişilerin kendilerini kınayıp gafletten uyandıklarının anlatılmasından dolayı kelimeye “basiretlerin açılması” anlamının verilmesi daha doğru olur. Bu ifade, özellikle ahiret sahnelerinde insanların, daha önce inkâr ettikleri veya üzerinde düşünmedikleri gerçeklerle yüz yüze kaldıklarında yaşadıkları derin sarsıntıyı tasvir eder. Ayetin devamında bireylerin kendilerini kınaması ve gafletten uyanmaları, bu ifadenin sadece fiziksel bir göz açıklığını değil, aynı zamanda “basiretlerin açılması” anlamında manevi bir uyanışı da içerdiğini göstermektedir.
Bu ifade, İbrahim suresinin 42. ayetinde de benzer bir anlam çerçevesinde kullanılmıştır: “Ve Allah’ı, zâlimlerin yaptığı şeylerden gâfil sanma! Sadece onları, basiretlerin açılacağı bir güne erteliyor.”
Zulmün en temel nedenlerinden biri, zalimin yaptıklarının hesabını vermeyeceğine dair taşıdığı vehimdir. Bu vehim, onun gelecekle ilgili düşünme, değerlendirme ve sağlıklı karar verme yetisini -basiret ve ferasetini- köreltir. Adalet duygusundan uzaklaşan kişi, sadece başkalarına değil, aynı zamanda kendine de zarar verir. Çünkü zulüm, zalimi çevresiyle birlikte bir ahlâki felâkete sürükler. Ancak zalim, bu yıkımın farkında değildir. Zulmün kişiye verdiği en büyük zarar, onun hem kendine hem de etrafına ne yaptığını göremeyecek kadar bir gaflete düşürmesidir.
98- Muhakkak ki siz ve sizin Allah’ın berisinde kulluk ettikleriniz cehennem taşlarıdır. Siz, ona varacaksınız.
Bu ayette geçen ve meallerde genellikle “taş” olarak çevrilen “hasab” (حَصَب) kelimesi, Arapçada “h-s-b” kökünden türetilmiştir. Bu kök, Kurân’da beş yerde geçmekte olup geçtiği tüm bağlamlarda "taş" veya "taş atımı" anlamı öne çıkmaktadır. “Yoksa karada sizi yere geçirmesinden veya üzerinize taş yağdıran bir fırtına göndermesinden emin mi oldunuz?” (İsrâ: 68) “Gökte olanın, üzerinize taş yağdıran bir rüzgâr göndermeyeceğinden emin misiniz?” (Mülk: 17) Ankebût, 40’ta da benzer şekilde “fırtına ile uçuşan taş” anlamı öne çıkar.
Bu ayetlerdeki kullanım bağlamları dikkate alındığında, “hasab” kelimesinin anlamı “odun” ya da “yakıt” değil, insana zarar veren taş olarak değerlendirilmelidir. Ancak bazı meallerde ve yorumlarda bu kelime, “h-t-b” kökünden gelen ve “odun” ya da “yakacak” anlamında ki “hatab” (حَطَب) ile karıştırılmıştır. Nitekim “hatab” kelimesi, Cin suresi 15. ayet ile Tebbet suresi 4. ayette, cehennemin yakıtı veya odunu bağlamında zaten müstakil olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla, Enbiyâ 98. ayette geçen “hasab” ifadesi, cehennemde yanacak bir odun ya da yakıt değil, Allah’tan başka ilah edinilen putlardır. Bu bağlamda “cehennem taşı”, sadece fiziksel bir nesne değil, aynı zamanda hakikate engel olan, insanı saptıran ve cehenneme götüren zihinsel ve inançsal yapıları da temsil eder. Müşrikler, bu aracıların kendilerini cennete yaklaştıracağını zannederken, aslında cehenneme giden yolun taşları olduğu gerçeğinden gaflet içindelerdi.
99- Eğer onlar ilah olsalardı oraya girmezlerdi. Ve hiçbirinin hâli değişmeyecektir.
Bu ifade, sahte ilahların acziyetini ve kendilerine yüklenen anlamların temelsizliğini çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır.
Ayetin sonunda geçen "kullun fîhâ hâlidûn" ifadesi ise genellikle “Hiçbiri orada helâk olmazlar.” ya da “hepsinin orada halleri değişmez.” şeklinde çevrilebilir. Bu ifadenin anlamı üzerine derinlemesine düşünüldüğünde yalnızca fiziksel bir durum değil, manevi bir dönüşümün imkânsızlığı da kastedilmiş olabilir. Yani o sahte ilahların ve onlara tapanların cehennemde artık tövbe, istiğfar ya da pişmanlık yoluyla bir değişim geçirme imkânları kalmamıştır.
Buradaki “hâllerinin değişmeyeceği” vurgusu, bir nevi kişilik sabitliği ya da karakterin mühürlenmesi anlamı taşır. Bu durumda olan kişi ya da nesne, artık hakikate yönelme ve hayra meyletme kabiliyetini yitirmiştir. Bu, hem cezai bir sonuç hem de ilahi adaletin bir yansımasıdır. Dolayısıyla ayetin bu bölümü, yalnızca sahte ilahların değil, aynı zamanda bu ilahlara güvenerek onları aracı edinmiş olanların da artık bir dönüşüm fırsatına sahip olmadıklarını ortaya koyar.
100- Onlar, orada inlerler. Ve onlar, orada işitmezler.
Bu ayet, cehennemdeki azabın hem fiziksel hem de psikolojik boyutuna işaret etmektedir. Cehennemliklerin sürekli bir şekilde inlemeleri, azabın şiddetini gösterirken aynı zamanda “hiçbir şey işitmemeleri” onların ilahi rahmetten tamamen uzaklaştırıldıklarını ve iletişim, umut ya da yardım beklentilerinin sona erdiğini vurgular.
Ayetin bu kısmı, yalnızca cehennemdeki bir fiziksel durumu değil, aynı zamanda dünya hayatında sergilenen bir ahlâki bozulmanın uhrevi yansımasını da dile getirmektedir. Bu kişiler, dünyada iken kendi dertleriyle o kadar meşguldüler ki başkalarının acılarına, ihtiyaçlarına, çağrılarına kulaklarını tıkadılar. Sadece kendi çıkarlarını gözeten, başkasının feryadına karşı sağır kesilen bu bencil tavır, ahirette karşılık bulmakta ve adeta kalıcı bir hâle dönüşmektedir.
Dünya hayatında vicdanını işleten, başkalarının acılarına duyarlı olan kimselerle, yalnızca kendi konforuna odaklanmış bireyler arasında ilahi adalet terazisi kurulur.
Bu bağlamda, Enbiya suresi 100. ayet, sadece bir cehennem tasviri değil, aynı zamanda ahlâki sorumluluklara duyarsız kalmanın kaçınılmaz sonucunu gözler önüne serer. Kulaklarını hakkın sesine ve mazlumun çağrısına kapatanlar, bir gün artık hiçbir sesi duyamayacakları bir azaba mahkûm edilirler.
101- Muhakkak ki bizden onlara güzellik geçmiştir. İşte onlar, ondan uzaklaştırılanlardır.
Bu ayet, cennetliklerin cehennem azabından mutlak surette korunmuş olduklarını bildirmekte ve onların bu koruma hâline nasıl mazhar olduklarına dair ipuçları sunmaktadır. Ayette geçen “hüsnâ” ifadesi, çoğu tefsir geleneğinde genel olarak “güzel akıbet”, “cennet vaadi” ya da “ilahi lütuf” olarak yorumlanmıştır. Ancak bu güzelliğin mahiyeti yalnızca ödül boyutunda değil kişinin ruhsal, ahlâki ve imani tekâmülüne işaret eden daha derin bir hakikati gösteriyor.
Burada kastedilen “hüsnâ”, Rabbimizin güzel isimleri ve yüce sıfatları olan Esmâ-i Hüsnâ ile birebir ilişkili görülebilir. Çünkü Allah’ın esması, O’nun hayata tecelli eden ahlâki düzenini ve değerler sistemini temsil eder. Hz. Peygamber’in şu hadisi de bu yorumu destekler mahiyettedir:
“Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları ‘ihsâ’ ederse cennete girdi bilsin.” (Buhârî, Deavât, 68; hadis no: 6410 – Müslim, Zikr, 6; hadis no: 2677 – Tirmizî, hadis no: 3507 – İbn Mâce, hadis no: 3861)
Bu hadiste geçen “ihsâ” kelimesi, yalnızca saymak ve ezberlemek anlamına gelmemektedir. Klasik âlimlerin çoğu, ihsâyı “anlamak, içselleştirmek ve yaşamak” olarak açıklamışlardır. Yani Esmâ-i Hüsnâ ile terbiye olunan birey, Allah’ın isimlerinden yansıyan rahmet, adalet, hikmet, affedicilik, cömertlik, ilim, izzet gibi yüce sıfatları kendi ahlâkına taşımaya çalışır. Bu ise, kişinin hem bireysel hem toplumsal düzeyde ilahi terbiyeye yönelmesi anlamına gelir.
Ayetin başındaki “bizden” ifadesi, bu terbiyenin doğrudan Allah kaynaklı olduğunu ancak sürece vahiy, vahyi getiren melek ve onu tebliğ eden resulün, vicdan ve merhamet meleklerinin ve fıtratları ile uyum içinde yaşayan müminlerin örnekliğinin de dâhil olduğunu gösterir. Bu, bir rabbani eğitim sürecidir. Kişi, bu eğitim sayesinde sadece doğru bilgiye ulaşmaz, aynı zamanda ahlâki ve ruhsal bir dönüşüm geçirir.
Ayetin sonunda geçen “Onlar ondan uzaklaştırılmışlardır.” ifadesi, bu ilahi eğitim ve terbiyeye mazhar olmuş bireylerin, sadece cehennem azabından değil, o azabın zihinsel ve manevi yankılarından dahi korunduklarını gösterir. Nitekim bir sonraki ayette şöyle buyrulur: “Onlar, cehennemin uğultusunu dahi işitmezler.” (Enbiyâ: 102)
Bu derece yalnızca bir uzaklık, fiziksel bir mesafeyi değil, aynı zamanda ahlâki zıtlığın tamamlanmasını simgeler. Zira kişi, Allah’ın güzel isimleriyle terbiye olmuşsa bu terbiyenin zıddı olan kibir, zulüm, riya, nankörlük, cimrilik ve bencillik gibi cehennemlik sıfatlarından da uzaklaşmış demektir. Böyle biri, cehennemin değil eşiğinde bulunmak, onun varlığından dahi habersiz bir haleti ruhiye içindedir.
102- Onun uğultusunu işitmezler. Ve onların nefislerinin istediği şeyler içinde hâlleri değişmez.
“Onlar, cehennemin uğultusunu dahi işitmezler.” ifadesi, yalnızca fiziksel bir mesafeyi değil, aynı zamanda ruhsal ve psikolojik bir korunmayı da anlatır. Bu durum, hassas ve yüksek empati kabiliyetine sahip cennet ehli için ilahi bir rahmetin tezahürüdür.
Zira cennetlikler, dünya hayatında başkalarının acılarına duyarsız kalmamış, vicdan ve merhamet gibi ahlâki hasletlerle yaşamış kimselerdir. Böylesi hassas yapılar, cehennemde inleyenlerin seslerine maruz kalsalar oradaki azabın etkisini doğrudan yaşamış gibi olurlar. Bu nedenle onların cehennemden işitsel ve ruhsal olarak da yalıtılması, dünyadaki duyarlılıklarının ahiretteki bir karşılığı ve ödülüdür.
Bu bağlamda, Kurân’da cennetlikler için sıkça tekrarlanan şu ifade dikkat çeker: “Orada nefislerin istediği her şey vardır.” (Fussilet: 31; Zuhrûf: 71) Bu ifadenin zahiren sınırsız bir tatmin vurgusu taşıdığı görünse de bu arzuların yönü dünyevi nefsin arzularıyla değil, Esmâ-i Hüsnâ ile terbiye edilmiş bir nefsin talepleriyle şekillenmiştir. Cennette bulunan kişinin nefsi talepleri artık dünyevi bedenin geçici ve sınırlı istekleriyle değil, ahlâk, hikmet, huzur, zarafet ve saf mutluluk gibi yüce kavramlarla örtüşmektedir. Buradaki temel mesele, kişinin neyi istediği değil, nasıl biri olup neyi isteyebilecek hâle geldiğidir.
Cennetteki beden, dünya bedeninden farklı olarak yaşlanmaz, zamanla yıpranmaz, üreme ve süreklilik için zorunlu bir arzu nesnesi hâline gelmez. Ölümün olduğu bir hayatta, hormonların etkisinde kalan organizma bundan kurtulduğunda ne ister?
Dolayısıyla cennet ehlinin arzuları, biyolojik iştihalara indirgenemeyecek kadar yüce ve aşkın hâle gelmiştir. Bu yönüyle cennet, sadece hazların sonsuzca sunulduğu bir yer değil, aynı zamanda hazların değişip dönüştüğü, arınmış ve kemale ermiş bir varlık düzlemidir. Bu düzlemde "nefsin istediği" şeyler, dünyadaki bayağı, geçici ve şehevi arzularla değil, saf ve latif bir mutlulukla ilgilidir. Duyulardan arınmış nefsin saadeti daha önce deneyimlemediğimiz bir durumdur. Vâkıa 61’de “Sizi, bilmediğiniz bir şekilde yaratacağız.” denir.
Ayette cehennemlikler gibi cennetliklerin de hâllerinin değişmeyeceği vurgulanır. Bu hâl değişimi güzel ahlâkın zamanla bozulmayacağıdır. Ayet cennetliklerin nimet içinde şımarmayacaklarını, istikametlerini kaybetmeyeceklerini beyan eder. Bu, özellikle Esmâ-i Hüsnâ ile terbiye olmuş bir kişiliğin tezahürüdür. Dünya hayatında nimet, güç ve imkânlar çoğu zaman insanın karakterini bozar ancak ilahi isimlerle terbiye olmuş bir benlik, nimet artışıyla şımarmaz, aksine daha da derinleşir. Çünkü kemal sahibi olan kişi için imkânlar arttıkça kendine değil, onları kendisine emanet edene yönelme şükür ve vakar artar.
103- O en büyük dehşet, onları mahzun etmez. Ve melekler, onları karşılar: “Bu, vaad olunduğunuz gününüzdür.”
Bu ayet, kıyamet gününün dehşetine rağmen, Allah’ın rahmetine mazhar olmuş kimselerin güven, sükûnet ve sevinç hâlinde olacaklarını bildirir. Ayette geçen “el-feza‘u’l-ekber” (en büyük dehşet) ifadesi, klasik tefsirlerde genel olarak kıyametin kopması, mahşer yerinin korkusu ve cehennem azabının ortaya çıkışı gibi sahnelerle ilişkilendirilmiştir. Ancak burada özel olarak kastedilenin, cehennemin kendisi ve onun oluşturduğu mutlak korku atmosferi olduğu söylenebilir.
Zira önceki ayetlerde (Enbiyâ: 101-102), cennetliklerin cehennemden uzaklaştırıldıkları ve onun uğultusunu dahi işitmedikleri belirtilmiştir. Bu bağlamda, “el-feza‘u’l-ekber” ifadesi, cehennem azabının nihai tezahürünü ifade etmektedir. Ancak Esmâ-i Hüsnâ ile terbiye olmuş, dünya hayatında ilahi ahlâkı hayat tarzı hâline getirmiş kişiler, bu en büyük korkudan etkilenmeyecek, mahzun olmayacaklardır. Onlar, yeryüzünde sergiledikleri sabır, adalet, merhamet, sadakat, iffet, takva, hakka yönelme gibi üstün ahlâki hasletlerin karşılığını bulmuş ve en zor günde dahi sarsılmayacak bir iç dengeye kavuşmuşlardır. Bu meziyetler Enbiya suresinde kıssa edilen nebilerin karşılaştıkları zorluklarda gösterdikleri erdemlerdir.
Ayette dikkat çeken bir diğer unsur, meleklerin onları karşılamasıdır. Bu karşılama, yalnızca bir merhaba niteliğinde değil, aynı zamanda ilahi onayın, kabulün ve ödüllendirmenin somut bir tezahürüdür. Buradaki melekler, literal varlıklar olmakla birlikte, sembolik olarak da kişinin dünyada kazandığı “melekeler”e, yani ahlâki erdemlere, sağlam karaktere ve içsel yetkinliğe işaret ediyor olabilir. Bu bağlamda, dünyada kazanılan erdemli nitelikler, ahirette kişiyi karşılayan, ona yoldaşlık eden ve onu yücelten melekeler hâline gelir. Bu, Kurân’daki “Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür.” (Zilzâl: 7) ilkesinin bir yansımasıdır. Yani insan, dünyada ne ekerse ahirette onu biçer. Ektiği ahlâk tohumları, orada onu karşılayan manevi kazançlara dönüşür.
104- O gün, kitapların sicil kayıtlarını dürer gibi semayı düreceğiz. Onu evvelki yaratılışına döndürmeye başlayacağız. Bu üzerimizde bir vaattir. Muhakkak ki failler biziz.
Bu ayet, kıyamet sürecinin bir parçası olarak kozmik düzenin çözülmesi şeklinde yorumlanmıştır. Ancak burada hesap gününde gerçekleşecek ilahi adaletin kaçınılmazlığı vurgulanır. Bir önceki ayetlerde (Enbiyâ: 101-103) cennetliklerin cehennemden uzak oluşu, meleklerce karşılanmaları ve onların “vaad edilen günde” bulunuşları anlatılmaktadır. Bu bağlam, ayetin sadece son saati değil, hesap ve muhasebe anını da kapsadığını gösterir.
“Semayı kitapların sicil kayıtlarını dürer gibi dürmek” ne anlama gelir? Ayetteki metafor oldukça çarpıcıdır: İbn Kesîr, Taberî, Fahruddin Râzî gibi Müfessirler burada geçen “göğü dürmek” ifadesini, kıyamet anında semanın fiziksel olarak katlanması, düzeninin bozulması ve zaman-mekân bağlamının çözülmesi olarak yorumlar. Ancak burada semâvât yani semalar değil tekil olarak “es-sema” yani gökyüzünden bahsedilir. Acaba burada, ses dalgalarının gökte iz bırakması ve o kayıtların ilk çıkış hâline döndürülmesi mi kastedilmiştir? Bu yorumu doğru kabul edersek, hem Kurân’ın kayıt ve şahitlik vurgusuyla hem de günümüz dijital kayıt ve dalga fiziği anlayışıyla örtüştüğünü fark edebiliriz.
Kurân’da defalarca konuşmanın, işitmenin ve tanıklığın kayda alındığına belirtilir: “Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen sana yetersin. ” (İsra:14) “Ne söylediyse hepsi bir kitapta kayıtlıdır.” (Kâf: 18) Bu ayetler ışığında denebilir ki “semanın dürülmesi”, kâinatın değil sadece dünya semasının yaşadığı çöküşten farklı olarak içinde taşıdığı tüm kayıtların artık açığa çıkarılması olabilir.
Kitapların sicil kayıtlarını dürer gibi dürülmesi, semaya kazınmış olan konuşmaların ve niyetlerin artık açığa çıkacağı, orada tutulan enerjinin veya bilginin ilk hâline, “çıktığı andaki orijinal hâline” döndürüleceği anlamına da gelebilir. Zaten ayetin devamı “Onu evvelki yaratılışına döndürmeye başlayacağız” şeklindedir.
Bu, ilahi kaydın hem görsel hem işitsel bir şekilde yeniden oluşturulup sunulmasıdır. Ameller yalnız yazılı belgelerle değil görsel, işitsel hatta belki “zihinsel veri” olarak kişinin karşısına çıkarılacaktır. Ayet bu derinliği ile yalnızca kıyametin fiziksel sahnesi değil, hesap ve ilahi adaletin hassasiyetini de vurgulamaktadır.
"Semayı sicil kayıtlarının tutulduğu kitabı dürer gibi dürmek" ifadesi, kâinatın bir bilgi ve tanıklık alanı olduğunu; her sözün, her davranışın bir şekilde kayıt altına alındığını ve hesap gününde bu kayıtların ilahi kudretle “ilk anına döndürülerek” sunulacağını hatırlatmış olabilir. Bu, hem fiziksel bir dönüş (kâinatın katlanması, zaman-mekânın sona ermesi) hem de ahlâki bir yüzleşme (her şeyin tanıklıkla ortaya çıkması) anlamına gelir.
Bu durumda "sema"nın tekil olması kişisel, yaşanmış ve doğrudan şahitlik edilen göksel alanı, yani bizim dünya üzerindeki ses ve görüntülerimizin yansıdığı semayı ima ediyor olabilir. Bu bağlamda “sema” burada makro kozmosun değil, insanın yaşadığı zaman ve mekândaki en yakın semasının kaydını ve bu kaydın yeniden sunulmasını temsil ediyor olabilir. (Allahualem)
Sonuç olarak gökyüzünün bir “kayıt ortamı, sicil kaydı” gibi yaratılması; sözlerin, seslerin, enerji izlerinin semada saklanması ve sonra bu semanın kitap dürülür gibi dürülmesi, bir tür “kozmik hafızanın geri sarılması”, amel defterlerinin görsel ve işitsel olarak yansıtılması manasına gelebilir.
105-Doğrusu arzda salih kullarımızın varis olacağını zikrin ardından Zebur’a da yazdık.
Kur’an’da “Zebûr” ismi, genel anlamda kalın yazıyla yazılmış her kitap için kullanılsa da, özel olarak Hz. Dâvûd’a indirilen kitabın sıfatıdır. Zebûr, Kur’an’da üç kez geçmektedir (Nahl 44; Enbiyâ 105; Nisâ 163). Günümüzde bu metin, “Mezmûrlar” başlığı altında Tevrat’ın bir bölümü olarak yer almakta, Kitâb-ı Mukaddes’in Eski Ahit kısmında bulunmaktadır. Bu kitapta toplam 150 mezmûr vardır. İlk mezmûr, “Ne mutludur o adam ki, kötülerin öğüdüyle yürümez ve günahkârların yolunda durmaz.” cümlesiyle başlar; son mezmûr ise, “Bütün nefes sahipleri RAB’be hamd etsin, RAB’be hamd edin!” ifadesiyle sona erer. Mezmûrlar, özellikle Hıristiyanların pazar ayinlerinde ve Süryani Ortodoksların ibadetlerinde sıkça okunur.
Kur’an’da geçen ayet, Mezmûrlar 37:29’daki şu ifadeyle paralellik gösterir: “Salihler ülkeyi miras alacak, orada uzun süre yaşayacak.” İbranice metinde geçen “salihler” ifadesi, bazı çevirilerde “doğrular” şeklindedir. Bu anlam, Tevrat’ın Yaratılış 13:14-15’te geçen: “Lut, Avram’dan ayrıldıktan sonra RAB, Avram’a şöyle dedi: ‘Bulunduğun yerden kuzeye, güneye, doğuya ve batıya dikkatle bak. Gördüğün bütün toprakları sana ve soyuna uzun süreliğine vereceğim.’”
Bu anlatım, Hz. İbrahim ve onun salih zürriyeti bağlamındadır.
Peki, “arzda salihler varis olacak” ifadesi neyi ifade eder? Tarih boyunca yeryüzüne salihler mi, yoksa güçlüler mi varis olmuştur? Ayet, salihlerin “sahip olacağı”, “hükmedeceği” veya “yöneteceği” şeklinde değil, “varis olacağı” şeklinde bir anlam taşır. Varis olan, kendinden önceki birikimi devralandır. Dolayısıyla burada kastedilen, dünyevî iktidar ve yeryüzüne sahip olmak değil; önceki peygamberlerin taşıdığı değerlerin ve kutsal mirasın arzda nesilden nesle aktarılıp yaşatılmasıdır.
Bu bağlamda, özellikle Tevrat ve Zebûr’da bahsi geçen ulvî değerler ve zikirler salih kullara miras bırakılmıştır. Örneğin Hz. Yakub’un oğulları arasında kardeşlerini kıskanarak ifsat eden abiler değil, Hz. Yusuf gibi salih olanlar bu mirasa layık görülmüştür. Benzer şekilde, Neml 16’da “Süleyman, Dâvûd’a vâris oldu” denir ancak Hz. Süleyman’ın oğlu sulh ve ıslah yolunu benimsemediğinden bu değerlerin varisi olamamıştır.
106- Muhakkak ki abidler kavmi için bunda, elbette bir tebliğ vardır.
Belâğ kelimesinin kökü olan "b-l-ğ" Kur'an'da kırk yedide geçer ve "çare, yollar, gayeye ulaştıran şey" anlamına gelir. Müfredatta ise, amacın en yükseğine erişmek ve en sonuna varmak olarak tarif edilmektedir. "Be-le-ğa" fiili, "Tef'il" babında masdardır. Çoğulu ise "Tebliğat"tır. Zaman, yer ve nitelik açısından amaca ulaşma, sona varma, nihâyete erme, resmi bir yazıyı veya kararı halka veya ilgililere duyurma, bildirmedir.
Tebligat terimi Türkçemizde yaygın olarak kullanılan bir kelimedir. Abitlerden oluşan bir grup, ilahi ve ulvi değerleri yaşayan, bir sonraki nesle aktaran, günün şartlarına uygun olarak aktarımı revize edip hal ve dil ile tebliğ eden insanlar olmalıdır. Hakikat değişmez fakat onun tebliğ şekli ve usulü değişebilir.
Allah’a hakkıyla kul olmak isteyenler için Kur’ânî değerleri gelecek nesillere aktarmak hem bir gaye hem de ibadet niteliği taşır. "Kitaba varis olmak" ise, âbidlerin temel hedeflerindendir; zira vahiy, ilahî bir rahmettir. Bu rahmetin insanlara ulaştırılması ise, Allah’a kullukta derinleşen âbidlerin öncelikli sorumlulukları arasındadır.
107-Ve biz seni âlemlere, rahmetin dışında göndermedik.
Bu meal ile “Âlemlere rahmet olman için seni gönderdik” ifadesi arasında, derin düşünenler açısından farklılıklar bulunmaktadır. İlk mealde bir uyarı yer alırken, ikinci mealde övgü ve rütbe ifadesi, onun rahmeti temsil etme görevinin doğuştan gelen bir özellik olduğunu ima eder. İlk mealde rahmet dışındaki tutumlar düşünülürken, ikinci mealde yalnızca rahmet kavramı ve genel bir kural akla gelmektedir.
Bu ayette geçen “âlemler” ifadesi, sanıldığı gibi tüm varlık âlemlerini değil, Hz. Peygamber’in karşılaştığı ve karşılaşacağı insan topluluklarını anlatmaktadır. Nitekim Türkçede kullanılan “el âlem” ifadesi de, toplum içindeki çeşitli insan gruplarını ifade etmektedir. Dolayısıyla, Hz. Peygamber’in muhatap olduğu topluluklara rahmet ve merhametin dışında bir tutum sergilemesi, gönderiliş amacına aykırı olacaktır. Burada resule bir övgü değil uyarı vardır. Hz. Peygamber bu uyarının gereğini sonraki süreçte yerine getirmiştir. Bu uyarıyı dikkate almasının kazandırdığını sonraki süreçte inen ayetlerde şöyle okuyacağız; Böylece, Allah'tan bir rahmet sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Ve eğer sen, kaba, katı yürekli olsaydın, mutlaka etrafından dağılır giderlerdi. (Ali-imran 159) Zaten, kendi nefsine rahmeti yazan bir Rabbin elçisi, bu rahmeti temsil etmekle yükümlüdür. (Enam 54)
Rahmet, yalnızca bireysel bir duygu değil; toplumsal dönüşümü hedefleyen bir ilkedir. Çünkü yalnızca merhamet sahibi salih kullar, kitaba varis olup onun mesajını sonraki nesillere aktarabilir. Hz. Peygamber’in rahmet dışında bir tutum benimsememesi, kula kul olmak, nesneye, nefse veya mala kulluktan insanları kurtarmakla birlikte, şirkle oluşan kast sisteminin ürettiği zulüm ve merhametsizliğe karşı hakikati tebliğ etmek anlamını da taşır.
108- De ki: “Bana, sizin ilahınızın sadece bir tek ilah olduğu vahyediliyor.” Öyleyse siz teslim olacak mısınız?
Bu ayet, tevhid inancının temelini oluşturmaktadır. Tek bir ilaha teslim olmak, yani Müslüman olmak, aynı zamanda Allah’ın güzel isimleri (esmâü’l-hüsnâ) ile ifade edilen tüm mükemmel sıfatları kabul edip bu değerleri hayatın merkezine yerleştirmeyi beyan etmektir. Müslüman, yalnızca Allah’ın mutlak adaletini, merhametini, hikmetini ve diğer yüce niteliklerini merkeze alır.
Buna karşılık şirk; bu ilahî değerlerin dışında, altında ya da karşısında yer alan ideolojilere, düşünce biçimlerine veya otoritelere yanaşıp yüce değerlere karşı asidir. Tevhit, insan onurunu koruyan, eşitlik ve adaleti esas alan en doğru ve en merhametli yoldur.
Şirkin temeli ise, üstünlük iddialarına, seviye farklarına ve aracı zihniyetine dayanır. Bu anlayış, insanları kast sistemi, sınıf ayrımı ve uydurma otoriteler aracılığıyla birbirine üstün kılmak üzerine kurulu olduğu için zulüm kaçınılmazdır.
109- Artık dönerlerse o zaman de ki: “Seviyenize uygun duyurdum. Vaad olunduğunuz uzak mı yoksa yakın mı ben bilmiyorum.”
Bu ayette geçen “âzene” fiili hakkında Fahruddîn er-Râzî, “inzâr etmek” (uyarmak) anlamında kullanıldığını söyleyen görüşlere yer verir. Ayetteki bağlam dikkate alındığında, “âzene” fiilinin burada “duyurmak, açıklamak, bildirmek” anlamında uyarıdan daha genel bir mahiyettedir.
Ayette geçen “alâ sevâ’” ifadesi ise “eşit bir şekilde” anlamına da gelir. Bu, çağrının tüm insanlara hitap eden ortak ve anlaşılır bir düzeyde yapıldığını gösterir. Aşkın hakikatlerin, insan zihninin idrak edebileceği örnekler ve temsilî anlatımlarla sunulması, Rahmân’ın merhametinin bir yansımasıdır. Ne var ki bu seviyelendirilmiş anlatım, günümüzde bazıları tarafından Kur’an’ın beşerî bir söz olduğu yönündeki iddialara zemin olarak kullanılmaktadır. Bu seviyelendirme evrenselliğe engel değildir. Kur’an, dönemin insanlarının anlayabileceği bir dil ve üslup ile inmiştir. Şayet zamanın kavrama kapasitesinin çok üzerinde, soyut ve o zaman insanı için ulaşılmaz bir anlatıma sahip olsaydı, ilk muhataplar tarafından etkisiz bulunur, dolayısıyla vahyin mesajı sonraki nesillere ulaşamayabilirdi. Bu yönüyle, Kur’an’ın anlaşılabilirliği ve muhataplara hitap seviyesi, mesajın sürekliliği açısından da bir rahmettir.
Ayrıca, Hz. Peygamber’in gaybı bilmediği hususu özellikle vurgulanmaktadır. Zira müşrikler sık sık, “Vaad ettiğin azap ne zaman gelecek?” diyerek kendisine meydan okumaktaydı. Bu nedenle Resûlullah, yalnızca vahyi tebliğ etmekle görevli bir elçi olduğunu, geleceğe dair gaybî bilgilere sahip olmadığını belirtmek durumundadır.
110- Muhakkak ki o, açığa vurulan ve gizlenen sözü bilir.
Kur’ân’da geçen “cehrî” ifadesi, açıkça ve aleni olarak söylenen sözleri ifade eder. Bu kelime, kök itibarıyla (c-h-r) bir şeyin görme veya işitme duyusuyla algılanabilecek ölçüde açık ve belirgin olmasını anlatır (bkz. Müfredât). Bu kavramın zıddı ise ketmetmektir; yani bir sözün veya düşüncenin gizlenmesi, açıklanmadan içte tutulmasıdır.
Bağlamda, Hz. Peygamber’in vahyi gizlemediği, kendisine indirilen her şeyi eksiksiz biçimde tebliğ ettiği vurgulanmaktadır. Bu durum, ilahî şahitlik ile teyit edilmekte; Resûlullah’ın Risalet görevini tam bir açıklık ve şeffaflık içinde yürüttüğü, hiçbir hakikati saklamadığı ifade edilmektedir. Bu vurgu, peygamberlik görevinin güvenilirlik ve dürüstlük temelleri üzerine kurulu olduğunu gösterir.
111-Ve ben, onun sizin için bir fitne mi ve bir zamana kadar meta mı olduğunu bilmiyorum.
Burada geçen “fitne” kelimesinin kökü “fetn”dir. Bu terim, sözlükte altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerin gerçek olup olmadığını anlamak amacıyla ateşe tutularak arındırılması anlamına gelir. Bu bağlamda fitne, insanın iman, sabır ve sebat gibi değerlerinin ortaya çıkması için yaşadığı zorluklarla sınanmasıdır. Dolayısıyla fitne, sadece maddî değil, aynı zamanda manevî çalkantı, belâ, musibet ve içsel imtihanları da kapsayan kapsamlı bir kavramdır.
Bu ayette vurgulanan husus, insanın karşılaştığı nimet veya musibetlerin hakiki değerinin hemen bilinmeyeceğidir. Bazı insanlar gelen nimete şükrederken, bazıları onunla şımarıp sapabilir. Bu durumda nimet, kişinin imanı için bir imtihan aracı hâline gelir. Peygamberin görevi vahyi iletmek, uyarmak ve doğruya çağırmaktır. Ancak kimin fitneye düşeceği, kimin sadece geçici bir metayla yetineceği, Allah’ın hükmüyle ve zaman içinde belli olur. Allah Resûlü bile, bir olayın ya da nimetin, insanların imanlarını ortaya çıkaran bir sınama mı yoksa geçici bir istifade aracı mı olduğunu bilmediğini beyan etmektedir. Bu, hem vahyin sınırlı alanlara dair açıklık getirdiğini hem de Resûl’ün gayb bilgisine sahip olmadığını bir kez daha teyit eder.
Fitne, bazen bir imkân, makam, servet ya da güç şeklinde tezahür edebilir. Bu tür imkânların insanı Allah’tan uzaklaştırıp dünyevîleşmeye sevk etmesi mümkündür. Aynı şekilde, bu imkânlar doğru kullanıldığında salih amellere de vesile olabilir. Bu nedenle, bir olayın gerçek anlamı ve sonucu ancak zamanla ve Allah katındaki hükmüyle netleşir.
Daha önceki ayetlerde de belirtildiği gibi, Resûl’ün görevi, kendisine vahyedileni seviyeye uygun bir şekilde duyurmak, rahmet merkezli bir yaklaşım sergilemek ve insanları şirkten uzaklaştırarak tevhide çağırmaktır. Ancak bu davetin nasıl bir karşılık bulacağını, kimlerin gerçekten salih olup kitaba varis olacağını, tüm baskı ve fitnelere rağmen davasından vazgeçmeyeceğini ve kimlerin de geçici nimetler uğruna bu baskıya ve fedakârlıklara katlanmayarak dinden döneceğini ancak zaman gösterecektir.
112-Deki: “Rabbim, hak ile hükmedendir! Ve bizim Rabbimiz, vasıflandırmanıza rağmen yardım istenilen Rahmân’dır.”
Buradaki "kāle", ilk Mushaflarda da “kul” şeklindedir. “Kul” şeklindeki kıraat, anlam olarak pasaja daha uygundur. Biz de o nedenle sözcüğü “dedi ki” değil, “de ki” şeklinde çevirdik. Zira Resûl, kendi duasını ayet olarak aktarsaydı; geçmişte yaşamış resul kıssalarında olduğu gibi “dedi ki” şeklinde cümleye başlamazdı. Onun yerine, “Resûl sizin için şöyle dua etti” gibi bir ön cümle olmalıdır.
Surenin bu son ayetinde, Resûlullah’ın teslimiyet ve tevekkülünü dile getirmesi istenmiştir. Müşriklerin Allah hakkında ileri sürdükleri eksik, yanlış ve yakışıksız nitelemelere karşı, Peygamber sadece Hakîm olan Allah’ın hükmüne razı olduğunu bildirir. Zira Allah, adaletle hükmeder ve mutlak hakikatin sahibidir.
Aynı zamanda bu ifadede, insanların sınırlı tanımlamalarının ötesinde bir kudret ve merhamet sahibi olan Rahmân isminin öne çıkarılması dikkat çekicidir. Bu, önceki ayetlerde vurgulanan tevhid, rahmet, merhamet ve teslimiyet temalarının özetidir. Yardım, ancak Rahmân olan Allah’tan istenir. O yardım, Allah’ın indirdiği Kur’an ile insanın içine yerleştirdiği selim aklı birleştirmekle tecelli eder.
O, kullarını hem dünyevî fitnelerle hem de ulvi değerlere karşı tutumumuzla sınar. Nihayetinde bize düşen, O’nun adalet ve rahmetine iman etmektir.
Sonuç olarak, Enbiyâ Sûresi, peygamberlerin ortak mirasını, tevhid ve hakkaniyet ekseninde kıssa ederek, Hz. Muhammed’in nübüvvetini ve risaletinin evrensel rahmet boyutunu tarihsel kökeni ile temellendirir. İmtihan, sabır, rahmet ve hak üzere hüküm, bu sûrede birleşen temel kavramlardır. Her bir peygamber örneği, salihlerin kitaba nasıl varis olduğunu ve zorluklar karşısında rahmetin nasıl kuşatıcı bir gerçekliğe dönüştüğünü göstermiştir.
Enbiyâ Sûresi'nden anladıklarımız şimdilik bunlardır. En doğrusunu Rahmân olan Allah bilir.
|