Fussilet Sûresi
Sûre adını 3. ayetinde geçen “Fussilet” kelimesinden alır. Ayrıca 37. ayetten dolayı “Secde”, 12. ayette geçen “Mesabih” ve 10. ayette geçen “Akvât” isimleriyle de anılır. Buharî ve Tirmizi’de “Hâ-mîm es-secde” adıyla yer almıştır. Fussilet kelimesi Hûd sûresinin ilk ayetinde geçmesine rağmen bu sûreye isim olmuştur. Zira isimler ve ayet numaraları sonradandır ve beşeridir. Yedi sûrelik “Hâ-Mîm” ailesinin ikinci sûresidir. Ailenin diğer sûreleri gibi Mekke’de indirilmiştir. Sûre tüm tertiplerde “Mü’min-Şûra” arasına yerleştirilmiştir. Hâ Mîm ile başlayan yedi sûrenin boykot sonrası ve hicret öncesi bir dönemde indiğini düşünüyoruz. Sûrelerin muhtevası bu görüşü desteklemektedir.
1. Hâ. Mîm.
Sûrenin birinci ayeti olan bu işaretlerin manası özetle şöyledir: “Ha” hak ve hakîm sıfatlarının ağırlıklı işlendiğini gösterirken, “Mîm” harfinin konusunun ise yaratılış olduğunu söyleyebiliriz.
2- Rahmânırahîm'den indirilmiştir.
Lügatte “merhametli, severek ve acıyarak koruyan” anlamındaki (ruhm) kökünden türeyen “rahmân” kelimesi “acıyan” demektir. Kelimenin kök manasında “yufka yürekli olmak, birinin üzüntüsüne ortak olmak” gibi duygusal unsurlar da bulunur. Allah’a nispet edildiğinde “merhametin sonsuz kaynağı” şeklinde anlam verilmiştir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “rḥm” md. İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “rḥm” md.; Lisânü’l-ʿArab, “rḥm” md.) Kurân’da Rahmân Allah’ın has ismi olarak karşımıza çıkmaktadır. “De ki: İster Allah diye çağırın ister Rahmân diye!” (İsrâ: 110) Allah ismişerifinin yanında Rahmân isminin gelmesi Rahmân’ın zata isnat edildiğini gösterir. Rabbimizin özü merhamettir. “Ve onlara ‘Rahmân’a secde edin!’ dendiği zaman, ‘Rahmân da neymiş? Senin bize emrettiğin şeye mi secde edeceğiz?’ dediler. Ve onların nefreti arttı.” (Furkân: 60) İşte Mekkeli müşriklerin itirazı buna idi. Zira kendileri gibi kaba, zorba, hasmına acımayan güç odaklı bir Rab tasavvurunu bırakıp yufka yürekli, nahif ve merhametli bir Rab tasavvurunu asla kabul etmiyorlardı. Rahmetin en büyük güç olduğunu anlamayan birine merhamete “Secde et!” denilmiştir. Bu teklifi kafalarındaki ilâh tasavvuruna hakaret olarak algıladıklarından dolayı nefretle karşılamışlardır.
Rahîm (çoğulu erhâm) ise annenin çocuğunu dünyaya getirdiği organın adıdır. Araplar “rahmi” kan bağı, hısımlık manasında kullanırdı. Misalen sılayırahim terim olarak “kan bağı ve akrabalık, onların haklarını gözetme, ilgi gösterme, iyilik ve yardımda bulunma, ziyaret etme” şeklinde açıklanmaktadır. Akrabalar için zu’l-erhâm, ûlû’l-erhâm gibi tabirler de kullanılır. İbnü’l-Esîr, bu tür akrabalık görevlerini ihmal etmenin veya akrabalara kötü davranmanın “kat‘-ı rahim” tabiriyle ifade edildiğini belirtmektedir. Rahîm esmasının manası yarattıklarına ilgi ve alâkasını merhamet temeli üzerinden devam ettiren demektir. Yani zatındaki merhameti (Rahmân) yaratıklarında tecelli ettirmesidir (Rahîm). Rahîm, yarattığı mahlûkata merhameti kodlamasıdır. Her insanda Rahmân’ın merhametinden bir dalın olması Rahîm esmasının gereğidir. İşbu yüzden Allah Resûlü “İnne’r-Rahme şecnetun mine’r-Rahmân/Anne rahmi Rahman’dan bir daldır.” buyurmuştur. “Rahmânırahîm’den indirilmiştir.” ifadesi indirilen kitabın özünde merhametli olan Rahmân’ın kulları ile merhamet temelli kurduğu iletişimi (rahmi) hatırlatmaktadır. Özetle,
1- İndirilen vahiy, Rabbimizin merhamet tecellisidir.
2- Kurân, rahmet ve merhamet temelli anlaşılmalı ve anlatılmalıdır. (Fussilet: 2)
3- Kurân, merhameti öğretip yaşamak için indirilmiştir. (Rahmân: 1-2)
4- “Hâ-mîm” ile özetlenen hak yaratılış, merhamet temelinde yükselmiştir. (Furkân: 59)
5- Rahmân’ın merhamet eseri insandır. (Rahmân: 3)
6- İnsanın kendini bilmesi ve anlatabilmesidir. (Rahmân: 4) Beyan, hayır ve şerri ortaya çıkarıp bunu açıklayan/beyan eden demektir. Bu meziyet, insanı diğer varlıklardan ayıran özelliğidir. Bir hayvan kendini tanımaz ve benliğini bilemez. Beyan için insanın kendini bilmesi, çevresini okuması ve öteki ile kendisini birbirinden ayırt etmesi gerekir. Bunun için akıl, şuur, idrak, fehim gibi yetenekleri olmalıdır. Bunlar olmaksızın beyan mümkün değildir (Rahmân: 4). Kurân’da Rahmân ismi sadece Allah’a isnat ile kullanılırken, Rahîm kullar içinde kullanılmıştır (Tevbe: 128, Fatiha: 2, Rahmân:1, Râd: 30, Fâtiha: 2, Arâf: 153-167, Secde: 6, İbrahîm: 36, Kasas: 16, İsrâ: 66, Hûd: 41-90, Yûsuf: 53-64-98, Hicr: 49, Enâm: 54-165, Nahl: 119, Sebe: 2, Zümer: 53).
3- Kitap, bilen bir kavim için, ayetleri tafsil edilmiş, apaçık bir okuyuştur.
Aslında ilk dört ayet tek cümledir. “Rahmânırahîm’den indirilen bu kitap, bilen bir kavme, müjdeleyici ve uyarıcı olması için ayetleri tafsil edilmiş, apaçık bir okuyuştur.”
Kitap; toplamak, bir araya getirip dikmek, bağlamak kök anlamından gelir. Kitap yazmak, istinsah etmek anlamlarına gelen “ketb” kökünden türemiş bir mastar olup yazılarak bir araya getirilen bilgilerle bunların yazıldığı malzemeyi ifade eder. Kitap kelimesiyle ilk anlaşılan şey mananın şekillerle aktarılması ve bir araya gelmesidir. İşte 29 sûrenin başında gelen bu harfler (semboller) kitabın yani konuların bir araya getirilmesini anlatan işaretlerdir.
Fasl kelimesi aralarında bir boşluk oluşuncaya kadar iki şeyden birini diğerinden uzaklaştırmak demektir. Türkçede kullandığımız fasıla (ara) ve mafsal (eklem) kelimeleri de aynı köktendir. Fasl sadece bir bütün hakkında söz konusudur. Faslu’s-sevbi, elbisenin bölümü; faslul kitab, kitabın bir bölümü demektir. Çünkü kitab bir bütündür. Bu noktada fark kelimesinden de ayrılır. Yakın anlamındaki fetih ise “iki şeyin arasını ayırmak için açmak” demektir. (Hûd: 1, Enâm: 98) Ayetleri farklı değil, araları açık değil, ayetlerin indirilişi fasılalı demektir. İdrake tespit etmek için, hayatta bir karşılığı olan bir kitap olması için fasılalı bir iniş murat edilmiştir. (Furkân: 32-33) Bu kelime, "detaylı bir şekilde açıklanmış" anlamına da gelmektedir. Tafsilde, "bir şeyi, bir konuyu, bir ibareyi parçalara bölerek, analizini yaparak açıklamak anlamı da vardır.
“Fussilet” kelimesi şu şekillerde izah edilmiştir: Kurân’ın hükümleri, kıssaları, mevizeleri açıkça beyan buyrulmuştur. Lafzı itibariyle fasılaları, sûrelerin evvel ve âhirleri ayırt edilmiştir. Manası itibariyle vaatleri, misalleri, uyarıları, kıssaları, helal ve haram hükümleri, tavsiye ve öğütleri, ayrı ayrı belirtilerek açıklığa kavuşturulmuştur. Allah, mesajını herkesin kolayca anlayabileceği apaçık bir lisân ile indirmiştir. Maksat, mahza anlaşılmaktır.
"Kurânen arabiyyen"(Şuarâ: 195, Zümer: 28, Yûsuf: 2) ve "hukmen arabiyyen" ifadelerinin Arap kelimesinin lügat manası ile çevrilmesi daha uygundur. Zîra günümüzde Arap denince insanların zihnine sadece belli bir coğrafyada Arapça konuşan bir ırkın adı gelmektedir. Kurân’da ise bağlama göre değişmekle birlikte genellikle bir dilden değil, meramın sağlıklı aktarılmasından bahsedilir. Mesela “hükmen arabiyyen” ifadesine “Arapça hükümler” denmesi mantık dışıdır. Zîra hem nüzul ortamında hem 14 asırlık süreçte hem de günümüzde Kurân’ın Arapça olmadığını söyleyen veya iddia eden yoktur. Aynı zamanda Arapça hükümler ile İngilizce, Fransızca, Türkçe, Farsça hükümler denmesi arasında hiçbir fark yoktur. Zira hepsi konuşulan lisanlardan bahseder. Ancak “arabbiyyen” kelimesine kök manası verildiğinde artık orada mana yerel bir lisan veya ırkı kastetmekten çıkıp âlemlerin Rabbinin hitabına uygun evrensel bir mahiyet kazanacaktır.
Dolayısıyla “arabiyyen” kelimesinin sadece “Arapça, Arap dili” olarak anlaşılması ve açıklanması doğru değildir. Zira bu kelime “arabe” kalıbından türeme olduğu kadar “ arube” kalıbından da türemiştir. Kelimenin “arube” kalıbına göre anlamı “fesahat, fasih konuşmak” demektir. Arap’a dili “açık ve anlaşılır” olduğu için Arap denmiştir (Zuhruf: 3). O zaman ifadeye "Arapça bir Kurân olarak indirdik." yerine "Konuların özüne inen, damıtılmış, hakikat yüklü, açık ve anlaşılır bir Kitap olarak indirdik.” diyebiliriz (Tâhâ: 113, Şuarâ: 193-195- 198, 199, Rad: 37, Zümer: 28). Ayet “Kitap diyerek başladığı için bir daha Kurân ifadesini aslında kullanmaya gerek yoktur. O yüzden son kitabın ismi olan el-Kurân değil, Kurân kelimesinin lügat manasını kullanmak gerekir. Dolayısıyla Burada Kurân isim değil mastardır. Kelimenin meşhûr manası çok okunan, okunuştur. Kelimenin kök itibariyle ulaştığımız diğer manası ise “toplanış, kümelenme” demektir. Nitekim havuz, suyu toplayıp salıvermediği zaman “karae’l-mâu fi’l-havdi” denir (İsrâ: 78). Ayetteki kur-âne’l-fecr nasıl ki fecrin ışıklarının bir araya gelmesi toplanması ise burada da apaçık hükümlerin bir arada indirilmesi manasındadır.
Ayette bir de “bilen bir kavim için” kullanımı muhatabın bilgisizler değil, bilgili veya bilmek isteyenler olduğunu ifade etmektedir. Bilmek istemeyene bu kitap ne “fussilet”tir ne de “arabi”dir. Bazı tefsirler “bilen bir kavim” ifadesini Arapça bilen bir kavim olarak savunmuştur. Ancak bu sûrelerin indiği Mekke Arap müşrik ortamında Arapça bilmek bir meziyet değildir. Arapça bilene âlim veya ulûlelbab denmiyordu. İbranice, Farsça veya farklı diller bilmek bir meziyetti. Bilen bir kavim ifadesi, herkesin bilip ana dili olarak konuştuğu Arapça için söz konusu olamaz. Bu yorumu ancak farklı bir dil ile dünyaya gelmiş ve Arap kültürüne, diline, inancından dolayı aşırı anlam yükleyen bir müfessir yapabilir. (Bkz. Taberi’nin ilgili ayetin tefsirine) Kurân sadece Arapça bilenler değil tüm insanlar için beşir ve nezir olarak indirilmiştir.
4- Müjdeleyici ve uyarıcı olarak... Oysa onların çoğu yüz çevirdi. Böylece onlar işitmezler.
Beşir kelimesi, "mübeşşir" manasınadır. Müjdeleyen, sevindiren, doğru bir şeyi haber veren demektir. Nezir kelimesi, “uyarıcı” manasına gelir. Uyarmak ise, bir şeyin sonundaki tehlikeye dikkat çekerek muhatabı sakındırmaktır. Kurân hiçbir ayetinde tehdit etmez, uyarır. Bu ikisi arasında çok derin farklar vardır. Cehennemi tehdit olarak anlamak “Dinde zorlama yoktur.”(Bakara: 256) ayetine terstir. Bu yüzden Allah gözdağı vermez, tehdit etmez, sadece rahmet ve merhameti gereği kulları bekleyen tehlikelere karşı önceden onları uyarır. Uyarıları dikkate alanları da müjdeler. Korkutmak Arapçada tahvîf’tir. İnzar ise havf’a (korkuya) konu olan durumu bildirmek suretiyle uyarmaktır. Neden yüz çevirip mesaja sağır olduklarını Kurân şöyle nakleder:
5- Ve dediler ki: “Bizi kendisine davet ettiğin şeye karşı kalplerimizde kapak, kulaklarımızda ağırlık ve seninle bizim aramızda bir perde var. O hâlde yap! Muhakkak ki biz de yapacağız.”
Ekinne; kapak, kılıf ve perde manasına gelir. Vakr ise ağırlık demektir. Kulağın duymasına rağmen dinlediğini doğru anlayıp yorumlamayı engelleyen fikrî bagajlar, bâtıl gelenekler ve kültürel yükler yüzünden özgürce düşünemediklerini anlatan fikrî sağırlık manasındadır. Ayette kalbin yani düşünüp algılamanın önünde bir engel gibi duran “ekinne ve vakr” kelimeleri; aklın dışarıdan gelen mesajlara açık olmadığını, farklı görüş ve yorumlara kapalı, bağnaz ve sabit fikirli oluşunu ifade eden bir benzetmedir. Bu benzetmeyi önce Kurân yapmıştır. Nüzulde Fussilet sûresinden önce inmiş Enâm 25’te şöyle geçer: “Ve onlardan seni dinleyenler vardır. Ve onu fıkhetmede kalplerinin üzerine kapak kıldık ve kulaklarında ağırlık vardır. Ve onlar bütün ayetleri görseler de ona inanmazlar. Hatta sana geldikleri zaman, seninle cedelleşen kâfirler derler ki: ‘Bu ancak evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir.’ “ Zira verecekleri bir cevap yoktur. Kurân’ın ifadelerini aynen resûle söylemek muhataplardaki şımarıklığı ve alaycı tavrı göstermesi açısından önemlidir. Kendilerini o kadar değerli ve önemli zannediyorlar ki Kurân’ın onları direkt muhatap alması onlara birkaç gömlek fazla gelmiştir. Ayetin sonundaki “Artık yap! Muhakkak ki biz de yapacağız.” ifadeleri onların alaycı ve meydan okuyan tavırlarının uzantısıdır.
6- De ki: “Muhakkak ki ben sadece sizin gibi bir beşerim. Bana sadece sizin ilâhınızın bir ilâh olduğu vahyediliyor. Öyleyse O’na yönelin ve O’na istiğfar edin. Ve müşriklere veyl olsun!”
Alaycıların kalplerindeki kapağı veya kulaklarındaki ağırlığı kaldırmasının tek şartı peygamberin insanüstü ve doğaüstü mucizeler göstermesidir. 13. ayette “Eğer Rabbin dileseydi melekleri indirirdi.” ifadesinden anlaşılmaktadır ki müşrikler melek resûl istemektedir. Bu nedenle ayet “Ben sadece sizin gibi bir beşerim.” hatırlatması ile konuya başlamıştır. İlâhın bir ilâh olması, bu ayrıcalıklı bakışı reddetmek içindir. Resûlün getirdiği tevhidin amacı, toplumsal sınıf farklarını kaldırarak herkesin bir olduğunu ve Allah’ın katında da eşit olduklarını göstermektir. Aracıları, efendileri, maddiyatı veya nefsanî istekleri bırakıp Rabbe yönelmek ve kötülüklerden istiğfar etme emredilir. Bunun ilk adımı, gelir dağılımındaki dengesizlerin istiğfarı olan zekâttır. Neden “Müşriklere veyl olsun!” Zira onların savunduğu kast sisteminde yoksul daha yoksul, zengin daha zengin olmaktadır. Şirk sistemi olan aracılı yönetim adaletsizliklere ve gelir dağılımındaki uçurumlara sebep olduğu için toplumsal huzur bozulmaktadır.
7- Onlar zekât vermezler. Ve âhireti örterler.
Kalpteki kapak ve kulaktaki ağırlığa konu olan resûlün davet ettiği zekât konusudur. Zekât vermeye isteksizlik bu ayetle belirtilmiştir.
Mekke müşriklerinin kendi site devletlerinde uyguladıkları bir tür vergi şekli olan zekât da vardı. Kureyşliler, kendi idari yapıları gereği zekât verirler ve bu zekât parası ile çeşitli harcamalar yapar, hacılara su içirir, yemek yedirirlerdi. Daha sonra, Hz Peygamber’e tâbi olup Kurân’a inanan insanları sıkıntıya sokmak için “zekât” vermez oldular. Bundan dolayı da Müslümanlar, Mekke’nin garipleri ve fakirleri sıkıntıya düştüler, birçok zarar gördüler. Yapılan propaganda Allah Resûlü’nün getirdiği sistem yüzünden muhtaçların zarar gördüğüydü. Ferrâ şöyle demiştir: "Kureyşliler, hacılara yemek yedirirdi. Onlar, Hz. Peygamber'e iman edenlere, yemek yedirmediler. Bu da müşriklerin zekâtı âhiret/gelecek kaygısı için değil, günlük çıkarları için rüşvet niyetiyle verdiklerini göstermekteydi. Bu seçimden önce fakir fukaraya yardım eden, yemek dağıtan aday veya yöneticilerin durumuna benzer. Hayrı menfaatine göre yapmak müşrik âdetidir, rüşvettir, o hayra artık riya bulaştırmaktır. Önemli olan hiçbir beklenti olmadığı zamanlarda, tevazu içinde, bilinmesine gayret etmeden yardım etmektir.
Kurân’daki sadaka emri malın Müslüman için bir araç, mülkün de Allah’a ait olduğuna, kendisinin emanetçi olduğuna iman ettiğini gösteren bir ispattır. Bu farz olan bir ispattır (Bkz. Tevbe:60) Zekât ise toplumsal hayatta diğer insanların hakları ve sosyal dayanışma sonucu elde edilen servetteki kamusal hakların temizlenmesidir. Zekât, malı kul hakkından arındıran bir iadedir, helalleşmedir. Allah’ın emrettiği zekâta Mekkeli müşrikler karşı çıkmıştır. Zira kazançlarında kölelerin hakkı olmadığını savunuyorlardı. Karun örneğinde olduğu gibi “Bu servet bana bilgim sonrası verildi.” zihniyetindelerdi. Oysa “Ben çalıştım, ben kazandım.” düşüncesi insanın bencilliğinin sonucudur. Zira o toplum olmasa kişi o kadar zengin olamazdı. Kazancını yaşadığı ülkeye, sosyal çevreye borçludur. Bu meyanda dağda tek başına yaşayan birinin zekât mükellefiyeti kalkar. Zira toplumsal dayanışmanın şükrü zekâttır.
Kurân’da bir de infak kavramı vardır ki, bu da verilenlerin riyadan uzak ve gönüllü olması gerektiğini anlatan, paylaşmanın başka bir sıfatıdır. Bu konu ile alâkalı âyetimiz şöyledir: “Sana soruyorlar: Neyi infak edecekler? De ki afv ettiklerini” (Bakara: 219) Her tür paylaşımda, ister infak ister sadaka isterse zekât olsun bunların hiçbirinde zorlama olamaz. Müminin ihtiyaç fazlası gördüğü, gönül rızasıyla bağışladığı her yardım bu kapsamdadır. Zekât, sadaka veya infak farklı farklı yardım çeşitleri değil, malî paylaşımın sıfatlarıdır. Bir yardım yapıldığında bu; riyadan uzaklığı açısından infak, malı temizleme boyutuyla zekât ve imanın ispat cihetiyle sadaka olabilir.
Verilen sadaka veya zekâtı gösterişten, menfaatlerden ve rüşvetten koruyan tutum onun infak boyutudur. Allah için ne kadar harcanacağı sorusuna Kurân bir oran belirlemeyerek cevap vermiştir. Bu oranı kişinin Allah’a ve âhirete imanı ve içinde bulunduğu imkânlar belirler. Bakara 219’da yapılan yardımların gönül rızası ile gerçekleşen yardımlar olduğunu gösterir. Bu yüzden kişinin, ekonomik hayatında vermeye zorunlu tutulduğu vergi, KDV, ÖTV gibi harcamaları ile zekât verdiğini düşünmesi hata olur. Allah yolunda yapılan harcamalar gönül rızası sonucudur, ekonomik mecburiyetler, zorla alınmalar buna dâhil edilemez. Zekât bir ibadettir. Dinde zorlama olmaz. Birine zorla namaz kıldırtsanız veya zorla başını örtseniz o yapılanların Allah katında bir karşılığı yoktur. Kurân’ın mallarımızdan, rızık olarak verilenlerden Allah rızası için harcanmasını isteyen birçok ayeti vardır. Kurân’da cimrilik kınanmış ve Allah’ın verdiklerinden yine Allah rızası için sarf edenler övülmüştür (Âli İmrân: 180, Tevbe: 60, Bakara: 43). Kurân, özel mülkiyeti helal kılmış fakat Allah’ın tüm nimetlerin sahibi olduğu bilinci ile kulların, Allah’ın verdiklerinden sarf ederek sosyal adâleti sağlamalarını istemiştir. Kurân bize yoksulların malımızda hakkı olduğunu öğretmekte (Meâric: 24, 25) ve paylaşarak bizim yoksulların bu hakkını kendilerine teslim edip temizlenmemizi “Zekâtı verin!” emri ile istemektedir. Bir işyeri sahibi kâr marjını artıran işçilerine karşı borçlu olur, onların hakkını teslim, işçileri asgari ücretle çalıştırarak değil onlara verdiği ikramiyelerle olur. Verdikleri zekât kapsamına girer. Zekât kazancın sağlandığı yere, kaynağa yönelik iken, sadaka kişinin maddiyata bakışı ve kendi ile alâkalıdır.
Mekke toplumundaki zengin müşrikler, servetlerini kendilerinin kazandıklarını iddia etmekteydiler. Bu nedenle, servetin bütünüyle ve gerçek anlamda kendilerine ait olduğunu ve istedikleri tarzda harcayabileceklerini düşünüyorlardı. Mala ve dünya metaına olan düşkünlüklerinden dolayı sahip oldukları imkânlardan fakir ve muhtaçlara yardımı ancak bir menfaat veya gösteriş varsa yapıyorlardı. Egosunu yardım yaparak tatmin etmek kibrin göstergesidir. Bundan dolayı Mekke döneminde inen ayetlerde Allah tarafından hem kibir hem de benciliğin göstergesi olan cimrilik yerilmiş ve bu yaptıklarının yanlış olduğu açıkça ifade edilmiştir.
Ayette dolaylı olarak Müslümanlara zekât verilmesi emrediliyor. Buradan anlaşıldığına göre zekât iddia edildiği gibi Medine’de değil, Mekke’de farz kılınmıştır. Nitekim şu ifade bunu teyit etmektedir. “Ürün verdiği zaman ürününden yiyin! Ve hasat günü, hakkını verin! İsraf etmeyin! Muhakkak ki O, müsrifleri sevmez.” (Enâm: 141)
Kurân’daki bazı ayetlerde ifade edilen zekâtı, tezkiye [arınma] anlamına çekmek yanlıştır. Çünkü Kurân'da ahlâkî temizliğin kastedildiği yerlerde tezkiye (arınma) kavramı, cümle içinde yalın hâlde zekâ fiili ve türevleriyle ifade edilmiş; malî bir ibadet olan "zekâtın" söz konusu olduğu yerlerde ise kelimenin yanına “i'ta/vermek” fiili getirilmek suretiyle "Zekâtı verin!" şeklinde ifade edilmiştir. (Neml: 3, Lokman: 4, Enbiya: 73) Fussilet sûresinin ilk ayetlerini Arâf: 156 özetlemektedir: “Ve rahmetim her şeyden geniştir. Artık onu takvalılara ve zekâtı verenlere yazacağım. Ve onlar ki, onlar ayetlerimize inanırlar.” (Arâf: 156)
8- Muhakkak ki inanan ve salih amel işleyenler için kesintisiz bir ecir vardır.
“Salihatı işlemek” kişinin kendisine, ailesine ve topluma karşı yararlı, faydalı işler ortaya koymasıdır. Burada salihatın amaç olduğuna, asıl olduğuna inanarak yapanlar için kesintisiz bir ecir vaad edilmiştir.
9- De ki: “Gerçekten siz arzı iki günde halk edeni mi inkâr ediyorsunuz? Ve O’na denkler mi kılıyorsunuz? İşte O, âlemlerin Rabbidir.”
Arzı iki günde halk etmek, iki farklı süreç sonunda dünyanın bugünkü hâline gelmesi olabilir. Bu dönemler yaşamın olmadığı ateş küre ve arkasından soğuma ve yoğun astroid yağmurlar ile taşkürenin oluşması şeklinde iki farklı döneme âtıf olabilir. Birinci gün yaklaşık 1 milyar yıl sürmüşken 2. gün 3.5 milyar yıl sürdü. İki evre olarak anladığımız ayet metnindeki "yevmeyn" kelimesinin sözlük anlamı "iki gündür.” Ancak, henüz dünyanın yaratılmadığı bir dönemde, bildiğimiz anlamda gün ve geceden de söz edilemeyeceği açıktır. Nitekim Kurân'da, "Bilinmeli ki, Rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın bin yılı gibidir." (Hac: 47) buyrularak insanlardaki zaman kavramının göreli olduğuna, ilâhî tasarrufla ilgili zaman kavramlarının, binlerce seneyle ifade edilebilecek evreleri gösterdiğine işaret eder. Maddî yaratılış kendi içinde farklı ve iç içe geçmiş günlerden/evrelerden oluşmaktadır.
10-Ve orada, onun fevkinde sabit ağırlıklar kıldı. Ve orayı bereketlendirdi. İsteyenler için dört günde sürdürülebilir bir seviyeye getirdi.
Ravâsiye kelimesi “re-ve-se” kökündendir. Bir şeyin ağırlığı sonucu sabit olması anlamındadır. Yer kabuğunu oluşturan levhalar ve dev kara parçalarının genel sıfatıdır. Dağ manasındaki cebel, bu dev katmanların küçük bir kısmıdır. Yeryüzü 4 farklı dönem ile oluşmuştur. Bunun ilki dünyamızın güneşe benzediği Ateş Küre hâlidir. Sonraki günde/süreçte ısı düşerek Yer Kabuğu (Litosfer) oluşmuştur. Diğer günlerde canlılığın oluşumu ve devamı için toprağın mineral, nem ve oksijen seviyesi bir dengeye kavuşmuştur. Dikkat edilirse bu ayette, henüz herhangi bir canlılıktan bahsedilmemiştir.
"Sevâen" kelimesi "eksiksiz fazlasız, tam yeteri kadar, her varlığın ihtiyacı ölçüsünde" canlılar için uygun bir seviyeyi anlatır. “Li es sâilîn” ortama ihtiyacı olanlar için manasında olduğu gibi, ifadeye orada araştırıp soranlar için şeklinde de meal verenler de olmuştur. Dünyanın oluşumu ile ilgili soruların cevabı bu dev kaya katmanları arasında olduğunu anlatan bir ifade de olabilir. Bugün jeoloji, dünyanın ilk günleri ile alâkalı birçok sorumuza ışık tutmaktadır. Burada bir de “akvate” ifadesi yer alır.
Kurân’da “k-v-t” kökü sadece iki yerde gelir. İlki bu ayet, ikincisi ise Nisâ 85’tir. Orada Rabbimizin bir esması olarak “Mukît” şeklindedir. Allah’ın her şeyin üzerinde Mukît oluşu, her şeye devamlılığını sağlayacak bir ölçü koyması, koyduğu ölçüye sahip çıkması, hiçbir değeri zayi etmemesidir. Akvâtihe kelimesinin kök anlamı “bir şeyin devamlılığını, sürdürülebilirliğini sağlamak, onun için gerekli olanı yapmak” demektir. Lügatte buna örnek olarak insanın beslenmesi verilmektedir. Bir insan beslenemez ise varlığını sürdüremez. Bu nedenle gıda bir insanın varlığını devam ettirmek için gerekli olan şeydir. “Kût” besin demektir. Taamdan farkı şudur: Taam, yemekten ibarettir. Kût; saklanan, potansiyel gıdadır.
Yer kabuğu ve atmosferin değişimi canlılığı destekleyecek ve devamlılığını sağlayacak mahiyette olmuştur. "Kaddere" fiilinin asıl anlamı "ölçme, takdir etme"dir; tefsirlerde bu bağlamda "belirledi, yarattı, elverişli hâle getirdi, -İbn Mes'ud mushafındaki "kasseme" okunuşu da dikkate alınarak- paylaştırdı" gibi değişik yönleriyle açıklanmıştır. Ayetteki “ekvâtehâ” kelimesindeki “ha” dişil zamiri “revâsiye” kelimesine gitmektedir. Levhaların veya kıtaların ne gibi bir gıdaya, azığa ihtiyacı olabilir? Bu nedenle kelimenin kök anlamı olan “sürdürülebilirlik, devamlılık” anlamını tercih etmek daha isabetli görünmektedir. (Krş. Nisâ: 85)
Dolayısıyla varlık, başta hayatı destekleyip sonrasında bu özelliğini yitiren değil, oluş ve bozuluşla yaşamı destekleyecek ölçüde yaratılmıştır. Toprağın/arzın çürütmesi ve yeniden ürün vermesi buna bir örnektir. “Barake/bereketli kıldı/zenginleştirdi” ifadesi de milyarlarca canlının yaşayıp besleneceği potansiyele işarettir.
11- Sonra duman hâlinde olan semaya yöneldi. Böylece ona ve arza: “Uyumlu veya uyumsuz olarak gelin.” dedi. İkisi de: “Uyumlu olarak geldik.” dediler.
Gökler ve yerin geldiği yer neresidir? Gökler ve yer iradeli varlıklar mıdır? Bir işe “tav’an” veya “kerhen” dâhil olabilirler mi? Sorulan soruları anlayıp tav’an (gönüllüyüz) derler mi? Eğer gönüllü olmasalardı zorla nasıl bir araya geleceklerdi? Öncelikle burada sıfırdan bir yaratılma değil, duman hâlinde olan semanın düzenlenmesi söz konusudur. Bir sonraki ayete bakılırsa burada var olan göğün 7 kat olarak düzenlendiğinden bahsedilecektir. Bu düzenleme 2 günde/evrede gerçekleşmiştir. Bu ayetlerdeki tüm günleri toplayıp 6 günde yaratma ayetinde çelişki aramak abestir. Burada 6 günde yaratmanın içindeki farklı süreçlerden bahsedilmektedir. Sözlükte "duman" anlamına gelen “duhân” kelimesi tefsirlerde "su buharı" olarak yorumlanmıştır. Yer çekimi sayesinde tutulan atmosfer, büyük ölçüde gezegenin iç katmanlarından kaynaklanan gazların yanardağ etkinliği ile yüzeye çıkması sonucu oluşmaktadır. Ayetlerdeki sıralamalar hayret vericidir. Önce yer kabuğunun soğuması ve arkasından semanın duman yani yoğun gaz ve bulut tabakası olması, arkasından da berraklaşarak katmanlarına ayrılması, doğru sıra ile anlatılmıştır. Şu an bilimsel araştırmalar ile ulaştığımız bu bilgi, dünyanın düz olduğuna inanılan, gökyüzünün kubbe olduğu zannedilen bir dönemde bu tarz tutarlı ifadeler Kurân’ın beşerüstü oluşuna delildir.
Tav’an, “t-v-a” kökünden gelir. Kurân’da bu kök 129 yerde türevleri ile gelir. İnkıyad/boyun eğme; zorlama’nın zıddı, itaat, istekli uyumlu ve gönüllü olma gibi manalarda kullanılır. Kurân’da güç yetirme şeklinde de gelir. “Ne onu aşabildiler ne de onu delmeye güç yetirebildiler.” (Kehf: 97). Göklere “tav’an” gelin demek, atmosferin yaşanabilir bir hâle gelmesidir. Yaşamın devamlılığına uygun olmasıdır.
Kerhen ise “k-r-h” kökünden gelir ve bu kök Kurân’da 41 yerde geçer. Tiksinme, iğrenme, çirkin bulma dışında Müfredat’ta “kırılganlık, dayanıksızlık, güçsüzlük manasını taşıdığı da ifade edilmiştir. Ayette gökler ve yerin yaşamı kaldıracak bir potansiyelde olmama durumunu yani hayat ile uyumsuzluğunu ifade etmek için kullanılmıştır. Gökler ve yerin “tav’an geldik demeleri” söz ile değil, hâl iledir. Zamanla gezegenimizin yaşama elverişli hâle gelmesi, gökler ve yerin “Biz artık hayatı destekleyecek potansiyeldeyiz.” demeleridir. Bir demir ustasının demiri ısıtıp ona istediği şekli vermesi aslında demirin hâl diliyle “Ben sana boyun büktüm.” demesidir. Her şey lisanıhâl ile anlayanlara bir şeyler söyler. Kurân’da Yaratıcımızın, melekelerle, cehennemle, şeytânla, yer ve göklerle konuştuğunu okumaktayız. Bu ifadelerin tamamı Fussilet 11. ayetin örnekliği üzerinden anlaşılmalıdır. Rabbimizin konuşması veya konuşturması iki insanın kendi aralarında yaptıkları sohbetten çok farklıdır. Yaratılış kodlarını belirleyen Rabbimiz yarattığı mahlûkatın dilinden anlamayı, onlarla uyum içinde olmayı indirdiği vahiyle kullarına da öğretmektedir (Âli İmrân: 83, Kaf: 30)
Burada dikkat ederseniz “biz” değil “ben” ifadesi yer alır. Yani “Biz dedik.” değil “Allah dedi.” şeklinde bir kullanım vardır. Amaç, tevhide âtıf olabilir. Tekil kullanım, göklerin ve yerin yaşama uygun hâlde düzenlenmesinin, Allah'ın irade ve kudretinin sonucu olduğunu anlatmak içindir. Cenab-ı Hakk’ın yer ve gökten bir şeyler istemesi, onların buna istekli olması, aynı zamanda yer ve gök tanrısı inancına da kendi içinde bir reddiye barındırır. Bu anlatım Allah’tan gayrı, iradi güç atfedilen her unsurun aslında âciz mahlûklar olduğunu edebi bir üslupla hatırlatmaktadır. Dolayısıyla ifade, ayetin indiği dönemde gök işlerini yürüten put veya putlar inancına da kendi içinde cevaplar barındırmaktadır.
Sonuç olarak dünyamız ya yaşama uyumlu (tav'an) ya da uyumsuz (kerhan) olacaktı. O, bir milyar yılın sonunda uyumlu olduğunu lisanıhâli ile ifade edince Allah onu seçti. Bir önceki surenin "O Allah ki, yeryüzünü sizin için karar yeri kıldı."(Mümin: 64) ayetinde "halaka" değil "ceale" kelimesinin kullanımı "sonradan yaşam alanı olarak kılındığına" işaret etmektedir.
12- Böylece onları iki günde yedi kat gök olarak kaza etti. Her gök katına kendi emrini vahyetti. Ve dünya semasını kandillerle muhafaza ederek süsledik. İşte bu, Azîz, Alîm olanın takdiridir.
Ayette “İki günde yarattı.” değil “Yedi kat gök olarak kaza etti.” ifadesi yer almaktadır. Bu ifade tıpkı bir önceki ayette anlatılan “duman hâlindeki semaya yönelmenin” devamıdır. Burada var olan oluşumun düzenlenmesi ve yaşama elverişli/uyumlu hâle getirilme süreci anlatılır. Arzı çevreleyen uçsuz bucaksız alana Kurân “sema” der. Kurân’da uzay veya atmosfer şeklinde iki farklı kelime geçmez. Hepsine “semâvât” denmiştir. Semanın içinde yıldızlar da vardır bulutlar da vardır. Bizce Kurân’daki yedi kat sema şöyle anlaşılmalıdır: 1-Troposfer, 2-Stratosfer, 3-Mezosfer, 4-Termosfer, 5-Ekzosfer 6-Mıknatısküre ya da Çekimküre 7. kat sema ise uzayın geri kalan kısmıdır.
Sürekli genişleyen bir evrenin başı olduğu gibi bir sonu da olmalıdır. Zira çoklu evrenler teorisine göre bu evrenin de bir sınırı bulunmaktadır. 7. kat semanın sınırlarının -şu an bilmediğimiz- uzayın geri kalanı olması muhtemeldir. “Her gök katına kendi emrini vahyetti.” ifadesi, semanın dünyadaki yaşamı nasıl desteklediğine işarettir. 7. kat sema dediğimiz uzaya Rabbimiz nasıl bir görev vahyetmiştir? Ona genişleme görevi vahyedilmiştir. “Biz onu genişletmekteyiz.” (Zâriyat: 47). Peki bunun yaşama katkısı nedir? Eğer uzay genişlemeyip de içe doğru küçülseydi farklı gezegen sistemleri ve galaksilerin çarpışma ihtimalinin artması söz konusu olacaktı. Bu durumda dev meteoritlerin dünyamızı yok etme potansiyeli ve ihtimali çok daha yüksek olacaktı. Dar bir alanda çarpışma ihtimali, uzay gibi sayılarla ifade edemediğimiz bir boşluktaki çarpışma ihtimalinden çok daha yüksek olacaktı. “Ve dünya semasını kandillerle muhafaza ederek süsledik.” ifadesi, atmosferimize giren meteorların 3. kat sema olan Mezosfer katmanında yanarak zararsızlaşmasıdır. Mesâbîh/kandiller yanarak ışık saçan demektir ve necm/yıldız veya gezegen kümeleri olan kevkep’ten farklıdır. Ekzosfer ve Termosfer katmanlarında fazla hava olmadığı için meteorlar sorun yaşamadan bu katmanlardan geçerler. Ancak mezosfere çarptıklarında sürtünmeye ve ısı oluşturmaya yetecek kadar gaz vardır. İşte bu meteor yağmuruna Kurân “Dünya semasını kandillerle süsledik.” der. Bu olay bir faciaya dönüşmeden bir süs mesabesinde kalır. Böylece 3. kat semaya yüklenen görev (vahiy) ile hayat desteklenmiştir.
Bundan 66 milyon yıl önce gezegenimiz en korkutucu ve karanlık günlerinden birini yaşadı. Dinozorları öldüren göktaşı Chicxulub Dünya'ya çarptı. En az 10 km çapında olduğu tahmin edilen göktaşı Dünya'ya çarparak Hiroşima'ya atılan atom bombasından yaklaşık 10 milyar kat daha fazla etki yarattı. Ayrıca 6. kat sema olan manyetik kürenin etkisi sonucu yeryüzü sadece gök taşlarına değil, Güneş’ten gelen zararlı ışınlara karşı da korunmuştur. Dünyamız yoğun bir radyasyon alanıyla kaplı olup bu radyasyon alanına ''Van Allen Alanı'' adı verilmektedir. Kutuplardaki aura ışıkları da bu alanın etkisiyle dalgalı bir süs gibi gözlenmektedir. Magnetosfer Güneş'ten ve diğer yıldızlardan yayılan zararlı ışınlara karşı kalkan işlevi gören 6. kat semadır. Bu tabaka manyetizma sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bu manyetizmada 10. ayette belirtilen ve “revasi” denen dev kara parçalarının yüzdüğü magma ve sıcak çekirdeğin etkisiyle oluşur. Dönmesine rağmen manyetik çekimini kaybeden gezegenlerin içleri soğumuş veya ısıları düşmüştür. Yaşamı destekleyen diğer bir sema katmanı Troposfer’dir. Bu en alt katmanda hava en yoğundur. Troposfer, tüm atmosferin kütlesinin dörtte üçünü içeren 1. kat semadır. Yaşam için gerekli gazlar bu tabakada bulunur. Buradaki havanın %78’i nitrojen ve %21’i oksijendir. %1 argon, su buharı ve karbondioksitten meydana gelir. Yaşam için olmazsa olmaz olan bulutlar bu tabakada oluşur. Birinci kat sema gibi ikinci kat sema olmasa yine yaşam olmazdı. Stratosfer, çok önemli ozon tabakasının bulunduğu yerdir. Ozon tabakası bizi Güneş’ten gelen ultraviyole ışınlarından korumaya yardımcı olur. 6. kat sema olan Manyetik küre zararlı ışınların yönünü değiştirirken yönü değişmeden kaçanları ise 2. kat sema tarafından emilir. Yaşam, bu koruma katmanı olmadan mümkün olmazdı. Burada Kurân’ın bilimsel tefsirini yapmıyoruz. “Sahabe bunları böyle anladı.” da demiyoruz. Amacımız sadece ulaştığımız güncel bilgiler ile Kurân’ın çelişmediğini göstermektir. Âlemlerin Rabbinden gelen bir mesajın tek hedefinin ilk neslin algısı olmadığı aşikârdır.
Her göğe görevinin vahyedilmesi, hayat ile uyumlu(tav’an), yaşam için nasıl bir bütünlük oluşturduklarını (bir araya geldiklerini) açıklamaktadır. Kâinata bakan ondaki üstün ilmi görecektir. Bu azametli ilim karşısında hayran olmamak mümkün değildir. Bu yüzden ayetin sonu el-Azîz ve el-Alîm esmalarına âtıfla sonlanmıştır. Üstün ilme şahit olan onunla savaşmaz. İnsan var olduğu tabiatla uyum içinde yaşamak zorundadır. Yoksa ne olur? Şimdi tabiata Rabbimiz tarafından konmuş sünneti önemsemeyen kavimlerden birer örnek verilecektir.
13- Eğer hâlâ yüz çevirirlerse o takdirde de ki: “Adn ve Semûd’un yıldırımı gibi bir yıldırımla sizi uyardım.”
Arabistan'ın eski ve şöhretli kavmi olan Âd'ın başından geçenler, cahiliye Araplarınca bilinmekteydi. Kavim günlerce süren sert fırtınalar ve hava olayları ile helâk olmuştur. Kurân’da beş yerde Semûd kavmine inen azap anlatılır. Ancak dört değişik tabir kullanılır ki aralarında farklar olmakla beraber, bunlar meydana gelen olayın özelliğini yansıtır mahiyettedir. Kurân’da, Semûd kavminin helâk oluşu “tâğıye/şiddetli bir yer sarsıntısı (Hâkka: 5), kulak tırmalayan ses”, sayha/patlama (Kamer: 31) “racfe/sürtünmenin çıkardığı şiddetli gürültü ve sarsıntı” (Hûd: 67-95) “sâikatu’l azâb/azâp yıldırımı” (Arâf: 78) ile tarif edilmiştir. Bunların hepsi, depremler ve volkanik patlamalarda peşi sıra gerçekleşen doğa olaylarıdır. Volkanik yıldırımlar ve çıkan ultrasonik ses de “sa’ik” kelimesiyle ifade edilmiştir.
Aslında dünyamızda yaşamın devamı, felâket olarak gördüğümüz doğa olaylarıyla ilişkilidir. Rabbimizin uyarısı bu faydalı ve yaşamı destekleyen olayları durdurmak değil, onlara karşı tedbir alıp onlardan uzak durmak içindir. Zira Kurân uyarır, tehdit etmez. Uyarının sünneti sonraki ayette örnekleneceği üzere önce onlara resûller gelir ve onları uyarır.
14- Onlara Allah’tan başkasına kul olmamaları için iki elleri arasındaki ve halefleri olan resûller geldiği zaman dediler ki: “Eğer Rabbimiz dileseydi, mutlaka melekleri indirirdi. Bu sebeple gerçekten biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeyi örtbas ediyoruz.”
Buradaki “min beyni eydihim” ibaresi “elleri altında ilâhî anlatımlar ve bilgilerin” olduğunu anlatmaktadır. “min halfihim” ise bunun nedeni olarak ellerinin arasındakini tasdik edici resûllerin de kavimlere gönderildiği hakikatidir. Zaten Âd ve Semûd kavmi tarih sahnesinde arkalı-önlü yer almış, sonra da yaşadıkları doğal âfetler sonucu nesilleri devam edememiş kavimlerdi. Edindikleri bilgiyi ve teknolojiyi bir sonraki nesle aktaramadan helâk olmuşlardı. Helâkin birçok sebebi vardır. Bunların başında kavmin kendini konumlandırdığı yer ve mahlûkata bakış açıları gelir. Bu kayma, sonlarının gelmesinde belirleyici olmuştur.
15- Fakat Adn kavmi daha sonra yeryüzünde hakları olmadıkları hâlde kendilerini büyük gördüler. Ve dediler ki: “Kuvvet bakımından bizden daha güçlü kim vardır?” Onları yaratan Allah’ın kuvvet bakımından kendilerinden daha güçlü olduğunu görmediler mi? Ve ayetlerimizi bilerek inkâr ediyorlardı.
“Bunu Tanrı bile batıramaz.” denilen Titanik’in enkazı, bulunduğu 1985 yılından bu yana ibret olarak denizin dibinde durmaktadır. Âd kavminin hakkı olmadığı hâlde kendisini büyük görmesi ve zihniyeti bu ayette konu edilmiştir. Ayetteki cümleyi Zemahşerî, "Aslında büyüklenmeye hakları olmadığı hâlde ülkelerinin halkına karşı büyüklük taslayıp tepeden baktılar." veya "Yönetici olma niteliklerini taşımadıkları hâlde haksızlıkla ülke yönetimini ellerine geçirip halk üzerinde hâkimiyet kurdular." şeklinde açıklamıştır. Bu kıssaların Mekke’nin yönetimini elinde tutan ve halkı ezen müşrik elebaşlarına da söyledikleri vardır. Tüm gücün Allah’ta olduğuna iman eden bir iktidar kendini halkının üzerinde veya diğer ülkelere karşı mutlak söz sahibi göremez. Bu ayete iman eden, hiçbir ülkeyi ele geçirip gasp edemez, imkânların emanet olduğu şuuruyla Allah’ın rızasını kazanacak salih projeler için koşturur. Kendini dünyanın hâkimi gibi gören ülkeleri bekleyen sünnet ise şöyledir:
16- Böylece dünya hayatında, zillet azabını tattırmamız için tozu dumana katan günlerde, üzerlerine uğultulu bir hortum gönderdik. Ve âhiret azabı ise daha rezil edicidir. Ve onlara yardım da edilmedi.
Sarsar, gürültülü hortum ve fırtına demektir. Bir şeyi sarmak, sarmalamak Türkçemizde de aynı manada kullanılır. Yevminahs, genelde uğursuz gün diye çevrilmiştir. Ancak “nahs” kelimesinin aslı ufuk çizgisinin kızarması, bakır madeni gibi olmasıdır (Rağıb). Rüzgârın tozları yukarı kaldırıp gökyüzünü bakır rengine boyamasıdır. Rahmân 35’te “nuhas” formuyla “toz duman” anlamında kullanılmıştır. Doğal âfetlerle helâk olan kavimlerin hepsinde “ben” değil, “biz” zamiri kullanılmıştır. Zira o hortumu doğrudan insanlar ölsün diye aniden Allah göndermemiş, Allah’ın tabiata koyduğu yasalar sonucu, birbirini tetikleyen bir süreçle tabiî bir afet meydana gelmiştir. Kamer 20’de günlerce süren bu fırtınanın ve hortumların insanları tutundukları ve saklandıkları yerlerden söküp çok uzaklara fırlattığı anlatılır.
Burada çıkarılması gereken ders şudur: Yöneticilerin görevi halka tepeden bakıp saltanat sürmek değildir. Şehirleri bekleyen muhtemel âfetlere karşı tedbir alıp projeler üretmektir. Bu, milyonların hayatını doğrudan ilgilendiren çok önemli bir konudur. Sadece maddî değil, aynı zamanda manevî âfetlere karşı da toplumu sevgi ve saygıyla bir arada tutan değerler bütünlüğünü koruyup bunların gelişmesinde yardımcı da olmalıdırlar. Zira maneviyatı güçlü toplumlar, yaşadıkları âfetlerin sonunda çok daha hızlı toparlanıp yaralarını sararken, maneviyatı zayıf toplumlar kriz anlarında birbirlerine düşüp dağılır giderler.
17- Ve fakat Semûd’a gelince onlara hidayeti gösterdik. Oysa onlar, hidayete karşı körlüğü sevdiler. Böylece kesp ettikleri yüzünden onları alçaltıcı azabın yıldırımı yakaladı.
Buradaki hidayet, alçaltıcı azabın yıldırımları olan volkanik felâket gelmeden bölgeyi tahliye etme yöntemidir. Doğru zaman ve doğru araçla halkın buradan kaçıp azaptan sakınması gerektiğini Hz. Sâlih kavmine şöyle anlatmıştı: “Ey kavmim! Bu Allah’ın dişi devesi, sizin için bir ayettir. Artık onu serbest bırakın! Allah’ın arzından yesin! Ve ona kötülükle dokunmayın! Aksi hâlde sizi, yakın bir azâp yakalar.” (Hûd: 64) Bu kurtuluş metodu yani hidayet, dişi devenin bölgeye alıştırılmasıydı.
Körlüğü sevmeleri ne demektir? Başka develeri bölgeye getirip ilk kez binek hayvan olarak develerin kullanılması metoduna karşı hayvanı sakatlamanın onlara güzel görünmesidir. Buna karşılık Hz. Sâlih de “Yurdunuzda üç gün daha metâlanın! Bu yalanlanması olmayan bir vaattir.” (Hûd: 65) sözlerini söyler ve bölgeyi âfetten 3 gün önce kendisine güvenenlerle tahliye eder.
İstehabbû kelimesi “hubb” kökündendir. Hubb kalbe atılan, başta küçük olup sonradan kök salan sevgi tohumudur. İnsan bazen çok sevdiğinin hatalarını ve kusurlarını görmek istemez. Bu durum, muhatabın sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesine engel olur. Zehirli sevgi, insanın basiret ve ferasetini kör eden sevgidir.
Hidayete karşı körlüğü sevmek, orijinal bir Kurân kavramıdır. İnsan, ideolojisinin duygusal penceresinden baktığında objektifliğini yitirir. Bu hâl, tarih okumalarında da günlük hayatı değerlendirmede de insanın doğruyu görmesine engeldir. Kıssa, o bölgede güç sahibi olup saltanat sürme sevdasına tutulanların yaklaşan felâkete karşı nasıl kör olduklarını anlatır.
18- Ve inananları kurtardık. Ve sakınanları da...
Bu ayetin açılımı Allah’ın sünnetine saygılı olanlar ve resûllerine inananlar kurtulmuştur. Devenin “binek hayvan olarak ilk kez ehlileştirilmesi” ile çölün gemisi olan deve, bölgeyi sağlıklı olarak tahliye etmek için sunulmuş bir kurtuluş ve rahmet ayetine dönüşecektir. Aksi takdirde yakın olan dünya azâbı (âfet, felâket, kıtlık) onları tedbirsiz yakalayacaktır.
Bu ayet, helâk olan tüm kavimler bağlamında berceste bir anlatıma sahiptir. Hz. Sâlih peygamberin gaybî haberler aldığına inanan ve helâkten kurtuluş yöntemlerine güvenenlerin kurtulduğundan burada bahsedilmiştir. Yani Hz. Sâlih’in doğru söylediğine inananlar bile bu zanları sayesinde yaşamıştır. Oysa onu inatla reddeden, ondan nefret edip ona düşmanlık besleyenler âfet sırasında helâk olmuştur. Şimdi Allah ve Resûlü’ne düşmanlık ettiği için inatla bölgeyi tahliye etmeyenlerin âhiretteki hâlleri yine dünya ile alakalı olarak anlatılacaktır.
19- Ve o gün, Allah’ın düşmanları ateşe sevk edilmek üzere haşrolunurlar.
Haşr kelimesi ilk olarak “huşirat” kalıbında Tekvir suresinde geçmişti. Bu kelimede kısaca “iradenin dışında bir araya getirilmek” anlamı vardır. Haşır kelimesi müfredatta “savaş ve benzeri şeylerle yerlerinden sürme amacıyla bir araya toplama” anlamında kullanılmıştır. Sürgünde irade olmaz. Haşr, aslında zorunluluktan dolayı bir araya gelmedir. Firavun’un sihirbazları getirmesi için yolladığı toplayıcılara da “hâşirîn” denmiştir. (Bkz. Arâf: 111) Kıyamet günü insanların, hesap ve ceza için toplandıkları gün manasından dolayı o güne “haşr günü”, toplanma alanına da “mahşer” denmiştir. Ateş, Allah’ın düşmanları için bu yolculuğun sonudur. Arada uğranacak yer ise mahkemeyikübra’dır.
Peki, neden “hasım” değil de “adavet” kelimesi seçilmiştir? Kimse hâşâ Allah’ın ne hasmı ne de hısmı olabilir. Zira burada Allah’ın zatına değil, emirlerine düşmanlık söz konusudur. Hasımlıkta belirli bir kişi, grup veya topluluk varken; adavette genel bir taşkınlık, sınırı ve haddi aşma söz konusudur. Allah’a düşmanlık onun ayetlerine, resûlüne, emir ve yasaklarına, uyarı ve tavsiyelerine, hülasa sünettullaha düşmanlıktır. Allah’ın ayetlerine muhalefet etmeden tarafsız durmak başka, düşmanlık başkadır. Bunlar “Yalandır, yanıştır.” demek başkadır; bunlar “Doğrudur ama yapmak işime gelmiyor, çok zor.” demek başkadır. Bu yüzden 18. ayetle sadece körü körüne düşmanlık edenlerin helak olduğundan bahsedilmiştir.
20- Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve tenleri yaptıklarına şehit oldu.
Kulakların şehitliği, aktif tanıklık manasındadır. Hakikate karşı sağır olup suç ve günahlara kulak kabartmak, kötü örneklikleri görüp hakikate kör olmanın itirafı bu ayette uzuvlar üzerinden hatırlatılmıştır. Bunlar aynı zamanda insanı suçla buluşturan iradesiz araçlardır. İnsan, hayrı ve şeri de verilen bedenle yapar.
Mahkemeye suç aletleri delil alarak getirilir. Kulağın, gözün ve tenin görevi çevreyi algılayıp akla bilgi vermektir. Bunların işlevsizleşmesi demek olan sağırlık, körlük ve duyarsızlık kişiyi bitkisel hayattaki birinden farksız kılar. Artık kişi, ne iyi ne de kötü bir amel ortaya koyabilir. Amellerimizin ve ibadetlerimizin tamamını bize emanet olarak verilen uzuvlar üzerinden yaparız. Olması gereken, karşılıksız bahşedilenlerin; verenin rızasına uygun kullanılmasıdır. İşitilen ve görülenler, insanın hissettiklerini etkiler. Bu nedenle gözünden ve kulağından zehirlenen kişi duyarsızlaşır. Ahiret ve hesap gününe karşı duyarsızlaşmamak için bizi diri tutacak kavramlara kulak vermeli ve Allah’ın kitabı okunmalıdır. Aksi takdirde duyduklarımız, gördüklerimiz, ağzımızdan çıkan her söz, ortaya koyduğumuz örneklik veya hissettirdiklerimiz gün gelir aleyhimize şahitlik eder.
21-Ve tenlerine dediler ki: “Bize karşı nasıl şehit oluyorsunuz?” Dediler ki: “Allah bize nutku verdi. Ki o, her şeye nutkunu verendir.” O, evvelinizi bir daha yarattı ve dönüş O’nadır.
Meallerde “Sizi ilk defa o yarattı.”, “Sizi önce o yarattı.” gibi ifadeler ile ayete mana verilmiştir. Burada “ilk defa ifadesini” çıkardığınızda yani “Sizi yaratan odur.” dediğinizde aslında manada hiçbir değişiklik olmaz. Önce veya sonra yaratılmanın aslında mahkemede suçun açığa çıkması ile doğrudan bir alakası yoktur. Dolayısıyla burada “Sizi ilk defa değil, ikinci defa yaratan O’dur.” şeklinde bir cümle olması bağlama daha uygundur. Ayetteki “ve huve ḣalekakum evvele merratin” ifadesi aslında “O, sizi ilk defa yarattı.” değil, önceki hâlin bir daha yaratılması anlamındadır. Hesap gününde o kadar gerçekçi bir yargılama yapılır ki kişinin evveliyatı olan dünyada işlediği her suç en ince ayrıntısına kadar ve aktif tanıkların ifadeleri ile tekrar canlandırılır. Bu bakış, ifadeyi bir önceki cümle olan “şahitlerin itirafı” ile de uyumlu hâle getirmektedir. Bu durum, dünya için de geçerlidir. Zira olay mahallindeki kanıtları konuşturup aslına en uygun canlandırabilenler, işlenen suçu ve suçluyu daha kolay tespit edebilmektedir.
Mantık, “nun-tı-kaf” kök harflerinden türemiştir. Kurân’da bu kökten türemiş 12 kelime bulunmaktadır. Bu ayet dışında gelen kullanımların tamamı fiildir. Bu kelime Kurân’da geçtiği 12 yerin üçünde İbrahîm kıssası bağlamında geçmektedir. Mantık kelimesi konuşulan lisan değildir. Çünkü lisan zaten Arapçadır ve Kurân’da geçer. Mantık; köken olarak bir şeyi çevrelemek, sınırlarını belirleyerek onu bilinir kılmak anlamına gelir. Fakat dildeki sözcükleri değil, o sözcüklerle çerçevesi, konusu ve hedefi belli bir konuşmayı ifade etmektedir. Yine aynı kökten türeyen “mıntıka” kelimesi, tarifi yapıldığı için sınırları bilinen, belli bir bölgeyi ifade etmektedir.
Dikkat edilirse burada Yâsîn 65’teki gibi derinin konuşması (tukellimun), kelam etmesi veya kavl, hadis, lisan vs. değil de tenin mantığı/nutku ifadesi seçilmiştir. Aynı kelime Neml 16’da mantıkuttayr/kuşların davranış biçimleri, izledikleri güzergâhlar ve mıntıkaların bilgisi manasında kullanılır.
Bu ayette beşeran, yani deri değil de culûd/ciltler/tenler kelimesi seçilmiştir. Cilt en dış katmandır. İnsanın içindekilerin dışına yansımasını ifade eder. Vücut dili, beden dili veya mikro mimikler adı altındaki disiplinlerin analizi insanın sakladıklarını tespit etmektedir. Sorgularda kullanılan yalan makinaları aslında insanın yaptıklarına ilişkin bedenin şahitliğine başvurmaktır. Parmak izi, doku örnekleri vs. aslında cildin konuşturulmasıdır. Suçluların iz bırakmadan işledikleri suçlarda unuttukları en önemli şey Allah’ın onların yaptıklarını bildiği gerçeğidir.
22- Ve kulaklarınızın, gözlerinizin ve tenlerinizin size karşı şehitlik etmesine set çekmiyordunuz. Ve lâkin yaptıklarınızın çoğunu da Allah’ın bilmediğini zannediyordunuz.
Ayette kulağın, gözün ve tenin tanıklığı ile Allah’ın bilmesi arasında bir ilişki kurulmuştur. İnsanın kendisine bile itiraf edemediklerini Allah nasıl bilir? Zira bizi biz yapan her uzvumuzu o yaratmıştır. “Yaratan yarattığını bilmez mi?” (Mülk: 14) Rabbimizin taktığı mikrofon ve kameralar sürekli kayıt yapmaktadır. Gün gelir bu kayıtlar deşifre edilir. Bir toplumda Allah’ın her şeyden haberdar olduğu (el-Habîr) ve her şeyi bildiği (el-Alîm) ilkeleri iman akidesi hâline gelirse orada suç oranı ciddi manada düşer. Bu bilinç esmaların toplumdaki tecellisini gösterir. Gerçek müminler toplumun en dürüst, en temiz şahsiyetleridir. Zira bir gün Rabblerine hesap vereceklerine iman etmişlerdir.
Ayetteki “testetirun” kelimesi “s-t-r” kökündendir. Bu kök Kurân’da 3 yerde gelir. Biri bu ayette, diğer ikisi ise Resûl’ün uyarılarının muhataba ulaşmasını engelleyen set anlamında şöyledir: “Sen Kurân’ı kıraat ettiğin zaman, seninle ahirete inanmayanlar arasına görünmeyen bir set kıldık.” (İsrâ: 45) Kehf 90’da da güneşten koruyacak bir elbise veya gölgelik olmaması manasında kullanılmıştır.
Görüldüğü gibi “s-t-r” bir şeyi korumak için örtmektir. Örtme iki çeşittir. Ya gizlemek ve saklamak için ya da dışarıdan gelen zarara karşı korunmak içindir. Bir askerin kamuflajı onu gözlerden gizleyip kurşundan korumayan bir örtü iken, siper onu kurşundan koruyan bir settir. Set kökünden gelen tesettür kelimesi kötü gözlerden, taciz ve rahatsızlıklardan korunmayı hedefleyen giyim şeklidir. Kötü sözleri, gıybeti, küfrü, şirki, alay ve ahlâksızlığı dinleyip izlememek aleyhte şahitliğin önüne geçer. Bunlara set çekmek her muttaki kulun görevidir. Takva libasını giyen, teninin şahitliğinden endişe etmez. Suçu herkesten gizleme zannı, polisi atlatıp adaleti yanıltma düşüncesi, maalesef katili seri katil, kapkaççıyı banka hırsızı, tacizciyi tecavüzcü yapar.
23- Ve işte Rabbinizle ilgili bu zanla çukuru boyladınız. Böylece hüsrana düşenlerden olarak sabahladınız.
Buradaki sabahlama ifadesi gerçeğin ortaya çıkmayacağı zannı ile geçirilen günlere atıf olduğu gibi dünya gününün, kabir gecesinin bitip hesap gününde uyanmak da olabilir. Zira bir önceki cümle bir çukura yuvarlanma manasında mezarı anlatan “erda” kelimesidir. Kelime sadece helâk olmayı değil, düşerek helâk olmayı da ifade etmektedir. Tefe’ul babına sokulduktan sonra “dağdan aşağıya düşerek helâk olmak, kuyuya, çukura düşerek helâk olmak” gibi anlamlar kazanmaktadır.
İnsan Allah'ı nasıl tasavvur ederse amellerini de o tasavvura göre şekillendirir. Kişi kadirimutlak bir yaratıcıya inanmazsa hayatında fani olanlar ile doldurması gereken çok büyük bir boşluk ve anlamsızlık oluşur. “Bir yaratan var ama bizimle muhatap olmayacak kadar yücedir.” derse aracılar ile şirke düşer. Hâşâ yaptığımızı “Görmez, duymaz, bilmez.” derse nefsani isteklere meyli artar. “Hesap soramaz.” derse suç ve kötülüklerde tereddüdü azalır. Dolayısıyla doğru Rab tasavvuru insanın kendisi ve çevresi ile sağlıklı bir iletişim içinde olması açısından elzemdir. Her yapılanın Allah’ın bildiğine iman, sabır gerektiren zor bir imtihan olsa da hesabı verilebilen temiz bir hayat yaşamaya vesiledir.
24- Artık sabrederlerse bu durumda ateş onların kalacakları yerdir. Ve eğer onlar hoşnut olmayı isterlerse onlar hoşnut edilmez.
Sabır, kendi safını kaybetmemek için direnmektir. Nötr bir kelimedir. Bağlama göre olumlu veya olumsuz anlam içerebilir. Ayetteki “artık sabrederlerse” ifadesi müşriklere yöneliktir. Yani “eğer şirkte, küfürde, yalanlamada, kötülüklerde, suçta ve ahlâksızlıklarda ısrarcı olup hatada direnirlerse” anlamındadır. Sabır, hep mümin sıfatı olarak anlaşılmaktadır. Hâlbuki sabır, iyi ya da kötü, her ne olursa olsun, onda sebat etme, safını bozmadan direnme demektir. Müşriklerin kötülükte sabrı/diretmesi onlara ateşe götürür.
İstı'tab; rıza talebinde bulunmak demektir. "Mu’tebîn" de istedikleri şeyler kabul olunan kimseler manasınadır. Ayette geçen “vein yüsta’tebû” ifadesindeki “isti’tâb” kelimesi, “rızalık istemek” demektir. Rağıb’ın ifadesiyle “kişinin hoşnut edilmesi için talepte bulunması” anlamına gelmektedir. Kime karşı hata işlenmiş ise onun gönlünün hoşnutluğu sağlanmalıdır. Bu gönül alma yoksa hata eden hatasında ve öfkesinde devam ediyor demektir. Toplu yaşamın en önemli erdemlerinden biri de hakkına girilen kişilere karşı yapılan yanlışın telafisidir. Bu durum toplumsal rıza hâlini, yani kişilerin birbirinden razı olmalarını sağlar. Kul hakkı olarak kültürümüze nakşedilen konu tam olarak budur. Allah bu helalleşmenin hesap gününe kalmaması gerektiğini okuduğumuz Fussilet sûresi 24. ayette net olarak belirtmiş ve muhataplarını uyarmıştır.
Onlar hoşnut olmayı isterlerse onlar neden hoşnut edilmez? Küfürde, şirk ve zulümde sabredenlerin hoşnut olma istekleri karşılanmaz. Çünkü bu son derece doğal bir durumdur. İnsanların içinde bulundukları hâl ve ortamlar sonunu belirler. Kişi kendi nefsi arzuları, menfaati için kötülük safında inatla durmayı seçebilir. Dolayısıyla âyet onların umdukları tatmine asla ulaşamayacakları haber verilmiştir. Misal olarak mafya örgütlenmesi içinde yer alan insanların huzurlu bir hayat yaşamalarından söz edilemez.
Bu durum ahiret bağlamında okunduğunda da böyledir. Zira orada da iş işten geçmiş ve telafi fırsatı, özür dileme imkânı da kalmamıştır. Özür bir erdemdir ancak zamanında yapılırsa. Erken yapılan özür de zarar verir, geç olan da... Erken yapılan özür kişinin öz saygısını yitirmesine, ikilemlere ve suçluluk duygusuna sebep olabilir. Özür için beklemek de hamlık alâmetidir. Karşıdakinin rızasını kazanmak yerine inatla haklı çıkmaya çalışmak, egonun ve kibrin göstergesidir. Bu durum kişiyi, telafisi mümkün olmayan bir sürece sürükler. Sonu hüsran olan bu hoşnutsuzluk süreci şöyle başlar.
25- Ve onlara akranlar musallat ettik. Böylece onlar, ellerinin arasındakini ve halefini onlara süslediler. Onlardan önce gelip geçmiş, tanınan ve tanınmayan ümmetlerin üzerine söz hak oldu. Muhakkak ki onlar da hüsrandaydı.
Kayyednâ; tehiye ettik, hazırladık, kolaylaştırdık, musallat ettik manasınadır. (Krş. Zuhrûf: 36) Kelime tef’il babından geldiği için fiil, fail veya mefulde çokluk manası içerir. “Kayd” kabuk demektir. Kabuk kişiyi koruduğu gibi kişinin yeni bilgilere açılmasına da engel olabilir. Kabuk ne kadar kalın olursa o kişi o kadar gelişemez. Hakkı ve hakikati görme imkânını kaybeder. Kişinin sosyal çevresi onun gelişmesine engel olan bir bariyere dönüşebilir.
Karîn "yakın, hısım, akraba, arkadaş ve yaşıt" anlamlarına gelir. Türkçedeki "akran" kelimesi de buradan gelmiştir. Kişi kendi gettosunun, mahallesinin, kültürünün içinde sıkışıp kaldığında geleneğini, atalar inancını ve tabularını sorgulayamaz, hatta sorgulama ihtiyacı bile duymaz. Zira onlar sürekli çevresi tarafından süslü gösterilir.
Zeyyenû, süslediler demektir. Burada güzel olmayanı güzelmiş gibi gösterme çabası varıdır. Bu çaba atalardan gelen uygulamaların sanki onları kötülüklerden, uğursuzluklardan ve şeytandan vs. koruyup onların dünya ve ahiretlerini kurtaracağı zannına dayanır. Bu tür bâtıl inanç ve geleneklerin sonunun hüsran olması aslında umdukları faydanın elde edilememesidir. Bu o kadar genel bir yasadır ki tarih boyunca birçok örneği vardır. O yüzden “Onlardan önce gelip geçmiş, tanınan ve tanınmayan ümmetlerin üzerine söz hak olmuştur. Buna bir örnek verelim: Bir cemaatin veya bir ideolojik örgütlenmenin içinde yer alan insanların kendi cemaatlerinin veya örgütlerinin dışındaki her yaklaşımı yanlış ve hatalı, kendilerini ise her konuda haklı ve doğru görmeleri gibi. Onlar için haklılığın ölçüsü artık kalabalıktır. Bu nedenle akranların musallat edilmesi kişinin tabuları kırıp şablonların dışına çıkmasına engeldir. Bu barikata bir sonraki ayet şöyle bir örnek verecektir:
26- Ve örtenler dediler ki: “Bu Kurân’ı dinlemeyin ve onu lağv edin. Umulur ki galip gelirsiniz.”
El-lağv, Kurân’da türevleri ile birlikte on bir yerde geçmektedir. Bunların bir kısmı dünyaya yönelik, bir kısmı ise ahireti içeren sözlerle ilgilidir. Müminlerin lağv’dan yani boş ve anlamsız sözden kaçındığını ifade eden ayetlerin yanı sıra yine müminlerin cennette anlamsız konuşmalara maruz kalmayacakları ve cennette boş sözün olmayacağı ifade edilmiştir. (Bkz. Furkân: 72, Tûr: 23, Kasas: 55, Müminûn: 3) İnkârcılar, Kurân’ın icazı ve belagati karşısında muhatapların etkilenmemesi için onun argümanlarını ve örneklerini çarpıtarak konuyu saptırmışlardır. Resûl’ün demediği ifadeleri sanki demiş gibi yapmaları, yaygara koparıp ayetlerin toplumu kışkırttığını, insanların zararına hatalı hedefler koyduğu algısını oluşturmaya çalışmışlardır. Ve bunu el-lağv kelimesinin “ilğav” emir kipi ile ifade etmişlerdir.
Firavun’un “Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor.” sözü aslında Hz. Mûsa’nın istekleri ile alâkasız bir algı oluşturmadır. Müşriklerin Hz. Muhammet’ten mucize istemeleri veya “Vaat ettiğini getir de görelim.” demeleri ve uyarıları tehdit olarak anlamaları da buna örnektir. Türkçemizde kanunun lağv edilmesi, devre dışı bırakılması, işlevsizleştirilmesi veya bir makamda olan kişinin yetkilerinin elinden alınması manasında “kanunun lağvedildiği/ilga edildiği” kullanılmaktadır. O zaman burada Kurân okunurken “Ses çıkarın değil, onun ayetlerini işlevsiz kılacak görüşler ortaya atın.” emri vardır. Kurân ayetlerinin zamanının geçtiği, bugüne bir şey söylemediği, tarihselliği, hayata yansımasını engelleyen her tür girişim, fikir ve yorum aslında onu lağv etme girişimidir. Bunun, hakikati gizleme olduğu unutulmamalıdır.
“Umulur ki galip gelirsiniz.” ifadesi asıl derdin hakikati ortaya çıkarmak değil, üstün gelip mağlup etme olduğunu gösterir. Kurân’ın argümanlarını laf kalabalığı ve yaygara ile bastırma; söze karşı sözlerinin, ilme karşı bilgilerinin olmadığının itirafıdır. Ayrıca dikkat edilirse hep emreden bir üslupla kendi çevrelerine seslenmektedirler. Bu da bir önceki ayette anlatılan akranların nasıl musallat olduklarına tipik bir örnektir.
Akran zorbalığı sadece çocuklarda olmaz. İnançsal açıdan kendini geliştirmemiş, emek verip araştırmamış yetişkinler de, bazen din ve gelenekler üzerinden baskılara ve linçe maruz kalabilir. Bu tutum, toplumu bir arada tutan değerler bütününe saygıdan çıkıp yaşanılan toplumu cehenneme çeviren inançlar ve gelenekler üzerinden sosyal bir linçe dönüşebilir. Mahalle baskısı kavramı günümüzde buna örnektir.
27- Artık örtenlere, şiddetli azabı tattıracağız. Ve onlara yaptıklarının en kötüsüyle karşılık vereceğiz.
Organize olunarak işlenen suçlar etki bakımından çok daha şiddetlidir. Yapılan kötülüğün büyümesi doğal olarak cezanın ve azabın artması demektir. Dikkat edilirse burada ceza en üst sınırdan verilmiştir. Cezada bir indirim veya hafifletme yapılmamıştır. Münferit olmayıp toplumun genelini tehdit eden organize her suç, kötülüğün yayılmasına sebep olduğu için ibretlik cezaları gerektirir. Akranların süslediği maddî servet, ideolojik bakışlar veya zulme uğradıkları zannı ile terör örgütleri, mafya ve çeteler toplumun başına musallat olurlar. Adaleti organize bir şekilde yok eden bu yapılara Kurân Allah’ın düşmanları demektedir. Zira Kurân’ın iyilik, adalet, paylaşım ve merhamet gibi ayetlerini çıkarları uğruna lağv etmeye kalkışmışlardır.
28- İşte bu ateş, Allah düşmanlarının karşılığıdır. Ayetlerimizi bilerek inkâr etmenin karşılığı, hâllerinin değişmeyeceği bir yurttur.
Yaşanılan yurdun cehenneme dönmesi yapılanların cezasını toplumun tamamının çekmesidir. Bir yaşam yerinde halk kötülüklere kör, sağır ve tepkisiz kaldığında orada çetelerin, organize grupların hem oluşmasına hem de güçlenmesine sebep olur. Bu durumda kulağın, gözün ve tenlerin aleyhte şehadetine itiraz edilemez.
29- Örtenler dediler ki: “Rabbimiz, tanıdıklarımızdan ve tanımadıklarımızdan bizi saptıranları göster. Onları ayaklarımızın altına alalım ki en sefil kalanlardan olsunlar.”
Ayetteki “ins-cin” ifadesiyle “bildikleri-bilmedikleri”, “tanıdıkları-tanımadıkları” manasında “herkesi” anlatan bir genelleme ifadesidir. Bu kişiler en yakınlarından tutun hiç tanımadıkları birilerine bile menfaatleri çakıştığında her an düşman olabilecek bir zihniyete sahiptir. Önceki ayette hâllerinin değişmeyeceği bir yurttan bahsedilmişti. Burada da onların birilerinin omuzlarına basarak yükselmeleri, hakları çiğnemeleri, menfaatlerine ters düşen herkesi veya her düşünceyi alaşağı etme ahlâklarının devamı görülmektedir. Bu tutum, “esfel/en altta” gördükleri kişilerin üstünde kendilerini konumlandırdıklarını anlatır. Onların dalalette kalıp cehenneme düşmelerinin sebebi kendi seçimleri değil hep başkalarıdır. Bunlar çevreleri ve akranları ile çevrelerine verdikleri zararın sonuçlarını umursamamışlardır. Rabblerinin muharrem kıldığı ne varsa çiğneyip geçmişlerdir. Cehennemi boylayan Allah düşmanlarının her davranışı aklıselimden uzak ibretlik hâllerdir. Çıkara aykırı, tanınan tanınmayan kim varsa ezip üste çıkmak da müşrik ahlâkıdır. Bu tipler, menfaatleri söz konusu olduğunda en yakınlarını bile tanımayanlardır. Oysa mümin; ins-cin şeytanlarını ezerek değil ıslah ederek kötülükten intikam alandır. Yani, düşene bir tekme de vurmayandır.
30- Muhakkak ki: “Rabbimiz Allah’tır.” deyip, sonra istikamet üzere olanlara melekler sürekli iner. “Korkmayın ve mahzun olmayın. Ve vad olunduğunuz bu cennetle müjdelenin!”
İstikāmet, sözlükte “doğru, düzgün, dengeli, sabit ve kararlı olma” gibi anlamlara gelen “kavm” kökünden mastardır. Ayrıca “doğruluk, dürüstlük, adalet, itidal, itaat, sadakat ve dürüstçe yaşama” manalarında da kullanılmaktadır. Burada istikamet üzere olmak Rabb olarak Allah’ın esmasını bilip bu değerlerden taviz vermeden istikrarla devam etmeyi anlatmaktadır. İstikamet üzere olmanın ahlâk hâline gelmesi de meleklerin devamlı inmesi olarak tarif edilmiştir. Bu inme, istikamette olunduğu sürece bir ömür durmaz ve devam eder. Sürekli inme manasındaki “tetenezzelü” kelimesinin kullanıldığı “tefa’ul” kalıbı, gramer yapısı itibariyle bir iş, oluş ve hareketin sürekli olduğunu, bir olaydan sonra o olayın üst üste tekrarlandığını anlatır. Tefa’ul kalıbının bu anlam özelliğinden dolayı “tenezzelü/tetenezzelü” ifadesinin “Melekler iner, sonra yine iner…” ya da “…inmeyi sürdürür…” şeklinde anlaşılması gerekir. Tıpkı arzın ve semanın konuşması gibi bu melekler de hâl dili ile insanla konuşur. “Korkmak/tehafu” geleceğe ilişkin belirsizlikleri, endişe ve kaygıları anlatırken; “ve lâ tahzen” mahzun olup üzülmenin ve geçmiş pişmanlıkların sonucudur. Bu iki durumdan emin olmama hâline güven içinde olmak denir. Doğruluğu ve dürüstlüğü, merhamet ve iyiliği istikamet edindiği için bu sıfatları “meleke” hâline getiren biri ne geçmişinden utanır ne de geleceğinden endişe duyar. Doğru bildiğini özgüvenle yapmaya devam edenin evliyası artık bu yetilerdir.
31- Biz dünya hayatında ve âhirette sizin evliyanız olduk. Orada sizin için nefislerinizin iştahını karşılayan şey ve orada sizin için davet ettiğiniz şey vardır.
Bundan önce inen Secde 4’te Allah’ın kullarına yakınlığı ve yardımcılığı ile ilgili olarak kullanılan “veli” kelimesi, “evliyâullâh” kalıbı ile de Yûnus 62’de kulların Allah’a yakınlığı şeklinde gündeme gelmişti. Kul Allah’a yani onun değerler sistemine yaklaştıkça Allah da melekeleri ona yaklaştırarak esmasını tecelli ettirir.
İştehe-yeştehi; iştahlanmak, canı çekmek, arzu etmek, anlamına geliyor. (Bkz. Mürselât: 42, Vakıa: 21) İştah, daha önce tecrübe edilen bedenin yaşamını devam ettirebilmesi ve neslini sürdürebilmesi için istediği her şeydir. Nefsin istediği şeye meyletmesi anlamına gelen şehvet kelimesi de aynı köktendir. Teddeûn kelimesi ise dua, davet ve dava ile aynı köktendir. Cennetliklerin tüm derdi ve davası, ilâhî ve ulvî değerlerin yaşatılmasıdır. Bu değerlerin yaşatılmasına yönelik davete verilen cevap şöyleydi: “Ve dediler ki: ‘Bizi kendisine davet ettiğin şeye karşı kalplerimizde kapak, kulaklarımızda ağırlık ve seninle bizim aramızda bir perde var.’ “ (Fussilet: 5) Bir mekânın cennet olması için davet edilen ilâhî ve ulvî ilkelerin yaşanması şarttır. İnsanın sadece maddî ihtiyaçları değil, manevî ihtiyaçları da vardır. Râzî'ye göre 31. ayetteki "canınızın çektiği her şey" ifadesiyle cennetteki maddî nimetler, "davet ettikleri" ifadesiyle de manevî olanlar kastedilmiştir. Cennetliklerin bu dünyada dert ve dava edindikleri, insanları çağırdıkları, adalet, iyilik, barış, huzur ve selamet cennetin de sıfatlarıdır. Her insan önem verdiklerinin yaşatıldığı bir ortamda olmayı ister. Böyle bir atmosferi bulan cennette gibidir. Bu bağış ve merhamet ortamı “ğafûrin rahîm(in)” ikramıdır.
32- Gafûr, Rahîm'in nüzulüdür.
Râzî, "nüzul" kelimesinin özellikle misafire yapılan ikram için kullanıldığını hatırlatır. Nasıl ki cömert bir ev sahibi misafirine, sahip olduğu şeylerin en değerli olanlarını ikram ederse burada da insanı asıl mutlu edenin ve onu yaşatanın maddî nimetlerin yanında manevî bir atmosfer olduğu hatırlatılmıştır. İstikameti ilâhî ve ulvî değerler olarak belirleyen bir kul, Allah’ın bağış ve merhametine mazhar olur. Zaten en büyük ikram da budur.
33- Allah’a davet eden ve salih amel yapan ve: “Muhakkak ki ben Müslümanlardanım.” diyenden daha güzel sözlü kimdir?
Allah’a davet ulvî değerlere davettir. Merhamete (Rahmanırahime davettir), iyiliğe (el-Berr’e), cömertliğe (El- Ekrem, el-Kerim’e), gerçeğe (el-Hak’a), adalete (El-Hâkim, el Hakem’e), ilgiye (el-Hafiy’e), sevgiye (el-Vedûd’a), hoşgörüye (el-Halim’e) davettir. Dil ile Allah’a davet yetmez. Bir de bizzat davetçinin bu ulvî değerleri yaşaması gerekir. Bu da topluma ve yaşadığı çevreye faydalı, ıslahı ve sulhu hedefleyen işler manasında “salih amel” olarak ifade edilmiştir. “Ben Müslümanlardanım.” diyen aslında bir kimlik ortaya koymaktadır. O kimliğin manası yaşadığı değerlere mensubiyeti ve teslimiyeti anlatır. Müslim, dilinden adaleti düşürmeyip torpil yapan değildir. Müslim merhametten, tevazudan dem vurup insanlara kibirle üstünlük taslayan değildir. İsrafı kötüleyip lüks içinde yaşayamaz, dünyevî zararı bahane edip rüşvet verip faizli işlem yapamaz. Müslim değerlere teslim olandır, onları teslim alan değildir. Değerleri teslim alan, onları dilinden düşürmez; işine geldiğinde savunur, işine geldiğinde esnetir. Bu tutum bireyi ve toplumu kişiliksiz ve kimliksiz kılar. Sözü ahsen kılan, dilde olanın yaşanmasıdır. O yüzden önce salih amel, sonra bu değerlere teslim olunduğuna dair söz gelir.
34- Ve iyilik ile kötülük bir olamaz. Sen onu en güzel şekilde def et! Böylece aranızda düşmanlık bulunan, sanki sıcak bir dost olur.
Veli, koruyup kollamak için yakınlaşmaktır. (Bkz. Meryem: 45, Rad: 37, Enâm: 14-51-70-127, Nahl: 63, Sebe: 41) Hamîm kelimesi aslında sıcak su anlamına gelmektedir. Veliyun hamim düşmanlık için değil, koruyup sahiplenmek için yaklaşan samimi arkadaştır. Türkçemizdeki arkadaş kelimesinde de arkayı kollama, sırt sırta verip dayanışma vardır. Veli kelimesi arkadaşa, mevla kelimesi dosta karşılıktır. (Bkz. Hâkka: 35, Meâric. 10, Şuarâ: 101, Mümin: 18)
Bu ayette “Kötülüğü iyilik ile def et!” diye bir ifade var mı? Kısas kötülüğü iyilik ile def etmek midir? Hırsızın gaspını önlemek için veya katilin öldürmesine engel olmak için onlara iyilik yapmak, hırsızlığı teşvik mi eder yoksa bitirir mi? O iyiliğe ulaşmak için bu kişiler sürekli suçların arkasına sığınmaz mı? Aç bir kurt sürüsüne karşı sevgiyle ve iyilikle yaklaşmak sadece onların iştahını arttıracaktır. Bu durumda yapılması gereken tedbir almaktır. Kötüye iyilik, iyiliğe kötülüktür. Burada ölçümüz hikmet olmalıdır. Kurân’ın hedefi özü itibariyle iyi olan, iyi fıtratta yaratılan insanların kötülüğe terk edilmesi değil, onları tekrar topluma kazandırmaktır. Kötü ve şerli insanlar bile iyilikten hoşlanır. Ancak bu yapılan iyilikleri vefayla değil sûistimal ile karşılama ihtimalleri çok yüksektir. O yüzden ayette ıslah etmek değil “def etmek” ifadesi özellikle seçilmiştir. Buradaki tavır düzeltme değil, savunmadır. Şer hayırla, zina ahlâkla, yalan dürüstlükle, gasp adaletle, kıtal tedbirle, faiz emekle, nankörlük şükürle, küfür hakikatle, cehalet ilimle def edilir. Amaç en az zararla musibeti savuşturmaktır. Bu tutum husumetin artmasına ve intikama mani olur. Zulüm sabırla def edilmez, bilgisizlik de hoşgörü ile def edilmez. Kötülüğe af ile karşılık iyiliğe ihanettir. Bu yüzden cehennem vardır. Yapılan yanlışı doğru bir şekilde def etmek muhatabın hatasını görmesine ve geri adım atmasına vesiledir.
En kötü, en kaba tavra bile hikmetle mukabele edilirse bu tutum düşmanların bile yumuşamasına vesile olmaktadır. Burada kötülüğe gücü olmadığı için boyun bükmenin, sabrın ve hilmin aslında iyilikle karşılık olmadığı da öğretilir. Zira mazlumun zalimi affetmesi sadece zilletini arttırır.
“Sanki sıcak bir dost olur” ifadesinin tersini düşünelim. Hasım ne kadar şeytanlaştırılırsa yapılan zulüm o oranda vicdanlara süslü ve haklı gösterilir. Çözüm hasmın sizden iyi olma ihtimalini düşünmektir. Tüm düşmanlıklar muhatabın şeytanlaştırılması ile katliama dönüştürülür. Öldürüp yok etmek istenilen kişiler ve toplumların aslında kendileri gibi hatta kendilerinden daha iyi insanlar olduğu anlaşılırsa savaş ve düşmanlıklar biter. Hatta yapılan haksızlıkların telafisi için hasım olanlar birden sıcak bir sahiplenme içine girebilir. Telafi ve özür için çabalar.
Amerika Hiroşima'ya atom bombası atmadan önce kendi kamuoyunda Japonları küçük şeytanlar şeklinde karikatürize etmişti. Tıpkı İsrail’in Filistinliler için “mikroplara kaçacak yer yok” demesi gibi. Zulmün temelinde şeytanlaştırma yatar. Zira düşmanı zararlı bir haşere gibi lanse etmeden bebeklerin katledilmesine duyarsızlaşılmaz. İşte zulmü ve suçu adalet ve hakkaniyetle def etmek aslında savaşa en güzel karşılık olacaktır. Ancak bu söylendiği kadar basit bir iş değildir. Bu üst ahlaki mertebeye kim erişir?
35- Ve ona, sabredenlerden ve azametli pay sahiplerinden başkası erişemez.
Ayetteki "azametli pay sahibi olanlar" anlamına gelen “hazzin azim” ifadesi, sabrın yanında ikinci bir şart olarak durmaktadır. Burada hem kararlılık ve ilkeleri terk etmeme anlamındaki sabır vardır hem de saf ahlâkî erdemlerle bezenmiş olmak vardır. Tersi insanlıktan nasipsizliktir. İlkelerini her durumda terk etmeyen kararlı ve kâmil insanlar, kötülükleri hikmetli karşılıklarla def ederler. İbn Atıyye, "azim pay" deyimiyle akıl ve erdemin kastedildiğini belirtir; aynı müfessire göre bununla cennet ve uhrevî mükâfat da kastedilmiş olabilir. Böylesine önemli özellikleri, ancak yüksek meziyetleri haiz olan insanların taşıması fıtratın bir kanunudur. Bu özellikleri haiz olan kimseleri, hiçbir şey hedefine ulaşmaktan alıkoyamaz. Seviyesiz ve hilekâr insanların, onları yenilgiye uğratabilmeleri bu nedenle pek mümkün değildir. Peki, insanlıktan büyük pay almak için öncelikle ne yapılmalıdır? Burada asıl cihat dışta değil, içte gerçekleşecektir.
36- Ve fakat şeytândan sana bir dürtü gelirse artık Allah’a sığın! Muhakkak ki O; işitendir, bilendir.
Nezğ, bir işe onu bozmak için girmeye çalışmak demektir (Râğıb). Buradaki dürtü, vesvesenin oluşmasından önceki ilk yoklamadır. İnsan bu dürtü ile içindeki beşeriyeti uyandırmaz ve şeytani zemini oluşturmazsa vesveselere kapı aralamamış olur. Bunun yolu da istiazedir. N-z-ğ kökü 4 ayette, 6 kez geçer. Bunlardan biri Yûsuf 100. ayettir ki Hz. Yûsuf’un kardeşleri tarafından ölüme terk edilmesine karşılık intikam yerine onların Allah’tan af dilemesi bağlamında bu kelime geçer. Kardeşlerin arasını açan soğukluklar çoğunlukla şeytani duygu ve düşüncelerin oluşturduğu küçük bir kıvılcımla başlar.
Şeytani duygu ve düşüncelerin insanı içten içe rahatsız etmesi ve kişinin bu dürtüklemeden kurtulmak için intikam alması, kendindeki şeytanı görmeden muhatabını şeytanlaştırması, zulme zulümle, şerre şerle ve suça suçla karşılık vermesine yol açar.
İstiaze; sığınma, bir başkasına iltica etmek anlamına gelen “eûzu” kelimesi ile ifade edilmiştir. Bu kelime “avz” kökünden türemiştir. Kurân’da bu kökten türemiş “uztü-yeızune-festeız” kalıpları bağlama göre kullanılır. İnsan beyni karşılaştığı durumlara ilişkin dakikada yüzlerce veriyi değerlendirir. Yaptığı muhakeme sonucu hükümler verir ve verdiği hükümler davranışları belirler. Kötülüğü “ahsen/en güzel” şekilde def etmek zordur. Bu süreçte şeytani duygu ve düşünceler denilen ilkel ve bencil arzular, hükümleri başkasının zararına da olsa kendi menfaatine çevirmeye çalışır. Tam da bu noktada ilâhî ilkeler devreye girmez ise ego ağır basar. Allah’a sığınmak onun belirlediği maruf ilkeleri referans edinmektir. Zaten ayetin sonundaki Semî ve Alîm esmaları, işitilen ve öğrenilen ilâhî ilkelere bir atıf olabilir.
37- Gece ve gündüz, Güneş ve Ay, Allah’ın ayetlerindendir. Güneş ve Ay’a secde etmeyin! Eğer sadece O’na kul olacaksanız, onları yaratan Allah’a secde edin!
Kuzey ve Güney Arabistan dinlerinde, putlara tapmanın hâkim olduğu; Ay, Güneş ve Zühre yıldızlarının ilâhlaştırıldığını görmekteyiz. Gece ve gündüz karanlık ve ışık ile ilişkili tanrılar inancına bir reddiyedir. Hz. İbrahîm döneminde bile olan bu kadim inançlar burada konu edilmiştir. Demek ki, Kurân’ın indiği dönemde Mekke ve civarında Ay’a ve Güneş’e secde eden kimseler de bulunmaktaydı. Dinler tarihinde, bu iki gök cismine tapınmanın genellikle Yemen, Mısır ve Irak gibi bölgelerde yer aldığı belirtilir. Bu tarihsel bilgiler bize Ay ve Güneş’e tapan o yörenin halkından Mekke’ye gelip yerleşenler olduğu izlenimi vermektedir. Nitekim Ümeyyeoğullarının dedelerinden birinin adı da “Abdüşşems/Güneşin kulu” idi. Bazı müfessirler bu âyetin muhatabının Sâbiîler olduğunu ifade etmiştir. (Bkz. Zemahşerî, Râzî, İbn Âşûr) Güneş ve Ay aslında o dönem için erişilmez olandı. Dolayısıyla bunlara secde aslında bilinmeze secde idi. O yüzden Kurân; Güneş ve Ay’ın birer ayet olduğunu hatırlatarak konuyu tanınmazlık ve bilinmezlik alanından müşahede alanına getirmiştir.
Kurân dine ilişkin konuları hiçbir zaman bilinmezliğin arkasına sığınarak açıklamaz. Bu itibarla dini anlatan, Kurân’a davet edenlerin de bilinmezlikler üzerinden değil, bilinen ve görünenler üzerinden bir tebliğ yapması Kurân’î metoda daha uygun olandır. “Eğer sadece O'na kul olacaksanız.” ifadesinden anlıyoruz ki bu insanların derdi kulluk etmektir. Zira bir yaratanın olduğu inancı fıtrîdir. Bu insanların kulluğunda eksik olan hidayettir. Dolayısıyla bizim şirk içinde gördüğümüz bir kişinin tek derdi aslında Allah’a daha yakın olmaktır. Bu yüzden müşrik de olsa yapıcı bir üslup kullanarak onlara hikmetle yaklaşmak gerekir. Hikmetli daveti bitirecek olan şey muhatabın kibridir.
38- Bu durumda onlar hâlâ büyüklenirse Rabblerinin katında bulunanlar, gece ve gündüz O’nu tespih ederler ve onlar bıkmazlar.
Davetin ayaklarına kadar gelmesi muhatapta kibre neden olmamalıdır. Kendisini aşırı değerli zanneden muhatap kulluğa davette kendisini müşteri, karşısındakini de satıcı gibi hissetmemelidir. Ayetteki cevaptan anlıyoruz ki muhatapta sanki Allah’ı tespih edenler azalmış ve onlar bundan bıkmış da resûl hâşâ taraftar topluyor gibi bir algı oluşmuştur. Oysa kalabalıklar İslam’a güç katamaz. Asıl İslam’ı yaşayanlar manen dirildikleri için onun faydasını ve kattığı gücü en başta kendileri görecektir. Davetçinin bu şuuru muhatabına vermesi şarttır. Bu da ancak dinden ve tebliğden en ufak da olsa maddî-manevî menfaat beklemeden yapmaya bağlıdır. O yüzden “Bunun için hiçbir ücret beklemiyorum.” ayetleri defaten muhataba hatırlatılır. (Şuarâ: 109, Şurâ: 23)
Menfaatlerden uzak, hâlleri ile dini yaşayarak tebliğ edenlerin üzerine bu yüzden melekler iner de iner. (Bkz. Fussilet: 30) Zira yaşam tarzı olan inançlarını her tür dünyevileşmeden arındırmışlardır. Artık böyle kişiler dinini ve davetini günlük reyting almak veya maddî çıkar için değil, doğru olduğu için yaşamaya başlar. Azim pay sahiplerinin inançları dillerinde değil hâllerindedir.
39- Ve onun ayetlerindendir ki, arzı gerçekten kurumuş görürsün. Onun üzerine su indirdiğimiz zaman hareketlenir ve kabarır. Muhakkak ki ona hayat veren, elbette ölülere de hayat verendir. Muhakkak ki O, her şeye kadîrdir.
Allah’ın ölüleri tekrar dirilteceğine dair en güzel örneklerden birisi de yağmurla toprağın canlanır gibi tekrar diriltilmesi olayıdır. (Krş. Arâf: 57, Fâtır: 9) Burada insanlığı tamamen kurumuş ve ölmüş Mekke müşrik toplumuna da bir gönderme vardır. İlk bakışta “Bunlardan hiçbir şey olmaz.” denilen insanlara vahyin ulaştırılması, onların ölü kalplerini yeniden canlandırmıştır. Sahabe denilen ilk neslin tamamına yakınının Allah Resûlü’nden önce müşrik olduğu unutulmamalıdır. Bu ayetlerde davette iki altın prensip verilmektedir. İlki, kibirli müstağnilere karşı davette ısrarcı olunmaması; ikincisi ise zahiren kupkuru, kör veya aciz gibi duran ancak tevazu sahibi olanların ihmal edilmemesi gerektiğidir. (Bkz. Abese: 1-12)
Suyun ulaştığı yer harekete geçip kabarır. Bu da dikkatleri oraya çeker. İşte vahyin toplumu pasiflikten aktifliğe geçirme sıfatı onun su gibi olmasındandır. Vahiy suya benzer. Su sadedir, en derine kadar nüfuz eder, temizler, toplumu kasıp kavuran şerri söndürür, bir tohumun filiz vermesi gibi insandaki potansiyelleri açığa çıkarır. Su gösterişten uzaktır, azizdir, mütevazıdır. İşte vahiy de su gibi dupduru ve gösterişten uzaktır.
40- Muhakkak ki, onların ayetlerimizi ilhad ettikleri bize gizli kalmaz. Kıyâm günü ateşin içine atılanlar mı yoksa bize emin olarak gelenler mi hayırlıdır? Dilediğinizi yapın. Muhakkak ki O, yaptıklarınızı en iyi görendir.
İlhad kavramı, sözlükte "sapma, ayrılıp uzaklaşma, kayma gibi" anlamlara gelir. "Taştan veya mermerden yapılan mezara ilhad ile aynı kökten olan lahit" tabirinin kullanılması da bu lahd bölümünün kabrin bir tarafına doğru kaydırılarak açılmasından olabilir. İlhada sapan kimseye mülhid denir. (Benzer bir kullanım için bkz. Nahl: 103) 26. ayetteki örtenlere ait olan “Bu Kurân’ı dinlemeyin ve onu lağvedin.” ifadeleri ile bu ayet birlikte okunmalıdır. Kurân’ı hükümsüz kılmak olan “lağv” etmek ancak onun mesajını ilhad ile saptırıp asılsız iddialar isnat ederek mümkün olur. İlhadın iki zararı vardır: İlki imanı zedeler ve bozar, sonra da amelleri etkiler. Gerçeklik algısı bozulup kayan biri artık hayrı şer, şerri de hayır zanneder. İşine geleni yanlış da olsa doğru gibi savunabilir. Artık onun için hakikatin ölçüsü menfaatleridir. “Bize gizli kalmaz.” ifadesi ilhadın aleni değil, hak suretinde yapıldığına işaret eder. Dikkat edilirse “bize” şeklinde çoğul bir kullanım da söz konusudur. Zira hakikatin er veya geç ortaya çıkmak gibi bir fıtratı vardır. Buradaki çoğul kullanım sürece de atıftır. Yapılan ilhadın acı sonuçları ortaya çıktıkça bu manipülasyonu gizlemenin imkânı kalmaz. Sonuç kıyam günü hesap vermektir. Hakikati gizleme gibi bir derdi olmayan her zaman kendini güvende hisseder. Buradaki kıyas yalanların arkasına sığınan korkak ile doğrulara dayanan emin kimsenin kıyasıdır. Sonuç olarak güvenen ve güven verenler her zaman çevrelerine ve toplum için daha hayırlıdır.
41- Gerçekten onlar, kendilerine zikir geldiği zaman örttüler. Ve ancak o, azîz bir kitaptır.
Gizli yapılan ilhadın yani manipülasyon çabasının tek amacı hakları örtüp buradan menfaat devşirmektir. Gizliden gizliye yapılan ilhad sebep iken, küfür/örtme sonuçtur.
Azîz, izzetli ve değerli gibi anlamlar taşıyan “a-z-z” kökünden türemiş bir sıfat olup dolaylı manada “değerli, şerefli, güçlü ve daima üstün olan” gibi manaları da kapsar. Bu kelime “ardun azezun/sert yer” sözünden gelir. İçine bir şey sokulduğunda bozulmadığı için o toprağa böyle denilmiştir. Ebu Züheyb şiirinde, yuvasını dağın zirvesine yaptığı ve yakalanması imkânsız olduğu için kartala “azize” ismini vermiştir. Kurân kendi içine hatalı manaların ilhad edilmesine müsaade etmediği ve onu tahrif edenlere karşı genel bütünlüğü ile korunduğu için Kurân azizdir. Kitaba muhatap olanları şeytanî duygu ve dürtülerden, manipülasyon ve saptırmalardan, kötü yaşam tarzlarından koruyup onlara izzet kattığı için de okuyucusunu aziz kılan bir kitaptır.
42- Bâtıl, ellerinin arasındakine ve ardından gelene de ulaşamaz. O; Hakîm, Hamîd’den indirilmiştir.
Ellerinin arasındaki ve halefi aslında indirilen vahiylerin tamamı manasındadır. Son vahiy olan bu kitapla Allah nurunu tamamlamıştır. Her tür ilhad girişimini hem engellemiş hem de yapılan tahrif ve bidatları ortaya çıkarmıştır.
Bâtıl anlamsızlık ve amaçsızlıktır. Güneşin, Ay’ın ilah zannedilmesi gibi saçma ve boş inançlar Kurân’ın savunduğu adalet, merhamet ve paylaşım karşısında dayanaksız ve bâtıldır. Bu yüzden hiçbir bâtıl ona ulaşamaz, erişemez. Ayetin sonundaki Hâkim ve Hamid esmalarına gelecek olursak, şirk Allah dışındakilere hamd etmektir. Hamdin adresi bozulursa kişinin verdiği hükümler yamulur. Kişi nefsini, makamını, işini, eşini, hazzını, fikrini, ideolojisini aşırı övüp kusursuzlaştırdıkça verdiği hükümlerin şirazesi kayar. Hamd’in Allah’a tahsisi bu nedenle şirkten korur.
43- Sana söylenen, senden öncekilere söylenenden başka bir şey değildir. Muhakkak ki senin Rabbin, mağfiretin sahibidir ve elîm sonun sahibidir.
“Bâtıl ellerinin arasındakine ve ardından gelene ulaşamaz.” ifadesine vahiylerin tamamı manasını vermemizin gerekçesi bu ayettir. Bağlam son nebi Hz. Muhammed’e inen ile önceki resûllere inenin aynı olduğundan bahsetmektedir. İnsanlık tarihi boyunca doğru söyleyenler, hakkı savunanlar menfaatçilerin çarkına çomak sokanlar ötekileştirilmiştir. Bundan vazgeçenler için Allah mağfiret sahibi iken, hakkı bâtılla örtmeye çalışanları bekleyen ise elim sondur. Sahiplik manasındaki “zû”, mağfireti hak etmeyi ifade etmektedir. Bunu kazanamayanları bekleyen ise “ve żû ‘ikâbin elîm”dir. Yani “elim sonun sahibi” dir. “Zû” sahiplik eki potansiyel olarak bulunduğunu anlatmaktadır. Bu potansiyeli hak etmek kişinin tercihlerine bağlıdır.
44- Ve eğer O’nu, anlaşılmaz bir okuyuş kılsaydık mutlaka: “O’nun âyetleri tafsil edilmeli.” derlerdi. Anlaşılır olması mı, yoksa anlaşılmaz olması mı? De ki: “O, inananlar için hidayet ve şifadır. Ve inanmayanların kulaklarında ağırlık vardır. O, onlara görünmez de. İşte onlara uzak bir yerden seslenilir.”
Uzaktan yapılan bir çağrıyı, insan belki duyabilir ama o sesin ne dediğini anlayamaz. Bu emsalsiz benzetme ile Kurân’ı duymalarına rağmen (Arapça bilmelerine rağmen) yaşantılarının Allah’ın istediği yaşam tarzından ne kadar uzak olduğu anlatılmıştır. İyilik, adalet, merhamet ve paylaşımdan bahsedip bunu yaşamaya gayret edenleri aşırılıkla suçlayan, ütopik bir rüya olduğunu iddia edip herkesin hırsız, ahlâksız ve kötü olduğunu savunan önce kendi yaşamlarını gözden geçirmelidir. Zira insan neyi yaşarsa o, zamanla onun normali olur. “Herkes zina yapıyor, faiz çekiyor veya rüşvet alıyor.” diyen birinin normali haramlar olunca Kurân’ın mesajı maalesef çok uzaklardan seslenme olarak algılanır. Kurân anlaşılmaz, içinde İbranice veya Aramice kelimelerle dolu, ağdalı veya üstü kapalı, bulmaca gibi bir metin olsaydı anlaşılması ve yaşanması zorlaşacaktı. Muhatabın hastalığı bilinmezliğe imandır. Bu yüzden mahiyetini bilmedikleri Güneş ve Ay’ı ilah zannediyorlardı. Kurân’ın mesajının apaçık ortada olmasını bu nedenle yadırgamışlardı. Zira muhatabın derdi anlamak veya onunla hayata bir anlam katmak değil anlamsızlığın oluşturduğu belirsizlikler ile diledikleri gibi dini eğip bükmekti. Kurân anlaşılır olup dinde boşluk bırakmadıkça onların dinden uzaklaşması kulaklarında ağırlık ve hakikati görmezlikten gelmeleri artmıştır. Uzak bir yerden seslenme aslında hayattan uzaklaştırılan manalardır.
Normalde müşrikler, dalalette olanlar veya kalbi hasta olanlar için Kurân’ın “hidayet ve şifa” olması gerekir. Ancak bu ayette, Kurân’ın inananlar için hidayet ve şifa olduğu söylenmiştir. İman eden, mümin biri dalalette midir ki Kurân ona hidayet veya hasta mıdır ki şifa olsun?
Bu ayete göre tek başına iman, insanı manevî hastalıklardan veya dalaletten korumaz. Zira iman bir iddiadır. Her iddiada olduğu gibi iman da ispat ister. Peki, dalalette olan ve kalbi hasta olan biri de gerçek manada iman etmiş olabilir mi? Aslında günümüzdeki Müslümanların çoğu bu ayetin kapsamına girmektedir. Geleneksel bir inanca sahip olan insanların çoğu Kurân’ı anlayarak değil kültürel bir inancın etkisiyle, manalarını bilmeden okurlar. Miras yoluyla Müslüman olmuşlardır. İman etmeyenlere ise zaten manalar, kulaklarındaki ağırlık ve kalpteki kapak yani yaşam tarzları yüzünden ulaşmamaktadır.
Ayetin Allah Resûlü zamanındaki karşılığı ise resûle inanmış; ancak hicret konusunda kalbinde dünyalıkların oluşturduğu hastalıklar olan ve bir çıkış yolu arayanlara hidayet oluşudur. Bu yüzden bir sonraki ayet Hz. Musa ve sürekli gelgitler yaşayan İsrailoğullarının mücadelesinden bahsedecektir.
“Ş-f-y” kökünden gelen “şifa” ikisi fiil, dördü isim formu olarak toplam 6 sefer Kurân'da kullanılmaktadır. Bu kullanımların birinde, balda şifa olduğu ifade edilmektedir (Nahl: 69). Genellikle mastar-isim formu şeklinde kullanılan şifa, sözlüklerde deva bulma, hastalıktan kurtulma, iyileşme ve düzensizliğin itidale dönmesi anlamlarını ifade etmektedir (İbn Manzur). Şifa normalleşmedir. Ancak az da olsa isim olarak şifa, hastalık ve sıkıntıda başvurulacak ilaç anlamında da kullanılmaktadır (Alusi, t.y: VI, 139). Nitekim Kamusu'l-Muhit mütercimi Asım Efendi de şifayı, hastayı iyileştirmek anlamıyla birlikte ilaç, deva anlamında da tercüme etmektedir (1305: IV, 1029). O hâlde Kurân'da şifa; deva bulma, hastalıktan iyileşme, ilaç anlamını ifade etmekle beraber, yürek serinlemesi ve itminan duygusunu da kapsar. Kurân’ı anlayarak okumak kişiyi anormalliklerden, aşırılık ve hırslardan, kıskançlık ve intikamdan, öfke ve nefretten koruduğu için Kurân kalbe şifadır. Mesela hidayet dalalete şifadır. Tevhit şirkin şifasıdır, paylaşmak cimriliğin, hilim intikamın, ilim cehaletin, iyilik de kötülüklerin şifasıdır.
45- Ve doğrusu Musa’ya kitabı verdik. Oysa onda ihtilâf ettiler. Ve Rabbinden bir kelime olmasaydı onların arasında karar verilirdi. Ve muhakkak ki onlar, onda muğlak bir ikilem içindelerdi.
Hz. Musa’ya verilen kitaba iman konusunda İsrailoğulları ayrılığa düşerek onlardan bir kısmı ona verilen kitaba iman etmiş, bir kısmı ise onu inkâr etmiştir. İsrailoğullarından Hz. Musa’ya tâbi olanlar bile Samiri olayında yine ihtilafa düşüp tevhit konusunda ikilemler yaşamışlardır. Dolayısıyla burada imandan sonra bile ihtilaf ve ikilemlerin devam edebileceği tarihsel bir örnek ile anlatılmıştır. Hz. Peygamber, Hz. Musa örnekliği ile hem geleceğe ilişkin desteklenmiş hem de çevresindeki müminlerin “acabalarını” azaltılma hedefi olabilir. (Benzer bir nakil için Bkz. Hûd: 110)
"Allah'ın kelimesi" ifadesi, "Allah'ın sünnetidir. Tabiata konan temel prensipler gereği onlar/İsrailoğulları bir doğal afet ile yok olmamışlardır. Allah bir toplum iman etmediği veya ikileme düştü diye tabiata koyduğu sünneti, ilkelerini katiyen bozmaz. Allah’ın sünnetinde kişi, grup, zaman ayrımı yapılmaz. Mekkeli müşriklerin tıpkı İsrailoğulları gibi helak olmamasının sebebi de bu ayette izah edilmiştir. Zira yaşadıkları zaman dilimi ve coğrafya doğal afetler açısından nispeten daha güvenli idi. Rabbinden bir kelime bu değişmez yasaya atıftır. Zaten Rabbimiz kullara zulmedici değildir.
46- Kim salih amel yaparsa onun lehinedir. Ve kim kötülük yaparsa o da onun aleyhinedir. Ve senin Rabbin kullara zulmedici değildir.
Bu ilke adaletin gereğidir. Kimse kazandığı başarı ile aldığı maddî ve manevî ödülün başkasına verilmesini istemez. Aynı şekilde kimse işlenen suçun cezasının da masum bir insana yüklenmesinden razı gelmez. Günahı kendi boynuna almak veya ölmüş babanın ruhuna sevabı bağışlamak gibi inançların Kurân’î bir karşılığı yoktur. Zira kimse bir başkasının günahını yüklenemez veya dürüst biri başkasının başarısına konup onu sahiplenmek istemez. Bu adalete aykırıdır. O yüzden ayetin sonu “Rabbin kullarına zulmedici değildir.” ile sonlanmıştır. Bağlam ile ilgisi, inen kitaba tâbi olmanın kişinin kendisine fayda sağlayacağı, tâbi olmamanın zararını İslam dini veya resûlün çekmeyeceğidir.
İyilik ve kötülük birbiri ile savaşan iki hizip değildir. İnsanların çoğu erdemden, dürüstlükten veya adaletten uzaklaşsa da iyilik, merhamet ve adalet değerinden zerre kadar bir şey kaybetmez. Sonuç olarak insan ne yaparsa kendisine yapar. Zira “Eğer güzel davranırsanız kendinize, kötü davranırsanız yine kendinize yapmış olursunuz.” (İsrâ: 7) Değerleri teslim almayı değil teslim olmayı ifade etmektedir.
47- O saatin ilmi O’na iade edilir. O’nun ilmi olmadan, hiçbir semere tomurcuğundan çıkmaz. Hiçbir dişi, hamile kalıp doğuramaz. Onlara “Ortaklarım nerede?” diye nida edildiği gün derler ki: "Buna bizden bir şehidin olmadığını arz ederiz.”
Ekmam; zarf, içinde bir şey konulup saklanan; “kav” henüz açılmamış bulunan çiçek tomurcuğu manasına olan "küm" kelimesinin çoğuludur. Canlılığın sürdürülebilir olması bitkilerin tohumlanması ve yeni filizler vermesi, arkasından hayvanların yaşlanmadan yeni nesilleri dünyaya getirmesine bağlıdır. Bu yasa tamamen Allah’ın tabiata koyduğu oluş ve bozuluş prensipleri çerçevesinde bir ilimle gerçekleşmektedir. Tabiatın temel prensiplerinde tesadüf diye bir şey yoktur.
Resüle tabi olup Mekke’yi terk etmenin ekinler, mahsuller ve doğan yeni nesille ilgisini kurabildik mi? Resule tâbi olmamanın önünde duran ilk engel maddî-manevî çıkarlar iken; ikinci engel bâtıl inançlar ile oluşturulmuş korkulardı. Geleceğin belirsizliği üzerinden yapılan şirk propagandası resûle tâbi olmanın putları kızdıracağı ve onların belalar yağdırıp kıtlıkların yaşanacağıdır.
Kurân’ın defaten uyarmasına mukabil burada “ezzene” kullanılmıştır. Arapçada "bildirdi, arz etti" manasında ezzene denilir. Ezine ile ezzene arasındaki fark hususunda şu izah yapılmıştır: "Ezzene" tekrar tekrar bildirdi" demektir. Çünkü tef'il babı, o fiilin çokça yapıldığını ifade eder. Şirk sisteminin kendilerini kurtarmayacağı, yapılan iyiliklerin birilerinin yüzü suyu hürmetine değil kendi çabaları ile olduğu ve başkasının kötülüğünü kendilerinin çekmeyeceği hatırlatılmıştır. Zira Hz. Muhammed’in getirdiği tevhit dini yüzünden tanrıları onları cezalandıracağı yalanı söylenmekteydi. Bu ceza ya ürünlerin eksilmesi ya da neslin kuruması olmalı ki ayet onun ilmi olmadan yani Allah’ın koyduğu yasalara muhalif bunun gerçekleşmeyeceğini öğretir.
Allah dünyada iken vahyiyle müşriklere seslenmektedir. (Bkz. Enbiya: 66) Allah’ı bırakıp fayda veya zarar vermeyecek şeylere kulluk edenler, Fetih günü kendilerini putların korumadığını yaşayarak göreceklerdir. Son tahlilde sahte ilahların işe yaradığını, kendilerini koruduğunu savunan bir şahit bile kalmayacaktır.
48- Ve daha önce kulluk ettikleri şey onlardan saptı. Ve onlar için kaçacak bir yer olmadığını zannettiler.
Eski müşrik fakat yeni Müslümanların kulluk ettikleri şeyler onları terk ettiği için kaçacak, sığınacak bir yerin olmadığını zannettiler. Bu zan putların onları koruyup kolladığı inancına dayanmaktadır.
Zan kelimesi “kesinliğin olmaması” hâlini ifade eder. Müşriklerin yaptığı propaganda, şirkin alternatifinin olmadığıdır. Putlardan, ilahlardan ve aracılardan sahte inançların oluşturduğu tahakkümden kaçmak ve kurtulmak her zaman mümkündür. Kurân bu zannı yok etmek için tevbe kapısını hiçbir zaman kapatmaz. İnsanın özgür düşünmesine engel olan zanlarıdır. Mevcut düşünce ve inançlara takılmamak ve mahkûm olmamak her zaman mümkündür.
Mehis, mastar olarak “kurtuluş, kaçış”, ismimekân olarak “sığınak” anlamlarına gelir. Bir kimse, kaçmak istediği zaman bu kelime kullanılır. Bu kelimenin temelinde zorluk ve sıkıntı vardır. (Bkz. Kâf: 36, İbrahim: 21)
Cehennemden kaçacak bir yer olmadığını “anladılar, bildiler, öğrendiler yerine zannettiler” şeklinde bir ifade neden seçilmiştir? Çünkü aslında zan ahirette değil dünyada gerçekleşir. Bu zan onların şirke rıza göstermesine sebep olmuştur. Mekke’den, Müşriklerin elinden hicret edip kurtulma ihtimalinin kalmadığını düşünen, şirk sistemi içinde, bâtıl inançların gölgesinde onlara sığınarak yaşamak zorundadır. Ayette; taptıkları, kulluk ettikleri putların, sahte inançların onları kurtaracağını zannettikleri ancak; mallarının, mevkilerinin ve fiziki güçlerinin zamanla onları terk edeceği hatırlatılmıştır.
İnsan emanet olarak elinde tutacağı hedefler için bir ömür koşturur, durur. Ancak onların amaç değil, basit birer araç olduğunu anladığında iş işten geçmiştir.
49- İnsan, hayrı davetten usanmaz. Eğer ona şer dokunursa artık karamsarlığa düşüp ümidini kaybeder.
“Hayırdan her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Bakara: 273) Bu ayette hayr; fakir ve miskinlere verilen maddî imkânlar anlamındadır. İnsanın bıkmadan ve usanmadan istediği hayr; mal, sıhhat, refah gibi dünyalık arzulardır. Şer ise; fakirlik, mihnet ve sıkıntılardır.
İnsanın yaratılışında var olan bu arzular vahyin çizdiği ufukla genişler ve bir üst seviyeye yükselir. Ahiret bilinci malda, sıhhatte ve hayat kalitesinde düşüş yaşandığında kendini gösterir. Ahirete iman, muhatabını karamsarlık ve ümitsizlik batağından kurtarır. İman eden insanların müşrik ateistlerden en önemli farkı, hayatın sadece maddeden ibaret olmadığı inancıdır. Ötelere ulaşan bu bilinç, dünyevî sıkıntılar ile başa çıkmak konusunda mümini uyuşturuculardan, alkolden, intihar ve ötenaziden kurtarır. Hayatın emanet olduğuna gerçekten iman eden birini ne satın alabilirsiniz ne de dünyalıklar üzerinden korkutup karamsarlığa düşürebilirsiniz. Gerçek müminlerin fiyatları değil, değerleri vardır. Bunalımlara, karamsarlık ve arkasından ümitsizliklere sebep olan zihniyet başka bir imkânın ve ihtimalin kalmadığı zannından kaynaklanır. Çıkış yollarının tükendiğini zannetmek, iman eksikliğini gösterir. Bu zan bulaşıcıdır. Hızla toplumda yayılıp genel bir panik hâline dönüşebilir. Müminin üzüntü, sıkıntı ve buhranları her zaman kısa süreli olduğu için genele yayılamaz.
Birçok psikolojik ve sosyal sorunun altında yatan burada özetlenmiştir. İnsanın hayır olarak gördüğü araçları amaç hâline getirmesi, onu kaybetme korkusunu abartması önce iradeyi, sonra da özgürlüğünü yok eder. Bir zorluğa düşüldüğü ve eldeki nimetlerin bir kısmı alındığında, hemen şikâyete başlanır ve bu durumu bir şer, hayr olmayan bir şey olarak okunmaya başlanır. Önce karamsarlığa (kunût), arkasından ümitsizliğe düşülür(yeis).
İnsanın aşırı bağlandığının elinden çıkması hayır mıdır, yoksa şer midir? “Vardır bunda da bir hayır” bakışı Kurân’ın kazandırdığı ahiretten dünya hayatına bakanların gördüğüdür. “Kendisine bir şer dokundu mu…” ifadesinden anlıyoruz ki şer Allah’a izafe edilmemiştir. Ama rahmet öyle değildir.
50- Ve eğer ona bir zarar dokunduktan sonra kendimizden bir rahmet tattırırsak mutlaka “Bu benimdir ve ben, o saatin kaim olacağını da zannetmiyorum. Ve eğer gerçekten Rabbime rücu etsem bile muhakkak ki O’nun katında mutlaka güzellikler vardır.” der. Artık örtenlere, yaptıkları şeyleri haber vereceğiz. Ve mutlaka onlara sert bir azap tattıracağız.
“Saatin olmayacağını düşünüyorum.” ile “Saatin kaim olacağını zannetmiyorum.” ifadelerinin arasında fark vardır. “Saatin kaim olacağını zannetmiyorum.” ifadesi son saatin ve ölümün varlığına inanmamak değil, ancak onun her an gerçekleşeceği ihtimalini uzak görmek demektir. Ölüm var deyip yokmuş gibi yaşamaktır. Bu zihniyet kişiyi ölüme hazırlıksız yakalar.
Rabbin katında kendisini güzelliklerin beklediği inancı, ancak dünyada yaptıklarının doğruluğuna inanmış birinin düşüncesi olabilir. Burada bencil hayat tarzından dolayı bir pişmanlık görmemekteyiz. Tattırılan rahmete “Bu benimdir.” demeleri onu emanet olarak değil, mülkiyetlerine aldıklarını gösterir. “Bu benim hakkımdır.” diyen onu ne paylaşır ne de şükreder. Bir önceki ayette onların “dünyalığı toplamaktan usanmadığı” ifadesi ile de devamı uyumludur.
Galiz, aslında cisimleri niteleyerek onların sert ve katı olduğunu bildirir. Bu ayette azabın galiz/sert/katı olarak nitelendirilmesi maddî olana düşkünlüğün mukabili olarak seçilmiş bir kelime olabilir.
51- Ve insanı nimetlendirdiğimiz zaman yüz çevirir ve yan çizer. Ve ona bir şer dokunduğu zaman uzun uzun dua eder.
Yan çizmek diye meal verdiğimiz “neâ bi cânibi-hî” ifadesini Zemahşerî, “böbürlenerek ve büyüklenerek bir şeye karşı çıkmak, kabul etmekten geri durmak ve ona karşı kendini müstağni görmek” şeklinde yorumlamıştır. Türkçede bu tür durumlarda “burun kıvırmak, tepeden bakmak, yüz çevirmek veya yan çizmek” gibi deyimler kullanılır. (Bkz. İsrâ: 83)
Arîd, çokça enli demektir. Bir şeyi çokça yapmaktan kinayedir. Mesela: "Filan kişi sözü uzattı." denilir. İbn Abbas der ki: "Uzun uzadıya dua eder." ifadesi, “Çokça yalvarıp yakarır.” demektir.
Kâfir zihniyeti, sıkıntılı zamanlarda çevresindekileri tanır ve bilir. Onların hâlini ve hatırını uzun uzun sorarken bolluk ve rahatlık zamanlarında kimseyi tanımaz. Kurân'ın ifadesiyle "mütrafin" olanların bu nedenle insanlıkları zamanla çürür. Uzun uzun dünya için dua etmeleri, menfaatlerine ne kadar düşkün olduklarının somut göstergesidir.
Ayette dikkat edilirse nimeti -çoğul kullanımla- bir süreçle Allah veriyor, şer ise Allah’a isnat edilmiyor. Bollukta şımarmak, darlıkta karamsar ve umutsuz olmak eleştirilmiştir. Ayrıca şerrin dokunması ifadesi ise şerrin de bâtıl gibi geçici olduğuna işaret ediyor olabilir. İman, güven ve gelecekle alâkalı bir umut sağlar. Tevekküle zarar veren ve imkânların tükendiği zannına kişiyi sürükleyen vesvesenin asıl sebebi imân/güven kaybıdır. Şartlara göre tavır değiştirme, bir süre sonra yerini şahsiyetsizliğe bırakır. Bu şirk türüne menfaatperest denir.
52- De ki: Eğer o, Allah’ın katından ise sonra da siz onu örttünüzse, uzak bir ayrılığın içinde olandan daha çok dalâlette olanı gördünüz mü?”
Kurân "eğer o Allah katından ise" diyerek mesajın haklılığı konusunda muhataplarını düşündürmek ister. 25. ayette akranların musallat olması, kötülüklerin süslenmesi ve menfaatperestlerin hakikati örtmelerinden bahsedildi. Bunlar menfaatleri yönündeki tercihleri ile haklar konusunda itidalden biraz daha uzaklaşırlar. Bu nedenle, hakları hatırlatan vahyin Allah’ın katından olmadığını iddia ederler. Buradaki hatırlatma, Allah katından olmayanın asıl kendi yaptıkları olduğu yönündedir. Amaç ayetlerin tamamen hatalı olduğu önyargısını bir ihtimal de olsa aralamaktır. Zira kişinin dalâleti arttıkça sabit fikirliliği artar. Bu durumda olan için muhatabın doğru ve hakta olma ihtimali bile kalmaz. Vahyin haklılığı konusundaki ihtimalleri artıran ve Kurân’ın Allah’ın katından olduğuna dair delil bir sonraki ayette şöyle ifade edilecektir:
53- Onun hak olduğu onlara tebeyyün etsin diye onlara ayetlerimizi afakta ve enfusta göstereceğiz. Rabbinin her şeye şehit olması kâfi değil mi?
Ayetteki “afak/ufuklar” kelimesi insanı çevreleyen dış âlemi, “enfus/kendi nefisleri” ifadesi de insanın duygu ve düşünceleri olan iç âlemini anlatmaktadır. Afak ve enfus bu manada bir bütünü oluşturur. Buradaki “ayetina” ifadesi ise bizim işaretlerimiz demektir. Buradaki çoğul kullanım önemli. Zira bu arayış, birçok unsuru barındıran çok aşamalı ve katmanlı bir yolculuktur. Rabbin işaretlerini görmek bir ömür süren kişisel bir yolculuktur. Vahyin iddialarının ispatı, tabiat ve insan davranışlarına kattığı anlamdır. Bu yüzden vahyin bir sıfatı ruhtur. Afak ayetleri bizleri kuşatan/ihata eden tabiattır. Zaten sûre 10 ile 12. âyetler arasında göklerin ve yerin düzenlenmesi konusunda ulaştığımız bilgilerle çelişmeyen, okuyucusunu muğlaklık ve şüphelerden kurtaran doğrulukta ve kesinlikte ifadeler kullanmıştır. İndiği dönem düşünüldüğünde kitabın Allah’ın katından olduğuna dair bu tutarlı ifadeler metnin kaynağına ilişkin birer işaret/ayet durumundadır. Ardından 13 ile 18. ayetler arasında kavimlerin davranışları üzerinden sosyolojik işaretleri göstermiştir. Toplumsal davranışların sebeplerini de 25 ve 26’da çoğunluğa uyma güdüsü üzerinden ifade edip insanın enfus ayetlerine bir geçiş yapılmıştır. Enfus ayetlerine 36’da şeytanî duygu ve düşüncelerin kişiyi nasıl yoldan çıkarabileceğini hatırlatılarak işaret edilmiş, sahte ilahlar uydurma ihtiyacına değinilmiştir. Son olarak 50 ile 52 arasında da enfus âyetleri olan insanın hayır ve şerre; rahmet, nimet ve kötülüklerin ona dokunması durumundaki tutumundan örnekler verilerek bu noktaya gelinmiştir.
Ayetin Allah Resulü dönemine bakan yüzü ise şöyledir: Afak yani ufuklar Mekke dışındaki yeni coğrafyalar iken enfus/kendi nefisleri" de putperestlerin yaşadığı Mekke toplumudur. Buna göre ayette vakti geldiğinde gerek müşriklerin yaşadığı Mekke'nin gerekse Mekke çevresindeki diğer yörelerin, hatta dünyanın birçok bölgesinin Kurân’ın Allah’ın katından indirilmiş bir kitap olabileceğine dair işaretleri göreceği müjdesidir. Nitekim daha Hz. Peygamber zamanında Mekke fethedildiği gibi Arap Yarımadası'nın tamamına yakını İslâm hâkimiyetine girmiş; böylece hayatta olan birçok Mekkeli bu ayetin gerçekliğine şahit olmuştur.
Taberî ve Râzî’ye göre afaktan maksat yıldızları, ayı ve güneşiyle semanın uçsuz bucaksız köşeleri, astronomik, meteorolojik, biyolojik vb. olaylar ve yasalar; enfustan maksat da en ince sanatların ve yaratılış hikmetlerinin örneği olan insanın biyolojik ve ruhsal dünyasıdır. Kısacası ayette ileride insanoğluna bu sırların gösterileceği, yani insanlığın bu konularda keşifler yapacağı bildirilmektedir. “Ayetleri gösterelim diye kulunu gece yürüten” manasındaki İsrâ 1. ayet ile bu ayetteki afak ayetlerini gösterme de uyumlu görünmektedir.
54- Onlar muhakkak ki Rabblerine kavuşmada muğlaklık içinde değiller mi? O muhakkak ki her şeyi ihata etmiş değil midir?
Mülâki; kavuşmak ve buluşmak demektir. Müfredatta “l-k-y” hem bir şeyi karşılamak hem onunla karşılaşmak manasında izah edilmiştir. Mülâki ile mülakat aynı köktendir. Rabbin cennete alım için yapacağı mülakattan şüphe içinde olanlar aslında onun her şeyi kuşattığına iman etmeyenlerdir.
Mirye, birbirine karşıt iki şey arasında gidip gelmeyi, bocalama ve muğlaklığı” ifade eder. (Bkz. Hûd: 17-109) Muhît; kuşatmak, sarmak ve çevrelemek gibi anlamlar taşıyan “h-y-t” kökünün türemiş şeklidir. Asıl anlamı itibariyle bu kelime, kendisine ait bir unsurun dışarı çıkmasını ve başka bir şeyin kendisine katılmasını engelleyen, sur gibi “bir şeyin etrafını olduğu gibi kuşatan” demektir.
Muhît ismi, Kurân’ın tamamında 11 kez geçer. Bunlardan birinde son saatin kuşatması (Hûd: 84), cehennemin kuşatması (Tevbe: 49), diğerlerinde ise Allah’ı niteler. Bu vasfın geçtiği ayetlerde yüce Allah’ın genelde bütün insanların, özellikle de içinde bir şeyler saklayıp dışarı yansıtmayan kâfir ve münafıkların yaptıklarını ve yapacaklarını ilmiyle ihata ettiği bildirilir. (Bkz. Bakara: 19, Âli İmran: 120, Burûc: 20, Hûd: 84-92, Ankebût: 54)
Fussilet sûresinden anladıklarımız şimdilik bunlar olmakla birlikte en doğrusunu ilmiyle her şeyi kuşatan Allah’u teâla bilir.