فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

24- O halde yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten sakının. O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır. (Bakara:24)



.





FÂTIR SÛRESİ



FÂTIR SÛRESİ

1-Hamd, gökleri ve yeri yarıp ortaya çıkaran Allah’a aittir. Melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlara sahip resûller kıldı. Yaratmada dilediğini arttırır. Muhakkak ki Allah, her şeye kadîrdir.

Hamd lügatte, “övmek, bir şeyi iyilik, üstünlük ve erdemlilikle nitelemek” gibi anlamlar taşıyan “h-m-d”kökünden türemiştir.

Fetara, ilk önce parmak uçlarıyla devenin memelerinden süt sağma eylemi için kullanılmış, ancak zaman içinde bu anlam genişleyerek bir şeye müdahale etmek sûretiyle bir oluşum sağlamak anlamında yerleşmiştir. (Lisanül Arab). Fatr kelimesi,içinde gizleneni ortaya çıkarmak için yarıp açmak manasına gelir. Fetara, daha çok uzunlamasına yarılmak demektir. Yarılmak kimi zaman yapma, kimi zaman bozma yoluyla olur.(Rağıb)

Bu âyetin doğru anlaşılması için üç önemli anahtar kelime karşımızda durmaktadır: melek, kanat ve resûl. Melek;kuvvet, yönetim gücü anlamındaki ‘melk’ kökünden türemiştir. Kelimenin başındaki mim, ek olmayıp kelimenin aslındandır. “Mülk, milk, mâlik ve melik” kelimeleri de bu kökten türemiş ve anlamlarını da bu kökten almışlardır. Bu anlamıyla melek Allah’ın her tür gücünü temsil eder. Kanat da (ecnihatin olarak geçer) kadim dönemlerden beri ‘’güç ve hız’’ın sembolü olagelmiştir. Öyle ki hemen hemen bütün kadim uygarlıklarda güç ve hızı anlatmak için kanatlı birçok figürün resmine rastlanmaktadır. Melekler bile böyle resmedilmiştir. Resûl elçi demektir. Ancak iradeli elçi olduğu gibi iradesiz elçiler de vardır. O halde meleklerin ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler olması nasıl anlaşılmalıdır? Kanaatimizce bu sorunun cevabına isabetli bir şekilde ulaşabilmek için âyetteki birinci cümle ile üçüncü cümle arasındaki bağın iyi anlaşılması gerekir. Haddizatında her üç cümle bir zincirin halkaları gibi yapı ve anlam bakımından sıkı sıkıya birbirine bağlıdır. Bu sebeple ‘’Melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlara sahip resûller kıldı.’’ cümlesi ile gökleri ve yerin yaratılışı ile Allah’ın yaratmada dilediğini arttırması yargıları arasında mutlaka mantıksal bir ilişkinin kurulması zorunludur.

Buradan da şu sonuca ulaşılabilir: Rabbimiz olan Allah yerlerin ve göklerin yarılarak ortaya çıkmasını elementlerin varlığına bağlamış ve elementleri elçi/melek olarak kullanmıştır. Bilim adamları, aynı özellikteki atomlardan oluşan ve yaratılmanın başlangıcını oluşturan elementleri dört ana sınıfa ayırmıştır. Özelliği birbirinden farklı her gruptaki bu dört sınıf element; metal, ametal, yarı metal, soy gazlar olarak adlandırılmıştır. İnsanda dâhil olmak üzere her şeyin kendisinden ortaya çıkarıldığı söz konusu bu elementlerin an itibariyle bilinen sayısı 118’dir. Sayıları ve sahip oldukları gücün açığa çıkması insanların keşfiyle artacaktır. Bununla birlikte kadim kültür ve mitolojilerde de her şey dört elemente dayandırılmıştır: Toprak, ateş, hava ve su.   Yaratılışın her türünde kullanılan elementlerin varlığı ve gücü melek kavramına bağlandığında muazzam bir anlam bağlantısına ulaşılacaktır. İşte Rabbimiz elementleri/melekleri elçi kılarak gökleri ve yeri yarıp ortaya çıkarmış, eşyanın/varlığın/yeryüzü ve gökyüzünün melekûtuna yani gücüne, yaratılıştan bir tohum gibi artma potansiyeli yüklemiş, adeta bu melekeyi/gücü/elementi göklere ve yere sıkıştırmıştır. Ve potansiyel olarak muazzam bir güç (ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler)barındıran bu melekleri/elementleri elçi olarak bütün insanların hizmetine sunmuştur. Bu potansiyel artışını da ikişer üçer ve dörder kanatlar şeklinde muhatabın zihninde çokluğu, artışı/yükselişi ve gücü çağrıştıran bir misalle aktarmıştır. Bu artışa sebep olan maddenin/elementin kendisi değil ona bunu yükleyen övgüye layık tek mercinin Allah olduğunu anlatmak için de bu meleğe/güce/elemente Allah’ın kudretini gösteren elçisi/resûlü diyerek asıl adresi işaret etmiştir. Yeryüzünde bulunan ve işlendiğinde insana enerji olarak dönen her tür maddî güç/element ve aynı zamanda yeryüzü ve gökyüzünün kendisine tâbi olduğu her tür yasa bu kapsamda düşünülebilir. Öyle ki Allah’ın ‘’yaratmada dilediğini arttırması’ ’yargısı da insanın çalışarak maddenin/elementin potansiyelini açığa çıkarmasıyla ortaya çıkan muazzam güç/enerji olarak anlaşıldığında âyetin manası belirgin bir şekilde tezahür eder. Misal olarak ham petrole yüklenen elementlerde yanma ve patlama özelliğinin onun işlenmesi oranında artarak açığa çıkması gibi. Hidrojen elementinde keşfedilen güç gibi.  Aynı zamanda 9. âyetteki rüzgâr da bu kabildendir. Kanaatimizce âyetin bu şekilde anlaşılması birçok soru işaretinin ortadan kalkmasına yol açacaktır.  Sûrenin sonunda, elçinin Allah’ın kudretini göstermesinin de belli kaide ve kurallara bağlandığı ve bu kurallara uyanların ancak maddenin içine gizlenmiş olan potansiyele ulaşabileceği ifade edilecektir. Herhangi bir bozulma ve değişme olamayan yasaya Kur’an sünnetullah demektedir.

En doğrusunu Allah bilir.

2-Allah’ın insanlar için açacağı rahmeti kimse kapatamaz; O’nun kapattığını da O’ndan başka kimse açamaz. Ve O; Azîz’dir, Hakîm’dir.

Âyette, müminler veya Müslümanlar yerine nas/insanlar kullanılması önemli bir detaydır. Buradan ‘’Yaratmada dilediğini arttırır’’ hakîkatine de dayanarak Allah’ın eşyaya koyduğu artma ve faydalı olma potansiyelini doğru kullananlara verilen rahmetin kimse tarafından engellenemeyeceği anlaşılmaktadır. Şöyle ki rahmeti her şeyi kuşatan Rabbimiz,dünyada çalışana, emek verene ve sünnetullaha uygun davranana verirken; kâinatın kanun ve kuralları olan sünnetullahın aksine davranışlar sergileyene de kapanan kapıları kimsenin açamayacağını hatırlatmakta ve dünyada câri olan bir hakîkate göndermede bulunmaktadır.

Azîz; güç, şeref, değer ve üstünlük gibi anlamlar taşıyan ‘a-z-z’kökünden türemiş bir sıfat olup ‘’değerli,şerefli, güçlü ve üstünlüğü belirleyen tek otorite’’ manasındadır. Hakîm ismi de hikmetle yapan, haksızlığa engel olan demektir. Eğer çalışmadan, emek vermeden bir kısım insan kapanan rahmet kapılarını açsa idi bu Allah’ın en başta Azîz sıfatıyla yüklediği değerlere ters, hikmetsiz ve adâletsiz bir dünya meydana getireceğinden âyet Azîz ve  Hakim esmasına vurguyla sonlanmaktadır.

3-Ey insanlar! Allah’ın üzerinizdeki ni’metini zikredin. Sizi göklerden ve yerden rızıklandıran Allah’tan başka bir Halîk var mı? O’ndan başka İlâh yoktur. Öyleyse nasıl da sapıyorsunuz?

Nimet, asıl itibariyle iyi hâl, güzel hayat demektir. Yaratma anlamı ifade eden “haleka” kökü, Kur’an-ı Kerim’de 259 yerde kullanılmıştır. Hâlık, bir şeyden başka bir şey oluşturmaktır. Rızık, ‘’ra-ze-ka’’ fiilinden türemiş bir isimdir.Çoğulu erzakdır. Faydalanılması için verilen bağış, pay, hisse, nasip,haz, gıda ve mutlaka kendisiyle faydalanılan şey anlamlarına gelir. Rızık sadece boğazdan geçenler değildir. Aldığımız nefes dâhil her şey rızıktır.  Tü’fekûn,  ‘efeke’ fiilinin meçhûlüdür. Anlam olarak,olması gereken şekilden başka bir şekle giren, yüzünü değiştiren her şey için kullanılmaktadır. Onun için estiği yönü değiştiren, yönünden sapan rüzgârlara mu’tefiket denir. İfk (iftira) kelimesi de bu köktendir. Sözde, doğruluktan yalancılığa; fiilde, güzelden çirkine dönüyorlar demektir. (Rağıb)  Bu kelime nüzûl sürecinde ilk burada olmak üzere toplam dört defa geçmektedir. Kısaca âyetin sonundaki “fe-ennâ tu’fekûn” ibaresi, ‘’Nasıl oluyor da eşyanın potansiyelini görüp ona bunu yükleyeni göremiyorsunuz?’’ anlamındadır. Tevhitten sapıp, aracılara hamd edip şirke yöneliyorsunuz anlamına gelmektedir. Zira âyetlerin indiği dönemde meleklere de tapanlar vardı. İnsanların en büyük körlüğü, elçiyi aracı yapması; vesileyi amaçlaştırması ve onu göndereni görmezlikten gelmesidir. Bu âyet de yukarıdaki âyet gibi ‘’Ey insanlar!’’ hitabıyla tüm insanlara seslenmektedir. Yüce Allah’ın koyduğu kurallar ölçüsünde elde edilen rızık ve nimetler hatırlatılarak, eşyanın mahiyetine yüklenen potansiyel artışı elçilerden veya aracılardan bilmemesi konusunda insanlar uyarılarak, herkesin aklını başına alması istenmektedir. Bilindiği gibi, Kur’an’ın indiği dönemlerde Araplar Allah’a inanıyorlar ama O’nun Arş üzerinde kurulduğunu, yeryüzünü ise O’nun meleklerinin ve kendi ilâhlarının idare ettiğini zannediyorlardı. Bu zihniyet Kur’an’da hep reddedilmiş, her fırsatta Allah’ın tasarrufta bulunurken aracı kullanmadığı gerçeği ifade edilmiştir.

4-Ve eğer seni yalanlıyorlarsa, senden önceki resûller de yalanlanmıştı. Ve emirler, Allah’a döndürülür.
Bu âyette, Hz. peygamber teselli edilir. Âyetteki emir, iradeli varlıklar olan insanların verdiği hükümler, kararlardır. Bir üsteki âyetteki sapma ve ihtilafların Allah’ın katında çözüleceği hatırlatılmakla teselli cümlesi pekiştirilmektedir.Yani bu ‘’Tebliğ sana, hükmü koyup hesap sormak bize düşer.’’ ilkesidir.

5- Ey insanlar! Muhakkak ki Allah’ın vaadi haktır. Öyleyse dünya hayatı sakın sizi aldatmasın. Aldatıcılar da sizi Allah ile aldatmasın.

Dünya, edna’nın di­şil ismi tafdili, müennesi olup ‘denaet ya­hut dünüvv’den türemiştir. En aşağı, en yakın demektir. Ğarûr, lâfzen çok aldatıcı anlamına gelir. Ğarûr esasen başkasının gafletinden istifade etmek mâna­sına gelen ‘garre’ fiilinden gelmektedir. Peki, gaflet nedir? Gaflet cehaletten farklıdır. Birinde bilgisizlik varken, gaflette bilmesine rağmen menfaate ters olmasından dolayı sergilenen bir önemsememe hâli söz konusudur. Bu hâl imtihan perdesi ve dünyadaki Allah’ın mühletinin yanlış okunması sonucudur. Şöyle ki dünyada yapılan zulmün, haksızlık, hırsızlık ve yolsuzlukları yapanların ahlâksızlığı yayanların yanlarına yaptıkları kâr kalıyor gibi bir izlenim zamanla insanda oluşabilir. Rabbimiz bu yanlış okumaya karşı tüm insanları imtihan dünyasının aldatıcılığına dair uyarmaktadır. Bu ana konu41. âyetteki Allah’ın el-Halîm ve el-Gafûr oluşu hatırlatılana kadar örneklerle devam edecektir. 

Öncelikle insanların en kolay aldandıkları alanların duygusal, bilinmeyen, tecrübe edilmemiş konular olduğunu belirtmek gerekir. Aldanan ve aldatılanların temel buluştukları nokta karşılıklı menfaattir. Aldatanlar dünya menfaatini hedeflerken, aldatılanlar da karşısındaki kişileri aracı-vasıta olarak kullanıp âhirette hak etmediği bir dereceyi hedeflerler. Bu çirkin oyunda her iki taraf da sonuç itibari ile zararlı çıkmaktadır. Rabbimiz bu tehlikeye karşı bizleri bu âyette “Aldatıcılar sizi Allah ile aldatmasın!” ifadesi ile uyarmaktadır. Sahte vaatlerle insanların kandırılmaması için sadece Allah’ın vaadinin hak olduğu hatırlatılır. Allah ile aldanmanın sebebi de dünya hayatının imtihan perdesi yüzünden gaybe imanı gerektirmesidir. Rabbimiz bazı grupların/hiziplerin gaybî alanı suistimal ederek insanları kandırabilecekleri tehlikesine karşı uyarır. Bu tuzağa düşmemenin en iyi yolunun da sûrenin girişinde anlatılan ve eşyaya yüklenen potansiyelin şuuruna vararak sünnetullah kriterine uygun olarak hayat imtihanını okumaktır.

6-Muhakkak şeytan, sizin düşmanınızdır. Öyleyse onu düşman edinin. O ancak, kendi hizbini sadece çıldırtan ateş ehlinden olmaya davet eder.

Aldanma da hizipleşme, taraftar olma, gruplaşma söz konusudur. Böylece şeytansıların sürü psikolojisini kullanarak cennet vaadi ile sadece cehenneme çağıracağı âyette bize öğretilir. Ancak çoğunluk psikolojisi en saçma konularda bile insanı körü körüne inanmaya sürükleyebilir.

Sa’îr; ateşi yakmak, tutuşturmak, kışkırtmak, alevi yükseltmek, kökünden gelir. Es su’r, kışkırtılmış ateşe benzediği için saldırgan deliye denir. Dolayısıyla bu normal bir ateş değil, çılgın bir ateş veya çıldırtan bir ateştir. (bkz İnsan:4)

Şeytan, somut veya soyut her şey olabilir. Şeytan diye somut bir varlık yoktur; şeytanlık bir sıfattır. Bu manada insanı insanlıktan çıkaran her şey şeytandır. İşte bu tuzağa karşı Allah bizleri uyarıyor. Unutulmamalıdır ki ‘’Şeytanın hezimeti insanın azimetine bağlıdır.’’ (Razi)

Kur’an’da kötülüğün özel ismi “İblis” olarak belirtilir. Kötülük bir kişiye iliştiği zaman şeytan olarak o kişi bir sıfat, kimlik kazanır. Kötülüğün kurumsallaşıp sistemleşmiş hâli de tağut kavramıyla ifade edilir.

Adüv, başkasına zarar vermek için fırsat kollayan, onun iyiliğine olan işlerin tersini yapmaya çalışan her şeydir. 

Yeryüzünde düşmanlık kaçınılmazdır. İnsanların bir kısmı diğerlerine düşman olacaktır. İnsanın düşmansız şekilde yaşaması ulaşılamayacak bir hedeftir, yani ütopyadır. Tarihte toplumlar hep birilerini ötekileştirerek kendilerine düşman kılmışlardır. Romalılar kendilerine Barbarları düşman seçmiştir. Bir zamanlar Amerika, zencileri ötekileştirerek kendilerine düşman seçmiştir. Avrupa ise Yahudileri ötekileştirip düşman saymıştır. Şimdi ise Müslümanlar ötekileştiriliyor. Madem herkesin bir ötekisi var, peki Müslümanların ötekisi ne olacak? İşte bu sorunun cevabı bu âyettir. Yani, kendinize bir düşman mı arıyorsunuz? Siz din, dil, ırk ayrımı yapmadan kötülükleri, haksızlıkları, ahlâksızlığı, zâlim ve zâlimliği apaçık düşman edinin. Zira bunların tamamı insanın şeytanî yanının yaptırdıklarıdır ve dünyayı cehenneme çeviren, insanlığı yakıp kül eden bir ateştir.

7- Hakîkati örtenler için şiddetli azap vardır. İman eden ve sâlih amel yapanlar için mağfiret ve büyük ecir vardır.

Âyette imanın karşılığı mağfiret iken, sâlih amelin karşılığı büyük ecir olarak sıralanmıştır. İman; güvenmek ve güvenilir olmak, sâlih amel ise kendisine ve topluma faydalı işler yapmaktır. Âyetteki ecir dünyevî ve uhrevî tüm ödül, ücret ve karşılıkları kapsar. İnsanlığın zararına, savaş ve ölümü besleyenler, menfaat için Allah ile aldatıp hizipleşen ve düşmanlık tohumu ekip savaş çığırtkanlığı yapanlara şiddetli azap hatırlatılır. Peki, bir insan kötülüğün kötü olduğunu bilmesine rağmen neden kötülük eder?

8- Fakat kötü ameli, kendisine süslenen, böylece onu güzel gören kişi mi? Artık muhakkak ki Allah, dileyen kişiyi dalâlette bırakır ve dileyen kişiyi hidâyete erdirir. Bu yüzden onlar için kendini üzmeyesin. Muhakkak ki Allah, onların yaptıklarını en iyi bilendir.

İnsanlığın zararına olan kötülükleri, suçları, zulmü ve ahlâksızlığı bir insan bile bile nasıl işleyebilir? sorusuna Kur’an’ın verdiği cevap şudur: Kötü fiilin sahibine iyi,güzel ve süslü görünmeye başlaması ile... Bu aldatmayı yine kişinin kendi tercihleri şekillendirir. İnsan kendi kendini kandırmaya başladığında artık insanın işleyemeyeceği hiçbir suç ve günah yoktur. Bu yüzden Kur’an insanlığının, fıtratının, vicdanının üzerini örtenlere ‘kâfir’ demektedir. Kişi yaptığının kimse tarafından görünmediği, bilinmediği vehmi ile kendini kandırır. Oysa bu tehlikeye karşı hesabı hatırlatan âyet ‘’Allah yaptığınız/tasarladığınız şeyleri eniyi bilendir!’’ şeklinde sonlanmıştır. Zira ‘bimâ yesneûn’daki ‘sun’tasarlayıp plânlayarak yapmaktır. Türkçedeki sanayi de buradan gelir.

Yeşâ fiilinin fâili olan “o” zamirinin Arap dil kurallarına göre yanı başında bulunan men (kim) kelimesini gösterir. Uzağı göstermesi için karine, yani geçerli bir sebep gerekir. Burada böyle bir karine olmadığından mealde dileyen, sapmayı isteyen kişi hidâyeti dileyen, talep eden kişi şeklinde meallendirilmiştir. Allah’ın dilemesi ise, insanların özgür iradeleri ile tercih edebilecekleri bütün seçeneklerin Allah tarafından yaratılmış olduğu anlamına gelmektedir.

9- Ve Allah, rüzgârı gönderir, böylece bulutları hareket ettirerek onu ölü beldeye sevk eder. Böylelikle onunla arzı, ölümünden sonra diriltiriz. Nuşûr,işte bunun gibidir. 

Nuşûr, neşr’in mastarıdır. Arap dilinde bir şeyin yaygın olarak bir anda yeniden diriltilmesi manasından alınmıştır. Bitkinin ortaya çıktıktan sonra, kuraklık sebebiyle kuruması ve tekrar yağmurun yağmasıyla ortaya çıkmasına da “neşr” denilir. Be’as’daki dirilme daha çok bireysel iken, nuşûrda toplu ve maddî bir dirilme söz konusudur. Bu âyette, tabiat üzerinden verilen örnekle âhirette yeniden dirilmenin makul ve mümkün olduğu yönünde bir kıyas yapılmaktadır. Bahar gelince tabiatın canlanıp ağaçların çiçek açması gibi, mahşer sabahı geldiğinde de ölmüş bedenler bir sistem ve sünnet çerçevesinde diriltilir.

10- Kim izzet istiyorsa ki izzet tamamen Allah’a aittir. Ona temiz kelimeler erişir. Onu, sâlih amel yükseltir. Kötülüklerle plân kuranlar; onlar için şiddetli azap vardır. Ve onların plânları boşa çıkacaktır.

Kelimeyitayyib, temiz ve temizleyen sözdür. Buna şirki temizlediği için kelimeyi tevhid diyenler de olmuştur. Âyetin ifadesinden anlıyoruz ki kelimeyitayyib, sadece mücerret bir söz ve iddia olarak Allah’a yükselmez. Bunların Allah’a yükselebilmesi, Rabbimiz tarafından kabul edilebilmesi için bu sözün amele dönüşmesi, hayata yansıması, hayatın onunla düzenlenmesi gerekmektedir. Böylelikle ilkesel ve eylemsel bir bütünlük sağlanmış olur. İzzetli olana Kur’an Azîz der. Rabbimizin de bir esması El-Azîz’dir. İzzet ve şerefin kaynağı demektir. Temiz, temizleyici söz ve topluma faydalı ameller kişiye izzet ve şeref kazandırmaktadır. Bir de Allah’ın katında zelîl olmamanın yolu da budur.

Kelime; sözlükte yaralamak, tesir etmek anlamına gelen ‘kelm’ kökünden türetilmiş bir isimdir. Karşıdakinde iz bırakan etkili söz demektir. Nasıl ki sözün kelimeye dönüşmesi için karşıdakinde bir iz bırakması, karşıdakini etkilemesi gerekiyorsa Rabbimizin nazarında iddialarımızın ve sözlerimizin değer bulabilmesi sâlih amelle yaşanmasına bağlıdır. İyiliklerin Allah katında karşılığını bulması için iki şart gereklidir. İlki temiz bir niyet, diğeri bu temiz kelime ve niyetin hayata yansıması ve gerçekleştirilmesidir.

Kötülükler planlanmadan, tuzak kurulmadan olmaz. Âyetin iç örgüsü bir nedensellik barındırmaktadır. Söyle ki, inananlar temiz sözlerini sâlih amellerle hayata geçirirlerse, kötülerin komplo ve tuzaklarını boşa çıkaracaklardır. (Bkz. ‘Nebilerin hepsine mücrimlerden düşman kıldık.’ Furkan:31)

 

11- Ve Allah sizi topraktan yarattı. Sonra bir nutfeden, sonra sizi çiftler kıldı. O’nun ilmi olmaksızın ne bir dişi hamile kalabilir ne de doğum yapabilir. Ömrün uzaması da kısalması da kayıtlı yasadadır. İşte bu Allah için kolaydır.

Âyette önce topraktan elementer süreç sonucu beşerlerin yaratıldığı, arkasından beşerlerin neslinin nutfeden devam ettiği, arkasından beşerin ilk karı koca olan Hz. Âdem ve eşiile aile ve ev kurma ile insan seviyesine ulaştığı hatırlatılmaktadır. Bu âyette toprak, nutfe ve ezvâc anahtar kelimelerdir. Toprak insanın elementer, nutfe biyolojik yapısına, ezvâc ise sosyolojik yönüne göndermede bulunur. En alttan en üste aşama aşama gerçekleşen Allah’ın aşamalılık yasası söz konusudur. Benzer bir sıralama “Ki O, her şeyin yaratılışını en güzel yapan ve insanı yaratmaya ilk defa topraktan başlayandır. Sonra onun neslini nutfeden kıldı. Sonra, onu sevva etti ve onun içine ruhundan üfledi…” (Secde:7-9) 

Zevc, çift ve eş demektir.  Başka bir ifadeyle zevc,kendi cinsinden bir başkası ile beraber bulunan demektir. “Zevc” ikisinin değil, ikiden biri­nin diğerine göre ismidir, ikisine birlikte “zevcân“, “zevceyn”de­nilir. Zevc tam anlamıyla bizim “çift” dediğimiz değil “eş” dediğimizdir. Yani çiftin her bir teki­dir. Ezvâc ise “zevc“in çoğulu­dur. “Halakal ezvâc” çiftleri yarattı demektir.

“O’nun ilmi olmadan ne bir dişi hamile kalabilir ne de doğum yapabilir.” Bu ifade gebe kalma ve ardından sağlıklı bir doğum yapma olayının gerçekleşmesi için önceden Allah’ın belirlediği yasalara uyulması gerektiğini hatırlatılmaktadır.

Ömür, bedenin hayatta bayındır kaldığı sürenin adıdır. İmar, imara kelimeleri bu kökten olup bayındır kalmak, yani harap olmanın zıddı anlamındadır. Türkçemize geçmiş olan ta’mir kelimesi deömür vermek, ömrünü uzatmak anlamına gelir. Kitap yazılı bir nesne olarak anlaşıldığında, ilmin de bu nesnede kayıtlı olduğu ve bu kaydın/yasanın da değişmezliğine işâret ettiği açıktır.

Allah insanı yarattıktan sonra ona tabiî/ontolojik bir ecel takdir etmiştir. Bu tabiî ecel, eceli kazadır. Tabiî ecel, Allah’ın insan cinsi için tayin ettiği metabolizmanın maksimum dayanma süresidir. Sinir hücrelerinin bir dayanma ömrü vardır. Diğer hücreler kendini yenilese de sinir hücresi yenileyemez. Vücût sistemsel olarak her geçen yılda yaşlanır ve işlevlerini yitirmesiyle ölüm kaçınılmaz olur. İşte esas ve değişmez olan bu tabiî eceldir/ölümdür. Bu ölüm tabiat yasalarıyla belirlenmiştir. Birde metabolizmanın süresini doldurmadan hastalık, kaza, vücûdu hor kullanma, kötü alışkanlıklar ve doğal âfet gibi nedenlerden dolayı vücût bütünlüğünün bozulması, işlevlerini yitirmesi ve yetmezlikle gerçekleşen ölüm vardır ki buna da eceli müsemma adı verilir. İşte metabolizmanın tabiî sürecini doldurmadığı eceli müsemma alanında ömrün uzaması ve kısalması söz konusu olabilir. Nitekim naslar bu alandaki uzama ve kısalmaya işaret ettiği gibi bunun objektif kurallara bağlı olduğunu da belirtir.

12- Ve iki deniz aynı değildir. Biri lezzetli, tatlıdır. Susuzluğu gideren, içimi kolay olandır. Ve diğeri tuzlu, acıdır. Hepsinden taze et yersiniz. Ve giyeceğiniz süs eşyası çıkarırsınız. Ve onun fazlından istemeniz için onda yarıp giden gemiler görürsünüz. Umulur ki şükredersiniz.

Âyet dünyadaki zıtlıkların en önemli getirisinin çeşitlilik olduğunu vurgulamaktadır. Allah kullarına çok zengin bir tabiat emanet etmiştir. Denizlerdeki hassas dengeyi korumak, çeşitliliğin devamını sağlayacaktır. Şükür tam da budur. Ancak nimetin zenginliğini göremeyen nankörler doğal ekolojik dengeyi sorumsuzca bozmaktadırlar. “İnsanların elleriyle kazandıkları sebebiyle karada ve denizde fesat zuhûr etti, yaptıklarının bir kısmının onlara tattırılması için. Umulur ki böylece onlar, yaptıklarından dönerler.” (Rum:41)

13- Geceyi gündüze, gündüzü gecenin içine katar. Güneş ve Ay’ı emre amade kılmıştır. Hepsi belirlenmiş bir ecele kadar akar. İşte bu Allah, sizin Rabbinizdir. Mülk, O’nundur. O’nun astında taptıklarınız, bir kıtmîre bile mâlik değildir.

Âyet mülk değeri bulunmayan gece ve gündüzden, ay ve güneşten bahsetmektedir. Bu kavramlar, insan için kıymetli olan mülkün (mal, hâkimiyet) temel unsuru olan düzene vurgudur. Gece ve gündüze Allah’ın hâkimiyeti ile insanların çokça arzu ettiği mülk ve makamın küçüklüğü vurgulanarak her şeyin asıl sahibinin Allah olduğu hatırlatılmaktadır.

Kıtmîr, aslı hurma ile çekirdeğinin arasında ince zar veya çekirdeğin arkasındaki ince pürüz demek olup daha sonra hakîr ve küçük olan kıymetsiz şeylerde kullanılmıştır.  Kıtmîre mâlik olmamak yargısı ‘’Ey insan! Mülk edinmek için kurmuş olduğun ilahlar sistemi bir hurma zarına bile sahip değildir. Bu sistem sadece seni sömürmek için kurulmuştur.’’ imasını taşır. Sehhare-Teshîr kelimesi, nüzûl sürecinde ilk olarak burada geçmektedir. Bir şeyi zorla hizmete koşmak, itaat ve boyun eğdirmek demektir. Ecel; bir vakit, bir za­man dilimi, süre veya bir vaktin sonu demektir. Canlı-cansız her şeyin belirlenmiş bir vakti vardır. Toplumların çökme veya tarih sahnesinden çekilmesine de Kur’an ecel der. Ecel ile, sona ya da sonlandırma kudretine dikkat çekerek kibirli insana âcizliği de hatırlatılmaktadır. (Bkz. Yunus:49, Hicr: 5, Mü’minûn: 43,  A’râf: 34.) Mülkü’s-semâvâtive’l-ard, göklerin ve yerin mutlak hü­kümranlığı demektir. 

İlk âyetteki melek ile düşünüldüğünde Allah’ın yarattıklarına koyduğu potansiyel artışını kullananlar, o eşyanın Allah’ın kudretini gösteren bir elçi olduğunu unuttururlar. Maddedeki potansiyel artışın tek sebebinin kendileri olduğunu iddia ederek insanlar üzerinde bir tahakküm kurma çabası günümüzde ve tarihte sıklıkla rastlanan bir vakıadır. Nüzûl ortamında ve günümüzde astroloji denilen bir şey uydurulmuştur. Astroloji; gecenin, gündüzün, güneşin, ayın ve yıldızların hareketlerinden bir mana çıkarıp bunun yeryüzündeki insanlara etkisini ilişkilendiren ve bu etkileri göz önünde tutarak geleceği önceden bildirmeye dayanan falcılık sanatıdır.

Oysa Rabbimiz Güneş ve Ay’ın hareketlerinin bir düzen ve kural dâhilinde olduğunu, bu yüzden bazen gecelerin, bazen de gündüzlerin uzamasından bahseder. Amaç insanların metafizik, maneviyat, mucize ve kerametlerle kandırılmaması, Allah ile aldatılmamalarıdır. Eşyadaki potansiyel artışın emek ve gayretle olduğunu bilen, gök cisimlerinin Allah’ın sünnetiyle bir ecele doğru sürüklendiğinin şuurunda olan bir şahsiyet böyle suistimalciler tarafından aldatılmayacaktır. Sözün özü astrolojiye inanmamanın yolu Kurân’ın işaret ettiği üzere astronomi ilmini bilmek ve bunları doğru okumakla mümkündür.

14- Eğer onlara dua ederseniz sizin dualarınızı işitmezler. İşitseler bile size icabet edemezler. Kıyâmet günü sizin şirkinizi inkâr edecekler. Ve sana bu haberin benzerini dahi verebilecek bulunmaz. 

Dua; davranış ve söz ile istemektir. Onlar istekleri duymazlar, duymazlıktan gelirler. Çünkü insanları hep isteyen konumunda tutmak isterler ki haddi zatında sistem insanların muhtaçlığı üzerinden dönmektedir. İstenen güçlü, isteyen âcizdir. Âyet alt tabaka insan profilinden bahsetmektedir. Âyette geçen “İnkâr edecekler.” cümlesinden anlaşılan o ki istenen kişiler cansız putlar değil, o sistemin egemenleridir. Ayrıca bu sistemin içinde tüm algı yolları öyle kapanmış ki hiç kimse bu durumun tam olarak farkında değildir. İşte bu sebeple kimse bu aldanma ortamını Allah gibi haber veremez, fark ettiremez.

Kıyâmet; kalkmak, dikilmek, doğrulmak ve dirilmek anlamlarına gelir. Âyet, dünyada yapılanların hesabının hesap günü sorulacağı manasında olup son saat manasında değildir. Şirk, “şerike” fiilinden mastardır.Şirk ve aynı kökten gelen şirket, müşareket, sözlükte mülk ve saltanatta ortak olmak demektir. Bir şeyin birden fazla kişiye ait olduğunu ifade ederler.Falcılara, astrolojiye, burçlara inananlarda, çarpık da olsa bir inanç vardır.Bu inançları olmasa zaten bu tarz metafizik konularla aldatılamazlar.

Âyetin ilk cümlesinde bahsedilenler; idoller, semboller, nesneler ve putlardır. Bu semboller insanlara cevap veremez. Devamında ise yaşayan, kendisini Allah tarafından özel yetkilendirildiğini ve gaipten haberler verdiğini iddia eden ve -eşyaya yüklenen yasalara aykırı olarak-güya kerametler sergilediğine inanılan tiplerdir. Rabbimiz kula kulluğa götüren bu tarzdaki her tür sahtekârlığa şirk demektedir. Furkân sûresinin sonunda duaya verdiğimiz mana ile düşündüğümüzde canlı-cansız önem atfettiğiniz, bir şeyler umduğunuz otoriteler Allah gibi sizin davet ve gayretinizi bilemez ve değerlendiremez. Bu yüzden kula kulluk edenler sürekli suistimal edilir.

Yünebbiuk, önemli ve ciddî şeyler için kullanılır. İfadenin içindeki nebe kelimesi, faydası büyük haber demektir. Böyle bir haberle kesin bilgi ve zannı galip oluşur.

15- Ey insanlar! Sizler, Allah’a muhtaçsınız. Ve Allah ki, O; Gani’dir,Hamîd’dir.

Fakr, bir yeri kazmak, delmek, bir şeyi kırmak, malın yok olması, muhtaç olmak, âfet, felaket, bela, hırs, yarık manalarına gelmektedir. Kelime ğına’nın yani ihtiyaçsız olmanın zıddıdır. İhtiyaç duyduğu şeyi alabilme imkânı olan kimseye zengin denmesinin sebebi de fakir sayılmamasıdır. Ancak; bu âyetin geneline bakılınca, insanların fıtrî bir fakirlikleri mevzu bahistir. Bu kaldırılıp atılamayan, hiçbir sûrette telâfi edilemeyen bir fakirliktir.

Âyette insanların fakîr/muhtaç olduğunun ifade edilmesi aslında insan türünün eksik ve noksanlığının şuuruna varmasına yardımcı olmak içindir. Bu şuur insanı ilerlemeye yönlendirerek, kendini geliştirmek için emek harcamasını sağlayacaktır. Bu insana bakan yüzüdür. Bir de Allah’a bakan yönü vardır ki o da Allah’ın hiçbir şeye, bu arada insanların yaptıkları iş ve ibadetlere muhtaç olmadığıdır. Aksine âyette din ve ibadette üstün ve eksiksiz olmadığı bilincine ihtiyaç duyanın yine insan olduğu hatırlatılmıştır.

Ğanî kelimesi ulûhiyeti nitelediğinde “her yönden kâmil olan ve kendi nezdinde bulunan şeylerle başkasına muhtaç olmayan Allah” anlamına gelir. O’nun güzel isimlerinden biridir. Ğanî isminin tek başına kullanıldığı âyetlerde, bilhassa Allah’ın bütün varlıklardan müstağni olduğu vurgulanır. Ulûhiyeti niteleyen diğer isimlerle birlikte kullanıldığı yerlerde de O’nun yarattığı varlıklara, özellikle de insanlara ilgisiz ve ihtimamsız olmadığı mesajı verilir.

Kur’an, Allah’ın hiçbir şeye, bu arada insanların yaptıkları iş ve ibadetlere muhtaç olmadığını; aksine dine ve ibadete ihtiyaç duyanın insan olduğunu vurgular.

Hamîd, “bütün iyilik ve güzelliklerle övülen’’ demektir. Fâtır sûresi Allah’ın övgüye ihtiyacı olmadığını ifade ederek övgünün öven insana fayda sağlayacağını ilk âyetten itibaren örnekleri ile sunmuştur.

16- Eğer dilerse sizi giderir ve yeni bir halk getirir.

Âyet insanlığın yok edilmesi ve bambaşka bir türün var edilmesi şeklinde anlaşılacağı gibi insan nesillerinin hep bir sonraki nesle sahip/bekçi olduklarını bırakması manasında fâni oluşunu da hatırlatıyor olabilir. Siz Allah için vazgeçilmez değilsiniz ama Allah sizin için vazgeçilmezdir. Bu durum, ihsas ve ima edilmektedir.

17- Ve bu Allah’ın izzetine halel getirmez.

Azîz; şeref, değer, izzet ve üstünlük gibi anlamlar taşıyan ‘a-z-z’ kökünden türemiş bir sıfat olup “değerli, şerefli, izzetli’’ anlamına gelir. Allah bunu yaparsa bu Allah’ın izzetine yani değerine, şerefine bir halel, bir eksiklik getirmez. Aynı zamanda insan ırkının yeryüzünden silinmesi yine onlara verilen özgür iradenin kötü kullanımındandır. Eko sistemi insanın tam yaşayacağı şekilde yaratmış olan Allah, özgür iradenin kötü kullanımı yüzünden eko sistemin bozulmasıyla kader adı altında suçlanamaz. İnsanlığın kendi bindiği dalı kesmesi Allah’ın izzetine helal getirmez. Zira Allah önceden bizlere vahiy, iradeli ve iradesiz resûlleri ile uyarılarda bulunmuştur.

18- Ve yük taşıyan başka birinin yükünü yüklenmez. Ve eğer ağır yüklü kimse, onu yükletmeye başkasını çağırsa onun yakını dahi olsa hiçbir şey ona yükleyemez. Sen ancak gayb ile Rabbine hûşu duyanları ve salâtı ikame edenleri uyarırsın. Ve kim arınırsa, sadece kendisi için arınır. Ve dönüş sadece Allah’adır.

 

Vizr, ağır yük mânasındadır. Burada günahın yüklediği cezaî sorumluluk anlamındadır. Yani âhirette ceza çekecek kimse, hiç kimsenin günahının cezasını çekecek değil, herkes kendi suçunun cezasını çekecektir. Bu altın ilke Kur’an’da beş kez farklı bağlamlarda hatırlatılır. Bizde meşhur olan“Her koyun kendi bacağından asılır.” tâbiri bu hakîkati ifade etmektedir. Bu evrensel ilkenin fıkhî karşılığı, “Ukubette niyâbet câri olmaz.’’ ilkesidir. Yani cezalarda vekillik geçerli olmadığı genel kuralıdır. Şu hâlde birisi, başkasının günahını boynuna almakla onu kurtaramaz, ancak kendi üzerine aldığının yani sorumluluğunun cezasını çeker. (Bkz. Necm:38) Bu ilke Hıristiyan doktrinini kesinlikle reddetmektedir. Hz. Âdem’in hatasını Hz. İsa çekemez. Bu durum akla, mantığa ve adâlete terstir. Bu âyette, sorumluluğun şahsî olduğu, yakını, sevdiği dahi olsa, hiç kimsenin başkasının günahını üstlenemeyeceği bildirilir. İslâm’a göre suç veya günahta verâset ve vekâlet yoktur. Hiç kimsenin günahı, başkasına asla yüklenemez. İnsanların işledikleri kötü fiillerinin vebali, yalnız kendilerinedir. Bu nedenledir ki ahlâkî sorumluluklar başka bir kişiye devredilmez. Halk arasında kullanılan ‘günahı vebali benim üzerime’ sözü Kurân’a taban tabana zıt bir tasavvurun ürünüdür. Hesap gününde günahkâr bir suçlunun günahı alınıp asla başka birinin günah kefesine eklenmez. Aynı şekilde sevapları da, o sevabı iyiliği yapmamış birine aktarılamaz. Hayatında hiç hırsızlık yapmamış birinin günah kesesine kul hakkı geçti diye bir hırsızın suçu/günahı asla eklenemez. Kur’an’a göre herkese ceza olarak yaptığının tam karşılığı eksiltilip arttırılmadan verilir. “Ve her nefis ne amel yaptı ise karşılığı tam verilir ve her ne yapıyorlarsa O bilendir.”(Zümer:70)Ayrıca, “Kıyam günü için adâlet terazileri kurarız. O zaman hiç kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Yapılan her işi, bir hardal tanesi kadar da olsa, adâlet terazisine getiririz. Herkesin hesabını görmeye yeteriz.(Enbiya:47) İyilikler ödüllendirilirken suçlular layığını bulur.

Haşyet, havf’tan farklıdır. Havfta korkulanın büyüklüğü, haşyette ise korkanın küçüklüğüne dikkat çekilir. Haşyette ki korku, merhametten mahrumiyet endişesinden kaynaklanan bilinçli bir korkudur.

Gayb; gizli kalmak, gizlenmek, görünmemek, gözden kaybolmak anlamında “gâbe” fiilinden mastar veya gizlenen, hazırda olmayan şey mânasında isim veya sıfat olarak kullanılır. Rağıb gaybı, “duyular çerçevesine girmeyen şey” tarzında açıklamıştır.

İkâme, bir şeyi kaldırıp dikmek, düzeltip doğrultmak, dosdoğru yapmak, özenle ve şartlarına riayet ederek uygulamak, devamlı ve itibarlı hâle getirmek anlamlarına gelir. “Salât” kelimesi, namaz kast edilen ayetlerde “kâme”/ayağa kalkmak, dikilmek fiilinden türeyen “ ekîmu, yukîmu, , kâimun,ekâmtum” kelimeleri ile birlikte geçer.  “Salât” hiçbir âyette Türkçede “namaz kılmak” mânasına gelen “eddâs’salâ,eddûs’salâ, edeytumus’salâ, idde’s salâ” yani “namazı eda etmek” gibi “eda”fiili ile birlikte kullanılmamıştır. İkâme fiilinin salât ile kullanılması bu anlamda oldukça anlamlıdır. Zira namaz kılınıyor ancak maksadından uzaklaşmış,kıblesi şaşmış bir ritüele dönüştüğü için namazın edası değil ikâmesi emredilmektedir. Namaz Kur’an’dan önce de vardı. Hatta Yahudilerde ve tüm Ortodoks Hıristiyanlarda bugünkü gibi günde beş vakit kılınıyordu. İsimleri,Şaharit (sabah namazı), Musaf (öğle namazı), Minha (ikindi namazı), Neilatşerarim (akşam üstü) ve Maarib (akşam namazı) olarak halk arasında kullanılıyordu.

Tezekke kelimesinin aslı tetezekkâ’dır. Tahfifiçin ta’ların biri hazfedilmiştir Tefa’ul babındandır. Bu kalıp tekellüf,azîm, sebât ve gayret ister. Zekât kelimesi de bu kökten gelmektedir.Türkçede kullanılan zeki, zekâ kelimeleri ise peltek ze harfi ile yazılır ve anlam itibariyle konumuz olan kelimeden farklıdır. (Bkz. A’lâ:14)

Âyetteki temizlenme şartı şöyle sıralanmaktadır: Görmediği halde bir Rabb olduğunu anlayan ve bu mutlak gücün rızasını kaybetmemek için bir çaba ve gayret sergilemek isteyen, bireysel bir inşa olan namaz ibadetini maksadına uygun yaparak ikâme edenlere uyarılar fayda sağlamakta ve arınma gerçekleşmektedir. Zira namaz özü itibari ile insanı arındıran bir özeleştiri imkânı sunar. Namazda okunan Kur’an insanın yapması gerekenleri hatırlatan bir zikir iken nelerden uzak durulması gerektiğine dair günlük bir değerlendirme ve öz eleştiri fırsatı sağlamaktadır. Bu öz eleştiriyi yapamayan manevî bir körlük yaşamakta ve ilerleyip gelişememektedir.

19- Ve âmâyla gören bir olmaz

Kur’an’da körlük, daha çok akletmeme körlüğü anlamında kullanılmıştır. “Gerçek şu ki, gözler kör olmaz, asıl sadırlardaki kalpler kör olur.” (Hac:46) Görmek kendi yanlışını erkenden fark ederek muhatabına bir telafi ve tevbe fırsatı da sunacaktır. Elbette bunu yapabilmek için öncelikle insanın hak ve hakîkati bâtıl ve yanlış olandan ayırt etme,sonunu, akıbetini kestirebileceği bir basîret kazanması şarttır. Bunu yapamayanlar karanlıkta kalıp belirsizliği yaşarken, başaranlar için yollar aydınlanacak ve netleşecektir.

20- Ve karanlıklar ve aydınlık da…

Karanlık belirsizlik ve savunmasızlık iken, aydınlık belirginlik ve güvendir. Kur’an’da hep nûrun tekil sığasıyla, karşıtı olan zülumâtın/karanlıkların çoğul sığasıyla bildirilmiş olmasından anlaşılır ki ışığın kaynağı tek iken, yanlışların oluşturduğu karanlıklar muhtelif olabilmektedir. Esasen karanlık ışığın olmama hâlidir. Kötülüklerde aslında iyiliğin olmaması durumudur.

21- Ve gölge ve yakıcı sıcak da…

Gölge; serinlik, himaye ve korunak iken, yakıcı sıcak savunmasızlık ve azabı ifade eder. Himaye cenneti,yakıcı sıcak cehennemi sembolize eder.

22- Ve hayatta olanlar ve ölüler de bir olmaz. Muhakkak ki Allah,dileyene işittirir ve sen, kabirlerde olanlara işittiremezsin.

Âyetlerde doğruyu görüp aydınlanan ile karanlıklarda kalanların akıbetlerinin de bir olmayacağı anlatılmaktadır. Maksat mahza adâlettir. Bu âyetten alınması gereken mesaj,geçmişte yaşamış her fâni gibi vefat eden insanların diriler gibi düşünülüp hatta daha üstün sayılmasında ki adâletsizliği ifade etmektir. Onların işittiği,gördüğü ve kabirlerinin aydınlık olduğu zannedilmektedir. Hâlbuki hiçbir ölü, hayatın doğasında müdahale ile tasarrufta bulunamaz. Hayat sahipleri bunu yapabildikleri için ölü ile diri, kör ile gören, karanlıkta olan ile aydınlıkta olan, yerin üstünde gezenle yerin dibinde yatan kesinlikle bir tutulmamalıdır. İlk üç örnek (âmâ/gören, karanlık/aydınlık, gölge/sıcak)esas itibariyle yaşayanların kendi aralarında aynı olmadıklarını, bu sebeple bunların bir tutulmamaları gerektiğini vurgulamak içindir. Başka bir deyişle hayat sahibi olanlardan gözleri olup hakkı ve hakîkati görmek istemeyen, aydınlıktansa karanlığı tercih eden, manen ölü ve kendine hayat verecek her şeyi reddedip insanlığını gömenlerle;çevresindekileri uyaran, aydınlatan, onlara iyilikler yapan, toplumun düzelmesi için çalışanların asla bir tutulmaması gerektiği altın ilkesidir. Ancak geçmişte ve günümüzde iyi insanlar ile kötü insanlar eşitlik adı altında bir tutularak kötülük mükâfatlandırılarak iyilikler cezalandırılmaktadır. Maddî ölüleri diriltip hak ve hakîkati işittirme ne kadar mantık ve din dışı ise kendi arzusu ile körlüğü ve karanlıkları tercih edip insanlığını gömenleri zorla insanlığa, imâna, nûra sokmak o kadar yanlıştır. Zira insanî diriliş olan iman gönüllülük ister. Bize düşen din algımızı dayatmadan sadece uyarıcılar olmaktır.

Rabbimiz ‘’kabirlerde olanlara işittiremezsin’’ demesine rağmen insanlık tarihi ne yazık ki efsanelerin hakîkatin gür sesini çoğu zaman bastırdığının örnekleriyle doludur.

23- Sen sadece bir uyarıcısın.

Nezîr, uyarıcı mânasına gelir.Uyarmak ise, bir şeyin sonundaki tehlikeye dikkat çekerek, muhatabı o tehlikeden sakındırmaktır. Uyarmak aslında objektif bir bakışla kişinin öz eleştiri yapmasını sağlamaktadır. Ona içinde bulunduğu hâli göstermek için bir ayna tutmaktır. Âyette yapılan “kasr” (sen sadece, diye yapılan tahsis) ifadesi, din dayatan bir zorba veya fiilen azab memuru olup hesap sorma görevinin olmadığını beyan içindir. Ayrıca âyet uyarıcı olan kişinin üzerinden sorumluluk ve mükellefiyetini azaltan bir mahiyete de sahiptir.

24- Muhakkak ki Biz seni, hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki içlerinden bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.

Hak; isim olarak gerçek,sabit, doğru ve varlığı kesin olan şey anlamına gelen bu kelime, bâtılın zıddı olarak kullanılır. Beşîr, mübeşşir mânasınadır. Müjdeleyen, sevindiren, doğru bir şeyi haber veren demektir. Ümmet,anne anlamına gelen ‘ümm’ kelimesinden türemiştir. “Ümm”, birşeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına temel olan kökene verilen isimdir. “Ümm” kelimesi Kur’an’da kelime anlamıyla hem anne hem de ana, asıl, temel unsur, uygun karşılık anlamlarında geçmektedir. Ümmet kelimesinin bu âyette olduğu gibi bazı âyetlerde topluluk anlamında kullanıldığını görüyoruz.  ‘Ümmet’ kavram olarak, kendi iradeleriyle veya bir zorunluluk sonucunda aynı yerde, aynı zamanda veya ortak bir amacı gerçekleştirmek sûretiyle bir arada yaşayan topluluklar manasına gelmektedir. (Bkz. A’râf:159–164–181, Ra’d:30, Kasas:23, Âli İmran:104–113,Mâide:66)

Âyette sen diyerek son nebi Hz. Muhammed’in müjdeci ve uyarıcı olduğu vurgulanır. Ancak âyetin ikinci cümlesinde müjdeleyici sıfatının sayılmayarak sadece uyarıcılar denmesi de güzel bir inceliktir. Peygamberlerin geçmiş ve gelecekte ulaşamadığı her ümmetin/toplumun içinden mutlaka bir uyarıcının gelip geçmesi, imtihanda adâletin sağlandığına bir âtıf içerir. Zira son nebinin vefatı ile peygamberlik hitama ermemiştir. Rabbimizin gönderdiği vahiyle, insana yerleştirdiği akıl ve vicdan melekeleriyle, toplumların içinden veya başka toplumlardan, düzgün düşünen,insanlığını öldürmemiş şahsiyetler mutlaka var olacaktır. Bu şahsiyetler çevresindekileri uyarıcılar olarak hakîkati bilmenin zekâtını vereceklerdir. Zaten 28. âyette Allah’tan hakkıyla âlim kişilerin hûşu duyacağı ifade edilerek toplum için uyarıcıların değeri ve önemi hatırlatılacaktır. Ancak nebilerin izinden giden bu şahsiyetler de nebiler gibi yalanlanacaktır.

25- Ve eğer seni yalanlıyorlarsa, o takdirde onlardan öncekileri de yalanlamışlardı. Onların resûlleri, onlara beyyineler ve zubûr ve aydınlatıcı kitap getirdiler.

Mükezzib, bir kötüleme sıfatıdır. Ve Kur’an’da da daima tasdikin karşıtı olan yalanlama olarak kullanılır. Beyyine kelimesinin kökü beyyene fiilidir.Açık olmak, aşikâr olmak, meydana çıkmak, aydınlanmak, berrak olmak manalarına gel­mektedir. Zubûr hakkında Rağıb şu bilgileri vermektedir. Zubreh, büyük bir demir parçasıdır.Çoğulu, zuber şeklinde gelir. “Bana demir parçalarını getirin… “zubereel hadîdi” (Kehf:96) Saça da zubreh denir ve istiare yoluyla bölünen şeyler için de kullanılmaktadır. “Onlar din konusunda aralarında bölük bölük oldular.” “Zuburan” parçalar halinde, kısımlar halinde. (Müminun:53). Kalın yazıyla yazılan her kitaba da aynı kökten gelen ‘’Zebûr’’ ismi verilir. Zebûr, Hz. Davut’a inenkitaba özel isim olmuştur: “Davut’a da Zebûr’u -zebûrâ- vermiştik” (İsra:55). Zubûr’un ahlakî değerleri ihtiva eden, toplum hafızasından silinmeyen,hikmet içeren öğretiler olması muhtemeldir. Beyyineler açık deliller olan âyetlere karşılık gelirken, zubûr bu âyetlerin konu konu derlendiği sahifelere karşılık gelir. En sondaki munîr kitap ise, Allah’ın elçileri ile gönderdiği ve muhatabını aydınlatan vahiylerin tamamı manasında kitap olarak formülize edilmiştir. Özelden genele bir sıralama söz konusudur. (Beyyine-zubûr-munîr kitap)

26- Sonra hakîkati örtenleri yakaladım. Bundan sonra inkâr nasılmış? 

Nekîr kelimesi ‘’n-k-r’’ kökünden gelir. İnkâr ve münker kelimeleri de bu köktendir. İnkâr; kabul etmemek, hoşlanmamak anlamına gelir. Münker, şeriatın çirkin sayıp haram kıldığı ve uzak durulma­sını istediği her şeydir. Ma’rûf kelimesinin zıddıdır.  İnsanlığın ortak doğrularının adı olan marufun tersine suç işleyip hakka girenler hür iradeleri ile yaptıklarının karşılığını hem bu dünyada hem de âhirette çekmek zorundadırlar.

27- Görmedin mi? Allah suyu semâdan indirdi. Böylece onunla muhtelif renklerde ürünler çıkardık. Ve dağlardan beyaz, kırmızı, muhtelif renklerde ve siyahın tonlarında hatlar…

Cüded, cüdde kelimesinin çoğulu olup açık ve güzel yollar demektir. Çokça gidip gelinen ve kullanılan yol demek olan “tarıkun mecdudun”deyiminden alınmıştır. Türkçemiz de ki ‘’cadde’’kelimesi de buradan gelmiştir. Bu kökten cedid, yeni; ced, ata demektir. Bu âyette yerüstü zenginlik ve çeşitliliğinin sebebinin yeraltı zenginlikleri ile irtibatı sebep-sonuç olarak anlatılmaktadır. Bu durumun 1. âyet ile -melek/element kavramını göz önünde bulundurduğumuzda- sıkı bir bağının olduğu açıktır. Zira 9, 11, 12, 13. âyetlerde göndermelerde bulunulan –rüzgâr, toprak, su, güneş ve ay-elementlerle ile burada sözü edilen suyun ve aynı zamanda dağlardaki toprak çeşitliği sonucunun temel sebebinin bu elementler olduğu görülecektir.

Bununla birlikte aynı olmasına rağmen suyun düştüğü toprakta çeşitli ürünlerin çıkmasını sağladığı gibi vahiy de insanların dimağlarına düşünce orada farklı anlayış ve yorumlarla bir zenginliğe sebep olmaktadır.

28- Ve bunun gibi insanlardan ve haşerelerden ve hayvanlardan da muhtelif renkte olanlar vardır. Ancak kullarından bilenler, Allah’a karşı hûşu duyar. Muhakkak ki Allah; Azîz’dir, Ğafûr’dur.

Devâbbi  kelimesi dabbe’nin çoğuludur. Dâbb ve“dabîb” hafif yürü­me, debelenme demektir. Hay­vanlar için, çoğunlukla da haşere­ler için kullanılır.

Ulemâ, ‘âlim’in çoğuludur. Âlim, Arapçadaki bilmek anlamında olan “a-l-m” kökünden türetilmiştir. Haşyet ise bilme ile oluşan endişe ve bilinçli kaybetme korkusudur. Haşyetin basit korku anlamındaki havf kelimesiyle eş anlamlı olarak çevrilmesi yanlıştır. Haşyetbilgi ve idrakin bir sonucu olarak ortaya çıkan hayranlık ve saygının doğurduğu bir “hasret kalma, uzak düşme” korkusudur. Allah’a hakkıyla saygı duymak, doğru bilgi ile elde edilen çok önemli bir değer ve üstünlüktür. Bu âyette bitkilerin renkleri, toprağın zenginliği, böceklerden hayvanlara kadar tabiattaki çeşitlilik ifade edildikten sonra, eseri inceleyerek müessire ulaşabilenlere âlim denmesi önemlidir. Kur’an tabiat kitabının yaratan Rabbin ismi ile okunmasını emreder ki, dıştan içe doğru araştırmacı bir akılla,dikkat ve farkındalığın arttırılmasıyla, varlığı var edene duyulan hayranlık ve saygı daha da kökleşsin. Bu anlamda tabiat üzerinde derin tefekkürle Allah ile bağını güçlendirip içsel inkişâf yaşayan herkes âlim kategorisine girer.

Bilmek yapmanın şartıdır.Bilmeden yapılanlar taklit, bilinçli hâlde yapılanlar ise tahkikin sonucudur.Bilinçle yapılanlar Allah katında daha makbûldür. Zira ilmine uygun davranma,bildiklerini pratiğe dökme ve farklılığını hissettirme ancak bilinçli dimağların ulaşacağı bir sonuçtur. Bilen kişinin mazereti yoktur. Bildikleri,onun sorumluluğunu da artırmıştır. Bilen ile bilmeyeni Rabbimiz asla bir tutmaz,bizlerin de tutmaması için elçisine şu altın prensibi söylettirir: “De ki bilenle bilmeyen bir olur mu? Bunu ancak, ululelbab tezekkür eder.” (Zümer:9) Bilmek bizi daha mütevazı, bağışlayıcı ve toleranslı kılıyorsa ilmin izzetine mazhar olunur. Bu şuurdakilere ululelbab denmektedir. Allah el Âlim, el- Aziz ve el-Ğafûr olandır.Bilinçli bir bağışlama iyiliğe, hayra ve telafiye yol açtığı için izzet; bilinçsiz bir bağışlama zulmün devamına, adaletsizlik ve haksızlıklara sebep olduğundan zillet doğurur.

Şimdi eserden müessire ulaşan bilinçli âlim kulların özellikleri ifade edilecektir.

29- O kimseler ki onlar muhakkak Allah’ın kitabını izlerler, namazı ikâme ederler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık infâk ederek kesilmeyecek bir ticaret ümit ederler.

Allah’tan haşyet duyan âlimlerin özellikleri, öncelikle Allah’ın kitabını tilavet etmeleridir. Tilavetin anlamak için okumak olan kıraatten farkı bir sonraki aşama oluşudur. Tilavet, kelimesi ‘te-lâ’ fiil kökünden gelir. Gerek cismen gerekse yaptıklarına uymak sûretiyle birinin ardına düşmek, ardından gelmek, takip etmek demektir. Ayın güneşi tilavet etmesi onun arkasından gündüzü takiben ortaya çıkışıyla Şems sûresinin ilk iki ayetinde ifade edilmiştir. Kur’an’ın tilaveti, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, Kurân’ın hayata tatbiki için okunmasıdır. Bu okuma bireysel talim ve tekrar olan namazı hakkı ile ikâme edilmesine bağlıdır. Bu bireysel talimle,okunan sûrelerin manalarını bilerek hûşu içinde kemâle doğru ulaşmaya çalışırlar. Sonra, riyadan uzak, gizli bir şekilde verilen rızıkları paylaşmaktan,aynı zamanda teşvik amacıyla açık bir şekilde vermekten de geri durmazlar.Bildikleri ile amel etmelerine rağmen cenneti garantilemiş gibi bir tutum sergilemezler. Allah’ın rızasını kazanma ümidi/recâ ve kaybetme endişesi/hûşuile bunlara devam ederler.

30-Çünkü onların ecirleri onlara vefalıdır. Ve onlara fazlından artırır.Muhakkak ki O Ğafûr’dur, Şekûr’dur.

Allah Şekûr’dur. Az amele çok ödül veren, şükre bağışlama ile karşılık veren, şükretme ihtimalini dahi ödüllendirendir. Bir başka deyişle Şekûr, Allah’ın kullarını bağışlaması, amellerinin karşılığını vermesi ve onları ödüllendirmesidir. Kullarından gelen az bir şükre razı olması da Allah’ın ‘Şekûr’ olmasının bir sonucudur. Allah kullarından gelen az şükre razı olarak onları çok şükre teşvik etmekte, az da olsa şükrü küçümsemeyip bu görevi yapmalarını istemektedir. Burada yer alan “Ğafûr-Şekûr”terkibi, Kurân’ın tamamında üç kez kullanılır. Allah’ın; kullarının az şükrüne verdiği karşılığın bir boyutu da işledikleri günahları bağışlaması, yapmamış saymasıdır.

31- Ve sana vahyettiğimiz bu kitap, onların ellerindekini tasdik eden tek haktır. Muhakkak ki Allah, kullarından haberdardır, kullarını görendir.

Kur’an’da birçok defa geçen “musaddıken” kelimesi,sürekli doğrulayan değil, doğruları tasdik ederek doğruluğunu tescilleyen anlamındadır. Sadaka kelimesi Arapçada hakîkate sadık, doğrusunu söylemek, gerçek olmak anlamına gelir.Kur’an kendisinden önce gelen ehli kitabın elinde olan ve içlerindeki bozulmamış âyetleri, evrensel hakîkatleri tasdik eder. Aynı zamanda insanların örfen yapageldiği marufa uygun bazı uygulamaları değerlendirme imkânı sunar.

32- Sonra bu kitaba kullarımızdan seçtiklerimizi vâris kıldık. Ama onlardan bir kısmı nefsine zulmetti, bir kısmı ara yolu tuttu, bir kısmı da Allah’ın izniyle hayırlarda yarışırlar. İşte bu, büyük fazilettir.

Eğer bu âyette kitaptan maksat Kur’an ise, ona mirasçı kılınanlar, Kurân’a teslim olduğunu söyleyen Müslümanlardır. Kitaba teslim olduğunu iddia edenlerden bir kısmı kendilerine zulmeder; yani kitapta olmayan, Allah’ın emretmedikleri ile kendilerini mükellef tutar ve sürekli dine, inançlara zam yaparlar. Bu bağnaz dindarlık kişinin kendisine ve çevresindekilere zulümle sonuçlanır. Bazısı doğru ile eğri arasında ara yolu tercih eder. Yani yanlışları da, ne yapması gerektiğini de bilir. Ancak bunu yapacak bir irade ve gayret göstermez, menfaatine göre bir yol tutmuştur. Bir kısmı da Allah’ın izniyle iyilikte başı çeken, hayırda ileri geçen ve iyilikleri ile kötülükleri savanlardır. İşte en büyük fazilet budur.

Muktesid, orta yolu tutanlar demektir. Bunlar vâris olmanın şartlarını tam değil, yaklaşık olarak yerine getirenlerdir. Bu sebeple muktesid, vasatta olduğu gibi imrenilen olumlu bir anlamı değil, iki arada bir derede kalmış ara yol anlamında olumsuz bir anlamı içerir. Bu kimseler Allah’ın emirlerine riayet etmeyen ve Resûlullah’ın talimatlarına uymaya gayret göstermelerine rağmen gevşek davranır ve günah işler. Hayatlarında iyilik ve kötülük de bulunmaktadır. Şöyle ki faiz, zina, alkol ve kumarın insanı maddî ve manevî yönden çürüten bir hastalık olduğunu bilmelerine rağmen bunları bırakmayanlar,ara yolu tutanlardır. Ancak bu grup, hakîkati örtenlerden daha üstündür. Zira yaptıklarının kötü bir şey olduğunun şuurundadır ve her an tevbe ve istiğfarla hayırlarda yarışanlar seviyesine çıkabilir. “Muktesit” lerden başka âyetlerde de söz edilmiştir. (Bkz. Mâide: 66)

Fadl, lütuf ve ihsanda bulunma anlamına gelir. Bu kelimenin temel anlamı normalin üstündeki artmadır. Bu anlamda herhangi bir zorlama olmadan verilen bağışa da fadl denir Bkz. (Nisâ:32, Cuma:4). Âyetin sonundaki büyük fazilet ise, kitaba mirasçı kılınma ile hayır işlerinde yarışma seviyesine yükselmektir. Peki, kitaptan elde ettikleri doğru bilgiler ile hurafeleri temizleyen sağlıklı bilgiyi hayatlarına geçirip ara yoldan bir üst seviyeye çıkan ve hayırlarda yarışanları neler beklemektedir?

33- Adn cennetlerine girerler. Orada altın bilezikler ve inciler takarlar ve orada onların elbiseleri ipektir.

En belirgin anlamı ile ikâmet edilen yer demek olan adn cenneti,11 âyette kullanılmıştır. İpek ve değerli takılarla süslenmek, ulaşılan refahın seviyesini anlatmak için teşvik amaçlı kullanılan bir metafordur.

34- Ve derler ki: Bizden hüznü gideren Allah’a hamd olsun! Muhakkak ki Rabbimiz, gerçekten Ğafûr’dur, Şekûr’dur.

Günahların bağışlanması,cennetliklerden hüznü gidermiştir. Bunun gerekçesi olarak, verilen nimetlerin verenin rızasına uygun kullanılması demek olan şükür gösterilmektedir. Üsteki âyet maddî ikramlardan, bu âyet ise manevî huzur ve sükûndan bahsederek Rahmân sûresindekiiki cennet anlatımına da bir atıfta bulunmaktadır.

 35- O ki, bizi fazlından kalınacak bir yurda yerleştirdi. Orada bize bir yorgunluk ve bıkkınlık dokunmaz.

Yorgunluk maddî, bıkkınlığın olmaması da oradakilerin psikolojisinin bozulmayacağına dair yine ikili bir anlatımdır.. Şimdi bu hayatın etki ve cazibesini arttıracak, zıddına değinilecektir.

36- Ve hakîkati örtenler için cehennem ateşi vardır. Onların ölüp kurtulmalarına hükmedilmez ve azabın bir kısmı dahi onlardan hafifletilmez. İşte Biz, her nankörü böyle cezalandırırız.

“Lâ yukdâ aleyhim,” ifadesi onlar üzerinde hükmedilmez, karar verilmez demektir. Yani ikinci ölümle hükmedil­mez ki ölsünler, istirahate kavuşsunlar, azaptan tamamen kurtulsunlar veya bu ifade onların ölmelerine izin verilmez ki ölsünler anlamındadır.

Kefûr ve küfür hem hakîkati örtenler hem de nimeti vereni görmezlikten gelmek manasında nankörlük edenler için kullanılır. (Ayrıntı içinKâfirûn sûresine bakınız!)

Min azâbihâ, teb’iz/kısımlama içerir. Bu kalıbın bir kısım mânasına gelmesi de azaplarının bırakın hepsini bir kısmı dahi hafifletilmez anlamını katmak içindir. Cennetliklerin memnuniyetinden sonra cehennemliklerin feryatları aşağıdaki âyette aktarılır.

37- Ve onlar, orada feryat ederler: Rabbimiz bizi çıkar, yapa geldiklerimizden başka sâlih ameller yapalım. Sâlih kelimesinin kökü sulh’tur. Sulh ve salâh, Arap dilinde; bozgun, nefret, kötülük,kavga, çekişme ve didişmenin zıddı demektir. Sulh ve salâh’ın karşıtı da fesattır. Demek ki bu adamlar sulh için insanların selameti için çokta bir şeyler yapmamışlar.

Şimdi bu feryada cevap verilir.

Size orada düşünüp öğüt almak isteyen kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size nezîr gelmedi mi? O hâlde tadın azabı. Artık zâlimler için bir yardımcı yoktur. 

Tezekkür; düşünüp öğüt almak, ibret almak, ders çıkarmak demektir.

Nezîr, uyarıcı demektir. Uyarmak ise, bir şeyin sonundaki tehlikeye dikkat çekerek muhatabı o tehlikeden sakındırmaktır. Âyette neden “Size resûl gelmedi mi?” yerine ‘’Nezîr gelmedi mi?’’ şeklinde bir soru sorulmuştur? Çünkü uyarıyı sadece gönderilen elçiler/resûller yapmaz. Resûllerin getirdiği kitaba tâbi olan sâlih kullar da bu uyarı görevini yapmak zorundadır.

Aksi halde âyetteki gibi bir hesap sorulamaz. Mükellef olmak için yeterince yaşamak, akıl baliğ olma fırsatı bulmak, sonradan bir uyaran veya uyarıcı ile düşünme/sorgulama sürecine girmek gereklidir. Bu şartlarla muhatap olmayan çocuk ve deliler mükellef değildir.

38- Muhakkak ki Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Muhakkak O, sudûrda olanı da çok iyi bilendir.

Ğayb, insan duyuları ile tespit edilemeyecek kadar gizli olan her şeydir.  Gökler ve yer ise yaratılan âlemin tamamını ifade ederek Allah’a gizli hiçbir şeyin kalmadığı tekraren hatırlatılır ki, muhatapta onu atlatma düşüncesi oluşup günaha ve suçlara karşı bir önemsememe hâli gelişmesin.

Sudûr kelimesi sadr’ın çoğuludur. Sadr, her şeyin ön ve baş tarafı demektir. Sadr islam, İslam’ın başı, ilk yılları mânasınadır. Sadrul kelam, sözün başı, ön söz. Sadrazam,baş vezirdir vs. Özetle sadr, göğsün üstü yüz ve başı kapsayan alanın adıdır. Sudûrdakilerin bilinmesi; nefesine kadar sesli-sessiz bütün sözlerin, mimiklerin,akıldan geçenlerin, duyguların bilinmesi manasında insanın tüm düşünce, söz ve davranışlarının oluşum sürecini ve sonuçlarını kapsayan bir bilme hâlidir.

39- Sizi yeryüzünde halifeler kılan O’dur. (Halife kılınma önemli bir görevdir hayata bir anlam ve amaç katar yani ruh katar)

Artık kim hakîkati örterse, o zaman onun örtbası kendi aleyhinedir. Hakîkati örtenlerin örtbası, Rabblerinin huzurunda, gazaptan başka bir şeyi arttırmaz ve hakîkati örtenlerin ört bası, onlara zarar vermekten başka bir şeyi arttırmaz.

Kâfir ve küfür kavramlarının hak ve hakîkati örtenler ve örtbas etme girişimi olarak meallendirilmesinin sebebi,âyetin anlattıklarının sadece inançsal bazda algılanmaması içindir. Beşerî bir mahkemede dahi hak ve hakîkati gizlemek, yalancı şahitlik yapmak, hak ve hakîkati örtbas etme girişimi olarak düşünülür.

Halâif kelimesi halife kelimesinin çoğulu olup arkadan gelen, yani zaman itibariyle bir başkasının arkasından gelip onun yerine geçen demektir. Sâd sûresi 26. âyette ise, Davûd peygamberin insanlar arasında hak ile hükmetmesi için yeryüzünde halife kılındığı bildirilerek, halifeden ne kastedildiğine açıklık getirilir. Halifenin yeryüzü ile birlikte kullanılması; yeryüzünü imar ve inşa eden, verilen akılla üretilen bilgi ve tecrübeyi nesiller boyu aktarma anlamında bir sıfat, özellik ve unvan olduğunu gösterir.Bu potansiyelin menfaat icabı yeryüzünün ifsadı için kullanılması hak ve hakîkati örtmektir ve nimeti bahşedene yapılan büyük bir nankörlüktür. Hakîkati örtmek, hakka ve hakîkate değil örtene zarar verir. Bu zarar bir alttaki âyette şirk olarak açıklanmaktadır.

40- De ki: “Allah’ın astında kulluk ederek ortak koştuklarınızı gördünüz mü? Yeryüzünde ne yarattılar bana gösterin? Yoksa onların göklerde ortakları mı var? Yoksa onlara kitap verdik de onlar, ondan bir belgeye mi dayanıyorlar? Bilakis, zâlimler sadece birbirlerine aldanmayı vaad ederler.” 

Eraeyte ifadesi “Elemtera” ifadesinden farklıdır. “Eraeyte” var olan konjonktürde gözlem yaparak yaşananlar üzerinde düşünmek, yaşananları anlamak manasına gelmektedir. Rabbimiz bu âyette Allah’ı kabul edip onun berisinde/aşağısında/dûnunda kulluk ve kölelik edilen sahte otoriteleri, dinî güçleri düşünmemizi emrederek esasen konuyu sûrenin 5. âyetteki Allah ile aldanmaya bağlayarak sûredeki bütünlüğü tesis etmektedir. Zira devam eden âyetlerde ilk âyetlerdeki eşyaya yüklenen artma potansiyelindeki değişmeye âtıfla sebepten sonuca gitmenin tersine, burada sonuçtan sebebe gidilerek muazzam bir bütünlük sağlanacaktır.

Ellezî ki onlar demektir. Bu kelimenin geldiği her yerde biliyoruz ki muhatap sadece o zamanki tipler değil bu fiilleri yapan herkestir. Allah’a yakın, O’nun evliyası gibi sıfatlar ve aldatıcı vaatlerle körü körüne kul köle edilenleri, Rabbimiz birkaç soru sorarak düşündürmek istemektedir. İlk soru ‘’Yeryüzünde ne ortaya koydukları/halk ettikleri, neyi başardıklarıdır.’’ İkincisi“Onların göklerde ortakları mı var?” sorusudur. Üçüncü ve son soru ise‘’Allah’ın dûnunda ona yakın bir makamda olduklarına dair açık bir belge/beyyinemi size sundular?’’ sorusudur. Bu sorularla körü körüne takip ettikleri kişilerin sahada hayatın içinde olup iyiliği, hayrı, güzelliği, sulh ve selameti oluşturmak için sâlih ameller yapmak yerine, sadece yönetim makamında olup emir ve hükümler yağdırıp yağdırmadıklarının sorgulanmaları istenir.

 Kurân ile Allah’ın elçisi olma ve elçiye/resûle kayıtsız şartsız tâbi olma dönemi hitama ermiştir. (Bkz, Ahzap:40).Zira insanlık belirli bir aşamaya gelmiş, kişi bazlı önderlik ve liderlik modelinden kitabî/ilkesel bazlı önderlik ve liderliğe geçilmiştir. Bu ilkehenüz Allah Resûlü yaşarken tesis edilmektedir. (Örnek: “Müminler! “Bizi güt!”demeyin, “bizi gözet!” deyin.” Bakara:104.)

41- Muhakkak ki Allah gökleri ve yeri, yolundan ayrılmasın diye tutuyor. Gerçekten ikisi de zâil olursa, onları O’ndan başka tutacak yoktur.Muhakkak ki O; Halîm’dir, Ğafûr’dur.

Bu muazzam kâinat Allah’ın izniyle ayakta durmaktadır. Yoksa bir meleğin, cinin, peygamberin veya bir veliya da kutbun kâinatı ayakta tutmaya gücü yoktur. Bırakın kâinatı ayakta tutmayı, onlar kendi hayatlarını sürdürebilmek için bile her saniye Allah’a muhtaçtır. Onların ilahlık sıfatı olduğunu veya kendilerinde birtakım ilahî yetkiler bulunduğunu sanmayın, çünkü bunların hepsi safsatadır. (Mevdudi)

Zêle kelimesinin kökü bir şeyin meylederek yolundan ayrılmasıdır. Zevâl,kelimesi ise daha önce sabit olan bir şey ile ilgili kullanılır. (Rağıb)

Halîm sözlükte; sabırlı, akıllı ve ağırbaşlı olmak gibi anlamlar taşıyan ‘hilm’ kökünden türemiştir. Bu yüzden Halîm esması ulûhiyeti nitelediğinde, isyanlarına rağmen kullarını cezalandırmada acele etmeyen, onlara günahlarından dönüp tevbe etmeleri için imkân ve zaman tanıyan Allah anlamına gelir.

Nüzul sıralamasına göre ilk defa burada kullanılan Halîm esması, Kur’an’ın tamamında 15 kez geçer; bunlardan üçü hariç diğerlerinin hepsinde Allah’ı niteler. Allah’ı niteleyen Halîm esması, Kur’an’da tek başına hiç kullanılmaz; fakat ulûhiyeti niteleyen diğer isimlerle birlikte en çok da burada olduğu gibi “Halîm-Ğafûr” şeklinde kullanılır.

Dünyadaki kötülük ve zulümlerin,yapanların yanına kar kaldığı gibi bir algı son derece aldatıcı olabilir. Bu nedenle 5. âyette “Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın!” şeklinde uyarı yapıldıktan sonra burada konu Halîm esması ile pekiştirilmektedir. Allah’ın mühlet tanımasının gerekçesi yine onun bağışlayıcılığından kaynaklanır. Eğer Allah Halîm olmasa idi yapılan kötülük ve işlenen suçlar sonucu gökler ve yer zâil olur giderdi. Bu esmalar hem kötülük problemine bir cevaptır hem de mümin kişide olması gereken iki önemli hasleti ifade etmektedir. Bunlar, çevremizde şahsımıza yapılan hakaret ve saldırılara karşı soğukkanlı olma, konuya duygusal yaklaşmama insanları affetmede işimizi daha kolaylaştıracak, kırgınlık ve tatsızlıkların onarılamaz hâle gelmesine mâni olacaktır.

42- Ve eğer onlara gerçekten uyarıcı gelirse, mutlaka en çok hidayete eren ümmetlerden biri olacaklarına dair Allah’a var güçleri ile yeminler ettiler. Fakat onlara uyarıcı geldiği zaman onların nefretlerinden başka bir şey artmadı.

Kasem, yemin lafızları içinde en kuvvetli olandır. Kureyşliler,normalde babalarının ve putlarının adına yemin ederlerdi. Fakat durumları zorlaşınca ve hakkın tahakkuk etmesini isteyince var güçleri ve olanca yemin­leriyle Allah adına yemin ediyorlar. (bkz: Kalem:39)

Ehde, ismi tafdil olup “daha çok hidayete eren, doğru yolda olan” anlamına gelir. Nufûr kelimesi ise haktan uzak olmak, haktan kaçmak demektir. Bir şeyden rahatsız olup başka bir şeye kaçmak anlamındadır. Türkçemizdeki nefret kelimesi bu köktendir. Nefer kelimesi de savaştan kaçabilme imkânı olan birkaç adam demektir.

Kur'an'da ortak hedeflere sahip olan ve aynı inancı paylaşan dinsel birlikteliğe ümmet, farklı dinsel yapılardaki hedef birliği ile oluşan topluluklar millet olarak ifade edilmektedir. Hz. İbrahim’e kendini isnat eden dinlerin ortak paydada buluşturulması için bkz. Hac:78. (millete ebîkum ibrâhîm) Babanız İbrahim’in milletine uyun şeklinde ifade edilirken, sizler tek bir ümmettiniz, aranızda resûller dirilttik (Bakara:213) denerek bu dinsel bütünlüğün tevhit için dağıtılmasından bahsedilir. Ümmet kavramı kullanıldığı manaya göre olumlu veya olumsuz birlikteliği ifade eden nötr bir kavramdır. “Yeryüzündeki bütün canlılar,gökyüzünde iki kanadıyla uçan bütün kuşlar, tıpkı sizin gibi bir ümmetlerdir.”(En’am:38) Bu âyette ümmet, yaşamak için bir topluluk oluşturmak zorunda olan hayvanlar için de kullanılmıştır.

Uyarıcı bir liderin olması durumunda ona uyacakları vaadi, işin ciddiye binmesi ve bireysel sorumluluk almaları gerektiği hakîkati ile karşılaştıklarında yeminlerini bozmaları ile sonuçlanmıştır. Zira lideri, Allah ile kendileri arasında aracı olarak sorumluluklarını azaltmak, kısa yoldan dünya ve âhirette köşeyi dönmek için istiyorlardı. Çoban talebinde bulunmalarının sebebi de bu idi. Ancak inen vahiy, değişmeyen ilke ve yasaları beyan ederek onlara sorumluluklarını hatırlatmıştı. Bu hatırlatma onların nefretlerini arttırdı. Peki, bu nefretle ne yaptılar?

43- Yeryüzünde kibirlendiler ve kötü plânlar kurdular. Oysa kötü plânlar, sahibinden başkasına dolanmaz. Öyleyse onlar, evvelkilerin sünnetinden başkasını mı gözlüyorlar? Hâlbuki Allah’ın sünnetinde asla bir tebdil bulamazsın. Ve Allah’ın sünnetinde asla bir tahvil de bulamazsın. 

İstikbâr, kibir kökünden türeyen bir kavramdır.‘İstikbâr’ sözlükte; büyüklenme,kendini büyük görme, böbürlenme, insanları küçük görme anlamlarına gelir.Kavram olarak istikbâr, Allah’a karşı kendini yeterli görerek hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını zannedecek kadar kendini beğenen, üstün zanneden narsist bir davranışın sonucu ortaya çıkan bir anomalidir/ hastalıktır.

Mekr; hile, tuzak ve plân manasındadır. Bu kelime 10. âyette geçmişti. Mekru’s-Seyyi, kötü plân demektir. Mekr kelimesine hile manası vermektense, tasarlanmış plân manası vermek daha uygundur. Zira kötü sıfatı ile hilenin yan yana gelmesi Türkçemiz açısından anlatım bozukluğudur. Hilenin iyisi olmaz. Hile her zaman kötülük ve fenalığı zihinde çağrıştırır. Ancak plânın iyisi ve kötüsü de olabilir.

Seyyie, çirkin ve kötü anlamına gelir; hasene ve güzelliğin zıddıdır.

Âyetteki ‘sunnetel evvelîn/evvelkilerin sünneti’ kalıbı, kötü plân kuranların kazdıkları kuyuya er geç kendilerinin düşeceği hakîkatini ifade eder. Dünyada yapılan kötülüklerin cezasız kalıyormuş gibi görünmesi Halîm sıfatı ile izah edilirken, burada biraz daha detaylı bir açıklamayla, yapılan kötülüğün ilahî adalet gereği kimsenin yanına kalmayacağı vurgulanır. Buradaki plânlama, kötülüğün tabiatındaki önemli bir unsurdur kikastî/bilinçli olmayı ifade eder.

Buradaki sünnetullah terkibi,sünnet ve Allah kelimelerinden oluşur. Her iki kelime de Kur’an öncesi dönemde müstakil kullanım alanlarına sahip oldukları hâlde sünnetullah formunda birisim tamlaması biçiminde kullanılmaları Kur’an’a has bir durumdur. Sünnet kelimesi Kur’an’da tekil formuyla çeşitli terkiplerde yer almak sûretiyle on dört kere kullanılmış, iki yerde de çoğul formuyla geçmiştir. Bunlardan sekizi sünnetullah şeklinde geçmiştir. Sünnet sözlükte, yaş manasında(sinn) suyun akışı ile oluşan iz, şekil vermek, dökmek, akıtmak (senn), rahatdelen, iz bırakan mızrak ucu (sinâni); huy, tabiat, siret, yol ve süreklilik arz eden kural, ilke (sünnet) gibi anlamlar taşıyan ‘s-n- n’ kökünden türemiştir. Sünnetin fiil formu olan “senne”nin asıl anlamı bir şeyi, huy,tabiat olarak ihdas etmek, örnek olarak ortaya koymaktır. Bu manaların ortak yönü sünnet kelimesinin çıkış manasını bize verecektir. O da devamlılık arzeden, bir etki ve iz bırakan, kolayca yapılan davranışlar manasındadır. Bu manaAllah lafzı ile birlikte kullanıldığında belli bir davranış biçimi, bir etki-tepki,daha doğrusu önceden belirlenmiş fiiller olarak kullanıldığı sonucuna ulaşılır.Şöyle ki Allah kötülük edeni cezasız bırakmaz. Bu adâleti gereği sergilediği bir fiildir. İyilikleri de er geç mükâfatlandırır. Peki, bu sünnetini nasıl yapar? Göklere ve yere koyduğu yasalarla. Eğer ölüm gibi bir yasa olmasa kötüleri hesap günü ilahî mahkemede yargılayamaz ve suçluya hak ettiği cezayı verme sünnetini yerine getiremezdi. Bu nedenle Allah’ın sünneti, yarattığı kâinata koyduğu yasaların tamamını kapsayan çatı bir kavramdır. En temel fizik kanunlarından çok özel sosyolojik ve psikolojik olaylara kadar Rabbimizin varlığa yerleştirdiği ve dünyanın imtihan sahası olmasını sağlayan yasalarıdır. Allah’ın gayb olması onun sünnetidir. İmtihan perdesi onun sünnetidir. Bu sünnetin gerçekleşmesi; optik yasalara, gözün anatomisi, idrakin kapasitesi gibi biyolojik yasalara bağlıdır. Allah’ın sünnetini sadece sosyolojik olaylara indirgemek, sosyolojiyi de bilmemek demektir. Zira sosyal yaşamın olması için biyolojik yaşama, fizik kurallarına, biyokimyasal yasalara ve hatta psikolojik unsurlara ihtiyaç duyulmaktadır. Eğer sosyoloji gibi insan iradesinin daha çok ön plânda olduğu bir alanda Allah’ın sünnetindeki değişmezlikten bahsediliyorsa bu onun oluşmasını sağlayan temel bilim dallarındaki kaide ve kuralların tamamını kapsamasındandır.

Tebdil, bir şeyin başka bir şeye dönüşmesidir. Yalnız bu kelime tahvil ve tağyir kelimesinden farklı olarak eskisini kaldırıp yerine başka bir şey koymak anlamına gelir. Bu anlam, bir şeyi kaldırıp yerine başka bir şeyi koymak şeklinde tarif edilebilir. Mesela dilimizde tebdilikıyafet denir. Bununla kastedilen eski elbiseleri tümüyle çıkartıp yeni bir elbise giyinerek kişinin kimliğinin bambaşka bir hâle dönüşerek gizlenmesidir. Allah’ın yasalarında bunun asla olmayacağı ifade edilir. Allah bugün ak dediğine rûzi mahşerde kara diyerek önceden belirlediği vaadi tanınmayacak hâle dönüştürmez. Çünkü Allah sıratı müstakîm üzere olduğunu yine kendisi söyler. (Hûd:56)

Tahvil kelimesi, havl kökünden türemiştir. Manası bir durumdan diğer bir duruma geçmek için eski hâlinde gerçekleşen değişiklikleri ifade eder. Tebdile verilecek en güzel örnek tırtılın kelebeğe dönüşmesidir ki buna metamorfoz denir. Tahvile verilecek örnek ise bir bukalemunun bulunduğu ortamın rengini almasıdır.Değişim kısa süreli olurken, dönüşüm daha kalıcı ve geriye dönük olmayan bir hâl değişimidir.

Allah’ın yasa ve ilkeleri ne küçük değişimlere uğrar ne de tanınmayacak şekilde bambaşka bir hâle dönüşür. Kimseye taşıyacağından fazlasının yüklenmeyeceği, herkese kendi kazandıklarının karşılığının olacağı, kötülerin kazdıkları çukura düşeceği, iyiliklerin kaybolmayacağı, her nefsin eninde sonunda ölümü tadacağı, zerre miktarda kimseye haksızlığın olmayacağı, adalet mizanların kurulacağı gibi bu âyete kadar okuduğumuz ve Allah’a isnatla kullanılan tüm fiiller Allah’ın değişmez ve dönüşmez sünnetidir. Ara sıra terk edilip bırakılan davranışlar için kullanılan âdet kelimesi asla Allah’a isnatla kullanılmamasına rağmen, en baştan eşyaya yüklenen artma potansiyelini suistimal edip insanlara Allah’ın altında özel bir yeri olduğu izlenimini vermek için kerametler üretilmiştir. Allah’ın en baştan belirlediği yasalarına rağmen, bazen yasalarını tam tersine çevirebileceği keyfi bir ortam, ancak ‘’Allah âdetini değiştirdi.’’ retoriği ile savunulmuştur. Oysa Allah sünnetini resûlleri için bile değiştirmediğinden, tüm resûller düşmanlarına karşı tedbirler alıp stratejiler geliştirmiştir. Kurân’a zahiren bakıldığında Allah’ın en başta belirlediği yasalara aykırı gibi duran tüm âyet ve anlatımların Allah’ın sünnetine uygun ilahi bilgilendirme ve yönlendirme ile yapılan ufuk bilgiler olduğu görülecektir.  

44-Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı? Böylece onlardan öncekilerin akıbeti nasıl oldu bakmadılar mı? Ve onlardan daha kuvvetliydiler. Göklerde ve yerde Allah’ı âciz bırakacak bir şey yoktur. Muhakkak O, Alîm, Kâdir olandır.

Önceki çağlarda yaşamış ve ölümü yenerek ölümsüzlüğü bulan ve Allah’ın bu yasasını değiştirerek onu âciz bırakan ne bir ülke, ne bir topluluk ne de bir kavim olmuştur, bundan sonra da kesinlikle olmayacaktır. Önceki nesillerin daha kuvvetli olmasını, hayatta kalmak için zor şartlar yüzünden fizikî özelliklerinin daha gelişkin olması biçiminde anlayabiliriz.

Kâdir, bu isim sûrede 1. âyette de geçmişti. Manası Allah’ın her şeyi yapma potansiyeline, güç ve kudrete sahip oluşudur. Ancak bu esmanın/potansiyelin,bilgisi doğrultusunda ilimle kullanan manasında Alîm esmasından sonra kullanılması önemli bir detaydır. “Alîm-Kadîr Kur’an’da bu âyet dışında üç kezdaha kullanılmıştır. Bir şeyleri yapma potansiyeli ancak bilgi ile oluşur. Bu sebeple bilgisi olmayanların Allah’ın kudretini gerekçe göstererek sünnetullaha aykırı anlatımlarına itibar edilmemelidir. İlim,insanların bir şeyler yapabilme potansiyelini de arttıran ön şarttır. Resûllerin sergilediği ve olağanüstü olarak algılanan her şey, ilahî ilmin ikramı ile gerçekleşen, eşyaya konan artma ve yükselme potansiyelinin bir numunesidir.

45- Ve eğer Allah insanları, kazandıkları sebebiyle hemen hesaba çekse idi, yer üzerinde yürüyen bir canlı bırakmazdı. Ve lâkin belirlenmiş bir zamana kadar onları ertelediği için ecelleri geldiği zaman onlar, anlar ki muhakkak Allah kullarını görendir.

Kurân’daki helak olan kavimler anlatımlarının tamamı bu âyetin belirlediği ilke ışığında anlaşılmalıdır.

Dâbbe kelimesi için 28. âyete bakınız. Bazıları buradaki dâbbe’den maksat sadece insanlardır demişlerdir. Bizim görüşümüz dâbbe kelimesinden muradın İbni Mes’ud’un dediği gibi hareket eden, yürüyen, sürünen ve uçan her canlı mahlûku anlatmasıdır. Kâdiri mutlak olan Allah’ın önceden belirlediği sünnette bu bir ilkedir. Allah’ın Halîm oluşu, işlenen günahların cezasını ihmal ettiği veya unuttuğu anlamına gelmez. Zira Allah, haktan sapanları uyarmadan ve tezekkür ve tevbe etmeleri için gerekli ömrü vermeden ahirette cezalandırmaz. Şayet Allah,insanları işledikleri kötülüklerden dolayı hemen hesaba çekip cezalandırmış olsaydı, yapacağı helakler yine doğal âfetlerle ve sünneti dâhilinde olacağı için diğer canlılar da etkilenecekti. Zaten imtihan dünyasında imtihan edilecek iradelilerin olmaması dünyayı âtıl hâle düşüreceğinden tüm canlılığın bitmesi anlamına da gelmektedir. Örnek: “De ki, duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin” (Furkan:77) Allah kullarını çok iyi görmektedir, zamanı geldiğinde herkese yaptığının karşılığını tam olarak verecektir. Nasıl ki tebliğin bir sünneti var ise yeniden diriliş ve hesap sormanın da bir sünneti vardır.

Fâtır sûresinden anladıklarımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu Allah bilir.

 
Eklenme Tarihi : 8.06.2019 09:18:22
Okunma Sayısı : 7808