فَإِن زَلَلْتُمْ مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

209- Hakikatin apaçık belgeleri size geldikten sonra şayet siz yine (Haktan) kayarsanız biliniz ki hiç şüphesiz Allah her şeye gücü yeten, hükmünde tam isabet edendir. (Bakara:209)



.





Gaşiye Sûresi


Ğâşiye Sûresi

1- Ğâşiyenin hadisi sana geldi mi?

Sûre ilk tertiplerde Zâriyât-Kehf arasına yerleştirilir. Bu yerleştirmeyi göz önünde bulundurursak sûrenin 11 veya 12. yılda indiğini söyleyebiliriz. Bizce sûre bu tarihten daha önce inmiş olmalıdır. Sûre üslûbu ve içeriği açısından bir defada indirilen Mekkî sûreler kapsamında okunmalıdır.

‘Hel’ soru edatıdır. Böyle bir sorunun cevabı, “Evet, geçti!” şeklinde olmak zorunda olduğundan, âyetin manası “Evet, kesinlikle bu tür anlatımlar geldi.” şeklinde gizli bir cevap barındırmalıdır. Bu usûl İnsan sûresinin ilk âyetinde de vardır. Âyette ğâşiyenin kendisinden değil, hadîsinin ulaşmasından bahsedilir.

‘Ğaşiye’ kelimesi ‘ğayş’ (örtmek, sarmak) kökünden ismifâil olarak bir şeyi her taraftan sarıp bürüyen salgın, kaplayan şey demektir. Organları saran zara, insanı içten saran dert ve kâbusa, her tarafı kaplayan salgın, kuşatıcı belaya da “ğâşiye” denir. Bu; son saat, kötüler için hesap günü olabileceği gibi bunu kavimlerin helâkındaki gibi etrafı kuşatan, kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı âfetler için de düşünmek gerekir.

Hadîs kelimesi, fiil olarak “vâki olmak, yokken var olmak, yeni olmak, bir şeyi yeniden meydana getirmek, icat etmek, pasını silip cilalatmaktır.’’ Burada olayın kendisi değil haberi üzerinden bir uyarı yapılmıştır. Şimdi o uyarılar anlatılacaktır.

2- O gün haşîn yüzler…

Huşû’ kalp fiillerindendir. Yalnız insan için kullanılır. Zira huşû’ bilgi ve bilinçten kaynaklanır. Mesela Allah’ın büyüklüğü hakkında insanın bilgisi arttıkça huşûsu da artar. Huşû; işlenen günâh ve suçun ne tür kötülük ve zulümlere dönüşebileceğine dair gelişen öngörünün insanı tedirgin etmesidir. Bu tedirginlik haklar konusunda muhatabını daha sorumlu davranmaya iter. O gün mahkeme günüdür. Mahkemedeki huşû, pişmanlığın ve başına neler geleceğinin kesinleşmiş bilgisidir ki burada telafi durağı çoktan kaçırılmıştır ve artık olumsuz bir durumu anlatır. Bu yüzden haşîn olarak meallendirilmiştir. Haşîn, insanın üzerinde sert bir etki bırakan, kaba ve kırıcı anlamlarına gelir ki burada ‘hâşiyeten’ kelimesi inkârcılar hakkında kullanılmıştır ve yüzlerin asık bir şekilde katılaşıp yere bakması anlamını taşır. 8. âyetteki ‘nâimeten’ kelimesinin karşıtı olarak kullanılmıştır. Âdil yargılamalarda mücrimler, işlediği suçtan dolayı sürprizler beklemez. Mucizevî ve tesadüfî kurtuluş umutları adâletin hakkı ile işletilmediği, yasalardaki boşlukların sûistimal edildiği yargılama sistemlerinde görülür. Yüzler kelimesi ile kişilerin zatları kastedilmiş olup âyette bir cüziyyet mecazımürseli yapılmıştır. Kastedilen kimseler bizzat o yüzlerin sahipleridir. Neden yüz? Zîra insanın iç âleminin aynası yüzüdür. Burada duyulan haşyet ve pişmanlığın onların yüzlerinden okunduğu ifade edilmiştir.

Bu sûrede sırf ses uyumu olması için cümleler yarıda kesilerek âyetler oluşturulmuştur. Biz fonetik uyumdan ziyade parçaları birleştirerek anlamlı cümleler ile manayı yakalamayı önceliyoruz. Bu bağlamda 2. âyetten 7. âyete kadar olan bölüm şöyledir. “O gün haşîn yüzler amelleriyle yorulup sıcak nâra yaslanır. Kaynar su pınarından sulanır, onların yiyeceği dikenden başkası değildir. Beslemez ve açlığa bir fayda vermez.”

3- Amelleriyle yorulup

Nâsibeh, “yorulmuş, yorgun argın düşmüş” demektir. Bir kimse yorgun argın düştüğü zaman “nâsibe, yensibu, nasaben”, “Yoruldu, yorulur.” denilir. Âyette yapılan amellerin hebâ olmasının verdiği tükenmişlik ifade edilmiştir. Önce hakîkatin kendini çepeçevre sarıp kuşatması (ğâşiye), arkasından başına geleceklerin anlaşılması (huşû) ve geriye baktığında kendini kurtaracak bir amelinin de olmaması bu 3 âyette resmedilmiştir. Şu nebevî okuma bu âyete dayanmış olabilir: “Nice oruç tutanlar var ki, oruçlarından payları açlık ve susuzluktur.  Ve yine nice ayakta duranlar var ki, namazından elde ettiği şey yorgunluktur." (İbn Hanbel, 2/373) Münafıkça yapılan her ibadet ve hayır, hebâ ve israf olmuş ameldir.

4- Sıcak nâra yaslanır.

Teslâ; sa-le-ye kökünden gelir.  Türkçedeki “sallamak” ve “yaslamak” kelimeleri de buradan türemiştir. Ateşe yaslanmak, onu beslemek ve güçlendirmektir. Ateş zaten kızgın demek iken, “nâr” denildikten sonra, bir de “hamiye” ile nitelendirilmesinin anlamı nedir? Bunun iki anlamı olabilir: Öncelikle kelimeler belirsiz formda gelmiştir. Bu nedenle amelleri hebâ olmuş, eli boş kalmış birinin yaşadığı manevî iç yangınına fizikî azâp eşlik etmiş olabilir. Alev yeterince sıcaksa gazlar iyonlaşır ve sonunda maddenin bir diğer hâli olan plazmaya geçer. Ateşin de bu manada hararet dereceleri vardır.

5- Kaynar su pınarından sulanır.

6- Onların yiyeceği dikenden başkası değildir.

Darî’, Arapçada “değersiz ot ve diken” için kullanılmaktadır(Rağıb). Kurân’ın bazı yerlerinde cehennemliklerin zakkum ve irinden başka yiyeceklerinin olmadığı ifade edilirken, (Bkz. Saffat:66, Vakıa:52, Duhân:43-44) burada kuru bir dikenden başka yiyeceklerinin olmadığı anlatılmaktadır. Bu bir çelişki değildir. Zîra suçlar farklı olduğu için cezaların da farklı olması beklenir. Her suçluya aynı ceza adâlete aykırıdır.

7- Beslemez ve açlığa bir fayda vermez.

Tüm bu âyetlerdeki uç tasvir ve teşbihlerin tek amacı; suçu, zulmü, günâhı, hak ve hukuka girmeyi en aza indirerek daha huzurlu ve mutlu bir yaşam alanı temin etmektir.

8- O gün naîm yüzler…

Nâime; güzel, parlak, nimet sahibi demektir. Yani o gün bazı yüzler nimet sahibidirler. Bu kullanım 2. âyette yaptığı amellerin sonunda eli boş kalan ve haşyetle yüzü yere dönük olan tipin tam zıddıdır. Yani onlara bakıldığı zaman nimetlere kavuşmanın sevinç ve mutluluğu yüzlerinden okunmasıdır. Rabbimizin istediği, ister suçlu olsun ister muttakî olsun, iç ve dışın bir olmasıdır. Buradaki nimetin ne olduğu sonraki âyetlerde ifade edilecektir. Yine cümlelerin hatalı bölünüşü ile karşı karşıyayız. Mesela 10. âyet ‘yüce cennette’ şeklindedir. Böyle bir cümle hiçbir dilde yoktur. Zîra kimin niçin, neden yüce/âli cennette olduğu anlaşılmayan ve esasen cümle olmayan, ses uyumuna kurban edilmiş bir parçadır. Şimdi parçaları birleştirip tek âyet olarak ifade edelim: “O gün naîm yüzler sa’yu gayretlerinden râzıdır. Yüce cennette boş söz işitilmez. Orada devamlı bir pınar akar. Orada yüksek tahtlar ve konulmuş kupalar ve dizilmiş yastıklar ve serilmiş süslü halılar vardır. (Gaşiye:8-16)

9- Sa’yu gayretlerinden râzıdır.

Sa’y, aslında koşmanın bir altı hızlı yürümektir. Safa ve Merve arasındaki yürümeye de sa’y denir. Bu kelime ister hayr ister şer olsun bir konuda gayret sarf etmek için kullanılır. Kim nerede sa’y ediyorsa, ne adına sa’y ediyorsa sonunda bulacağı da odur. Buradaki “sa’y” den kasıt bir kulun hayatta iken tam bir rıza hâli ile gösterdiği bütün çabalardır. Önemli olan sa’yu gayretin şükre değer bulunmasıdır. (Bkz. İnsan:22) Amelden farkı, daha bir koşuşturmanın, istek ve özverinin olmasıdır.

Rıza; kabul gösterme, hoşnut olma, tasvip etme, kabullenme, memnun olma, bir şeyi itiraz etmeyerek kabul etme anlamlarına gelir. Bir şeyden razı, ondan memnun olmak ve ondan gelen şeyi kabul etmek, ona itiraz etmeden kabullenmektir. Yapılan işten râzı olma, iş verimi, iç huzuru ve tatmini arttıran önemli bir nimettir. Yaptığı say’u gayretin karşılığını tam olarak aldığı için rıza hâline ulaşanlarda bıkkınlık, yorgunluk ve stres gözlenmez. Rıza hâli, yaşanılan hayatı âli cennetlere çevirecektir.

10- Yüce cennette…

A’la ile âli arasında fark vardır. Âli’ biraz daha kıyasa yakın bir üstünlük ifade eder. Yüce cennette ifadesi, yüce olmayan cennetler/has bahçeler olabileceğini hatırlatır. Zîra dünyada da cennet gibi yaşam alanları vardır ama en yücesi/âli olanı Allah’ın katındadır. İnsanlar cennetvarî bir hayat yaşayabilir. Ancak bunun âli’/yüce olanı maddiyatın yanında iç huzurun da eşlik ettiği cennetlerdir. Hayatın kaliteli yaşanması için öncelikle ikiyüzlü bir ahlâktan kurtulmak gereklidir. Özü-sözü, içi-dışı bir olmak şarttır. Râzı olunan bir meşgûliyet ve hayat tarzı belirlenmelidir. Sonraki şart bir sonraki âyette edilmiştir.

11-Boş söz işitilmez.

Lağv, faydasız veya zararlı olduğundan terk edilip ortadan kaldırılması bir görev olan lüzumsuz şeyler demektir. Kişinin amacına ulaşmasında yararı olmayan her türlü boş ve anlamsız şeyleri içine alır. Bu meyanda “tesmeu” (işitme) geçtiği için “lâğıye” yalanı, gıybeti, iftirayı, çekişmeyi, iğrenç şarkıları, müstehcen fıkraları, küfürleşmeyi, boş sözleri, yalan yere yemini de ifade eder. Eğer bir ortamda bu tür konuşmalar yapılıyorsa oranın yüce cennetlere dönüşmesi beklenemez. (Bkz. Meryem:62)

12- Orada devamlı bir pınar akar.

Câriye kelimesi “cereyan eden, akan’’ demektir. Gemilerin su üzerinde akıp gitmesinden dolayı gemiye de câriye denir. Kölelere câriyeler denmesi efendilerinin emir ve hizmetleri çerçevesinde hareket etmeleri sebebiyledir. Sürekli ecir kazandıran sadakalara da “sadakayıcâriye” denilmiştir. Bu âyette de devamlı akan su için kullanılmıştır. Su kaynakları bulundukları bölgeye bereket verir, orayı canlandırıp temizlerler. Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, su kaynakları yaşam için her zaman olmazsa olmazdır.

13- Orada yüksek tahtlar…

14- Ve konulmuş kupalar…

15- Ve dizilmiş yastıklar…

16- Ve serilmiş süslü halılar vardır.

Cennet tasvirleri de tıpkı cehennem tasvirleri gibi benzetmeler üzerinden anlatılmıştır.

17- Onlar yağmur yüklü bulutların nasıl yaratıldığına bakmıyorlar mı?

İbil kelimesi, ilk mushaflarda “e–b–l” harfleriyle harekesiz olarak yazılıdır. Bu kelimeyi harekelerken “ibil” veya “ibbil” olarak okumak mümkündür. Kelime “ibil” şeklinde okunursa “develer”, “ibbil” şeklinde okunursa “yağmur yüklü bulut” anlamına gelmektedir. “İbil” tekil şekli olmayan ve sadece çoğul şekilde kullanılan bir cins ismidir. Enâm:144’te bu manada kullanılmıştır. Fil sûresindeki aynı kökten olan “ebabil” bölük-bölük, grup-grup demektir. Ama burada kümülüs bulutlarını ifade etmek için kullanılmıştır. (Bkz “yağmur taşıyan bulutlar” manası için Lisânu’l-’Arab, Kamun, Tâcu’l-’Arûs)  “Yağmur taşıyan bulutlar” karşılığı, yukarıdaki anlam örgüsü içinde daha tercihe şayan olan bir karşılıktır. Eğer bu kelimeyi “develer” anlamında meallendirilirse bir sonraki âyetin manası şöyle olur: “Ve (develer) semâya nasıl yükseltilmiş?” olur ki bu mantık dışıdır. Zaten pasaj, yağmur yüklü bulutların nasıl yaratıldığını izah eden cümleler ile devam edecektir.

18- Ve semâya nasıl yükseltilmiş?

Buharlaşma, Kurân’ın indiği zamandan bu zamana kadar bilinen, gözlenen bir durumdur. Araplar çöl sıcağında yere dökülen suyun göğe çıktığını ve yağmur olarak tekrar döküldüğünü gözlemliyorlardı.

19- Ve dağlar, nasıl dik olarak yerleştirilmiş?

Yağmur için dağ gerekir. Yağışın oluşabilmesi için, yer ve oluştuğu seviye arasında belirli bir sıcaklık farkının olması ve yeterli nemin bulunması gerekir. Bulutlar dağ ve tepelere çarparak yükselir. Yoğunlaşma sağlanırsa yağış oluşur. Bu coğrafî olayı yapay bir dağ inşa ederek gerçekleştirmek isteyen Birleşik Arap Emirlikleri, şimdilik bir sonuca ulaşamamıştır.

20- Ve yeryüzüne nasıl yaydık?

Son olarak yoğunlaşan suyun;  gerek kar gerekse yağmur olarak yeryüzüne birden, tonlarca değil damla damla yayılıp dağıtılmasındaki rahmet hatırlatılmıştır.

21- Artık zikret, sen sadece müzekkirsin.

Müzekkir kelimesi, zikir ve zikrâ kökünden “hatırlatıcı” demektir. Burada resûlün ne olduğu ifade edilmiş, bir sonraki âyette ne olmadığı ifade edilecektir. Resûl sadece kavlî âyetlerle değil, kevnî âyetlerle de Allah’ın rahmetini hatırlatandır.

22- Sen onlara masal anlatan değilsin.

Musaytır kelimesinin asıl kökü ‘yazı yazmak’ anlamındaki satırdan gelmektedir. Kurân’da satır satır yazılıp düzülen “esâtîrulevvelîn/evvelkilerin masalları’’ formunda da kullanılmıştır (Bkz. Furkan:5 Kalem:15). Esâtîrulevvelin; önceki yaşayanların uydurduğu efsaneler, gerçek olmayan masallar manasındadır. (Ayrıca musaytır için bkz. Tûr:37) Âyette “cebbar” manasındaki zorba yerine “musaytır” kullanılmasına rağmen ne yazık ki çoğu meal müellifi, kök ve manaları tamamen farklı olan bu iki kelimeyi de ‘zorba’ şeklinde çevirmiştir.  Burada resûl, kavlî ve kevnî âyetler ve değişmeyen hakîkatlerle sadece hatırlatma görevini yapar. Muhatapları iman etsin diye onlara satır satır masallar, aslı astarı olmayan hikâyeler düzmez. Bu âyet, peygamberden menkıbe, masal ve efsane beklentilerinin de önüne geçmektedir. Ne kadar mesaj verme niyetiyle olursa olsun yalan yanlış uydurmalarla dinî bir hakîkat hiçbir zaman anlatılmamalıdır. Zîra halkın muhayyilesinde, hakîkatler zamanla efsaneye dönüşerek mesaj kaybolur ve geriye sadece dine bulaşmış yalanlar kalır.

23- Ancak kim yüz çevirir ve örterse.

Âyetler muhatabına sunulmuş; ancak bunlar sırtlarını dönerek hakîkatin üstünü örtmüştür. Peki, hakîkatin üstünü örtmekten dolayı hakîkat bir zarar görür mü? Asla! Asıl zararı örtülen değil, örten görür. İşte o zararın sonucu sonraki âyette şöyle ifade edilmiştir:

24- Böylece Allah onu en büyük azâp ile azâplandırır.

Azâbın bir manası da mahrûmiyettir. Bir kişi neye sırtını dönerse ondan mahrûm kalır. Gerçekleri örtüp masallarla avunanlar hakîkatten mahrûm kalır.

25- Muhakkak ki onların gelişleri bizedir.

“Onların dönüşleri, iadeleri, gelişleri” anlamına gelen iyâbehum,  “âbe, yuibu/döndü dolaştı yine aynı noktaya geldi.’’ gibi bir manayı kapsadığından “rücû” kelimesinden farkını belirtmek için ‘gelişleri’ ile meallendirilmiştir. Burada “bana” değil de “bize” kullanılması, gelinen son noktanın (meâb) bir süreçle, farklı unsurları kullanarak gerçekleşeceğine âtıftır.

26- Sonra onların hesâpları muhakkak ki bize aittir.

Resûller ve onun izinden gidenler, muhatabına din dayatan, o iman etsin diye olmadık masallar üreten, iman etmedikleri zaman asla onlardan hesâp sorup cezâ kesen biri olamaz. (Bkz. “Tebliğ etmek sana hesap sormak bize düşer.” Rad:40)

Bu mübarek sûreden anladıklarımız şimdilik bunlar olmakla birlikte en doğrusunu Allah bilir.

 

 

 


 
Eklenme Tarihi : 21.03.2021 14:25:36
Okunma Sayısı : 3241