مَّن ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللّهَ قَرْضاً حَسَناً فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافاً كَثِيرَةً وَاللّهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Kim Allah’a (onun yolunda) güzel bir kredi (limiti) açarsa, Allah da onun verdiğinin (mükâfatını) kat kat artırır. (İmkânları) Daraltanda genişletende Allah’tır ve siz O'na döndürüleceksiniz. (Bakara:245)



.





HÂKKA SÛRESİ

HÂKKA SÛRESİ

1-O hakîkat!

Hâkka; gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek, gerçekleştirmek ve bir şeye yakînen muttali olmak gibi anlamlar taşıyan ‘h-k-k’ kökünden türemiştir. Bu kökten gelen hak, isim olarak “gerçek, sabit, doğru ve varlığı kesin olan şey” anlamına gelir ki Rabbimizin de ‘el-Hak’ diye bir esması vardır. Bu kelime, bâtılın zıddıdır. Hâkka, gerçekleşmesi kesin olduğu için son saatin de bir ismidir. Ayrıca kesin bir hakîkat ve vuku bulacak bir olay olan yeniden diriliş ve hesap gününü de kapsar.

Elmalılı diyor ki: El-Hâkka kelimesi el-Vâkı’a,es-Sâ’a gibi son saatin isimlerinden biridir. Hak edenlerin hak ettikleri şeyi görecekleri güne el-hâkka denebilir. Şimdi Kuran bu ifadeyi örnekleri ile izah edecektir.

2- Nedir O hakîkat?

Herkesin bir önceliği ve hakîkati olabilir. Kuran, bu öncelikleri inşa etmek amacıyla son saatin, ölümün ve hesabın önemine vurgu yapmaktadır. Bu tek gerçeği, merak uyandıracak şekilde soru formatında tekrarlayacaktır.

3- Ve o hakîkatin ne olduğunu bilir misin?

İdrak, bir şeyi en özel nitelikleri ile ve bir bütün hâlinde kavramaktır. İlim daha geniş bir kavramken idrak, anlamanın bir noktada yoğunlaşmasıdır. Dildeki asıl kullanımı itibariyle idrak kelimesi, “bir şeyin olgunlaşması ve tam olması“ anlamına gelir. Daha sonra anlam genişleyerek idrak anlamında kullanılmıştır.

Son saat ve kıyamet hakîkatinin tahakkukunu, beşeri gözle canlandırmanın tek yolu mevcut felâketlerden bir kıyas yapmaktır. Kuran, son saate hâkka derken, bunun milyonda biri bile olmayan doğal felaketlere kâria demektedir.

4- Kâriayı Semûd ve Âd yalanladılar.

Kâria kelimesi kök itibariyle “çok şiddetle vuran, şiddetle yüklenen şeyler, insanlara şok yaşatan ciddî felâketler” anlamında kullanılır. Bu manada Kuran’da kavimleri beklemedikleri anda yakalayan, şok eden âfete “kâria” denilir.

Âd, Ahkâf adıyla bilinen ve Umman ile Hadramevt (ölü deniz) arasında yer alan geniş bir bölgede yaşamış; büyük nüfus ve iktidarıyla tanınmış bir kavimdir. Semûd kavmi, Hicaz ile Suriye arasında Vadi’l- Kura’da yaşamış eski bir Arap kabilesidir. Bugün Kuzey Arabistan’da bu mekân Medain-i Salih olarak anılmaktadır.

5- Bu sebeple Semûd bir taşkınla helâk edildi.

Semûd’u, kayalara oydukları evlerin içinde aktif bir yanardağın lavlar püskürtüp taşması helâk eder. 11. âyette Nuh Tufanı sırasında suların köpürüp azması da tuğyan kökünden bir fiille ifade edilecektir.Arabistan bölgesinde yaşamış olan bu iki toplumdan o günün Arapları da haberdardı. Bu nedenle, bu kavimlerin başlarına gelen korkunç akıbet ibret olsun diye o günkü Araplara da hatırlatılmaktadır. Mesaj açıktır: Korkunç bir doğal âfetten toplumların zarar görmeden kurtulması o zaman da mümkün değildi, bugünde mümkün değildir. Devrilmez zannedilen iktidar, sistem ve şehirler bir gecede yok olup gidebilir. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Bu ani şok, yıkım ve sonrasını hatırlatmanın amacı, dünyanın kısa bir geçimlik ve emanet olduğu şuurunu tesis içindir.

6- Ve Âd ise, esen azgın bir fırtına ile helâk edildi.

Sarsar kelimesinin aslı ‘sarra’dan yani bağlamak, sarmaktan gelir. Bu kökten gelen sırâr, yavrusu tarafından emilmesi için develerin memeleri üzerine sarılan bez parçasıdır. Israr;bir düşünceye, fikre, duyguya, günaha, hataya sarılmak, bağlanmak demektir. Sarsar, şiddetli esintisi sebebiyle kendisine güç yetmeyen bir girdap oluşturup şehri sarıp sarmalayan şiddetli hortumlar demektir.

7- Onu art arda, 7 gece 8 gün onların üzerine musallat etti. Böylece o kavmi orada, içi boş hurma ağacı kütükleri gibi yerlere serilmiş görürsün.

Sehhara; bir şeyi zorla hizmete koşmak, itaat ve boyun eğdirmek demektir. Musehhar ismifâil olup işi hizmete hazır hâle getiren demektir. Rabbimiz yeryüzüne mevcut dengeyi koruyan yasalar koymuştur. Bu yasalar çerçevesinde bazen çok güçlü fırtınalar,aşırı yağış ve sel baskınları, volkanik patlama ve depremler yaşanmaktadır. Bu nedenle âyetlerdeki fâil Allah şeklinde ifade edilmiştir. Yoksa sadece bir kişi veya kavim için yapılan fiiller değildir. Tarihte bu tarz doğal âfetlere maruz kalan ve yaşamını yitiren herkesin günahkâr olduğu sonucuna ulaşılmamalıdır. Zira Semûd ve Âd kavminin yok olmalarının öncelikli sebebi işledikleri günahlar değil, yanlış yerde şehir kurmalarıdır. 1780’deki  ‘Büyük Kasırga’, Atlantik'in gelmiş geçmiş en ölümcül tropikal kasırgası olarak kabul edilir 22 bine yakın kişi hayatını kaybetmiştir. Âd kavminin yaşadığı bölge düşünüldüğünde bu fırtınanın bir benzerinin yaşandığını söyleyebiliriz. 2005 yılında Amerika'da gerçekleşen Katrina kasırgada 1836 kişi, 1900 yılında gerçekleşen ve6 bine yakın kişinin hayatını kaybettiği Galveston’da tarihteki en büyük kasırgalardan biridir.

8- Artık onlara ait bir bâkiye var mı, görüyor musun?

Âyetteki bâkiye ifadesi, buna benzer medeniyetlerin bilgi ve servetlerini devam ettirecek varislerinin olmamasına ve bir anda tarih sahnesinden silinmelerine bir göndermedir.

9- Ve Firavun ve ondan öncekiler ve şehirleri alt üst olan kimseler, o hata ile geldiler.

Hâtıeh, hata yapmaktan gelir. Buradaki hataları, öncelikle yanlış yere şehir kurmaları, ikinci ve vahim hataları ise bunu bildiren resûllere inanmayarak diklenmeleridir. Şehri alt üst olan kimseler ifadesi, tüm kavimleri kastedebileceği gibi özelde Lut kavmi için de söylenmiş olabilir. Firavun’un bu bağlamda isminin sayılmasının sebebi resûle uymama ve isyan etme noktasında felâketi tercih eden kavimlerle aynı sonucu paylaşmasındandır.

10- Böylece, Rablerinin resûlüne isyan ettiler. Artık onları şiddeti artan bir yakalamayla yakaladı.

Râbiyeten,  ‘rabâ-yarbû’ kökünden gelir. Faiz demek olan ribâ kelimesi de bu kökten gelir. Şiddeti sürekli katlanarak artan felâket anlamındadır. Firavun’un ölümle biten 4-5 yıllık süreçte yaşadıkları buna örnektir. Bu felâketlere maruz kalmamanın yolu elçiyi izlemek,ona tâbi olmak idi. Resûle uyanlar maddî helâklerden de kurtulur. Bunu bir sonraki âyet, resûllerin gelecek olan felâketi haber verip âfetten önce o bölgeyi terk edip kurtulmaları bağlamında örneklendirir. (Bk. Hud:57-59)

11- Muhakkak ki su taştığı zaman, Biz sizi gemide taşıdık.

Tağâ, suyun yatağından taşması anlamına gelir. Câriye; suda akıp giden, hareket eden gemi manasında olup Nuh’un gemisine işaret eder. Çünkü geminin isimlerinden biriside câriyedir. El-Cerâr câriyeler/gemiler manasında Rahmân 24’te de kullanılmıştır. Zımnen, sizi gemi değil felâket gerçekleşmeden önce elçisine bildiren Rahmân olan Allah kurtardı.

12- Onu sizin için bir ibret kılalım ve işiten kulaklar onu bellesin diye.

Tezkira, zikir kökünden gelen bir kelimedir. İbret ve hatırlatma demektir. Vâiye; sözü anlama,kavrama ve aklında tutma, ezberleme, belleme anlamlarına gelen bir kelimedir. Rabbin kılavuzluğuna tâlip olmak, hem maddî hem manevî helâk ve felâketlerden insanı koruyacaktır. Maddî olan önceliklidir. Zira insanın fizikî bedeninin varlığı oranında kulluğundan bahsedilir. Maddî felâketlerden kendini koruyan insanı,ikinci bir tehlike beklemektedir. O da manevî helâklerdir. Rabbimiz bunlarla kulunu muhafaza eder ki hesap günü kulun alnı ak, yüzü pak olsun. Kıyâmetin çok küçük numuneleri olan doğal âfet anlatımlarından sonra bu dünyadaki yaşamı tamamen sonlandıran son saate/kozmik sona söz getirilmiştir. 

13- Artık sûra tek bir üfleyişle üflendiği zaman.

Sûr “üflenerek çalınan ve ses çıkaran boru” anlamında bilinmekteydi. Kuran bunu alıp son saati anlatan bir metafor olarak kullanmaktadır. Kozmik sondaki büyük yıkımın oluşturduğu o korkunç ses sûra üfleyiş şeklinde ifade edilmiştir. (Bkz. Abese 33-37) Sûrun oluşturduğu yıkım sesini bir sonraki âyet şöyle anlatmaktadır:

14- Ve yeryüzü ve dağlar yerlerinden kaldırılıp tek bir çarpışla parçalandığı zaman.

Dekk; peş peşe gelen çarpmaları, şiddeti ve ardı ardına gelmeyi ifade eder. (Bkz. Zilzal Sûresi) Dukket fiili; sarsıldı, kırıldı, vuruldu demektir. Hareket etti mânasına da gelir.Yani arzın, art arda gelen sarsıntı, kütlesel çarpışma ve kırılmalarla yıkılmasını ifade eder.

15- İşte o gün, o vakıa vuku bulmuştur.

 “Olan,meydana gelen, olması kesin olan şey” anlamına gelen vâkıa, burada el-vâkı’a şeklindeki belirtili hâliyle özelleşmiş ve son saatin adlarından birisi olmuştur. (Krş.Me’âric:1,Vakıa:1, A’râf:71, Neml:82–85) El-vâkı’a kelimesi, burada “son saat ve yeniden dirilme” ve bir sonraki âyetten itibaren hesap günü hakîkati anlamına gelmektedir.

16- Ve sema yarılmıştır. Artık o, o gün zaafa uğramıştır.

Şakk, bir şeyde meydana gelen yarıktır. (Bkz. Furkân:25, Rahman:37,İnşikâk:1) Vahiye, kuvvetten düşmüş,zayıf, gevşek demektir. Atmosferin zaafa uğraması, artık dünyadaki yaşamı koruma fonksiyonunu kökten kaybetmesi değil, bir kısmını yitirmesidir. Bu durum, dev bir astroidin yeryüzüne çarpmasıyla gerçekleşebilir.

17- Ve o melek, onun kenarları üzerindedir. Ve o gün Rabbinin arşını taşıyanların sayısı sekizdir.

Ercâ kelimesi, asâ kalıbında kısa elifle yan ve kenar manasına olan “racâ” nın çoğulu olup yanlar ve kenarlar demektir. Ercâihâ, onun yan tarafları,kenarları ve çevresi manasına gelir. Arş kelimesi ise lâfzen “taht, tavan ve yüksek mekân”;mecazen de “şan, şeref, onur, itibar ve hükümranlık” gibi anlamlara gelir. Arş bir binanın en değerli, en yük­sek yerini teşkil eder. Karar verme ve hükmetme makamına da arş denmektedir. Taht makamın maddî yönüne, arş ise daha çok otorite gücü kastı ile kullanılır. Arş kelimesi Kuran’da “Allah’ın bütün varlık üzerindeki mutlak hüküm ve iktidarını” ifade eder. Bu kelime Kuran’da, Hz. Yusuf’un ve Sebe Melikesi Belkıs’ın arşı/yönetme gücü manasında insanlar için de kullanılmıştır.

“O günde üstlerinde bulunan sekizi Rabbinin arşını yükle­nir” buyruğu hakkında İbni Abbas şöyle demiştir: Bunlar sayılarını Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği sekiz saf melektir. İbni Zeyd dedi ki: Bun­lar sekiz melektir. El-Hasen de: “Onların kaç tane olduklarını en iyi bilen Allah’tır. Sekiz mi yoksa sekiz bin mi?” İmam Ebû Hanife, Eş’ar’î ve Mâtüridî gibi âlimler âyetin müteşâbihattan olduğunu düşünerek ifadeyi aynen kabul etmemiz gerektiğini belirtmişlerdir. Peki, buradaki müteşâbihat yani benzeşme yolu ile anlatılan vakıa dünyada hangi gerçekliğe benzetilmiştir?

Mekke’nin 6. yılında inen bu âyet,Mekke kodamanlarının, yani sözü geçen, yöneten zenginlerin kendi içinde bir kast sistemi oluşturdukları bir dış bağlama sahiptir. Henüz iman etmemiş olanların üzerinde oluşan bu tahakkümün kırılması çok önemli ve öncelikli idi.Kuran bu zaafı, bu tarz benzeşen âyetlerle ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Zengin efendilerin statü ve maddî güçleri oranında tahtları var idi. Bu tahtlarda oturarak çarşı-pazar geziyorlar, hatta tavafı bile bunların üzerinde yapıyorlardı. Durumu orta hâlli olanlar, 2 kölenin taşıdığı tahtta oturur ve biraz itibar görürlerdi. Daha iyi olanların tahtının her köşesinde bir köle vardı ve biraz daha itibar görürdü; ancak şehrin yönetimi konusunda hak sahibi olanların, 6 kölenin taşıdığı tahtları vardı. Onları görenler, rükû ve secde edecek kadar büyük bir saygı duyarlar, korkudan kula kulluk ederlerdi. İşte bu bozuk tasavvur, algı ve gerçeklik, ‘’Allah’ın tahtını 8 melek taşıyacak, yani O saygıya ve korkulmaya çok daha hak sahibidir, nihaî ve tek hüküm Allah’ındır.’’anlamındaki mecazî ve müteşâbih anlatımla düzeltilmeye çalışılmıştır. (Allahuâlem)

Âyetin metnindeki “fevkahum”(üstlerinde) zamiri, dirilenlere (kıyâmet ehline) râcidir. Yani Allah’ın kudretinin hesap günündeki tam ve kesin tezahürünün işareti olarak yorumlanmalıdır.

18- O gün arz olunacaksınız. Sizden sır olanlar bile gizli kalamaz.

Şirk sistemindeki sahte efendi,put ve ilahlar; kalbiniz nefretle dolu olarak yapmak zorunda olduğunuz tazimi fark edemez, fakat arşın mutlak sahibi olan Allah nifakınızı da bilir. Pekinasıl bilir ve bunu bize nasıl bildirecek?

19- O vakit kitabı sağından verilen kimse der ki “Alın, okuyun kitabımı!”

Kitap; iki şeyi birbirine dikmek anlamına gelen “ketb” mastarından türetilmiştir.Harfleri birbirine tutarak anlamlı kelimeler oluşturma sonucunda elde edilen metnin tümüne denir. Kitap;  toplanmış,bir araya getirilmiş bilgiler anlamındadır. Bunlardan biri de “âhiret sicili” anlamına gelen amel defteridir. Araplar için “sağ el”, kuvvet ve şerefin sembolüdür. Nitekim hürmet edilen kimseler meclislerde sağ köşeye oturtulur ve bir kimseye verilen değer ‘fulânun minnî bi’l-yemin/ O benim sağ kolumdur.’ ifadesi ile belirtilirdi.   Bu ifade günümüzde de aynen kullanılmaktadır. Allah ile yapılan kulluk sözleşmesine riayet edenler manasına da gelmektedir.

20- Muhakkak ki ben, hesabımla yüzleşeceğimi zannediyordum.

Zan, tercih edilen inanç ve kanaat demektir. Bu kanaat,bilgisizlikten kaynaklanan şek, kuşku, sanı şeklinde olabileceği gibi yakîn(kesin) bilgiyle de olabilir. Gayba iman özü itibari ile zan olmalıdır. Zira imtihan perdesi, bizim ölmeden her şeyi görmemize engeldir. Bu nedenle tüm inananlarda cennete gideceğine ve cehenneme düşmeyeceğine dair bir zan vardır. Zan kelimesi Kuran’da buradaki gibi cennetliklerin dünyadaki zanları/kanaatleri ile alâkalı kullanıldığı gibi müşriklerin kurtulma ümitleri, zanları manasında olumsuz bir kuşku olarak da kullanılır. “Ey iman edenler! Zandan çokça sakının. Muhakkak ki bazı zanlar günahtır…” (Hucûrât:49/12) Zannın Hak’tan yana hiçbir şeye fayda sağlamayan boyutu için (Bkz. Necm:28). Hayır zan için (Bkz. Nur:12)

21- İşte o razı olduğu bir yaşayış içindedir.

‘Ayş, yaşantı mânasına gelir. Yeme, içme gibi hayat sebebi olan unsurlar için kullanılan bir isimdir. Hayat kelimesiyle yakın anlamdadır. Fakat hayat, hem Allah hem melekler hem de tüm canlılar için kullanılırken; ayş daha dar anlamda olup sadece canlılar için kullanılır. Maişet; kendisiyle yaşanılan şey, yani hayatın sürdürülmesine sebep olan yiyecek ve içecekler anlamına gelir. Maaş da aynı kökten gelir.

Kul Allah’tan razı olmayı öğrendiği için henüz dünyada iken Allah da onu razı edecektir. Henüz yaşarken,her şeyin iyi, güzel olacağına dair bir hüsnüzan beslerseniz, iyi niyetle hesabını vereceğiniz bir hayat yaşamayı hedeflerseniz, o zaman hayatınızdan razı olur ve manen yücelirsiniz. İşte bu aslında cennetin dünyadaki numunesidir.

22- Yüce bir cennette.

23- Olgunlaşarak yakın olan.

24- Geçmiş günlerde yaptığın şeyler sebebiyle âfiyetle yiyin ve için!

Henîen, âfiyetle anlamına gelir. Henîen leküm, âfiye tolsun demektir. Halê, gelip geçmek anlamına gelir. (Rağıb) İslaf, karşılığı veresiye olarak önceden sunup takdim etmektir. “Ve Allah’a güzel borç verenler”manasında Kur’an’da veciz bir şekilde Hadîd 18’de ifade edilecektir. Olgunlaşarak yaklaşan nimetler verilen emeğin sonucudur. Dünya hayatının kuralı da budur.Emek verilen oranda alınan ödül insana daha lezzetli gelmektedir. İnsanın beyni de bu temele göre çalışır. Bir kuru yemişi bile kabuğundan ayırmak için uğraşmak,ayıklanmış olanı avuç avuç yemekten daha fazla lezzet vermektedir. Yaptığımız işlere verdiğimiz emek, onu lezzet alacağımız bir olgunluğa ulaştıracaktır. Bu nedenle, alın teri ile kazanılan para, kolay yoldan gelenden çok daha bereketli ve lezzetlidir.

25- Ve kitabı solundan verilen kimse der ki: “Keşke, kitabım bana verilmeseydi!”

Araplarda önemsiz ve aşağı mevkide görülen kimseler meclislerde şimal/sol tarafa oturtulur ve bir kimsenin değersiz olduğu “fulânun minnî bi’ş-şimâl/O benim sol kolumdur.’’ ifadesi ile belirtilirdi. Sol, âcziyet ve güçsüzlüğün sembolüdür.

26- Ve hesabımın ne olduğunu hiç bilmeseydim.

Hesapsız, sınırsız, kuralsız bir hayat yaşamak pişmanlık doğuracaktır.

27- Keşke o bitmiş olsaydı.

Yâ leyte ifadesi keşke anlamına gelir. Kadâ; bir işi tamamıyla kesip atmak, kesin hükmü verip uygulamaktır. Buradaki temenni, hesaba çekilmemek için ölerek unutulup gitmektir. Başka bir âyette o gün kişi, elleriyle hazırladığına bakar ve hakîkati önemsemeyenler der ki: “Ne olurdu, keşke toprak olaydım.” (Nebe:40)

28- Malım bana bir fayda vermedi.

Haksız yoldan kazanılan hiçbir şey, yani sözde kazanım vefalı değildir. Bu pişmanlık şöyle ifade edilir: “Nemalı bir fayda verdi ona, ne kazandıkları.” (Tebbet:2) Hiçbir fidye ve malın geçmediği gün için bkz. (Bakara:48)

29- Edindiğim nüfûz helâk oldu.

Sultâniyeh, “selata” kökünden gelir. Selata, nüfûz ve etki altına almak demektir. Sultan kelimesi de bu kökten türemiştir. Üstünlük, ga­lebe çalma ve istilâ anlamında mastardır. Burhan ve hüccet mânasına da gelir. Bu mânada âyet “Beni güçlü kılan belgeler,hiçbir işe yaramadı” şeklinde olur. (Bkz. Necm:23) “Ne çokluğunuz, ne de taslamakta olduğunuz kibir size bir yarar sağladı!” (Araf:48) İnsanların haklarını yiyerek elde ettiği saltanat, gün gelir, insanın elini ayağını bağlayarak onu çaresizliğe sürükler. Bunu dünyada tadanlar, tevbe etmek için bir fırsatı olanlardır. Öldükten sonraki pişmanlık fayda sağlamayacaktır.

30- Onu yakalayıp bağlayın!

Ğalle-yeğullu, bağlamak demektir. Ağlâl, demirden yapılmış ve elleri birbirlerine bağlayan kelepçeler anlamına gelir. İnanan insan,kendini güçlendirdiğini zannettiği şeylerin bir esarete götürebileceğini fark edebilmelidir. Bazen çok sevilenleri kaybetmek esaretten kurtulmak manasına da gelebilir. Modern köleler, kelepçe ve prangalardan kurtulmayı esefle karşılayacak kadar sürüleşmiştir.

31- Sonra onu alevli ateşe yaslayın!

Saleye kelimesi, “ateşe atmak, ateşe girmek” demektir. Türkçedeki “sallamak” ve “yaslamak”kelimelerinin de kendisinden türediği saly kelimesinin bu anlamıyla Kur’an’da kullanımı çoktur.

Cahîm, çok kızışmış ateş kelimesinden gelir. Çukurda yanan alevli ateş demektir. Kur’an’da 26 kez geçer. Cehennemin isimlerinden biridir. (Bkz.Müzzemmil:12) Ortak kötülükler olan münkeri menfaatler istikametinde arttırmak,esasen onu güçlendirip desteklemektir. Sonuç, aleve avuç avuç benzin dökmek gibidir. Bir anda alevlerin içinde kalma ve ondan kurtulamama resmedilmektedir.

32- Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan bir zincir ile onu sevk edin.

Silsile, ayakları birbirine bağlayacak olan zincirler demektir. Zira’an, kol ile ölçülen şey anlamında kullanılır. Günümüzde 68 cm’ye karşılık gelen uzunluk ölçüsüdür. Müfessirler “Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire bağlayın!” mealindeki âyette geçen yetmiş sayısını, çokluktan kinaye olarak yorumlamışlardır. Burada da müteşabihat/benzeşme tekniğinden yararlanılmıştır.

İşlenen suç ve günahlar bir zincirin halkaları gibi birbiri ile bağlantılıdır. Bir cana kıymak, birinin haysiyetine, namusuna dil uzatmak; görünen, görünmeyen hatalar zincirinin halkaları olup ilerde yapanın boynuna dolanacaktır. Bu ifadeler suçun bir defaya mahsus işlenmediğini, bir karakter haline dönüştüğünü de hatırlatmaktadır. Her suç insanın boynuna bir yük yükler. Madde ve kişiler, makam ve mevki önünde eğilmek,onlar gibi olma arzusunu doğurup illegal yoldan hızlı ve çabuk bir şekilde köşeyi dönme zihniyetine dönüşebilir. Bunu engelleyen yegâne unsur, yaptıklarının yanına kar kalmayacağı, yani hesap verme şuurudur. Buna inanmak, aslında azîm bir günde el-Azîm olanın huzurunda, hesap verilecek otoritenin varlığına bir göndermedir.

33- Muhakkak ki o, Azîm olan Allah’a inanmıyordu.

34- Ve miskini doyurmaya teşvik etmez.

El-Azîm; ulu, ululukta eşsiz ve benzersiz, azamet sahibi olandır. Allah’a iman manasındaki âyetleri yapmak, yapanı da yüceltecektir.

Allah veya bir yaratıcının olup olmadığına dair kanaat, soyut bir his veya bir düşünce olarak anlaşılmamalıdır.Zira insanın aklındaki soyut düşünce kalıbından ötürü cehennemde cezalandırılması düşünce özgürlüğüne terstir. Bu nedenle Kuran, Allah’a inanmamanın ne olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu tanımlama Maûn sûresinde de kendini göstermiştir. Hadda-yehuddu, teşvik etmektir. Bu tip kendini de teşvik etmez. Miskîn; hiçbir şeye malik olmayan, bîçare, kendi kendini geçindiremeyecek duruma düşen yoksula denir. Miskinler; yoksulluk ve fakîrlikten durgun hâle gelmiş suskunlardır. Bu insanların za­yıf ve zelil duruma düşmesi, kamudan beslenen hortumcuların kurduğu rant sistemi ile doğrudan bağlantılıdır. Birileri haddinden fazla parayı, birilerinin sırtından kazanıyorsa bilin ki orada topluma bir başka fakîr ve miskin aile katılmıştır. Miskin; fakîrden daha fa­kîr olan kişi demektir. Fakîr, az çok yiyecek bulabilirken, miskin bundan da âciz olduğu için âyetteta’âmu’l-miskin ifadesi kullanılmıştır. Bu ifade, miskinlere yemek yedirmeyi teşvik etmek anlamına gelen it’âmu’l-miskin’den farklı bir ifadedir. Ta’âmu’l-miskin ifadesi, “miskinin kendi hakkı olandan yedirmek” demektir. Bu nedenle, yoksulu doyurmayı teşvik etmemekle itham edilen sorumsuz ve ahlâksız kimseler kendilerine ait bir yemeği esirgemekle değil,bizzat yoksula ait olan yiyecekleri önce gasp edip sonra vermemekle suçlanmaktadır. Burada çok ince bir anlatım ve ima vardır. Verilmeyen o yemekler, vermeyen o kimselerin mülkiyetinde görünüyor olsa bile(kanunen), esasen doğrudan o yoksullara aittir. Bu, şu anlama gelmektedir: O mal-mülk, verenlerin üzerine borç olan, yoksulun hakkı olandır. Bu hakkı hak sahibine veren, onu bir bahşiş veya lütuf olarak değil, tersine, yoksulun hakkının tazmini olduğu için mahcup bir tavırla vermelidir. Aksi halde…

35- Artık o gün, burada onun için yakın bir dost yoktur.

Hamîm, “veliyyihamim”sözünde olduğu gibi yakın, candan hısım veya dost demektir. Bu kişinin etrafındakilerin hakkını gasp ederek konfor ve lüks içinde yaşaması aslında mazlumun ahını almasıdır. Sonuç, yalnızlık ve sahipsizliktir. Şimdi de haram lokmanın karşılığı anlatılacaktır. 

36- Ve pis bir atıktan başka bir yemek yoktur.

Ğıslîn; “yıkadı”anlamındaki ğasele’den, pislenen, bir şey yıkandıktan sonra geriye kalan atık demektir. Bu kelimeye müfessirler, “cehennemliklerin yediği bir bitki, en kötü yemek, cehennemliklerin yanan bedenlerinden akan akıntı, irin vs. gibi”mânalarını da vermişlerdir. İbni Abbas “gıslîn” kelimesinin ne anlama geldiğini tam bilmediğini ifade etmiştir. (Râzî) Zira oradaki azabın mahiyeti müteşabihattandır. Sadece buradaki benzerliklerle bir bağlantı kurulabilir.

37- Onu hata yapandan başkası yemez.

Hâtiun, “kasıtlı olarak yapılan yanlışlar” manasına gelen“El-Hat’u” kelimesinin çoğuludur. “Muhtiu” ise, kasıtsız, yanlışlıkla yapılan hata demektir. Onun içindir ki Yüce Allah, “muhtiun” yanlışlıkla yapılan hata demeyip “hâtiun”, yani kasti yapılan büyük hata demiştir.” Şu an dünya kaynakları âdil dağıtılsa dünya gibi bir gezegen daha açlık çekmeden yaşayabilir. Rezzak olan Allah, rızkı yeterince indirmiştir. Buna rağmen dünyanın büyük bir nüfusu açlık ve susuzluktan mağdur ediliyorsa, bu mutlu ve azgın azınlığın haddinden fazla kaynakları kurutmasındandır. Örnek olarak bir ABDli’nin veya bir Avrupalı’nın 70 Afrikalı’nın tükettiğinden fazla dünya kaynağı tüketmesi gibi… Faiz sistemi, temelinde piyasadaki ve halka dağıtılması gereken paranın,bir kesimin elinde tutmasına yardımcı olan bir sistemdir. İnsanlar parayı bir malgibi alıp sattığı sürece fakîrlik, göç ve mağduriyetler bitmeyecektir. Bu hakîkati kabul edip fakîr fukaranın hakkını vermek yerine, muhataplar hemen kitabın kaynağına, beşerî olduğuna, böyle bir tehditle karşılaşmayacaklarına inanarak zâhire bakıp zanna kaymışlardır.

38- Artık hayır, gördüğünüz şeylere yemin ederim.

Âyetin başında yer alan “felâuksimu” ifadesi, “Yemin etmem.” anlamında değil, “Hayır, yok vallahi” gibi olumsuz bir ifadeden sonra yemini pekiştirmek için kullanılan bir deyimdir. Bu ifade, “Yemin ederim ki söylenecek ve dinlenecek başka söz yok; ancak şu söyleyeceğim hakîkat vardır.” anlamına gelir.

39- Ve görmediğiniz şeylere de.

Yaptığımız haksızlıkların görünüp tespit edilebilecek boyutları olduğu gibi, tespit edilemeyecek mağduriyetler doğurduğu da ifade edilmiştir. Hakkı ile çalışmayan bir işçinin yaptığı bilinçli ihmal birçok mağduriyeti doğurabileceği gibi bunun tersi de, yani çalıştırdığı işçinin hakkını vermeyen işveren de birçok mağduriyete sebep olabilmektedir.

40- Muhakkak ki o, gerçekten kerîm Resûl’ün sözüdür.

Kerîm,  ikram demektir; ancak bu ikram “kendi türünün en iyisi” olan bir ikram şeklinde tanımlanır (Lisanül Arap). Allah’ın da el-Kerîm diye bir esması vardır. Manası,ikramında sınır tanımayan, keremi çok kaliteli olan demektir. Peki buradaki kerîm Resûl kimdir? Müfessirlerin çoğunluğu Resûlullah hakkında söylenilen şair ve kâhin söz­lerini dikkate alarak bu âyetteki kerîm elçiden maksadın Hz. Peygamber ol­duğu kanaatine varmışlardır. Ancak aynı kalıp Tekvir sûresinin 19. âyetinde şöyledir: “Şüphesiz o, kerîm bir Resûl’ün sözüdür.Kuvvetli, arş sahibinin katında makamı vardır. Orada kendisine itaat edilir, güvenilirdir. (Tekvir:19-21)O, gayb konusunda cimri değildir. (Tekvir:24) PekiKur’an Cibril’in mi yoksa Peygamberin mi sözüdür? Gerçekte Kur’an Allah’ın kelâmıdır. Nitekim 43. âyette âlemlerin Rabbi katından indirilmiş olduğu açıkça ifade edilmiş, elçinin buna kendinden ekleme ve bundan çıkarma yapamayacağı hatırlatılarak sözün asıl sahibi hatırlatılır. Buna göre Cebrail ve Hz. Peygamber Allah’ın kelâmını kullarına ulaştırmada elçi oldukları için bu âyette söz onlara nispetle kullanılmıştır. Burada Kur’an “elçi sözü” olarak nitelenmiştir. Elçi sözü, katışıksız ve elçiye ait olmayan, elçiyi gönderen otoritenin ifadesidir. Elçi buna ekleme, bundan çıkarma yapamaz, kendisine öğretilenleri gizleyemez. “Elçinin sözü”elçiye ait değil elçiye emanettir. (Bkz. Hakka:44-48) Bu ifadelerin tercihi,mesajı getirenin üzerindeki düşmanlığı azaltmak içindir. Elçi kendine ait olanı değil, ikram edileni olduğu gibi ulaştırana denir.

41- Ve o bir şairin sözü değildir. Ne kadar az inanıyorsunuz?

Şiir kelimesi, Arapçada kökeni kıl/tüy/saç anlamına gelen şe’r (ş-a-r) kelimesine dayanır. Buğdaydan farklı olarak ucundaki ince kılçık sebebi ile arpaya da şair denilmiştir. Şair için bu kelimenin kullanılması onun ince zekâsından ve duyarlı bilgisinden dolayıdır. Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir kısaca bir benzetme sanatıdır. Sembol anlamına gelen şiarla da bağı bu sebeptendir. Şiir biraz daha duyguya yakın bir sanat olduğundan, âyet inanma ve güvenmeye atıfla sonlanmıştır. Zira Kurân’ın kafiyeli cümle sonları ve ses uyumu muhataplarını etkilemekteydi. Bu hissi etkilenmeye bakıp Kurân’ı bir şiire, resûlün de bir şaire benzetilmemesi gerektiği hatırlatılır. Amaç şiiri ve şairi kınamak değil Kurân’ın maksadının doğrudan bu olmadığını ortaya koymaktır. Kur’an’ı tecvit kurallarına uyarak sesi ve nağmeyi öne çıkarmaktan başka bir amaç gütmeyenlere,manayı önemsemeyenlere yapılan bir uyarı vardır. O uyarı da Kurân’ı; şiire, naata, kasideye indirgememektir. Saf mana üzerinden yapılan zannî/spekülatif yorumlar için de şöyle bir uyarı gelmektedir:

42- Ve bir kâhin sözü de değildir. Ne kadar az tezekkür ediyorsunuz.

Kâhin, gele­cek zamanda olacak şeylerden ha­ber alıp vermekle uğraşan ve giz­li, esrarlı olanı bilme iddiasında olan kişidir. Araplarda birkaç çeşit kâhin vardı. Bunlardan kimisi, cinden kendisine tâbi olup haber getirenlerin olduğunu iddia ederdi.Kimisi de, soran kişinin sözünden, eylemin­den, duruşundan, hâlinden hareketle geçmişte olan bir hadiseyi ortaya çıkaracağını iddia ederdi. Böyle kişilere,daha çok “ar­râf” denilirdi. Arrâflar, çalınan  ve yitik şeyin yerini bildikleri­ni iddia ederdi.Bu kitap, ne ses gösterisi, ne de cifir ve ebcetle olmadık kehanetler uydurmak için inmiştir. Yalnızca hay olanları uyarmak için indirilmiş bir hatırlatmadır. Bkz. (Yasin:69-70)

43- İndirilişi âlemlerin Rabbindendir.

Rabb, terbiye eden ve sahip çıkandır. Âlemler, ise insan toplulukları ve yaratılan diğer grupları içerir. Allah, rabbliğinin gereği insanları terbiye ve ıslah için onlara resûl ve vahiyler göndermiştir.

44- Ve eğer, bazı sözleri Bize karşı uydurmuş olsaydı.

45- Elbette onu sağından tutup…

46- Sonra mutlaka can damarından keserdik.

 

Tekavvele, kavi” (söyleme) mastarının “mutavaat” sığasıdır. Çünkü bunda konuşanın zorlanması söz konusudur. Nakledilen sözleri küçümsemek için “akâvil”denmiştir. Fiil olarak “kişinin kendiliğinden bir söz uydurup başka­sına mal etmesi” demektir. Kur’an asla ve kat’a insan sözü değildir. Ne cümlesi, ne harfi, ne de noktası resûller tarafından belirlenmiştir. Resûller Allah’tan nasıl aldılarsa tek bir harfine dahi dokunmadan, kendi sözlerini karıştırmadan insanlığa olduğu gibi iletmiştir. Allah’a saygı göstermede insanlığın numuneitimsali olan resûllerin Allah’ın kelamına karşı nokta kadar dahi olsa bir saygısızlık yapmaları asla mümkün değildir. Böyle olduklarından dolayı kendi sözlerini ne Yüce Allah’a, ne herhangi bir insana, ne de herhangi bir yaratılmışa isnat edebilirler.

Sağ el anlamına gelen ‘yemin’ kelimesi mecazen “güç, kuvvet” mânasında da kullanılmaktadır. Resûlün en sağlam yanı, vahiyle insanların huzuruna çıkmasıdır. Bunun kesilmesi, onun tüm güç ve kuvvetini bitirecek, Resûl savunmasız kalacak ve ölümle sonuçlanabilecek bir sürece sürüklenecektir.

“Habli’l-verîd” Kaf 16’da şah damarı iken burada “el-vetin” geçer. Manası, karaciğere temiz kan veren damardır. Bu damar kesildi mi kişi ölür. (Ragıb) Aslında bu damar, içorganların tamamına kan taşıyan aortun aşağıya yaptığı dallanmalardır. Bu damarlardan birine isabet eden ok, kılıç veya hançer darbesi kanı hızla batına yayıp iç kanamadan kişinin kısa sürede anafilaktik şoka girmesine sebep olmaktadır. Allah insanları işledikleri suç ve günahlardan dolayı doğrudan cezalandırmaz. Sadece gelecek tehlikelere karşı kullarını uyarır. Şu an bu uyarıları okumaktayız. Allah’ın yasalarından, sünnetinden uzaklaşmak insanı tehlikeye atar. Eğer adâlete/vahye, insanların isteği ile birtakım maddeler eklense idi, bu eklenenler başkalarının çıkarına dokunacağından anlaşmazlıklar ve iç kaos kaçınılmaz olacaktı. Herkesi memnun etmek mümkün değildir. Hz. Osman’ın halifelik dönemi buna güzel bir örnektir. Kendi yakınlarının her istediğini yapmaya çalışan Hz. Osman, iktidardan daha fazla pay almak isteyenler tarafından hunharca öldürülmüştür. Bu evrensel ilkenin dünya bağlamında olduğunun delili bir sonraki âyettir.

47- Artık sizden hiçbiriniz onu engelleyemez.

Hacizîn; men eden, engelolan anlamındadır. Hicz, iki şey arasına ayırıcı bir şey koyarak onları birbirinden ayırmaktır.  Mekke, Medine ve Taif’in de içinde bulunduğu bölgeye Hicaz adının verilmesinin sebebi Şam ile Badiye arasında bir engel oluşturmasıdır. Elçinin sevenleri, çevresi bazı saldırılara engel olamaz. Adâlet, liyâkat, ehliyet ve hakkaniyet vb. gerçeğin üzerini örtüp onu saklayarak Allah’ın âyetlerine şahsî çıkar ve zulüm bulaşırsa, bunun ateşi, yapandan başlayıp toplumu saracaktır. Allah’a âtıfla insanlara elçilik yapma iddiasında olan asıl ismi Hârûn olan müseylimenin sonu buna bir örnektir. Müseylimetülkezzap isimli ve büyük bir taraftar kitlesine ulaşan kişi, sonunda can damarı kesilerek öldürülmüş ve ona inananlar buna engel olamamıştır. Kaynaklarda Esved’in Hz. Muhammed’in hastalandığı haberini aldıktan sonra ‘Rahman-ül Yemen’ adını seçip peygamberiliğini açıkladığı ve bu açıklamayı yapar yapmaz kimi kabilelerin biatını elde ettiği de yer alır. Bu sayede, Bahreyn’den Aden’e ve Taif’e kadar uzanan geniş bir bölgeyi kontrolüne aldı Esved. Ve bazı vilayetlere vali tayin etti. Yendiği San’a reisini öldürüp karısı Merzu bana Azad’la evlendi. Ancakartan güç evhamını da arttırmıştı. Bağlılığından şüphelendiği herkesi ‘O beni uyardı.’ diyerek ölümle tehdit ediyordu. Adamlar korkudan ne yapacaklarını düşünürken aradıkları destek Esved’in karısından geldi.Azad, Esved’in öldürülmesi için işletilecek plâna iştirak edeceğini bildirdi ve onun içkiden sızdığı bir gece sarayın arka kapısını açıp üç suikastçıyı içeri aldı. Esved’in boğazlanırken çıkardığı gök gürültüsünü andıran hırıltıları işiten muhafızları ‘Peygambere vahiy geliyor, ellemeyin’ diyegeri gönderen de Azad’dı. Sabah suikastçılardan biri ‘Allahu ekber. Allahu ekber.’ diye başladığı ezanı ‘Esved Allah’ın düşmanıdır’ diyerek tamamlayınca ahali adamın işkenceyle öldürüleceğinden emin beklemeye başladı. Ama bu sırada diğer iki suikastçı sahte peygamberin kesik başını halkın önüne atıverdi.Haberciler Esved’in ölümünü Hz. Muhammed’e bildirmek için hemen yola çıktılar ama geç kalmışlardı. Peygamber onlar Medine’ye gelmeden 8 Haziran 632 günü vefat etmişti. 

48- Ve muhakkak ki O, gerçekten muttakîler için bir öğüttür.

Sakınan, sorumluluk sahipleri bu altın ilkelerden ayrılmamak için sürekli bunları hatırlamalı ve hatırlatmalıdır.

49- Ve muhakkak ki Biz, sizden tekzip edenler olduğunu elbette biliyoruz.

Tekzib, haberin tamamen yalan olduğuna kesin karar vermektir. Mükezzib sıfatı, ancak birisi hakkı yalanladığı zaman kullanılır. Çünkü mükezzib bir kötüleme sıfatıdır. Ve Kur’an’da da daima tasdikin karşıtı olarak kullanılır. İnsan hakîkati tek bir sebepten dolayı örter veya değiştirir. O sebep de hakîkate uymayan çıkarlarıdır.

50- Ve muhakkak ki O, hakîkati örtenler için elbette hasrettir.

Hasret, Ragıb’ın ifade ettiğine göre elden kaçırılan bir şey için üzülmek, pişmanlık duymaktır. Sanki hasret çeken bir insandan, o üzüntünün şiddetinden ötürü bütün kuvveti, gücü,enerjisi uzaklaşmış ve elden kaçırdığını yerine getirmek hususunda da yorgun düşmüştür. 

Adâlet ve hakkaniyetten uzaklaşmak, eğriyi doğru, doğruyu eğri göstermek, aslında kısa vadede menfaat elde ediyormuş gibi hissettirse de aslında yapana dönen bir pişmanlıktır.

51- Ve muhakkak ki; O,gerçekten hakkelyakîn’dir.

Hakkelyakîn” tamlaması, “var (sabit), gerçek, doğru”anlamındaki “hak” ile “gerçeğe uygun kesin bilgi” anlamındaki “yakîn”kelimelerinden oluşan bir terim olup kesinlik bakımından ilmelyakîn ve aynelyakînin de ötesinde en son merhaleyi teşkil eden, yaşanarak öğrenilen en kıymetli tecrübe olarak açıklayabiliriz. İlmelyakin, bilgialarak öğrenmek; aynelyakîn, gözlem yaparak öğrenmek; hakkelyakîn ise son mertebe olup yaşayarak öğrenmektir. Kur’an olay ve kıssaları öyle bir anlatır ki insan sanki onu görüyor, hatta olayın içinde yaşıyor hissedebilir. Bu nedenle kıssalar değerlendirilirken hakkelyakîne ulaşmanın yolu empati yapabilmektir. Bazen inananlar, bazen resûller bazense inkar edenlerin yerine kendinizi koyup konuyu değerlendirdiğinizde çok daha gerçekçi bir hisse almanıza vesile olacaktır. Ayrıca bu ifadeyle Kur’an’da saçma sapan şeylerin,hakka, adâlete aykırı şeylerin bulunmadığı; onda şüpheli, çelişkili bir şey olmadığı, içinde ne varsa hayatta karşılığı olan ve hepsinin de kesin bilgi ile sağlamasının yapılabileceği vurgusu vardır. Bu sebeple vahiy, yaşanan gerçeğin taa kendisidir.

52- O halde Rabbini “Azîm” ismiyle tesbih et.

Sebbih; Allah adına hareket etmek, yaradılış amacına uygun davranmaktır. Allah Resûlü’nü bu âyetler o kadar etkilemiştir ki her gün kılınan 5 vakit namazda boyun bükme olan rükûlarda bu emir uygulanmıştır. Hakkelyakîne ulaşmanın yolu Allah’ın azametini düşünerek onun adıyla hareket etmektir.

Özetle, Hakka sûresine hesap günü vurgusu ile başlanmış, bunun küçük numuneleri olan kavimler kıssası ile devam edilerek dünyanın emanet olduğu ve hesap verileceği şuuru inşa edilmiştir. El-Azîm olana iman; adâlet gereği miskinin, yoksulun hakkını onlara vermek olarak tanımlanmıştır.Bunu kararlı şekilde ve umursayarak yapmak için de Rabbinin azîm oluşunu/yüce ve ululuğunu her daim gündeme getirmek gerektiği, aksi halde hem dünyada hem de hakîkat olan hesap gününde mahrum kalınacağı hatırlatılmıştır.

Hakkâ sûresinden anladıklarımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu Allah bilir.


 
Eklenme Tarihi : 26.10.2019 09:38:44
Okunma Sayısı : 5033