Hicr Sûresi
Adını 80. âyette geçen “ Hicr” kelimesinden almıştır. Sûrenin Hicr’den başka bir isimle anıldığına dair bilgi yoktur. Bütün ilk tertipler sûreyi Yûsuf sûresinin ardına yerleştirmiştir. Buna göre sûre 10. veya 11. yıla denk gelir. Suyûtî’ye göre de bu sûre, Yûsuf sûresinden kısa bir süre sonra vahyedilmiştir. Konusu, dili, üslûbu ve ses yapısı sûrenin Mekkî olduğunu göstermektedir. Ayrıca sûre Mekke’nin son yıllarında inen “Elif-Lâm-Râ” ailesi ile de benzerlikler taşımaktadır. Sûrenin bölümleri birbirleriyle irtibatlı olup fazla uzun olmayan 99 âyetten oluşur. Bu durum, sûrenin bir defada yahut sonuna dek peş peşe indiğine işâret etmektedir. Âdem-İblis kıssası, Hz. İbrâhîm ve Lût ile Eyke halkı ve Hicr halkıyla ilgili kısa bilgiler, müminlere verilen müjdeler, hakkı örtenlere yapılan uyarılar sûrenin konularındandır. Hem Yûsuf sûresindeki şehre dışarıdan gelen Hz. Yakûp ve oğulları anlatımı hem de Hicr sûresinin 94. âyetindeki emir ile tebliğin yönü ve alanı, hac, ticaret ve panayırlar için civar yerleşim yerleri ve Mekke dışından gelen kafilelere döndürülmüştür.
1-Elif, lâm, râ! Bunlar, kitabın ve kurânımübînin âyetleridir.
Bu sûre de Yûnus ve Yûsuf sûreleri gibi “elif”, “lâm” ve “râ” kategorizasyon harfleriyle başlamıştır. Mübîn, özünde açık olan ve gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan anlamına gelir. (Bkz. Yâsîn:12, Neml:1, Kasas:2, Yûnus:61) Kitap, belirlilik takısıyla “el-kitap” şeklinde kullanılmıştır. Kelime ile Kurân’dan başka bir şeyin kastedildiği açıktır. Buradaki “…el-kitabın âyetleridir.” şeklinde Kurân’dan önce zikredilmiş bir kullanım mevcuttur. Kurân bazı yerlerde “el-kitap” kelimesi ile Kurân’dan önceki kitapları, özellikle de Tevrat’ı kastetmektedir. (Bkz. Furkân:35, Sâffât:117, İsrâ:2-4, Hûd:17-110) Kurân ise bu insanlıkla yaşıt öğretinin son halkasıdır.
Taberî’ye göre “kitap” ile kastedilen -bugün Kitâb-ı Mukaddes diye anılan- Tevrat ve İncil gibi önceki kitaplardır. Kurân ise o zaman henüz tamamlanmadığı için bütününü değil, inzal edilmiş olan kısmıyla okunan anlamında “kurânımübîn” ile ifade edilmiştir. Taberî, bu görüşü Mücahid ve Katade’den rivâyet etmektedir. İncelendiğinde, sûredeki konuların tahrife uğramış bir şekilde Kitab-ı Mukaddes’te de yer aldığı görülmektedir. Önceki vahiy mensuplarına Kurân “ehlikitap” demektedir. (Bkz. Bakara:109, Âli İmrân:64) Bu sûrede tevhit(elif), şirk(lâ), âfetler ve akıbetleri(râ) konu başlıkları etrafında bir anlatım olacaktır. Yûsuf sûresinin sonu ile Hicr sûresinin ilk âyet arasında mana birlikteliği de vardır. Yûsuf sûresinin sonu olan 111. âyet şöyleydi: “Bu uydurulmuş bir hadîs değildir ve lâkin onların ellerindekini tasdîk eder (el-kitap) ve her şeyi tafsîl eder (kurânımübîn). Ve mümin bir kavim için hidâyet ve rahmettir.” Böylece Hicr sûresine bir geçiş yapılmaktadır. Yûsuf sûresinin sonlarında “mümin” kavramı işlendikten sonra burada ise “müslim” kavramı işlenecektir.
2- Bazen kâfirler teslimiyeti temenni eder.
Rûbe kelimesi şeddeli de, şeddesiz de okunur. Nâfî ve Asım, ilk kelimeyi şeddesiz olarak rubema, diğer kıraat imamları ise şeddeli olarak rubbema şeklinde okumuşlardır.(Râzî) Aslında azlık manasını ifade eder. Burada zamansal bir anlatım olması kelimeye “bazen” gibi azlık ifade eden bir mana vermemize sebeptir. Kelime Kurân’da sadece bu âyette geçmektedir. Hakîkati örtenlerin; Müslüman adı verilen barışa, huzura, sulh yani İslam’a teslim olma temennisi anlatılmıştır. Bu anlatılırken sevgi anlamına gelen “vedd” kökünden bir kelime seçilmiştir. Kelime “yeveddu” kalıbıyla Meariç 11’de “…evlatlarını fidye olarak verebilmeyi temenni eder.” şeklindedir. Temenni kelimesi ayrıca âyette geçen “lev/keşke” edatını da karşılamaktadır. Bazen bir Arapça kelimenin karşılığı birkaç Türkçe kelime iken, bazen birkaç Arapça kelimeyi bir Türkçe kelime karşılamaktadır.
Teslimiyet şeklinde meal verdiğimiz “muslimin” kelimesi “s-l-m” kökündendir ve Kurân’da 140 yerde bu kökten kelimeler; İslam, selam, teslim gibi manalarında kullanılır. Müslüman olmayı temmeni etmek, din değiştirmeyi içerse de bundan ziyade ateşkes isteğidir. Zîra Kurân’da Müslüman, teslim olma manasında şöyle kullanılır: (Hz. Süleymân dedi ki:) "Ey melleler! Onlar teslim olmak (muslimîn) üzere bana gelmeden önce, onun arşını hanginiz bana getirir?" (Neml:38) Peki, neden kâfirler bazen müslim olmayı, teslim olmayı temenni eder? Zîra insan, fıtratı gereği savaşa değil, barışın oluşturduğu huzur hâline teslim olmaya meyyaldir. Mekkeli müşrikler de ara ara bunu temenni etse de sömürüye dayalı, çıkarlarına ters olan bu yeni konjonktürü bir türlü kabullenip Hz. Peygamber’in İslam/barış öğretisine tam bir teslimiyet göstermemişlerdir. Sonuç olarak mümin güvenen, müslim ise güvendiği-inandığı değerlerler istikâmetinde yaşayarak teslimiyetini ispatlayana denilmektedir. Bu kavramsal çatıdan sonra devam eden âyetlerde Hz. Peygamber’in artık Mekkelilere değil de dışarıdan gelenlere tebliğini yönlendirmesi önerilecektir.
3-Onları bırak! Yesinler ve metâlansınlar ve emel onları oyalasın! Oysa yakında bilecekler.
Yülhî kelimesi, “lehâ” yahut “el-lehv” kökünden gelmekte ve “eğlenmek, vakit geçirmek, oyalanmak, ziyan etmek, boşa geçirmek” manasını cümleye katmaktadır. (Bkz. Tekâsür:1) Emel, kelimesi “reca”, “tamah”, “arzu” ve “istekten” ayrıdır. Arzu önceden deneyimlenmiş olanlar, istek ise deneyimlenmemiş hedefleri anlatır. Tamah kısa, reca orta, emel ise uzun vadeli beklentileri ifade etmektedir. Burada Mekkeli müşriklerin uzun vadeli dünyevî beklentilerinin müslim olmaya nasıl engel oluşturduğundan bahsedilir. Âyette geçen “emel” kelimesi, dinî terminolojimizde genellikle “tûliemel” olarak ifade edilir. Tûliemel, kişinin dünyaya tutkunluğu, âhireti unutması, kendisini bekleyen akıbeti umursamaması, böylece “açgözlü ve tüketen bir hırsla çevresindekilere zarar vermesi, uzun vadede hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya aşırı bağlanması” olarak tarif edilir. İnsanın fâni olana ilişkin hedefleri, hayalleri ve istekleri bâkî olanın önüne geçmemelidir. Bâkî olan insanî değerlerin, takvanın ve erdemin yerini fâni olan dünyevî çıkarlar alırsa insan dünyevî emeli için her tür kötülüğü ve aldatmayı yapabilir. İşte bu yasaya işâretle sûre şöyle devam eder:
4- Ve biz hiçbir karyeyi malûm bir kitap olmaksızın helâk etmedik.
Karye, “ka-re-e” kökündendir ve insanların toplanıp yaşadıkları küçük yerleşim yerleri manasına gelir. Kitâbun malûm, herkes tarafından bilinen malûm kitap/yasa demektir. Kitap ile önceden belirlenmiş kaide ve kurallar, değişmez sünnete bir âtıf vardır. Herkes dere yatağına ev yapmanın yanlış olduğunu bilir; ancak menfaatler çoğu zaman malûm olan hataları insanların yapmasına sebeptir. Tıpkı Mekkeli müşriklerin düştüğü hatalarda olduğu gibi. Yaptıkları din ticaretinin, insanları zulümle sömürünün, aldatmanın yanlış olduğunu bilmelerine rağmen sürdükleri saltanat güç odaklı tasavvurun yaşamasına sebep olmuştur. Bu tutumun uzun vadede zarar verdiğini bazen kendileri de görmelerine rağmen hatada ısrarlarıyla maddî ve manevî helâklerini kendileri hazırlamıştır. Kurân eski kavimler üzerinden eskimeyen ibretlik uyarılar yapmaya, ilâhî yasaları hatırlatmaya devam etmektedir.
5- Hiçbir ümmet, ecelini öne alamaz ve tehir edemez.
“Ümm” kelimesi Kurân’da kelime anlamıyla hem anne hem de ana, asıl, temel, uygun karşılık anlamlarında kullanılmıştır. Ecel; bir vakit, bir zaman dilimi, süre veya bir vaktin sonu demektir. Eceli öne alma, Hz. Peygamber’in müşriklerin meydan okumalarına karşı mucizevî bir şekilde onları helâk ile cezalandırmasıdır. (Bkz. “Eğer sen sâdıklardansan, o takdirde bize vaad ettiğin şeyi getir.” Dedi ki: “Onu size ancak Allah dilediyse getirir. Ve siz, âciz bırakacak değilsiniz.”) (Hûd:32-33) Önceki resûllerden istenen bu güç gösterisi, Hz. Muhammed’den de istenmiştir. Eceli uzatma ise dünyadaki saltanatın bâkîliği üzerindendir ki bunun da bir sınırı, eceli olduğu belirtilmiştir. (Ayrıca toplumsal ecelin tehir edilemeyeceği konusu için bkz. Arâf:34, Yûnus:49) Toplumları bir arada tutan ortak değerlerdir. Bu ortak değerler, başka bir ifadeyle mal, can ve namus güvenliğinin olmadığı topluluklar ana/ümm unsurlardan mahrûm demektir ki ümmet olamamış bu güruhlar yıkılmaya mahkûm olur. Mekkeli müşrik kâfirlerin bu ana, asıl, temel kurallardaki bozukluklar, sonlarını getirmiştir. Böyle bir durum ile sona ulaşan, yani eceli dolanlar için geri dönüş noktası/son çıkış, kaçmış olacağı için süreci kimsenin durduramayacağı ilâhî yasasına âtıfla son pişmanlığın fayda vermeyeceği gerçeği hatırlatılmıştır. Günümüzde ümm denilen insanî ilkelerin zayıflaması, lüks, konfor, tez elden servet edinme ve israfın bulaşıcı bir hastalık gibi yayılması, bunu engelleyecek insanî ve ahlâkî erdemlerden mahrûmiyet, maddî hayatla manevî hayat arasındaki dengeyi bozmuştur. Bu durumda fakîr, daha fakîr; zengin, daha zenginleşir. Bunun tabiî neticesi olarak toplumda büyük çalkantı, huzursuzluk ve sürtüşmeler baş gösterir. Ahlâk ve erdemi tıpkı bir gem gibi israf, lüks ve gösterişin ağzına vurmazsak insanlığın yoldan çıkması kaçınılmaz olacaktır. Bu hâl, sinsi bir helâke doğru sürüklenildiğinin göstergesidir.
6-Ve dediler ki: “Ey kendisine zikir indirilen! Muhakkak ki sen, mecnûnsun.”
Elçilere “mecnûn” demek müşriklerin ortak suçlaması olup daha önceki peygamberlere de aynı şekilde lakaplar takılmıştır. (Bkz. Kalem 2-51,Tekvir:22, Şuarâ:27, Kamer:9, Tûr:29, Zâriyât:39-52, Sâffât:36) Araplar, görünmeyen dünya hakkında ilk elden bilgi sahibi olan kimselerin bu bilgiyi “cin” denilen gizli varlıklarla rûhsal ilişki kurarak aldığına inanırdı. Cinlerle iletişim kurana kâhin, cinlenmiş olana şâir ve cinin hâkimiyetine girmiş olana da “mecnûn” derlerdi. (Bkz. Mecnûn ve şair münasebeti için Saffat:36, “kâhin ve mecnûn münasebeti için.” Tûr:29) Mecnûn; cin adı verilen ve bilinmeyen, kimsenin görmediği bir kaynağın/gücün tesirinde hareket ederek irâdesini kaybetmiş, âdete cinlerin kölesi olduğu için kendisinin zararına işler yapana denilmektedir. Bu tutumu yüzünden aklî melekelerini yitirip mantıklı davranışlar ortaya koyamayan delilere de sonradan mecnûn denilmiştir. İnzal edilen mübîn âyetler, her ne kadar fıtrî ve insanî olsa da resûl üzerinden anormalleştirme çabası burada kendisini göstermiştir. Amaç, resûlun getirdiği zikri (hatırlatmayı/öğretiyi) zayıflatmaktır.
7- Eğer sâdıklardan isen bize melekleri getirmen gerekmez miydi?
Bir önceki âyette cinlerin kontrolünde olan manasındaki mecnûn iftirasının ardından bu âyette meleklerin getirdiği vahyin doğrultusunda hareket ettiğini iddia eden resûlden bu iddiasını somut olarak ispatlaması istenmiştir. Ayakları yere basan ve gâyet anlaşılır emirler vaaz eden vahyi olağanüstü bir duruma sokmak için Mekkeli kâfir müşrikler Allah Resûlü’nden sürekli mucizeler istemişlerdir. (Bkz. İsrâ:90-93) Tıpkı diğer resûllerden istenildiği gibi. Kurân, Allah’ın sünnetine ve imtihana aykırı bu tür istekleri şu şekilde cevaplamıştır:
8-Biz haklı bir gerekçe olmaksızın melekleri indirmeyiz. Ve o zaman, onlara göz açtırılmazdı.
Buradaki “bil-hakk” ifadesi gerçek bir amaca mebnî olmadan meleklerin inmeyeceğidir. Bu gerekçe de, ancak imtihan dünyasının bittiği ve hesap gününün başladığı son saattir. (Bkz. “Rabbin ve saflar hâlinde melekler geldiğinde, o gün cehennem de getirilir. İşte o gün insan, hatırlayıp anlar. Ama hatırlayıp anlamanın ona ne yararı var?”) (Fecr:22-23) Bu andan itibaren artık insanın doğruyu, selâmı, barışı ve huzuru tercihinin, hakîkati görmesinin hiçbir faydası olmayacağı “Onlara göz açtırılmazdı.” ile ifade edilmiştir.
9-Muhakkak ki zikri, biz indirdik. Ve onu muhafaza eden elbette biziz.
Kurân’ın Allah tarafından korunduğu ve korunacağı konusu, üzerinde çok tartışılan bir husustur. Özellikle İslâm dininin mensubu olmayan araştırmacılar, bugünkü Tevrat ve İncil’in orijinalliğinin korunamadığının bu din mensuplarınca bile kabul edilmesinden olsa gerek, Kurân’ın da tahrife uğradığını ispat için gayret göstermektedir. Bu âyette Kurân değil, tüm vahiylerin ortak ismi olan “zikir” kelimesinin seçilmesi manidardır. Peki, şimdiye kadar inen tüm vahiyler korunmuş mudur? Esasen burada ilâhî manaların insan idrakine nüzulünden sonra mushafların korunmasından bahsedilmez. Tüm resûllerin vahyi kaynağından hedefine kadar korunaklı bir şekilde ulaştırmasından bahsedilir. Bu ifade 6. âyette Allah Resûlü’ne mecnûn diyenlere de bir cevaptır. Zîra hiçbir resûlün vahiy alma sürecinde bu zikre şaibe bulaşmamıştır. Ancak Mushaf hâline getirilirken kasıtlı veya kasıtsız özü etkilemeyecek tahrifatlar olmuştur. Kurân insana yerleştirilen vicdan âyeti ile de mutabıktır. Bu durum, zikrin korunmasının bir başka yoludur. Zîra âyette biz (nahnu) denilerek muhafazanın çok süreçli ve katmanlı mahiyetine bir gönderme yapılmıştır. Allah seçtiği resûlleri ile muhatabın fıtratına uygun, kalbini tatmin eden mesajını, şaibeden uzak, güvenli bir şekilde indirmiştir. (Bkz. “Ve muhakkak ki O, gerçekten âlemlerin Rabbinden indirilmiştir. Onu, Rûhu’l-Emîn senin kalbine uyarıcılardan olman için indirdi.” Şuarâ:192-194) Buradaki eminlik Hicr 9’daki çok boyutlu muhafaza sürecinin başlangıcı ve sebebidir. Bu korumanın önceki resûller için de geçerli bir sünnet olduğundan ayrıca fıtrî ve evrensel oluşundan bir sonraki âyet şöyle bahsedilecektir:
10- Ve doğrusu senden önceki taraftarlara da gönderdik.
Sözlükte “tâbi olmak, desteklemek; şâyi olmak, çoğalmak” anlamlarındaki şiyâ‘ kökünden türeyen şîa kelimesi “taraftar, yardımcı, destekleyici; bir işi gerçekleştirmek için bir kimse etrafında toplanan grup” manasına gelir. Müfredi şîî biçiminde kullanılır. “Yandaş ve taraftar” anlamını kazanmıştır. (Bkz. Rûm:32, Kasas:4, Sâffât 83) Burada ilme dayalı olmayan zannî bir duygu etrafında kümeleşmiş taraftarlar manasındadır. Bu fanatizm, resûllerin fıtrî, arı duru sözleri olan hakîkatleri sağlıklı değerlendirmede duygusal engeller oluşturmuştur.
11-Onlara bir resûl gelmedi ki, onunla alay etmiş olmasınlar.
Resûllerle istisnasız olarak neden alay edilmiştir? Zîra Allah’ın resûlleri, her şeyden evvel alay edenlerin rahatsız olacağı bir mesaj getirmiştir. Eğer bir kişi kendi doğrularını savunmak için başkalarının düşünceleri ve inançları ile alay ediyor veya onları aşağılayacak şekilde küçük düşürüyorsa bu kibrin göstergesidir. Kendi davasının doğru olduğuna tam olarak inanan, ahlâklı ve erdemli insanlar bu tarz yollara başvurma ihtiyacı duymaz. Maalesef geçmişte ve günümüzde başkasının hatası veya kusuru üzerinden alay etmek için fırsat kollayanlar hep olmuştur. Alay mümin tavrı değil, âyetlerde görüldüğü üzere müşrik tavrıdır. Suçlular suç, günahkârlar günah, kusurlular ve hatalılar hep hata ve kusur arar. Zîra buldukları üzerinden kendi suçlarını ve eksiklerini örtme derdindedirler. Ayrıca bu tutum, yapılan hataları normalleştirme çabasının bir sonucudur.
12- İşte böylece onu mücrimlerin kalplerine sokarız.
Nesluku ipliğin, iğnenin deliğine; mızrağın, insanın karnına girmesi gibi bir şeyin bir şeye girmesi demektir. (Krş. “Sizi sekara sokan nedir? Müddessir:42) Müfessir ve mütercimlerin çoğunluğu 12. âyetteki “…onu kalplerine sokarız.” cümlesindeki “onu” zamirinin bir üsteki âyette geçen “alay” olduğu görüşündedir. Biz de aynı görüşteyiz. Alayın kalbe girmesi, ciddi konuların o dimağlarda yer bulmasına engel olmaktadır. Onların bu tutumları, kalplerine imânın girmesine de engeldir. Gayriciddîlik, hak ve hakîkatlere önem vermeyenlerin kadîm hastalığıdır. Oysa hayatî konular alaya alınmayacak kadar değerli görülmelidir. Önemli konuları sürekli sulandırmak, zayıf karakterli insanların sorumluluklardan kaçmak için tercih ettikleri zafiyet taşıyan bir eylemdir. Buna mukabil suçsuz, dürüst ve erdemli bir hayat yaşayan insanların kalbine zikrin girmesi çok daha kolaydır. Bu kimseleri Kurân şöyle tarif eder; “Bunlar, inanan ve kalpleri Allah’ın zikri ile mutmain olmuş kimselerdir.” (Râd:28) Çünkü yaşantıları ile vaaz edilen değerler mutabıktır. Suçu ahlâk hâline getirmiş birine zikri tebliğ etmek, onların suçlarını alenileştirir. Dolayısıyla burada bir nevi, vahiy ile mücrimlere ayna tutulmaktadır. Öz eleştiri yapıp tevbe edebilenler düzelirken, hâlindeki kötülüğü aynadan bilip alay edenler, ağlanacak hâllerine gülerek durumu hafifletmeye çalışır.
13- Evvelkilerin sünneti geçti ve buna rağmen onlar, ona inanmıyorlar.
Ciddiyetsizliğin akla yerleşmesi hayatî konuların birer inanç akîdesine dönüşmesini engeller. Buna dair ilâhî yasayı âyette hatırlatılmıştır. Alay, kandırma, yalan ve suçun ahlâk olduğu kalbe imân giremez. Bu Allah’ın sünneti/yasasıdır ki, bu sünnetten hiçbir nesil arî değildir. Şimdi bu yasanın nasıl işlediğine dair somut bir örnek verilecektir.
14-15- Ve onlara semâdan bir kapı açsaydık, böylece oradan yükselseler bile mutlaka derlerdi ki: “Gözlerimiz bağlandı. Üstelik biz büyülenmiş bir kavimiz.”
Sükkira kelimesi “kabı doldurmak, akan suya set yapmak, kapıyı kapatmak, rüzgârın dinmesi, hararetin yatışması, gözü bakmaktan alıkoymak” manalarına gelen sekera’den gelmektedir. Sekira kalıbı, “sarhoş olmak, havuzun dolması, öfkelenmek”, sükira kalıbı, “gözü bağlandı, deniz sakinleşti”, es-sekr kelimesi ise, “sarhoşluk veren madde” demektir. “Sekerat-ı mevt” ölüm sarhoşluğudur. Bu âyette gözlerin “dönmesi”, gözlerin “boyanması”, gözlerin “bağlanması” manalarına gelmektedir. Aklın görülenleri doğru yorumlayamaması anlamında kullanmışlarıdır. Bu hali de sihre, büyüye bağlamışlardır.
Meshûr kelimesi “büyülenmiş” anlamına gelmektedir. Ama onun “bozulan” manası da vardır. Arapçada “iyi hazırlanmamış yemek” için de meshûr kelimesi kullanılır. “Lüzumundan fazla yağmur yağıp da bozulan yer” için de meşhûr kelimesi kullanılmaktadır. (Bkz. Müddessir:24, Krş. İsrâ:47) İmân ahlâkî bir mertebedir. Bu mertebeyi hak etmeyen, teslimiyet için sürekli mucize ve kerâmetler arar. Bunu bulamayınca onları hayalinde üretir. “Allah neden önceden belirlediği yasaları bozarak insanları imân ettirmez?” sorusunun yanlışlığı, imân kavramı ile alâkalı kavramsal çatının bozukluğundan kaynaklıdır. İmân yolun başında girilen bir kapı değil, sarp yokuşu çıkmaya benzetilen insanî değerleri yerine getirme sonucu elde edilen bir mertebedir. (Bkz. Sonra imân edenlerden olmak. Beled:17) Bilimsel gerçekliğin temelinde farklı zaman ve mekânlarda farklı insanların yaptığı gözlem sonucunda aynı sonuca ulaşmak yatar. Kurân bunun yapılsa bile, ön yargılı ve saplantılı kişilerin gerçeği hak edecek bir yaşantı sürmedikleri için hakikati kabul etmeyeceğini farzımuhâl bir örneklikle hatırlatmaktadır. Gayb, her zaman imân ve imtihan konusu olmaya devam edecektir. Şimdi gaybî konuların nasıl sûistimal edildiğine dair somut bir örnek verilecektir.
16- Ve doğrusu biz semâda burçlar kıldık. Ve bakanlar için onu süsledik.
Burûc kelimesi burc’un çoğuludur. Tek hisarlı kale, kale duvarlarının üstüne yapılmış çıkıntıdır. Gökteki takımyıldızların da sûrların üzerinde yanan meşalelere benzetilmesiyle onlara da burç denilmiştir. Zamanla belirli bir şekil ve sûrete benzetilen sabit yıldız kümeleri ve Dünya’nın Güneş etrafındaki bir dönüşünün on iki bölümünden her birini temsil eder olmuştur. Koç, Kova, Akrep, Aslan, Terazi vb. burçları gibi göksel duraklar anlamında kullanılmıştır. Gökte bu on iki burcun bulunduğu sahaya “mıntıkatu’l-burûc” yani burçlar kuşağı (Zodyak) ismi verilir. (Bkz. Burûc:1) Hayvan veya eşya şekillerine benzetilerek uydurulan burç isimleri olan takımyıldızları insanları tarih boyunca meşgûl etmiştir. Gökyüzündeki yıldız kümeleri bakanlar için sadece süs hükmünde iken maalesef buna olmadık manalar yüklenmiştir. Bu âyete göre burçların hakîkatte bir karşılığı yoktur. Bu burçlara ilâhî, ulvî manalar yüklemek veya bunların karakteri belirleyen, anlatan şekiller olduğuna inanmak, bunlara olmadık güçler transfer etmek Hicr sûresi 17. âyete göre kovulmuş şeytân işlerindendir. Bu meşgûliyetin genel adına “Astroloji” denilmiştir. Astroloji bir hurafe niteliğinde insanlığı meşgûl etmiş ve etmeye de devam etmektedir. Okuduğumuz pasaj bu konuya dikkat çekmektedir.
17- Ve biz, onu recmedilmiş her şeytândan muhafaza ettik.
Şeytân’ın sözlük anlamı kısaca, “haktan uzak olan” demektir. Bir kavram olarak şeytân, hakka ve akla aykırı hareket eden her tür duygu, düşünce, eylem, kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik sıfatıdır.
Racîm, hem fâil hem de mefûl manasına gelir. (Bkz. Tekvir:25) Recm, zanna dayanarak söz söylemek, bir şey ortaya atmak manasını da ifade eder. Gaybı taşlayarak karanlığa kurşun sıkmak manasında (recmen bil gayb) kalıbı ile Kehf 22. âyetinde kullanılmıştır. (Râzî) Asılsız söz söyleyen, bol keseden atan, iftira atan demektir. Allah burada yasalarından bahseder. Bazı insanlar bu tür gök cisimlerini kullanarak karakter analizi yapar, fal bakar, burç belirler ve gelecekten haber verir, yıldızlama yapar. Farklı boyutlardan/âlemlerden bilgi edinmeyi engelleyen muhafazalı bir yaratılma söz konusu olmasına rağmen gaipten haberler getirenleri, bir şeyler duyduğunu söyleyen şeytânsı insanları Kurân şöyle uyarır:
18-Ancak kim duyma hırsızlığı yaptıysa artık onu görünen bir ateş parçası takip etti.
İsteraka fiili, genellikle “kulak hırsızlığı yapan” diye çevrilmiştir. Bu fiil bu kalıpla Kurân’da sadece burada geçer. Fiilin üç harfli hâli olan “se-ra-ka”nın anlamı “Çaldı, hırsızlık etti.” demektir. Konumuz olan beş harfli kalıp ise bilgi hırsızlığı demektir. Konu gaybî haberlerdir. Şihâb ise “ateş alevi” demektir. (Bkz. Saffat:10)
Görünmeyen âlem hakkında atıp tutmak, apaçık (şihâbun mubîn) saldırılara kişiyi maruz bırakacaktır. Zîra insanların korkuları, kaygıları, zaafları üzerinden spekülasyon üretip buradan rant devşirmek, aslında ateşle oynamaktır. Rabbimiz bu kulları da bunlara tâbi olanları da o dönemin algısına uygun örnek ve kelimelerle uyarmaktadır. Dinden, inançlardan beslenenleri meşrû bilgi kaynaklarına Hicr sûresi sürekli yönlendirecektir. Gaybî konularda ileri sürülenlerin istikrarlı olarak doğru çıkmaması, gözlem ve deneyle ispatlanmaması, yapanları takip eden ve eninde sonunda onları rezil eden iddiaları caydırıcı benzetmelere konu olmuştur.
Câhiliye döneminde Arap kâhinleri, kendilerinin özel cinleri ve şeytânları bulunduğunu, bunların gökten semâvî ve semaî haberler getirdiğini, bu sayede gaybı bildiklerini iddia ederlerdi. Hatta bu yüzden putperestler, Kurân’nın bir kâhin sözü, dolayısıyla Hz. Peygamber’in de kâhin olduğu iddiasında bulunmuşlardı. Fakat Allah bu iddiayı açıkça reddetmiştir. (Bkz. O bir kâhin sözü değildir, Hakka:42) Konumuz olan âyetler de bu kadîm hurafelere dayalı iddiaları cevaplanmaktadır. Âyetin, üslûbundan bu tür işlerle insanları kandıranları o dönemin algısıyla uyardığı anlaşılmaktadır. 6. âyette Allah Resûlü’ne “Mecnûnsun!” diyenlere onun mecnûn yani cinlerin kontrolüne girmediği cevabı verildikten sonra burada resûlünün ne yıldızlara bakan bir müneccim ne de göğü dinleyen, böylece gaybı bildiğini iddia eden bir kâhin olduğuna dair iddialarını reddetmiştir. Böylece sahte bilgiye ve bilgi sahtekârlığına dikkat çekerek sahih bilginin önemini vurgulamıştır.
19- Ve yeryüzünü uzattık ve oraya ağır katmanlar yerleştirdik. Ve orada her şeyden orantılı bitkiler yetiştirdik.
Yükseklik ve alçaklıklarla yeryüzünün yüzey alanı genişletilmiş, böylece zengin bir bitki örtüsü ve biyoçeşitlilik yaratılmıştır. Arapçada dağ cebeldir. Revâsî ise “ağır basan, oturaklı” demektir. Revâsî yer kabuğunu oluşturan katmanlar yani plakalardır, levhalardır. (Yerin katmanları için Bkz. Talâk:12) Başlıca katmanlar şunlardır: Pasifik, Kuzey ve Güney Amerika, Avrasya, Afrika, Hindistan ve Antarktika levhasıdır. Küçük levhâlar ise Kokos, Karayip, Nazka, Anadolu ve Arap levhasıdır. Bu levhalar magma üzerinde hareketlidir. Levhaların birbiri ile çarpışması yüksek basınçlı magma hareketliliği dağ ve sıra dağların oluşumuna sebeptir. Aslında cebel, revâsînin dışarı çıkmış görünen ucudur. Dağdan katbekat fazla, bir de onların dağ kökleri olan levhaların uzantıları vardır. Asıl mucize hayatın olmadığı dev yıldız kümelerinde değil, şu hayatın yaratıldığı muazzam yeryüzündedir.
20- Ve sizin için orada geçimlikler kıldık. Ve siz rızık veren değilsiniz.
“Siz rızık veren değilsiniz.” cümlesi kâhinlerin, cincilerin, medyumların, daha çok insanları rızık konusunda korkutup kandırdıklarını göstermektedir. Zaten âhirete inanmayanların en zayıf yanı da rızık ve azık konusudur. Dünyadaki yalanın, aldatmanın, zulmün inançlar üzerinden yapılan sûistimallerin ilk sebebi âhiretsiz bir tasavvur ile dünyalıkların geçici bir geçimlik olduğunu unutup hırsla daha fazlasını istemektir.
21- Ve hazîneleri bizim yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Ve malûm bir kader olmaksızın onu indirmeyiz.
Hazâin kelimesi, “hizâne“nin cemidir. Hizâne ise, içinde bir şey biriktirilip korunan yer demektir. “Hizâne” aynı zamanda, “biriktirip korumak” (hazinelemek) manasında bir mastardır. Nitekim birisi, bir şeyi hazînesinde (kasasında vb. yerde) koruyup topladığında kullanılır. Bütün müfessirler, âyetteki bu tabir ile yağmurların kastedildiği görüşündedir. Çünkü yağmur; insanların, kuşların ve yabanî hayvanların geçimlerinin ve rızıklarının sebebidir.(Râzî) Hazâin; bir şeyin var edilmesi, terkip edilmesi, icat edilip kotarılması ve kullanıma sunulmasını ifade eder (Zemahşerî).
Kaderin malûm, canlı veya cansız, tüm varlıkların -kimyasal, fiziksel, biyolojik olarak- belirli ölçülere sahip oluşunu ifade eder. Her biri belirli bir formülle meydana getirilmiş ve her birinin kâinattaki fonksiyonu yine belirli ölçülere göre ayarlanmıştır. Bu da, evrendeki hiçbir şeyin tesadüfî olmadığı, hepsinin akıllı bir tasarım sonucu oluşturulduğu anlamına gelir. Varlığın evre evre yani evrimle zaman içinde oluşması bunu var edenin olmadığı anlamına gelmez. Var eden mahlûkatı evrimle kemale doğru geliştirmeyi murat etmiştir. Hak etmeyen hiçbir varlık canlılar âleminde neslini devam ettiremez. O yüzden evreli bir imtihan alanı yaratılmıştır. Doğal seleksiyon buna tipik bir örnektir. Kâinatın ve içindeki bütün varlıkların kaderi “ölçüdür”. Bu ölçü ve sonucunda denge bozulursa canlılık biter. Yağmurun da bir ölçüsü, bir kaderi vardır. Bu ölçüyü ruhbânlar, şamanlar, kâhinler belirlemez. Onlar size ne rızkı arttırabilir ne de azaltabilir. Önceden malûm olan ölçüde, kaderde her şey gerçekleşir. Bu ölçü bozulursa rahmet bir anda âfete dönüşür. (Bkz. “Mîzânı bozmayın!” Rahmân 8) Âyetlerde hep “biz” çoğul kullanımı, konan ölçünün aşamalı ve çok boyutlu süreçler olduğunu ifade etmek içindir. Zîra yağmur üzerinden süreç şöyle öğretilir:
22- Ve biz, rüzgârları yüklü olarak gönderdik. Böylece semâdan su indirdik. Öyle ki sizi onunla suladık. Ve onun hazînedârı siz değilsiniz.
Hareket eden hava anlamına gelen er-rîh kelimesinin çoğulu er-riyâh’tır. Âyette rüzgârın hem yüklü bulutları taşıyıcılığına dikkat çekilerek aşılayıcı olarak gönderildiği de ifade edilmektedir ki, bugün bilim, yağmurun yağmasında rüzgârın büyük rol oynadığını; aynı zamanda bitkilerin tohumlarını, polenlerini taşıması sûretiyle onları aşıladığını keşfetmiştir. Burada gökten inen suların yer katmanlarında tıpkı bir hazîne gibi stok edildiği ve buralardan canlıların ihtiyacının karşılandığı ifade edilmiştir. Aslında düşündüğümüzde asıl hazînenin, hayatın olmazsa olmazı olan temiz su kaynakları olduğu anlaşılacaktır. Su, canlılığın başlaması ve yaşamını sürdürmesi için hayatî önem taşıyan, dünya üzerindeki en önemli mucizevî maddedir. Her türlü yaşamın kaynağı olan su, 4,5 milyar yıl önce Dünya oluştuktan yüz milyonlarca yıl sonra yabancı bir madde olarak donmuş parçalar hâlinde uzaydan geldi. O sırada gezegenimiz yanardağların sürekli patladığı kupkuru ölü bir yerdi. Suyun semâdan ilk olarak indirilmesi bu şekilde de yorumlanabilir. Ne gaybı bilme gücü ne de yaşamı var etme imkânı insanoğlundadır. Bu hakîkat “Siz onun hazînedârı değilsiniz.” kaydı ile âyette hatırlatılmıştır.
23- Ve muhakkak ki biz, sadece biz hayat verir ve biz öldürürüz. Ve vâris olanlar biziz.
Hayatın nasıl filiz verdiği ve sürdürülebilir olduğu yağan yağmur ve su kaynakları üzerinden örneklendirilmiştir. Çoğul kullanımlar, yine süreçlere/evrelere âtıf yapılmasındandır. Zîra hayatın olabilmesi için birçok unsurun doğru zamanda ve doğru yerde, uygun dozda ve şekilde bir arada var edilmesi gerekmektedir. Bu kadar hassas ayarın kendiliğinden oluşma ihtimalinin ne kadar akıl dışı olduğu aşikârdır. Vâris kelimesi, “mala, mülke son sahip olan” demektir. Burada hazîne, hayatın kaynağı temiz su olarak ifade edilmişken her şeyde olduğu gibi bu imkânların da sınırlı ve geçici oluşu hatırlatılmıştır ki, mülkiyet emânet bilinip hebâ edilmesin.
24- Doğrusu sizden öne geçenleri ve geri kalanları da biz bildik.
Âyet “Önce yaşayan ve sonraki nesilleri biz biliriz.” şeklinde de anlaşılmıştır. Mesela yaratılıştan bugüne kadar “önce gelip geçenleri” ve henüz yaratılmamış olup “sonra gelecekleri” bilmişizdir. Bu açıklamayı Katâde, İkrime ve başkaları da yapmıştır. “Önce gelip geçenlerden” kasıt, itaat ve hayırda öne geçenler, “sonra gelenlerden” kasıt, masiyet ve şer dolayısıyla geri kalanlardır. Bu açıklamayı Hasen ve yine Katâde yapmıştır. Zaten âyette “mustakdim” yapılanların takdim edilip sunulması, “muste'hır” ise hiçbir şey sunulmayıp bunu tehir etmek, ertelemek, boş vermektir. Bu manadan dolayı İbn Abbâs mustakdimîn kelimesini, “Allah’a itaat edenler”; müste’hırîni de “itaat etmeyenler” şeklinde anlamıştır. Biz de hayırda, sâlih amellerde öne geçenler ve insanî erdemleri, iyilikleri ve güzellikleri önemsemeyip arkalarına atanlar şeklinde anlamaktayız. (Yorumumuzun gerekçesi için Bkz. “Ve kim zikrimden yüz çevirirse o takdirde mutlaka onun için sıkıntılı bir geçim vardır. Ve kıyâmet günü onu kör olarak haşredeceğiz.” Tâhâ:124) Zaten bir sonraki âyette mahşerde toplanmaya ve hesap gününe dair bir geçiş yapılacaktır.
25- Ve muhakkak ki, o senin Rabb’indir. O onları haşreder. Muhakkak ki o, Hakîm'dir, Alîm'dir.
Yukarıdaki anlatımlarda sürekli biz derken burada haşretme ve hesap için bir araya getirme fiilinin fâili olarak âyet sadece Hâkim ve Âlîm olan âlemlerin Rabbini göstermiştir. Âyetin sonundaki Hakîm ve Alîm esmâları cümleye “kimin ne takdim ettiğini ve neyi tehir ettiğini el-Alîm sıfatı gereği Allah’ın en iyi bildiğini” ve bu yüzden her hükmünde tam isâbet eden el-Hakîm oluşunu gerekçelendirmektedir. (Ayrıca Hakîm için bkz. İnsân:30, Zâriyât:30, Hûd:1, Yûsuf:6-80-83-100. Alîm için ise, İnsân:30, Arâf:200, Mülk:13, Zâriyât:30,Yûnus:36–65, Hûd:5, Yûsuf:6-83-100)
Şimdi suyun insanın yaratılışındaki önemine değinilecektir. Zîra insan vücudu büyük oranda sudan oluşmaktadır. Vücudumuzdaki su oranı yasam sürecimiz boyunca değişim göstermektedir. Yeni doğan bir bebekte vücut ağırlığının %75’i sudan oluşmakta iken bu oran çocuklarda %70, yetişkinlerde %60 ve yaşlılarda %50 şeklindedir. Yetişkin bir insan, bir kısmı yiyeceklerden karşılanmak üzere günde 2-3 litre suya muhtaçtır.
26- Doğrusu biz insanı, “hamein mesnûn olan salsâlinden” yarattık.
Kurân'da beşerin yaratılış süreçleri 7 farklı kavram kullanılarak şöyle sıralanır:
Minsalsâlinke'l-fahhâr: “Ses veren pişirilmiş balçık türünden” (55/Rahmân:14)
Mintîninlâzibin: “Yapışkan bir balçık türünden” (37/Sâffât: 11)
Min hamein mesnûn “Yoğunlaşmış çamur türünden.” (15/Hicr:28)
Minsulâletinmin tinin: “Konsantre bir balçık türünden.” (23 Mü’minun:12)
Mintînin: “Çamur türünden” Sad:71 (6/En’am:2).
Minturâbin: “Toprak türünden” (22/Hac:5)
Salsâl, Kurân’da 4 yerde geçer. Üçü bu sûresinin 26, 28 ve 33. âyetlerinde, diğeri ise Rahmân sûresi 14’te geçer. Orada “salsâlin kel fehhâr” şeklindedir. Manası “İnsanın, fehhâr gibi ses veren salsâlinden yaratılmasıdır.” Salsâl; ses çıkaran demektir. Günümüzde yer altından çıkan jeotermal bacalar fokurdayarak içindeki gazları çıkarmaktadır. Salsâla da zaten ses demektir. Konu şu âyetler ile birlikte düşünülmelidir: “Biz hayatı olan her şeyi sudan kıldık.” (Enbiyâ:30) “O ki sizi tek bir nefisten yarattı ve zevcini ondan kıldı.” (Arâf:189) “Nefsivâhide” bir tek nefisten yaratılmadır. Nefs; nefes alıp veren, can sahibi, hayatı olan gibi manalara gelir. Canlılığın olabilmesi için asgari şart, hücresel seviyedir. Hücre altında artık canlılıktan bahsedilemez. Orada sadece organellerden veya elementlerden bahsedilir. Tüm canlılar “nefsivâhide” denilen o tek hücreden çoğalıp çeşitlenmiştir. Vâhid kelimesi, tek nefsin biricikliğini vurgulayıp öne çıkarmaktadır. Bu tek tohumun eşi de yine onunla aynı türden ve özdendir. Hücrenin kendisini kopyalayıp eşini/zevcini oluşturmasına mayoz bölünme denilmektedir. 4,3 milyar yıl önce deniz sıcaklığı dipte 20 dereceye düştü ve 4 milyar yıl önceye dek okyanus tabanında yüz binlerce, belki milyonlarca alkalin, fokurdayan, ses çıkaran menfezler oluştu. Bunlar da en az 200 milyon yıl boyunca organik moleküller üreterek mikroskobik gözeneklerin içinde bir bulamaç hâlinde karıştı. Sonraki süreçte oluşan organik yapıya Kurân hame demektedir. Dikkat edilirse âyet önce salsâl denilen yer altı sularının ısısı ile fokurdamasından sonra hame, “kokuşup başkalaşarak hüviyetini değiştirmesiyle konsantre balçık seviyesini” ifade etmektedir. Bu sürecin sonu ise “mesnûn” yani “kazanılmış, hak edilmiş” manasındaki sünnete, yasaya âtıf ile sonlanmıştır. Canlılığın böyle bir tekâmül süreci ile başlaması, yaratanın bunu böyle murat etmesinden dolayıdır. Cansız minarellerin can kazanması için bunu hak edecek bir süreçten geçmesi gerekmektedir. Âyet bunu “mesnûn” kelimesi ile ifade etmektedir. Bu mikroskobik yapıların canlanması için ilk kıvılcımın, yani enerjinin verilmesi gerekmekteydi. Bunu da bir sonraki âyet şöyle izah edecektir:
27- Ve cânn’ı daha önce semûm’un nârından yarattık.
Elmalılı’nın açıklamasına göre “cin”, cins isim; “cânn” da sıfattır. Elmalılı, cân ve cin kelimelerinin mâlik ile milk gibi, ikisinin de vasıf olduğunu söylemektedir. Yani esasen anlaşılması gereken cin kavramının görünmeyen bütün varlıkların, cân kavramının ise görülen varlıkların yine görünmeyen enerjisinin adı olduğudur.
Nâr; parlak ve aydın olmak, bir şeyden kaçmak, devenin üzerine damga vurmak anlamına gelir. “N-v-r” kökünden türeyen bu kelime (çoğulu nîrân ve envâr) sözlükte ateş, görüş, alâmet, gövdeye basılan damga demektir. Bu kelime Kurân’da 145 âyette geçmiş ve âhirette günahkârların atılacağı cehennemin bir adı olarak da kullanılmıştır. Nâr, ağaç ve kömürün yanmasıyla meydana gelen bir ateş değil, daha özel/spesifik bir ateştir.
Semûm kelimesi “semme” kelimesinin mübalağalı ismifâilidir. Yani çokça içe işleyen, yakan, kavuran demektir. “Semûm” ayrıca “alev gibi esen sıcak rüzgâr” için de kullanılır. İlk canlılığın başlaması için de bu içe işleyen ateş, yani radyoaktif ışımaların etkisi gerekmektedir. Dikkat edilirse bu enerjinin daha önce var edildiğinden mucizevî bir şekilde Kurân’da haber verilmiştir. Semûm denilen "Kozmik ışınlar dünyayı ışık hızında hareket eden parçacık ve dalga yağmuruna tutar. Bu yüksek enerjili parçacıklar sayesinde kozmik ışınlar, atomlardan elektronları uzaklaştırarak iyonizasyona neden olur. İyonize radyasyon, biyolojik yapılara doğrudan etkisi olan bir enerjidir."(Bozkurt, 2020) Dünyamızın henüz ozon tabakası ve atmosferi tam olarak gelişmediği dönemlerde yeryüzü bu süpernova patlamaları ile oluşan yoğun miktardaki gama ve X ışınlarına daha çok maruz kalmaktaydı. Bu ışımalar hücrelerde yapısal değişikliklere sebep olacak kadar güçlüdür.
26. âyette insanın yaratılışına hamein mesnûn olan salsâlinden başlandığından bahsedilerek sürecin sonunun insan olduğu (beşerden insana) belirtilmiştir. Şimdi insan olmadan önceki beşer seviyesinden bahsedilecektir.
28- Ve hani Rabbin meleklere demişti ki: “Ben mutlaka, "hamein mesnûn olan salsâlin"den bir beşer yaratacağım.”
Beşeran, “bir şeyin olanca güzellik ve çalımlılığıyla ortaya çıkıp görünür hâle gelmesini” ifade eder. (Mekâyîs) Her canlının dışına, cildine “beşera” denilmektedir. İlk bakışta görünen yer olduğu için insan derisine “beşera”, kadınla erkeğin tenlerinin birbirlerine bütünüyle görünür kılındığı için cinsel birlikteliğe “mubaşera” denilmiştir. Müjdeciye beşir denilmesi, müjdeyi alanın mutluluğunun yüzüne yani dışa, tenine yansımasındandır. Görüldüğü gibi beşer tamamen beden ile ilgili iken meleklerin secdesi, o bedenin inşasının akabinde rûh ile ihyası sonucu gerçekleşecektir.
Melâike kelimesi çoğunluğun tercihine göre melek’in çoğuludur. Kelimenin melk’ten türetilmiş olduğunu söyleyenler de “kuvvet, dinamik, güç” anlamına geldiğini ifade ederler. İnsanda bir tavır ve davranışın otomat bir biçimde iyice yerleşik hâle gelmesi de aynı kökten gelen meleke sözcüğüyle ifade edilir. Râzî, Âdemoğlu’nun emrine amâde olan meleklerin özellikle “yeryüzü melekleri” olduğunu söyler. Hz. Âdem’in yeryüzünün halifesi olabilmesi için yeryüzünün güçlerinin/meleklerinin kendisine boyun eğmesi gerekmektedir. Bu güçlere yani tabiat kanunlarına boyun eğdirmenin tek yolu da ilahî bilgi ile donanmaktan geçer. Kurân bu bilgiye, hayata anlam ve amaç katan “rûh” demektedir.
Kurân; suyun hayat için olmazsa olmaz bir hazine olduğundan bahsetmiş, insanın biyolojik yaratılma aşamalarının en başına âtıf yaparak elementer yaratılış sürecine değinmiştir. Diğer tüm canlıların atası olan nefsivâhide sonrası beşere rûh üflemesi ile insanın tekâmülüne devam edilecektir.
29- Artık onu bir seviyeye getirdiğim ve içine rûhumdan üflediğimde, hemen ona secde ederek kapanın!
Ka‘a, insanın dizlerini karnına çekip ellerini yere dayayarak ve sırtını bir yere yaslamışçasına oturmasıdır. Kurtubî bunu “selâm ve saygı” olarak açıklar (Krş. Sâd:72).
Seviye; eşit, eş değer olmak anlamına gelir. Sevvâ kalıbından alınınca düz yapmak, düzlemek, tesviye etmek; elbise ile kullanılınca elbisedeki kırışıklıkları, buruşuklukları gidermek anlamına gelir. Sâvâ kalıbı denk, eş değer olmak anlamına gelir. İstevâ kalıbı düz hâle gelmek, doğrulmak, dik durmak; ‘alâ cer harfi ile de yerleşmek, kurulmak, oturmak, sağlam bir şekilde binmek, iyi pişmek, olgunlaşmak manasını ifade etmektedir. Özetle ham olanı, tam olmayanı belirli bir seviyeye, olgunluğa çıkarmak demektir.
Nefahtu fiili “n-f-h” kökünden gelir. Nefh ise, ağızla veya bir aletle, hava almaya ve onunla şişmeye elverişli olan içi boş bir cisme üflemek, nefes vermek demektir. Burada gerçek bir nefh (üfleme) yoktur, sadece temsilî bir benzetme yapılmıştır. Zîra Allah’a bir akciğer, gırtlak veya dudak isnât etmek, onu bir şeylere benzetmek olur ki bu “Onun misli gibi yoktur.” âyetine ters bir yorum olur. Zaten bir amacı yerine getirmek için üflemek her zaman Kurân’da maddî bir anlamda kullanılmamıştır. Tıpkı şu âyette olduğu gibi: “(Onlar) Allah’ın nûrunu ağızları ile söndürmek istiyorlar.”(Bkz.Tevbe:32 Saff:8). Nefesleri yettiğince, insanlara ışık tutan bilgileri karalamak, söndürmek istemektedirler.
Rûh kelimesi Kurân-ı Kerîm’de 21 yerde, “Rûhu’l-Kudüs” 4 yerde, rûh kelimesi ile aynı kökü paylaşan kelimeler de toplam olarak 57 yerde geçer. İlk geldiği Kadîr sûresinin bağlamında olduğu gibi rûh hayata anlam ve amaç katan, vahyedilen ilâhî bilgidir. Kurân da muhatabına yaşama amacı ve anlamı katan vahyedilmiş bir rûhtur. “Ve işte böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik. Ve sen, kitap nedir ve imân nedir bilmiyordun ve lâkin O'nu “nûr” kıldık. Kullarımızdan dileyeni onunla hidâyete erdiririz.” (Şûra:52)
Hz. Âdem’e lafzen üflenen, aktarılan rûh/ilâhî bilgi şudur: “Ve Âdem’e, isimlerinin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek dedi ki: ‘Haydi sâdıklardan iseniz bunları isimleri ile bana haber verin!’ ” (Bakara:31) Secde emri bu öğretilen/üflenen rûhun ardından gelir. Soru şudur: Bakara 31. âyetteki ‘…sâdıklardan iseniz…’ ifadesi ne demektir? Melekler sadâkatsizlik yapabilir mi? Allah meleklere değil de Âdem’e esmâyı öğretmişken melekler onu nasıl bilebilir? Zîra meleklerin cevabı devam eden âyette şöyledir: “Sübhânsın Ya Rab! Bizim için senin bize bildirdiğinden başka bir ilmimiz ne mümkün, şüphesiz sen Alîm’sin, Hakîm’sin, dediler.’’ (Bakara:32) Âdem’e meleklerin secdesini sağlayan bütün isimlerin öğretilmesi ne demektir? Bütün esmânın Âdem’e öğretilmesine rağmen meleklere arz edilme sebebi nedir? Pasaj şöyle devam eder: "Ey Âdem! Bunlara onları isimleriyle haber ver! Âdem onlara isimleriyle onları haber verince de buyurdu ki: Size göklerin ve yerin gaybını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim, dememiş miydim?" dedi. (Bakara:33) Bu pasaj, meleklerin topluca secdesinden önce yaşananlardır. Bu nedenle iki anlatım birleştirilip anlaşılmalıdır. Bakara sûresinin devamı şöyledir: “Ve meleklere: ’Âdem’e secde edin!’ dediğimiz zaman İblis hariç, hemen secde ettiler. O direndi ve kibirlendi. Ve kâfirlerden (örtenlerden) oldu.’ ’’ (Bakara:34)
Sonuç olarak topraktaki elementler ve su ile oluşan beden ve dumansız/nüfûz eden bir ateşten/elektrik enerjisinden oluşan cân insanın fizyolojik yönünü, rûh ise bu maddî bedene yön veren manevî yönü temsil etmektedir. Şu an karmaşık biyokimyasal ve elektriksel yapımız, metafizik yönümüz olan sevme, düşünme, merhamet edip empati yapabilme melekelerini nasıl kullanabildiği hakkında tatmin edici cevaplar verilememektedir. Meleklerin Âdem’e secdesi konusunda ayrıntılı bilgi için ilk geçtiği yer olan Tâhâ 116’ya bakınız. (Ayrıca krş. Sâd 73, Arâf 11,Kehf 50,İsrâ 61)
30-Böylece meleklerin hepsi topluca secde etti.
Beşere ilâhî bilgiden/rûhtan üfürüldüğü andan itibaren yeryüzünün güçleri/yeryüzünün melekleri ona musahhar kılınmıştır/secde etmiştir. Beşer bu potansiyeli ile ya yeryüzünü daha yaşanılır kılacaktır ya da kendine emânet edilenlere ihânet edip insanlığını ve tabiatın güçlerini, dinamiklerini ifsâd edecektir. Dağların Hz. Dâvud’a musahhar kılınması, demirin yumuşatılması, rüzgârın Hz. Süleymân’ın emrine verilmesi, Hz. İsa’nın körleri ve hastaları iyileştirmeyi bilmesi, aslında Âdem ve Âdemoğullarına üflenen rûh ile kazandıkları eşyânın melekûtunun boyun bükmesine sadece birer örnektir. Ancak insana ve insanlığa başkaldıran unsur hariç.
31- İblis hariç... Secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı.
Kurân; Allah’ın emri sonucu beşere lütfedilen rûhla güzelliklerin, iyiliklerin ve hayırların onda meleke hâline gelmesini meleklerin secdesi ile anlatmıştır. Her tür kötülüğün beşeri, insanî yanlarından nasıl uzaklaştırıp kendisine itaate zorladığını da İblis’in secde etmeyişi ile veciz bir şekilde ortaya koymuştur.
32- Dedi ki: “Ey iblis! Sen niçin secde edenlerle beraber olmadın?”
İblis; hayırsız olan, zarara uğrayan, iflâs eden, şaşkınlığa düşen manalarına gelmektedir. İblis kelimesi Kurân-ı Kerîm’de 11 yerde geçer. İblis, görünmeyen varlıklardandır. (Bkz. “İblis, cinlerden oldu…” Kehf:50) İblis ve Âdem, birer sembol isimdir. İblis şeytânlaşmanın, Âdem adam olmanın prototipidir. İblis ile şeytân kelime ve mahiyet olarak birbirinden farklıdır. İblis’in bir insanla konuştuğuna dair tek bir âyet yoktur. Hatta İblis, ihlâslı kullara hiçbir şey yapamamaktadır. “İblis’in onlar üzerinde hiçbir sultânlığı yoktur.” (Sebe:21) Ancak içlerinden ihlâs ile seçilmiş has kulların müstesna (Sâd:82) Resûl ve nebîler ihlâs sahibi has kullardır. İblis onlara zarar veremez, ancak şeytân verebilir. “Biz senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki o bir şey temenni ettiği zaman, şeytân onun arzusuna şüpheler karıştırmasın. (Hac:52) Şeytân insanlara apaçık bir düşmandır. (Yâsîn:60) Buna karşılık İblis’in düşman olduğunu söyleyen tek bir âyet var mıdır? Nasıl ki Kârûn veya Hâmân sadece Hz. Mûsâ dönemine ait bir karakter ise, İblis de -Şuarâ:95 ve Sebe:20 hariç- Allah ile diyalog boyutunda Kurân’da sadece 9 kez Âdem-İblis kıssası anlatımlarında geçer. Kurân görünen kullara insan, görünmeyen kullara cin demiştir. “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. (Zâriyât:56) Melekler de kuldur ve cinlerden yani görünmeyenlerdendir. Cin bir tür ismidir. Şeytân, kötülüğün sembol ismidir. İblis ise tıpkı Âdem gibi özel bir isimdir. Kim kötülüğe hizmet eder, şeytânî duygu ve düşüncelere boyun eğerse ona kul olmuş demektir. (Bkz. “Ey âdemoğulları! Şeytâna kulluk etmeyin,” Yâsîn:60) Bu hâlin sürekliliği insanı da şeytânlaştırır. Beşer ya ilâhî bilgi olan rûhu kullanıp yeryüzünün halîfesi olacak ya da insana boyun eğmeyen güce/şeytânsı duygu ve düşüncelere boyun eğerek İblis’in düştüğü hataya düşecektir. İnsan, kendisinde var olan akıl, irâde, bellek, dikkat, merak, korku, düşünce gibi zihinsel melekleri (güçleri) arasında, sadece şeytânî olanlar üzerinde tam kontrole sahip değildir. Yani şeytân; bazen, insanın kontrol edemediği bir unsurdur. Kurân, İblis’i de yoldan çıkaran şeytânî duygu ve düşüncelerden bahsederek şeytânın/kötülüğün bir tanrı değil, bir düşman olduğunu şöyle ifade eder: “Muhakkak ki o, size apaçık bir düşmandır.” (Yâsîn:60). İblis, şeytânî vasıfları üzerinde bulundurarak karakter hâline getiren sembol isim iken; Âdem, ilâhî bilgi ile meleklere boyun eğdiren ilk adamdır. İblis’i şeytânlaştıran vasıflardan biri de kibirdir.
33- Dedi ki: “Ben, hamein mesnûn olan salsâlinden yarattığın bir beşere secde etmem.”
Âyetteki “hamein mesnûn olan salsâlinden” ifadesi, toprağın enerji ve nem ile organizmaların yaşayıp çoğalacağı ilk zemini anlatan özel bir kalıptır. İblis, son derece basit hammaddelerden muazzam kompleks bir hâle rûh sayesinde ulaşmış insanın bu son gelişmiş hâlini değil de, ilkel hammadde hâline âtıfla böyle bir cümle kurmaktadır. Aslında burada şunu belirtmekte fayda var: İnsanın geldiği aile, fakîr bir muhitte yetişmesi, geçmişinin yokluk içinde olmasına bakarak o kişi hakkında hüküm vermek yine insanın İblis tarafıdır. Önemli olan insanın nereden geldiği değil, ne seviyeye ulaştığıdır. Aynı şekilde sözde asil, zengin, soylu bir aileden gelmek insanın insan olmasına yetmez. İblis’in düştüğü hata, insanoğlunun bu kadîm yanılgısına da işâret etmektedir. Sâd 76’da bu yanılgı şöyle ifade edilmiştir: “Dedi ki: ‘Ben, ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten ve onu çamurdan yarattın.’ ’’ İblisleşen kafa; hayrı ve üstünlüğü ırkta, yaratılıştan getirilen ve seçilmemiş olanlarda arar. İblis’in ateşten yaratılmasında bir emeği, tercihi, hak edilmişliği yoktur. Ancak İblis, onunla övünerek bunu bir üstünlük, hayır kriteri olarak sunmaktadır. Anne-babadan güzel, güçlü, uzun, yakışıklı vs. şekilde doğmasına rağmen bu hâlinde hiçbir etkisi, tercihi, çaba ve gayreti olmamasına rağmen bunu diğer insanlardan bir üstünlük kriteri olarak görmek ve göstermek İblis kompleksidir, tevazuya engeldir. Önemli olan nereden geldiğimiz değil, ne yaparak neye dönüştüğümüzdür. Zîra kimse ırkını, ailesini, soy-sopunu seçemez.
34- Dedi ki: “Artık oradan çık! Muhakkak ki sen, böylece recmedildin.”
Racîm kelimesi “recm“den fâildir; taşıdığı anlama göre özne de olabilir, tümleç de. “Recm“, taşlamak demektir. Taşlamak söz ile de olur. “Recmenbi’l-ğayb” (gaybı taşlama) deyimi de buradan gelir. Kendisi ile atılan her şeye isim olur. Taş atma veya sözle taşlamanın bir amacı da onu uzaklaştırmak, kovmaktır. Bize göre buradaki racîm kelimesi âyetin başındaki “Artık oradan çık!” ifadesinin delâletiyle “kovulmuş/uzaklaştırılmış” anlamındadır. Kovulma ve çıkma âlâ/yüce bir makama yükselme hedefinden mahrûmiyet anlamında, gözden düşmesi ve kovulmasıyla mekânsal değil, makamsal bir düşüşü ifade etmektedir.
35- Ve muhakkak ki din gününe kadar lânetim üzerinedir.
La’net kelimesi, yapılmakta olan bir eylemden uzaklaştırmak, iyilik ve faydadan mahrûm bırakmak anlamındaki “la’n” kelimesinden türemiş bir isimdir. Eski Araplar bu kelimeyi “ailenin veya sülalenin bir ferdinin dışlanması” anlamına kullanırdı. Emek ve gayretle ulaşılan o yüce ve dolu makamdan dışlanma, uzaklaştırılma, melekler ailesinden kovulup mahrûm bırakılma, lanetin üzerine olması ile ifade edilmiştir. Din günü, verilenlerin hesabının sorulacağı borçluluk günüdür. “Din gününe kadar lânetim üzerinedir.” ifadesi İblis’in hesap gününe kadar ölümsüz kalacağı manasına gelmez. Bu, onun cehennemlik olduğunun tescillenmesi manasındadır. Zîra Arâf:18 şöyledir: “Dedi ki: ‘Kınanmış ve mahrûm olarak oradan çık! Elbette onlardan kim sana tâbi olursa, mutlaka hepinizi cehenneme dolduracağım. “Âdem-İblis” kıssasında kibirli ve âsî olan karaktere hesap gününe kadar mühlet tanınması, kötülüğe izin verilmesi, el-Hayır olan Allah’ı kötülüğe ve suça hâşâ ortak kılmak olacaktır. Bu yöndeki yorumlar iyiliği öldürüp (Âdem) kötülüğü (İblis’i) yaşattığı için bizce hatalı örneklik ve sonuçlar doğuracaktır.
36- "Rabbim, öyleyse dirilme gününe kadar beni gözet!" dedi.
Ba’s, burada ölülerin dirilmesi demektir. Enzir “n-z-r” kökünden gelir. Kurân’da bu kelime, bakış ve gözetme anlamında 129 yerde kullanılmıştır. Nazar, bir şeyi algılamak ve görmek için gözü ve bakışı ona çevirmektir. Bununla bazen düşünme ve araştırmadan sonraki bilgi de kastedilir. “Türkçemizdeki bu konu hakkında görüşün nedir?” cümlesindeki görüş gibi. İblis “Bana mühlet ver!” dememiş, “Beni kolla, gözet, izin ver, seyret!” demiştir. Ancak bu isteği abestir, zîra er-Rakîb olan zaten gözetir, el-Basîr olan zaten yaptıklarını görendir. İblis’in bu boş sözleri, Allah’ın zaten herkesi gözettiğine dair “Sen gözetilenlerdensin.” şeklinde bir sonraki âyette cevaplanacaktır. Zîra Rabbimiz, imtihanda olan tüm kullarını -yaşadıkları sürece- zaten hem gözetmiş hem de onlara mühlet vermiştir. Kullar, hayatları bitip dirilme gününde hesap için huzura geldiklerinde, kendileri için tanınan imtihan süresi bitecektir. El-Halîm olan Allah’ın vaadi İblis’i de kapsamaktadır. Allah, kullarının kazandıkları yüzünden hemen onları hesaba çekip cezalandırmaz. (Bkz. “Ve lâkin belirlenmiş bir zamana kadar onları ertelediği için ecelleri geldiği zaman onlar, anlar ki muhakkak Allah kullarını görendir/gözetendir.” Fâtır:45) Allah günah işleyen hiçbir varlığı cezalandırmada acele etmez. Zîra acele edenler, cezalandırma fırsatını elinden kaçırma ihtimali olan âciz varlıklardır. Sonuç olarak İblis için “Din gününe kadar lanetim üzerinedir.” ifadesinin akabinde İblis’in hemen cezalandırılacağı zannına karşı burada Allah’ın el-Halîm oluşunun hatırlatılması ile İblis’e icâbet söz konusudur.
37- Dedi ki: "Muhakkak ki sen, gözetilenlerdensin!"
Bu âyette “Gözetilensin!” değil de “Gözetilenlerdensin!” ifadesi Allah’ın zaten geçmişten geleceğe böyle bir sünnetinin olduğunu ifade etmek içindir. Bu ifadeden de anlaşılmaktadır ki İblis, ne ilktir ne de sondur. Başka bir deyişle iblisin de uyduğu sembol isim olan şeytân, bazen kötü bir duygu, bazen kötü bir düşünce, bazen kötü bir söz, kötü bir eylem ve sonuçta büsbütün kötü bir insan olarak iç dünyamızda ve aramızda bizler onu yaşatmaktayız. Dolayısıyla Allah’ın mülkünde Allah’ın emâneti ile Allah’a isyan edenler, dün olduğu gibi bugün de vardır ve gelecekte de var olmaya devam edecektir. Bu durum, Allah’ın kullarına verdiği özgür irâdenin, imkânların, lütûfların maalesef hatalı kullanılmasından kaynaklanmaktadır.
38-Vakti malum güne kadar.
Malûm vakit, hesap günüdür, kişinin ölümüdür. Herkes bir gün öleceğini bilir, bu hakîkate malûm vakit denilmektedir. Arkasından da hesap gününe bir âtıf yapılmıştır. Burada malûm vakit, ölümün ve dirilmenin ne zaman olacağını değil, önünde sonunda bunun olacağı hakîkatine işâret etmektedir. O güne kadar Allah; imânlı-imânsız, zâlim-mazlûm tüm kulları gözetmekte, izlemekte, ne ödül için ne de azâp için acele etmektedir. Zîra dönüş de ancak Allah’adır. (Bkz. Nûr:42)
39- Dedi ki: “Rabbim! Beni azdırman sebebiyle onlara yeryüzünde süslemeler yapacağım ve onları topluca azdıracağım.”
Allah İblisi azdırdı mı? Hayır. İblisin sorduğu boş soru ve akabinde ona has/özel bir muamelenin olmayışı gerçeği karşısındaki verdiği tepki İblisleşmeyi bize tanıtan ibretlik bir tepkidir. Bu kısım Arâf 16’da ‘fe bimâ ağveyteni…’ (Artık beni azdırman sebebiyle…) şeklinde geçer. Orada İblis, “İçime yerleştirdiğin bu saptırma yetisi sebebiyle…” diye bir çıkarım yaparak aslında irâde nimetini, azgınlık yapma sebebi olarak Allah’a fatura etmiştir. Doğrusu azan tamamen kendisidir. Zîra kibirden kendini hâlis kılabilmiş ihlâslı biri olmadığını bir sonraki istemsiz itirafından anlamaktayız.
40- Onlardan muhlis kulların hariç!
Muhles, ihlâs sahibi demektir. İhlâs kelimesi “saf, arı, katıksız” anlamına gelen el-hulûs kelimesinden türemiştir. İhlâs da “bir şeyi, başka bir şeyin karışmasından korumak, arı, saf ve katıksız hâle getirmek için damıtmak” anlamına gelmektedir. İblis kendini/ırkını üstün görme, başkalarına tepeden bakma ve kıskançlık gibi şeytânî duygu ve düşüncelerden kendini hâlis tutamadığı için azmıştır. Kurân’da peygamberlerin şeytânî duygu, düşünce ve inançlardan, nefsânî istek ve arzulardan kendilerini arındırdıklarından bahsederek onların muhlis kullar olduğu ifade edilmiş, böylece bu ideal durum örneklendirilmiştir. (Bkz. “Muhakkak ki o, muhlis kullarımızdandır.” Yûsuf:24, Meryem:51) Hayatta, bolluğa ve darlığa, belâ ve musibetlere karşı sabreden, nefsânî isteklerden arınma isteğiyle kendini eğitip olgunlaştıran, tefekkür ve akletme gibi zihnî donanımlarını güçlendirerek kendini yetiştiren herkes muhlis olup İblis’in düştüğü iğvadan korunacaktır. Öz olarak muhlislik, İblislik kompleksinden kurtulmaktır.
41- Dedi ki: “İşte bu, müstakîm üzere olan yoldur.”
Buradaki ‘aleyye, bazıları tarafından ileyye (bana ulaşan) ve hatta sıfat olarak ‘aliyyun (yüce) anlamına da alınmıştır (Ferrâ). Sırât lügatte “cadde, anayol, işlek ve büyük yol” anlamına gelir. "Es-Sırât", Allah'ın yolu demektir. Tarîk, kolaylığı gerektirmezken; sebil ise kolaya ulaştırır, kendisinde yol bulunan veya bulunmayan şeylere verilen bir isimdir. Sırâtı ana yola, sebili de bu yollara çıkan feri/tâlî yollara, tarîki de patikalara benzetebiliriz. Sırât kavramının Kurân'da 33 kez müstakîm sıfatıyla kullanılması ana yol benzetmesini desteklemektedir. Müstakîm kelimesi “kâ-me” fiil kökünden gelmedir. Bu fiil ve kendinden türeyen “kıyâm, makâm, ikâmet, istikâmet” gibi kelimelerin Kurân’î kavramlar içinde çokça zikredilir. Kâme; kalkmak, ayakta durmak, düzelmek, terazinin dilinin ortaya gelmesi anlamlarına gelir. “Alâ” harficerriyle kullanıldığında “devam ve sebat etmek”, “lî” harficerriyle kullanıldığında “yönetimini üzerine almak” anlamına gelir. Sırâtımüstakîm, dosdoğru yol anlamındadır. İki nokta arasındaki en kısa çizgiye de denir. Kısaca hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir. Konumu ve durumu değişmeyen yol anlamlarına da gelir. Sırâtımüstakîm; insana sadece biyolojik bir varlık olarak yaklaşmaktan ziyâde ulvî ilkeler ile insanın ufkunu ve geleceğini inşâ ederek potansiyelini keşfetmesini sağlayan, eğrilik ve sapmanın olmadığı insanî değerler, erdem, dürüstlük, doğruluk ve adaler gibi ilkeler yoludur. İnsanın fıtratı, bu yolda yürümeye uygun yaratılmış ve insan imtihanlara karşı bu ulvî ve evrensel değerler ile ilerlemek amacına uygun inşâ edilmiştir. Yoldan çıkanları bekleyen tehlikeye şöyle işaret edilmiştir:
42- Muhakkak ki -azanlardan sana tâbi olan kimseler dışında- kullarım üzerinde senin bir sultanlığın yoktur.
Bu âyette ğâvîn, 40. âyette dile getirilen muhlasîn’in tam karşı kutbunda yer alır. Aynı kelime Şuarâ 90-91. âyetlerinde bu kez bağlama uygun olarak muttakîn’in zıddı konumunda kullanılmıştır. Bu bağlamda şeytânî duygu ve düşüncelerden sakınmayan, kendisini hâlis kılmayan anlamındadır. Sultân kelimesi, “selâta” kökünden türemiş olup nüfûz altına alan güç, yetki, bilgiye denir. Padişah veya sultânın yönetimine de saltanat denir. Burada ihlâslı ve takvalı kullar üzerinde şeytânsı duygu ve düşüncelerin hâkimiyet kuramayacağı ifade edilmiştir. Şeytânsı insanlar, ancak azgın bir hayatı arzulayanlar üzerinden saltanatlarını sürdürebilir. Azgın bir hayatin hayalini kuranlar İblislerin saltanatına çanak tutmaktadır. Eğer şeytânsı duygu ve düşüncelere kul olmuş tipler, insanları nüfûz ve etki altına alabilecek önemli mevkilere yükselebiliyorsa bu, orada erdemli bir toplum olmadığını gösterir. İbâdî, kullarım demektir ki burada nefsine, eşyâya, paraya, makama vs. kul olmamışlar kastedilmektedir.
43- Ve muhakkak ki cehennem, onların hepsine vaat edilendir.
Cehennem kelimesinin kökü Arapça ise “cehmân” kelimesinden alınmış olabilir, kelimenin kökü de “cehm” olabilir. Cehm, sert ve çirkin olmak; cehmân ise dibi görünmez derin kuyu demektir. Kanaatimize göre bu kelimenin aslı Arapça değil diğer dillerden Arapçaya intikal etmiştir. Aslı Farsça (cihnem) veya İbranice derin kuyu anlamından gelmiştir. Kurân’da cehennem kelimesi, türevleri ile birlikte 77 yerde zikredilmektedir. Burada şeytânlaşmış kişilere tâbi olmanın insanı nasıl bir çukura sürükleyeceği haber verilmiş ve caydırmak için hevâya, nefse, şeytânsı duygu ve düşüncelere kul olmanın sonucu oluşacaklar bir kural/yasa kesinliğinde hatırlatılmıştır.
44- Onun yedi kapısı vardır. Her kapı için onlardan bir parça taksim edilmiştir.
Cüz, bir şeyin parçası manasında olup cem’i “ecza” lafzıdır. Nitekim “Onu parçalara ayırdım.” manasında bu kelime kullanılır. Buna göre âyet, onların kısım kısım ayrıldığını anlatmaktadır. Cehennemin yedi kapısının ne olduğu hakkında birçok görüş ileri sürülmüştür. Açıklamaların çoğu, bu kapıların cehenneme girecek günahkârların işledikleri suçların çeşitlerine göre olduğu yönündedir. Bu durumda azâbın sadece mahiyetini değil süresinin de farklı olabileceğine delâlet edebilir. Mesela harîk, yanarak yok edilmek; hutâme, ezilip yok edilmek; hâviye, uçurumun dibinde düşerek parçalanmak; lezâ, bedenin iç organlarının sökülerek azâp çekip infaz edilmek vs. manasında kullanılması gibi. Ayrıca bu 7 kapı, o sona bizleri ulaştıran farklı suçları ve süreçleri de anlatmaktadır. (Bkz. Sizi sekara sürükleyen nedir? Dediler ki: Biz “musallîn” değildik, miskini doyurmazdık ve biz bâtıla dalanlarla beraber bâtıla dalardık ve biz din gününü yalanlardık.”Müddessir:42-46) 7 rakamı çokluktan kinayedir ve bu durum farklı suç ve cezâlara, cezâların değişken sürelerine ve o kötü sona sürükleyen sâiklerin çeşitliliğine delâlet edebilir. (Allahualem.)
45- Muhakkak ki muttakîler, cennetlerde ve gözelerdedir.
Cennet; has bahçe, yoğun bitki örtüsü ile örtülmüş, zemini kaplı demektir. Bu bahçe “uyûn” denilen kuyularla beslenmektedir. Uyûn kelimesi “ayn” kelimesinin çoğuludur. Ayn; kaynak, göz, su kuyusu gibi anlamlarına gelir. Kaynak ve imkânların başına muttakîlerin geçmesi, toplumsal barışın ve güvenin tesisini sağlayacaktır. Zîra şeytani duygu ve düşüncelerden kendini koruyabilenler ancak kaynakları menfaatleri doğrultusunda değil kamu yararına kullanabilir.
46- Güvenliğin selâmetiyle oraya girin!
Buradaki selâm kelimesi “barış” anlamında olduğu için selâmet manası uygundur. Zîra bir sonraki âyeti(47) düşünürsek “barış” manası öne çıkmaktadır. Çünkü kalplerinden kin ve nefretin söküldüğü insanlar barış içinde yaşar. Âyette geçen “âminîn”, emniyet ve güven anlamına gelmektedir. İmân kelimesi de aynı köktendir. Bu bağlamda hem iç dünyasında kendisi ile barışık olana hem de yaşadığı ortamı barış ve güven içinde olması için elinden geleni yapana muttakî denir. Kaynakları, âdil kullanan muttakîlere emânet etmek, toplumsal güvenliğin selâmetini sağlar. Güvenin ve barışın olduğu her yer de cennetin şubesidir.
47- Ve onların sadırlarında kinden ne varsa çıkardık. Karşılıklı olarak kardeşçe sevinç üzeredirler.
Ğill, “kin” manasındadır. Bazı dilciler “Ğill, ince ve latîf olduğu için, kalbin tâ içine nüfûz eden şeydir.” demiştir. Kurân’da bu kalıp, İsrâ 29’da bağlama, Yâsîn 8’de kalın demir halkalar, Arâf 157’de prangalar, Rad 5’de tasmalar şeklinde ifade edilir ki, bu da kinin insanı bağlayan, esir eden mahiyetine işâret etmektedir.
Âyetteki surûr kelimesi, kin ve düşmanlığın zıddı olmalıdır. Bu nedenle “sedirler, tahtlar, koltuklar” anlamı yerine sevincin ve mutluluğun yoğunluğunu ifade etmek için kullanıldığı kanaatindeyiz. Toplumsal sevgi ve kardeşliğin önündeki en büyük engellerden olan kin ve öfkeden arınmayan, cennet yüzü göremez. Kin ve nefretin akıl ve kalpten dünyada çıkarılmaya başladığı âşikârdır. Zîra Kurân sürekli bu yönde müminleri yönlendirmiştir. (Bkz. “Sen affı benimse” Araf:199, “Kötülüğün cezası misliyledir, ancak her kim affedip ıslâh ederse onun mükâfatı Allaha aittir. Şura:40, Kısas hakkından vaz geçip öldüreni bağışlama şartları ile ilgili ayrıca bkz. Bakara:178) Dolayısıyla dünyadaki “helâlleşme” de “biz” zamirine uygun olarak bir sürece ve başka mekanizmaların da işin içinde olduğuna delâlettir. Buna ek olarak düşmanlığın olmadığı toplumlarda insanların kalbinde kin ve öfke değil, surûrun/sevincin olması Rahmân’ın vaadi ve sünnetidir. Âyetteki mütekâbilin kelimesinin mastarı olan “tekabül”, yüz yüze, karşılıklı demektir. Zîra sevinç ve mutluluk paylaşıldıkça güçlenen, sağlamlaşan bir mahiyete sahiptir. Kin ve nefret bulaşıcı salgın hastalık gibi yayılırken; surûr, mutluluk ve huzur da karşıdakine sirâyet ederek çoğalır.
48- Onlara, orada bir dert dokunmaz. Ve onlar, oradan çıkarılmaz.
Nusb kelimesi, “meşakkat, bedende zahmet ve yorgunluk, bezginlik” demektir. Kelimenin bütün anlamları, "mızrak, bina, taş gibi bir şeyi dikmek, kurmak, doğrultmak" kök anlamına dayanmaktadır. Başka bir deyişle yorgunluk ve sıkıntı da, kişinin önüne beklenmedik bir anda ortaya çıkanlardır. Türkçede kullanılan nasip de birdenbire insanın önüne çıkan payına düşendir. Hz. Eyüp’ün hastalığı sonucu çektiği sıkıntıları anlatmak için Sâd 41’de bu kelime şöyle kullanılmaktadır: "Muhakkak ki şeytân, bana dert ve azâp dokundurdu." Kalbinde ve aklında kin, nefret, kıskançlık, hırs ve kibir olan biri için bunlar dert ve sıkıntı olarak yetecektir ve artık onun başka dert ve belâ aramasına gerek kalmamıştır. Kalpteki surûr; sıkıntı gibi görünen olumsuzlukların zararlarından bizi korur. Orada dert, tasa ve sıkıntının olmadığı değil, “Onlara dokunmaz.” ifadesi derdin ve sorunun olmadığını değil, zarar veremediğini ifade etmektedir. Dünya hayatında dertsiz, sıkıntısız bir gün bile yoktur. Önemli olan bu sorunları nasıl karşıladığımız, onlarla nasıl başa çıkabildiğimizdir. Kin gibi insanı tutsak eden duygular; sorunlar ile mücadele gücümüzü kırar, bizi tutsak kılar. Hayata pozitif bakmak çok değerlidir. Ancak insanlar bazen karamsarlık ve umutsuzluğa düşebilir. İşte tam bu anda, onlara şu altın ilke hatırlatılmalıdır:
49- Kullarıma haber ver! Muhakkak ki ben Ğafûr’um, Rahîm’im!
Ğafûr, mağfiret eden iken; Rahîm, merhamet edendir. Ğafûr, mağfiretin kök anlamı olan “Bir şeye onu kirden koruyacak elbise giydirmektir.” anlamından hareketle insanı korumaya alandır. Merhamet; duyarlılıktır, anne gibi üzerine titremektir. Rahîm ise, duyarlılıkla hareket eden, üzerine titreyendir. Nebe; önemli, hayatî habere denir. Allah’ın Ğafûr ve Rahîm oluşunun hayatî önemine dikkat çekilmiştir. Zîra insanlar bunu zaman zaman unutmakta; katı, gaddar ve acımasız olabilmektedir. Acımasız ve merhametsiz olan biri Ğafûr ve Rahîm olan Allah’a ne kadar imân edebilir ki? Rahmet ve merhamet üzerinden mahlûkatı okuyarak hayatına yön verme Kurân’î bir tasavvurun yansımasıdır ve üflenen rûhun gereğidir. Zîra insan; fesât çıkaran, kan döken bir mahlûk olmaktan ancak ilâhî yönlendirme ile kurtulabilecektir. Bu âyet aynı zamanda güç odaklı, erkeksi tanrı tasavvurunu yerle bir etmiş, asıl gücün ve üstünlüğün mağfiret ve merhamet etmek olduğunu esmâ üzerinden öğretmiştir.
50- Ve muhakkak ki azâbım, o elîm bir azâptır!
Allah’ın; zatını Ğafûr ve Rahîm olarak tanıtmasına mukabil, azâbı bir sıfat olarak direkt zâtına vermemesi, onu sadece sahiplenmesi -çünkü tek ve gerçek mâlik odur- dikkat çekici bir detaydır. Bunun anlamı, azâbın gerçek bir durum olarak sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde fiiliyatta ortaya çıkmasıdır. Allah, koyduğu kaide ve kuralların (sırâtımustakîmin) dışına çıkanları bekleyen azâbı yani mahrûmiyeti yine merhameti sonucu kullarına hatırlatmaktadır. Azâbın elîm sıfatı ile ifadesi, dünyada başlayarak âhirete uzanan bir uyarı barındırmasındandır.
51- Ve onlara, İbrâhîm’in misâfirleri hakkında haber ver!
Misâfire “dayf” adının veriliş sebebi, onun sana izafe edilmesi ve senin yanında konaklamasından dolayıdır. Nahivdeki “izafe” de buradan gelmekledir. Kelimenin asıl anlamı, meyletmektir. Konaklamak üzere ev sahibine yönelen, meyleden misâfirlere denir. Misâfir; sefer eden; konuk, konaklayan/ağırlanan demektir. Burada Hz. Lût’a gitmek üzere Hz. İbrâhîm’e uğrayan misâfirlerin haberi verilecektir. Hz. İbrâhîm’in misâfirlerinin burada yer almasının asıl amacı, 49. âyetteki Allah’ın kullarına “Ğafûr ve Rahîm” oluşunu ve 50. âyetteki elîm azâbı âfetler üzerinden örneklendirmek içindir.
52- Onun yanına girdiklerinde "Selâm!" dediler. Dedi ki: “Gerçekten biz sizden çekiniyoruz.”
Gelen yabancıların “Selâm!” demesi, muhataplarına bir zarar vermeyeceklerini anlatan sulh sözüdür. Selâm “Benden size kötülük, düşmanlık, zarar dokunmaz.” demektir. Hz. İbrâhîm de bu söze “Sizden çekiniyoruz.” diyerek cevap vermiştir. Zîra mümin, özü sözü bir olan insandır.
Hûd 70’te “hîfeten/bir korku” kelimesi kullanılmışken, burada “vecilûn/çekiniyoruz” fiili kullanılmıştır. Aynı kıssa ama iki farklı kelime gibi duran bu kullanımın temelinde detaylar yatar. Bu âyette Hz. İbrâhîm‘in en başta ailecek duyduğu çekinme ve endişeleri beyân edilmiştir. Baştaki çekince, endişe ve tereddütlerin yerini, misâfirlerin sunulan etten yememesi üzerine Hûd 70’te “…içine bir korku düştü.” ifadesiyle anlatılmıştır. Görüldüğü üzere Kurân kıssaları değişik detaylar vererek anlatır. Bu üslûp okuyucusuna, olay ve olgulara farklı açılardan bakmayı öğretir.
53- Dediler ki: Çekinme! Muhakkak ki biz, alîm bir çocuk ile seni müjdeliyoruz.”
Hûd 71’de “İshâk” adında bir çocuk müjdelenirken, bu âyette “bilge bir oğul” denilmektedir. Yine aynı olay; ancak farklı detaylara işâret vardır. İshâk ve Yakûp, anneye verilmiş bir nesil müjdesi iken; bilge oğul, baba Hz. İbrâhîm’e verilmiş bir müjdedir. Bu müjde aynı zamanda Hz. İbrâhîm’in evlâdını nasıl yetiştirmesi gerektiğine dair içinde bir hedefi de barındırmaktadır. Âyette elçiler müjdeyi Hz. İbrâhîm’e yapmıştır. Hûd 71’de de Hz. İbrâhîm’in hanımına yaptıklarını görmekteyiz. Aslında müjde Hz. İbrâhîm’e söylenirken eşinin ayakta durup onu duyduğunu Hûd sûresinden öğrenmekteyiz. Hûd sûresinde müjdeyi duyan Hz. İbrâhîm’in hanımı Sare şöyle bir tepki vermişti: “Vay başıma gelen! Ben mi doğuracağım? Ve ben bir acûzeyim. Ve kocam da bir ihtiyar… Muhakkak ki bu, elbette acayip bir şeydir!" (Hûd:72) Bu tepkinin akabinde de Hz. İbrâhîm, belki karısının etkisi altında kalarak belki de karısı Sare’yi desteklemek için kendi tepkisini şöyle ifade etmiştir:
54- Dedi ki: “Bana kocamışlık dokunmuşken beni mi müjdeliyorsunuz? Kaldı ki siz neye dayanarak müjdeliyorsunuz?”
“El-kiberu” büyümek ile ilgilidir. Türkçedeki karşılığı aşırı yaşlanıp kocamaktır. Zaten kocamak da Türkçede kocamandan, yaşın büyümesinden, türemiştir. “Ailenin büyüğü” kullanımında olduğu gibi. Bir sonraki âyette cevap “Seni hak ile müjdeliyoruz.” şeklinde olduğu için burada Hz. İbrâhîm, elçilerin iddialarının bâtıl olduğu îmâsı taşıyan bir soru sormuştur. Bu yüzden “…müjdeliyorsunuz?” tekrarlanarak “bima” ile neye binaen şeklinde ikinci bir cümle kurulmuştur. Cevap ise Hz. İbrâhîm’in bilmediği ve insana yüklenen potansiyeldir. Hakîkat şu ki, ilerlemiş yaşında bile bazı insanların çocuğu olabilir. Günümüzde 74 yaşında doğal yollarla baba olanlar literatüre girmiştir.
55- Dediler ki: “Seni hak ile müjdeledik. O hâlde, karamsarlığa düşenlerden olma!”
Kânıtîn kelimesinin kökü kânıta’dır. Genelde kelimeye “yeis/ümit kesmek” anlamı verilmiştir. Oysa kelime “ye’s” kelimesinden farklıdır. Zîra kelime, Kurân’da altı âyette geçmektedir ve (Rûm:36, Hicr:55-56, Şûra:28, Zümer:53, Fussilet:49) Fussilet:49'da “yeis” ile beraber kullanıldığı için mana bakımından “yeis”ten farklıdır. Kişi önce iyi olandan, hayırdan, imkânlardan, ümitsizliğe yani yeis’e düşer sonra kötülüğün, sıkıntının geleceğine dair kânitîn olur, karamsar bir bakışla yoku-negatifi görmeye başlar. Yeis’e düşmek var olan imkânların elden gideceği korkusu ile hayırdan ümit kesmek iken, kânitîn şerrin kötülüğün geleceğine dair büsbütün karamsarlıktır. Karamsarlığa düşmek, umudunu kaybetmenin sonucudur.
56- Dedi ki: “Dalâlette olanlardan başka, kim Rabbinin rahmetinden karamsarlığa düşer?”
Dâllun; köken itibariyle doğru yoldan sapmak, ayrılmak, kaybolup yolu şaşırmak anlamlarına gelir. Açık, belli ve doğru olan bir yoldan her türlü sapmayı ve ayrılışı da ifade eder. Hz. İbrâhîm Allah’a imân ile umutsuzluğun (yes’in) ve karamsarlığın (kânitîn) yan yana olmayacağını çok iyi bilmektedir. Çünkü var eden bir yaratıcıya inanan; şeytânsı yokluk, mahrûmiyet ve karamsarlık duygularından korunur. Hz. İbrâhîm’in kurduğu bu cümle aslında eşinin tesiri ile ortaya koyduğu tepkiye cevap ve kendisine yaptığı bir telkin mahiyetindedir. Bu yüzden bir sonraki âyet “kâle/dedi ki:” ile başlamıştır. Konuşan Hz. İbrâhîm olduğu için ikinci “kâle” ifadesi, kendisi ve ailesinden resûllere yöneldiği detayını vermektedir.
57- Dedi ki: “Ey resûller! Asıl konunuz nedir?
Neden Hz. İbrâhîm böyle bir soru sormuştur? Zîra sürekli kendi öz eleştirisini yapabilen Hz. İbrâhîm’in olduğu bir kavme Allah’ın farklı resûller göndermesini risâlet görevinde bir eksiklik olarak okumuş ve buna dair bir kuşkuya kapılmış olabilir. Zîra çocuk beklentisi konusunda bakışını düzeltmesinin akabinde bu soru gelmiştir.
Hatb; üzerinde konuşma yapılan mesele, mevzu bahis, asıl iş, konu demektir. Burada zaten bir resûl/elçi varken bu resûllerin asıl gönderilme sebebi ve kim ile muhatap olacakları Hz. İbrâhîm tarafından sorulmuştur. Cevap bir sonraki âyette şöyle ifade edilmiştir:
58- Dediler ki: “Muhakkak ki biz, mücrim bir kavme gönderildik.”
Bu âyette Lût kavmi, “suçu ahlâk hâline getirenler” anlamında “mücrim”, Neml 55’te “had ve hududunu bilmeyenler” anlamına gelen “câhil“; Arâf 8’de “bir değeri hebâ ederek isrâf edenler” anlamına gelen “müsrif”; Ankebût 30’da ise “bozgunculuk yapan, ifsât eden” anlamında “müfsid” sıfatlarıyla vasıflandırılmıştır. Bütün bu manalar nüzul sırasına göre okunduğunda kavmin o ölümcül hastalığa nasıl sürüklendiğine dair aşamalı bir tablo karşımıza çıkmaktadır. Onlar önce haddini unutup küstah bir cehâlet içinde tercihler yapmaya başladılar, ardından ellerindeki imkân ve nimetleri bu yamuk tasavvur sonucu isrâf ettiler. Bu tutumlarının bir huy hâline gelmesi ile mücrim bir kavme dönüşmüşlerdir. Ankebût sûresinde ise kişisel tercihlerinin sosyal hayatı nasıl kokuşturup ifsât ettiğinden bahsedilecektir. Hz. İbrâhîm’in, Hz. Lût ve ailesi için giriştiği ve Hûd 74’de anlatılan mücadelesi sonucu şu sözlerle teselli edilecektir:
59- Lût’un ailesi hariç! Muhakkak ki biz, onların hepsini mutlaka kurtaracağız.
Lût ismi ilk olarak Kâf Sûresinin 13. âyetinde geçmektedir. Lût kavminin ismi ve ayrıntılı kıssası hakkında Şuarâ:160, Neml:54, Kamer:33, Arâf:80, Sâffât:133, Hûd:70-77’de detaylı bilgi verilmiştir. Gelen elçiler kurtulacak olanlar için “âle lûtin/Lût’un ailesi” derken, resuller Lût’u ve ona inananları görünce 65. âyette “…bi ehli-ke/ehlinle gece yürü!” demektedirler. Bu detay gelen resûllerin; âfetin ne zaman olacağını bildiklerini ancak Lût’un karısı hariç kimin kurtulup kimin kurtulamayacağına dair gaybî bir bilgiye sahip olmadıklarını göstermektedir. (Bkz. “Öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur.” Bakara:32) Peki kıssanın geçtiği yerlerde karısının özellikle geride kalanlardan olduğu neden özellikle vurgulanmaktadır?
60- Karısı hariç! Onun geride kalanlardan olmasını ölçüye bağladık.
Kaddernâ fiili, takdir ettik manasındadır. Peki, takdir neye göre gerçekleşmiştir? Bu ifade “Lût’un karısının kaderini böyle çizdik.” veya “Onun geride kalanlardan olması yazdık.” şeklinde meal verilerek sanki âfet bölgesini terk etmemek onun tercihi değil, alın yazısı gibi bir manayı çağrıştıracak şekilde çevrilmesi bizce hatalıdır. Mealimizin gerekçesi takdir kelimesinin manası ile alâkalıdır. “Takdir” kelimesi Arapçada, bir şeyi başka bir şeyin miktarı ve ölçüsüne göre yapmak, kılmak, meydana getirmek demektir. Dikkat edilirse bu ölçü çoğul bir kullanım ile (…ölçüye bağladık/biz) ifade edilmiştir. Böylece kişinin irâdesinin de etkin olduğu vurgulanır. Buna mukabil âfetin, oluş mekanizması dâhilinde o bölgede kalmak isteyen herkesi etkileyeceği ifade edilmiştir. Allah’ın sünneti o kadar keskin ve kuşatıcıdır ki peygamber evlâdı veya karısı da olsa yasa ayrıcalık yapmaz. Hz. Lût’un özellikle uyarılması, karısının münafık bir tutum sergilemesinden dolayı olabilir. Gece yapılacak tahliyeden karısının haberinin olması durumunda karısı, zorba kavmi haberdar edebilir ve inananların zamanında bölgeden çıkmalarına engel olabilir. Hz. Lût’un, karısı hakkında özellikle bilgilendirilmesi can kayıplarını önleyecek önemli bir tedbirdir. Ayrıca bu, Hz. Muhammed’in hicret çağrısı sonucu bazı sahâbilerin de eşleri ile sorun yaşayabileceklerine dair gaybî bir bilgilendirme de taşımaktadır.
61-62 Böylece, resûller Lût’un ailesine geldiğinde dedi ki: “Muhakkak ki siz, tanınmayan bir kavimsiniz.
Münkerûn kelimesinin kökü nekira fiilidir. “Bilmemek, tanımamak” anlamına gelen bu kelime, enkera kalıbından alınınca “inançları tanımamak, inkâr etmek” manasını ifade etmektedir. “Hak” ile kullanılınca “hakları tanımamak”; ‘alâ edatı ile kullanılınca “ayıplayıp nehyetmek”; nekkera kalıbında “şekil ve durumunu değiştirip tanınmaz kılmak”; nakera kalıbı “muharebe etmek, kandırıp aldatmak”; enkeru kalıbı “sesin çirkini”; münker de “selim aklın onaylamadığı, makul olmayan şey, marufu tanımamak” anlamına gelmektedir.
63- Dediler ki: “Bilakis biz, onların tereddüt ettikleri şey ile sana geldik.”
Hz. Lût kavmini âfet konusunda uyarmıştır. (Bkz. “Ve and olsun ki Lût, onları ‘şiddetli yakalamamız’ konusunda uyardı.” Kamer:36) Fakat onlar, bu uyarıları tereddütle karşılamıştır. Bu tercih, âfetten kaçma fırsatlarını ellerinden almış ve şiddetli bir şekilde helâk olmalarına sebep olmuştur. Hz. Lût, âfeti bilmektedir; ancak tam zamanını 65. âyette resûller haber verecektir.
64- Ve biz sana hakkı getirdik. Ve muhakkak ki biz, sâdıklarız.
Resûllerin getirdiği, Hz. Lût’un önceden bildiği felâketin zamansal net bilgisidir. Yoksa felâketin kendisi değildir. Bu nedenledir ki resûller burada söze sâdık olmaktan, onların tereddüt ettikleri âfet haberinden bahsetmektedir. Eğer bir şehir dışarı ile bağını kesip kendi içinde bir kısır döngüye kapılırsa zamanla zulüm ve ahlâksızlıklar tıpkı Lût kavminde gözlemlediğimiz gibi normalleşebilir. Ortamdaki kokuşmuşluk dışarıdan gelen biri tarafından çok daha kolay fark edilecektir. Bu yüzden Hz. Lût, başka insanların hakkı ve hukuku konusunda şehrin dışından gelen yabancı resûller ile desteklenmiştir.
65- Artık ehlinle, gecenin bir kısmında bir bölük olarak yürü! Onların arkasından onlara tâbi ol! Sizden hiç kimsenin gözü, sakın arkada kalmasın ve emredilen yöne kaçın!
Burada neden gece çıkıp ehli ile özelikle karısına haber vermeden bölgeyi tahliye etmeleri gerektiğinin gerekçesi vardır. Zîra kavmi onlara musallat olup âfet bölgesini terk etmede onları geride bırakabilir, arkada bırakacakları tüm mal-mülk ve dünyalıklar konusunda tereddüde düşürebilir. Hz. Lût’un ve ona inananların, Semûd kavmi gibi 3 günlük bir tahliye süreleri de yoktur. Yakın olan sabah vakti gelmeden bölgeden uzaklaşmaları hayatî önem arz etmektedir. Allah’ın yasaları objektiftir. İnanan-inanmayan ayrımı yapmaz. Bu hakîkati, elçiler Hz. Lût ve ona inanan ehline şu sözleri ile öğretmektedir: “Sizden hiç kimsenin gözü sakın arkada kalmasın” (Hicr:65) Neden? Zîra “Muhakkak ki onlara isâbet eden şey, ona da isâbet eder.” (Hûd:81) Aynı zamanda âfet bölgesinin dağınık bir şekilde değil, belirli bir düzen ve emredilmiş bir istikâmet yönünde tahliye edilmesi de istenmektedir. Dolayısıyla bölgenin coğrafî konumu, âfetin oluş şekli, zamansal kısalık, bu tarz emir ve tedbirlerle aşılmış ve insanlar zarar görmeden tahliye edilmiştir.
66- Ve onlara işte şu emri kaza ettik: "Muhakkak ki onların arkaları sabahleyin kesilecektir."
Kadâ fiili “hükmetmek, emretmek, son vermek, tamamlamak, karar vermek, açığa vurmak, işi bitirmek, gidermek” manalarına gelir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette kelime “…bildirdik, hükmü haber verdik.” anlamını ifade etmektedir. Dâbir kelimesi, “dübür/arka” anlamında arkadan gelen neslin kesilmesidir ki bu ifadeler felâketin büyüklüğünü ve bir nesli nasıl yok ettiğini ifade etmektedir. Hz. Lût ve ona tâbi olanlara bu gerçeğin/hakkın kaza edilmesi; oyalanmadan, arkalarına bile bakmadan bölgeyi terk etmeleri içindir.
67- Ve şehir ehli, birbirini müjdeleyerek geldi.
İstibşâr, sevinç ve sürür izhâr etmektir. Hûd 78’de “yühra’ûn/koşarak” denirken, bu âyette “yestebşirûn/birbirini kutlayarak” detayı verilmiştir. İkisi birleşince koşmanın sevinç içinde olduğunu gösterir. Bunlar şehrin sapıklıkta ileri gidenleri olabilir. Bu tutum, aynı zamanda o bölgeyi ziyâret edenlerin ne kadar az olduğunu ve yaptıkları zulmün çevrelerine de sirâyet ettiğini göstermektedir.
68- Dedi ki: “Muhakkak ki bunlar benim misâfirlerimdir. Artık beni utandırmayın!"
“Felâ tefdahûn/beni utandırmayın!” ifadesinde “fedaha” kelimesi, birinin gizli olan ayıbını ifşa ederek utandırmak, sabah ile kullanılınca sabahın yeterince ağararak ay ışığı ve yıldızlara gâlip gelmesi anlamına gelmektedir. Bu kök anlamından gizli olanı ortaya çıkarma manasını kazanmıştır. İnsanın ayıbı ifşa olunca şerefi, haysiyeti ve onuru tıpkı yıldızlar gibi kaybolur. Bu bakımından iki mana arasında bir bağlantı vardır. “Artık beni utandırmayın!” ifadesi Hz. Lût’un kavmini babacan bir tavırla sahiplendiğini ve kendisinin de misâfire hasret kaldığını göstermektedir.
69- Ve Allah’a karşı takvalı olun! Ve beni küçük düşürmeyin!
Nahzâ’nın türetildiği “hızy” kökü, insan onurunun bir dış müdahaleyle ya da bir iç muhasebeyle kırılışını, alçalıp küçük düşüşünü ifade eder. Hz. Lût “Allah’a karşı takvalı olun!” derken Allah’ın insan fıtratına ve tabiata koyduğu bozulmaz yasalara “Saygılı olun!” demektedir. Bu cümle aslında âfetten neden sakınmadıklarını da özetlemektedir. Allah’ın tabiata koyduğu yasalar sonucu oluşan âfetlerden sakınmama sebepleri yine Allah’ın fıtratlarına koyduğu insanî değerleri ve erdemleri hiçe sayma olduğu anlaşılmaktadır. Allah’a karşı takva, onun yarattığı düzene ve mahlûkata saygı duymaktan, onlar ile tam bir uyum içinde yaşamaktan geçmektedir.
70- Dediler ki: “Biz seni elâleme karışmaktan nehyetmedik mi?”
Aktif kötülerin en sevdiği insan tipi pasif, hiçbir kötülüğe karışmayan, kendi hâlinde olanlardır. Onlar her tür ahlâksızlığı, arsızlığı yapma hakkını kendilerinde görürken daha erdemli bir toplum isteyenlerin bu hedeflerine karşı son derece saygısız ve saldırgan olabilmektedirler. Bu bencil tipler çevrelerini ne kadar rahatsız ve huzursuz ettikleri ile ilgilenmezler. Bir de daha seviyeli bir toplum isteme hakkını hiçe sayarak kendi seviyesizliklerine “özgürlük” adı altında saygı duyulmasını, müsaade edilmesini yüzsüzce savunabilirler. Bu ahlâksızlarla mücadelede Hz. Lût öncelikle onlara fıtrî ve doğru olanı babacan bir üslûpla hatırlatacaktır.
71- Dedi ki: “Eğer düşündüğünüzü yapacaksanız işte bunlar, kızlarım.”
Hz. Lût’un “Şunlar benim kızlarım, onlar sizin için daha temizdir.” dediği kızlar eğer kendi öz kızları ise sapık ve hevâsına tapan müşrik güruhla bu temiz kızların evlendirilmesi ne kadar doğrudur? Bu durum, kavminin diğer kızları için de geçerlidir. Dolayısıyla bu soru, şu âyet ışığında cevaplanmalıdır: “Ve Rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi bırakıyorsunuz. Hayır, siz sınırı aşan bir kavimsiniz.” (Şuarâ:166) Bu âyette zevc diye ifade edilen, sapkın erkeklerin eski eşleri olabilir. Burada Hz. Lût mağdur kadınlara “…kızlarım!” diyerek onlara sahip çıkmış, elinden geldiği kadar mağduriyetleri azaltmaya çalışmıştır. Ancak tahrif edilmiş Tevrat’a göre Hz. Lût’un kendi kızlarını teklif edip onlardan yararlanmalarına müsaade ettiği anlayışı vardır. Oysa bu tür çirkinlikleri ortadan kaldırmak için gönderilmiş olan peygamberin böyle bir davranışta bulunması, Hz. Lût’a ve onun mücadelesine atılmış bir iftira olacaktır.
72- Ömrüne karşılık muhakkak ki onlar, sarhoşlukları içinde bocalıyorlar.
Burada konuşan ne Hz. Lût’tur ne de kavmidir. Bu ve sonraki âyetlerde artık karşılıklı diyaloglar bitmiştir. Kurân, Hz. Lût için burada “Le-amruke…” diyerek yaptığı bir ömürlük mücadeleye karşı kavminin tutumunu kıyas etmektedir. Zaten “ömr/amr” ömrün uzun oluşunu kastetmek için kullanılır. Hz. Lût, bir ömür kavminin ıslâhı için çaba göstermesine karşılık onları, şehvetin aklı örten sarhoşluğundan kurtaramamıştır. Bu nedenledir ki Hz. Lût, muhatap olmak için aklı ayık “reşit” birileri aramıştır. Dedi ki: “Ey kavmim, işte şunlar kızlarım! Onlar sizin için daha temizdir. Artık, Allah’a karşı takvalı olun ve misâfirlerimin yanında beni küçük düşürmeyin! Sizin aranızda reşit biri yok mu?” (Hûd:78) Zîra şehvetten aklı örtülmüş tiplerde aklî, irâdî ve sağlıklı düşünce melekeleri baskılar.
73- Derken gün doğumunda onları bir sayha yakaladı.
Sayha sesin en yüksek hâlidir. Bu kelime fiil olarak tahtanın veya elbisenin yarılırken çıkardığı sese denir. (Bkz. Kâf:42, krş Kamer:31, Hûd:67-94) Taş kürenin kırılmasıyla depremlerin çıkardığı sesleri, volkanik patlamaları ifade için kullanılmıştır. Âyetteki muşrikîn “işrâk vaktine erdikleri sırada, sabah vaktine girdikleri zaman” anlamına gelir.
74- Böylece onun üstünü altına getirdik. Onların üzerine siccîlden taşlar yağdırdık.
Siccîl kelimesi, taşlaşmış çamur demektir. Bu kelimenin Arapçada, katı sert anlamında olduğu İbni Hişam siyerinde nakledilir. Kelimenin Farsça olduğu ve “Senc’u, cil” veya “seng gil” gibi iki kelimenin birleşmesinden meydana geldiği de söylenmiştir. Seng, taş; gil, çamur demektir. Araplar bunu bir kelime yaparak katılaşan, sertleşen manasında kullanmıştır. Yağan volkanik püskürtüler de çamur gibidir ve sonradan soğuyarak taşlaşır. Soğuyunca son derece keskin olabilen bu volkanik taşlar, ok ve mızrak uçları için de kullanılmıştır (Bkz. Fîl:4)
75- Muhakkak ki bunda, firâsetliler için âyetler vardır.
Firâsetliler diye çevirdiğimiz “mütevessimîn” kelimesinin kökü gözlem yaparak, işaretleri okuyup baktığını vasıflandıran demektir. Sa’leb der ki: “Vâsim“, tepeden tırnağa kadar bakıp süzen kimse demektir. “Tevessüm“, delilleri fark ederek iyiden iyiye ve sağlam düşünmek demektir. Vesm ise, deve ve benzerlerinin derisinde bir demir parçası ile iz yapmak, damgalamaktır. Bu âyette geçen ve mütevessimîn diye nitelendirilenler “firâset sahipleri”, “tahkikî bir bakışla bakanlar”, “tefekkür edip inceden inceye düşünerek ibret alıp anlayanlardır.
76- Ve muhakkak ki onlar, yol üzerinde durmaktadır.
Mukîm, helâk olan kavmin ikâmet ettiği bölgede izlerine hâlâ rastlandığını ifade etmektedir. Zîra Sodom’un kalıntıları hâlâ gözler önünde durmaktadır. Eski medeniyetleri inceleme, arkeolojik kazılar yapma ve tarihî tecrübeden istifade etme Kurân’î bir tavsiyedir.
77- Muhakkak ki bunda müminler için âyetler vardır.
Gerçek Mümin, tarihi; efsaneler, menkıbeler, mitolojik masallardan değil, somut veriler üzerinden okuyandır. Elde edilen ilmî veriler ışığında yapılan tarih okumaları daha objektif ve gerçekçi hisseler alınmasında son derece kıymetlidir. Firâset sahibi müminler kendi tarihlerini kusursuzlaştırıp başkalarını şeytânlaştırmaz.
78- Ve Eyke halkı da gerçekten zâlim oldu.
Âdem ve İblis, İbrâhîm ve Lût kıssalarının ardından anlatılan üçüncü kıssa Eyke halkının kıssasıdır. “Ashâbu’l Eyke” de, Hz. Şuayb’ın kendilerine peygamber olarak gönderildiği Medyen halkıdır. Medyen toprakları Hicaz’ın kuzeybatısından Kızıl Deniz’in doğu sahiline, Güney Filistin’e ve Sina Yarımadası’nın bir bölümüne kadar uzanıyordu. Onların yerleşim merkezleri Yemen ile Suriye’yi, İran Körfezi ile Mısır’ı birleştiren uluslararası ticaret yolu üzerindeydi. Bu avantajlı konumları ticarette elverişliydi. Ancak onlar zorunlu olarak bölgeye uğrayanları hileli ticaretlerle, ölçü ve tartıyı tam îfâ etmeyerek ve kandırarak yolcuların zaruretlerini sûistimal ediyorlardı. Kavmin hayat tarzı ve sosyal yapısı her geçen nesil daha da bozulmuştur. Hak ve hukuku çiğneyen, her türlü zulmü ve ahlâksızlığı açıktan işleyen bir kavme dönüştüler. (Bkz. Kâf:14, Şuarâ:176, Sâd:13) Uluslararası ticarette yapılan kandırma ve hileler kısa vadede kâr gibi görünse de verilen zararların tahsilâtı için sırasını bekleyen düşmanların sayısını her geçen gün arttıracaktır.
79- Bu sebeple onlardan intikâm aldık ve muhakkak ki, ikisi de apaçık imâmdır.
İntikâm kelimesinin çoğul gelmesi önemlidir. “İntikâm aldım.” şeklinde Allah’a isnât ile değil de “İntikâm aldık.” şeklinde kullanılması başka mekanizmaların devreye girmesi ve kavmin zayıflaması ile hak sahiplerinin yapılan zulümlerin bedelini onlara ödetmeleri kastedilmiş olabilir. Âyette geçen “innehumâ” zamiri genel görüşe göre Eyke ve Medyen halklarıdır. Bizce bu ifade ile Lût kavmi ve Eyke halkı kastedilmiştir. Zîra Lût kavmi yaptığı ahlâksızlıklarla çevrede tanınan ve bilinen bir kavim olmuştur. (Bkz. “Ve Lût, kavmine demişti ki: “Sizden önce, geçmiş âlemlerden birinin yapmadığı fâhişeliği mi getiriyorsunuz?” Arâf:80) İmâm kelimesi, kendisine tâbi olunan kimsedir. Mübîn kelimesi de, “açık, apaçık, belirgin” anlamına gelmektedir. Lût kavmi ahlâksızlıkta “imâmlık, önderlik, liderlik” yaparak başı çekmişken; Eyke ashâbı ticarette, hırsızlık, kandırma ve aldatmada elebaşı/imâm olmuştur. Biri sosyal hayatı, diğeri de ticarî hayatı ifsât ederek zulmetmiştir.
80- Ve doğrusu Hicr ashâbı, gönderilen resûlleri yalanladı.
Hicr, Arap yarımadasının kuzeybatısında, Medine-Tebük yolu üzerinde, Teyma’nın yaklaşık 110 km. güneybatısında, daha sonra içinden Hicaz demiryolunun geçtiği sarp kayalıklarla çevrili vadinin adıdır. Arap asıllı Semûd kavminin yaşadığı kabul edilen bölgeye bu adın verilmesi, muhtemelen muhafazalı bir konumda oluşundandır. Eski dönemlerde Hegra veya Egra diye de anılan bu yerleşim merkezi, Kurân’da olduğu gibi ilk dönem tarih ve coğrafya eserlerinde de Hicr diye geçmektedir. Burası Sâlih peygamberle ilgisinden dolayı sonradan Medâin-i Sâlih diye de anılmıştır. Burada yaşamış olan halk Semûd kavmidir. Hicr kelimesi Arap dilinde alıkoymak, engellemek manasına gelir. Onun için Türkçede kullandığımız “hücre” kelimesi de “hicr” kelimesi ile aynı kökten gelir. Yine Arap dilinde bir evin odasına da hücre denir. Kurân-ı Kerim’de “odalar” anlamında Hucurât sûresi vardır. Hz. Peygamber’in hanımlarının kaldığı odalardan bahsettiği için bu isim verilmiştir. Hicr çepeçevre kuşatarak içindekini korur. Âyette geçen “elçiler” ifadesinden ilk bakışta Semûd kavmine birden fazla peygamber gönderildiği şeklinde anlaşılabilir. Hz. Sâlih’e imân etmiş ve o bölgede bir âfet olacağını savunan, çevresindekilere âyetleri ulaştıranlar da bu anlamda elçinin elçileri olurlar. Kavim hem Hz. Sâlih’i hem de ona destek verenlerin sözlerini, bölgeyi tahliye için yaptıkları hazırlıkları görmezden gelip yalanlamıştır.
81- Ve onlara âyetlerimizi verdik. Oysa onlar, onlardan yüz çeviren oldular.
Buradaki âyetlerden biri Hz. Sâlih’in tahliye yolu olan develer ile kurtulma yöntemidir. Kelime çoğul geldiği için felâketin habercisi olan işâretler, artçı sarsıntıları, Hz. Sâlih’in tebliğ ettiği sözleri de kapsamaktadır.
82- Ve onlar, dağlardan güvenilir evler oyuyorlardı.
Bu kavim, Hicaz ile Suriye arasında Vadi’l- Kura’da yaşamış eski bir Arap kabilesidir. Günümüze ulaşan dağlarda yontulmuş evler, buranın eski bir medeniyet yeri olduğunu göstermektedir. Bu yerleşim yerine az su anlamına gelen Semûd ismi verilmişken bu pasajda ise kayalara oyulan ve sağlamlığını öne çıkaran Hicr sıfatı kullanılmıştır. Bir yerleşim yerinde temel ihtiyaçlardan biri su iken diğeri de güvenliktir. Eğer yaşam alanı âfetlere açık bir konumdaysa ve güvenlik ihtiyacı karşılanamıyorsa bölge bir an önce doğru tahliye yöntemleri ile boşaltılmalı, daha güvenli alanlara şehir kurulmalıdır. (Bkz. Şuarâ:155)
83- Derken bir sayha, sabahlayanları yakaladı.
Kurân’da, Semûd kavminin helâk oluşu “tâğıye/şiddetli bir yer sarsıntısı, kulak tırmalayan ses”, “recfe/sürtünmenin çıkardığı şiddetli gürültü ve sarsıntı”, “sayha/patlama”, “sâikatu’l azâb/azâp yıldırımı” gibi kelimelerle tarif edilmiştir. Bunların hepsi, volkanik patlamalarda peşi sıra gerçekleşmektedir.
84- Ancak kazanmış oldukları şeyler, onlara fayda vermedi.
Kazanmak insan için neyi ifade etmelidir? Sadece maddî çıkar ve menfaatler gerçek manada kazanç mıdır? İnsan sadece maddiyattan oluşan bir varlık mıdır? İnsanın manevî ihtiyaçları da yok mudur? Herhangi bir konuda attığımız adımı, sadece dünyevî beklentilere göre atmak manevî yaşamımızda açıklar oluşturacaktır. Maddiyat ile manevî açlığı doyurmak insanı insan yapan tüm meziyetlerden uzaklaştıran beyhûde bir çabadır. Âyet buna “ma ağna” faydasız demektedir. Aynı kalıp Tebbet sûresi 2. âyette de geçmektedir: “Mâ ağnâ ‘anhu mâluhu vemâ keseb” Malın ve iktisap edilenlerin, kazanım gibi görünenlerin aslında fayda, hayır ve yarardan bazen kişiyi nasıl uzaklaştırdığına dikkat çekilmiştir. “Çok kârlı bir iş oldu.” cümlesini nerden bakarak kurduğumuza dikkat etmemiz gerekmektedir. “Tank gibi bir araba”, “kale gibi ev” söylemleri aslında buna talip olanların yaşam tarzları ile hayata bakışını ele veren cümlelerdir. İnsanı asıl koruyan zırhlar, kalın duvarlar değil; tercihleri, ahlâkı, sözleri ve eylemleridir.
85- Ve biz, gökleri ve yeri ve ikisi arasındakileri ancak hak ile yarattık. Ve muhakkak ki o saat mutlaka gelecektir. Artık onlara müsamâha göster, cemîl bir müsamâha!
Isfah, “s-f-h” kökündendir. Kurân’da bu kök 8 yerde ve çoğunlukla “afv” kelimesinden sonra kullanılmıştır. Dolayısıyla ısfah, “afv”ın ileri bir aşaması olarak görülmektedir. Müfredatta göre kelime “bir şeyin eni ve yanı” kök anlamından gelir. Taşın eni, kılıcın eni gibi. Âyette ise insanın verdiği tepkisel davranışların geniş ve dar oluşuna âtıfla kullanılmıştır. Olaylar karşısında geniş ve rahat olmak, akışına bırakmak anlamındadır. Ayrıca âyette bu müsamâhanın, genişliğin, serbestliğin nasıl olması gerektiği de özellikle açıklanmıştır ki, o da cemîl bir müsamâhadır. Cemîl müsamâhanın Türkçe karşılığı hoşgörüdür. Cemîl; tüm güzelliklerin, hoşlukların cem olma durumudur. Verilmesi gereken tepkide gecikme, zulme göz yumma, cemîl bir müsamâha yani hoşgörü değildir. Allah, göklerin ve yerin sadece mal-mülk biriktirip lüks içinde yaşamak için yaratılmadığını, bir amacının ve varacağı nihaî bir hedefinin olduğunu son saat ile hatırlatmıştır. Ardından, resûlüne hesap sorucu, baskıcı ve zorba olmaması, olaylar karşısında dar bir bakış yerine kastî olmayan hata ve kusurlara daha müsamâhakâr olması gerektiğini öğütlenmiştir. Yûsuf sûresi 18’de “sabrun cemîl”i Hz. Yakûp üzerinden öğreten Kurân, burada da hicret öncesi gerilen ilişkileri yumuşatmaktadır.
86- Muhakkak ki senin Rabbin, O; Hallâk'tır, Alîm'dir.
El-Hallâk kelimesi Hâlik ismifâilinin mübalağalı şeklidir. Mübalağa, tekerrür ifade eden fa’âl veznindedir. Yani, devamlı olarak yaratan manasını ifade eder. Allah, sadece hâlık/yaratıcı değil; aynı zamanda bu yaratılışı yeni oluşum ve yaratmalarla devam ettiren bir Hallâk’tır. Onun yaratması, ilmine dayanmaktadır. Yani şu mesaj verilmektedir: Ey resûlüm! Gökleri ve yeri hak üzere yaratan Rabbin sizin durumunuzu bilmekte, yeni dönemleri, zamanları imkânları da yaratmaya devam etmektedir. Bu mesaj hem resûle hem de ona tâbi olan inanlara umut vermekte, karamsarlık bulutlarını dağıtmaktadır. Burada müminler ellerinde ve avuçlarında olmayanı değil olanı görmelidir. (Müşriklerin imkânlarına göz dikmemelidir Bunun için Bkz. “Onlara çifter çifter verdiğimiz metâlara göz dikme!” Hicr:88)
87- Ve doğrusu sana seb’ul-mesânî’yi ve Kurânu'l-Azîm’i verdik.
Neden burada sana “Kurân-ı Kerîm’i verdik.” yerine “Kurânu’l-Azîm’i verdik.” denilmiştir? Bu sorunun cevabı “vermek” manasındaki “itâ-âteynâ” ile Kevser sûresinde de geçen “i’tâ-a’taynâ” farkındadır. Okuduğumuz Hicr 87. âyetteki “âteynâ”yı oluşturan “itâ” kalıbı Kurân’da 549 yerde geçerken, Kevser sûresindeki “i’tâ” 14 yerde geçmektedir. Kevser sûresinde “i'tâ” peygamberimize verilenlerin ilâhî bir lütûf olduğu ve bunun bir şeye karşılık verilmediği ve emânet olmadığı anlamındadır. Buradaki “itâ” ise hem lütûf hem de görev ve sorumluluk vermeyi kapsayan daha geniş bir kullanımdır. İkisi de vermektir, ancak biri hediye vermek, lütfetmek; diğeri ödev vermek, sorumluluk yüklemektir. O nedenle “Kurân-ı Kerîm” değil de “Kurânu’l-Azîm” şeklinde “azîm”in vurgulanarak kullanılması, bu mana farklılığına uygun seçilmiş dikkat çeken önemli bir detaydır.
Seb’ul-Mesânî kelimesi, Kurân’da kalıp olarak sadece bu âyette geçer. Kalıp, mesânî/çifterli/tekrarlayan ve seb’an/yedi kelimelerinden oluşur. Mesânî kelimesine verilecek anlama göre bu terkip “çifterli yedi, tekrarlanan yedi” şeklinde anlaşılmıştır. Bu kelime “tekrarlanan” anlamına müsenna’nın veya “ikişerli” anlamına mesna’nın çoğulu olabilir. Kelimeyi tekrarlanan manası üzerinden anlamak daha isâbetli görünmektedir. Bu sûretle herhangi bir şeyin kat ve kıvrımlarına “mesânî” denildiği gibi, hayvanın dizlerine ve dirseklerine mesâni’d-dâbbe; vadinin kıvrım ve dönemeçlerine de mesâni’l-vâdî denir. Yine bükülmüş ipe ya da ipliğe “mesnât” veya “misnât” adı verilmiştir. Yorumu konusunda Taberî’nin tam 82 rivâyet naklettiği bu ibarenin, namazlarda sık sık tekrarlanan ve yedi âyetten oluşan Fâtiha sûresi olduğu da söylenmiştir. Ancak Fâtiha sûresi zaten Kurânu’l-Azîm’in içindedir ve ondan ayrı değildir. Âyette seb’ul-mesânî ayrı bir unsur olarak Kurân’ın önünde zikredilmiştir. Mesânî, Zümer 23’te Kurân’ın bir sıfatı olarak da geçer. Bu, anlam olarak Kurân’ın “tek kat” değil, “kat kat” olduğunu ifade edebileceği gibi, Kurân’ın çift kutuplu niteliğine bir âtıf da olabilir (Elmalılı ve Râzi). Ancak burada 7 rakamı da bulunmaktadır. “…tekrarlanandan(mesanî) yediliyi (seb’an) sana verdik (âteynâ-ke).” denilmektedir. Dolayısıyla bu verilen tekrarlanan yedi, birinci yedinin mukabili/karşıtı olmalıdır. O yedi de, Kurân’da bu sûrede geçen cehennemin 7 kapısının olduğu anlatımıdır. (Bkz. “Ve muhakkak ki cehennem, onların hepsine vaat edilendir. Onun yedi kapısı vardır. Her kapı için onlardan bir parça taksim edilmiştir.” Hicr:43-44) Bu nedenle buradaki seb’ul-mesânî, Allah’ın Resûlü’ne cehennemin 7 kapısına karşılık olarak verilmiş çıkış yollarıdır. Allah Resûlü’ne ve inananlara verilenler, cehenneme sürükleyen yollardan insanı koruyan, onlara cehennem gibi bir ortamdan çıkış kapılarını açan emirlerdir ki, bunlar Kurânu’l-Azîm’in kazandırdıklarıdır. Peki, bir ömür boyu sürekli tekrarlanması gereken bu 7 emir nedir? Hicr sûresinin devamında olan ve azîm ve kararlılık gerektiren bu 7 sorumluluk şöyle anlatılır:
1- Müşriklere verilen dünyalıklara göz dikme! (Hicr:88 Krş. Tâhâ:131)
2- Mahzûn olma! (Hicr:88, Krş. Tevbe:40) Ayrıca, Neml:70, Tevbe:40, Âli İmrân:139, Nahl:127; “yahzunke/Seni üzmesin!” şeklinde Mâide:42, Lokmân:23, Yâsîn:76, Yûnus:65, Âli İmrân:176’da gelmiştir.
3- Müminlere kol kanat ger! (Hicr:88, Krş. Şuarâ:215)
4- Ve de ki: “Muhakkak ki ben apaçık bir nezîrim.” (Hicr:89, Krş. Hûd:2) Ayrıca, Hac:49, Ankebût:50, Sâd:70, Ahkâf:9, Mülk:26.
5- “O hâlde emredildiğin şeyle ayır! Ve müşriklerden yüz çevir!” emri (Hicr:94, Krş. Bakara:68)
6- “Rabbini hamd ile tespih et ve secde edenlerden ol!” emri, (Hicr:98, Krş. Taha:130 Ayrıca Tur:48, Kaf:39, Furkan:58, Mümin:55, Nasr:3) Ayrıca “sâcidîn” kalıbında Şuarâ:46, 219, Secde:15, Arâf:120
7- “Yakîn gelinceye kadar Rabbbine kulluk et!” emri (Hicr:99 Krş. Zümer:2 Ayrıca, Zümer:66, Meryem:65, Taha:14, Hûd:123.
Görüldüğü üzere bu 7 emir (seb’an) en az ikişerli olmak üzere Kurân’da birçok yerde tekrarlanmıştır (mesanî). Kurânu’l Azîm’in şükrü, verilen bu sorumlulukları yerine getirmektir.
88- Onunla bazılarını çifter olarak metâlandırdığımız şeye gözlerini dikme! Ve onlar için mahzûn olma! Ve müminlere kol kanat ger!
Bu âyetin benzeşeni Tâhâ 131. âyettir. “Ve fitne için dünya hayatının süsüyle bazılarını çifter olarak metâlandırdığımız şeye gözlerini dikme!” denilmektedir. Gözlerini dikme anlamındaki “temuddenne” emri “mesânî” özelliği gereği olarak Kurân’da tekraren zikredilmiştir.
“Hüzünlenip mahzûn olmak” anlamındaki “h-z-n”, “istenmeyen bir durumun başa gelmesinden veya geçmişteki bir kayıptan duyulan keder, üzüntü” şeklinde tanımlanır. Bu olumsuz ve karamsar psikolojiden bir an önce kurtulunması gerektiği, Kurân’da birçok yerde Allah Resûlü’nden istenmiştir. Bu emir ona, çok değerli bir bakış tarzı kazandırmıştır. Onu bir ömür, tüm olumsuzluklara rağmen neşeli ve mutlu kılmıştır ki, verilen bu emir diğer emirler gibi başlı başına bir lütfa dönüşmüştür.
“Vahfid cenâhake” ibaresi lâfzen “Kanadını indir.” demektir. Bu, şefkat ve merhameti anlatan deyimsel bir ifadedir. Bir kuşun yavrularını korumak için kanatlarını açıp onları saklamasından gelir. Bu emir Kurân’da, İsrâ:24’te yaşlanmış anne-baba için, Şuarâ:215’te ise tıpkı buradaki gibi “Müminlerden sana tâbi olanlara karşı kol kanat ger!” şeklinde bu âyetin eşi olarak ikişerli (mesânî) gelmiştir. Kurânu’l-Azîm’deki tekrarlanan bu emirler başta Hz. Peygamber olmak üzere tüm müminlerden istenen görev ve sorumluluklardandır. Görüldüğü üzere Hicr:88. âyette Hz. Peygamber’e 3 görev verilmiştir. Bunlardan birincisi “Verileni değil verilmeyene odaklanıp onlara verilenlere imrenme sonucu oluşacak aç gözlülük ve hırstan koruyan, başkasının malına gözünü dikme!”emridir. İkinci olarak “Onlarda olan ve fakat sende olmayanlar için üzülme, mahzûn olma, boynunu bükme!” emridir. Üçüncü olarak da “Seninle birlikte olan insanlara karşı merhametli olup onlara kol kanat ger!” emri ve sorumluluğudur.
89- Ve de ki: “Muhakkak ki ben apaçık bir nezîrim.”
Nezîr kelimesi, “uyarıcı” manasına gelir. Uyarmak ise, bir şeyin sonundaki tehlikeye dikkat çekerek muhatabı o tehlikeden sakındırmaktır. Bu bağlamdaki uyarının mahiyeti sonraki iki âyette anlatılmıştır. İnsanları uyarma görevi, Hz. Peygamber’e verilen ve tekraren emredilen bir görevdir. Ayrıca “nezîr olma uyarısı ve emri” farklı resûllerin kıssalarında ve konuşmalarında da örnekler olarak geçmektedir.
90-91 Muktesimlere indirdiğimiz gibi, ki onlar Kurân'ı uzuvlara ayırdılar.
Muktesimîn; bölücüler, konuyu bağlamından koparanlar, ayırıp taksim edenler manasına gelir. Bu iyi niyetli bir analiz değil, Kurân’nın bağlam ve bütünlüğüne yapılan bir saldırıdır.
‘İdîn kelimesinin “uduv” kökünden geldiği kabul edildiğinde, çoğul olan bu sözcük -Türkçedeki gibi- “uzuvlar (bir bütününün parçaları)” anlamındadır. O hâlde, o şeyin her bir parçasına, ‘ıdatun” denilir. “Ta’dıye” cüzlere bölmek, parçalara ayırmak demektir. Kelime, vahyin inkârcı muhataplarının Kurân’da birbiriyle alâkasız bir sürü şey olduğu, onun muhtevasının “sihir, yalan, hikâye, şiir” gibi birbiriyle bağlantısız ve tutarsız şeylerden oluştuğu iftirasına âtıftır. (Mukâtil, Ferrâ, Taberî) 87. âyetteki “seb’ul-mesânî” yani tekrarlanan yedişerli ifadesinden sonra buradaki anlatım Kurân’ın birbiriyle alâkasız görev ve sorumluluklar vaaz etmediğini pekiştirmek içindir. Verilen sorumluluklar bir sürecin aşamalarıdır ve birbirini tamamlamaktadır. Kurân’a bütüncül olarak yaklaşmayıp işine gelenlere inanan, işine gelmeyenlere inanmayanlar için yargı şudur: “Kitap'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz.” (Bakara:85)
92-93 Artık Rabbin için onları toplayıp elbette yaptıkları şeylerden soracağız.
Yapılanların hesabının sorulması, Kurân’ın uzuvlarına bölünerek hayattan koparılması ve işlevsiz, ölü bir metin hâline sokulmasına âtıf olduğu anlaşılmaktadır.
94- O hâlde emrolunduğun şeyle ayır! Ve müşriklerden yüz çevir!
Ayır diye çevirdiğimiz “fasde” emrinin kök fiili “sade’a” kelimesidir. Bu da “bir şeyi yarmak, ayırmak” anlamındadır. Nitekim topluluk dağıldığı zaman “Tasadda’a’l-kavmu” denilir. (Krş. Rûm:43) Bu kelime “bitki” ile kullanılınca “bitkinin yeri yarıp çıkması”; “hak” ile kullanılınca “bir şeyi aşikâre söylemek”; “çölde yol almak”; “cam vs. kırmak”; “kavmi dağıtmak”; “bir işe meyletmek”; “geceleyin yürümek” anlamındadır. Sudi’a kalıbı “başı ağrımak”; es-sad’ şeklindeki isim kalıbı da “sert şeydeki yarık, çatlak” anlamına gelmektedir. Arapçada, bir kimse açık bir biçimde delilini ortaya koyup konuştuğunda, tıpkı “Onu apaçık ortaya koydu.” sözünde de olduğu gibi, “Sada’a bl’l-hucceti” denilir. (Krş. Râzî) Sonuç olarak madden ve manen birbirinden ayırmak anlamında kullanılmıştır. Burada Allah’ın emirlerinin netliği ve bu emirler çerçevesinde safını net olarak ortaya koyması, hakîkat ile bâtılı ayırması emredilmiştir. Bunun sonucu içinde her tür şirkin olduğu eylem ve söyleme yüz çevirmesi gerekmektedir. Bu nedenle bu iki emir aslında tek bir emrin iki farklı sürecini ve devamını ifade etmektedir. Buna göre âyetin manası, sebnul mesânîdeki emirlerden biri olan, “onlardan fikir ve amel olarak ayrılması” ve bunu korkmadan, açıkça ortaya koyup hayatında göstermesi, yaşaması anlamındadır.
95- Muhakkak ki biz, alay edenlere karşı sana kâfiyiz.
İstihzâ, sözlükte “alay etmek” anlamındaki hez’ (huzu’, huzuv) kökünden gelir ve manası “başkasının söz ve davranışlarını kusurlu görmek veya göstermek amacıyla onu alaya alıp küçük düşürmek” manasında kullanılır. Kurân’da daha çok Allah’ın âyetlerini ve resûllerini alaya alan müşriklerin, kâfirlerin takındıkları tavırları aktarmak için kullanılır. “…kâfiyiz.” şeklinde çoğul gelmesi, bunun Allah’ın sünneti ve yasaları ile bir süreçle gerçekleşmesinden dolayıdır. Rabbimizin bir esmâsı olan el-Kâfi; âlemlerin tüm ihtiyaçlarına yeten, her şart ve zamanda kuluna yeten demektir. “Hiç Allah kuluna yetmez mi ki, onlar seni O’ndan başkasıyla korkutuyorlar?” (Zümer:36) Ancak okuduğumuz Hicr:95’te “Biz sana kâfiyiz.” şeklinde çoğul bir kullanımla Zümer 36. âyette bir izah getirilmiştir. Yapılanlara karşı Allah’ın kâfi olması doğrudan değil, farklı unsurların içinde bulunduğu bir süreçledir. Allah, elçisine indirdiği âyetlerle maddî-manevî yasaları çerçevesinde kâfi gelmiştir.
96- Allah ile beraber başka ilâh kılanlar, artık yakında bilecekler.
İnsanoğlunu şirk inancına sürükleyen en temel sütunlardan biri Allah’ın yetersizliği/kâfi olmayacağı fikridir. Bu nedenle “Kâfi” sıfatının arkasından Kurân’da sürekli -burada olduğu gibi- şirke âtıf yapılmıştır.
97- Ve doğrusu biz, onların söylediklerinden dolayı sadrının daraldığını biliyoruz.
Dikkat edilirse 94. âyetteki “Müşriklerden yüz çevir!” emri, “Onların tavır ve davranışlarından yüz çevir!” şeklinde devam eden âyetlerde örneklendirilerek izah edilmiştir. Yüz çevrilmesi gereken alay ve hakaret, doğal olarak bütün insanları etkileyen olumsuz ve kötü bir ahlâktır. Bir beşer olarak Hz. Peygamber de bundan etkilenmiştir. Zîra kimi sözler, insana hançer gibi saplanır. Onların alayları da buna benziyordu. Mümin; haklı-haksız hiçbir konuda, kimseye ne hakaret edebilir ne muhatabının görüş ve fikirleriyle -ne kadar saçmada olsa- fikir özgürlüğü adı altında alay edebilir ne de onları aşağılayabilir. Alay ve hakaret yoluyla itibarsızlaştırıp ötekileştirme kesinlikle mümin tavrı değil, müşrik ahlâkıdır. Önemli olan sizin kastınız değil, muhatabınızda sizin onunla alay edip aşağıladığınız yönünde bir algının oluşmamasıdır.
98- Öyleyse Rabbini hamd ile tespih et ve secde edenlerden ol!
Sebbih kelimesi “sebbeha” fiilinin emir kipidir. Bu kelimenin sülasi kökü “se-be-ha” fiilidir. “Se-be-ha” sözlükte yüzmek, uzaklaşmak, suyun yayılıp kaplaması anlamından bir topluluğun yeryüzünde yayılıp hâkim olması gibi yan anlamlarda kullanılmıştır. Bu kelimedeki vurgu, batmamak ve ilerlemek için çaba göstermektir. Hamd kelimesi lügatte “övmek, bir şeyi iyilik, üstünlük ve erdemlilikle nitelemek” gibi anlamlar taşıyan “h-m-d” kökünden türemiştir. Hamd ile tespih insanlar için değil, sadece Rabbi için övülen, herkesin imrendiği fıtrî, insanî davranışlar ortaya koymaktır, bu uğurda çabalamaktır. Ancak bu övgü kibre sebep olabilir ki, o hastalığın şifâsı ise hemen devamındaki secde edenlerden olmak emridir. Secde “üstün bir varlığın önünde, onu büyük ve kendini o varlığın karşısında küçük görmek üzere saygıdan eğilmek, onun emirlerine girip boyun eğmek” demektir. Övülen, iç ve dış tatmine sebep olan, imrenilen davranışlar zamanla insanda büyüklük hissine sebep olup mütevazılığı öldürdüğü için secde, bu emri tamamlayıp tek madde hâline getirmektedir. Kurânu'l-Azîm’de tekrarlanarak anlatılan ve tekraren yapılmasında birçok hikmet bulunan bu 7 sorumluğun sonuncusu şöyle ifade edilmiştir:
99-Ve sana yakîn gelinceye kadar Rabbine kulluk et!
Yakîn kelimesini âlimler “ölüm” diye manalandırmıştır. Bazıları da bu kelimeye “kesin bilgi” manasını vermiştir. Dolayısıyla bu iki yorum birleştirilerek ölüm ile imtihan perdesinin kalktığı ve hakîkatlerin ayan beyân ortaya çıktığı zamana kadar kulluğun kesintisiz emri olarak anlaşılabilir. Kurân’da “Rabbine kulluk et!” emri Zümer:2, 66; Meryem:65; Tâhâ:14; Hûd:123 ve daha birçok âyette (mesânî) tekrarlanarak zikredilmiş kesintisiz bir emirdir.
Hicr sûresinden anladıklarımız şimdilik bunlardır. En doğrusunu ilmi ile kâfi olan Rabbimiz bilir.