مَّن ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللّهَ قَرْضاً حَسَناً فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافاً كَثِيرَةً وَاللّهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Kim Allah’a (onun yolunda) güzel bir kredi (limiti) açarsa, Allah da onun verdiğinin (mükâfatını) kat kat artırır. (İmkânları) Daraltanda genişletende Allah’tır ve siz O'na döndürüleceksiniz. (Bakara:245)



.






Kur'an Kavramları

 

ABD

''Abd'' kelimesinin tam karşılığı kölelik ve kulluktur. Bir güce, otoriteye, mala-mülke, gösterişe veya herhangi bir kişiye kul-köle olmaktır. İradî bağlılığa kulluk, gayr-i iradî bağlılığa kölelik denir. İstılahî anlamda böyle temel bir farklılık vardır. İbadet, kulluğun gösterilmesi manasında bu kelimeden türetilmiştir. Yine ibadethaneye mabet, ibadete layık tek otoriteye de mabut denmiştir. Ayeti Maûn sûresi ile birlikte düşündüğümüzde, '' Ben sizin kulluk ettiğiniz nesnelere/putlara, nefsinize, paraya, gösterişe, makama, mala mülke, kul köle olmam.'' manası ortaya çıkar. (Kâfirûn:2)

ACEM

Acem kelimesi “dili iyi konuşmamak, anlatımda eksikliğin, pürüzün olması, açık seçik olmayan,derdini anlatmada acemi” demektir. Acem,195. âyetteki “arabiyyen”in tam zıddıdır. Arabiyyen apaçık, acem(ce) ise açıklayamayan/kapalı demektir. Sözü güzel anlamayan ve konuştuğunu açıkça anlatamayan kimseye de Arap olsun veya olmasın acem denirdi. Ancak bu kelime sonraları anlam daralmasına uğrayarak sadece Arap olmayan ve Arapça konuşamayan kimseleri belirtmek için kullanılır olmuştur. Özetle Arap, düzgün-fasih-açık seçik demek iken acem,düzgün açıklayamayan, sözü karıştıran,ağdalı bir dil ve gereksiz süslemelerle dolambaçlı laflarla manayı boğan demektir. (Şuarâ:199)

AHD

Ahd, mastar olarak “bir şeyin yerine getirilmesini emretmek,tâlimat vermek, söz vermek” manalarına gelir. Karşılıklı sözleşmeye de ahitleşme denir. Vefâ, verilen söze sevgi ve muhabbetten dolayı bağlılık göstermek, riâyet etmektir. Sadakâtte böyle bir muhabbet şartı aranmaz.Verilen söz vereni mesuliyet altına aldığından dolayı bu söze riâyet göstermemek vefâsızlıktır, beklentileri boşa çıkaran bir güvensizliğe sebeptir.İman özü itibari ile güvenilen ve güven veren olduğundan ahde vefâ, sebât, riâyet  (verilen sözde durmak) İslâmî şiarlardan biri ve belki de en ehemmiyetli olanlarındandır. (İsrâ:34)

Ahd; söz vermek, emir, talimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülük,itimat veren söz, yemin, misak, bir şeyi korumak anlamlarına gelir. Bir şeyiher durumda koruyup gereğini yerine getirmek demek olan ahitte hem yemin, hemde kesin söz verme anlamı vardır. Yemin, ahdin dinî ve kutsî yönünü; söz vermede ahlâkî yönünü teşkil eder. Âyette geçen ‘ahidnâ fiili’ “vahyini, mesajlarını ulaştırmak” anlamında yapılan ‘gönüllü sözleşme’ şeklinde anlaşılmalıdır. Zira Allah’ın elçiliği zorla gerçekleşen bir görev değil, bir tekliftir. Bu teklifin kabul edilmesi Allah’la yapılan ahittir. Bu ahdin temeli Allah’ın emir ve yasaklarına öncelikle resûlün uymasıdır. Hz. Âdem’in ‘yasak ağaca’ Allah’ın “Yaklaşmayın!” demesine rağmen yaklaşması bu ahdin tek taraflı bozulması manasındadır. (Tâhâ:115)

ÂHİRET

Âhiret, Kurân-ı Kerim’de en çok geçen terimlerden biridir.Kelime anlamıyla, sonra, sonradan gelen, daha sonra olacak olan demektir. Kurân bu kelimeyi, karşıtı olan ûla (önceki,önce olan) kelimesi ile birlikte de sık kullanır. Bu âyette âhiret ve dünya kullanılsa idi, bunu ölüm sonu ve ölüm öncesi ceza olarak anlardık. Ancak burada ömrünün son kısımları ve ondan önceki sürece âtıfla ‘’âhireti velûla/er veya geç, önünde sonunda’’ gibi deyimsel bir anlamla dünyadaki bir durduruluş hâlinin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. İnsanlara zorbalık yapıp onları birer mal gibi gören tüm müstekbirler doğru bir direnişle ibretlik bir akıbete çarptırılmalıdır. Bu tür diktatör ve Firavunlara karşı yapılan mücadelede aceleci olunmamalı, onların âciz ve zayıf anları gözlenerek fırsat kollanmalıdır. Hz. Mûsa ve Hz. Harun Firavun’a karşı 4-5 yıllık bir stratejik beklemenin arkasından harekete geçmişlerdir.(Nâziât:25)

AKL

Akl; bağ, düğüm kelimelerinden gelmektedir. Bu manada akletmek, toplanan verileri birbirine bağlayıp sağlıklı hükümler çıkarmaktır. Bu kelime, Kurân’da 49 kez ve geçtiği her yerde fiil hâlinde geçer. Aklı devamlı olarak fiil/eylem halinde kullanan Kurân, akletmenin, yani aklı doğru kullanmanın önemine dikkat çekmektedirler. Sonuç olarak insanın zekâsını doğru yönde kullanmak için parçaları bir araya getirmesine Kurân akletmek der. (Şuarâ:28)

ALAK

Alak, alâka’nın çoğuludur. Alâka, yapışıp ilişmek de­mektir. Bir yere yapışıp/alâka kurup beslendiğinden sülüğe de alak değil "alâka" denir. Aynı şekilde rahimdeki embriyoya da,anneye göbek kordonu ile bağlı olmasından dolayı “alâka” denmiştir. Askı ve askıda durmak miglak kelimesi ile anlatılır. Kurân’da sadece burada kelime “alak”olarak geçer. Geçtiği diğer 4 yerde hep alâka şeklinde yuvarlak “te” ile gelmiştir ki bağlam anne karnında asılı duran embriyo demektir. Âyetteki "alak" ile diğer âyetlerde geçen “alâka” kelimesinin aynı anlamda olduğunu düşünemeyiz, çünkü kelime burada çoğul-müzekker diğerlerinde ise tekil-müennes gelmiştir ve bağlamlar farklıdır. Okumak ve eğitimle insanın embriyodan yaratılmasının doğrudan bir bağlantısı yoktur. O zaman ‘’alak’’ bu bağlamda neyi ifade eder? Aluk, yavrusunu sevip ona bağlanan deveye denir. "Alak",manevî olarak, ilgi, muhabbet ve sevgi mânasında bağlı; ancak bu bağ ve ünsiyetle beslenerek insan olabilen gibi bir manaya ulaşılabilir. Rahimdeki embriyonun/bebeğin ölmemesi ve beslenmek için nasıl ki göbek kordonuna ihtiyacı varsa, insanlığın da büyümesi için öğrenmeye, bilgilenmeye, vahye ihtiyacı vardır. Allah, beşeri topraktan insanı da sevgi ve alâkadan yaratmış, vahiyle rızıklandırmıştır. Bir bakıma beşer toprakla, insan ilgi ve sevgiyle yaşar. (Alak:2)

ARŞ

Arş, nüzul sürecinde ilk kez Tekvir sûresinde geçer. Lâfzen “taht, tavan ve yüksek mekân”, mecazen de “şan, şeref, onur, itibar ve hükümranlık” gibi anlamlara gelir. Arş kelimesi Kurân’da, “Allah’ın bütün varlık üzerindeki mutlak hüküm ve iktidarını” ifade eder ve genellikle O’nun âlemleri yaratmasına ilişkin bir açıklamayla bağlantılı olarak geçer.(Bkz Tâhâ 5) Allah’ın arşa istivası, onun mülkünde tek söz hakkına sahip olması demektir. “Sellü arş“, ‘’Mülkü yıkıldı, dağıldı.’’ demektir. Mülkü kıvamında, işleri yolunda ve mülkünün işleyişi muntazam ve sağlıklı olduğunda“istave ale’l-arşi ” veya “istekare ala şeri­ri mülkih” denilir. Ona her şeyden verilmiş dendikten sonra büyük bir koltuğu, oturağı veya tahtı var demek bağlamla alâkasız ve gereksiz bir bilgi gibi durmaktadır. Ona her şeyden verilmiştir.Neden? Çünkü ‘’Onun güçlü, kararlı ve azametli bir iktidarı, hükümranlık ve yönetimi var.’’ şeklinde anlamak bağlama daha uygundur. (Neml:23,  Tâhâ:5)

ÂYET

Âyet, “alâmet, delil, ders” anlamlarına gelir. Her ne kadar meallerin birçoğunda âyet kelimesi mucize olarak tercüme edilse de Kur’an’da mucize kelimesi hiç geçmemektedir. Arapça bir kelime olan mucize, acz kökünden türemiş, if’al babından ismifâil, müfred, müennes bir kelime olup “insan aklını ve kudretini âciz bırakan şey” demektir. Bu kavram Batı dillerine Lâtince “miraculum” kelimesinden, “harika şey, şaşılacak şey” anlamıyla “miracle” olarak geçmiştir. Mucize kelimesi, ehli kitabın olağanüstü, abartılı mitolojik dinî anlatımlarının etkisiyle Hicri 2. asır itibariyle İslam literatürüne girmiştir. Emevi halife adaylarını eğitmek için Hicri ilk asırda yazılan siyer kitaplarında mucize kelimesine rastlamamaktayız. Âyetelkübra kullanımı; işâret, delil veya alâmetin büyüğü, herkes tarafından kolaylıkla müşahede edilen olabildiği gibi özel uzmanlık ve araştırma isteyen kevnî âyetlerin varlığını da hatırlatmaktadır.(Tâhâ:23)

Âyetimizdeki ruh Hz. Meryem’in babasız bir çocuk doğuracağı bilgisi/kelimesidir. Bu bilgiyi taşıyan elçiye de Kur’an ruh demektedir. "Ey Meryem! Muhakkak ki Allah kendinden bir kelime ile seni müjdeliyor.” (Âli İmran:45)Âyetteki katımızdan bir kelime, gaybî bilgi olan çocuğunun olacağı ilahi bilgisidir. Bu bilgi,hayatını bambaşka bir yöne çevirerek ona ruh katacaktır. (Meryem:17)

AZÂB

Âyette geçen azabın kök manası mahrûmiyettir. Dilimizde kullandığımız azap, Arapçada elîm ile karşılanır. Âyette önce mahrûmiyetin kötülüğü ifade edilerek bunun dünyada olduğu, sonraki cümlede ise bu mahrûmiyetin âhirette hüsran ile sonuçlanacağı belirtilmiştir. Mahrûmiyet her zaman kötü değildir. Mesela oruç tutarken sudan ve yemekten mahrûmiyet ruhaşifa olabilmektedir. Âyetteki kötü mahrûmiyet, zekât ve paylaşma ile insanı insan yapan değerlerden mahrûmiyettir. İnsanlığını kaybeden aslında her şeyini kaybetmiş, dünya ve âhiret saadetinden mahrûm kalıp ziyana uğramış, iflas etmiştir. “Hüsr” ile anlatılmak istenen tam da budur. (Neml:5)

Aynı kökten, ‘hükkâm, muhkem,tahkim, ihkâm, mahkeme, hâkimiyet, hükümet’ gibi kavramlar da türemiştir. Hepsi farklı anlamlara gelse bile, hepsinde de işi sağlam yapma, zarara engel olma,hikmetle, fayda ve maksada uygun şekilde yapma, tutarlı olma, yerinde iş yapma,yetki altına alma, hükmünü yürütme anlamları ortaktır. (Tin:8)

AZÎZ-ALÎM

Azîz; izzet ve şeref sahibi,Alîm ise her şeyi tüm künhüne varıncaya kadar bilen demektir. Hükmü, hesabı Azîz ve Alîm olan Allah’a bırakmak ilmin izzetindendir. Ayrıca hükmü Allah’a bırakmak bizleri koruyacaktır. (Neml:78)

BÂTIL

Bâtıl, “be-ta-le” fiil kökünden gelir. Lügatta bu fiil; boşa gitmek, gerçek olmayan, neticesiz,yalan, sahte, anlamlarına gelmektedir. Kurân iktidarların geçiciliği ile alâkalı sûreyi Rumların mağlubiyet ve galibiyetiyle başlatmış, tabiattaki oluşve bozuluşa dikkat çekerek verilen imkânların emanet olduğu şuurunu tesis için son saat ve hesap gününe konuyu getirmiştir. Oluş ve bozuluş yasalarına dikkat çekerek yeniden dirilmeyi bir âyet olarak ifade etmiştir. Allah’ın fıtrata yerleştirdiği insanî değerleri örtenlerin ölmeyecekmiş gibi yaşadıkları, buna karşılık hesabını verme korkusu ile sorumluluk bilinci kuşanan muttakîlerin yaptıklarını bâtıl, boş görme yanılgılarını göstermiştir. Bu tutumun en büyük zararı yine yapana olacaktır. (Rûm:58)

BE’S

Be’s; güç, kuvvet, hızlı savaş, sıkıntı, azab ve harb ehli gibi mânalara gelir. Merhamet ile başlayan, barışa, selâma ve teslimiyete çağıran Hz. Süleyman’ın mektubu ile baskı, zorbalık ve güce tapan melleler arasında kalan Belkıs, savaşın getirisi kadar kaybettirdiklerini bir sonraki âyette hatırlatarak kararının da gerekçesini şöyle ifade eder: (Neml:33)

BEŞER

Beşer, “beşere’nin” çoğulu­dur. Derinin, özellikle insan deri­sinin dış yüzleri mânasına da ge­lir. İnsana “beşer” denmesinin sebebi bakıldığında derisinin gözükmesidir. Hayvanlarda ise derileri ya yün ya da tüylerle örtülüdür. Beşer ile insanın maddî, fizikî ve bedenî ihtiyaçları kastedilir. Âyette insan değil de beşer kullanımı önemli bir detaydır. Zira beşerin insan olması için sadece beden yeterli değildir. Beşerî alt yapı, ilahî bilgi olan ve hayata anlam ve amaç katan ruhla desteklenmelidir. Bizlere düşen beşer doğup insan olarak hayatımızı tamamlamaktır. (Rûm:20)

BEYYİNE

Beyyine, açık ve kesin delil demektir. İktidarın emanet olduğunu unutmak hem o imkânlardan istifade edeceklere bir haksızlık hem o imkânlarla kendini kaybedenlerin kendilerine yaptığı zulümdür. Kurân tarihin bir âyet gibi okunmasını sürekli emreder. Tarih okumalarının en önemli getirisi ‘kendimizi ve içinde yaşadığımız şimdiki zamanı mutlaklaştırma’ hastalığından bizi kurtarmasıdır. Birçok insan, medeniyet ve iktidarın gelip geçtiği bu fani dünyada şimdi ve buradayı yaşayan insan, hafızasını yitirmiş şekilde sadece anı yaşama derdine düşmemelidir. Kendini merkeze koyan bu bakışın tek sebebi âciz ve sonlu olduğu hakîkatinin/âyetinin üstünü örtecek kadar kibirli olmaktır. (Rûm:9)

BİRR

Birr kelimesi her türlü hayır ve iyilik işlerinde genişlik, ihsân,itaat, doğruluk, bol bol iyilik demektir. Kelime, bu geniş anlam alanıyla her türlü iyiliği, ihsânı ve hayırlı davranışı kapsamaktadır. Birr kelimesinin aslı berr kelimesidir. Lügat anlamı“kara parçası, kıt’a” demek olan berr kelimesi,“deniz” anlamına gelen bahr kelimesinin karşıt anlamlısıdır. Yani bahr suyun dolduğu boşluk, berr boşluğu dolduran kara parçası manasındadır. Bu iki kavram bir arada fi’l-berri ve’l- bahri, karada ve denizde şeklinde bir deyim olarak da kullanılır. Daha çok karasal bir kültüre sahip Arap coğrafyasında kara, denize göre yaşam alanı olarak görüldüğünden denizlere açılma çok geç dönemlere denk gelmektedir. Aynı kökten türemiş olan teberru, fiil olarak“iyi olmak, iyilik yapmak” anlamına gelir. Türkçede de herhangi bir sosyal yardım amacıyla yapılan yardım ve iyilikler teberru kelimesiyle ifade edilir. Birr kelimesi isim olarak kullanıldığı gibi, ismifâil olarak da kullanılır ve bu takdirde “çok iyilik yapan” anlamına gelir. Kurân böyle kimseleri burada olduğu gibi berr kelimesinin çoğulu olan ebrâr kelimesi ile tanımlamıştır. (Bkz.  Abese:16, İnsan:5) İyilik özü itibariyle el-Berr olan Allah’ın yarattığı insana fıtraten kodladığı bir yetidir. Başkasına iyilik eden iç dengesini daha hızlı kurduğundan en başta kendine iyilik etmiş olur. İç ve dış dengenin yakalanması paha biçilemeyen bir nimettir. O yüzden ebrâr olanlar nimet içinde yüzmektedir. Ebrâr olan yediği yemekten, içtiği sudan, hatta aldığı nefesten bile lezzet alır. (İnfitâr:13)

CAHÎM

Cahîm, çok kızışmış ateş kelimesinden gelir. Hz. İbrahim’i öldürmek için hazırlanan ateşe de Kur’an Saffat: 97’de cahîm demektedir. Bağlamda bu ateşin görülmesi 5. âyetteki kesin bilgi şartına bağlanmıştır. Ancak öldükten sonra yaklaştırılan cehennemin görülmesi için ilim şartı yoktur. Dolayısıyla, mahşerde herkes tarafından zorunlu olarak görülecek olan cehennem ile âyette sözü edilen cahîm aynı şey değildir. Kur’an cehennem değil de cahîm, hutame veya sekar isimlerini kullanıyorsa orada mutlaka dünyevî bir karşılık aranmalıdır. Cahîm; çoğaltma yarışı, tüketim çılgınlığı, konfor, israf, kaynak arayışına ülkeleri yönlendirmekte bu da nükleer ve diğer silahlar ile savaşı çoğaltma ile dünyayı cehenneme çevirmektedir. Çoğaltma tutkusu dünyayı olduğu kadar insanın kendi iç dünyasını da cehenneme çevirir. Bunu ilmelyakîn bilmek bizi tedbire yönlendirecektir. Bu olmazsa zaten ilerde dünya kaynakları kuruduğunda aynelyakîn olarak da bu hakîkat müşahade edilecektir. (Tekâsür:6)

CEBBÂR

Cebbâr, cebirden mübalağalı ismifâildir. Yani çok cebredici, istediğini yapmaya mecbur bırakan,boyun büktüren demektir. Cebbar, başkaları üzerine musallat olan zorba mânasında da kullanılmıştır. Başkasını zorla kontrol altına alana da cebbar denir. Bu kendi yaşıtına, akranına üstünlük tasladığındandır. Eğer bir hurma ağacı yaşıtlarından büyük olursa “nahletuncebberah” denir. (Şuarâ:130)

CEHÂLET

Cehâlet, Türkçede bilgisizlik anlamına gelir. Kur’an’da türevleriyle birlikte 24 kez geçer.Kur’an bu fiili ve bunun türevleri olan ‘câhil’, ‘câhiliyye’, ‘cehâlet’,‘cehûl’ kelimelerini kullanmaktadır. ‘Cehûl’ çok câhil, ‘cehâlet’ ise bilmemehâlini, cehl içinde olma durumunu ifade eder. Türkçede ‘câhillik’; cehâlet,bilgisizlik, bilmeme, ilimden ve olgun davranıştan uzak, biraz da genç ve tecrübesiz kimse anlamında kullanılmaktadır. Âyetteki cehâlet had ve hudut bilmeme hâlidir. Beşeri insan yapan bilmek değil, bilgiyi vakarla yaşamaktır. Kendini bilmezlerin sataşmalarına selam denmesi istenir; zira Rahmân’ın kulları savaş için değil merhamet için zamanlarını kullanmalıdır. Daha öncelikli, daha onurlu ve daha üstün değerlerle ilgilenen bu şahsiyetler, vaktini ve emeğini uygun olmayan bir işte harcamamalıdırlar. Selam; barış, huzur, esenlik, saadet, af, mağfiret mânalarını kapsar. Bu âyetteki, “selâm” tazim, saygı ve tanışma selamı değil, vakarı korumak için vedalaşma ve uzaklaşma selamıdır. Cahillerin laf atmasına,seslenmelerine verilen barış ve esenlik telkini aslında kişinin duyguları ile değil, selim akıl ile hareket ettiğini göstermektedir. Bu tavır kötülüğü iyilik ile savmaktır. “İşte onlara, sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızası için harcarlar.” (Kassas:54) “O müttakîler ki bollukta ve darlıkta infak ederler ve kızdıklarında öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını afvedicidirler, Allah da muhsinleri sever.” Âli İmran:134. Rahmân olan Allah’ın has kullarının ilk özelliği bilgili olmalarına rağmen bilmenin kibrine kapılmayıp tevazulu olmaları, cehâletin karşısında vakarlarını bozmamalarıdır. (Furkân:63)

CİNN

Cin, ''c-n-n'' kökünden  türemiştir. Aynı kökten gelen cennet, toprağı ağaç yapraklarıyla saklanmış yer demektir. Cinnet; aklın, fikrin saklanması, delirmek demektir. Cenin, ana karnında saklandığı için bu adı almıştır. Cünnet; kalkan demektir ki kişiyi oktan, mızraktan sakladığı için bu ad verilmiştir. Canan; duyu organlarından saklandığı için kalp anlamında kullanılmıştır. Görüldüğü gibi ''Cinn'' kelimesinin bütün eski ve yeni sözlüklerde ortak manası görünmeyen, bilinmeyendir. Her insan, şeytani duygu ve düşünceler oluşturabilecek potansiyeldedir.  Sûre bunlara karşı tedbir alınması ve şerrinden Allah’a sığınılması gerektiğini hatırlatır. Bu sığınmayı da, İlahi terbiye/Rab ve yönlendirme/Melik esmaları ile ifade etmiştir.  Bu yapılmazsa görünen görünmeyen düşmanlar insanın birtakım nesnelere, kişilere, duygulara, hazlara köle olmasına ve onları ilahlaştırmasına yol açacaktır. (Bkz. Furkan: 43) (Nas:6)

Cinn,  çoğul olarak kabul edilmiş tekilinin de “cinnî” kelimesi olduğu söylenmiştir. Bu kelime ce-ne-ne kökünden türemiş olup asıl anlamı, bir şeyin duyulardan uzak, saklı olmasıdır. Örtülü olan her şey cin’dir. Cennehü’l-leylü ‘Gece onu örttü.’, ecennehü ’Onu örttürdü.’, cenne’aleyhi ‘Üzerine örttü.’şekillerinde kullanılır. Cenin, cânan, cünne vs. hepsi c-n-n kökündendir vetemel anlamı gizli, örtülü, saklı demektir. (Neml:5)

DABBE

Dabbe, hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvanlar ve haşereler için kullanılır. Bunun yanı sıra içkinin bedene yayılması ve bir çürüklüğün sirayeti gibi, hareketi gözle fark edilemeyecek kadar yavaş ilerleyen şeyler için de kullanılır. Dabbenin, ilerleme ve hareket vurgusunu, Kurân’da şöyle okumaktayız: “Allah, bütün dabbeleri (hareket eden canlıları) sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Doğrusu Allah'ın gücü her şeye yeter.” (Nur:45)Görüldüğü gibi âyet canlıları, hayat formu olan “hay” kelimesiyle değil de (hayvan da buradan gelir) hareketliliklerini anlatmak için dabbe (debelenen) kelimesi ile bu yüzden ifade etmiştir. Buradan ‘dabbe’nin,‘hay’ gibi bir hayatı değil hareketliliği öncelemek için kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Onların üzerine sözün vuku bulması Allah’ın vaad ettiği son saattir. Son saatte dünyayı arka arkaya küresel olarak sarsacak çok şiddetli depremlerden Zilzâl sûresinde şöyle bahsedilir: “Arz, o şiddetli sarsıntısı ile sarsıldığında. Ve arz, ağırlıklarını dışarı çıkardığında. Ve İnsan der ki: “Ne oluyor buna? O gün arz onlara Rabbinin vahyetmesi ile haberlerini anlatacak.” (Zilzâl:1-6) Neml 82 ile Zilzâl sûresindeki konu aynıdır. İkisinde de arzdan çıkan ve sarsıntılara sebep olan volkanik aktivitenin, insanlara yalanladıkları son saati, hareket ve hâli ile haber vermesi/ihbar etmesi anlatılmaktadır. Türkçedeki Deprem “depremek” fiilinden türetilmiştir. Kökü“vurmak”, “ayağıyla vurmak” anlamındaki “tep” fiilinden gelir. Aynı kökten“tepmek”, “tepik”, “tepki”, “tepinme” gibi kelimeler üretilmiştir. “Hareket etme”, “kımıldama’’yı anlatan “tepremek” Türkiye Türkçesinde “depre-mek”olmuştur. Yer kabuğunun alttan vurma ile debelenme gibi üstekileri sarsmasına deprem denmiştir. Arapçada depreme Zilzâl denmesinin sebebi, zelle’nin, mutât hareketler için kullanılmasıdır. Bundan dolayı zelzele, kendisinde tekrar mânası mevcut olduğu için, depremin yatay ve sürekli hareketini ifade eder. Dabbe ise yer kabuğunun dikey yükselişidir,debelenmesini ifade etmektedir. (Neml:82)

Paylaşmak fıtrî bir âyettir ve insanı hayvandan ayıran üst bir meziyettir. Âyetlerden yüz çevirmenin altında yatan asıl sebep beşerî yanın bencillikle insanî yana galip gelmesidir.

 

DARB

Darb, bir şeyi başka bir şeye sertçe vurmaya denir. Darbu-derehim, çekicin vurduğu nokta-i nazarından para basımına denmiş,Türkçemize darphane olarak geçmiştir. Darb aynı zamanda “çeşit”manasınadır. Nitekim Arapçada, “Bu şeyler aynı darptandır, yani, bunları aynı çeşit say denilir. (Râzî) Bu nedenle ‘darbımesel’kullanımına her tür çeşitli örnek, farklı farklı ayırt edici misal manası verilmiştir. Ayrıca darbımesel, vaktiyle bir olay ve tecrübe münasebetiyle söylenmiş olup atasözü di­ye dilden dile dolaşan veciz söz­lere de denir. (Rûm:58)

DİN

Din, “deyn” kökünden gelir ve manası borçluluk bilincidir. Din günü, insanın Allah’a, insanlara ve diğer mahlûklara olan sorumluluklarını ve borçlarının sorgulanacağı hesap günüdür. Nüzul kelimesi bu âyette “misafire takdim edilen yemek” anlamındadır. Misafir misafirliğini bilmezse hak ettiğini bulmasından şikâyet etmemelidir. Cehennemliklerin yediklerinin ziyâfet olarak nitelenmesi ince bir göndermedir. Dünyada emeksiz elde edilen menfaatin, insana lezzetli ve çekici gelmesine bir göndermedir.Aslında yetim malı yiyenler, halkın sırtından kendine ziyâfet çekenler, zehir zıkkım yediklerinin farkında olmalıdır.

DUA

Dua; davranış ve söz ile istemektir. Onlar istekleri duymazlar, duymazlıktan gelirler. Çünkü insanları hep isteyen konumunda tutmak isterler ki haddi zatında sistem insanların muhtaçlığı üzerinden dönmektedir. İstenen güçlü, isteyen âcizdir. Âyet alt tabaka insan profilinden bahsetmektedir. Âyette geçen “İnkâr edecekler.” cümlesinden anlaşılan o ki istenen kişiler cansız putlar değil, o sistemin egemenleridir. Ayrıca bu sistemin içinde tüm algı yolları öyle kapanmış ki hiç kimse bu durumun tam olarak farkında değildir. İşte bu sebeple kimse bu aldanma ortamını Allah gibi haber veremez, fark ettiremez.(Fâtır:14)

Düşman; görünmeyen, gizli, sinsi duygu ve düşünceler olduğu gibi bunlara mağlup olmuş çevrenizdeki şeytansı insanlar da olabilir.

EBÂBİL

Ebâbil; bölük bölük, alay alay, gurup gurup, peş peşe, birbiri ardınca, katar katar, fırtına gibi, cemaat, topluluk demektir. Araplar“Develerin grup grup gelmesine” “Câet ibilike ebâbile” derlerdi. Ebabil hakkında bazı âlimlerin görüşleri şöyledir: Abdullah b. Mesud’a göre “bölük bölük”tür. Abdullah b. Abbas ve Dahhak’a göre “birbirini takip edenlerdir.”Mücahid’e göre “bir araya toplanmış, birbirini takip eden, bölük bölük”tür.

ECDÂS

Ecdâs, kabir mânasına gelen cedes kelimesinin çoğuludur. Kabir de Arapça bir kelimedir çoğulu kubûr şeklinde gelir. Bu şekilde Âdiyât sûresinde geçmiştir. Kubûr için kabirler mânası verdiğimizden ''ecdas' için de kabirler mânası vermek kanaatimizce doğru olmayacaktır. Zirâ Kur’an’da eş anlamlı kelime kullanılmamaktadır. Eğer kelimeler farklı seçilmişse bu mutlaka bir hikmete mebnidir. Burada bulundukları yerlerden, mevzilerinden Rabbe doğru bir yönelme söz konusudur. (Yâsin:51)

ECEL

Ecel; bir vakit, bir za­man dilimi, süre veya bir vaktin sonu demektir. Misalen “Şu borç bir sene süreyle sınırlandırılmış­tır.” denildiğinde bir sene, bir ecel­dir. “Ecel geldi.”denildiği zaman da senenin sonunun geldi­ği anlaşılır. “Ecelin müsemma”da takdir edilmiş, belirlenmiş ecel demektir. Bu zaman dilimi körü körüne,kaderci bakışla değil, Allah’ın; bireyin ve toplumun hayatını devam ettirebilmesi için elzem olan sünneti/yasaları kanunları ile açıklanmalıdır. Ecel, insan için kullanıldığı gibi, bir ümmet, bir topluluk için de kullanılabilir. Bir insanın eceli olduğu gibi bir toplumun da eceli vardır. Sürelerini dolduran ümmet ve uluslar, tarih sahnesinden silinir ve egemenliklerini kaybeder, başka ulus ve yönetimlerin egemenliği altına girerler. (Bu konuyla ilgili bkz. A’râf:34, Yunus:49, Hicr:5, Mü’minûn:43) (Tâhâ:129)

ECELİN MÜSEMMA

Ecelin müsemma” da takdir edilmiş, belirlenmiş ecel demektir. Kâinat sonsuz değildir. Onun da bir gün eceli gelecektir. Gökler ve yerin bir amaç için yaratıldığının şuuruna varmak kişinin kendisi ile alâkalı bir varoluşsal tefekkürle meyvesini verir. “İleride biz onlara hem âfakta hem kendilerinde âyetlerimizi öyle göstereceğiz ki nihayet onun hakk olduğu onara tebeyyün edecek.” (Fussiler:53) ‘Yaratılan her şeyin bir amacı ve yaşam süresi varsa insana tanınan süre içinde onun varlık amacı ne olmalı?’ sorusuna âyet son cümlesi ile cevap vermektedir. Yani bu amaç, var edeninin huzuruna dönme bilinci olmalıdır. Zâhiri güç ve iktidarların mutlaklık iddialarının nasıl değiştiğini sûrenin ilk âyetleri örneklendirdikten sonra şimdi genel kaide verilmektedir. (Rûm:8)

ELEM

Elem, aşırı acı demektir. Türkçemize geçen bir kelimedir. Azabun elim, çok acı veren azab demektir. Azab,elem kelimesinden daha özel bir anlam taşır. Çünkü azab, “sürekli elem”demektir. Bundan dolayı her azab bir elemdir. Her elem bir azab değildir. Râzî’nin de dediği gibi, bu ifâde biçimi, elem verici azabın sözü edilenlerden çok daha şiddetli ve sürekli olduğuna işarettir. (İnsan:31)

ESFELESÂFÎLÎN

Esfelesâfîlîn tamlaması ise en güzel bir şekilde, yani bedende yaratılan, nimet ve imkânlar verilen insanın bu bedeni er ya da geç terk edip öleceği ve verilen bedenin geldiği yere iade olunacağı hatırlatılmaktadır. Sanıldığı gibi esfelesâfîlîn; aşağılık, bayağı, rezil ve sefih manasında olumsuz bir kullanım değil; en altta, zeminde olan arz/yer ve toprak manasındadır. Kur’an insanın inşasının arzdan olduğunu ve bunun amacının ölüm gelmeden önce tevhide bağlı kulluk olduğunu Hz. Sâlih’in dilinden şöyle ifade eder: “Ey kavmim! Allah’a kul olun. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Sizi arzdan/yerden yaratan ve orada, size imar ettiren O’dur.” Hud:61.

ESSÂAT

Es-sâ’at kelimesi, Allah tarafından bilinen ve kararlaştırılmış olan zaman anlamına gelir. Kurân’da, Allah’ın bu dünya için belirlediği sürenin sonunda kozmik düzenin değişim ânına “es-sâ’at”denmektedir. Bu ifadeler kozmik değişimin bitişi ile başlayan ilâhî yargılama arasındaki sürecin atlandığını gösterir. Mücrim/suçlu kullanımı önemlidir.Suçluların suçları bir sonraki âyete şöyle ifade edilir: (Rûm:11)

ES-SAMED

Es-Samed, her şeyin dayandığı ilk sebep ve son gaye, her şey zatına dayanan, zatı hiçbir şeye dayanmayan, hiç ihtiyacı olmayıp tüm ihtiyaçları gideren manalarına gelmektedir. Es-Samed ismi, taşıdığı çift boyutlu mana ile hem zata, hem fiile bakar. Birinci mana hiçbir şeye muhtaç olmayan, hiçbir şeye dayanmayan, parçalanmayan bütün iken diğer manası ise her şeyin kendisine dayandığı, herkesin kendisine muhtaç olduğudur. Sumde, toprakta yerleşmiş çok büyük ve sert kaya demektir. Bu kaya, hiçbir şeye dayanmadan durduğundan Samed’e hiçbir şeye ihtiyacı olmayan denmiştir. Ayrıca bir ve bütün oluşundan parçalanmaz, dağılmaz manalarını da veren olmuştur. Bağlam ile düşündüğümüzde Allah bir eşe ve evlada ihtiyaç duymayan tekliğin hakkını verendir. Ehad, nekira olarak gelmiştir, azamet içerir. Allah’ın zatına mahsus olan bu tekliği, kulun tam olarak kavrayamayacağına delâlet eder. Samed’in marife olarak gelmesi tahsis ifade eder. Cümleye “yalnızca Allah Samed’dir” vurgusu katar. Es-Samed ismi, tanrının bir şeye girdiği (hulul) veya bazılarının tanrıyla birleştiği (ittihad) türünden her türlü akidevî sapmayı kökten ret eder. (İhlâs:2)

ETRÂB

Etrâb kelimesinin lügat anlamı “aynı zamanda doğmuş, birbirinden farkı olmayan” demektir. (Lisanü’l-Arab) Hepsi bir ayarda, bir seviyede demektir. Bazen cennet nimetlerini,(Nebe:33, Vakıa:37)bazen de buradaki gibi cennetlikleri niteler. Bir ortamı cennet yapan; gelir seviyesi, kültür, bilgi, kalite vs. gibi niteliklerde uçurumların olmamasıdır. Dünyada da insanlar, genelde kendileri gibi kişilerle arkadaşlık yapmak ister. Zîra kişilik ve dünyaya bakış olarak birbirlerine yakınlık ve denklik aranır. Ortak payda artıkça paylaşım ve arkadaşlık artar. (Sâd:54)

 

EVVÂB

Evvâb, bir tür dönüştür. Evb ancak iradesi olan canlıların dönüşü için kullanılır. Rucû ise hepsini kapsar. Bu kelime de çokça dönen, çokça yönelen anlamına gelir. Günahlardan pişman olup çokça dönmeve istiğfar etmeyi; tefekkür ile Allah’a çokça dönmeyi, yönelmeyi ifade eder.(krş Sâd:44, İsrâ:25) Hafîz, çokça koruyan demektir. Allah’a verdiği kulluk sözünü koruyan, kendini günahtan muhafaza eden; hayr, iyilik ve paylaşma gibi değerlerini her durumda koruyan demektir. Her ikisi de mübalâğa kalıbında birer sıfat olan 'Evvâb ve Hafîz' kelimeleri birlikte “çokça yönelen ve çokça muhafaza eden” anlamına gelir. Bu kelimelerin ifade ettiği mânalar, aynı zamanda daha önce geçmiş olan “muttakî” kelimesinin de tefsiri mahiyetindedir. Zirâ muttakî kötülüklerden sakınarak iyiliğe yönelen ve bu hâlini koruyanlardır. (Kaf:32)

EZVÂC

Ezvâc kelimesi, “zevc”in çoğuludur. Halık ve mahluk arasındaki en önemli farklardan biri hâlıkın tek mahlûkun çift/eş olmasıdır. Deprem ve dağlar anlatımı aslında ezdat olan etki ve tepki prensibini anlatır. Dünya bu tarz eşve zıtlıklarla yaratılmıştır. İtme-çekme kuvvetlerinden, proton-antiprotonların, nötron-anti nötron, anyon-katyon gece-gündüz dengesine kadar dünya muazzam bir mizan ile yaratılmıştır.(Nebe:8)

FADL

Fadl; iyilik, fazîlet, erdem, lütuf demektir. Faddalnâ, ‘Biz fazîletli, iyi kıldık.’ demektir. Bu erdemler bir üstünlük olduğu için ‘faddalnâ’ kelimesi birçok Kurân mealinde dolaylı manada ‘üstünlük, üstün kıldık’ şeklinde meallendirilmiştir. Kurân meallerinde bu dolaylı manaya çok başvurulmuştur. Hucurât 13’teki “ekremekum”, Âli İmran:139’daki “a'levne”, burada ve Kurân’ın pek çok yerinde kullanılan “faddalnâ” üç ayrı kelime olmasına rağmen ekseriyetle meallerde 'üstünlük' anlamında tercüme edilmiştir. Oysa üstün/gâlip gelme anlamıyla -ki bu da kategorik/hiyerarşik/kastsal bir üstünlük değildir- sadece Âli İmran sûresindeki 'a'levne' kelimesini  ‘üstün/gâlip gelme’ olarak karşılamak doğru olacaktır. Zira âli, âlâ üstün demektir. Bu yüzden burada fadl kelimesinin doğrudan ilk manasının verilmesi tercih edilmiştir. (İsrâ:21)

FATR-FITRAT

Fatr kelimesi ise ilk olarak parmak uçlarıyla devenin memelerinden süt sağmak eylemi için kullanılmış, ancak zaman içinde bu anlam genişleyerek bir şeye müdahale etmek sûretiyle onun oluşumunu sağlamak anlamında yerleşmiştir. (Lisanül Arab)

Fetara, ilk önce parmak uçlarıyla devenin memelerinden süt sağma eylemi için kullanılmış, ancak zaman içinde ‘bir şeye müdahale etmek sûretiyle bir oluşum başlatmak’ manasında anlam genişlemiştir. Devenin azı dişi, damağı yarıp göründüğünde söylenilen“fetara nabe’l-bair” sözü bundan dolayıdır. Bu anlama göre fatır kelimesi “içinde gizleneni ortaya çıkarmak içinyarıp açmak, meydana getirmek, kapalı olmaktan çıkıp görünür olmak’’ anlamına gelir. Tohumun filiz verip içindeki potansiyeli açığa çıkarması gibi manalara da gelmektedir. Semâ denen uzayın tamamının da şu an bir noktadan (big bang) başlayarak süreç içinde yaratıldığı düşünülmektedir. “İzâs semâun fetarat” ifadesiyle uzayın yaratılıp ortaya çıktığı anının anlatıldığı anlaşılmaktadır. Benzer bir anlatım Fâtır sûresinin ilk âyetinde de göze çarpmaktadır. Aynı kökten gelen fıtrat, yaratılıştan insana nakşedilendir. Kurân insanın fıtrat üzerine yaratıldığını söyler(Rum:30). Buna göre Allah’ın, insanı üzerinde yarattığı fıtratın bir yönü,yaratıştan her insanın özüne yerleştirdiği hakîkate olan eğilimi ve onu bulma yönündeki potansiyel yazılımıdır. İnfetarat kelimesi ‘infial’ kalıbında mastar olup ‘açılarak ortaya çıkmak’ demektir. Pasajda evrenin ilk yaratılışına âtıfla ilk oluşumlara değinilmeye devam edilecektir. (İnfitâr:1)

Fıtrat, fatr kelimesine ‘te’ harfinin ilavesiyle yapılan bir isim mastardır. Sözlükte, belli yeteneklere ve yatkınlığa özde sahip oluş, bunun müdahale ile gelişerek ortaya çıkması, karakter, mizaç, doğal eğilim, huy hâlinde kendini göstermesidir. (Rûm:30)

 

FELEK

Felek, daire veya yuvarlak cisim anlamına gelir. Yün eğireceğinin yörüngesinin de, yuvarlak olduğu için, “felek”diye adlandırıldığı, yine yuvarlak bir yüzey olan ve çadırın direğinin çadırı delmemesi için direğin ucuna konan yuvarlak, odundan yapılmış düz nesneye de,“Çadırın feleği” denildiği söylenmektedir. (Razi) Felek, dairevi ve küresel herşeyi kapsar. (Taberî) Felek kelimesi gemilerin seyri sefer rotasına benzediği için gemi mânasına gelen fulk’ten türetildiği söylenmiştir.(Rağıb) (Yâsin:40)

FESÂT

Fesât kelimesi sözlükte ‘bozulmak,çürümek ve orijinalliğini kaybetmek’ gibi anlamlar taşıyan f-s-d kökünün türemiştir. Fesâdın karşıtı salâh/düzelme, ifsâdın/bozmanın karşıtı da ıslâh/iyileştirmedir. Sâlih amel de buradan gelir. Kurân’da fesât kelimesi genel olarak Allah’ın belli bir ölçüye göre yaratıp öylece sürmesini dilediği fıtrî ve evrensel düzenin herhangi bir şekilde bozulmasını ifade eder.  Kurân, yeryüzünde hâkim kılmak istediği barış ve selâmete dayalı İslamî yaşama biçimine karşı çıkan girişimleri bozgunculuk sayar. Dünya barışını bozanlar, yeryüzünde ifsât çıkaranlardır. Karada ve denizde doğal dengenin bozulması da ifsâttır. Yani mevsimlerin bozulması, yağışların azalması veya çoğalması, bitkilerin verimsizleşmesi, suların kirlenmesi, suda yaşayan canlıların yok olması, atmosferin bozulması, ozon tabakasının zayıflaması ve delinmesi, buna bağlı olarak yüksek radyasyonun neden olduğu kanser ve benzeri hastalıkların çoğalması, tüm bunların sonucunda da yeryüzünde sıkıntılı bir hayatın meydana gelmesidir. Hazza dayalı tüketimi esas alan paylaşımdan yoksun yaşam tarzı faiz sistemini doğurmuş, faize dayalı kapitalist sistem ‘sonsuz istekleri’ karşılayabilmek için dünyanın ‘kısıtlı’ yer üstü ve yer altı kaynaklarını hızla tüketip tabiatı kirletmiştir. Bunun sonucu olarak temiz su kaynakları, solunacak temiz hava ve yenilecek doğal ve sağlıklı yiyecek temini her geçen gün biraz daha zorlaşmaktadır. Böylece ortaya çıkan biyolojik ve psikolojik komplikasyonların insan sağlığını ciddi olarak tehdit ettiği bilimsel çalışmalarla da teyit edilmiştir. İşte Kurân’ın zamanüstü oluşunun bir delili de bu tarz ufuk âyetlerdir. (Rûm:41)

FİTNE

Fitne kelimesinin aslı ‘fetn’dir.“Fetn” sözlükte, altın ve gümüş gibi değerli madenlerin cevherini cürufundan ayırmak için onları ateşte eritmek demektir.Bu nedenle fitne, imtihanın en ağırıve en zorudur. Kısaca “fitne” deneme ve imtihana tâbi tutmak, sınamak, maddî vemanevî sıkıntı, üzüntü, belâ ve felâketle imtihan etme gibi anlamlara gelir. Eğer Mekke, terk edilmezse bir daha âyet alamayacakları da 59’da şöyle ifade edilmişti: “Bizim âyet göndermemize mâni olan, ancak evvelkilerin onu yalanlamış olmalarıdır.” İsrâ sûresinin ilk âyetinde ifade edilen âyetleri göstermek içinyürü/t/menin (rüyânın) gerçekleşmemesi durumunda âyetlerin gönderilmesine mâni olacak bir konjonktürün oluşacağı imâ edilir. İlk muhataba yapılan teklif şudur: Peygamberinizin âyet almaya devam etmesini ve aranızda yaşamasını istiyorsanız ona gösterdiğimiz rüyaya (öngörüye, vizyona, gelecek ile ilgili hedefe)uyun! Yoksa “âyetleri yalanlamış ve hayatı kendi ellerinizle cehenneme çevirmiş olacaksınız!” Konunun Âdem-İblis kıssasına getirilip yasak ağaç ve insanların imtihanına bağlanması manidardır. “Ve onlardan güç yetirdiklerini, onunla aldat. Evlâtlarında ve mallarında onlara ortak ol. Ve onlara vaad et.” (İsra:64)Şeytânın insanı aldatma argümanlarının dünyalıklar üzerinden anlatılması,peygamberin gördüğü rüyeti, vizyonu, hedefi onların dünyalıklar yüzünden görememeleri ve bu dünyalıkların nimet değil cehennem azığına dönüşeceği uyarısıdır. Hz. Âdem yasak ağaca yaklaşarak cennetinden olduğu gibi Mekkelilere de Allah’ın uyarısına rağmen verimli hurmalıklarından, mal ve evlatlarından kopmayıp ona yaklaşırlarsa hayatlarının cehenneme dönüşeceği ihbarı yapılır. (İsrâ:60)

Fitne kelimesinin aslı “fetn”dir. “Fetn” sözlükte, altın ve gümüş gibi değerli madenlerin sahte olup olmadığını anlamak için onları ateşte eritmektir. Metalin maruz kaldığı ısı ve basınca benzetilerek kişi ve toplumların sosyal manada baskı ve zorluklara maruz kalması olarak anlam genişlemiştir. (Neml:47)

FUÂD

Fuâd; Kurân-ı Kerîm’de 16 yerde zikredilir. Kelime manası “ısınmak, aktif hale gelip tutuşmak”demektir. Bir şeyin aşırı sıcak ve hararet üzere çevrilmesi, bulunmasıdır. Fuâd,idrak manasında olup çoğulu ef’ideh şeklinde gelir. Kurân’da kalp merkezfuâd bu merkezin içindeki duruma göre aktifleşen bölgelerlübb bu bölgelerdeki cevheri oluşturan noktasal temel birimlerdir. Maalesef beynin farklı fonksiyonlarını bilmeyen lügat, meal ve tefsirler; farklı köklerden gelen ve farklı bağlamlarda kullanılan bu kelimeleri kalp ve türevleri ile açıklamaya çalışmışlardır. Oysa insanın düşünme merkezi/kalbi olan beynindeki fuâdlar beynin loblarıdır. İrâde fuâdı (frontal/ön lob), duyu fuâdı (parietal lob vs.), görme ve görsel yorumlama ve okuduğunu anlamada oksipital lob olarak isimlendirilmiştir. Bu farklı isim ve işlevlerin bulunduğu bölgenin tamamına da ‘sudûr’ denmektedir. Âyette duyma değil de işitme (sem), bakma (nazar) değil de görme (basar) kullanılması bunun zihnî değerlendirmesine âtıfla fuâdın fonksiyonlarına bağlanmıştır. (İsrâ:36)

FÜCÛR

Fücûr; fıtratın, insanı insan yapan değerlerin tahrip olup yırtılması olarak ifade edilebilir. Bu şekilde vicdan, merhamet ve sağduyu gibi yetileri yırtıp atanlara “fâcir” denir.Bu kelimenin çoğulu da füccâr veya fecere şeklinde ifade edilir. İnsanlığın dışa yansıması nasıl ki “takva” ya da “amelisâlih”ise, kötülüğün ve suçun dışa yansıması da fücûrdur. Kelime bu âyette ebrâr kelimesinin zıddı olarak gelmiştir. Bu yüzden mana “kötüler, zâlimler, ahlâksızlar ve suçlu câniler” olarak anlaşılmalıdır. (Krş. Abese:42, Şems:8) (İnfitâr:14)

GAFLET

Gaflet, bir şeyi yeterli ölçüde dikkat ve özen göstermediği için terk ve ihmal etmek, bir şeyin gerekliliği ortada iken idrak edememek,aldanmak, fark etmemek, boş bulunmak gibi anlamlara gelir. Bir önceki âyette tilâvet edilen yazılı ilkeler varken; burada seyredilen, gözlemlenen âyetlerden bahsedilir. İlke, kanun, kural ve Allah’ın yasalarından gafletin sonucunda insanı ve toplumları bekleyen felâketlere karşı bizi önceden nezirlerle uyaran Rabbe hamd olsun. (Neml:93)

GAYB

Gayb; gizli kalmak, gizlenmek, görünmemek, gözden kaybolmak anlamında “ğâbe” fiilinden mastar veya gizlenen, hazırda olmayan şey mânasında isim veya sıfat olarak kullanılır. “Ğâbe anni: Benden gizlendi.” demektir.Genel olarak duygulardan ve insan ilminden gizli olan her şey için kullanılır. Gaybın zıddı “şehâde“dir. Bilinen görünen demektir. Gaybın sınırlarını bu “şehâde” belirler. Rağıb el-Isfahani gaybı, “duyular çerçevesine girmeyen şey” tarzında açıklamıştır. Gayb mutlak ve mukayyet olmak üzere ikiye ayrılır.Mutlak olan burada ifade edildiği gibi sadece Allah’ın bildiği yeniden dirilme zamanıdır. Mukayyet olan ise bir şarta, engele bağlı gaybî alanlardır. Bu engel veya şart ortadan kalktığında gayb alanındaki şehâdet alanına geçmiş olur. Gaybın esası, mevcut olmamak değil; herhangi bir sebeple fark edememektir. Dirilmenin zamanı değil şuuru önemlidir. Bir önceki âyet, kesin bilgiye ulaştıran delil ve hüccet manasındaki burhân ile bitince burada konu gaybî alanındaki bilgi ve şuura getirilmiştir. Kişi neyi bildiği kadar neyi bilemeyeceğinin de şuurunda olmalıdır. Buradan şu anlaşılmaktadır ki şirk bilgisiz ve delilsiz olarak gaybı taşlamaktır. (Şuur için BkzŞu’arâ:113)Burada gayb olan gözlem, deney ve teknolojiyle bilinemeyecek olan gelecektir.Bu bilgiyi sadece ve sadece vahiy verebilir. (Neml:65)

Görüldüğü üzere kâfir; hakkı,hakikati, gerçekleri, birtakım menfaatler uğruna bâtıl ile örtendir. Maûn sûresinin ardından gelen Kâfurun sûresinde sözü edilen '' Ey kâfirler!'' hitabı iç bağlam ve nüzul ortamı düşünüldüğünde yetimi itip kakan miskini doyurmaya teşvik etmeyip en ufak yardımı bile esirgeyen; imanın, insanî değerlerin,vicdanın, paylaşmanın üstünü, kendi rant ve çıkarları uğruna örtenler manasına gelmektedir. Kafîr bu tutumu ile yaşam tarzı ve dini yalanlamaktadır. (Bkz.Maun:1) (Kâfirûn:1)

ĞAFÛR

Ğafûr; insanların günahlarını,hata ve suçlarını çokça bağışlayan, bir manada hiç yapmamış sayan anlamına gelir. (Burûc:14)

ĞILMAN

Ğılman, ğulam’ın çoğulu olup Kurân’da bir yerde geçer. Daha çok on yaşın üstündeki çocuklar hakkında kullanılır. “Vildân” ise Kurân’da altı yerdegeçer, evlâdın çoğulu demektir. Ğılman da, vildân da cinsellikle ilgili bir bağlamda kesinlikle kullanılmaz. Akıl baliğ olmadan ölen evlât veya çocukların cennetteki neşvesi, koşuşturmaları saçılmış incilere benzetilerek şöyle anlatılır: “Ve genç kalanlar (vildânun muhalledûn)onların etrafında dolaşırlar. Sen onları gördüğün zaman saçılmış inciler sanırsın.” (İnsan:19) Çocuğun varlığı bir ortamı tamamlayan, mutluluğu artıran önemli bir unsurdur. Aslında çocuklar cennet nimetidir. Cennetvârî bir sosyal yaşam için olmazsa olmaz olan aile ve çocukların özgürce eğlenebildiği yaşam alanları oluşturulmalıdır. (Tûr:24)

HABÎR

El-Habîr, her şeyin iç yüzünden en iyi haber alan, her şey hakkında en iyi haber veren demektir. Allah için el-Habîr iki anlama gelir: Birincisi, haber alan manasına gelir. Bu sıradan bir haber alma durumu değil, bir şeyin iç yüzünden tüm ayrıntısıyla ve en iyi biçimde haberdar olma durumudur. İkincisi, haber veren manasına gelir. Bu haber vermesıradan bir haber verme durumu değil, bir şeyin kimsenin görmediği ve bilmediği iç yüzünden/görünmezinden haber verme durumudur. Şu âyet Habîr isminin bu anlamını çok güzel ifade eder:  Ve sana bu haberin benzerini dahi verebilecek bulunmaz.  (Fâtır:14) Allah Hz. Nûh’tan sonraki kavim,topluluk ve şehirlerin kötü akıbetlerini bu yasa ile bize haber verir ki basiret gösterip aynı hatalara düşmeyelim. (İsrâ:17)

HÂKİM

Hâkim kelimesi de hikmetle yapan,haksızlığa engel olan demektir. Bir şeyin iyice araştırılıp soruşturulmasından sonra verilen karara “hüküm” denir. Mahkemelerde hâkimlerin verdiği karar gibi;filan adam, “Bu konuda şöyle hükmetti.”, “Falancanın hükmü şöyledir.” denilir.Sözü geçmek, hükmünü yürütmek, kuvvetli ve güç sahibi olmak anlamlarına da gelir.

HAKÎM

Hakîm; ‘h-k-m’ kökünden türeyen bir ismi fâildir. Bir şeyi ıslah etmek için men etmek, herhangi bir yanlışı önlemekdengeli davranmak, isabetli karar vermek manalarına gelir. Hakemetun; ata vurulan demirden gem anlamındadır. Sahibinin atı kontrol altına alıp dizginlemesi, maksadına uygun bir şekilde kullanmak için onagem veya yular vurulması demektir. Kur’an nefsî arzuları ve şeytanî istekleri dizginleyen, insanı dosdoğru yolda tutan hakîm/hikmetli bir kitaptır. Hakîm Rabbimizin de bir ismidir. Hep hikmetle hükmeden, her hükmünde tam isabet kaydeden, her şeyi yerli yerince hikmetle yapan demektir. “Zira gökte de ilah olan yerde de ilah olan yalnızca O’dur; ve O Hakîmdir, Âlimdir.”(Zuhruf43:84) Allah’u Te’âlâ gökteki ilahlığını, yarattıklarına hâkimiyeti olan uluhiyetiyle, yerdeki ilahlığını da sonsuz ilminden bir cüz olan kelâmıyla göstermiştir. (Yâsin:2)

HAKKELYAKÎN

Hakkelyakîn” tamlaması, “var (sabit), gerçek, doğru”anlamındaki “hak” ile “gerçeğe uygun kesin bilgi” anlamındaki “yakîn”kelimelerinden oluşan bir terim olup kesinlik bakımından ilmelyakîn ve aynelyakînin de ötesinde en son merhaleyi teşkil eden, yaşanarak öğrenilen en kıymetli tecrübe olarak açıklayabiliriz. İlmelyakin, bilgialarak öğrenmek; aynelyakîn, gözlem yaparak öğrenmek; hakkelyakîn ise son mertebe olup yaşayarak öğrenmektir. Kur’an olay ve kıssaları öyle bir anlatır ki insan sanki onu görüyor, hatta olayın içinde yaşıyor hissedebilir. Bu nedenle kıssalar değerlendirilirken hakkelyakîne ulaşmanın yolu empati yapabilmektir. Bazen inananlar, bazen resûller bazense inkar edenlerin yerine kendinizi koyup konuyu değerlendirdiğinizde çok daha gerçekçi bir hisse almanıza vesile olacaktır. Ayrıca bu ifadeyle Kur’an’da saçma sapan şeylerin,hakka, adâlete aykırı şeylerin bulunmadığı; onda şüpheli, çelişkili bir şey olmadığı, içinde ne varsa hayatta karşılığı olan ve hepsinin de kesin bilgi ile sağlamasının yapılabileceği vurgusu vardır. Bu sebeple vahiy, yaşanan gerçeğin taa kendisidir. (Hâkka:51)

HÂLİD

Hâlid kelimesi“huld” kökünden türemiş olup “dışarı çıkmadan sürekli evde kalan, bekası devam eden, kalıcı olan” anlamlarına gelir. Araplar değişimi ve bozulması uzun zaman alan her şeyi“hulud” sıfatı ile nitelerler. Havalid, sacın üzerine konduğu taşlara denir. Bu, hâlini uzun süre bozmadan korumasından dolayıdır. (Rağıb) Bu kelime,bulunulan hâlin kesintiye uğramadan devam ettiğini anlatır. Yaşlanma, yıpranma ve bozulmanın olmayışıdır. (Bkz.A’râf:176, Krş. Nebe:23) (Tâhâ:76)

HALÎFE

Halîfe, dilsel olarak “arka” demek olan h-l-f kökünden ismifâil kalıbında bir kelimedir. Aslı halîfetün olan kelimenin sonundaki te harfi mübalâğa için olup kelime halk arasında halîfe şekline dönüşmüştür. Türkçedeki “kalfa” kelimesi de halîfe kelimesinin değişime uğramış bir biçimidir. Hilâfet kelimesi ise, “zaman itibariyle bir başkasının arkasından gelip onun yerine geçmek” demektir. Sâd 26. âyette ise,Hz. Dâvûd’un insanlar arasında hak ile hükmetmesi için yeryüzünde halîfe kılındığı bildirilerek halîfeden ne kastedildiğine açıklık getirilir. Yeryüzünü imar eden ve çalışmasını bir sonraki nesle aktararak ilmî teknolojiyi ilerleten demektir. (Neml:62)

HALK

Halk kelimesinin yaratmayı ifade eden "haleka" kökü, Kurân-ı Kerim'de 259 yerde kullanılmıştır. “Halk” kelimesi, özellikle evrenin ve insanın yaratılışıyla ilgili olarak Kurân'da önemli bir yer tutar. Bedi isminden farklıdır. Bedi emsalsiz/örneksiz yaratan, bir ham madde olmadan sıfırdan yaratan demek iken “Halk” bir ham maddeden başka bir ürün ortaya koymaktır. Bu nedenle hem fiil, hem isim olan kelime Kurân’da hep Allah'a izafe edilmemiştir. Âli İmran 49, Mâide,110’da Hz. İsa'ya yaratıcılık yani bir şeyden başka bir şey elde etme, icat etmek, yapmak mânasında da kullanılmıştır. Allah nasıl ki hakîkî semi, basîr, hâlık ise insan da işitir, görür ve bir icat eder, sanat eseri ortaya koyabilir. (Alak:1)

HAMÎM

Hamîm, çok sıcak olan sudur. Ter de teşbih yoluyla hamim diye adlandırılmıştır. Hamam ve humma da buradan gelir. Cehennemdeki muamele dünyadakinin misli ve tam karşılığıdır. Bir önceki âyette başkalarının, kamunun malını, servetini hortumlamak anlatılırken burada Allahualem onların alın teri, zihin terine de uzanan emek hırsızlığının sonucuna bir gönderme olabilir. (Vâkıa:54)

HANÎF

Hanîf, hanef mastarından bir sıfattır. Ayaklarının birinde eğiklik olan kişiye aynı kökten gelen “ahnef” ismi verilirdi. “Hanef” çarpıklıktan doğruluğa meyildir. Zıddı doğruluktan eğriliğe, haktan haksızlığa meyletme olan “cim”ile “cenefdir”. Hanîf kavramının asıl mânası “eğriliği bırakıp doğrusuna giden, meyleden” demektir. (Rûm:30)

HAŞYET

Haşyet, havf’tan farklıdır. Havf ta korkulanın büyüklüğü, haşyette ise korkanın küçüklüğüne dikkat çekilir. Haşyetteki korku, merhametten mahrumiyet endişesinden kaynaklanan bilinçli bir korkudur. (Kaf:32)

HELÂK

“Helâk”in sözlük anlamı, mahvolmak, yok olmak, yıkıma uğramaktır. Burada tutum, beden ve sıhhat olarak çok daha kuvvetli ve sağlıklı nice neslin zaman karşısındaki çaresizlikleri hatırlatılmakta ve ölümden kaçamadıkları vurgulanmaktadır. (Kaf:36)

HEVÂ

Hevâ, nefsin her türlü istek ve meyli demektir, buna keyf de denir. Hevânın temel anlamı boş ve anlamsız, değersiz demektir. Hava da buradan gelir. (Bkz. Furkan:43) Bu âyette aklı bilgi ile beslememenin hevâyı güçlendirip zulme yol açacağı uyarısı yapılmaktadır. Peki, herkesin bencil ve câhilce, hayvanî isteklerine tapınırcasına Allah’a ortaklar koştuğu ortamlarda ne yapılmalıdır? Bu sorunun cevabını 60 âyetlik Rûm sûresinin merkez âyeti şöyle cevaplar: (Rûm:29)

HİDÂYET

Hidâyet, dalâletin zıddıdır. Kelimenin kökü çölde yolunu bulmaya denir. Kurân; bir yol, kurtuluş veya çıkış isteyenlere hem mübîn, hem yol gösterici, hem de içinden çıkılmaz sorulara umut barındıran cevaplar verdiği için müjdedir. (Neml:2)

HÛR

Hûr kelimesi Kurân’da ilk defa Rahmân 72’de geçer. Ahver ve havra‘nın her ikisinin de çoğulu olmasından dolayı hem eril hem dişil anlama gelir. Havâri de buradan gelir. Havvertuş-şey, bir şeyi beyazlaştırmak ve yuvarlaştırmaktır. Bu âyetteki ‘ıyn kelimesi ise göz demektir. Hûr ile birleşince temiz bakışlı, iyi niyetli vildânların bir vasfı olarak burada karşımıza çıkmaktadır. Zira hûrinin 17. âyetteki yaşlanmayan gençlerden sonra ikram edilen nimetler ve bunu sunanların ismi değil sıfatı olarak anlaşılması bağlama daha uygun görünmektedir. Şimdi vildânların yani hizmet edenlerin bir vasfı daha zikredilecektir. (Vâkıa:22)

Hûr kelimesi Kurân’da ilk defa Rahmân 72’degeçer. Ahver ve havra‘nın her ikisinin de çoğulu olmasından dolayı hem eril hem dişil anlama gelir. Havâri de buradan gelir. Havvertuş-şey, bir şeyi beyazlaştırmak ve yuvarlaştırmaktır. Bu âyetteki ‘ıyn’ kelimesi ise göz demektir. Hûr ile birleşince temiz bakışlı, iyi niyetli vildân ve ğılmân’ın bir vasfı olarak burada karşımıza çıkmaktadır. (Tûr:20) (Bkz. Tûr:24)

HÜKM

Hükm kelimesinin sözlük anlamı;yargı ve yargıda bulunmak, hükmetmek, karar vermek, idare etmek, ata gem vurmak demektir. Hakem, bu konuda uzman kişidir. Ve iki taraf arasında hakemlik yapmaya ehil olmayı gerektirir. Hikmet, en güzel şekilde hakkı teslim etmek demektir. Rağıb’ın açıklamasıyla “İlim ve akılla hakka isabet etmek demektir.” (Tin:8)

İBDA

İbda, “örneği geçmemiş olan bir şeyi meydana getirmek ve yapmaktır”. Hakîkî ibda hiçbir örneği olmadan yaratmadır. Hiçbir örneği olmadan icad edilen, örneksiz güzellikte, fevkalade şeye, ibda edilmiş, (bedaatle) sıfatlanmış anlamında bedi’denildiği gibi, bunu meydana getiren ve ibda âdeti olan yapıcı mübdiye de bedi’ denilir. Bazı sıfatlar kullara layık görülemeyecek kadar özeldir. Rahmân nasıl ki sadece Allah ise bedi de sadece ve sadece âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Zira hiç kimse örneksiz ve mükemmel bir şey ne söyleyebilir ne de ortaya koyabilir. Dünyada söylenen ve yapılan her şeyin bir benzeri veya örneği mutlaka vardır. Bu nedenle zamanın ve mekânın bedisi sadece ve sadece âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. (Rûm:11)

İBLİS

İblis, anlamı yönünden hayırsız olan, zarara uğrayıp iflas eden manalarına gelmektedir. İblis kelimesi Kurân-ı Kerim’de 11 yerde geçer. Şeytan kötülüğün sıfatı iken, İblis kötülüğün sembolü ve özel ismidir. (Şuarâ:95) (Bkz. Tâhâ:116)

İblis; hayırsız olan,zarara uğrayan, iflas eden, şaşkınlığa düşen mânalarına gelmektedir. İblis kelimesi Kur’an-ı Kerim’de 11 yerde geçer. İblis tıpkı Âdem gibi özel/sembol bir isimdir. Kim kötülüğe hizmet eder şeytanî duygu ve düşüncelere boyun eğerse ona kul olmuş demektir. Bu hâlin sürekliliği insanı da iblisleştirecektir. Ya beşer ilahî bilgi olan rûhu kullanıp yeryüzünün halifesi olacak ya da insana boyun eğmeyen güce/şeytansı duygu ve düşüncelere boyun eğerek iblisleşecektir.

İBRET

İbret, sözlükte“geçmek, aşmak” anlamındaki “abr” kökünden gelir. İbret, kavram olarak görünenden görünmeyene geçmek, olayların dış yüzüne bakıp onlardaki hikmeti kavramaya çalışmak, olaylardan ders alıp stratejiler üretmek demektir. (Nâziât:26)

İDRAK

İdrak, bir şeyi en özel nitelikleri ile ve bir bütün hâlinde kavramaktır. İlim daha geniş bir kavramken idrak, anlamanın bir noktada yoğunlaşmasıdır. Dildeki asıl kullanımı itibariyle idrak kelimesi, “bir şeyin olgunlaşması ve tam olması“ anlamına gelir. Daha sonra anlam genişleyerek idrak anlamında kullanılmıştır.(Hâkka:3)

İHSÂN

İhsan, iyilik kastı ve fayda sağlama niyeti ile yapılan güzel davranışlardır. Fazl ise; mecburi bir sebep olmaksızın birine lütufta bulunmaktır. İhsan ise, mecburi olarak yapılabildiği gibi mecburi olmadan da yapılabilir. (Mürselât:44)

İhsân, ‘hasene’ kelimesinden türemiştir. Bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder. İhsân;iyilik etme, güzel davranma, ikram etme, lütuf, bağış, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. (Bkz Mürselât:44, Rahmân:60, A’râf:56)

İLÂH

İlâh kelimesi “dünyevî işlerde, yasal ve siyasal alanda istediğini yapma hakkını kendinde gören kişi veya otorite” mânasına gelir. (Şuarâ:29)

EL-İlâh; ulûhiyetin kaynağı, eşsiz ve benzersiz mabut manalarına gelmektedir. İlahi terbiye ve yönlendirme, Allah’tan başka ilah edinip şirk şerri ile parçalanmanın panzehiridir. İlk esma rububiyet, son esma uluhiyet ile alâkalı ilen ortadaki ''Melik'' esması rububiyet ve uluhiyetin eşsiz yönetilmesine bir atıftır. Zira “O gökte de İlâhtır yerde de İlâhtır.” (Bkz. Zuhruf: 84) (Nas:1)

İLHAM

İlham, damla damla yutmak anlamına gelir. İlham vahiyden farklıdır. Vahiy, dışarıdan duyulmayacak şekilde fısıldamak, gizli bir şekilde bilgilenmek iken ilham, aşama aşama öğrenilenler ile edinilen tecrübevî bilgidir ve kesbîdir. Vahiy, dışarıdan belli olmayan, tecrübe ile elde edilemeyecek, fıtrî ve vehbî bilgi anlamındadır. Nahl 68'de arıya ilham değil vahyedildiği ifade edilmiştir. Zira arı, tecrübe ile damla damla kazandığı bir ilhamla bu bilgiyi edinmez. (Şems:8)

İMÂM

İmâm sözlükte; önde olan,kendisine uyulan, lider, önder demektir. “İmâm” kelimesi, anne demek olan“el-ümm” kelimesinden türemiştir. “Ümmet” kavramı da aynı kökten türer. Kur’an’ın adlarından biri de ‘Ümmü’l Kitab’tır. Yani kitapların anası, kaynağı,kökü vardır. (Bkz. Zuhruf:1-4). (Yâsin:12)

İncir ve zeytin(Suriye, Filistin,bir bütün olarak Akdeniz bölgesine, civar yerlere), Sina Dağı ve emin beldeye yemin edilerek; geçmişte yaşamış peygamber ve insanlar, şimdi yaşayan ve gelecekte Kurân'a muhatap olacak tüm insanlar, yukarıdaki âyetlerde ''ahsenitakvim ve esfelesâfîlîn'' kavramlarıyla dile getirilmiş olan insanın elementer yaratılış yolculuğundaki en güzel kıvamda yaratılışı ve sonrasında ölüp toprak oluşu anlamında, yaratılışın kendisiyle başladığı başlangıcın en başlangıcı, en alt ve ilk noktası olan toprağa iade edilişi/döndürülüşü hakikatine şâhit gösterilmektedir. Bütün insanlar, toprakla(esfelesâfîlîn)başlayan bu elementer yolculuktaki en güzel kıvamdaki yaratılışa(ahsenitakvim) ve en alt duruma(toprak-esfelesâfîlîn) iade edilişine hem gözleriyle, hem de bizzat kendi bedenleri ve ölüp toprak olmalarıyla şahitlik etmektedir.  Bu bağlamda esfelesâfîlîn, insanın elementer yaratılış sürecindeki en altta/en dipte yer alan toprağa dönüş olarak algılanmalıdır. İade edilmek de, bu ilk hâle döndürülmeye işaret eder. Özetle ahsenitakvim ve esfelesâfîlîn ifadeleri, elementer yaratılış döngüsünü ifade etmektedir. ( Elementer YaratılışDöngüsü:  esfelesâfîlîn-ahsenitakvim-esfelesâfîlîn/toprak-insan-toprak) (Tin:5)

İNFÂK

İnfakın, nüzul sürecinde ilk geçtiği yer muhtemelen burasıdır. Kur’an’da türevleriyle birlikte 73 yerde geçmektedir. Usulümüz gereği bu tarz Kurânî kavramların ilk geçtiği yerlerde geniş bilgi veriyoruz.

Bu kelime; ne-fe-ka kökünden türemiştir. Elden çıktı, bitti, tükendi anlamlarına gelir. “Nafaka”; harcanan para veya ihtiyaçların tamamı için gerekli kazanç anlamında kullanılır. İnfakise; malı veya benzeri ihtiyaç maddelerini hayır yolunda harcamak anlamındadır.Allah yolunda harcamaya infak denir. Kur’an’da sadece üç şey “fi sebilillah”denilerek Allah yoluna nispet edilir: Bunlar cihat, infak ve hicrettir. İnkârcı tavır, sadece vereceğine takılmıştır. Alacağını düşünmemektedir. Onun için de diyor ki “Allah istese doyuracağını biz mi doyuralım”. Gariplerin,ihtiyaç sahiplerinin hakkını vicdanını örterek vermeyenlerin cevabı, Allah’ın kendilerine doyacağından fazlası ile rızıklandırmasını görmezlikten gelerek verilen bir cevaptır. Er-Rezzak olan Allah rızkı yeterince yaratmıştır, ancak açgözlüler bu pastadan büyük payı kaparak başkalarını açlığa ve yoksulluğa sürüklemektedir. Bu kamusal adaletsizliğin birey açısından bir nebze olsun dengelenmesinin yolu, infak denilen ve içine sadaka ve zekâtı da alan karşılıksız paylaşmaktır. (Yâsin:47)

İNSAN

İnsan kelimesi; üns, ünsiyet,yakınlık kökünden türemiştir. Bu “yakınlık, yaklaşma duygusu” bir yandan hem cinsleriyle bir arada yaşama anlamında insanın sosyal yanına âtıf iken, bir yandan da Allah’a bütün varlıkların üstünde olan yakınlığını ifâde eder.  Kur’an’da; görünen, ünsiyet kuran ''ins'' kökünün zıddı “cin”dir. Veya sosyal varlığın zıddı; vahşi, anti sosyal vs.dir. Zıtlarından anlaşıldığı gibi vurgular bağlama göre değişir. İnsan kelimesinin,bir de “nesy” unutmak fiilinden geldiği söylenir. İnsan unutan varlık olduğu için böyle denmiştir. Ancak İnsan sûresinde tarih sahnesine çıkan, sosyalleşen,anılmaya değer bir şeyler ortaya koyan anlamında insandan bahsedilir. (İnsan:1)

İnsan, kendisinde var olan akıl,irade, bellek, dikkat, merak, korku, düşünce gibi zihinsel melekleri (güçleri)arasında, sadece İblis üzerinde tam kontrole sahip değildir. Yani İblis; bilinçdışı, insanın kontrol edemediği bir unsurdur. Bu iki unsur ne yazık ki zamanla ilahlaştırılmıştır. Eski İranlılar iki tane ilahın varlığına inanırlardı.Birine iyilik tanrısı Yezdan; ötekine de kötülük tanrısı Ehremen (şeytan)derlerdi. Kur’an, İblis’i de yoldan çıkaran şeytanî duygu ve düşüncelerinden bahsederek şeytanın/kötülüğün bir tanrı değil, bir düşman olduğunu şöyle ifade eder: ‘’Ey Âdemoğulları! Ben, sizlerden şeytana kul olmayacağınıza dair ahd almadım mı? Muhakkak ki o, size apaçık bir düşmandır.’’ (Yasin:60) İblis, şeytanî vasıfları üzerinde bulundurarak karakter hâline getiren sembol isim iken; Âdem, ilahî bilgi ile meleklere boyun eğdiren ilk adamdır. (Tâhâ:116)

İNZAL

İnzal, indirmek manasına gelir. Bu kelimeyle aynı kökten gelen nüzûl;yüksekten aşağı inmek, düşmek demektir. Tenzîl ise inişin sürekliliğine işarettir. Kur’an için kullanıldığında parça parça, âyet âyet, sûre sûre inişe vurgu yapılmaktadır. ''Tenzîl''den bahsedildiğinde vahyin indirilişine,Allah’tan gelişine, asıl kaynağına atıfta bulunulurken; ''inzal''den bahsedildiğinde içeriğine, kadir ve kıymetine, metod ve hükümlerine atıfta bulunulduğunu söyleyebiliriz. (Ayrıntılı bilgi için Bkz. Kadr:1) (İnsan:23)

İSM

İsm, işleyeni kınanmaya ve cezai müeyyideye müstahak kılan günah demektir. Çoğulu 'âsâm'dır. “Esime” fiil şeklidir; sıkıntılı bir hâle, günaha düşmek manasına gelir. (Necm:32)

İSRÂ

İsrâ’nın sonu “ya” harfi olan “sera” kelimesinden türetildiği kabul edilirse “gece yürütmek” mânasınadır. Eğer sonu ‘vav‘li olan “serv”kelimesinden türetildiği kabul edilirse ‘yükseltmek, onur, şeref’ mânasına gelir. Kurân’da resûllerin kendisine inananlar ile yaptığı gece yürüyüşlerinin hiçbiri yükselmek manasında kullanılmadığı için buradaki İsrâ'yı yükselmek olarak anlamak hatalı olur. Kelime esir, esâret kelimesi ile aynı köktendir.Zira Kurân’da esir manasında da(اَسْرٰى) kullanılmıştır (Bkz. Enfâl:67). O zaman İsrâ sıradan bir gece yürüyüşü değil, esaretten kurtulmak için yapılan özgürlük yürüyüşü anlamına gelmektedir. Kelime Kurân’da birkaç yerde geçer.Hepsinde de “gece gizlice özgürlüğe ve kurtuluşa yapılan yürüme” anlamındadır.“Fe esri bi ehlike” (Hemen gecenin bir kısmında aileni yürüt)” (Hicr:65 Ayrıca bkz. Hûd:81, Tâhâ:77, Duhân: 23) Bazıları ise bu kelimeye ısrarla ‘yükseldi ve götürdü’ gibi anlamlar verir. Bu mâna kelimeden kaynaklanan bir husus değil İsrâ olayına ön yargılı bakış açısı ve yaşanılanlara olağanüstülük katma isteğiyle ilgilidir. Burak denen vasıtaya binip gittiğine dair ön kabul İsrâ kelimesinin anlamına hatta âyetin tamamına olmadık manalar yüklenmesine sebep olmuştur. Bu meallendirme hataları ve ön kabuller âyeti iyice anlaşılmaz hâle getirmiştir.Giden, ilerleyen, yürüyen, kulun kendisidir. Mekkeli müşriklerin 26 Safer (9Eylül 622) Perşembe günü suikast kararı aldıklarını öğrenen Hz. Muhammed gece yarısı Hz. Ali’yi, Hz. Ebu Bekir’in evine göndererek haber vermiştir. Böylece ikisi o gece şehri ayrı ayrı terk ederek Sevr mağarasında buluşmuşlardır. İsrânın/gece yürüyüşünün amacı Mescid-iAksa’ya, yani Allah’a ibadet ve secde edilen uzak yere-Yesrib’e- gitmektir.Bunu başarmak için Hz. Muhammed aksi istikametteki Sevr mağarasına gece yürümelidir. Süreç Kurân’da şöyle anlatılır: “Eğer o (Peygamber’e) yardım etmezseniz, iyi bilin ki, Allah ona vaktiyle yardım ettiği gibi yine edecektir: Hani kâfirler onu gözden çıkardıklarında, ikinin ikincisi olarak mağarada iken arkadaşına: “Üzülme, Allah bizimle beraberdir!” diyordu. İşte o zaman Allah ona yardım etti, üzerine huzur veren emniyet ve rahmetini indirdi,onu göremediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin bâtıl sözlerini (planlarını)alçalttı. Allah’ın davası ise zâten her zaman yücedir. Çünkü Allah, Azîzdir, Hâkimdir.” (Tevbe:40)

İZZET

İzzet, insanın yenilmesine engel olan şeydir. Bu onun hakkında üstünlük, şeref ve haysiyetli olmasını sağlayan imkânları da ifade eder.Düşmanı karşısında galip gelen kimse için de ‘izzetli’ denilmiştir. (Neml:34)

KÂHİN

Kâhin, gele­cek zamanda olacak şeylerden ha­ber alıp vermekle uğraşan ve giz­li, esrarlı olanı bilme iddiasında olan kişidir. Araplarda birkaç çeşit kâhin vardı. Bunlardan kimisi, cinden kendisine tâbi olup haber getirenlerin olduğunu iddia ederdi.Kimisi de, soran kişinin sözünden, eylemin­den, duruşundan, hâlinden hareketle geçmişte olan bir hadiseyi ortaya çıkaracağını iddia ederdi. Böyle kişilere,daha çok “ar­râf” denilirdi. Arrâflar, çalınan  ve yitik şeyin yerini bildikleri­ni iddia ederdi.Bu kitap, ne ses gösterisi, ne de cifir ve ebcetle olmadık kehanetler uydurmak için inmiştir. Yalnızca hay olanları uyarmak için indirilmiş bir hatırlatmadır. Bkz. (Yasin:69-70) (Hâkka:42)

KERÎM

Kerîm,  ikram demektir; ancak bu ikram “kendi türünün en iyisi” olan bir ikram şeklinde tanımlanır (Lisanül Arap). Allah’ın da el-Kerîm diye bir esması vardır. Manası,ikramında sınır tanımayan, keremi çok kaliteli olan demektir. Peki buradaki kerîm Resûl kimdir? Müfessirlerin çoğunluğu Resûlullah hakkında söylenilen şair ve kâhin söz­lerini dikkate alarak bu âyetteki kerîm elçiden maksadın Hz. Peygamber ol­duğu kanaatine varmışlardır. Ancak aynı kalıp Tekvir sûresinin 19. âyetinde şöyledir: “Şüphesiz o, kerîm bir Resûl’ün sözüdür.Kuvvetli, arş sahibinin katında makamı vardır. Orada kendisine itaat edilir, güvenilirdir. (Tekvir:19-21)O, gayb konusunda cimri değildir. (Tekvir:24) PekiKur’an Cibril’in mi yoksa Peygamberin mi sözüdür? Gerçekte Kur’an Allah’ın kelâmıdır. Nitekim 43. âyette âlemlerin Rabbi katından indirilmiş olduğu açıkça ifade edilmiş, elçinin buna kendinden ekleme ve bundan çıkarma yapamayacağı hatırlatılarak sözün asıl sahibi hatırlatılır. Buna göre Cebrail ve Hz. Peygamber Allah’ın kelâmını kullarına ulaştırmada elçi oldukları için bu âyette söz onlara nispetle kullanılmıştır. Burada Kur’an “elçi sözü” olarak nitelenmiştir. Elçi sözü, katışıksız ve elçiye ait olmayan, elçiyi gönderen otoritenin ifadesidir. Elçi buna ekleme, bundan çıkarma yapamaz, kendisine öğretilenleri gizleyemez. “Elçinin sözü”elçiye ait değil elçiye emanettir. (Bkz. Hakka:44-48) Bu ifadelerin tercihi,mesajı getirenin üzerindeki düşmanlığı azaltmak içindir. Elçi kendine ait olanı değil, ikram edileni olduğu gibi ulaştırana denir. (Hâkka:40)

KEVKEB

Kevkeb kelimesi ‘kebbe’den türetilmiş olup lügatte “ait olduğu sistem ile hareket eden parça” demektir. Ve kelime daha çok “büyük yıldız ve gezegen toplulukları’’manasına gelir. Ayrıca her şeyin kevkeb’i büyük olanıdır. Necm ise büyük-küçük bütün yıldızlar için genel bir isimdir. Kevkeb sabittir ve yok olmaz. Kevkeb yıldızların büyük bir çekim kuvvetiyle çekilerek bir küme oluşturduğu galaksiler, necm ise bu galaksileri oluşturan yıldızlar manasındadır. Kurân’ın indiği dönemde büyük yıldız kümeleri biliniyordu. Zira Dünya’dan çıplak gözle toplamda dört galaksi, iki tanesi iseaynı anda görülebilmektedir. Kuzey Yarım Küre’den Samanyolu'nu ve Andromeda'yı(M31) görebilirken, Güney Yarımküre’den Büyük ve Küçük Macellan Bulutları'nı görebiliriz. Şu anda 200 milyar galaksi, her galakside ortalama 200 milyar yıldız, 100 milyar gezegen olduğu tahmin edilmektedir. Dünyabenzeri 5 ile 10 milyar arası gezegenin varlığı hesaplanmıştır. Dünya’nın içinde bulunduğu galaksimizin çapı 100 bin ışık yılı iken disk şeklindeki Samanyolu galaksimizin kalınlığı da bin ışık yılı olarak hesaplanmıştır. Aklın anlamakta zorlandığı bu büyüklükteki galaksilerle uzayın dolu olması Kebir olan Allah’ın yaratışı karşısında küçüklüğümüzü hatırlatmaktadır. Kevkeb kelimesinin Kurân’da geçtiği diğer âyetlerin hepsine yıldızların giderek yoğunlaştığı,ortası parlak disk şeklindeki yıldız kümeleri (galaksiler) manası verildiğinde mananın iç bağlama daha çok uyduğu görülecektir. “Gece onun üzerini örtünce, bir kevkeb gördü. “Bu benim Rabbim.” dedi. Fakat kaybolunca, “Kaybolup gidenleri sevmem.”dedi.” (Enam:76) Genç İbrâhîm, gece diğer yıldızlardan farklı olan gök cisimlerini sıralamaktadır. Ay da tıpkı kevkeb gibi yıldızlardan farklıdır. Başka bir âyette “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûru, içinde misbah (lâmba)bulunan kandil gibidir. Misbah, sırça içindedir. Sırça (cam), kevkeb gibi parlayan inci gibidir.” (Nûr:35) (İnfitâr:2)

KEVSER

Kevser lügatte, alabildiğine, aşırı derecede çok” demektir. Kevser kelimesi Arapçada somut şeylerin çokluğu için kullanıldığı gibi, soyut kavramların çokluğu için de kullanılır. Aynı kökten olan ve bir sonraki sûrede zikredilen “tekasür” olumsuz bir biriktirme ve çokluğu ifade ederken “kevser” olumlu bir çokluğu, bolluk bereketi ifade eder.

Kevser; Duhâ, İnşirah ve Fetih sûrelerindeki leke (senin için) ifadesiyle tahsis edilen lütuflar haricinde “ke” verdik ifadesi ile düşünürsek kevser, vahiy, nübüvvet, ve hikmeti de kapsayan hayır ve iyiliklere bir atıf olabilir. (Kevser:1)

KISSA

Kıssa,  esas olarak “izlemek”, “izi tâkip etmek” anlamına gelmektedir. Kehf 64 ve Kasas 11’de bu anlamda kullanılmıştır. Kıssa daha çok, bir haberi nakletme, bir olayın önemli yerlerini seçerek atlamalı olarak anlatma, hikâye etme demektir. Kıssa dilimize de girmiş bir kelimedir. “Kıssadan hisse” ve “bir kıssa bin hisse” gibi tâbirler Türkçede sıkça kullanılır. (Neml:76)

KIST

Kıst, genellikle “adâlet” diye açıklanmıştır. Böyle açıklanmış olmakla beraber “kıst” kelimesi tam olarak “adâlet” demek değildir. Çünkü “adâlet”,“bire bir karşılık, denge, denklik,eşitlik” demek iken, “kıst” kelimesi “nasip,hak edilmiş olan pay” demektir. (Lisanül-Arab) Burada, ölçüp tartma konusundaki uyarı, terazi ve metre gibi fizikî olanından tasavvur ve akıl gibi manevî olanına kadar, tüm ölçme ve değerlendirme araç ve yöntemlerini kapsar. (İsrâ:35)

Kıst,  genellikle “adâlet” diye açıklanmıştır. “Kıst” kelimesi tam olarak “adâlet” demek değildir. Çünkü adâlet “birebir karşılık, denge,denklik, eşitlik” demek iken, “kıst” kelimesi “nasip, hak edilmiş olan pay” demektir.(Lisanül-Arab) Adâlet zaten Arapçadır ve Kurân’da geçer. “İnnaallâhe ye’murubil’adli vel-ihsâni… /Muhakkak ki Allah adâleti, ihsanı… emreder.’’ (Nahl:90) Adl/adâlet bazen gizli olabilir. Fakat kıst açıkça ortaya konulur. Kıstas kelimesi de bu köktendir. Yine Türkçemizde kullandığımız taksit(hakkı olan bir şeyi belli zamanlara pay pay bölmek) kelimesi de bu köktendir. (Şuarâ:182)

KIYÂMET

Kıyâmet; kalkmak, dikilmek, doğrulmak ve dirilmek anlamlarına gelir. Âyet, dünyada yapılanların hesabının hesap günü sorulacağı manasında olup son saat manasında değildir. Şirk, “şerike” fiilinden mastardır.Şirk ve aynı kökten gelen şirket, müşareket, sözlükte mülk ve saltanatta ortak olmak demektir. Bir şeyin birden fazla kişiye ait olduğunu ifade ederler.Falcılara, astrolojiye, burçlara inananlarda, çarpık da olsa bir inanç vardır.Bu inançları olmasa zaten bu tarz metafizik konularla aldatılamazlar. (Fâtır:14)

KİTAP

Kitap, iki şeyi birbirine dikmek anlamına gelen “ketb” mastarından türetilmiştir. Harfleri bir birine tutarak anlamlı kelimeler oluşturma sonucunda elde edilen metnin tümüne denir. Bir araya gelip toplandığından dolayı askerî birliğe de "ketîbe" denilir. (Sâffât:147)

Kitap, iki şeyi birbirine dikmek anlamına gelen“ketb” mastarından türetilmiştir. Harfleri birbirine tutarak anlamlı kelimeler oluşturma sonucunda elde edilen metnin tümüne denir. Bu manadan hareket edersek yapılan amellerin bir araya getirilmesine kitap, amel defteri veya âhiret sicili diyebiliriz. Yapılanların ayrıntılı bilgisinin, düzen ve sıra ile muhatabına hatırlatılmasıdır. (İnşikâk:7)

KURÂN

Kurân kelimesinin nüzûl sürecinde ilk geçtiği yer burasıdır. Kurân, fiil olarak"gufrân" ölçü­sünde okumak manasına gelen bir mastardır. Rağıb’a görede "Kurân lafzı "karae"fiilinden türemiş "Küfran, Reyhan" gibi  bir mastardır. Toplayıp bir araya getirme manasına gelen "el-kar" kelimesinden türemiştir. Karae kelimesi anlam olarak “okumak, öğrenmek, bellemek” gibi manalara sahiptir. (Bkz. Alak:1) Kelimeye okumak manası verilse bile her okumanın amacı öğrenmek olduğu için okumanın anlamı bile öğrenmektir. Bu kökü Kurân şeklinde mastara dönüştürdüğümüzde “öğreti” şeklinde bir mana çıkmaktadır. Fakat öğreti kelimesi genel bir anlamdır ve öğretinin, duyma ve görme yoluyla olduğu gibi daha birçok farklı şekli vardır. İşte karae kökünden gelen “öğreti” kelimesinin taşıdığı mana “okuma yoluyla elde edilen öğreti” şeklindedir. O zaman Kurân okuma ve anlama yoluyla size öğreten demektir. Bu ilâhî öğreti bazen İncil, bazen Zebûr, bazen de Tevrat şeklinde karşımıza çıkar ve Kurân hepsine birden kitap der. Alak sûresindeki oku, öğren emrine, burada o eğitim ve öğretimin zaman ve nasıllığına bir gönderme vardır. Âyetler 23 yıllık süreçte yapılacak metodu önceden öğretmektedir. Müzzemmil sûresi Hz. Muhammed’in şahsına münhasır emir ve öğretileri içerse de işaret ve delâlet olarak, resûlün misyonunu sürdürmek durumunda olan Kurân davetçilerini de muhatap almaktadır. Kısaca; Kurân mutlaka tertîl ile okunmalı ve Kurân'ın ağır bir sorumluluğu yüklediği asla akıldan çıkarılmamalıdır.(Müzzemmil:4)

KURBA

Kurân’da akraba kavramı “akrabîn”şeklinde geçer. “Sana ne infâk edeceklerini soruyorlar. De ki: “Hayır olarak ne infâk ederseniz işte o, anne-baba ve akrabalar (akrabîne) ve yetimler ve miskinler ve (ibnissebîli) yol çocuklarına. Ve hayır olarak ne yaparsanız, o takdirde muhakkak ki Allah, onu en iyi bilendir.” (Bakara:215) “Kurba’’ya akraba manası verilmesinin sebebi akrabaların da insana diğer insanlardan daha yakın olmasıdır. Kelimenin asıl anlamı ‘yakın olan’ demektir.Garip ise bu manadan türetilmiştir. Yakını, akrabası, sahibi olmayan, yakında olan kimsesiz demektir. Âyette; yakında olan, bilindik, tanıdık sahipsizler “garipler” şeklinde meallendirilmiştir. Çalışma gücü olduğu hâlde iş bulamadığı için muhtaç duruma düşmüş, yoksulluğun kendisinde mesken tuttuğu suskunlara da miskin denmiştir. İbn oğul, sebîl yol demektir. İbnissebîl; yol oğlu,yolcu, yolda kalmış, yeri-yurdu, barınağı sokaklar olanlardır. Sokağa atılmış,yola terk edilmiş evsizler ve köprü altı çocukları anlamındadır. “İbnissebîl”tabirini Abduh “yola terk edilmiş çocuk,kimsesiz çocuk” anlamında alır. Bir fıkıh terimi olarak ibnissebîl; kendi memleketinde zengin bile olsa, yolculuk sırasında fakîr ve muhtaç duruma düşen kimselere de denmektedir. (Rûm:37)

KÜFR

Küfr, bir şeyi örtmek anlamına gelir. Bu fiili yapana da “kâfir” denmektedir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye “küffar” denir. Kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da kâfir denir. Günahların örtülmesi için yapılması gerekeni yapmaya da aynı kökten gelen “keffaret” kullanılmıştır. (Bkz. Bakara:45.) Bir şeyi hiç yapılmamış gibi örtmek ve kapatmaya da “tekfir” denmiştir. Tekfir eden karşısındakinin imanını kapatmak istemektedir. Bu, Rabbimizin istemediği bir hükümdür; zira tekfir,teslim olan/müslim ile suçluyu/mücrimi bir tutmak olur ki bu yanlış bir hükümdür. (Bkz. Kalem:35-36)

MAL

Mal, “meyl” kökünden gelir. Meyl,orta yolu bırakıp iki taraftan birine yönelmek demektir. Bu meyil iyilik için olabileceği gibi kötülük için de olabilir. (Hümeze:2)

Meâric sûresinde, insanlığa Allah’a muhatap olacağı olgunluğa ulaşması ile vahyedildiği ve bu dönemin 50 bin yıllık bir dönem olduğu hakîkati yüksek bir belagat ile ifade edilir. Bununda amacı insanların din ile aldatılmamaları isteğidir. Kâhinlere, falcılara,medyumlara aldanıp geleceği/gaybı bildiğini iddia edenlerle resûllerin karıştırılmaması gerektiği gerçeği hatırlatılmaktadır.(Meâric:4)

Mekke’ye 45 km uzaklıkta yorgun düşmüş ordunun üzerine dağlara çekilen gruplar/ebabil havadan/tayran peş peşeve düzenli olarak ne atıyorlardı? Bu sorunun cevabını da bir alttaki ayetten okumaktayız. (Fil:3)

MEKR-KEYD

Mekrsinsi plân ve tuzak,hile manasındadır. Keyd, mekr’den daha kuvvetlidir. Biri sana “Şunu yapabilirim.” dediğinde bu mekr olmaz; ancak karşı tarafın bilmemesi durumunda mekr olur. Keyd ise bilinsin-bilinmesin bir başkasına zor kullanarak kötülük yapmaktır. Mâkir, mekr yapan kişidir ve kötülüğü, mağdûrun bilmediği bir yer ve yönden getirir. Bu âyetlerin vahyedildiği tarihlerde Mekke'de de benzer bir durumun ortaya çıkmış olması dikkate değer bir durumdur. Hz. Muhammed’e suikast plânı hayata geçirildiği takdirde, Hz. Sâlih gibi, Hz. Muhammed’in de cinayetin arkasını arayacak bir"velîsi" vardır ve bu "velî" amcası Ebû Tâlib'dir. Yani,eğer Mekke müşrikleri tasarladıkları saldırıyı gerçekleştirip emellerine ulaşabilirlerse, Peygamberimizin mensup olduğu Beni Haşim kabilesinin reisi Ebû Tâlib, kabilesi adına bu cinayeti işlemiş olanlara karşı bir kan davası iddiası ile ortaya çıkacak ve hak arayacaktır. Ama cinayet, çeşitli kabilelerden müteşekkil bir çete tarafından işlenirse fâil bulunamayacak, dolayısıyla Haşimoğulları’nında olaya karışan kabilelerin hepsiyle birden savaşması mümkün olmayacağından konu kapanacaktı. Mekke kodamanlarının plânladıklarının tarihin tekerrürü şeklinde Kurân’da sunulması, onların sinsi planlarını hicrete kadar deşifre etmekteydi. Hz. Muhammed diğer Nebî kıssalarının ardından pasajın sonunda şöyle teselli edilir: “Ve artık onlara üzülme! Ve onların kurduğu plânlardan bir sıkıntı içinde olma!” (Neml:70) Bir ülkede yönetim ve istihbarat ne kadar sağlıklı çalışırsa Hz. Süleyman örneğinde olduğu gibi orada, çete ve örgütlerin faaliyetleri o kadar kısıtlanır. Ancak istihbaratınız zayıfsa iftiralar, masum insanları çete veya örgüt kurmayla suçlama ve fâilimeçhûller o oranda artacaktır. (Neml:50)

MEKRÛH

Mekrûh sözlükte “çirkin bulmak, kötü görmek, istememek, meşakkat, sıkıntı, zorluk” gibi anlamlara gelen kerh kökünden türer. Mekrûhkelimesi “içerisinde zorluk ve sıkıntı bulunan, hoşa gitmeyen, çirkin ve kötü görülen şeyler” demektir. Bu âyet ve bağlamında kötülüklere sebep olan tutum ve davranışlar manasındadır. 22 ile 37. âyetler arasında dile getirilen mekrûh davranışları şu şekilde sıralayabiliriz:

1-Allah’la birlikte başka ilâhlar peyda etmenin oluşturduğu sınıfsalcı toplumun ürettiği düzenin kerih sonuçlar doğurup kötülüklere sebep olması. (İsrâ:22)

2-Ana babaya kötü davranmanın mekrûh görülmesi. (23-24)

3- Islâh edici amellerin sâlih niyetlerle yapılmaması (25)

4-İmkânların gariplerle miskin ve sahipsizlerle paylaşılmaması (26)

5- İhtiyaç sahiplerine hakkını verirken saçıp savurma, doğru hedefe ulaştıramama (27)

6- İsteyen bir kişiyi geri çevirirken onu incitme (28)

7- Cimrilik yapmamak, saçıp savurmamak (29)

8- Çocuklarınızı rızık endişesiyle ördürmeye kalkmamak (31)

9- Zinâya yaklaşmamak (32)

10- Haklı bir gerekçeye dayanmaksızın Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymamak (33)

11- Yetimin malına güzel ve uygun olmayan bir şekilde yaklaşmamak (34)

12- Verdiğiniz her (meşru) söze sâdık kalmak (34)

13- Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutmak, tartıp değerlendirdiğinizde dosdoğru kıstas ile tartıp değerlendirmek(35)

14- Bilgisizce, araştırıp öğrenilmeden birtakım konuların peşinden düşüp spekülasyonlar üretmek (36)

15- Kendini ayrıcalıklı zannedip kibir ve böbürlenmeyle, insanlara çalım satarak dolaşmak (37) (İsrâ:38)

MELÂİKE

Melâike, melek kelimesinin çoğuludur. Arap dil bilim uzmanları “melek” sözcüğünün kökeni ile ilgili olarak “kuvvet, yönetim gücü” anlamındaki “melk” kökünden türemiş olduğunu söyler. “Mim” ek olmayıp sözcüğün aslındandır. “Mülk, milk, mâlik ve melik” sözcükleri de bu kökten türemiş ve anlamlarını da bu kökten almıştır. Meleğin bir şeyi yönetmekle görevli güçler olduğunu söyleyebiliriz. (Tâhâ:116)

MELİK

Melik, sözlükte “sahip ve mâlik olmak” anlamındaki milk, mülk,melk kökünden türeyen melik kelimesinin çoğulu mülûk’tür. Hz. Süleyman’ı tanımayan Belkıs, meliklerin mülklerini bu şekilde büyüttüklerini hatırlatmaktadır. Erkek melleler zorba, kaba kuvvet ve savaş mantığı ile bakıp tek taraflı, hedefe odaklı iken; bayan yönetici annelik duyguları ile çok yönlü düşünerek arkada kalan kasabaların da bu savaştan olumsuz etkilenebileceğini ifade etmektedir. (Karye için bkz. Yâsîn:13) Tıpkı kraliçe karıncanın kolonisini koruma girişiminde olduğu gibi. Belkıs da halkını korumaktadır. Zira Süleyman ve orduları Sebe şehrinin yakınındaki Karınca Vadisi’ne kadar gelmişlerdir. (Neml:34)

METÂ

Metâ, kendisinden hemen lezzet alınan menfaattir. Kısaca metâsâbit, kâmil vedâim olmayandır. Zıddı nâimdir. Meta, dünyalık gıdalar için kullanıldığından, bu besinlerin geçiciliği de bir anlamda hatırlatılıyor demektir. En’âm kelimesinin tekili “ne’ame” şeklinde gelir. Daha çok develere mahsus bir isimdir. Bu kelime nimetle aynı köktendir. Deveye bu kelimenin verilmesinin nedeni Arapların yanında en büyük nimet oluşundandır. Tüm evcil hayvanları da kapsadığı söylenir. Çünkü yumuşaklık mânasına gelen “nuumet”den alınmadır. (Nâziât:33)

MİSKÎN

Miskîn, yoksulluğun mesken tuttuğu suskunlar garibanlar demektir. Türkçeye 'sürünen' olarak çevrilebilir. Metrabe, toprak demek olan 'turâb' kelimesinden mimli mastardır ve topraklan makanlamına gelmektedir. Âyette geçen 'zâ metrabe' deyimi, Türkçede “toza toprağa bulanmak” tabiriyle ifade edilen, fakîrlik ve şiddetli ihtiyaçtan kinâyedir. Yani, fakîrliğinden ve muhtaçlığından dolayı, üzerinde kendisini örtecek,altında da yere serecek bir şeyi olmadan toprağa yapışmış, aşırı yoksul, miskin demektir. Bu tür yoksullar için Türkçede “sürünmek” tabiri kullanılır. (Beled:16)

MUBÎN

Mubîn kelimesi sözlükte “kapalılığı ortadan kalkıp açıklığa kavuşmak” anlamındaki beyn (beynûnet) kökünün “if‘âl” kalıbından türeyerek “vuzuha kavuşan, açık seçik olan; açıklığa kavuşturan, açıklayan” mânalarına gelir (Lisânü’l-ʿArab, “byn” md.). Âyette“arabbiyyen” ile açık, fasih, anlaşılır kastedilmişken; mubîn ile açıklığa kavuşturan, açıklayan manası verilmiştir. Sonuç olarak açık ve açıklayıcı bir lisân ile Kurân, uyarıcılardan olması için emîn bir resul ile indirilmiştir. (Şuarâ:195)

MUHÎT

Muhît; kuşatmak, sarmak ve çevrelemek gibi anlamlar taşıyan ''h- y -t'' kökünün türemiş şeklidir. Hait,bir yeri çevreleyen duvar demektir. El-Muhît, her şeyi kuşatan sıfatlarının tüm tecellileriyle varlığı kuşatan demektir. İhâta, kuşatma demektir. Bu kelime cisimler için kullanıldığı gibi ilimle kuşatmayı da ifade eder: “Şüphesiz Allah ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.” (Talâk:12) (Burûc:14)

MUHSİN

Muhsin kelimesinin nüzûl sûrecinde ilk geçtiği yer muhtemelen burasıdır. Sürekli ihsanda bulunan demektir. İhsan; yaptığı işi en iyi biçimde, güzel ve noksansız yapmaya denir. İhsan kelimesi, “husn” kökünden türemiş “ahsene” fiilinin mastarıdır. Muhsin kelimesi de bu fiilin ismifailidir, yani bunu ahlâk haline getirenlere denir. 

MURSEL

‘’Mursel’’ kelimesi irsâl kökünden türemiş olup “gönderilmişler” anlamındadır. Yine irsâl kökünden türemiş olan ‘’ersele’’ fiili, öznesi Allah olmak üzere “peygamber gönderdi/gönderir, bulut gönderdi/gönderir, rüzgâr gönderdi/gönderir” biçimlerinde Kurân’da birçok kez yer almıştır. Bu kök anlamı nedeniyle el-murselîn kelimesi tefsirlerde“bulutlar, rüzgârlar ve peygamberler” olarak değerlendirilmiştir. Bu manada “mursel”; gönderilen her âyet, alâmet ve işareti de kapsar. (Şuarâ:160)

MUSALLÎN

Musallîn; Allah'ın değerlerine sahip çıkıp destek olan ve Allah'a yönelenler manasındadır. Zıddı ile kullanımı Kıyamet sûresinin 31-32. âyetlerinde “sallâ/yöneldi - tevellâ/yüz çevirdi” şeklinde formülize edilmiştir. Ancak bağlamda bu yönelmenin Allah için olmayan sahte, gösterişçi bir görüntü olduğu anlaşılmaktadır. Burada Allah’ın değerler sistemine yöneliyormuş gibi yapıp sadece görüntü verenler kınanmıştır. (Mâun:4)

Musallîn; Allah'ın değerlerine sahip çıkıp destek olan ve Allah'a yönelenler manasındadır. Zıddı 17. ayette “edbera ve tevellâ” önemsemedi yüz çevirdi şeklinde ifade edilmiştir. Ayrıca Kıyamet sûresinin 31-32. âyetlerinde “sallâ/yöneldi - tevellâ/yüzçevirdi” şeklinde kullanılmıştır. Burada Allah’ın değerler sistemine yönelerek gereğini yapanlar manasındadır. (Meâric:22)

MUTMAİN

Mutmain; tatmin olmak,doygunluğa ulaşmak gibi manalara gelmektedir. Kullanıldığı bağlama göre doyumun nesnesi değişmektedir. Bakara 260'da Hz. İbrahim’in ölülerin nasıl diriltildiğine dair bilgisel bir tatmin ve iknadan bahsedilirken, Rad 28’de dünyada insanı tatmin edecek, gaybî sorularına cevap bularak doyuma ulaştıran tek kaynağın Allah’ın zikri olduğu ifade edilmiştir. Görüldüğü gibi mutmainlik eksikliğin, açlığın olduğu bu dünya için kullanılan bir kavramdır. Bu ayette ise ''mutmain'' kavramı ile, bağlamla uyumlu olarak dünyalıkların aşırı sevilmesi sonucu yetimlerin, miskinlerin mallarını helal-haram demeden yiyen, mal ve servet ile tatmin olmak isteyen kişinin tasvir edildiği görülmektedir. Burada sanıldığı gibi , genel olarak Kuran'daki çift anlatım üslubu gereği, iç huzura ermiş,tatmin olmuş iyi bir portre çizilmemektedir. Baştan sona aynı /tek portreden bahsedilmektedir. Sonraki ayetlerle düşünüldüğünde doyumsuzlukla tatmin olmuş nefsin kulluğa ve bu kulluğun neticesinde cennete girmeye daveti söz konusudur.Olup biten her şey de bu dünyada gerçekleşmektedir.  Kısaca, sûrenin ilk ayetinden son ayetine kadar karanlıkta kalmayı tercih edenlerin akıbetleri bir ibret olarak anlatılmış, aydınlığa, felaha ulaşmanın yollunun yetim ve miskini gözetip mal sevgisi ve biriktirme arzusunu tatmin etmekten vazgeçmek olduğu hatırlatılmıştır. Hatırlatma-Uyarı-Davet (Fecr:27)

MÜCRİM

Mücrim; cürüm, suç, günah işleyen demektir. Mücrim kelimesinin ismifail oluşu bu işi devamlı yaptığını bildirir. Yani cürüm işlemek onun bir vasfı/karakteri olmuştur. Yoksa bir-iki suç işleyene bu isim verilmez. Âlim sihirbazların kitap yüklü merkep derekesinden cennetlik bir mümin olma derecesine yükselmelerinin tek sebebi, inandıkları değerleri ölümü pahasına yaşama, hayata geçirme gayretleridir. Belki de Allah bazı kötülüklerde kullanılan bu şahsiyetli insanların dualarına icabet olsun diye Hz. Mûsa’ya öncelikli olarak asâ âyetini öğretmiştir. “Firavun’a git çünkü o haddi aştı.” âyetine bu mazlûm insanlara yapılan zorlamalar da dâhil olabilir. (Allahualem) (Tâhâ:74)

Cennet gibi sosyal bir hayat için güçlü bir adâlet ve cezalandırma sistemi olmazsa olmazımız olmalıdır. Günde 3 öğün beslenerek semiren mahkûmların, taşkınlık yapmaları kaçınılmazdır. Sadece günlük protein, karbonhidrat, vitamin ve mineral ihtiyacını karşılayan, lezzetsiz içecek ve yiyecekler verilerek taşkınlıkların ve hapishane isyanlarının önüne geçilebilir. Ceza infaz evlerinde mutlaka suçlular işledikleri suç ve mağdur ettikleri insanlar oranında sınıflandırılmalıdır. Yiyecek ve içecekler bile bu sınıflandırmaya uygun verilmelidir.  Fizikî olarak güçlü mahkûmların zayıf ve yaşlılar üzerinde tahakküm kurması engellenmelidir. (Vâkıa:56)

MÜTREF

Mütref, dilediğini yapan ve nimetleri bencilce israf eden, rahatı ve şımarıklığı için her türlü azgınlığı sergileyen demektir. Arapça “Te-Ri-Fe” den gelir, fiil şekli de “etrafa”dır. Lügatte, ‘olumlu manada sulu ve taze oldu, kendine has bolluk içinde semirdi, bitkinin suyu bol oldu’ manâsınadır. Bu fiilden türeyen turfa, az bulunan ve kıymetli olan şey demektir. Türkçede“turfanda sebze veya turfanda meyve” şeklinde hâlen kullanılmaktadır. Turfanda mevsimin ilk yetişen ürünleridir. Olumsuz manada dünya kaynaklarını bencilce tüketerek semiren, dünyayı çocuklarından miras aldığını unutup kendi mülkü zanneden,ahlâkî bir endişe taşımadan zevke dayalı bir yaşam süren herkes mütreftir. İfrat ve tefrit de bu köktendir; aşırı gitmek, ölçüyü kaçırmak, eksiltmek,azaltmak demektir. Sosyolojik açıdan bir toplum harcayamayacağından,ihtiyacından fazlasını emeksiz elde ederse toplum çürümeye başlar. Tıpkı aşırı su verilen bir bitkinin köklerden başlayarak çürümesi gibi. (Vâkıa:45)

Mütref, dilediğini yapan ve nimetleri bencilce israf eden, rahatı ve şımarıklığı için her türlü azgınlığı sergileyen demektir. Arapça “te-ri-fe”den gelir, fiil şekli de “etrafa” dır. Lügatte, ‘olumlu manada sulu ve taze oldu, kendine has bolluk içinde semirdi, bitkinin suyu bol oldu’ manasındadır. Bu fiilden türeyen turfa, az bulunan ve kıymetli olan şey demektir.Türkçede “turfanda sebze veya turfanda meyve” şeklinde hâlen kullanılmaktadır.Turfanda mevsimin ilk yetişen ürünleridir. Olumsuz manada dünya kaynaklarını bencilce tüketerek semiren, dünyayı çocuklarından miras aldığını unutup kendi mülkü zanneden, ahlâkî bir endişe taşımadan zevke dayalı bir yaşam süren herkes mütreftir. İfrat ve tefrit de bu köktendir;aşırı gitmek, ölçüyü kaçırmak, eksiltmek, azaltmak demektir. Sosyolojik açıdan bir toplum harcayamayacağından fazlasını emeksiz elde ederse toplum çürümeye başlar. Tıpkı aşırı su verilen bir bitkinin köklerden başlayarak çürümesi gibi. Zevkler bireyi ve insan ilişkilerini çözerken, dert ve sıkıntılar insanları bir arada tutarak olgunlaştırır. Müşriklerin güçlerine rağmen mütref yaşamaları, sıkıntılarla birbirine kenetlenen müminlerin başarısına yardım etmiştir. Birlikte yaşamak için bencilliği bir kenara bırakıp paylaşmak olgunlaşmanın aslî şartıdır. Paylaşmadığımız her nimet zahmete dönüşerek bedenimizi ve insanlığımızı çürüten bir yüke dönüşecektir. Mütref yaşam, ihtiyaçlara değil zevklere dayalı yaşamdır. Hz. Muhammed’e ilk karşı çıkanlar mütref bir hayat yaşayanlardı. Azgınlaştıran zenginlikten ve bezdiren fakîrlikten kurtulmanın yolu sade bir yaşam tarzını benimsemektir. Dünya kaynakları açısından da bu en ideal olanıdır. Mütref yaşam bir tür bağımlılıktır. Bu bağımlılığın yolu haksız kazançla hakka girmekten geçer. “Emernâ”kelimesini “emmernâ” şek­linde okuyanlara göre âyetin mânası şöyle olmaktadır:“Bir ülkenin altını üstüne getirmek istediğimizde oranın şımarıklarını ve azgınlarına emir yetkisi ile iş başına getiririz.’’ şeklinde anlaşılmıştır. Âyetin baş kısmı, müfessirler tarafından şöyle de anlaşılmıştır: Bir ülkenin altını üstüne getirmek istediğimizde, o ülkenin varlıklı ve şımarmış kişilerini çoğaltırız. Bizce ikisi de doğrudur. Zira bunlar birbiri ile alâkalı unsurlardır. Biri olunca hâliyle diğeri de oluşacaktır. Eğer yaşadığınız toplumda mütref şekilde yaşayanlar fazlalaşıyorsa ve hukuka, siyasete, temel insanî ihtiyaçlara ve değerlere nüfuz ediyorlarsa artık sıradan halk için hayat yaşanmaz hâle gelecektir. Zira mütrefler şımarık tavırlarla size tepeden bakar,emreder, sizi aşağılar, elinizdekini alır ve yargı önüne bile çıkmadan saltanatlarına, dünya kaynaklarını bencilce sömürmeye devam edeceklerdir. Mütreflerin olduğu toplumlarda ekolojik denge ve gelir dağılımı bozularak uçurumlar oluşur. Canlılar ve dar gelirliler bu şartlar altında yaşam alanları daralarak daha da köleleşir ya da suça meylederek yine kendi gibi ezilen topluma zarar verir. İşte Kurân buna fesât demektedir. Allah’ın bu tarz toplumlarda yasası o kadar değişmezdir ki bunu İslamî inançtaki ülkeler de yapsa sonuç kaçınılmazdır. Ayaklar baş, başlar ayak olursa toplum hercümerç olarak alt üst olur. Bu sorun şehirleşme nimetinin yan tesiri, birlikte yaşamanın verdiği güç ve imkânlara yapılan bir nankörlüktür/şükürsüzlüktür. Mütrefleşme Hz.Nûh sonrası daha fazla şehirleşen nesillerin sorunu hâline gelmiştir ve maalesef akıbetler genelde aynıdır. (İsrâ:16)

NÂR

Nâr; bir şeyin ısıdan parlaması,kızararak aydınlatmasıdır. Devenin üzerine damga koymak anlamındaki `n-v-r’ kökünden türeyen bu kelimenin (çoğulu nîrân) sözlük anlamı ateş, görüş, alâmet, gövdeye basılan damgadır. Bunun Allah’a izafe edilerek kullanılması çok ilginç bir detaydır. Nâr, Allah’a izafe edilir. (Nârullah) Ancak, cehennem“cehennemullah” şeklinde hiçbir yerde asla Allah’a izafe edilmez. Yani Allah cehenneme sahip çıkmaz. “Ey Mâlik! Rabbin bizim üzerimize hüküm versin” diye seslendiler. (Malik): “Muhakkak ki siz,kalacak olanlarsınız.” dedi. Zuhruf:77 Âyette cehennemin sahibi olarak mâlik isimli bir meleğin zikredilmesi cehennemin Allah’a isnat edilmediğinin açık ve net bir ifâdesidir. “Allah’ın nârı/Allah'ın ateşi” sadece bu âyette kullanılır. (Hümeze:6)

NEBÎ

Nebî kelimesi, yükseklik anlamına gelen “nübüvvet” kelimesinden türemiştir. Buna göre “nebî“, her bakımdan yüksek bir makamdan önemli ve hayatî haber alan, bu haberi yaşamakla mükellef olan, insanlara doğru ve önemli haber getiren kimse demektir.  Nebî’nin çoğulu “enbiya” ve “nebiyyûn“dur. Nübüvvet, elçilik görevinin daha çok Allah’a bakan yönünü risâlet ise insanlara bakan yönünü ifade eder. (Meryem:30)

NEFS

Nefs; nefes alan, canlı manasındadır. İnsan mânasına ve tüm canlılar anlamına da gelir. Çoğulu“nüfus”tur, “enfus” formunda da gelir. “Külli nefsin zaikatul mevt“ âyetinde her nefes alan, yani her canlı ölmek zorundadır manası da vardır. Nefes,canlılık belirtisidir. Nifas, kadının nefes olan bir canlı dünyaya getirmesi manasında doğum yapmasıdır. Bir de bu âyetteki gibi ahiretteki insanı anlatan âyetlerde de 'nefs' kavramı kullanılır. Özetle nefs kişinin bedenle oluşturduğu bütün yani kendisi demektir. (Yâsin:54)

RABB

Er-Rabb; terbiye eden, terbiyesinde eşsiz benzersiz olan demektir. Rab mastarı “terbiye etmek” yani, “ıslah etmek, yetiştirmek, bakmak, göz kulak olmak” mânalarına gelir. Terbiye, bir şeyi basit halinden kemal noktasına doğru aşama aşama inşa edip geliştirmektir. Kemale ulaşmak için ilahi terbiyenin önemi vurgulanmaktadır. (Nas:1)

RESÛL

Resûl, elçi demektir. Kur’an’da bir yerden aldığı bilgiyi başka bir yere eksiltip arttırmadan olduğu gibi taşıyan elçilere resûl denmiştir. “Allah, meleklerden de insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah,işitendir, görendir.” (Hac:75) Allah’ın her şeyi işitip görmesine rağmen kulları ile olan iletişimini elçiler ile yapması onun görmediği, duymadığı gibi bir yanlış anlayışa sebep olmaması için âyetin sonu Allah’ın her şeyi işitip gördüğünü vurgulayarak sonlanmaktadır. Elçiye ihtiyacı olan insandır. Zira insan gayba imanla mükellef sınırlı ve âciz bir varlıktır. (Meryem:19)

Resûl, nüzûl sırasına göre ilk kez bu âyette resûl/elçi olarak zikredilmiştir. Bu kelime  "risl" kökünden türemiştir ve kök anlamı ‘saçak’tır. "Risl"sözlükte, yerine getirmek üzere gitmek, yumuşaklık ve kolaylık üzere göndermek demektir. "Resûl",hem gönderilen mesaj, hem de mesaj yüklenip götüren anlamında kullanılmıştır. Hz. Muhammed’e neden Kurân’ın indirileceği ve neden tertîl ile onu öğrenmesi gerektiği dolaylı örneklerle izah edilmektedir. Hz. Peygamber’in şâhitliği, onun mesajı mükellef olan kullara ulaştırması ve yaşayarak  “en güzel örnek/üsve-i hasene” oluşudur. (Bkz. Hac 78, Bakara 143, Ahzab 45)

Bazı araştırmacılar nebî kelimesi ileaynı kişiyi işaret etmesi bakımından resûl kelimesini eş anlamlı kabul edip nebîden ciddi bir farkının olmadığını söylemiştir. Fakat kelimelerin kullanıldığı yerlere ve bağlama bakarsak aralarında ciddi bir fark olduğu görülecektir. Resûl/elçi Kurân’da Allah’tan başkasının elçisi olarak da kullanılmıştır. (Bkz.Neml:38) Ancak Nebî, sadece Allah ile özel bir iletişimde olan, haberler alan insanlar için kullanılır.(Bkz. Ahzab:40) Zaten Nebî, seçilmiş kul ile Allah arasındaki iletişime; Resûl ise kul ile diğer kullar arasındaki iletişime bir göndermedir. Bağlamda elçinin risâleti iletme, sağlıklı ulaştırma görevi üzerinde durulduğundan resûl kullanılmıştır. Resûlün Türkçesi elçi, Nebînin Türkçesi ise peygamberdir. (Müzzemmil:15)

RIZIK

Rızık,  ‘ra-ze-ka’ fiilinden türemiş bir isimdir. Çoğulu erzaktır. Faydalanılması için verilen bağış, pay, hisse,nasip, haz, gıda ve mutlaka kendisiyle faydalanılan her şey anlamlarına gelir. Rızık boğazdan geçen azıktan çok daha geniş kapsamlıdır. Aldığımız nefes de dâhil her şey rızıktır. İntihar eden biri kendi iradesi ile hayat denen muhteşem rızkı elinin tersiyle itmiş olur. Bu dünyayı isteyene istediği verilir. Dünya ve âhireti de isteyene/dileyene her ikisi de verilir.(Bkz. Bakara:200-202) Burada belirleyici ve öncelikli olan kulun tercihidir. Eğer âyet ‘Allah dilediğine rızkı genişletir.’şeklinde meallendirilirse, bu kaderci bakışın önünü açıp yanlış anlaşılmalara sebep olacaktır. Oysa ‘dileyene’şeklinde meallendirilirse imtihanın,emeğin, çalışmanın, gayretin önemi vurgulanır ve kaderci bakış düzelir. “Muhakkak ki bunda, inanan bir kavim için âyetler vardır.” Hakîkî manada istemenin bu uğurda sarf edilen emeğin, çalışmanın, gayretin ne kadar değerli olduğuna inananlar için mutlaka âyet, ders ve deliller vardır. (Bkz. İnsan için, emeğinden başka bir şey yoktur. Necm:39) (Rûm:37)

RÛH

Rûh; vahiy ve vahyi Allah’ın seçtiği kimseye ulaştıran aracı melek, melekî güç anlamında kullanılır. Nitekim Cebrail, Kur’an’da “ruhul emin/güvenilir ruh” olarak nitelendirilir.(Ruh kelimesi hakkında geniş bilgi için bkz. Kadr:4) “Ve işte böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik. Ve sen, kitap nedir ve îmân nedir bilmiyordun ve lâkin O'nu “nur” kıldık. Kullarımızdan dilediğimizi O'nunla hidayete erdiririz…” (Şura:52) Ruh,Kurân’ın genelinde hayata anlam ve amaç katan ilahi bilginin adıdır. Bakara sûresi 30 ve devamında anlatılan Hz. Âdem’e üflenen ruh da ilahi bilgi manasındadır. Ruh, Hz. Âdem’in hayatına yeryüzünün halifesi olma gibi bir amaç, anlam ve sorumluluk yüklemiştir. Hz. Meryem’in de hayatındaki bu anlam ve amaç arayışı onu toplumdan uzaklaşmaya itmiş olabilir. Gençlerdeki kimlik arayışı onların daha anti sosyal bir ruh haline bürünmelerine sebep olmaktadır. Yaşın ilerlemesiyle genç, kendine belirlediği ilkeler ve kimlik arayışını sonlandırıp istenen role doğru sosyalleşecektir.

SABIR

Sabır; direnmek, sıkıntılara göğüs germek, kararlı olmak demektir. Cemîl, olumlu özelliklerin bir arada olması/cem olmasıdır. ‘Sabrun cemîl’;Yusuf:18’de şikâyet etmeden, yük olmadan, safını kaybetmeden yapılan olumlu, iyi, güzel direnişlerin tamamına denir. Sadece iftiralara,sıkıntı ve zorluklara tahammül etmek değil, doğru olanı insanlara ulaştırmada da yapılan hikmetli mücadelenin adıdır sabrıcemîl. (Meâric:5)

SADR

Sadr, her şeyin ön ve baş tarafı manasındadır. Sadr-ı İslam: İslam’ın başı, ilk yılları. Sadru'l- Kelam: Sözün başı. Sadr-ı Azam ise başvezir manalarındadır. Görüldüğü gibi sadr sadece göğüs demek değildir. Âyette, hem duygulardaki hem de düşüncelerdeki vehimler kastedilmektedir. Bu ikisini kasıtla ayette sadrın çoğulu sudur kullanılmıştır. Kur’an bu iki merkezi birbirinden ayırmaktadır (Bkz. Ahzap: 4) (Nas:5)

SALÂT

Salât; namaz, dua, yöneliş manasında kullanılmakla birlikte lügat manası olan destek anlamında da kullanılır. “Kâme” ayağa kalkmak,dikilmek fiilinden türeyen “ekîmu, yukîmu, , kâimun, ekâmtum” kelimeleri ile birlikte geçer.  Salât hiçbir âyette Türkçede “namaz kılmak” mânasına gelen “eddâs’salâ, eddûs’salâ, edeytumus’salâ’’ yani “namazı eda etmek” gibi“eda” fiili ile birlikte kullanılmamıştır. Zira malumun ilamı abestir. (Neml:3)

SÂLİH

Sâlih, kelimesinin kökü sulh’tur. Sulh ve salâh Arap dilinde;bozgun, nefret, kötülük, kavga, çekişme ve didişmenin zıddı demektir. Barışı önceleyerek başkalarını ıslâh etmeyi hedefleyen tüm amellere sâlih amel denir. Sâlih amel yapanların imanlarının kabul edileceği ve bunların mümin olarak isimlendirilerek Allah’a geleceği ifade edilmiştir. (Tâhâ:75)

SECDE

Secde, bir anlamda üstün bir varlığın önünde, onu büyüklemek ve kendini o varlığın karşısında küçük görmek üzere saygıdan eğilmektir. Sihirbazların Hz. Mûsa’nın önünde eğilmesi, meleklerin Hz. Âdem’in önündeki secdesi gibidir. Secde kelimesinin ilk ortaya çıkışı, “devenin sahibini üstüne çıkarması için boynunu eğmesi” ve “meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli olarak eğilmesi” anlamındadır. Günümüzde ise secde denince ilk olarak, namazın erkânından olan ve ibadet kastı ile alnın yere konulması şeklinde yapılan eylem akla gelmektedir. Dolayısıyla da secde etmek eyleminden“ibadet etmek” anlamı çıkarılmaktadır. Hâlbuki secde kelimesinin esas anlamı,boyun eğmek, itaat etmek demektir. İbadet ve saygı için alnın yere konması ise,itaat ve boyun eğmenin sadece bir simgesidir. “Harrû sücceden” ifadesi bu saygının yere kapanarak yapılmasıdır ki Kur’an’da da geçer. “Onlara, Rahmân’ın âyetleri okunduğu zaman secdeye kapanır ve ağlarlar.” (Meryem:58) Râzî, Âdemoğlu’nun emrine amâde olan meleklerin özellikle “yeryüzü melekleri”olduğunu söyler. Hz. Âdem’in yeryüzünün halifesi olabilmesi için yeryüzünün güçlerinin/meleklerinin kendisine boyun eğmesi gerekmektedir. Bu güçlere yani tabiat kanunlarına boyun eğdirmenin tek yolu da ilahî bilgi ile donanmaktan geçer. Kur’an bu bilgiye hayata anlam ve amaç katan ‘rûh’ demektedir. (Tâhâ:116)

Secde, sözlükte eğilme ve boyun büküş demektir. Kurân’î ilkeleri kabullenmek, onlara inanmak manasında bir kullanım yapılmıştır. Ebû Müslim,bu âyetteki secde için ‘boyun eğmek ve itaat etmek’ mânasının kastedildiğini söylemiştir. (Râzî) Bu âyet okunduğunda secde etmenin vacip veya sünnet olmadığı kanaatindeyiz. Zira bir sonraki âyetteki tekzib/yalanlama, secdenin karşıtı olarak kullanılmıştır. (İnşikâk:21)

SELÂM

Selâm; barış, huzur, esenlik, saadet, manalarını kapsar. Bu selamete ulaşmanın şartı Rabb'in iznidir. O izin, Allah’ın emir ve yasalarına uygun davranmaya bağlıdır. Allah’a iman etmemiş birinin dahi fıtratına uygun yaşadığı, Allah’ın yasakladığı kötülüklerden uzak durduğu ve iyiliği de yaydığı ortam barış ve selamet ortamı olacaktır. 1, 4 ve 5. âyetlerde ''onu, onda ve o'' zamirleriyle kastedilenin vahiy olduğu anlaşılmaktadır. Esasen bu üç zamirle vurgulanan; vahyin bir yer, zaman ve insana inzal olduğunda o yer, zaman ve insanı nasıl değerli bir hâle getirdiğidir. Kadir Gecesi de bu değerini vahiyden almaktadır. Yoksa yer, zaman ve insanın tek başına bir değeri yoktur.(Kadr:5)

SEMÂ

Semâ kelimesi  ‘yükseklik, yücelik’anlamındaki es-sümüvv kelimesinin türevlerindendir. Her yüksek veyüce şeye es-semâ denilir. Gökyüzüne semâ denilmesinin sebebi yeryüzünden yukarıda olmasıdır. Her bir şeyin üstüne ve üstününe de semâ denilir.Ayakkabının üstü semâ’dır, evin tavanı da semâ’dır. Hayvanın üst tarafına “semâ”, alt tarafına “ard” denmektedir. Demek ki “semâ” demek üst tarafımız, “ard” da alt tarafımızdır. (Lisanül-Arab)(İnşikâk:1)

Semâ, ‘yükseklik, yücelik’ anlamındaki ‘es-sümüvv’ kelimesinin türevlerindendir. Araplar ayakkabının üstüne bile semâ demektedir. Semâ, üzerimizdeki en yakın gök olacağı gibi içerdiği gök cisimleri ile birlikte tüm uzay manasında da kullanılır. (Bkz. Müzzemmil:18, Şems:5, Burûc:1, Târık:1, Nâziât:27) (İnfitâr:1)

SEVVÂ

Sevvâ kelimesinin aslı ‘s-v-y’ dir. Metre ve tartı gibi ölçümlerdeki denkliği anlatır. Seviye aynı köktendir. Aşağıda ya da yukarıda (ifrat veya tefritte) değil, düzgün bir seviyede mânasındadır. Bu âyette ise ölçülü ve amaçlı yaratılış mânasındadır. Çünkü Allah her şeyi bir amaca binaen yaratmıştır.Hiçbir şey boş yere değildir. Yani yarattı, sonra da yaratılış amacını içine koydu. Veya onu bir düzene koydu. (Nâziât:28)

Sevvâ,  “tesviye” kökünden gelir. Vücûdun en ideal şekilde düzenlenmesi, yararlanmaya hazır şekilde yapıldığını anlatır. Fe’adaleke; mutedil kıldı, dengeye ulaştırdı manalarına gelmektedir. İnsan olmayı becerebilmek için öncelikle yaratılışımızda var olan düzen ve denge hâline ulaşmamız gereklidir. Dengesizlik ve adâletsizlik fıtratla savaşmaktır. Kerîm olan Rabbin en öncelikli nimeti, ideal kul ve yeryüzünün halifesi olma potansiyelinde yaratılmış olmamızdır. Bu potansiyelin/fıtratın insanı gurura/aldatmaya düşürmemesi için sûre afâktaki âyetlerden enfûs âyetlerine güzel bir geçiş yapmıştır.(Bkz. Fussilet:53) (İnfitâr:7)

SIRÂT

Sırât; cadde, ana yol, işlek ve büyük yol anlamına gelir. Es-sırât,Allah’ın yolu demektir. Sırâtı müstakim, dosdoğru yol anlamındadır.İki nokta arasındaki en kısa çizgiye de denir. Kısaca hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir. Bu yol sapmaya ihtiyaç duyulmadan ilerlenen yol demektir. Kur’an-ı Kerim’de 32 âyette geçen sırâtı müstakiminKur’an’daki benze kullanımları şunlardır: Es-sıratu’s seviyy, düz yol(Tâhâ:135, Meryem:43). Sevâu’s-Sırât, yolun doğrusu (Sâd:22). Sebîlu’r-Reşad, muradaerdiren yol (A’râf:146, Mümin:38, 39). Sırâtımüstakimin Kur’an-ıKerim’deki zıddı sırâtı cahîm/cehennem yoludur. (Sâffât:23, Nisâ:168,169) (Meryem:34)

SİHR

Sihr kavramı, nüzûl sürecinde ilk defa Müddessir sûresinde geçmiştir. Kurân’ın belağatinin etkileyiciliğini göstermek ve arttırmak için vahiy düşmanının dilinden bir itham olarak kullanılmıştır. Türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de 60 yerde geçer. Dilde, gizli bir sebeple insanın gözünü ya da aklını yanıltan şey demektir. Günümüzdeki karşılığı illüzyondur. İllüzyon, seyreden kişinin bir sihirbazın/illüzyonistin yaptıklarını farklı yorumlayıp algılaması temeline dayanır. Bu kelime aynı zamanda aldatmak manasına gelir. “Seharehu.’’, ‘’Onu aldattı.” demektir. Eğer Hz. Mûsa İsrailoğullarını alıp çıkarsa bu haber Mısır’da  yayılacak ve Firavun emeklerini sömürerek köleleştirdiği tebasını kaybedecektir ki, bu da Firavun’un iktidarının zayıflayarak saltanatını kaybetmesiyle sonuçlanacaktır. Bunu engellemek için Firavun ve kurmayları aşağıdaki teklifle gelir. (Tâhâ:57)

SUDÛR

Sudûr,  sadr’ın çoğuludur. Sadr, her şeyin önve baş tarafıdır. Sadrıislam, İslam’ın başı, ilk yılları mânasınadır. Sadrulkelam, söz başıdır. Âyetteki sadr kullanımı,sorunların temel çıkış noktasına/başına bir göndermedir. Âyette sadece ‘’Allahbilir.’’ denmemesi güzel bir detaydır. Rabb olan bilir ve öğretir. İlâhî yönlendirme ile terbiye olan göz, olayların âhirini görecek bir basîret kazanabilir.Dünyadan değil de âhiretten bakan, cilalanmış imajların altında yatan asılresmi görecektir. (Neml:74)

SULTÂN

Sultan,  “selata” kökünden gelir. Selata, nüfûz ve etki altına almak demektir. Sultan kelimesi de, bu kökten türemiştir.Üstünlük, ga­lebe çalma ve istilâ anlamında mastardır. Kurân’da “sultan”  genellikle üstünlük sağlayan, kendisine tâbi olunan, ikna edici ve güçlü burhan ve hüccet mânasına gelir. Şirkin aklî, ilmî, insanî hiçbir delili ve ikna edici mantıklı bir gerekçesi yoktur. (Rûm:35)

SÜBHÂN

Sübhân kelimesi  “gufrân” gi­bi mastardır. Şu halde sübhân kelimesi, noksanlıklardan ve acz sıfatlarından uzak­laşmak, arınmışlık anlamına gelmektedir. Bu nedenle sübhân kelimesi için tenzih, teşbih ve takdis anlamında sadece yüce Allah için kullanıldığından Allah’ın fiillerinden bir sıfat diyebiliriz. (Sâffât:159)

ŞER

Şer;sözlükte, istenmeyen, arzu edilmeyen, her açıdan kendisinden kaçınılan şey demektir. Şer; iblise, cehenneme, beşerlere, belâlara ve hastalıklara izâfe edilir; ancak asla Allah’a izâfe ve isnat edilerek kullanılmaz. Bu âyetlerde herkese amellerinin karşılığı verilecek denilmek yerine, herkes amellerini görecek (yerahu) denilmektedir. Yani bu âyetler ödül ve ceza ile ilgili değildir. Zaten 6. âyette insanların yaptıklarını görmeleri için toplanacakları bildiriliyordu. Yapılanları görüp hesaplaşıldıktan sonra ödül veya ceza belli olacaktır.(Zilzal:8)

ŞEYTÂN

Şeytân kelimesi iki köke dayandırılır. Bunlardan biri olan eş-şetanu, çok sağlam ve uzun ip, halat anlamına gelir. Şetanean, uzaklaştı; şatın, haktan uzaklaşan demektir.  Araplar gece sinsice gelip uyuyana zarar veren yılana da şeytan derlerdi. Eğer kelime ş-t-n değil de ş-y-t kökünden türetilmişse o zaman kök anlamı yanmak, öfkeden yanıp tutuşmak anlamına gelir. Kur’an’da şeytanın Allah ile ilişkisinde ‘iblis’ sıfatı ile anılır. Zirâ şeytan Allah karşısında umut kesmiş, iflas etmiştir. İblis’in insan ile ilişkisinde ’şeytan’ sıfatı kullanılır. İnsanı ayartan sinsi düşmandır. Bakara 34 ve 36 buna örnektir.Görünen ve görünmeyen insan ve cin her tür kötülük için kullanılır. Kurân’a göre şeytan insanın apaçık düşmanıdır. (Furkân:29)

Şeytân kelimesi, Arapça ‘ş-t-n’ fiilinden türemiştir. ‘Ş-t-n’ fiili, uzaklaşmak manasına gelen bir fiildir. Doğruluk, erdem, merhamet, güzellik, iyilik, paylaşım ve insanî değerlerin tamamından uzaklaştıran bütün fiillerin otak adıdır. Şeytân, İblis gibi özel birisim değil bir sıfattır. Şeytânlar bir ırk veya insandan farklı bir tür ismi değil ortak kötülüklerin tamamını ifade eden sıfatların genel adıdır. Kurân’ın indirilmesi, insanî değerleri yok eden ortak kötülükle savaşılması içindir. Kurân, şeytânî plânlara alet edilmemelidir. Zira onu şeytânlar indirmedi.(Şuarâ:210)

ŞİİR

Şiir kelimesi, Arapçada kökeni kıl/tüy/saç anlamına gelen şe’r (ş-a-r) kelimesine dayanır. Buğdaydan farklı olarak ucundaki ince kılçık sebebi ile arpaya da şair denilmiştir. Şair için bu kelimenin kullanılması onun ince zekâsından ve duyarlı bilgisinden dolayıdır. Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir kısaca bir benzetme sanatıdır. Sembol anlamına gelen şiarla da bağı bu sebeptendir. Şiir biraz daha duyguya yakın bir sanat olduğundan, âyet inanma ve güvenmeye atıfla sonlanmıştır. Zira Kurân’ın kafiyeli cümle sonları ve ses uyumu muhataplarını etkilemekteydi. Bu hissi etkilenmeye bakıp Kurân’ı bir şiire, resûlün de bir şaire benzetilmemesi gerektiği hatırlatılır. Amaç şiiri ve şairi kınamak değil Kurân’ın maksadının doğrudan bu olmadığını ortaya koymaktır. Kur’an’ı tecvit kurallarına uyarak sesi ve nağmeyi öne çıkarmaktan başka bir amaç gütmeyenlere,manayı önemsemeyenlere yapılan bir uyarı vardır. O uyarı da Kurân’ı; şiire, naata, kasideye indirgememektir. Saf mana üzerinden yapılan zannî/spekülatif yorumlar için de şöyle bir uyarı gelmektedir: (Hâkka:41)

ŞUÛR

Şu’ûr kelimesinden maksat açık duygu ile hissetmektir, dalgınlığın zıddıdır. İdrakin ilk basamağı, fikrin ilk varış derecesi, ilk doğuş hâline şuûr denir. Aynı kökten olan şiâr; işâret, sembol anlamına gelir. Şiâr, şuûru uyandırmak içindir. Semboller, dış görünüşlerinden çok daha büyük anlam ve değer taşır. Şâir kelimesi, hem muhatabında bir his ve düşünce uyandırmasına hem de şâirin ince zekâsı ve duyarlı bilgisine âtıfla kullanılır. (Şuarâ:113)

ŞÜKR

Şükr kelimesinin sözlük anlamı“Hayvanın yediği besini, verdiği süt ve semizliği ile belli etmesi” demektir.(Lisanü'l-Arab) Kelimenin bu anlamı biraz daha açılacak olursa şükür; “beslenen hayvanın, yediklerinin karşılığını maddeten vermesi”, yani “bir tavuğun yumurta, bir ineğin süt, bir koyunun yün vermesi ve her üçünün de et verecek şekilde semirmesi” olarak tanımlanabilir. (İnsan:3)

TAĞA

Tağâ, suyun yatağından taşması anlamına gelir. Câriye; suda akıp giden, hareket eden gemi manasında olup Nuh’un gemisine işaret eder. Çünkü geminin isimlerinden biriside câriyedir. El-Cerâr câriyeler/gemiler manasında Rahmân 24’te de kullanılmıştır. Zımnen, sizi gemi değil felâket gerçekleşmeden önce elçisine bildiren Rahmân olan Allah kurtardı. (Hâkka:11)

TAĞUT

Tağut; sınırı, haddi aşmak manasında tuğyandan türeyen bir sıfat olarak tanımlanmıştır. Kelimenin kökü olan “tağa’nın Kur’an’daki kullanımı, Hakka:11'de Nuh tufanı bağlamında suyun yatağından taşmasıdır. Alak 6. ayetteki “Yetğâ”; insanın sınırını/haddini bilmeme hâli iken, buradaki kullanım toplumsal ve sistemsel bir hak hukuk tanımamaya işaret etmektedir. Helak olan kavimlere verilen imkanlar yağmur gibi rahmet iken, onu yönetememek suyun yatağından taşması, sınırını aşmasına yol açmış, rahmeti zahmete dönüştürmüştür.  (Fecr:11)

TÂİR

Tâir, “kuş” manasına gelen tayr’dan gelmektedir. Araplar bir kuş uçurur, kuş sol tarafa uçtu­ğunda bunu uğursuz, sağa uçtuğunda uğurlu sayarlardı. Atâ b. Ebû Rebâh, bunun kuşlarla açılan faldan geldiğini söyler. Kısaca bu yönteme, kader ve kısmeti belirlemek ve geleceği okumak için başvururlardı (Râzî). Âyetteki ‘boynuna’ifadesi ise gereklilikten kinayedir. Meselâ “Bu iş boynumun borcu” demek gibi.Yapılan tercihlere kuşun değil, insanın karar verdiğine ve insanın amellerinin kendisinden ayrılmayacağı, talih, şans, alın yazısı, nasip, kısmet gibi söylemlerle sorumluluktan kaçılamayacağı, kişinin kendisinden tercihlerini uzaklaştıramayacağı, tercihlerinin kıyam günü karşısına ayrıntılı olarak serileceği, orada da yapılanların yapanla birlikte olacağı haber verilir. İsrâ olayının ardından gerçekleşecek hicretin senelere yayılan stratejik bir plân ile olması şansa, kısmete bırakılmaması gerektiği de vurgulanır. Zira insanlar genelde plânsızlık ve özensizlik sonucu maruz kaldıkları olumsuzluklara karşı kader, alın yazısı, nasip, şans, kısmet vs. kelimeler üretmiş ve bu bahanelerin arkasına sığınarak sorumluluktan kaçmış, öz eleştiriden uzaklaşmıştır.Tesadüfen/şansa veya alın yazısı olarak kimse ne cennete gidebilir ne de cehenneme düşebilir. Cennetvârî bir hayat da tesadüfî değildir. Uhud harbinde harp taktiğini tam uygulamayan ashâb, mağlup duruma düşünce “Bu nereden başımıza geldi?” dediler. Hz. Peygamber’in ‘’Nasip değilmiş, mukadderat, ilâhî takdir veya kaderimizmiş/alın yazımız!’’ demesi istenmedi ona Rabbimiz “De ki o, kendi yüzünüzdendir.” şeklinde vahyetti. (Bkz. Âli İmran:165) Dikkat edilirse âyette kuşu/tercihleri insanın kendine bağlayan “elzemnâ” fiilinin fâili Allah’tır. Demek ki amellerin boyuna yüklenmesi sorumluluğunu Allah üstlenmiş ve yapılanları kayıt altına aldırmıştır. Buradaki kitap âhiret sicili/amel defteridir. Buradan şu anlaşılıyor ki, adâletin tecellisi için suçun ve suçlunun sesli, görüntülü kaydının olması davaları hızlıca neticelenmesinde çok belirleyicidir. (İsrâ:13)

TAKVA

Takva, veka fiilinden gelir. Bu fiilin mastarı olan'vikaye, tevkıye, vikae' kelimeleri sözlükte, ‘bir şeyi korumak, himaye etmek, zarar verecek şeylerden çekinmek, bir şeyi başka bir şeyle, bir tehlikeye karşı korumaya almak’ demektir. Bu bir anlamda zararlı şey ile kendi arasına bir engel koymaktır. Kurân’dan önce takva kelimesi, insan ve hayvan gibi bir canlı varlığın kendini,dışarıdan gelebilecek bir zarara karşı savunması anlamına gelmekte idi. Vekâ fiilinin harfleri artırılmış kalıplarından ittikâ kelimesi ise "korumayı kabul etmek, acı ve zarar verecek şeyden sakınıp kendini korumaya almak" demektir. Bu âyette olduğu gibi kelime Kurân'da sözlük anlamıyla da kullanılmıştır. Takva ve ittikâ kelimelerinin ikisi de sözlük anlamları ekseninde kavramlaşmıştır. Bu kelimelerin türediği vekâ fiili ve türevleri Kurân'da tam 258 yerde geçmektedir. Allah’ın yasaları değişmediği için âfet geldiğinde iyi-kötü, inançlı-inançsız ayırt etmeyecektir. Bu yasayı Allah koyduğundan fâil Allah’tır. Hz. Sâlih’in kurtuluş önerisine inanan ve sakınanların kurtulduğu net olarak ifade edilmiştir. (Neml:53)

Tayran, havada uçan kanatlı kanatsız, canlı cansız her şeydir. Tare, fiil olup “uçtu” demektir. Tayr’ın ille de kanatlı olması şart değildir.Zira En’âm 38’de kanat ayrıca zikredilir. Havada bulutlar da uçar, kuş ve sinek de uçar. Ayrıca bakteriler, tohumlar, atılan oklar ve mızraklar da tayr kapsamına girer.

TEVİL

Te’vîl kelimesi, sözlük mânası itibariyle aslına dönmek anlamına gelen “evl” kökünden “tefil” vezninde mastar olup “döndürmek” ve “herhangi bir şeyi varacağı yere vardırmak”demektir. Te’vîl, bir lafzın arkasında yatan maksadı anlamaktır. Te’vîl, Kurân’ın indiği dönem Arapçasında, bir şe­yin akıbeti, ortaya çıkması,mahiyeti ve hakîkati” gibi anlamlara gelmektedir. Bu âyette te’vîl “bir yere varmak” anlamını ifade etmektedir. Furkân 33. âyetteki en güzel tefsir ile buradaki en güzel ve hayırlı te’vîlin bağlam farklılığına rağmen açıklama olarak meallendirilmesi eksik kalacaktır. Zira tefsirde âyetlerin iç ve dış bağlamı ile indiği döneme yapılan sefer sonucu gerçekleşen anlam varken te’vîlde bu mananın arkasındaki maksadın şimdi ve bugüne getirilmesi söz konusudur. Ahsen/güzel ve hayırlı te’vîl, doğru ve adâletli bir zihnî değerlendirme ile evrensel kıstaslara/âyetlere sâdık kalarak (vefâ göstererek) gerçekleşir. Tabiî ki insan zihninin doğru sonuca ulaşmasının yolu sadece doğru bir metotla konuyu ele alması değildir. Bir de sağlıklı bilgi ile onu beslemesi gereklidir. (İsrâ:35)

TEFEKKÜR

Tefekkür“düşünmek ve hatırlamak” anlamındaki fikr kökünden türemiştir. Fikrin kök anlamı ‘ovalamak ve parlatmak’tır. Kurân’da bu kavram fiil şeklinde 18 âyette geçmiştir. Olumlu, yapıcı ve hayırlı fikrin oluşum süreci olarak tanımlanabilir. Nitekim her insan şöyle ya da böyle düşünür; ama her düşünen kimse mütefekkir olarak nitelendirilemez. Zira tefekkür belli bir ilmî birikimin yanı sıra, aklın zihinsel yetenek ve dinamikleriyle ilintili bir eylem/durum olarak algılanmalıdır. Bu kalıp tıpkı diğer düşünme çeşitleri olan tedebbür, teakkul, tefekkuh ve tezekkür gibi külfet gerektirmektedir. (Rûm:8)

TEFSİR

Tefsir, Kurân’ın tamamında sadece bir kez geçer. Kelimenin nispet edildiği iki kök olan “Fesr” veya “Sefr” kelimelerinin her ikisi de açarak anlamak manasındadır. “Fesr” kelimesinde zahirî, somut, maddî bir açma anlamı varken; “sefr” kelimesinde ise manevî, soyut bir keşif, açma anlamı vardır.Tefsir, anlama ve yorumlama faaliyetine verilen bir isimdir. Bir üsteki âyetle birlikte okuduğumuzda peyderpey yaşanmışlıkların içine inen Kur’an; hayatı,insanı, imtihanı, dünyayı ve âhireti hak ve güzel bir örnekle tefsir eden bir Furkan’dır. Peygamber hayatı Kur’an’la tefsir etmektedir. Bu anlama ve açıklamada iki temel prensip vardır: İlki hak ve hakîkat temelli gerçekçi bir okuma ve anlayış, ikincisi ise estetik ve güzelliği içinde barındıran sanatsal bakıştır. (Furkân:33)

TEKÂSÜR

Tekâsür, mastar olarak “çok olmak, çoğalmak” demektir. Kevser ile aynı köktendir. Kevser olumlu, hayırlı bir çokluk iken tekâsür, kişiyi oyalayan, faydasız ve sonu olmayan biriktirme arzusunu ifade eder. İhtiyacından fazlasına sahip olma hırsı, paylaşma, kanaat gibi insanî değerlerden kişiyi uzaklaştıran bir açgözlülük halidir. (Tekâsür:1)

TERTÎL

Tertîl, bir şeyin tertibinin güzelliği demektir. Bu kelime bedevînin dilinde “bir şeyden birinin diğerine karışmaması, tarak dişi gibi simetrik ve düzenli olması” anlamına gelir. Bu durum ‘’muhkem, kuvvetli,sımsıkı olmanın zıddıdır.” Meselâ dişlerin tertîli “dişlerin seyrek bir şekilde düzene konulmuş, dizilmiş olması” demektir ve bu sözcük Arapçada “güzel dizilmiş dişler” manasında da kullanılır. Burada yer alan “tertîl” kelimesi,hem “bir şeyin parçalarını, bütünü meydana getirecek şekilde bir araya toparlayıp uygun bir düzen vermek” hem de “o bütüne iç tutarlılık sağlamak” anlamına gelmektedir. “Tertîl” kelimesi, Kurân’ın okunması anlamında kullanıldığı zaman“onun düşünülerek, sakin, ölçülü ve bütüncül biçimde okunması” gerektiğini ifade eder. (Furkân:32)

TESBİH

Tesbih, bir varlığın yaratılış gayesi istikâmetinde hareket etmesinin adıdır. Sebbih kelimesi sebbeha fiilinin emir kipidir. Bu kelimenin sülasi kökü ‘se-be-ha’ fiilidir. 'Se-be-ha' sözlükte yüzmek, uzaklaşmak, kulaç atmak gibi bir kök anlama sahiptir.‘Es-Sebhu’ suda ve havada hızlı yayılışı ifade eder. Atların hızlı koşması ‘sebh’ (sebhan) fiili ile anlatılmıştır. Bu manada, göklerde ve yerde ne varsa tüm varlıklar Allah’ı tesbih eder. Gülün kokuşu, suyun akışı, ateşin yakışı, bülbülün ötüşü, güneşin doğuşu, ayın batışı, bulutun yağmur yağdırması, ağacın meyve vermesi tesbihtir. Allah’ın yaratış gayesi istikâmetinde rolünü icra eden her şey ve her varlık Allah’ı tesbih ediyor demektir. (Sâffât: 143)

TEZEKKÜR

Tezekkür,  “düşünüp öğüt almak, ibret almak, ders çıkarmak” demektir. Bu kalıbın özelliği,külfet içermesidir. Neş’et, doğada bitkilerin topraktan çıkışıdır. Kışın ardından bahardaki dirilme üzerinde araştırma yapanlar, bunun farklı bir mekanizma ile insanlar için de gerçekleşme ihtimalinin yüksekliğini fark edeceklerdir. Önceki neş’et’ten kastın ilk beşerlerin yaratılması olmasından ziyade kuraklığın veya kışın arkasından gelen yağmurlarla toprağın ve tabiatın canlanmasıdır. Zira bir sonraki âyet bunu örneklendirerek açıklamaktadır. (Vâkıa:62)

ÜMMET

Ümmet, anne anlamına gelen ‘ümm’ kelimesinden türemiştir.“Ümm”, bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslâhına veya başlangıcına temel olan köküne verilen isimdir. “Ümm” kelimesi Kurân’da kelime anlamıyla hem anne, hem de ana, asıl, temel unsur anlamlarında geçmektedir. Ümmet kavram olarak, kendi iradeleriyle veya bir zorunluluk sonucunda aynı yerde, aynı zamanda veya aynı ortak paydada bir arada yaşayan topluluklardır. (Diğer canlıların oluşturduğu topluluklar manasında bkz. En’am:38) Bu âyetteki ümmet vurgusu birbirine hakkı geçme ortak paydasında toplananlardır. (Neml:83)

ÜNS

Üns; ünsiyet, yakınlık demektir. Bu “yakınlık, yaklaşma duygusu” hemcinsleriyle bir arada yaşama durumunda olan insanın başka insanlara karşı yakınlığını ifade eden sosyal yönüdür. Sosyalleşen insana “ins” yani tanınan, bilinen, yerli insanlar denir. Bu bir tür ismi değil insan türünün bir sıfatıdır. (Neml:5)

VAHİY

Vahiy; dışarıdan belli olmayacak şekilde fısıldamak, o kişiyi bir konu hakkında bilgilendirmek demektir. İlhamdan farklıdır. İlhamda, tecrübe sonucu aşama aşama edinilen bilgi ile yeni sonuçlara ulaşma söz konusudur.(İlham ve vahiy ayrımı için bkz. Şems:8). O hâlde âyetteki vahyolunanın vahyedilmesi ne demektir? Kanaatimizce vahyolunan, genel bir bilgi olan annelik güdüsüdür. Hz. Mûsa’nın annesine koruma içgüdüsünün doğmasıyla, annesi o ana özel daha güçlü bir şekilde yönlendirilmiş ve ona vahyedilmiştir. Buradaki vahiy kullanımı Nahl 68’deki arıya vahyedilmesi gibidir. Zira Hz. Mûsa’nın annesinin az kalsın kendini açığa vuracağı âyette şöyle ifade edilmektedir: “Ve Mûsa’nın annesi gönlü boş olarak sabahladı. Müminlerden olması için onun kalbini Bize bağlamasaydık, az daha (durumu) açığa çıkaracaktı. (Kassas:10) İçe doğan vahye rağmen tevekkülün tam gerçekleşmemesi, hem bu vahyin bir his gibi yönlendirme olmasından hem de soyut düşünme yetisinin sınırlı olduğu bir dönemde yaşamalarından olabilir. (Tâhâ:38)

VEDÛD

Vedûd, nüzul sürecinde ilk defa burada geçer. Bu kelime sevmek, arzu etmek ve istemek gibi anlamlar taşıyan''v-d-d'' kökünün türemiş şeklidir. Vedûd, ism-i fail sığasının verdiği mânaya göre “çok seven, hep seven” mânalarına gelir. Vedûd”un mevdûd (çok sevilen)anlamında olduğu da söylenmiştir. Allah kullarını çok sevdiği için, hatadan döneni hiç hata işlememiş gibi bağışlar. (Burûc:14)

VİLDÂN

Vildân, çoğul bir kelimedir, tekili velid’dir. Çocuk, genç mânasına gelir. Bu mânada “vildânun muhalledûn” ölümsüz gençler demektir. Mastar mânasına alınırsa “ebedi, kalıcı,yaşlanmayan, hâlinin bozulmadığı gençlik” anlamına gelir. Sabikûnlar,hayır ve iyilikte öne geçerek ölmez eserler bırakmış; insanlığın, erdemin yükselmesi için hizmet etmiş ve hizmete lâyık görülmüşlerdir. (Vâkıa:17)

VİZR

Vizr, ağır yük mânasındadır. Burada günahın yüklediği cezaî sorumluluk anlamındadır. Yani âhirette ceza çekecek kimse, hiç kimsenin günahının cezasını çekecek değil, herkes kendi suçunun cezasını çekecektir. Bu altın ilke Kur’an’da beş kez farklı bağlamlarda hatırlatılır. Bizde meşhur olan“Her koyun kendi bacağından asılır.” tâbiri bu hakîkati ifade etmektedir. Bu evrensel ilkenin fıkhî karşılığı, “Ukubette niyâbet câri olmaz.’’ilkesidir. Yani cezalarda vekillik geçerli olmadığı genel kuralıdır. Şu hâlde birisi,başkasının günahını boynuna almakla onu kurtaramaz, ancak kendi üzerine aldığının yani sorumluluğunun cezasını çeker. (Bkz. Necm:38) Bu ilke Hıristiyan doktrinini kesinlikle reddetmektedir. Hz. Âdem’in hatasını Hz. İsa çekemez. Bu durum akla, mantığa ve adâlete terstir. Bu âyette, sorumluluğun şahsî olduğu,yakını, sevdiği dahi olsa, hiç kimsenin başkasının günahını üstlenemeyeceği bildirilir. İslâm’a göre suç veya günahta verâset ve vekâlet yoktur. Hiç kimsenin günahı, başkasına asla yüklenemez. İnsanların işledikleri kötü fiillerinin vebali, yalnız kendilerinedir. Bu nedenledir ki ahlâkî sorumluluklar başka bir kişiye devredilmez. Halk arasında kullanılan ‘günahı vebali benim üzerime’ sözü Kurân’a taban tabana zıt bir tasavvurun ürünüdür. Hesap gününde günahkâr bir suçlunun günahı alınıp asla başka birinin günah kefesine eklenmez. Aynı şekilde sevapları da, o sevabı iyiliği yapmamış birine aktarılamaz.Hayatında hiç hırsızlık yapmamış birinin günah kesesine kul hakkı geçti diyebir hırsızın suçu/günahı asla eklenemez. Kur’an’a göre herkese ceza olarak yaptığının tam karşılığı eksiltilip arttırılmadan verilir. “Ve her nefis ne amel yaptı ise karşılığı tam verilir ve her ne yapıyorlarsa O bilendir.”(Zümer:70)Ayrıca, “Kıyam günü için adâlet terazileri kurarız. O zaman hiç kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Yapılan her işi, bir hardal tanesi kadar da olsa, adâlet terazisine getiririz. Herkesin hesabını görmeye yeteriz.(Enbiya:47) İyilikler ödüllendirilirken suçlular layığını bulur. (Fâtır:18)

YEVM

Yevm, zaman olarak güneşin doğuş ile batışı arasındaki süreyi ifade eder. Bazen de süre dikkate alınmaksızın herhangi bir zaman dilimini anlatır. Bu kelime Kurân’da yerine göre “an, gün, devre, çağ, dönem” anlamlarında kullanılmıştır. Âyette geçen gün kelimesi dönem manasında şöyle ifade edilir: ''Ve and olsun ki, gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yarattık.’’ (Kaf:38) Kuran gün kelimesini 24 saatlik zaman içinde, dönemler manasında, başı sonu belirli,müstakil zaman dilimleri için de kullanır. İnsanoğlunun 50 bin yıllık bir dönemine Allah’u Te’âla yevm (bir gün) demektedir. Pasajı bitirip bunun konuyla bağlantısını açıklayalım. ''Artık, cemîl bir sabırla sabret! Muhakkak ki onlar,onu uzak olarak görüyorlar ve Biz, onu yakın olarak görüyoruz.'' (Meâric:5-7) 50bin yıl ile kasıt insanlığın hangi dönemidir? İnsan sûresinin ilk âyeti ‘insanın tarih sahnesine çıkana kadar belli belirsiz uzun bir süre geçirdiğinden ve kayda değer hiçbir şey yapmadığından’ bahseder. Günümüzdeki araştırmalara göre de Kuran’ın ''dehr'' dediği süreden şöyle bahsedilir: İnsansılar, anatomik olarak 200.000 yıl önce Afrika'da ortaya çıkmış ve modern davranışlarına 50.000 yıl önce kavuşmuşlardır. Demek ki insanın tarih sahnesine çıkıp kayda değer bir şeyle ryapma süresi, aşağı yukarı 50.000 yıllık bir süreçtir. Beşerin rûh üflenerek yeryüzünün halifesi kılındığı tarih Allah’ın katında bir gün, bir dönemdir. İlk beşerler arasından seçilen ve vahiyle insanlığın sıçramasına yol açan Hz. Âdem ile son Nebî Hz. Muhammed arasındaki süre 50 bin yıldır. Âyeti, iç ve dış bağlamı ile düşündüğümüzde, Allah’tan haber alan nebîlerin yaşadığı dönem 50 bin yıllık bir dönemdir. Rabbimiz de bu döneme bir gün diyor. Geleceği bildiği sanılan kâhinler, Allah’la özel bir iletişimleri olduğunu iddia eden günümüzdeki mollalar, şeyhler, üstatlar, sahte peygamberler… Bunların gaybî bir bilgilenme/haber alma imkânlarının olmadığı, meleklerin ve rûhun (vahyin veya onu getiren elçi meleğin) 50 bin yıllık bir dönemde Allah ile insanlar arasında uruç (yükselme) ve inzali (inme/tenezzül) gerçekleştirdiği çok veciz bir dille Meâric 4. âyette ifade edilmiştir. Başka bir âyette son Nebî Hz. Muhammed'in ilk haber alışını, yine aynı ifadeler ile Kurân şöyle anlatır: ''Melekler ve rûh, onda (o gecede) Rabblerinin izniyle her bir emir için inerler.'' Kadr:4 Allah’ın, kullarını bilgilendirme bağlamında yine aynı kalıbı şu âyette de görmekteyiz: “Kullarından dilediği kişi üzerine “Benden başka ilâh yoktur.” tarzında uyarmaları için melekleri,emrinden rûh ile beraber indirir. Öyleyse Bana karşı takva sahibi olun.” (Nahl:2)

ZAKKÛM

Zakkûm,  sözlükte “yutmak, bir şeyi nahoş şekilde yemek”gibi anlamlara gelir. Halk dilinde “çokacı, zehir zemberek, zehir zıkkım” vb. deyimlerle günlük hayatımızda da kullanılmaktadır. Yine Arap dilinde kelimenin aslı olan “ez-Zakm“‘’oburca yemek-içmek, yalayıp yutmak’’ anlamlarına da gelirdi. Zakkûm ağacının öz suyu zehirli olduğundan insan ve hayvanların yaklaşmadığı tehlikeli bir bitkidir. Kurân’da dört sûrede toplam 15 âyette zakkum kelimesi geçmektedir. (Bkz. Sâffât:62-68 ve Duhân:43-46) Bağlamdan anladığımız kadarıyla mütref bir hayat süren ve adâletin zaaflarını sûistimal eden, helal-haram demeden başkalarının hakkını gasp eden herkes aslında Kurân’î bir üslupla karnını zehir zıkkımla doldurmaktadır. (Vâkıa:52)

ZÂLİM

Zâlim kelimesini nüzûl sürecinde ilk geçtiği yer Kalem sûresinin 29. âyetidir. Bu kelime zulmet mastarının fâil(özne) ismidir. Zâlim; zulmeden, zulüm işleyen kimse demektir. Zulüm, bir şeyi kendisine ait olan yerin dışına koymaktır. Başka bir ifâdeyle bir şeyi yerinden etmektir. Bunun zıddı olan hikmet ise, bir şeyi âit olduğu yere koymak demektir. Hikmet adâleti beraberinde getirir. Fıtrî olanı kabul/secde,yaradılış amacına uygun davranmak/tesbih, kişiyi Allah’ın rahmetine dahil eden sırâtımüstakime ulaştıracaktır. (İnsan:31)

ZAN

Zan, tercih edilen inanç ve kanaat demektir. Bu kanaat,bilgisizlikten kaynaklanan şek, kuşku, sanı olabileceği gibi, ''yakîn''e (kesin bilgiye) de dayanabilir. Dolayısıyla bu kelime gerçeğe en yakın yorumu ifade edebildiği gibi gerçekten en uzak yorumu da ifade edebilir. Kur’an’da her iki şekilde de kullanılmıştır. Bu kelimenin Kur’an’da, nerede ve hangi mânada kullanıldığını anlayabilmek için bağlamına bakıp kelimenin içinde yer aldığı cümlenin övgü cümlesi mi, yoksa yergi cümlesi mi olduğuna dikkat etmek gerekir.Eğer cümle, anlam bakımından övgü cümlesi ise, yakîn/kesin bilgi anlamında;yergi cümlesi ise şek, sanı anlamında kullanılmış demektir. Şek, sanı manasında Necm 28, Yunus 36, Hucurat 12, İsra 36'da; doğruya yakın yorum,hayırlı kanaat, hüsnü-zan manasında Nur 12'de kullanılmıştır. (Necm:23)

ZEBÛR

Kalın yazıyla yazılan her kitaba, zebûr ismi verilir. Zebûr, Hz.Dâvûd’a inen kitaba özel isim olmuştur. Zebûr, Kurân’da toplam üç yerde geçmektedir. (Krş. Enbiya:105, Nisâ:163) Günümüzdeki durumu ise “Mezmûrlar” adı altında Tevrat içerisinde bir bölüm olarak yer almaktadır. Kitab-ı Mukaddes külliyatında ve Ahd-i Atik bölümü içinde yer alan “Mezmûrlar” diye zikredilen kitabın içinde 150 Mezmûr vardır. İlk Mezmûr “Ne mutludur o adama ki, kötülerin öğüdü ile yürümez ve günahkârların yolunda durmaz.” cümleleriyle başlamakta,150. Mezmûr da, “Bütün nefes sahipleri Rabbe hamd etsin, Rabbe hamd edin!”sözleriyle son bulmaktadır. Özellikle Hıristiyanların pazar ayinlerinde ve Süryani Ortodoksların namazlarında Mezmûr’dan seçilmiş parçalar okumayı ihmal etmedikleri bilinen bir husustur. (İsrâ:55)

ZELİL

Zelil, hor ve hakîr demek olup “zal“ın ötresi ile“züll” mastarından gelir. Zelül, kolaylıkla boyun eğen, zelil ise zorla boyun eğendir. (Neml:34)

ZENB

Zenb, sözlükte kuyruk anlamına gelen ‘zeneb’ kelimesinden türemiştir. Kişinin suçu işlediği anda değil de belirli bir süre sonra, hoş olmayan sonuçlar doğuran bütün fiiller hakkında kullanılır ki, meydana getirdiği sonuca göre değerlendirilen işler demektir. Buna göre Kur’an, kişinin yaptığı iş sonuç itibariyle ona vebal yüklüyor, ceza almasına sebep oluyor ve peşini bırakmayacak bir suçsa ona “zenb” demektedir. Kur’an’da tekil ve çoğul olarak sık sık kullanılan “zenb”in,  meallerde günah, suç ve vebâl olarak çevrilmesi bizce içerdiği manayı tam olarak karşılamamaktadır. Bu nedenle ''zenb''i ''peşini bırakmayan suç'' olarak meallendirmek daha isabetli görülmektedir. (Şems:14)

Zenb,  kuyruk anlamına gelen ‘zeneb’ kelimesinden türemiştir. İnsanın peşini bırakmayan günah, suç ve kabahat manasındadır. Çoğulu ‘zünûb’dur. Bu fiili işleyen kimseye müznib denir.Akıbeti kötü olan her söz ve fiil, ‘zenb’dir.

ZEVC

Zevc, çift ve eş demektir. Başka bir ifadeyle zevc, kendi cinsinden bir başkası ile beraber bulunan demektir. “Zevc” ikisinin değil, ikiden birinin diğerine göre ismidir. İkisine birlikte “zevcân”, “zevceyn” denilir. Zevc tam anlamıyla bizim “çift” dediğimiz değil, “eş” dediğimizdir. Yani çiftin her bir tekidir. Ezvâc ise, ‘zevc’in çoğuludur. Rağıb’a göre, iki yakının her birine deve bir diğerine benzer veya zıt olarak ilgili bulunan şeye de “zevc” denir. Bu itibarla dünyadaki şeylerin hepsi, bir zıddı, benzeri, herhangi bir terkip ve karşıtı bulunması nedeniyle çifttir. Mesela, cisim ve can, madde ve kuvvet, cevher ve araz, iç ve dış, dünya ve âhiret gibi. “Halaka’l-Ezvâc” (çiftleri yarattı) demek, bütün çeşit ve sınıflarıyla âlemi yarattı demektir. (Krş. İçin bkz. Yâsîn 36) Buna göre zevc kelimesinin anlamlarını şöyle tespit edebiliriz: 1-Eş(karı-koca), 2-Çift 3- Cins, tür, çeşit 4- Sınıf, grup, topluluk 5- Benzeri. Zevc kelimesi Kurân'da 81 yerde geçmektedir. Kelime 5 yerde fiil formunda, 17 yerde zevc (tekil), 7 yerde zevcân ve zevceyn (ikili), 52 yerde de ezvâc (çoğul)formlarında isimdir. (Tûr:20)

ZİKİR

Zikir; düşünme hatırda tutma, anma demektir. Önce tesbih sonra zikir sayılmıştır. Kur’an’da bu sıralama genelde bu şekildedir. Şöyle ki tesbih her şeyin ve herkesin doğasında bulunduğu için daha fıtrî iken; zikir sadece insana has bir düşünme ve akletme yeteneğidir. Tesbih yapanı korurken, zikir yapanla birlikte toplumu korur ve sorunlara çözümler sunar. Bu nedenle Allah’ın gönderdiği kitapların tamamının ortak adı zikir olarak isimlendirilmiştir. (Tâhâ:34)

ZİNÂ

Zinâ, bir kadınla veya kızla nikâhsız olarak cinsel temasta bulunmak demektir. Arapça “zenâ” fiilinden mastardır. Zinânın sözlük ve terim anlamı birdir. Zinâ eden erkeğe “zâni” kadına ise “zâniye” denir. (Bkz. Furkân:68) Hıristiyanlıkta zinâ, İsa Mesih’in dağdaki vaazında (Matta, 5) “Zinâ etmeyeceksin!” şeklindeki 7. maddesini yorumlamasıyla aydınlık kazanmıştır. Hıristiyanlar, on emrin zinâ ile ilgili yasağına uymaları yanında “Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zinâ etmiştir” (Matta: 5/28)şeklindeki İncil cümlesini göz önünde tutmak ve eğer bir göz sürçmelere sebep oluyorsa onu çıkarıp atmakla yükümlü kılınmışlardır. Zinâ suçu ve cezası, M.Ö.1792–1750 yılları arasında hüküm sürmüş olan Babil kralı Hammurabi’nin yaptığı yasalarda da yer almıştır. Bu yasalar o dönemde Babil Devleti ile ittifak hâlindeki diğer 15 ülkede de uygulanmıştır. Bu devletler içinde meşhûr Asûr Krallığı da bulunmaktadır. Bu yasaların kaynağının ise daha önceki kent toplumlarına yüzyıllar boyunca yol göstermiş olan Sümer hukuku olduğu iddia edilmektedir. Ancak câhiliye döneminde erkekler çoğunlukla zinâyı ayıp saymazlar, hatta bununla övünürlerdi. Nitekim bu husus İmru’ul Kays’ın şiirlerinde açıkça görülmektedir. Yukarıdaki âyette “Zinâ etmeyin!” denilmeyip de “Zinâya yaklaşmayın!” buyrulması önemli bir husustur. Buna göre yalnız zinâ değil, kişiyi zinâ etmeye sevk eden yollar da yasaklanmıştır. Esasen bir kerebu yollara tevessül edildikten, yani insanı zinâ etmeye zorlayan ve cinsî arzuları kabartan bir ortama girildikten sonra bu arzuların ağır baskısı karşısında irâdenin gücü oldukça yetersiz kalır ve zinâdan korunmak son derece güçleşir. İnsanın bu psikolojik zaafını dikkate alan Kurân-ı Kerîm, prensip olarak önceden kötülüklere sevk edici sebepleri ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Buna seddizeria prensibi denir. Görüldüğü gibi İsrâ sûresi ilk âyetinden itibaren müminleri birlikte medenî bir şekilde yaşamaları için aile kurumunun tesisine ve sağlıklı bir şekilde yürütülmesine dair evrensel ilkeler vaaz etmektedir. Bozuk kültür,içgüdü ve dış dürtülerin etkisi ile her an bedevîleşen muhatap medenîleştirilmeye devam edilecektir. (İsrâ:32)

ZULÜM

Zulüm, Allah’ın tayin ettiği sınırın dışına taşmak ve haddi aşmaktır.Zulüm, hakkı terk ederek bir şeyi, meşrû yerinden başka bir yere koymaktır. Bunun zıddı olan hikmet ise bir şeyi ait olduğu yere koymak demektir.Servet, yerinde kullanılmasa zulüm olur. İnsan yaratıcının istediği gibi yaşamasa kendisine ve çevresine zulmetmiş olur. Kendine, başkalarına ve mahlûkata zulmetme manasında zulüm çeşitli şekillerde olabilir. Aslında bunlara yapılan zulüm bunları yaratana yapılmış bir saygısızlık ve hadsizliktir.Yaratanı yaratandan ötürü seven, sayan böyle bir akıbete çarptırılmayacaktır. Artık konuşamamak, aslında suçlunun suçunu kabullenecek kadar objektif yargılandığını gösterir. Mahkemeyikübra anlatımlarının tamamı, beşeri adâlet ve yargılanma sistemine örnekler barındırmaktadır. Dünyada zâlimin zulmü yanına kalmazsa, adâlet, huzur, sulh ve sükûn hâkim olur. Zaten yeryüzünün halifesi olmak isteyen insanın ödevi de budur. (Neml:85)