Müzzemmil Sûresi
1-Ey Müzzemmil!
Müzzemmil, örtüsüne bürünüp örtünen demektir. Kendisi örtünmüş veya başkası tarafından örtülmüş olabilir. Peki, insan neden kendisini örtmek ister? Bunun maddî birçok sebebi olabilir. Ancak biz bunun psikolojik nedeni üzerinde duracağız. Korkan insanlar kendilerini dış dünyadan izole etmeye çalışır ve içe kapanır. Anti sosyal bir rûh hâli ile içine kapanan kişi insanların olmadığı ve yalnız kalmak istediği zaman dilimleri arar. Aslında bu tepkiler dışarıdan gelecek saldırılara karşı verilmiş bir savunma refleksidir. Vahyi alıp çevresine anlatması ile karşılaşacağı tepki, alay ve şüpheleri düşündüğü bir rûh hâlini, müzemmil kelimesi anlatmaktadır.
-----------------------------------------------------------------------------------
2- Kalk gecenin az bir kısmında!
Öncelikle bu emir ve tavsiye Hz. Muhammed’in içinde bulunduğu konjonktür ve rûh hâli ile alâkalıdır. Ümmetin tamamının yapması gereken bir emir değildir. Zira bu sûrede gece kalkışının tüm müminleri kapsamadığı son âyetteki “müminlerden bir kısmı” ibaresinden açıkça anlaşılmaktadır. Kurân’daki her emir aynı manayı ifade etmez. Zira Allah Kurân’da, değişik şekillerde emir ifade eden lafızları istek ve talep (Bakara:43), yasak kılınmış bir konuyu serbest etme (Maide:2), ikram etme (Hicr:46), sonradan yasaklanma (Maide:2), cezalandırma (Duhân:49), uyarı ( Enâm:35), taaccüb (İsrâ:48), yalanlamak (Âli İmran:93) gibi farklı mana ve bağlamlarda kullanmıştır.
----------------------------------------------------------------------------------------
3- Onun yarısı veya ondan biraz eksilt.
Nısf, bir şeyin yarısıdır. İlginçtir insaf da aynı kökten bir kelime olup “adâlet” manasına gelir. Yani insaflı davranman, olayı sadece kendine yontmadan zararına da olsa kendine ve karşıdakine yarı yarıya hak tanıyıp objektif davranmak demektir.Onun yarısı, gece yarısı olarak okunduğunda ‘Gece yarısından eksilt, yani ondan önce kalk!’ gibi bir manaya bizi ulaştırır. Ya da kalktığı az kısmın yarısı veya yarısından daha az bir kısımda uyanık kalması seçeneğidir. Buradan da anlaşılan emrin içinde birçok seçme hakkı olan uygulama tasavvurunda esneklikler gösteren bir tavsiyeler bütünü oluşudur.
----------------------------------------------------------------------------------------
4- Veya onu arttır. Ve Kurân’ı tane tane, anlayarak okuyacaksın.
Tertîl, bir şeyin tertibi ve düzgünlüğüdür. Bu kelime bedevînin dilinde birinin diğerine karışmaması, tarak dişi gibi düzgün anlamına gelir. Mesela dişlerin tertîli,"dişlerin birbiri üzerine binerek çarpık olmaması, düzgün ve sıralı demektir.Sözü tane tane, yavaş yavaş, mühlet ile ve güzel bir şekilde bir araya getirerek, beyan ile söylemeye de "tertîlikelâm" derler. Tertîl, bugün tecvîde indirgenmiştir. Arapçasından okumak tertîl değildir. Tertîl harfleritek tek heceleyerek okumak da değildir. Her âyetin altına araştırma ve tefekkür sonucu düşülen notlar ile Kurân okumak tertîl ile Kurân’ı okumaktır. Kurân’ı sadece okurken değil başkasına anlatırken de tertîl üzere anlatmamız gerekiyor. İsrâ sûresindeki şu âyet buna işaret eder: Ve Kurân'ı; Biz onu insanlara ağır ağır okuyasın diye ayırdık ve Biz onu peyderpey indirdik. (İsrâ:106) Kurân’ın okunuşu ilmî kitaplarda üç mertebede sınıflandırılmıştır: Bunlar tahkik, tedvir ve hadr’dır. Tahkik, munfasıl meddi dört veya beş elif miktarı çekecek şekilde gayet ağır bir ahenk ile okumaktır. Tedvir, iki veya üç elif miktarı çekecek şekilde orta hâlde okumaktır. Hadr de tabiî med gibi bir elif miktarı çekecek şekilde hızlı okumaktır. Ancak Allah Resûlü ve Kurân, bunları ne emretmiş ne de tavsiye etmiştir. Hatta bunlar tertîli gölgede bırakmıştır. Oysa Kurân tecvîdi değil tertîli emretmiştir. Tecvîtten para kazanan, tecvîde itibar ve saygı duyan ve çok da tefekküre ihtiyaç duymayanlar bunu sürekli parlatıp halkın önüne sunmuştur. Fahreddin Râzî, "Kurân'ı tertîl ile okumayı, manasını anlayarak, âyetlerin içerdiği gerçekleri iyice düşünerek, Allah'ın azâmetini belirten âyetleri, bu azâmeti gönlünde hissederek, uyarı ve müjdeyi içeren âyetleri de, ümit ve korku duygularıyla dolup taşarak okumaktır."demiştir.
Geceleyin kalkınca yapılacak iş,düşünmektir. Tefekkür için insanın dikkatini dağıtacak gürültü ve seslerden uzak kalması gerekir. Peki, gece kalkıp ne üzere düşünülmesi istenir? Kurân üzerine.
Kurân kelimesinin nüzûl sürecinde ilk geçtiği yer burasıdır. Kurân, fiil olarak"gufrân" ölçüsünde okumak manasına gelen bir mastardır. Rağıb’a görede "Kurân lafzı "karae"fiilinden türemiş "Küfran, Reyhan" gibi bir mastardır. Toplayıp bir araya getirme manasına gelen "el-kar" kelimesinden türemiştir. Karae kelimesi anlam olarak “okumak, öğrenmek, bellemek” gibi manalara sahiptir. (Bkz. Alak:1) Kelimeye okumak manası verilse bile her okumanın amacı öğrenmek olduğu için okumanın anlamı bile öğrenmektir. Bu kökü Kurân şeklinde mastara dönüştürdüğümüzde “öğreti” şeklinde bir mana çıkmaktadır. Fakat öğreti kelimesi genel bir anlamdır ve öğretinin, duyma ve görme yoluyla olduğu gibi daha birçok farklı şekli vardır. İşte karae kökünden gelen “öğreti” kelimesinin taşıdığı mana “okuma yoluyla elde edilen öğreti” şeklindedir. O zaman Kurân okuma ve anlama yoluyla size öğreten demektir. Bu ilâhî öğreti bazen İncil, bazen Zebûr, bazen de Tevrat şeklinde karşımıza çıkar ve Kurân hepsine birden kitap der. Alak sûresindeki oku, öğren emrine, burada o eğitim ve öğretimin zaman ve nasıllığına bir gönderme vardır. Âyetler 23 yıllık süreçte yapılacak metodu önceden öğretmektedir. Müzzemmil sûresi Hz. Muhammed’in şahsına münhasır emir ve öğretileri içerse de işaret ve delâlet olarak, resûlün misyonunu sürdürmek durumunda olan Kurân davetçilerini de muhatap almaktadır. Kısaca; Kurân mutlaka tertîl ile okunmalı ve Kurân'ın ağır bir sorumluluğu yüklediği asla akıldan çıkarılmamalıdır.
-------------------------------------------------------------------------------------------------
5-Muhakkak ki, biz sana ağır bir söz ulaştıracağız.
İlkâ, bir şeyi bulduğu gibi fırlatıp atmaya denir.Daha sonra her türlü atmak için kullanılır hâle gelmiştir. (Rağıb) Bununla birlikte ilkâ kelimesinin Kurân'da "içe bırakma, zihne iyice yerleştirme" anlamında da kullanıldığı görülmektedir.
Kavlen, söz demektir. Bu kelime tek başına olduğu zaman hafiflik (hiffet) içerir. Bizdeki ‘laf’a karşılık gelir. Kelâm ise bunun tersi etkili söz demektir. Fakat burada yanına “sekîl” sıfatı gelerek manayı etkili kılmıştır.
Sekîl, hafifin zıddı, ağır demektir. Tartılan veya ölçülen her şeyin ağır basanına sekîl denir. Maddî olduğu gibi manevî olarak da kullanılır. “Yevmen sekîle” cehennemlikler için ağır gün, dehşetli bir gün demektir. (Bkz. İnsan:27) Müfessirlerimizin önemli bir bölümü, “ağır söz” tamlaması hakkında bilgi verirken, konuyu vahyin gelişi esnasında yaşanan fiziksel ağırlık ve bedensel olarak hissedilen yükle de ilişkilendirmiştir. Hz Ayşe diyor ki: “Resûlullah devesinin üzerinde iken ona vahiy gelince deve çöker, boynu yere uzatırdı.” Zeyd b. Sabit diyor ki:“Resûlullah’ın dizi benim dizimin üzerinde iken Allah ona vahiy indirdi. Onun dizi o kadar ağırlaştı ki ben dizimin kırılacağını zannettim.” Aynı şekilde Peygamber’e soğuk günlerde bile vahiy gelirken yüzünden ter aktığı vevahyin ağırlığı nedeniyle yüzünün kızardığı ifade edilmektedir. Âyet gelecek zamana bakarak ‘İlkâ edeceğiz veya yakında indireceğiz.’ gibi bir manaya sahiptir. Sanki ilk âyetler bunlarmış gibi, ancak bu sûreden önce Alak sûresi inmiştir. Alak sûresi nasıl bir sözdür? Neden kelâm değil de kavl kelimesi kullanılmıştır? Çünkü âyetteki ağır/sekîl ifadesi müminler için değildir. İnkâr eden müşrik, münafık ve insanlığının üstünü örten cehennemlikler için ağır bir sözdür. Zira Kurân müminlerin belini iki büklüm eden yükünü alır. Bkz. (İnşirâh:2-3) İmanlarını artırır (Enfâl:2). Gönülleri ferahlar, şifadır(Yunus:57). Buradan ‘henüz müşriklerin ağrına gidecek, insanlığının üzerini örtenlerin zoruna gidecek ifadeler gelmedi ama gelecek’ mesajını anlıyoruz.
-------------------------------------------------------------------------------------------------
6-Muhakkak ki gecenin inşâsı meşakkatli ama daha tesirli ve söz bakımından daha kuvvetlidir.
Nâşie; bir şeyi meydana getirmek, onu yetiştirmek mânasında kullanılır. İnşâ, bir şeyi aşama aşama oluşturmak, yükseltmektir. (Bkz. Yâsîn:79) Bununla, uykudan uyanıp kalkmanın eğitim sürecinin bir parçası olduğu ifade edilmektedir. Nâşietel-leyl ifadesi hakkında müfessir ve dilciler arasında dört değişik görüş vardır. Birincisi, "nâşie"den maksat "gece kalkan kimsedir." İkinci görüş, bundan kast olunan"gecenin vakitsel özelliğidir." Üçüncü görüş, "geceleyin kalkma fiilidir." Dördüncüler ise, "sadece gece kalkmak değil, biraz uyuduktan sonra kalkmaktır." anlamını verirler. Hz. Ayşe ve Mücahid bu dördüncü görüşte olanlardandır. Zaten bilimsel olarak, beynin kısa bir uykunun ardından dinlenip temizlendikten sonra algılamasının arttığı tespit edilmiştir.
Vatt lügatte;basmak, çiğnemek, yumuşatıp döşemek, hazırlamak, uydurmak, yani uygun hâle koymak ve uygunluk manalarında mastardır.
Ve ekvemu kîla, lügat manası bir sözün üzerinde düşünerek yoğurma ve kıvam verme ile daha doğru söylemek için düşünceyi düzeltmektir. Burada kastolunan Kurân’ın daha sakin ve tane tane, acele etmeden, emek verip anlayarak okunmasıdır. İbni Abbas bunu şöyle izah etmiştir: "... ecdaren yefkahu fil-Kurân" yani insanın Kurân üzerinde daha derin düşünmeye uygun olduğu vakit. (Ebu Davut).Bakınız bu okuma metodu aşağıdaki âyet ile şarta bağlanmıştır. Bu şart yoksa gündüz de sesiz sakin bir ortam bulunup tefekkür edilebilir.
-------------------------------------------------------------------------------------------------
7- Muhakkak ki, senin için gündüz yapman gereken uzun meşgûliyetler vardır.
Sebhantavîl, önemli işlerinde tasarruf etmek ve onun için dolaşmak manasınadır. Sebh, aslında su üstünde yüzmek demektir. Burada hayatın çeşitli işleri için hareketli olmak, bedeni yormak demektir. Elmalılı : “Çünkü senin için gündüzler uzun bir yüzüş var.” şekline âyeti çevirmiştir.
Bedenin yorulması, düşünmeye engeldir. Düşünmek için bedenin dinlenmiş olması şarttır. Bu nedenle uykunun ardından düşünmenin önemi Kurân tarafından öğretilmektedir. Ayrıca dünyevî dertler,sevgiler, sorunlar ve geçim kaygıları da uhrevî konulara odaklanmaya engel olabilir. Kendimize bütün sorunları geride bırakarak varlık ve kendimiz üzerinde tefekkür edeceğimiz müstakil zamanlar ayırmalıyız. Bu manada günde kılınan 5 vakit namazın da, dünyevî koşuşturmadan bizi uzaklaştıran, dinlendiren, bize sükûnet veren bir mahiyeti vardır.
-----------------------------------------------------------------------------------------------
8- Ve Rabbinin ismini zikret ve her şeyden kesilerek O’na odaklan!
Tebettül lügatte,kesmek demektir. Nitekim her şeyle ilgisini kesip Allah'a ibadet ettiği için Hz. Meryem'e "Betül" denilmiştir. Erkeklere karşı istek ve arzu duymayan kadına da Betül denir. Nahletun mubtel, tek başına kalmış hurma ağacına derler. Râzî şöyle der: “Vetebettel ileyhi tebettülen” veya “Betelunefseke tebtîlen” buyrulmayıp “Vetebettel ileyhi tebtîlen” buyrulması ince bir manayı ifade eder. Şöyle ki, asıl maksat, her şeyden kesilip Allah'a dönmektir. Tebtîlde ise, Allah'a yönelmek için bir iş yapma manası vardır. Bir işle meşgûl olan, kendini tamamen Allah'a vermiş olamaz. Zira Allah'tan başkasıyla meşgûl olan, Allah için her şeyden ilgisini kesmiş olmaz. Fakat "tebettül"ün yani Allah'a çekilmenin meydana gelebilmesi için de önce "tebtîl",yani her şeyden el etek çekmek gerekir. Âyetin asıl amacı, sosyal görevleri olan insanı dünyada yapması gereken işlerden ve faaliyetlerden uzaklaştırmak değil, tam aksine onun, kendine, var oluş amacına, geleceğine, ölüm sonrasına dair müstakil zaman ayırması ve zamanı planlayarak yönetmesi öğretilmiştir. Rabbinin ismi onun esmasıdır. Esmayı zikretmek onun isim ve sıfatlarını hatırlamaktır. İnsanın kendini ve indirilen vahyi yaratan rabbin zatı ile değilde ismi ve sıfatları ile okuması hem Allah’ı bir şekil ve şemail vermekten (mücessime) zihnimizi koruyacak hem de varlığı ve hayatı anlamlandırmamızı kolaylaştıracaktır.
-------------------------------------------------------------------------------------------------
9-Doğunun ve batının Rabbidir. O’ndan başka İlâh yoktur. Öyleyse O'nu vekil edin.
Meşrik ve meğrip, doğu ve batı demektir. Burada doğu neden batıdan önce sayılmıştır?Mana her yerse neden kuzey-güney zikredilmez? Zira mana her yerden ziyade yukarıda gece ve gündüz, uyku uyanma geldiğinde burada gün doğumu ve batışı yani başlangıç ve bitişlerin Rabbi manasında kullanılmıştır.
İlâhın, muhtemelen nüzûl sürecindeki ilk geçtiği yer burasıdır. Sözlük anlamı yönelmek, düşkün olmak, örtmek, gizlemek,alışmak, bir şeye duyulan aşırı sevgiden veya hasretten ötürü sabırsızlık göstermek anlamlarına gelen ‘elihe’ fiilinden türeyen ilâh kavramı yönelinen, alışılan, düşkün olunan demektir. Kurân’da bu kelimenin “el-İlâh” şekli hiç kullanılmaz. Zira Allah esması bunu karşılar. “İlâh” kelimesi, Kurân’da mücerret olarak genellikle nefiy-ispat cümlesi içinde yer alır ve hak mabudun sadece Allah olduğunu belirtir. Kurân’da bu kelime, gerçek ilâh olmasa bile, çeşitli kimseler tarafından tapınmaya konu edilmiş sahte otorite ve varlıkları göstermek için de kullanılır.
Vekîl, bir kişiye güvenmek, kendi yerine vekil tayin etmek demek olan “tevkil” kökünden türetilmiştir. Vekil kelimesi, Kurân’da “on dört” âyette Allah’ı niteler. Allah’ın sıfatı olarak el-Vekil, sonsuz güven veren, kendisine dayananın güvenini boşa çıkarmayan tek koruyucu otorite demektir.
-------------------------------------------------------------------------------------------------
10- Ve onların söyledikleri şeylere sabret. Ve güzel bir ayrılış ile onlardan ayrıl.
Sabrın, nüzûl sürecinde ilk geçtiği yer burasıdır. Sözlükte göğüs germek, karşı koymak, direnmek, sebat etmek, dayanmak anlamındadır. Sabır aslında bir direniştir. Zorluğa, güçlüklere, imkânsızlıklara, darlıklara, felâketlere, sınanmalara, Allah yolunda çekilen çile ve sıkıntılara, amellerin getirdiği yüklere, nefsinin arzularına karşı bir direniştir. Sabır, pasif bir durgunluk, sessiz bir şekilde bekleme, hele hele her şeye katlanma, zillete boyun eğip râzı olma hiç değildir. Sabır, aktif bir direnmedir.
Hecr veya hecran, insanın beden, dil veya kalple başkalarından ayrılmasıdır.Hicret, tavır ortaya koyma, konum değişikliğidir. Buradaki hicret mekân değişikliği değildir. Hz. Peygamber’in müşrik veya inkârcılardan uzaklaşması,onlarla bütün ilişkisini kesmesi anlamına gelmez. Çünkü dini tebliğde iletişimi devam etmeliydi. Yani peygamber bu âyetten sonra Mekke’yi terk etmemiş; ancak onların gittiği yoldan uzaklaşmıştır. Çünkü hicret, ‘cemîlâ’ şeklinde olumlu bir sıfatla gelmiştir. Yani tüm güzellikleri içinde barındıran, cem eden; azarlama, sövme ve eziyet olmadan,düşmanlık ve kin oluşturmadan uzaklaşmadır. (‘Sabrun cemîl’ için Bkz. Yusuf:18)
-------------------------------------------------------------------------------------------------
11- Nimet sahibi olup yalanlayanları Bana bırak ve onlara biraz mühlet ver.
‘’Güzel bir uzaklaşma ve sabır için ne yapılır?’’ sorusunun cevabı bu âyettir. Hesap sorucu olmamak ve mühlet tanımak güzel sabırdır. Hakarete hakaret ile karşılık vermemek ve oradan ayrılmak da Allah'ı vekil bilip O'na tevekküldür. ‘’Onları bana bırak ve sen mühlet ver!’’emri, aslında hesap sorucu bir üslûp ve davranış takınmama uyarısıdır. Zira böyle bir söylem henüz müşrik olan, ancak ilerde kalbi ısınacak olanları kaybetmeye, ayrıca müşrik olanlardan saldırı ve savunma ile karşılık vermeyi arttırıp hızlandıracağı haber verilmiştir. Buradaki az mühlet, âhirete oranla dünya hayatının az olması veya Bedir gününe kadar geçen süre şeklinde yorumlanmıştır. Ancak biz biraz farklı düşünüyoruz. Nimet içinde yüzenler, Mekkeli sermaye sahipleridir. Mühlet vermek, baskı kurmamak onlardan bir kısmına hatasını anlayıp tevbe etme imkânı sunacaktır. Ancak bu zorbaları kendi hâline bırakırken doğru tevekkülü takınmak hayatî önem taşımaktadır. Bu yüzden güzel bir ayrılma ile onlardan uzaklaşma emredilir. Bu sûrenin girişindeki emirler sırasıyla şöyledir: Herkes uyurken sen kalk! Bir düzen ve disiplinle Kurân oku ve anla! Rabbin esması ile hayatı oku ve yalnızca kendini bu düşünceye odakla! Sadece O’nu kendine vekil edin! Müşriklerin lafları seni yıldırmasın,onların sözlerine takılma ki onlardan güzellikle uzaklaşabilesin. Sonra oyalanlayanları bana bırak, hesap sorucu olma ve biraz zaman tanı! Belki anlarlar.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
12-Muhakkak ki bizim katımızda ağır prangalar ve alevli ateş vardır.
Nekale, fiil olarak ‘Bir şeyi yapamadı, âciz kaldı.’ manasına gelir. Nikl, hayvanın bağı, geminin halatı manasına gelir. Enkâl; suçluya vurulan ağır kelepçe,pranga manasında nekâl kelimesinin çoğuludur.
Cahîm kalıbı da"çok şiddetli yanan ateş, çok sıcak yer’’ demektir. Kurân’da 26 kez geçer.Cehennemin isimlerinden biridir. Allah’ın katındaki prangaların, başkasının emeği üstünden yaşanılan hayatın, insanı nasıl mal-mülke ve saltanata esir ettiği; muhtaçlık ve bağımlılığı arttırdığına işaret edilir. Hak yenerek oluşturulmuş bir yaşam tarzının sonu yakıcı bir pişmanlıktır.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
13- Ve yedikleri elîm bir azap olarak boğazında düğümlenir.
Ğussah; boğazı tıkayan, ne yutulan ne de çıkan şey demektir. Azâb kelimesinin muhtemelen nüzûl sürecinde ilk geçtiği yer burasıdır. Bu kelimenin kökeni ‘yemekten veya uykudan kesilme’ anlamına gelir. Azeber-raculu, ‘Adam yemek ve uykudan kesildi.’ demektir. Bu anlamda te’zib,insanı aç ve uykusuz kalmaya zorlamak demektir. Görüldüğü gibi burada bir mahrûmiyet vardır. Tatlı ve hoş kökünden geldiği söylenir. Mâun azbun, ‘tatlı ve soğuk su’ demektir. Bu anlamda azâb, insanı hararetten mahrûm etmektir ve bu olumlu bir mahrûmiyettir. Ancak azâbın elem ile gelmesi, bunun olumsuz bir süreç olduğunu teyit içindir. Elem, aşırı acı demektir. Türkçemize geçen bir kelimedir.
Bu âyetlerin bize öğrettiği hakîkat; hırsızlık, yolsuzluk, kanunî veya gayrikanunî yollarla başkalarının emeği üzerinden semirenlerin yaptıklarının yanlarına kalmayacağıdır. Para ile satın alınamayacak kadar güçlü bir adâlet sisteminin kurulması toplum için hayatî önem arz etmektedir. Bu fâni dünyadaki mal ve çoğaltma hırsı için yapılan zulümlerin nihaî sonu sonraki âyette anlatılacaktır.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
14- O gün yeryüzü ve dağlar şiddetle sarsılır ve dağlar dağılmış kum yığını olmuştur.
Son saat ile ilgili tasvirler, nüzûl sırası itibariyle ilk kez bu âyette dile getirilmiştir. Sarsıntıyı öncelikli ve en fazla hisseden dağların küresel depremleri anlatmada kullanılması, önemli bir detaydır. Zira dağı devirip parçalayan depremler, aslında insanoğlunun kurduğu ve ebedî sandığı her şeyin sonlu olduğuna da bir göndermedir.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
15-Muhakkak ki Biz, Firavun’a resûl gönderdiğimiz gibi size de şâhit olacak bir resûl gönderdik.
Resûl, nüzûl sırasına göre ilk kez bu âyette resûl/elçi olarak zikredilmiştir. Bu kelime "risl" kökünden türemiştir ve kök anlamı ‘saçak’tır. "Risl"sözlükte, yerine getirmek üzere gitmek, yumuşaklık ve kolaylık üzere göndermek demektir. "Resûl",hem gönderilen mesaj, hem de mesaj yüklenip götüren anlamında kullanılmıştır. Hz. Muhammed’e neden Kurân’ın indirileceği ve neden tertîl ile onu öğrenmesi gerektiği dolaylı örneklerle izah edilmektedir. Hz. Peygamber’in şâhitliği, onun mesajı mükellef olan kullara ulaştırması ve yaşayarak “en güzel örnek/üsve-i hasene” oluşudur. (Bkz. Hac 78, Bakara 143, Ahzab 45)
Bazı araştırmacılar nebî kelimesi ileaynı kişiyi işaret etmesi bakımından resûl kelimesini eş anlamlı kabul edip nebîden ciddi bir farkının olmadığını söylemiştir. Fakat kelimelerin kullanıldığı yerlere ve bağlama bakarsak aralarında ciddi bir fark olduğu görülecektir. Resûl/elçi Kurân’da Allah’tan başkasının elçisi olarak da kullanılmıştır. (Bkz.Neml:38) Ancak Nebî, sadece Allah ile özel bir iletişimde olan, haberler alan insanlar için kullanılır.(Bkz. Ahzab:40) Zaten Nebî, seçilmiş kul ile Allah arasındaki iletişime; Resûl ise kul ile diğer kullar arasındaki iletişime bir göndermedir. Bağlamda elçinin risâleti iletme, sağlıklı ulaştırma görevi üzerinde durulduğundan resûl kullanılmıştır. Resûlün Türkçesi elçi, Nebînin Türkçesi ise peygamberdir.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
16- Fakat Firavun resûle asi oldu. Bunun üzerine onu çok ağır bir tutsaklıkla yakaladık.
Mesaj açıktır. Ey Firavun gibi başkasının emeği üzerinden semirenler, gelin elçiye uyun da sonunuz onun gibi olmasın! Sarsılan ve yıkılan yer ve dağ sahnesinin hemen arkasından sözün,sarsılmaz ve yıkılmaz zannedilen Firavun iktidarına getirilme maksadı her şeyin zamana bağlı bir süreçle elden gidecek bir emanet olduğu hakîkatidir. Kurân’da nüzûle göre ilk kez Firavun’dan burada bahsedilmektedir. Firavun, imkânlarını ve hayatını yıllara yayılan bir süreçte yavaş yavaş kaybetmiştir. Karun’u, Haman’ı ve halkın itibarını sihirbazlar fiyaskosu ile kaybeden iktidar, bir de zorlu kıtlık, tufan, haşere istilası gibi tabiî âfetlerle de ağır ağır erimiş ve Firavun köşeye sıkışmıştır. (Bkz. Araf:133)
--------------------------------------------------------------------------------------------------
17- Artık nankörlük ederseniz, çocukların ak saçlı olduğu gün nasıl sakınacaksınız?
Keyfe, bir soru edatıdır. Diğer soru edatlarından farkı uyarı için gelmesidir. Tettekûne, Kurân’da “duyarlı olduğu için sakınmak, korunmak’’ anlamlarına gelmektedir. Şeyb, saçı ağartmak ve ihtiyarlamak gibi anlamlara gelen ‘şyb’ kökünün türemiş şeklidir. Veled, doğan çocuk demektir. Çoğulu evlat veya buradaki gibi bazen vildân şeklinde de gelir. Yeni doğmuş bebeklere de bu isim verilir. Âyet nimetin üstünü örterek nankörlük edenlere hitap eder. O zaman âyetin maksadı şu sorudur:“Yeni doğmuş bebeleri (var olma nimeti) ak saçlı ihtiyarlara dönüştüren imtihan dünyasının sonundaki hesap günü, verilenleri heba etmiş olmanın vebalinden,sorumluluğundan nasıl korunacaksınız?” Kurân öğretisine göre çocuklar suçsuz yani, yaptıklarından dolayı sorumsuz sayılır ve bu nedenle hesap gününün dehşetinden ve azabından uzak tutulurlar.(Râzî) Ozaman masum, günahsız çocukların bu dehşetli olayı ifade için neden kullanıldığı sorusu aklınıza gelebilir. Zaten Kurân’da o günden günahsız çocuklar dışında müminlerin, mallarını Allah yolunda harcayanların, Allah’ın dostlarının, iyilik yapanların vs. korku içinde, mahzûn olup üzülmeyeceği vaad edilir.(Bkz. Yunus:62, Ahkaf:13, Maide:69, Zuhruf:68 vs.) O zaman buradaki kullanım mecazî bir kullanımdır. Asıl mesaj; verilen imkânların elden gideceği ve bunun her âdemoğlu için geçerli olacağıdır. Küçük, hayat dolu çocukları ak saçlı ihtiyarlar hâline getiren imtihan dünyası hırsla, başkalarının emekleri üzerinden bir yaşam tarzını amaçlayarak heba edilmemelidir. Zira hayat fâni, ölüm âni, âhiret ebedîdir.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
18- Sema açılarak O’nun vaadi ortaya çıkmıştır.
Münfatir-fetara, içinde gizleneni ortaya çıkarmak için açmak, meydana getirmek manalarına gelmektedir.Bu yüzden bir şeyin içindeki bilkuvve olanın kinetize edilmesi manasında “fatr” kullanılmıştır. Aynı kelimeden türeyen eftâra fiilinin mastarı olan iftâr, 'orucu açmak' demektir. İnşikak ise çatlama, yarılma anlamındadır. İnfitâr/açılma yapma manasında, inşikak/yarılma ise bozma manasına yakındır. Yukarıdaki son saat anlatımından sonra burada artık hesap gününe bir geçiş olduğundan “şak” değil, “fâtır” kökü kullanılmıştır. Semânın şahitliği‘ semâya yemin edilmesi’ manasında Tarık:1’de, ayrıca ‘dönüşen semâya’ yemin edildiği Tarık 11. âyetlerde ifade edilecektir. Ayrıca “Ve sayfalar (amel defteri) ortaya serildiğinde ve semâ sıyrılıp açıldığında,” Tekvir 10-11. âyetlerde de yapılanların ve söylenenlerin kaydedildiği ifade edilmiştir. Söylenen her söz, gök kubbede kalmaktadır. Sayfalar görsel, semâdaki kayıtlar da ses olarak yapılan her şeyi açık ve net olarak gözler önüne serecektir.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
19- Muhakkak ki bu bir hatırlatmadır. Artık kim dilerse, Rabbine bir yol edinir.
Tezkira, zikir kökünden gelmektedir. Hatırlatma, öğüt, hatırlatan şey demektir. Burada unutulan; güçlü, varlıklı, sağlıklı iken yaşlı ve güçsüze dönüşecek olan ölümlüinsanı bekleyen sondur. Kurân’ın Rabbe giden bir yol olduğu ifade edilmiştir. Şâe, irade, istek ve dilek gibi anlamlar taşıyan “ş-y-e” kökünün türemiş şeklidir. Mastarı, meşiet’tir. Burada, insanın hür iradesi ile seçimler yapmasının değerli olduğu ifade edilir. Kurân talebeleri, Kurân’ı düşündürücü ve öğüt verici olduğunu hatırlatarak seçimi herkesin kendi hür iradesine bırakmalıdır. Dileyenin doğru,dileyenin de yanlış yolu seçebileceğini daima göz önünde tutmalıdır.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
20.a-Rabbin senin ve seninle beraber olanlardan bir kısmının gecenin üçte ikisine yakın ve yarısında ve üçte birinde kalktığını biliyor ve Allah geceyi ve gündüzü takdir eder, sizin ona güç yetiremeyeceğinizi bildiği için sizin dönüşünüzü kabul etti. Artık Kurân'dan, kolaylaştırarak okuyun.
Son âyet uzun olduğundan bölümlere ayırarak ele alınacaktır. İlk âyetlerde emredilenin, Allah Resûlü ve bir kısım inanan tarafından uygulandığı son âyette haber verilmiştir. Gecenin kısımlara ayrılması bu eğitim (tertîl) sürecindeki esneklik ve seçme hakkını ifade eder.Ancak 6. ve 7. âyetlerde gece kalkışının meşakkati ve gündüz insanı yoran meşguliyetlerin varlığı sayılmasına rağmen muhatapların bu süreci bir farz gibi yapma gayreti onları zorlamaktadır. Allah kimseye taşıyamayacağını yüklemez,ancak insanlar bazen kendilerini ve potansiyellerini tanımadıklarından taşıyamayacakları bir yükün altına girer. Geceyi dinlenme kılan (Bkz. Furkan 47) gündüzü de diriliş/aktif geçirilen zaman dilimi olarak takdir eden Allah’ın bu tavsiyesini müsait olanların yapabileceği, olmayanların da gece ve gündüz alışkanlıklarına geri dönüşlerinin kabul edileceği izah etmiştir. “Artık Kurân'dan, kolaylaştırarak okuyun.” Bu ifade, zamanı yönetmeyi emreden ifadelerin ardından geldiği için zamansal bir kolaylaştırmaya işâret eder. Zaman itibariyle uygun zamanlar kollanmalı ve Kurân o uygun zamanlarda okunmalıdır. ‘Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin nefret ettirmeyin.’ hadisi de bu meyandadır.
20.b- Bilmektedir ki, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah’ın lütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşanlar olacaktır. Bu yüzden ondan, kolaylaştırarak okuyun.
Kurân’ı tertîl ile okumak herkesin yapabileceği bir görev değildir. Düşünme/tedebbür ve tertîlin önünde ilk sırada zikredilen engel hastalık/maraz hâlidir. Bu çerçevede Kurân’da, hastalara zorluk yapılamayacağı ve onların yokuşa sürülemeyeceği ifade edilmektedir. (bkzNûr 61; Fetih 17, Bakara 185-196, Nisâ’ 1-43, Mâide 6. Tevbe 91) Bu marazlar/hastalıklar bedenî değil de aklî ve psikolojik ağır travmalar geçirme sûreti ile olmuşsa zaten Kurân üzerinden, din üzerinden çıkardıkları hükümler sağlıklı sonuçlar vermeyecektir. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Bir meczubun arkasından giderek Osmanlı’daki din adına yapılan mehdilik hareketleri buna tipik bir örnektir. Rızık endişesi, geçim derdi olan kişilerinde Kurân tefekkürüne geniş zaman ayırması pek olası görülmemektedir. Yükâtilûne fiili “savaşmak”anlamına gelmektedir. Cihât ise “c-h-d” kökünden türemiş ve mücadele/cehd,gayret anlamında kıtalden daha geniş kapsamlıdır. Tarihî bilgilere göre Mekke döneminde fiilî savaş/kıtal yaşanmamıştı. Bu nedenle söz konusu fiilde kastedilen maksadı Medine döneminde yaşanacak savaşlar şeklinde geleceğe dönük okumak gerekir. Allah’ın bilmesinden bahsedilirken ‘’bildi’’ geçmiş zaman formunun kullanılması da bunun delilidir. Felsefe ve düşünmenin ilerlemesi can ve mal korkusunun yaşandığı savaş dönemlerinden ziyade sulhun hâkim olduğu dönemlere denk gelmesi tesadüfî değildir. ‘’O’ndan, kolaylaştırarak okuyun.’’ ifadesi burada insanların durumlarına göre alacakları okuma pozisyonuna işâret eder. Kurân’ı tertîl ile kolaylaştırarak okumayı sağlayacak diğer unsurlar da, fiiliyata dönüşecek ve âyetin devamında şöyle sıralanacaktır:
20.c- Ve salâtı ayakta tutun ve zekâtı verin ve Allah'a güzel bir borç verin ve nefsiniz için hayır olarak ne takdim ederseniz,onu Allah’ın indinde daha hayırlı ve daha büyük bir ecir olarak bulursunuz.Allah'tan mağfiret dileyin. Muhakkak ki Allah; Gafûr’dur, Rahîm’dir.
“Mekkeli müşrikler salât’ları Mâûn sûresinde işaret edildiği gibi gösterişe ve Enfal sûresi 35’te ıslık çalıp el çırpma gibi bir eğlenceye/şova dönüşmüştür. Salât,sa-le-ve kökünden de türemiştir. Salleytul ud, ‘Değneği ateşte doğrultum.’demektir. İşte, bazı âlimler 'salât'ın bu kelimeden türediğini ve nasıl 'hasta olmak' anlamındaki 'me-ri-da’ fiili 'tef’il babına aktarılıp 'merrada' olduğunda'hastalığı gidermek’ anlamına geliyorsa, 'sa-li-ye' fiilinin de 'salla' olunca 'Allah'ın emrettiği bir ibadet türüyle ateşi gidermek' demek olduğunu ifade etmişlerdir. Namaz Kurân’dan önce de vardı. Hatta Yahudilerde ve tüm Ortodoks Hıristiyanlarda bugünkü gibi günde beş vakit kılınıyordu. İsimleri, Şaharit (sabah namazı), Musaf (öğle namazı), Minha (ikindi namazı), Neilat şerarim (akşam üstü) ve Maarib (akşam namazı) olarak halk arasında kullanılıyordu. Namaz insanlıkla yaşıt bir ibadettir. Vakitleri, rekâtları ve tesbihleri farklı olsa da namaz bütün ümmetlerde vardı. Son peygamberle emredilen; müşriklerin içini boşalttıkları,ehlikitabın değiştirip parçaladıkları salât ibadetinin ayağa kaldırılması, aslî konumuna getirilmesidir. Sonuç olarak "namazın ikâmesi" denince namazı kılmakla birlikte namazın fert ve toplum hayatına kattığı tüm değerlerin ayakta tutulmasıdır.
Vahiy kronolojisinde ilk kez bu âyette geçen zekât kelimesi; artmak,gelişmek, arınmak ve temizlik gibi anlamlara gelen ‘z-k-y’ kökünün türemiş şeklidir. İbn Manzur, câhiliye döneminde bu kelimenin herhangi bir şeyde artış mânasında kullanıldığını, bundan dolayı Araplar tek kişiye “hasâ“, iki kişiye de “zekâ” dediklerini söyler. İslam öncesi Arap toplumunda cömertlik çok övülen ve takdir edilen bir vasıftı.İslam’dan önce Kureyş’te sadaka çok yaygındı. Zira Kurân ve İslam’dan önce sadaka vermek cömertliğin en belirgin özelliklerindendi. Cesurluk ve cömertlik,câhili Arap toplumunun en bariz sıfatlarındandı. Zekât emrinin bu kadar erkenve doğrudan emir olarak gelmesi, “zekât” uygulamasının önceki toplumlarda da var olduğunu göstermektedir. Kurân’ı incelediğimiz zaman, görürüz ki, Kurân’dan önce gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin ümmetlerine namaz, zekât ve oruç farz kılınmıştır. İslâm dini, hiçbir zaman namazsız ve zekâtsız devam etmemiştir.Hiçbir peygamberin dini de bu farzları ihmal etmemiştir. (Bkz. Meryem 31.Meryem 55, Enbiya:73. Hud:87) Buradan anlaşıldığına göre zekât iddia edildiği gibi Medine’de değil, Mekke’de farz kılınmıştır. Namaz Kurân’î telkinlerin beden bulmuş hâli, zekât bireysel eğitimin topluma yansımasıdır. Buna “karzen hasenen/güzel borç’’ denmektedir. Hadîd 11'de malın en iyisini seçip Allah rızası için ihlâs ile en uygun yere harcama şeklinde anlatılır. Karz, ödünç vermek demektir. Deyn kelimesi de borç anlamına gelir. Fakat her karz ‘deyn’dir, her deyn ise “karz” değildir. Zira bir yardımın karzıhasen olması için şu özellikleri taşıması gereklidir: Mal helalden kazanılmış olmalı ve malın en iyisinden olmalıdır. Karzıhasen sahibi,ölüm korkusu çeken, ölmek üzere olan birisi olmamalıdır. Mal, en muhtaç ve enuygun olana verilmelidir. Veren, verdiği malı riyadan dolayı gizlemeli,arkasından başa kakılmamalıdır. Verenin maksadı Allah rızası olmalıdır.
Bu son ayet Allah’tan nasıl mağfiret istemek gerektiğini ve 19. âyetteki “Rabbine bir yol edinmeyi” izah etmektedir. Kurân’î ilkeleri, dinlenme zamanlarından fedakârlık ederek öğrenen, namazla içselleştiren ve imkânlarını paylaşanların yaptıkları ameller onların bağış/gafûr ve merhamet/rahîm hassalarını güçlendirerek Allah’ın mağfiretine layık kılacaktır.
Müzzemmil sûresinden anladıklarımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu Allah bilir.