فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

24- O halde yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten sakının. O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır. (Bakara:24)



.





Mümin Sûresi

Mümin Sûresi

Sûre, yaygın olarak iki isimle anılmaktadır. Bunlardan ilki olan “Mümin”, Firavun ailesinden olup imânını saklayan kişiden söz eden 28. âyette; ikincisi ise “bağışlayan” anlamına gelen “Ğâfir” olup yüce Allah'ın günahları bağışlamasından, tövbeleri kabul etmesinden söz eden 3. âyette geçmektedir.

Bu sûre Mushaf’ta da iniş sırasına göre dizilen yedi sûrelik “Ha-Mim” ailesinin ilkidir. Genel olarak kabul edilen görüşe göre bu sûrelerin arasında herhangi bir sûre nazil olmuş değildir. Nitekim bu sûrelere “Âl-i ha-mim” (Ha-mim ailesi) de denmiştir.

Sûre tüm ilk tertiplerde Zümer-Fussilet arasında yer alır. Muhtemelen 11. yılın sonu veya 12. yılın başına denk gelir. Çünkü sûrede geçen “Simdi siz, Rabbim Allah’tır dediği için bir insanı öldürecek misiniz?” (Mümin: 28) ifadesini Hz. Ebubekir, Ukbe b. Ebi Muayt’ın Resûlullah’a yapılacak olan saldırı girişimlerini engellerken okumuştur (Buharî). Bu tür fizikî saldırılar özellikle Ebû Talib’in vefatından sonra ve hicretten önce gerçekleşmiştir. Sonuç olarak sûre bizim sıralamamızda Zümer-Fussilet arasına, 12. yılın başına yerleştirilmiştir.

Rahmân, Rahîm olan Allah’ın ismi ile…

1-Ha, Mim

Öncelikle Kurân sûreleri, bir bütün olan metinlerdir. Bu sıralı metinleri ayıran tek unsur hurufumukatta denilen kesik harflerdir. Bu harfler sûrenin içinde geçen belli başlı konuların kategorizasyon işaretleri olarak görülebilir. Bu meyanda “Ha-mim” ile başlayan 7 sûrenin ortak konuları “hak yaratılış”tır. Ha, hak ve hakîm sıfatlarının ağırlıklı işlendiğini gösterirken; mim harfinin konusunun ise yaratılış olduğunu söyleyebiliriz. Hak yaratılış, Kurân’ın diğer sûrelerinde de geçer. Ancak biz sûreleri bu harfler ile başlattığımız için Kurân 114 değil, 14 sûreden oluştuğunu söyleyebiliriz.

Ha-mim ailesinin tamamında (ha) Hakîm esmasının geçtiği âyetler şöyledir: Mümin 8; Fussilet 42;  Dûhân 4;  Ahkâf 2; Zuhrûf 4, 84; Casiye 2, 37; Şûrâ 3, 51. Mim ile ilgili Mümin 57. âyet, “Göklerin ve yerin yaratılışı insanın yaratılışından büyüktür.” der. Ayrıca sûrenin 62 ve 67. âyetlerinde yaratılışa devam edilir. Fussilet 9; Zuhrûf 9, 12, 87; Duhân 38, 39; Casiye 22; Ahkâf 3; Şura 29.

2-Bu kitabın indirilişi Azîz, Alîm olan Allah’tandır.

El-Azîz, izzet ve değeri en üstün olan demektir. El-Alîm, her şeyi doğrudan doğruya vasıtasız olarak bilen, ilmi kıyas ve tahmine dayanmadığı için his ve idrakin ötesinden ilim aktarıp en iyi bilendir. Kitabın peyderpey indirilişi, Azîz ve Âlim olan Allah’tandır. Zira o insanı böyle bir öğrenme fıtratı ile yaratmıştır. Tenzil kelimesi “inzal” gibi indirmek anlamına gelir. Ancak “tenzil” çokluk ifade eder. Bu nedenle birdenbire indir­meyi değil, parçalar hâlinde tedrici bir inmedir. Kurân, yirmi üç yıl boyunca (veya vahiylerin tamamı ilk resûlden son resûle kadar) peyderpey bir süreçle indiriliştir. Kurân’ın tenzili bir hikmet gereğidir. O hikmet, ilmin izzetindendir. Bilgiyi birden yüklenenler bilmişlerdir ki bunlar bildikleri ile amel edecek kıvama gelememişlerdir. Ancak bilgiyi bir süreçle peyderpey hayatın içine alıp hakkını vererek yaşayanlar için bilgi, salt kuru bir veri olmaktan çıkıp bilgeliğe vesile olur. Zamana yayılarak, emek verilip öğrenilen ilim, talibini aziz kılacaktır.

3-Peşlerini bırakmayan suçları mağfiret eden, şiddetli sona kadar süreyi uzatan ve tövbeleri kabul edendir. O’ndan başka ilâh yoktur. Dönüş, O’nadır.

İkâb; ökçe demektir, ayağın arka tarafıdır. Takip etmek, peşinden gitmek, izinden gitmektir. Ukbe, sonuç demektir. Şiddetli veya çetin son anlamına gelen “şedîdi’l-ikâb”, tevbe edip iyiye yönelmeyenleri bekleyen akıbettir. Zenb, kuyruk anlamına gelen “zeneb” kelimesinden türemiştir. Sonu kötü olan ve insanı takip eden günah, suç ve kabahatler için de kullanılır. Çoğulu zünûb‘dur. Bu fiili işleyen kimseye müznib denir. Bu ifade geçmişte yapılan hataların insanı sürekli takip ettiğini ve bedelinin eninde sonunda insanın ödemesi gerektiğini hatırlatır. Ancak insanı pişman eden suçlardan kurtulmanın yolu makbul bir tövbedir. Allah şu kişilerin de tövbesini; yani iyiye, hayra ve güzele dönüşlerini kabul etmez. Zira bu dönüş, samimi olmayan bir dönüştür. “Allah'ın kabul edeceği tövbe, cahillik ile bir kötülük yaptıktan sonra hemen tövbe edenler içindir ki, işte onlar, Allah’ın, tövbelerini kabul ettiği kimselerdir. Ve Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.” (Nisâ: 17) hükmü buna işaret eder. Allah; cehalet ile işlenen ve büyümeden, yani telafisi mümkün olmayan bir noktaya ulaşmadan iyiye ve hayra yönelip hatasını telafi edenlerin samimi dönüşlerini/tövbelerini kabul eder. Tövbenin Allah tarafından kabul edilip edilmediğini yapılan hatanın telafi oranı belirler. Hata, günah ve suçtan dönülüp mağduriyetler en aza indirilmiş ve yaralar sarılmışsa et-Tevvâb olan Allah tevbeyi kabul etmiş demektir. “Muhakkak ki, imân edip/güven verip onu örten, sonra da küfrünü artıranların tövbeleri kabul edilmez. Ve işte onlar, dalâlette olanlardır.” (Âli İmrân: 90) İmân, güvenmek ve güven vermek demektir. Burada telafiye doğru bir yönelmenin ardından, hakları örterek bu beklentiyi boşa çıkaran birinin durumu konu edilmiştir.

4-Örtenlerden başkası, Allah’ın âyetleri için cedelleşmez. O hâlde, onların beldeler içinde dolaşmaları seni aldatmasın.

Kâfirlerin, beldelerde gezip dolaşmaları Allah Resûlü için neden ve nasıl bir aldanışa sebeptir? Bazı müfessirler bunu, kâfirlerin ekonomik ve sosyal güçleri sayesinde çeşitli şehirlere daha çok ticaret amaçlı geziler yapabilmeleri, geniş imkânlar elde etmeleri şeklinde izah etmiştir. Ancak bu sebep, zaten daha önce inen Hicr 88’de şöyle işlenmişti: “Onları çifter çifter metâlandırdığımız şeye gözlerini dikme! Ve onlar için mahzûn olma!” Ancak bu âyette “gözünü dikme, imrenme” değil “lâ yagrurke/seni aldatmasın.” ifadesi seçilmiştir. O zaman buradaki maksat sadece ticaret veya gezip tozmak olmamalıdır. Sorumuzun cevabı için önce, âyetteki diğer kelimelerin anlamlarına bakmak gerekir.

Tekallub, “kallebe” kökünden türeyen bir kelimedir ve “deveran etmek, alıp vermek, dönüp dolaşmak” an­lamına gelir. Türkçede kullanılan “kalb” (bir hâlden bir başka hâle çevirmek), “inkılâb” (bir hâlden başka bir hâle geçiş veya geçirme) hepsi aynı köktendir. Yucâdilûne/cedelleşmek; çekişmek, tartışmak, münâkaşa etmek demektir. Bir yerde münakaşa varsa orada mutlaka taraflardan biri hakikatin üstünü örtecektir. Münâkaşa, izleyenler üzerinde sûitesir eder. Dolayısıyla kâfirlerin beldeden beldeye dolaşmalarının sebebi, ticaret değil âyetlerle cedelleşmektir. “Onların beldelerin içinde dolaşmaları seni aldatmasın.” cümlesi Medenî bir sûre olan Âli İmrân’da şu bağlamda zikredilmiştir: “O zaman Rabbleri, onların dualarına icabet etti. Sizden erkek veya kadının amellerini, ben zayi etmem. Siz birbirinizdensiniz. Hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda işkenceye uğrayanların, savaşanların ve öldürülenlerin kötülüklerini örter ve onları mutlaka, altlarından nehirler akan cennetlere dâhil ederim. Kâfirlerin beldeler içinde dolaşmaları seni aldatmasın.” (Âli İmrân: 195-196)

Bild, beldenin çoğuludur. Belde sözcüğü yerleşenleri tarafından bayındır hâle getirilip sınırları belirlenmiş olan geniş yerleşim yerleridir (Müfredat). Burada bahse konu olan beldeler, Mekkelilerin bildiği çevredeki yerleşim yerleridir. Dolayısıyla Allah’ın âyetleri ile cedelleşmek için beldelere gidip gelenlerden bahsedildiği söylenebilir. Bu dolaşmaların amacı resûlün, dolayısıyla âyetlerin önünü kesmektir. Mekke’yi Allah Resûlü’ne ve müminlere dar edenler, onların gidecekleri muhtemel beldelere de baskı yapmaktadır. Onlara sığınan Müslümanlara kapılarını açmamaları konusunda mekik dokuyan müşriklerin amacı kendi din ticaretlerini yok edecek İslamî hareketi Mekke’de sınırlayıp onun yayılmasını engellemektir. Âyetin sonu “aldanma” ile bitmiştir. Bu ifade, müşriklerin yaptıkları kulislerin, ikiyüzlü plânların işe yarayacağı ihtimaline işaret etmektedir. Bu zan, Mekke’ye müminleri mahkûm edebilirdi. Bu yüzden “Onların yaptıkları seni yolundan çevirecek bir aldanmaya sürüklemesin.” uyarısı, gerekçesiyle birlikte anlatılmıştır. Zira cedelleşme ve münâkaşa sûitesir eder, kişiyi hedefine ulaştırmaz. Kötü bir niyet ve hatalı bir usulle çıkılan yolda sahiliselamete ulaşılamaz. Önceki resûller de aynı cedel ve zorbalıkla karşılaşmıştı. Kurân’da bunun örneği çoktur. En güzel misal, karada gemi yapan Hz. Nûh ve kavmi arasında yaşananlardır.

5-Onlardan önce Nûh’un kavmi ve sonraki hizipler de yalanladılar. Ve bütün ümmetler, resûllerini yakalamak için yeltendi ve hakkı, bâtılla gidermek için cedelleşti. Böylece, onları yakaladım. Artık ikâbım nasıl oldu?

Ümmet Kurân’ın her yerinde olumlu manada kullanılmaz burada resûlü kıskıvrak sıkıştırıp onu mahkûm etmeye yeltenenlere ümmet denmektedir. Önce hizipleşme arkasından her hizbin ümmet olma süreci anlatılmıştır.

Hemmet kelimesi “h-m-m” kökünden gelmektedir ve damla damla, yavaş yavaş ilerleme ve yeltenmektir. Kelime bir şeye niyet etmeyi, onu artan bir arzuyla istemeyi ifade eder. Hemme kelimesi niyet hâlinde olanın gerçekleşmek üzere olduğunu anlatır. Hz. Yûsuf ve Aziz’in karısı arasındakileri anlatmak için Yûsuf 24’te şöyle kullanılmıştır: “Doğrusu, ona yeltenmişti. Ve eğer Rabbinin burhânını görmeseydi, o da ona yeltenmişti.

Resûllerini yalanlayan helâk olan bütün ümmetler -ki bunda âyet istisna bırakmamıştır- hakikatin elçilerini kıskıvrak, çaresizlik içinde yakalamayı ve elini kolunu bağlamayı arzulamış; ancak bu emellerine ulaşamamışlardır. Gerek sözlü gerek fiilî olarak hakkı bâtıl ile yok etmek için ellerinden geleni yapmış ve karada gemi yapan Hz. Nûh ile alay edip onu itibarsızlaştırmaya çalışmışlardır. Allah Resûlü Hz. Muhammed’i yalanlayanların da aynı akıbete uğrayacakları haberi tarihi tecrübe hatırlatılarak verilmiş, kuşku ve aldanışlar giderilmiştir. (Hz. Nûh için bkz. Necm: 52, Kâf: 12, Furkân: 37, Kamer: 9, Sâd: 12, Nuh: 1, Şuarâ: 105-122, Arâf: 59, Sâffât: 75, İsrâ: 3, Yûnus: 71, Hûd: 25, Enâm: 84, Zâriyât: 46, Müminûn: 23)

Araplar esire de “yakalanmış kimse” derler. Çünkü esir öldürülmek üzere alınır (Kurtubî). Hz. Mûsa’ya yapılan gibi (Kasas: 20) Nebi’ye de önce alıkoyma eğer bunu başaramazsalar suikast plânları imâen de olsa haber verilmektedir.

6-Ve işte Rabbinin "Mutlaka ateş ashâbı olacaklar." kelimesi örtenlerin üzerine hak oldu.

“Söz” diye çevrilen “kelime” genellikle “Al­lah'ın değişmez yasaları, kural ve kaideleridir. Bu âyet bağlamında hakikati örtenlerin yaptıklarının er-geç ortaya çıkacağını ifade eder. Zaten hakikatin er veya geç ortaya çıkmak gibi bir fıtratı, kelimesi ve yasası vardır. Sadece ateş ashabı olanlar güneşi balçıkla sıvamaya yeltenir. (Bkz. Yûnus: 33-96, Enâm: 115, Zümer: 71)

7-Arşı taşıyanlar ve onun etrafındakiler, Rabblerini hamd ile tespih ederler ve O'na imân ederler. Ve inananlar için mağfiret dilerler: “Rabbimiz! Sen her şeyi rahmet ve ilimle kuşattın. O hâlde tevbe edenleri ve yoluna tâbi olanları mağfiret et! Onları cehennem azâbından koru!”

Öncelikle bu âyete sorular soralım: Allah’ın rahmeti ve ilmi her şeyi kuşatmış ise “Tevbe edenleri ve yoluna tâbi olanları mağfiret et! Onları cehennem azâbından koru!” demeye gerek var mıdır? Allah zaten ilmi ile kimin rahmet ve merhameti hak ettiğini bilir ve kimse Rahmân’dan daha merhametli olamaz. O zaman hâşâ Allah’a ne yapması gerektiği mi söyleniyor? Bunların hiçbiri söylenmezse Allah ödülde bir eksiklik veya cezada adâlete aykırı artırma mı yapacak, yoksa hâşâ onlara zulüm mü edecek? Elbette hayır. O zaman bu ifadelerin amacı nedir, bu duaların amacı ve bize öğrettikleri nelerdir? Öncelikle duayı yapanlar “Rabblerini hamd ile tespih ederler ve O'na imân ederler.” Rabbi hamd ile tespih etmek, yaratılış amacına uygun bir hayat yaşamaktır. Devamındaki dua bu iyi hâlin sadece kişinin kendisi ile sınırlı kalmayıp yayılma ve artma hedefidir. “Onlar inanırlar.” ifadesi yapılan duadan önce gelmiştir. Zira mümin yaptığı duaya/hedefe en başta kendisi inanmalıdır.

Tefsirlerde, bu âyetlerde geçen dua edenlerin melekler olduğu söylenmiş ve bu eksende açıklamalar yapılmıştır: Hâkka Sûresi’nin 17. âyetinde kıyamet sırasında arşı sekiz meleğin yükleneceği bildirilmektedir. Arşın anlamı, onu sekiz meleğin yüklenmesi ve onun çevresinde yine meleklerin bulunmasıyla ilgili olarak eski tefsirlerde -klasik astronomiden de etkilenen- bazı izahlar yapılmıştır. Ancak bu açıklamaları, İslâm'ın tenzihe ağırlık veren ulûhiyet telakkisiyle bağdaştırmanın güç olduğunu gören bazı müfessirler âyette mecazî bir anlatım bulunduğunu düşünmüştür.  Bu sebeple “arş”ı Allah'ın mutlak hükümranlık ve yönetimi; meleklerin arşı yüklenmesini ise Allah'ın buyruğuna eksiksiz uyarak işlerini yürütmeleri; yine bazı meleklerin arşın çevresinde bulunmalarını da Allah'a yakın olmaları, O'nun iradesini gerçekleştirmesinde araç işlevi görmeleri şeklinde açıklamışlardır (Rağıb).  

Ancak bu tevillerin de yine aracısız/vesilesiz, mutlak güçlü Allah tasavvuruna aykırı olduğu ortadadır. Zira Allah işlerini yürütmeyi, hâşâ etrafındaki meleklere yüklüyor gibi bir algı çıkar ki bu kadirimutlak Rabb tasavvuruna aykırıdır. Öncelikle burada “Allah” değil, “arşı” taşıyan diye bir ifade vardır. Bu yüzden böyle âyetleri Allah’ın zatı düşünülerek değil, onun kâinatı yaratıp en başta belirlediği işleyiş mekanizmaları olarak düşünmek daha doğru olsa gerektir. Zaten bir önceki âyette, gerçeği gizleyenlerin eninde sonunda o hakikat ile yüzleşeceğine dair bir yasadan bahsedilmiştir. Bu yasanın sağlıklı şekilde işlemesi, kâinatın yönetimine/arşı taşıyan dinamiklere bağlanmıştır. Canlıların ölüm melekesi, sebep-sonuç melekesi, kâinatın toplam bir enerjiye/güce sahip olması, entropi melekesi, kuantum melekesi gibi sayamayacağımız birçok unsur/meleke çerçevesinde bildiğimiz maddî âlem yönetilmektedir. Arşı taşıyan bu yasalar/güçler iken, çevresindekiler de bu sistemin nasıl işleyip ilerlediğine şahit olanlar (ulülelbab) olabilir. Başka bir ifadeyle makrodan mikroya bu muazzam varlığın çalışma prensiplerine, onu ayakta tutan güçlere şahit olup eserden müessire ulaşanlar, arşın etrafındakiler olabilir.

Farklı bir yorum olarak Hakka 17. âyet ışığında arşı taşıyan melekler 8 farklı boyutta olabilir. (Allahuâlem) Bu güçlerin keşfi onların bize duasıdır. Bunu başarmak için rahmet temelli bir ilme muhtaç olunduğu açıklanmıştır. Eğer insanoğluna secde eden bu melekeler rahmet temelli bir ilim ile kullanılmazsa sonuç cehennem azabına dönüşen bir hayat olacaktır. Hamd ile tespih eden, yani yaratılış amacına uygun hareket eden, hem kendine hem de çevresine dua olur. Böyle yapan biri hem Allah’ın emrine saygının (et-ta'zîm li-emrillâh) hem de çevresine fiilî dua olduğu için yaratılmışındaki şefkati (eş-şefkatü alâ halkıllâh) açığa çıkarmış olur.

Allah’ın arşı; aynı zamanda insanın, sonu cennet olan imtihan dünyasını nasıl başarıyla geçebileceğini gösteren tek otorite manasındadır. Böylelikle “ellezine” ismi mevsulü için 5. âyette geçen ve toplumları tarafından ortadan kaldırılmaya çalışılan peygamberler ve onun etrafında olan, Allah’ın yönetiminden razı olanlar diyebiliriz. Allah’ın arşını yani ilâhî yönetime omuz verenler; resûller ve o risâletin çevresindeki müminler, Allah’ın seçtiği İslam’ı tanıtıp öğretenlerdir. Rabblerini tespih eden, inanan ve müminler için bağışlanma dileyen, onların ve yakınlarının cennetlere girmesini istemek bu ulvî vazifeyi yüklenenlerin hedefidir/duasıdır (Nûh: 28, Nisâ: 64). Bu minvalde Allah’ın arşı, kullarını sevk ve idaresidir. Onun çevresinde toplananlar mümince yaşamın gerekliliğini bilenler ve Allah’ın yönetimini/arşını hayatları ile bir sonraki nesillere taşıyan müminlerdir.

Arşı taşıyan bu sisteme ve yaratılış amacına şahit olan kişinin yaptığı dua sonraki âyetlerde devam edecektir. Rahmet temelli bir ilme sahip olan halife insan çevresindekilere şu duayı öğretir: Tevbe edip iyiye ve hayra yöneleni bu tercihleri mağfiret edecek ve onu koruyacaktır. Sonuç olarak Allah’ın bizim duamıza, yakarışımıza, niyaz ve yalvarmamıza kesinlikle ihtiyacı yoktur. O kimin neye ihtiyacı olduğunu sonsuz ilmi ile zaten bilir ve bize bizden bile daha merhametlidir. Bu yüzden duanın Allah’a değil, bizlere bakan bir yönü vardır. O da dua edenin aslında başarmak için kendisine belirlediği hedeflerdir. Sürekli annesine, babasına, eşine ve evlatlarına dua eden biri, dua ettiklerine daha merhametli ve duyarlı olacaktır. Borçlarından kurtulmak için dua eden biri tasarruf yönünde adımlar atıp kendisini israftan koruyacaktır. Küçük-büyük fark etmez, dualar insanın kendisine koyduğu hedefler ve amaçlardır. Amacını yitirenin duası olmaz. ‘’Dualarınız olmasa Rabbim size niye değer versin?’’ (Furkân: 77) Allah’ın yönetiminden razı olup onun çevresinde toplananların amaçlarını, hedeflerini yani dualarını okumaya devam ediyoruz.

8-Rabbimiz! Onlara vadettiğin adn cennetlerine babalarından, zevcelerinden ve zürriyetlerinden sâlihleri dâhil et. Muhakkak ki sen, Azîz’sin, Hakîm’sin.

Kurtuluşu sadece kendisi ile sınırlandırmayıp başkaları için yapılan dualar yapanı azîz, verdiği hükümleri de hakîm kılar. Duada “…sâlih ameller yapanları dâhil et.” denilerek “Kim sâlih bir amel ortaya koyuyorsa o bizdendir.” denilmektedir. Bu dua aynı zamanda sâlihlerle birlikte olma hedefidir. Tersi ifsat edip zulmedenlerden olmadır. "Zulüm bizdense ben bizden değilim." duasıyla zulmün önünde duranların tek hedefi yaşanılan yeri “adn cennetlerine” çevirmektir.

Adn cenneti, en belirgin anlamı ile ikâmet etme, ikâmet edilen yer demek olup Kurân’da 11 âyette geçer. Bu isim, esas olarak “Bir yerlerde kaldı veya bir şeyleri muhafaza etti.” yani devamlı anlamlarına gelen “adene” fiilinden türetilmiştir. Bir şeyin yatağı, merkezi anlamındaki maden kelimesi de bu kökten gelmektedir. Yaşanılan yeri cennete çevirme, aslında gerçek bir müminin hayatının amacını teşkil etmelidir. İyiliği nesilden nesle taşımak, sâlihlerin omuzlarındaki kıymetli bir sorumluluktur. Bu, aslında müminlerin kendilerine ve topluma yaptıkları fiilî dualarıdır. Baba, eş ve zürriyetin birlikte sayılması Allah’a verilen kulluk misâkının kuşatıcı, yayılan, nesilden nesle aktarılan ve kapsayıcı olma mahiyetinden dolayıdır. Allah’ın arşına vefânın getirisi, ödülü veya ecri yaşam alanlarını adn cennetlerine dönüşmesidir. Bunun için duamız şöyle devam etmelidir:

9- Ve onları kötülüklerden sakındır. Ve Sen, kimi kötülüklerden sakındırırsan bu durumda onlara o gün rahmet etmiş olursun. Ve işte o, azîm kurtuluştur.

Görüldüğü gibi dua hâşâ Allah’ın ne yapıp ne yapmayacağını O’na söylemek değildir. Tam aksine dua, bizim neyi hedefleyip neden uzak kalmamız gerektiğini kendimize telkin etmemiz ve çevremizdekilere belli etmemizdir. Allah’ın bizleri kötülüklerden sakındırması, onun rahmetinin gereğidir. Her müminin hem kendini hem çevresindekileri kötülüklerden sakındırması onun fiili duasıdır. Her dua bir hedeftir. Müminin hedefi, rahmet temelli bir sakındırmadır. Azim kurtuluş/büyük başarı, tek değil birlikte kurtulanların olacaktır. İnsanın başkalarının hakkını önemsemeden, bencilce belirlediği hedefler aslında kendine ve çevresine yaptığı bedduasıdır. Bu durum kişiyi değersizleştirir.

10- Örtenlere mutlaka nida edilir: "Muhakkak ki Allah’ın kıymetsizleştirmesi, sizin kendinizi kıymetsizleştirmenizden daha büyüktür. İmâna davet edilmenize rağmen örtüyordunuz."

Makt kelimesi bu bağlamda insan için “zarar verecek şeye karşı tedbirsizlik” anlamına istiare olarak kullanılmıştır (İbn Âşûr). Ancak bu tanım “maktu allâhi” ifadesini karşılamaz. Zira Allah’ın tedbirsizliği muhaldir, saçma olur. Râzî ise şöyle der: “Allah’a tamamen beşerî bir duygu izafe etmek imkânsız olduğundan, bu günahkârlara karşı ‘Allah’ın öfkesi’, onları rahmetinden kovmasını ifade eden bir mecazdır.” (Râzî) Peki Allah’ın öfkesi, kızgınlığı ile Rabbin gazabı arasında ne fark vardır? “Makt” kelimesi için; tiksinmenin, nefretin en son hâli denilmiştir. Son hâlde, artık ondan değersiz olduğu için uzaklaşma söz konusudur. Gazap manasında Kurân’da “bi-ġadabin” kelimesi zaten vardır. Mesela “Üzerinize gazabım iner.” (Tâhâ: 81) veya “Rablerinin gazabı…” (Arâf: 152).  Ancak kökü farklı bu kelimeye hep gazap, öfke, nefret ve kızgınlık gibi birbirine benzer sözcüklerle meal verilmiştir. Burada gazap gibi bir cezalandırmadan ziyade değersiz olandan uzaklaşma vardır. Bu yüzden Elmalılı kelimeyi buğz olarak meallendirmiştir. Zira buğzda da kıymet vermeme ve uzaklaşma vardır.

Ragıp da “makten” kelimesini kötülük işleyene karşı duyulan şiddetli nefret şeklinde Nisâ 22 bağlamında açıklamıştır. Şiddetli nefret ve kötülüklerden tiksinme, aslında ondan uzak durma ve onun değersizliği sonucundadır. Dolayısıyla direkt duygunun kendisi değil onun sebepleri üzerinden bir meallendirmenin yapılması daha doğru görünmektedir. Kelimeyi oluşturan “m-k-t” kökü, 2’si okuduğumuz Mümin 10’da olmak üzere Kurân’da 5 âyette 6 kez geçer. Nisâ 22’de üvey annesiyle nikâhlanmasının çirkin ve insanın değerini düşüren bir âdet olduğundan şöyle bahsedilir: “Ve babalarınızın nikâhladığı kadınlarla nikâhlanmayın. Geçmişte olanlar hariç. Muhakkak ki o, bir fuhuştur ve kıymetinizi düşüren kötü bir yoldur.” (Nisâ: 22) Kelime Saf 3’te de geçer. “Yapmayacağınız bir şeyi söylemeniz Allah’ın katında kıymetsizdir.” (Saf: 3) Zira sözün kıymeti/değeri ortaya koyulan ameller ölçüsündedir. Bu yüzden “Allah’ın katında bir gazaba, öfkeye, kızgınlığa veya nefrete sebep olur.” değil de ancak bu boş sözlerin bir değerinin/kıymetinin olmadığı Saf sûresi 3’de hatırlatılmıştır.

Muhakkak ki Allah’ın değersizleştirmesi, enfûsunuza yani içinizde birbirinizin itibarını, değerini düşürmenizden, desinler için yaptıklarınızdan çok daha önemli ve büyük bir sonuçtur. Bu değer kaybının gerekçesi âyetin sonunda “imâna davet edilmelerine rağmen onu örtmeleri” şeklindedir. Burada imân, insanın özündeki kıymeti ortaya çıkaran unsurlardır. İnsanın kendi kendini değersizleştirmesi, özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle terk etmesidir. İnsanın yitirdikleri yüzünden özünden uzaklaşması, bozulması kendisine yabancılaşmasıdır. Âyeti zıddı ile düşündüğümüzde, Allah’ın öğrettiği değerler sistemi, onun arşı, toplumdaki konumunuzdan, makam ve mevkiinizden, birbirinize verdiğiniz değerden daha büyük olmalıdır. Enfûs kelimesinin manasını düşündüğümüzde aslında Allah kuluna, kulun kendisine verdiği değerden bile büyük bir değer vermektedir.

Allah Resûlü ile Mekke’yi terk etmek aslında Allah’ın arşının, sancağının etrafında toplanmaktı. Bu tercih kişinin değersizleşmesi değil, kıymetinin artırmasıydı. Hicret Allah’ı dünyalıklardan, edinilen dostluk ve arkadaşlık ilişkilerinden daha büyük ve değerli görmenin ispatıydı. Buradaki imâna davet “Allah’a ve Resûlü’ne güvene davet edildiğinizde siz bu daveti desinler, yani uyduruk değer yargıları yüzünden örtüyordunuz.” manasına gelmektedir. Desinleri 14. âyette şöyle okuyacağız: “Öyleyse kâfirler kerih görse de dini, O’na halis kılarak Allah’a davet edin.” Dini Allah’a halis kılmak kâfirlerin/örtenlerin değer yargılarına göre kerih ve çirkin bir eyledi. Yozlaşan bu tipin hakikati gördüğü hesap gününde yaptığı itiraf şöyledir:

11- Dediler ki: "Rabbimiz bizi iki kere öldürdü, iki kere ihya etti. Böylece peşimizi bırakmayan suçları itiraf ettik. Artık çıkmaya bir yol var mı?"

Ölüm kelimesi Arapçada genellikle (m-v-t) kelimesi ile ifade edilir.  Mevt yaşamın (hayat) zıddı olup sükûn, dinme, geçme ve yatışma anlamlarına gelir. Mesela, “Ateş, soğuk veya rüzgâr öldü.” denir ki, “dindi, geçti” anlamındadır. “Şarap öldü./mâteti’l-hamr.”, keskinliği gitti anlamınadır. Suyun bittiği yere, kurudu, bitti anlamında, “Su, bu yerde öldü./mâteti’l-mâü bihâze’l-mekân.” denir. Mevt biyolojik olarak vücut fonksiyonlarının tamamen devre dışı kalması, hareketsizlik ve pasiflik hâlidir. Mevt kelimesi, zulme, kötülüklere karşı pasifliği ve tepkisizliği anlatma manasında manevî ölüleri tarif için de kullanılır: “Ölü iken ihya ettiğimiz ve onunla insanlar arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde olup ondan çıkamayan kimse gibi midir?” (Enâm: 122)

İki kez ölüm ve iki kez dirilmeyi anlamak için öncelikle şu âyetlere bakmak gerekir: “Allah’ı nasıl inkâr edersiniz? Siz ölü idiniz. Sonra sizi ihya etti. Sonra sizi öldürecek. Sonra sizi ihya edecek. Sonra O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara: 28) Allah’ı inkâr haline âyet “ölü” demektedir. “Sonra sizi ihya etti.” ifadesinden Allah’ın insanı manen ölü olmaktan kurtarıp insana yepyeni bir hayat verdiği anlaşılmaktadır. Benzer bir anlatım şu âyette de vardır: “Ey imân edenler, Allah ve Resûlü, size hayat verecek şeylere sizi davet ettiği zaman icabet edin!” (Enfâl: 24) 

Mümin 11. âyette “Rabbimiz bizi iki kere öldürdün.” gibi bir hitap ve itiraf var. Bu konuşma muhtemelen Rabbin huzurunda, yani âhirette olmaktadır. Cehennemliklerin itirafı tıpkı bir önceki Zümer sûresinde de aktarılmıştı. "Allah’tan uzaklaşmada, ifrata düştüğüm her şey için bana yazıklar olsun. Ve ben mutlaka alay edenlerden olmuştum." der. "Muhakkak ki eğer Allah beni hidâyete erdirseydi, ben mutlaka takva sahiplerinden olurdum." der. Azâbı gördüğü an: "Keşke benim bir kere daha fırsatım olsaydı, o zaman muhsinlerden olurdum." der. (Zümer: 56-58) Mümin 11. âyeti, Zümer sûresindeki itirafların devamı olarak okumak gerekir. Âyetler ile alay ve dalâlete düşme, manen ölmektir. Âyette ihya hidâyet, ölüm de dalâlete karşılık olarak okunabilir. İki kez ölümün ilki âyetleri örtme ve dalâleti seçme sonucunda gerçekleşen manevî ölüm hâlidir ki bunlar şirk ve zulme karşı tepkisizdir. Bu hâl üzere fizikken de ölüp Rabblerinin huzuruna çıkma ikinci ve son ölümdür. Zira her canlı fizikî ölümü sadece bir kez tadar. Şimdi iki kez ihya ettin itirafına gelelim: İlk ihya, âhirette yeni bir hayatın başlaması için gerçekleşen maddî dirilmedir. İkinci ihya gerçeğin görülmesi ve itirafın gerçekleştiği manevî dirilmedir. Âhirette imtihan perdesi kalkıp gerçeği “aynelyakin” olarak müşahede etmeden henüz dünyada iken “ilimelyakin” ile dirilmek şarttır. Yoksa ikinci diriliş pişmanlık ve hüsranı artırmaktan başka neye yarar? (Bkz. Tekâsür: 5-7)

Bu itiraflarda fâilin Allah olması, Allah’ın seçimlerin sonuçlarını önceden belirlemesindendir. Başka bir deyişle yaşananların Allah’ın sebep-sonuç prensibine göre gerçekleşmesindendir.

12- İşte bu, tek olan Allah’a davet edildiğiniz zaman onu örtmenizdendir. Ve şirk koşunca ona inanıyordunuz. Artık hüküm, Aliyy, Kebir olan Allah’a aittir.

Allah’a davet denildiğinde ne anlamamız gerekir? Allah’a davet onun esmasına davettir. Rahmete (er-Rahmân, er-Rahîm), paylaşmaya (el-Kerîm, el-Ekrem), iyiliğe (el-Ber), hoşgörüye (el-Halîm), ilme (el-Alîm) haklara ve hakikate (el-Hak ve el-Hakîm), hülasa tüm güzelliklere (el-Esmaül hüsnaya) davettir.

Allah’a davet, fıtratta karşılığı olan ilâhî değerler sistemine davettir. Peki, bunu yaparken nelere dikkat edilmelidir. Allah’a davette dikkat edilecekler âyetin içinde “Artık hüküm, Aliyy, Kebir olan Allah’a aittir.” cümlesi ile özetlenmiştir. İfadede üç tane tenzihi esma vardır. Bunlar el-Hakîm, el-Aliy ve el-Kebir’dir. Öncelikle bizler; son hükmü verici, hesap sorucu olamayız. Zira hüküm Allah’a aittir. A’liyyul sıfatı Allah’ın her işinde sonsuz derecede yüce ve üstün olduğunu kabul etmektir ve bunun el-Ala esmasından en önemli farkı Kurân’da yücelikte kıyası anlatan bağlamlarda kullanılmasıdır. Allah’ın değerler sistemine davetin ikinci altın prensibi davet edenin, davet ettiğinden kendini “aliy” görmemesidir. Bu kibre sebep olur. Bu yüzden kibriya da sadece ona mahsus olmalıdır. (Bkz. Lokmân: 30, Sebe: 23, Casiye: 11)

Âyette bir de “…şirk koşulunca ona inanıyordunuz.” ifadesi vardır. Buradaki “ona” zamiri neye veya kime işaret etmektedir? Bağlama sadık kaldığımızda “ona” dediği bir önceki cümlede ifade edilen Allah’a davete (değerler sistemine) gitmektedir. Beşerî olanı, ilâhî olana bulaştırmadan bu menfaatçilerin rahat edemediği anlatılmış olabilir. Sadece Allah’a davetten rahatsızlık, bencil menfaatler ile hak davetin ters düşmesidir. Bu nedenle şirkli bir davet istemektedirler.

Bir insan şirkli bir daveti başka hangi sebepten ister? Allah’ın “el-Ahad” oluşu onun sayısal olmayan tekliğini ifade ederken “el-Vahit” oluşu, sayısal çokluğa muhtaç olmadığını anlatır. Zira müşrik kafa, güce dolayısıyla sayıya ve kalabalıklığa bakar. Bir tane olanın zayıf ve âciz olduğunu düşündüğünden çoğunluğa/niceliğe uyardı. Dolayısıyla çoğunluğa uyma ve sürüleşmenin arkasında şirk zihniyeti yatar. Şirkli davete tâbi olmanın gerekçesi, haklara girip gerekirse zor kullanarak menfaatlerini elde etme arzusudur. Tekliği acziyet, çokluğu güç ve imkân olarak gören müşrik kafa, nitelikten ziyade nicelik üzerinden hayatı hiyerarşik okur. Ancak gerçek rızkın ne olduğunu Kurân tezekkür edenler için şöyle tarif eder:

13- O ki, âyetlerini size gösterir ve sizin için gökten rızık indirir. Bunu münib olandan başkası tezekkür etmez.

Âyetler hakkı gösteren işaretlerdir. Burada işaretlere değil işaretlerin gösterdiği tarafa bakma emredilmiştir. Lafzî bir okuma, âyetlerin gösterdiği yöne karşı bir körlüğe sebep olabilir. Bu durum, hayattan kopuk bir okumayı doğurur. Kurân balığı doğrudan vermek yerine, balık tutmayı öğreterek okuyucusunu rızıklandırmayı hedefler. Aslında gökten inen rızık Kurân’ın kazandıracağı usul ve bakış açısıdır. Direkt olarak problemlerin çözümlerini değil, çözüm yollarını gösteren işaretlere bakmamızı emreder. Bu metodun öğretilmesi Rabbden indirilen rızık olarak tanımlanır. Zaten bağlamda yağan yağmurdan, havadan, güneşten ve bunun sonucu çıkan besinlerden bahsedilmez. Burada insanı manen ihya edip diriltecek olan manevî rızıktan bahsedilmiştir. Manevî rızık, sorunların çözümlerini veren değil sadece çözümlere işaret eden âyetlerdir. Bu işaretleri takip edenler çözümleri üretecektir. Parmağa değil onun gösterdiği yere bakan, sorunların çözümüne yaklaşır. Sorunu çözmek için yanlış yere baktığımız sürece çözümü ne bulabilir ne de üretebiliriz.

Münîb kelimesinin kökü nevb’dir. Nevb; bir şeyin gidip gelmesi, dönüşümlü olması, sıra ile dönmesidir. Sürekli gidip tekrar yuvasına döndüğünden bal arısına da nevb denmiştir. İnabe, Allah’a tövbe ve samimi amelle dönüş yapmak demektir. (Bkz. Kâf: 8) Bu kelime Kurân’da Hz. İbrahîm için de kullanılır. (Bkz. Hûd: 75) Sorgulayan, arayan, dönüp dolaşıp hak noktaya gelen her kul “münîb” sıfatını kazanır. Sorgulama emek ister. Şirkte bu emek yoktur. Aracı veya şefâatçiler vasıtasıyla kolay yoldan sahte çözümler vaad edilir. İnsanların şirkli bir davete icabet etmesinin en büyük nedenlerinden biri verilen çabadan daha fazlasını -aracılar sayesinde- alacaklarına inanmalarıdır. Âyetler, tüm sorunların çözümlerinin içinde olduğu cümleler değil, sadece sorunu gösteren ve çözümlere bakmamızı sağlayan işaretlerdir. Kurân kendisinin ne olmadığını Rad 31’de şöyle ifade eder: “Ve eğer Kurân’la dağlar yürütülse veya onunla yer yarılsa veya onunla ölüler konuşturulsa…” Ki, Allah bunu dilemedi. Dolayısıyla Kurân’dan sünettullaha aykırı mucizeler beklemek ifrattır. Onu eskilerin masalları olarak görmek ise tefrittir. Ancak ikisi de kâfir müşriklerin resûlden ve getirdiği kitaptan beklentileriydi. Gökten inen rızıktan herkesin istifade etmesinin yolu, onu tebliğ ve davetle bir yağmur gibi insanlığın üzerine yağdırmaktır.

14- Öyleyse kâfirler kerih görse de dini, O’na halis kılarak Allah’a davet edin!

Kerih; istenmeyen, çirkin ve kötü kabul edildiği için hoşlanılmayan durum için kullanılır. Gönülsüz ve isteksiz bir işi yapma manasında “kerhen” biçiminde dilimize de geçmiştir. Kelimeyi oluşturan “k-r-h” kökü Kurân’da 41 yerde geçer. “Savaş hoşunuza gitmese de size yazıldı.” (Bakara: 216) “Kâfirler kerih görse de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Tevbe: 32) “Ölmüş kardeşinizin etini yemekten hoşlanmadınız, tiksindiniz, kerih gördünüz değil mi (fe-kerihtumûh)?” (Hucurât: 12)

Kâfirler neyi kerih görür? Kâfir kelimesi hakikatin üstünü örten demektir. İnsanların haklarının üzerini örtükleri için gerçeğin ortaya çıkmasını istemezler. Hak etmediği hâlde şirkin oluşturduğu kast sisteminden nemalanmayı sonlandırıp herkesle eşit olmayı kerih görürler. Paylaşmayı, tevazuyu kerih görürler. Din denilen hayat tarzını Allah’a halis kılmak demek; kast değil, saf sistemi temelinde hayatı yaşamak demektir. Bu sistemde herkese emeğinin karşılığı vardır, inançlar üzerinden sanal tehdit ve korkutmalar ile maddî çıkar elde edilemez. İnsanın değerini; taptığı put, ırkı veya maddî durumu belirlemez. Tam aksine insanın kalitesini takvası ve sâlih amelleri belirler. Bu sistemi suçlular, kötüler, mütekebbirler ve narsistler kerih görür.

Kişisel çıkarlar toplumun önüne geçmeye başladığında orada değer yargıları, bireyin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde dejenere edilir. Kısa vadede menfaatini karşılamayan her âdet ve gelenek zamanla terk edilir. Menfaate hizmet eden âdetler ise ibadetleşir. Yozlaşmış bir toplumda öncelikle doğruyu yapanla alay, sonra yalnızlaştırma, arkasından maddî ve manevî zorbalığa maruz bırakılma gerçekleşir. Bu durumda dayanılan tek dayanak inançtır. Bu yüzden mümin, vicdanında ve kitabında yazılı olanları yapmaktan geri durmayandır. İnsanların değil, Allah’ın ne dediğini dikkate alarak karar almak dini Allah’a halis kılmaktır. İşte bu hâl üzere olmak da aslında en güzel tebliğ ve davettir.

15- Dereceleri yükselten arşın sahibi, buluşma gününü uyarması için kullarından dilediğine emrinden bir rûh ulaştırır.

Ref uruç gibi birden yükselmeyi değil aşama aşama yükselmedir. Âyetteki “dereceleri yükselten” diye çevirdiğimiz “refîu'd-derecât” tamlamasındaki refî kelimesi hem “yüksek” hem de “yükselten” anlamına gelebileceğinden âyetin bu bölümü iki farklı şekilde yorumlanmıştır. İlki derecesi yüksek arş, diğeri dereceleri yükselten arşın sahibi. Dolayısıyla bağlamda davet edilen makamın yüksekliği ve bunun sonucu davet edileni de yükselteceği manası daha baskındır. O arşın huzuruna çıkma bilinci kişinin derecesini yükseltir. O en yüksek yönetimin emrine girmek kişinin hayatına bir rûh katar, değerli bir anlam ve amaç sunar. Kurân’da herhangi bir ek almadan geçen “rûh” sözcüklerinin “vahyin” hayata anlam ve amaç katan bir sıfatı olduğu, daha evvel Kadr sûresinin tahlilinde detaylı olarak verilmişti. “Allah Resûlü neden seçildi?” sorusuna bu âyette bir cevap da vardır. Aslında âyetleri gören her münîb kul hayatını değiştirecek bir rûh kazanır. Yeter ki emek verip tezekkür etsin (Bkz. Mümin: 13)

16- O gün ortaya serilirler. Allah’a bir şeyleri gizli kalmaz. "Bu gün mülk kimindir? Tek Kahhar olan Allah’ındır."

Bârizûn kelimesi esasında arkasına sığınılacak bir engelin ve bahanenin kalmadığını anlatmak içindir. Burada soruyu sorup cevabı veren de Allah değildir. İnsanlardan bu sorgulamayı dünyada yapmaları istendiğinden âyet bu üslupla gelmiş olabilir. İşlediğimiz her günah ve suçun eninde sonunda ortaya çıkmak gibi bir tabiatı vardır. Kurân buna inanmamızı ister. Buna imân neden önemlidir? Zira yapılan tüm kötülüklerin temelinde bundan kişinin kârlı çıkacağı ve kimsenin haberinin olmayacağı şeytânî zannı yatar. Hiçbir toplumda suçlular itibar görmediği için işlenen günah ve suçlar her zaman gizlenir. Kişiler işledikleri suçları gizleyemezse o toplumda suç oranı düşer.

Suçun ve suçlunun bariz olmasında etkili ve özgür medyanın rolü büyüktür. Bazı suç baronları polisten daha fazla medyadan korkar. Zira medyayı avukat orduları ile atlatamazlar. Polisin huzurunda konuşmama hakkını kullananlar, medya karşısında insanları ikna edici cevaplar vermek zorundadırlar. Suçlular bazı gerçekleri önce kendilerinden başlayarak gizler ve bu yalanlarla suça yönelirler. Mülkün gerçek sahibi hiçbir zaman olamayacakları gerçeğine rağmen yalanlarla buna inanır ve hep daha fazlası için suç işler, günaha girerler. Zaten insanı kahredecek olan tek hakikat de kendi bedeni dâhil hiçbir şeye mutlak malik olmadığı gerçeğidir. Bu gerçek insanın “vahit/biricik vazgeçilmez” olduğu yalanından kurtarır. Tek kahharın mülkü elinde tutan olduğuna imân dünyevî hırsları törpüleyecektir. Kendini vahit gören her iktidar, her tiran ve zâlim bunu devam ettirmek için rakiplerini kahruperişan etmenin yollarını arar. Bu nedenle “el-vâhidü’l-kahhâr” ,tenzih üzerinden hatırlatılan esmalardır.

17- Bugün her nefis, kesp ettiğinin karşılığını alır. Bugün zulüm yoktur. Muhakkak ki Allah’ın hesabı seridir.

Zülüm aslında her nefsin kazandığının karşılığını almadığı durumda ortaya çıkar. Burada kesp edilen “günahlar, suçlar ve haksız kazanç” iken, olumlu manada verilen emek ve hak ediliştir. Hesabın seri sorulamaması zulme sebeptir. Kitabına, kanununa uydurularak kazanılan haksız kazanç helâl olmayan, ancak kanunî olan her gelir adâleti zayıflatıp suça meyli artırır. Adâlet sisteminin hızlanması aslında onun sadeleştirilmesine bağlıdır. Süreç uzayıp karmaşık hâle geldikçe adâlete olan güven sarsılır. Âhirette hesap verileceği inancı mümini toplumun en dürüst insanı kılmalıdır. Tabiî ki bu inanç içselleştirilmiş olmalıdır. Hayata yansımayan, sözde kalan her inanç akidesi faydadan daha çok zarar verir. Karaktersiz bir Müslüman tipi üretir. Müslümanın en büyük gücü tutarlı olmasındadır. Âhiret var deyip yokmuş gibi yaşamak, bu tutarlılığı yok edip onu ve inancını diğerleri nazarında değersizleştirir.

18- Ve yaklaşan günle onları uyar. O zaman yürekleri ağza gelip yutkunurlar. Zâlimler için ne bir sıcaklık ve ne de sözleri makbul bir şefaatçi vardır.

Âzife, yaklaşan demektir. Sonun yaklaştığı şuuru, hiçbir zâlimin veya sistemin zamanı durdurup saltanatlarını ilelebet sürdüremediklerini hatırlatır. Hanâcir kelimesi de boğaz, manasında olan “hançere”nin çoğuludur. Kalp ile birlikte gelmesinden dolayı yüreklerin ağza gelmesi şeklinde deyimsel bir ifade olarak anlaşılmaktadır.  Kâzımîn;  içlerindeki hüznü, gazap ve düşmanlığı gizleyen, saklayan ve hapseden kimseler demektir. Kâzım, gam ve öfkeyle dolu olduğunda sesini çıkaramayan kimseye denilir. Sanki âyette şöyle denilmiştir: “Hatırlat o zamanı ki kalpler boğa­za, gırtlağa dayanmış ve tıkamıştır.” Kalbin hatalı istikâmette çarpması, ilgi ve arzuların kötü istikâmeti muhatabını nefessiz bırakmıştır. Bu durum, manevî ölümle sonuçlanır. Hamîm; faydalı, yakın kimse ve sıcak su manasınadır. Bu kelime “veliyy-i hamim” sözünde olduğu gibi yakın, candan hısım veya dost demektir. Burada “hamîm” (yakın arkadaş) kelimesiyle, arkadaşını bir zorluk ve sıkıntı içinde görür görmez, ona yardım etmeye koşan kimseler kastedilmektedir. (Krş. Hâkka: 35, Meâric: 10, Şuarâ: 101) Şefâat de bu yakın arkadaşın yaptığıdır. Kayırmak ve torpil yapmak; sâdık, sıcak, samimi bir dostun değil düşmanın yapacağı bir kötülük ve suçtur. Adâletsiz arkadaşlık ilişkileri, aracı şefâatçiler ile atlatmak ve yanıltmak zulümdür. Kurân şu inancı aşılar: “Adâlet ve hakkaniyet karşısında bana kimse yardım edemez.” Siyasette, iş dünyasında, yargıda vs. samimi ilişkileri olduğu için onların şefâati ve gölgesiyle hakikati örtmeye şirk denir. (Ayrıca şefâat için bkz. Müddessir: 48, Meryem: 87, Tâhâ: 109, Arâf: 53, Secde: 4, Yûnus: 3-18, Enâm: 51-70, Sebe: 23, Enbiya: 28, Zümer: 43-44) Âyetin bizlere söylediği, zâlimlerle asla sıcak bir dostluk ilişkisi içinde olmamaktır. Başka bir deyişle, onlara yardım ve aracılık yapmaktan (şefâat etmekten) sakınmak Allah’ın emridir.

19- O, gözlerin hainliğini ve sinelerin gizlediği bilir.

Bu hesap günü olamaz. Zira orada her şey bariz olduğundan sinede gizlenen bir hainlik kalamaz. Bu hâl dünyada olmalıdır. “Gözlerin hainliği” ifadesini güçlü müşriklerin Resûlullah ve müminlere olan kinli ve ihanet içeren bakışları olarak anlamak da bizce tam doğru değildir. Zira burada müminlere doğrudan bir düşmanlıktan ziyade içten içe beslenen bir kin söz konusudur. Müşrikler dayandıkları atalar kültü ve edindikleri maddî servete güvenerek müminlerle açıkça alay edip onları tehdit ettikleri malumdur. Bu yöntemle onları korkutmaya ve yıldırmaya çalışmışlardır. Bu yüzden iyice zayıf düşmüş müminlere karşı içlerinde bir duygu saklama ihtiyacı duymazlardı. Burada iki kesimden bahsetmek mümkün ilki müminleri doğrudan karşılarına almak istemeyen zayıf müşrikler diğeri kesim ise münafıklardır. Peki, neden müminlerin içinde bazı kişiler içten içe Müslümanlar için kin besler, hainlikler düşünür? Bu tipler başta Allah Resûlü’nün yanında yer almanın kârlı bir din ticareti olacağını sanan menfaatperestler olabilir. Mekke’nin din ticaretinden istedikleri payı alamayanlar müşriklere karşı yepyeni bir söylemle gelen Hz. Muhammed’in yanında yer almayı kârlı bir pozisyon olarak düşünmüş olabilirler. Müşriklerin maddî imkânlarına konmayı bekleyenler Allah Resûlü ve müminlerin boykotla iyice zayıflatılmasından rahatsızdır. Artık müşriklerin safına da dönmeleri çok zor olan bu münafıkların içlerinde bulunduğu ikilemden Allah ve Resûlü’nün haberdar olduğu âyette bildirilmiştir.

20- Ve Allah, hak ile hükmeder. O’nun astında kulluk ettikleri ise bir şeye hükmedemez. Muhakkak ki Allah; Semî’dir, Basîr’dir.

Kadâ fiili "hükmetmek, em­retmek, son vermek, tamamlamak, karar vermek, açığa vurmak, işi bitirmek, gidermek" manalarına gelip anlamaya çalıştığımız âyette "işi bitirmek için yapacağını yap­mak ve hüküm" anlamını ifade etmektedir. Yargıçlar, davaları çözüp karara bağladık­larından dolayı kendilerine Arap dilinde "kadı" adı verilmesi “kada” fiilinden dolayıdır. (Tâhâ: 72, İbrahîm: 22, Enâm: 1) Bu âyet bakışlardaki hainliği ve sinelerde saklananın ne olduğunu açıklamıştır. Zira âyet “Allah hak ile hükmeder.” şeklinde başlamıştır. Zemahşerî, Allah’ın adâletle hüküm verdiğini, haksızlık yapmaktan müstağni olduğunu ifade etmiştir. Demek ki bu, hainlik düşünenler kendilerine haksızlık yapıldığını sananlardır. Çektikleri sıkıntı ve eziyetlerin onları tatmin eden bir netice ile sonlanmamasıdır. Şimdi çok aceleci olan ve emeksiz zafer bekleyenlere tarihten örnekler sunulacaktır.

21- Onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin akıbetinin nasıl olduğuna baksınlar. Onlar yeryüzünde kuvvet ve eserler bakımından, kendilerinden daha şiddetliydi. Fakat Allah, onları peşlerini bırakmayan suçları sebebiyle yakaladı. Ve onları, Allah’a karşı koruyan olmadı.

Bu âyette; geçmişte yaşamış, düzenli ordu ve devlet kurmuş medeniyetler ile âyetin indiği ortamdaki aşiretçi Kureyşlilerin bir kıyası yapılmıştır. Kendilerini ve yaşadıkları zaman dilimini merkeze olan bu bakış, Allah’ın Vahit oluşunu örtmektedir. Burada geçmiş kavimlerin kuvvetli ve eser bırakmayı hayatın tek amacı hâline getirdiklerinden bahsedilir. Amaçları güç ve gösteriştir. Kavmin güçlü olması hakkı korumak için değil, başkalarının hakkını yemede onların zenginliklerine çökmede önemli bir avantaj sağlamasıdır. Eser ise yine kavmin yaptığı gösterişin dışa yansımasıydı. Amacın ne kuvvet ne de gösterişli eserler bırakmak olduğu âyette tersten anlatılmıştır.

22- İşte bu, onlara resûllerinin açık belgelerle gelmiş olduğu hâlde örtmeleri sebebiyledir. Böylece Allah onları yakaladı. Muhakkak ki O, kuvvetlidir, ikâbı şiddetlidir.

Beyyine kelimesinin kökü beyyene fiilidir. Beyyine; açık olmak, aşikâr olmak, meydana çıkmak, aydınlanmak, berrak olmak manalarına gel­mektedir. Helâk olan kavimlere gelen resûller bu bölgede bir doğal âfetin olacağına dair net işaret ve alâmetler ile gelmişlerdir. Ancak kavimleri artçı sarsıntıları, aktifleşen yanar dağ ile yaklaşan felâketi görmezlikten gelmiş ve âfet bölgesini zamanında boşaltmamışlardır. “Allah onları yakaladı.” şeklinde bu gerçeği Kurân ifade etmiştir. Helâk her zaman maddî âfetlerle olmamıştır. Bazı kavimler yönetimsel, sosyolojik bir helâk da yaşamıştır.

23- 24 Ve doğrusu Mûsa’yı âyetlerimizle ve apaçık bir sultânla Firavun'a ve Hâmân’a ve Kârûn’a gönderdik. Oysa onlar "O, çok yalancı bir sihirbazdır." dediler.

Tam da bu noktada Hz. Mûsa’nın ve mücadelesinin örnek olarak sunulması manidardır. Mekke’nin firavunlarının yanında yer alıp Allah Resûlü’ne hain hain bakanlar, Hz. Mûsa’nın Firavun ve adamlarına neler yaptığını unuttu mu? Hz. Mûsa’ya âyetler ve bu âyetlerin kazandırdığı bir sultân verilmiştir. Âyetler Firavun’un köleleştirdiği İsrailoğullarının onun malı olmadığı, özgür kalmayı tercih edebilecekleri hakikati idi. Bu temel hak ve özgürlükler, Hz. Mûsa’nın dayandığı en güçlü sultândı. Sultân kelimesinin nüfuz altına alan “yetki,  yaptırım gücü, iktidar, hâkimiyet” gibi anlamlarda Kurân’ da kullanıldığını görüyoruz. (Bkz. Necm: 23, Arâf: 71, Zâriyât: 38, İbrahîm: 10- 22, Sâffât: 30–151, Kasas: 35, İsrâ: 33-65-80) Hz. Mûsa’nın sultân olduğuna dair alâmetlerle gönderilmesi onun yöneticilik ve imamlık hakkını anlatmaktadır.

Öncelikle Mümin sûresindeki bu kıssa, atlamalı bir üslupla aktarılacaktır. Hz. Mûsa’nın hayatında sadece Firavun ile olan karşılaşma aktarılmıştır. Bu anlatımda Hz. Mûsa’nın resûllükten önceki hayatı (Bkz. Tâhâ: 9-40, Kasas: 3-13, Kehf: 60-82), Hz. Harûn ile birlikte vahiy alıp Firavun’a gönderilmeleri (Tâhâ: 42-79), sihirbazlar ile mücadelesi, Firavun’un boğulması ve Samiri gibi birçok detay bu sûrede yoktur. Biz diyalogları anlamak için diğer sûrelerdeki anlatımlara da dipnotlarda yer vereceğiz.

Hz. Mûsa ve Hz. Harûn; Firavun, Hâmân ve Kârûn’a gönderilmiştir. Âyette sadece Hz. Mûsa’nın zikredilmesi her iki resûlü temsilen olabilir. Bu durum Kurân’ın az kelimeyle özlü anlatımına bir örnektir.

Hâmân adı Kurân-ı Kerîm’de altı âyette Firavun’la birlikte zikredilmektedir (Kasas: 6, 8, 38; Ankebût: 39; Mümin: 24, 36). Firavun, Hâmân’dan Mûsa’nın ilâhına ulaşıp O’nu bulmak için kendisine bir saray yapmasını istemiştir (Kasas: 38; Mümin: 36-37). Hâmân, Firavun’un veziri veya onun sarayındaki önemli melelerden biri ya da Amon kültünün başrahibi olmalıdır. Kasas 6’da Firavun ve Hâmân’ın ikisinin orduları ifadesi Hâmân’ın askeri gücünü ifade etmektedir.

Kurân’da adıyla kıssası nakledilen Kârûn Tevrat’ta Korah diye anılmaktadır. (Çıkış, 6/16, 18, 21; Sayılar, 16/1) Kârûn kıssası bazı farklılıklarla Ahd-i Atîk’in çeşitli yerlerinde geçmektedir (Sayılar, 26/9-10; 27/3; Tesniye, 11/6; Mezmur, 106/16-18). Kurân’da Kârûn ismen 4 yerde geçer. (Kasas: 76-79 Ankebût:39, Mümin:24). Kārûn, Hz. Mûsa’nın kavminden, hazinelerinin anahtarlarını ancak güçlü bir topluluğun taşıyabildiği, zenginliğiyle ve bilgisi ile kibirlenen, sarayında gösteriş yaparken ölen biri olarak anlatılır. Firavun’un İsrailoğullarından edindiği serveti yöneten sermaye gücüdür.

Zannedildiğinin aksine, “Firavun” özel isim değil; cins isimdir. Firavun, Mısır’da hüküm süren Amelika krallarına verilen unvandır. Türklerin hükümdarlarına Hakan, Bizanslıların krallarına Kayser, İranlılarınkine Kisra denildiği gibi, eski Mısırlılar da krallarına Firavun derlerdi. Firavun kelimesi, Eski Mısır dilinde “büyük ev” anlamındaki per’aodan (per‘aâ) gelmektedir. Büyük ev manası henüz yaşarken yaptırmaya başladıkları devasa mezarlarından dolayı olabilir. Firavun’un askerî ve malî işlerinin başında biri Mısırlı, diğeri Hz. Mûsa’nın kavminden olan iki vezir bulunmaktaydı. Hâmân ve Kârûn dışında Firavun’un danışmanlarından da “meleler” şeklinde Kurân’da bahsedilmiştir. (Kassa: 38, Araf: 109)

Yönetimin kaymağını yiyen bu çete Hz. Mûsa’nın asıl yönetici olması gerektiği gerçeği ve firavunların sembolü olan yılan şeklindeki asası ile bir anda çıkıp gelmesi karşısında onu yalanlamışlardır. Antik Mısır inancında yılan hem koruyucu hem de yok edici bir varlık olarak bilinmektedir. Koruyucu bir varlık olarak yılan, Güneş tanrısı Ra’yı ve kralları her türlü tehlikelere karşı korumaktadır. Birçok türü bulunan bu koruyucu yılanların en önemlilerinden biri Mehen yılanıdır. Mehen yılanı, Ra’nın etrafını sararak, Güneş’in ertesi sabah doğabilmesi için çıktığı gece yolculuğunda Ra’ya yardım etmekte, böylelikle onu şeytanlara ve Apep yılanına karşı korumaktadır. Diğer bir koruyucu yılan ise tanrıça Wadjet olarak bilinmektedir. Tanrıça Wadjet, kobra yılanı şeklinde tasvir edilmekte ve kralların tacındaki kobrayı sembolize ederek onların koruyuculuğunu yaptığına inanılırdı. Bu bakımdan yılanlar, Antik Mısır tanrıları ve kralları için oldukça önemlidir. Nemes; Antik Mısır krallarının giydiği serpuştur. Firavunların başında bulunan başlık tıpkı bir kobranın renklerinde ve şeklindedir. Firavun’u koruyan askerler de kobra şeklini başlıkları ile taşırlardı. Heykel ve lahitlerde kobra başı figürü kullanılmaktaydı. Çobanların elinde sıradan bir sopa varken (“Sağ elindeki nedir, ya Mûsa?” Dedi ki: ‘’O asamdır, ben ona dayanırım. Ve onunla koyunlarımın üzerine yaprak silkelerim. Benim için onda, daha başka menfaatler de vardır.” Ya Mûsa! Onu at, dedi. Tâhâ: 17-19) firavunların altın başlıklı yılan şeklinde asaları vardı. Hz. Mûsa’nın yılan gibi kıvrılan asa teknolojisinin kullanmasının amacı, bu tarz bir inancı kullanarak İsrailoğullarını özgürleştirmek olabilir. Amaç onların bâtıl inançlarını desteklemek değil, Hz. Mûsa’nın gerçek bir kral ve İsrailoğullarını yönetmede hak sahibi olduğunu yine onların anlayacağı şekilde göstermek ve ispatlamaktı. Bunda da başarılı olmuştur. Zira Firavun, Hz. Mûsa ve Harûn’un kılına bile dokunamamış, hıncını halktan almaya kalkışmıştır.

25- Böylece onlara katımızdan hak ile geldiği zaman dediler ki: "İnananların oğullarını, kendileriyle beraber katledin. Ve kadınlarını hayatta bırakın!" Kâfirlerin plânı dalâletten başka bir şey değildir.

Sözü edilen bu plân, Firavun yönetiminin İsrailoğullarına yönelik tasarladığı ikinci güçsüzleştirme plânıdır. Birincisi, Kasas 4’te anlatıldığı üzere, Hz Mûsa’nın doğduğu yıllarda olmuştu. Allah’ın Hz Mûsa’nın annesine vahyi sayesinde Hz Mûsa suya bırakılmış ve Firavun’un sarayda şehzade adayı olarak yetiştirilmişti. “Ve hanımı firavuna şöyle dedi: ‘Benim ve senin göz aydın olsun, onu öldürmeyin belki bize faydası olur veya onu evlât ediniriz.’ “ (Kasas: 9) Alusi’nin İbn Abbas’tan naklettiğine göre, o gün Firavun’un bir tek kızı vardı. Mücahit ise tefsirinde şöyle demiştir: Firavun’un çocukları oluyordu fakat oğlan değil, kız çocuğu oluyordu. Bu sebeple, Asiye Hz. Mûsa için: “...bunu evlat edineceğiz...” (Kasas:9) demişti. Âyetteki gözümüz aydın olsun ifadesi ve “bize bir faydası olur” sözleri firavunun yönetimi kendi sülalesinden devam ettirmek için bir oğlan çocuğuna muhtaç olduğunu göstermektedir. Ancak Hz. Mûsa’nın kaza cinayeti sonrası şehri terk etmesi yönetimin başka bir sülaleye geçmesine sebep olmuştur. Milâttan önce 1570’te iş başına geçen 18. sülâle ile birlikte Hiksoslar dönemi sona erer ve yeni imparatorluk dönemi başlar. Kurân bu sülalelere “âli fir'avne” demektedir. (Bkz. Mümin: 28) “Mısır üzerine Yûsuf’u tanımayan yeni bir kral” çıkınca (Çıkış, 1/8), bunun üzerine İsrailoğulları baskı, zulüm ve sıkıntılara mâruz kalırlar. İsrailoğullarına baskı uygulayan ve Hz. Mûsa dünyaya geldiğinde tahtta bulunan Mısır Kralı I. Séti olabilir. Ahd-i Atîk firavunun, İsrailoğullarına baskı uygulaması yanında erkek çocuklarının öldürülüp kız çocuklarının sağ bırakılmasını, daha sonra da erkek çocuklarının ırmağa atılmasını emrettiğini bildirir (Çıkış, 1/15-22). Bu firavun tarafından sarayda büyütülen Hz. Mûsa kırk yıl sarayda yaşar (Resûllerin İşleri, 7/23). Medyen’deki kırk yıllık ikametinden sonra (Resûllerin İşleri, 7/30) geri döndüğünde önceki kral ölmüş, yeni bir kral tahta geçmiştir (Çıkış, 2/23). Burada eski firavun ve onun sülalesinden zannedilen Hz. Mûsa ve yeni firavun ve onun çevresi (Kârûn, Hâmân) karşı karşıyadır.

Hz. Mûsa ezilen İsrailoğullarının haklarını getirince nüfus olarak kalabalık hâle gelmiş ve bir isyanda kontrolü çok zor olan İsrailoğullarının gücünü kırmak için o günkü firavun da böyle bir soykırıma kalkışmıştır. Daha önce İsrailoğullarının bu zulme karşı koyamaması ikinci kez zulüm görmelerine sebep olmuştur. İsrailoğulları birden değil, zamanla pasif bir halk hâline getirilmiştir. “Bu suretle (firavun) kavminı istihfaf etti. Onlar da ona itaat eylediler, çünkü dinden çıkmış fâsık bir kavim idiler.” (Zuhrûf: 54) İstehaffe, “hafifleştirdi, alıklaştırdı” gibi anlamlara gelir. Hz. Mûsa’ya destek olanlar ve oğulları birlikte bu imânın faturasını canlarıyla ödeyecektir. Firavunun karşısında hakkını savunan İsrailoğulları ile alâkalı ‘Mısır’dan Çıkış 1: 7’de şöyle bir ifade geçer: Soyları arttı; üreyip çoğaldılar, gittikçe büyüdüler, ülke onlarla dolup taştı.

Hakları örten kâfirler burada en temel hak olan yaşama hakkını masumların katli ile hasımlarını mağlup etme yoluna girmişlerdir. Ancak bu kanlı plân sadece yönetimin dalâlet içinde olduğunu gösterip onları hedeflerinden daha da uzaklaştırmıştır. O yüzden “Kâfirlerin plânı dalâletten başka bir şey değildir.” Soykırım girişimi, Hz. Mûsa’nın İsrailoğullarının özgürlüğü konusunda ne kadar haklı olduğunu ortaya çıkarmıştır. Firavun ve yanındakiler “bu yalancı bir sihirbaz” dedikten sonra kim isterse Mûsa ve Harûn’a inansın. Yerine yine yanlış bir strateji ile Hz. Mûsa’ya inananları öldürmek ile tehdit etmiştir. Bu durum, Hz. Mûsa’nın ne kadar haklı ve güçlü olduğunun firavun ve yönetimince aslında tasdik edilmesiydi.

26- Ve Firavun dedi ki: "Bırakın beni, Mûsa’yı katledeyim ve o, Rabbini davet etsin. Muhakkak ki onun dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum."

Firavun’un, bırakın beni, Mûsa’yı katledeyim diye konuşması, onun öldürmekten alıkonduğunu göstermektedir. Kundaktaki bebekleri bile gözünü kırpmadan öldüren zâlim bir firavunu Hz. Mûsa’yı öldürmekten alıkoyan ne olabilir? Sorularımızın cevabı için antik Mısır tarihine ve yönetim şekline bakmamız gerekir. Her firavun bir tanrının temsilcisidir. “Gitsin Rabbini çağırsın.” cümlesi o dönemki firavunun karşısındakini de bir firavun olarak kabul ettiğini göstermektedir. Tanrının temsilcisi olarak kabul edilen firavunları öldürmek yasak olduğundan I. Seti’nin ailesinden olan biri yeni firavunu engellemektedir (Mümin: 28). Eski Mısır inancında firavun, yeryüzündeki düzenin muhafaza ve devamından sorumlu olduğu gibi dinî hayatın da en önemli ve yetkili kişisiydi. Ülkenin bütün mabetlerinde ibadet onun adına yapılıyordu. Bütün Mısır onundu ve idarî, adlî, askerî ve dinî yetkiler onun elindeydi. “Firavun kendi kavmi içinde bağırıp dedi ki: ‘Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi?’ “ (Zuhrûf: 51) Mümin 26’daki “Muhakkak ki onun dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.” cümlesi Hz. Mûsa’nın firavunun yerine geçip onun kurduğu dinî ve askerî düzeni bozma gücünden kaynaklıdır. Bu endişe şöyle dile getirilir: “Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Artık ne buyurursunuz?” (Arâf: 110) Dedi ki: “Ya Mûsa sen bizi, sihrin ile yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?” (Tâhâ: 57) Hz. Mûsa’nın tahta hakkı olmasaydı ne firavun ile böyle bir konuşma fırsatı olur ne de hayatta kalabilirdi.

27- Ve Mûsa dedi ki: "Muhakkak ki ben, hesap gününe inanmayan her mütekebbirden sizin de Rabbiniz olan Rabbime sığınırım."

Her mütekebbirden Rabbe sığınmak; kibirden tevazua, merhamete ve iyiliğe sığınmaktır. Hesap günü vurgusu mevcut firavunun, yönetimin hakkını veremediğine ve halkı kibir, zulüm ve baskı ile bezdirdiğine dair bir âtıf barındırmaktadır. Firavunların bile hesap vermesi gerektiği gerçeği burada vurgulanarak ezberler bozulmuş, tâbular yıkılmıştır. Kimse dokunulmaz değildir. Firavunların tek derdi halkı kendilerinin kutsal olduğuna inandırmaktı. Ortak rab vurgusu Hz. Mûsa’nın mevcut firavun ile aynı statüde olduğunu belirtmek içindir. Eski Mısır inancında firavun hem kral hem de tanrının oğlu ve dolayısıyla tanrıdır. Eski Mısır mitolojisine göre yeryüzünün ilk kralı yer tanrısı Geb (Jeb) idi. Ondan sonra oğlu Oziris Mısır ülkesini idare etmiş, Oziris’den sonra krallık onun oğlu olan gök tanrısı Horus’a geçmiştir. Firavunlar, Mısır’ın hükümdarı olan Delta bölgesi Tanrısı Oziris’ten geldiklerine inanmaktadırlar. Bu bölge Kurân’da mukaddes Tuva vadisi olarak anlatılır. “Şimdi ayakkabılarını çıkar. Şüphesiz sen, mukaddes vâdi Tûvâ’dasın.” (Taha: 12)

Hz. Mûsa’nın kaza cinayeti sonrası, onun yerini almak isteyenler tarafından öldürülme tehdidi üzerinden Hz. Mûsa Mısır’ı terk etmek zorunda kalmıştır. Aslında bu bir kısas değil, tek taraflı bir taht kavgasıdır. “Ve şehrin öbür ucundan bir kişi(racul) koşarak geldi: ‘Ey Mûsa! meleler mutlaka seni öldürme emrini vermek için konuşuyorlar. Öyleyse hemen çık. Muhakkak ki ben, sana öğüt verenlerdenim.’ dedi. Böylece oradan korkuyla (etrafını) gözleyerek çıktı: ‘Rabbim, beni zâlimler kavminden kurtar.’ dedi.” (Kasas: 20-21) Şehrin öteki ucu mevcut firavundan uzak bir yeri tarif eder. Bu âyet firavundan habersiz melelerin yeni firavunun kim olacağına dair plânlarını anlatan önemli bir detaydır. Hz. Mûsa’nın yokluğunda eski firavunun ölmesi sonucu bu grup yönetimi ele geçirmiş ve Hz. Mûsa’yı uyaran bu kişi yeni yönetimde düşüncelerini gizlemesi ile konumunu korumuş olabilir. İşte bu kişiye Mümin 28 imânını gizleyen mümin kişi (racul) demektedir.

En az 8, en fazla 10 hac dönemi Medyen’de kalan Hz. Mûsa süreyi tamamlayıp Tûr tarafına ailesi ile birlikte bir sefer yapmış ve ilk görevini almıştır. “Böylece Mûsa süresini tamamladığı zaman ailesi ile yola çıktı. Tûr tarafında bir ateş fark etti.” (Kasas: 27) Orada şu emri alır: “Firavun’a git! Çünkü o, haddi aştı.” (Tâhâ: 24) Hz. Mûsa bir kral olarak Mısır’a dönmüştür. Bunu şu ifadesinden anlamaktayız: “Ve ailemden bana bir vezir kıl! Kardeşim Harûn. Onunla, gücümü artır! Ve onu, işimde ortak kıl! (Tâhâ: 28-34) “Âli fravun” ile “âli Mûsa” karşı karşıya gelmiştir. Eski Mısır’da firavunlar gerektiğinde yetkilerinin bir kısmını vezirlerine bırakıyordu. Hz. Mûsa’nın Mısır’ın, dolayısıyla İsrailoğullarının yeni kralı sıfatı ile Mısır’a girmesi, Hz. Harûn’un vezir kılınmasından anlaşılıyor. Sıradan birinin tanrının oğlu gibi görünen, kendini ilah zanneden kibirli firavunun huzuruna çıkması, onu suçlar bir tarzda konuşması öyle kolay değildir. Kaldı ki her şeyi söylemesine rağmen firavun onun kılına dahi dokunamamıştır. Bu durum, ancak karşısındakinin de kendisinin statüsünde olduğunda olur. Ayrıca Hz. Mûsa’yı koruyan ve imânını gizleyen bir kişi daha vardır. Hz. Mûsa’nın şu anki firavundan daha çok Mısır’ı yönetmeye hakkı olduğuna inanan, eski firavunun ailesinden, Hz. Mûsa’nın çocukluk ve gençlik dönemlerine şahit olan biri sarayda vardır.

28- Ve Firavun ailesinden imânını gizleyen güvenilir bir kişi dedi ki: "Bir kişiyi, ‘Rabbim Allah’tır.’ dediği için mi öldüreceksiniz? Ve doğrusu o, Rabbinizden beyyinelerle size gelmiş. Eğer o yalancı ise bu durumda yalanı kendi aleyhinedir. Ve eğer sâdık ise vadettiklerinin bir kısmı size isabet eder. Muhakkak ki Allah, yalancı müsrifleri hidâyete erdirmez."

Bu âyetten insanların güvenini boşa çıkaracak şekilde imânın gizlenemeyeceği anlaşılmaktadır. Zira âyette hem imân hem de mümin kelimeleri aynı cümlede geçmektedir. İnsanları aldatarak güveni boşa çıkaracak şekilde onlara yalanlar söylemek ve bununla imânı gizlemek münafıklıktır. Zaten “yektumu” ile “küfür” arasında fark vardır. İlki hakikati bir sır gibi içinde tutmak iken, diğeri yalan ve aldatmalarla hakikati örtbas etmeye kalkmaktır. Bu kişi içindeki imânı ikrâr değil, sessiz kalıp kimseyle bunu paylaşmayarak gizlemiş olmalıdır. Aksi takdirde yalan yalanı doğurup kişinin kâfirlere benzemesine sebep olacaktır. “O, size kitapta indirdi ki, Allah'ın âyetleri örtülüp alaya alındığını işittiğinizde başka bir söze geçmedikçe, onlarla bir arada oturmayın! Yoksa siz de onlara benzersiniz.” (Nisâ: 140) Kaldı ki Nahl 106’da imânın ölüm korkusu veya başka bir zorluk sonucu dil ile inkârına ruhsat verilmiştir. Bazı durumlarda imânı gizlemek hem kişinin hem de başkalarının hayatını kurtarabilir. Zaten dinin hedefi insanların katledilmesi değil yaşamasıdır. Kim bir insanı yaşatırsa tüm insanları yaşatmış gibi olur (Maide: 32). Bu kişi imânını gizleyerek hem Hz. Mûsa ve Harûn’un hem de kendi hayatını kurtarmıştır. Hz. Muhammed müşriklerin içine istihbarat için imân ettiği bilinmeyen ve Müslümanlığa yeni geçenleri göndermiştir. Medine’de ise İslam Devleti’ni kurar kurmaz istihbarata gereken önemi vermiş, civarındaki yollara ve bölgelere istihbarat toplaması için seriyyeler göndermiştir. Gönderdiği bu seriyyelerin gizliliği için develerin boyunlarına takılan zilleri dahi söktürmüştür. Medine Kuşatması’nda ise ajanını kullanmış, bu ajanın kendisi hakkında istediği gibi olumsuz konuşabilmesine müsaade etmiştir.

Sözlükte “bir kimseyi tehlikeden korumak” anlamındaki vaky (vikâye) kökünden türeyen takıyye “kendini korumak, sakınmak” manasına gelir (Lisânü’l-ʿArab, “vḳy” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1221-1222). Takiyenin sınırı, kişinin kendisini korurken başkalarını tehlikeye atamamasıdır. Takıyye Kurân’da geçmemekle birlikte Âli İmrân sûresindeki (3/28) “tükât” kelimesinin aynı manada takıyye şeklinde de okunduğu bilinmektedir. Takıyye ilk İslâm mezheplerinden olan Hâricîler arasında genellikle benimsenmemiş, ancak başta Necedât olmak üzere mezhebin bazı gruplarının Âli İmrân (3/28) ve Mümin (40/28) sûrelerindeki âyetlere dayanarak bu yöntemi câiz gördükleri ileri sürülmüştür.

Âyet gizlemenin sınırını çizmiştir. O sınır insanların güvenini boşa çıkarmayacak kadar emin ve güvenilir olmaktır. Zaten buradaki “mümin” kelimesi Yûsuf 17’de şöyle kullanılır: “Dediler ki: ‘Ey babamız! Biz, yarış yapmak için gittik ve Yûsuf’u eşyâmızın yanına bıraktık. Bu esnada onu kurt yedi! Biz doğru söylesek bile, sen bize mümin değilsin.’ ” (vemâ ente bimu/minin lenâ) Mümin kelimesinin manası sadece Allah’a imân eden değildir. Kurân’da güvenilir insan manasında kullanılmıştır. Bu minvalde mümin; elinden, dilinden kimsenin zarar görmediği, insanlara doğruluk ve dürüstlükleri ile güvenen ve güven verendir. Mümin sadece inançlı değil, güvenilir insan demektir. Âyette imânını gizleyen zaten denmiştir. İmânını gizleyen demek o kişinin Allah’a, resûlüne, ahirete vs. inandığını anlatan bir ifadedir. Burada bir daha inançlı manasında mümin kelimesinin kullanılmasına gerek yoktur. Bu yüzden buradaki mümin elinden dilinden kimsenin zarar görmediği, sözüne sâdık, güvenilir kişi demektir. Ayrıca bu kişiye “rical” yani “zeker” ve “unsa” gibi cinsiyetle alâkalı olmasının dışında kendi ayakları üzerinde duran, omurgalı er kişi denmektedir.

Kendi rabbinden getirdiği beyyineler; kaza cinayetinden aklanan el, firavunluğun sembolü yılan başlıklı gerçekçi bir asa, delta vadisinde Rabbinin onu seçmesi ve firavunun evladı zannedilmesidir. Zira bu sırrı sadece Hz. Mûsa’nın gerçek annesi, kız kardeşi, ölen eski firavun ve zindanda öldürülen üvey annesi Hz. Asiye bilmekteydi. “Ve Mûsa’ın annesi fuâdı boş olarak sabahladı. Güvenenlerden/müminlerden olması için onun kalbini sabitlemeseydik, az daha (durumu) aşikâr edecekti.” (Kasas: 10) Demek ki bu sır Allah’ın engellemesi sonu hiç aşikâr olmamış. Âyet bu sırrı haber vermektedir. Zaten Hz. Mûsa’nın gerçek ailesinin kim olduğunu bildiğine dair Kurân’da bir ifade yoktur. Bu durumda Hz. Harûn onun öz kardeşi değil saraydan ona kardeşlik yapan üvey kardeşi olabilir. Tıpkı Hz. Mûsa gibi evlatlık alınmış da olabilir. Tâhâ sûresi 94’de Hz. Harûn’un “ey anamın oğlu” demesi, Hz. Mûsa’nın ve Harûn’un Hz. Asiye’yi anneleri gibi gördüklerini; ancak ölen firavunu babalıktan reddedip babaları olarak onu görmediklerini anlatan güzel bir detaydır. Diğer bazı âlimlere göre, Asiye’nin çocuğu olmuyordu, bu sebeple onu görür görmez sevdi ve çocuk edinmek istedi (Bkz. Razi, İbn Kesir, Kurtubi, Meraği,  ilgili yer). Bizde böyle düşünüyoruz. Hz. Harun, Hz. Mûsa gibi evlatlık alınmış olabilir.

Hz. Mûsa’nın saraya rahatça girip yeni firavunla konuşması Hz. Harûn sayesinde olmuş olabilir. Zira ikisi de önceki firavunun âlinden/sülalesinden sayılmaktadır. Yeni sülale yönetimi zorbalıkla ele geçirdiği için onlar pasifleştirilmiştir. Hz. Asiye annemizden Kurân övgüyle bahseder: “Ve Allah, imân edenlere firavunun hanımını örnek verdi: ‘Rabbim, Senin katında cennette benim için bir ev inşa et ve beni firavundan ve onun yaptıklarından kurtar. Ve zâlimler kavminden beni kurtar.’ demişti.” (Tahrim: 11) Bu âyetin arkasından yine bir resûl annesi olan Hz. Meryem’den Tahrim sûresi 12 bahsetmektedir. Bu övgüler dolayısıyla Hz. Âsiye’nin peygamber olduğu da ileri sürülmüştür. Zâhiriyye ve Eş‘ariyye onun peygamber olduğunu kabul etmektedirler. Erkek olmayı nübüvvetin şartlarından sayan Mâtürîdiyye ulemâsı ise bu görüşe katılmamıştır. 

Kurân’dan anlaşılmaktadır ki, Hz. Mûsa ve Hz. Harûn birlikte firavunun karşısına çıkmış ve birlikte sihirbazlarla mücadele etmiştir. “Firavun’a ikiniz gidin. Muhakkak ki o, haddi aştı. Ama ona, yumuşak söz söyleyin. Umulur ki tezekkür eder veya huşû duyar. (Tâhâ: 43-44) Sihirbazlar dediler ki: “Biz, Harûn ve Mûsa’nın Rabbine imân ettik.” (Tâhâ: 70) Hz. Mûsa’nın firavun ile konuşması sırasında Hz. Harûn da oradadır. ‘’Onu ve kardeşini alıkoy. Ve şehirlere toplayıcılar gönder!” dediler. (Şuarâ: 36)

İmânını gizleyen, ancak bir önceki firavunun sülalesinden olan er kişi de yeni yönetimin yanında olduğunu ve onların iyiliği istediğini şu cümlelerle hissettirir.

29- "Ey kavmim! Bugün mülk sizindir, bu yerde birbirinize arka çıkıyorsunuz. Ama Allah’ın baskını bize geldiğinde, bize kim yardım edecek?" Firavun dedi ki: "Size gördüğümden başkasını göstermiyorum. Ve ben, sizi rüşt yolundan başkasına hidâyet etmiyorum."

Burada “Ey kavmim!” diyerek konuşmaya başlayan ve imânını gizleyen kişi hem “Ey kavmim!” diyerek onlardan biri olduğunu hem de “Bugün mülk sizindir.” diyerek yeni yönetimi tanıdığını ifade etmektedir. Âyetteki “zâhirîne” kelimesi birbirine arka çıkanlar, arkasını kollayıp dayanışma içinde olanlar demektir. Onların iyiliğini düşünüp yönetime destek vermek için “Bir âfet olsa, Nil taşsa veya kuraklık olsa bize kim yardım edecek?” demektedir. “Allah’ın baskını bize geldiğinde” diyerek de oluşacak âfetlerden başta Mısır halkı ve arkasından yönetimin de olumsuz etkileneceğini hatırlatmıştır. Allah’ın baskınını Arâf 133-134 şöyle açıklar: “Böylece, onların üzerine, tûfân, çekirge, haşere, kurbağa ve kan gönderdik. Fasılalı âyetlerdi. Yine de kibirlendiler ve mücrîm bir kavim oldular. Ve pislik üzerlerine geldiği zaman: ‘Ey Mûsâ, katındaki ahd sebebiyle bizim için Rabbine dua et! Eğer bu pisliği bizden giderirsen, biz sana mutlaka inanırız ve mutlaka İsrailoğullarını seninle beraber göndeririz.’ dediler.” Firavun, Hz. Mûsa ve Hz. Harûn’a değil imânını gizleyen kişinin de bulunduğu kendi melelerine dönerek görüşünün Hz. Mûsa’yı katletmek olduğunu yineler. Bunun en doğru yol olduğunu iddia eder. Ancak Hz. Mûsa’nın ve Harûn’un infazı neye sebep olur? Bu soruyu yine imânını gizleyen kişi şöyle cevaplar:

30- Ve imân eden dedi ki: "Ey kavmim! Muhakkak ki ben, ahzâb günü gibi bir günün başınıza gelmesinden korkuyorum!"

Ahzâb kelimesinin kökü “h-z-b” dir. Hizip birbirine bağlı gruplar demektir. Kelime Ahzâb sûresine ismini veren 20. âyette geçer. Kurân’da olumlu-olumsuz manalarda kullanılır. Nötr bir kavramdır. “Bunlar şeytanın taraftarlarıdır/hizbu-şşeytân.” (Mücadile: 19) Müminler düşman ordularını (el-ahzâbe) gördükleri zaman (Ahzâb 22) galip gelecek olanlar, Allah’ın hizbidir. (Mâide: 56) “Ahzâb günü” kalıbının ikinci kelimesi gündür. Yevm/gün, sadece 24 saatlik zaman için değil Kurân’da dönem manasında da kullanılmıştır. “Biz gökleri ve yeri 6 günde/dönemde yarattık.” (Kaf: 38) Görüldüğü gibi Ahzâb günü toplumun kutuplaştığı, birbirine düşman olup hizipleştiği gün veya kargaşa dönemidir. Burada iki hizip vardır: İlki mevcut firavun ve onun taraftarları, diğeri ise Hz. Mûsa’nın İsrailoğullarının başına geçip onları yönetmesi gerektiğine inananlar. Zira Hz. Mûsa da ölen firavunun veliahdı konumundaydı. Siyasi krizler, iç savaş ve âfetlerin Mısır’ı helâk edeceği uyarısından imânını gizleyen kişi bahsetmiş ve o dönemin insanlarının yakinen bildiği helâk olan kavimlerden örnekler getirmiştir. Arkasından âfetlerden tıpkı Hz. Yûsuf’un yani İsrailoğullarının desteği ile kurtulabileceklerini hatırlatacaktır.

31-Nûh, Âd ve Semûd kavmi ve onlardan sonrakilerde olduğu gibi. Ve Allah, kulları için zulüm dilemez.

Âfetler ile yok olma Allah’ın bir cezası ve zulmü değildir. Zira Allah, kulları için zulüm dilemez. Tarihte olmuş ve gelecekte olacak tüm âfet ve felâketleri âyetin bu ifadesi ışığında anlamak gerekmektedir. Oluşan âfetler doğal süreçlerdir. Allah, önce resûlleri ile bu doğal süreçlerden onlar zarar görmesin diye herkesi uyarır. Bu uyarılara kulak asmama âfetin felâkete dönüşme sebeptir.

Ahkâf adıyla bilinen ve Umman ile Hadramevt (ölü deniz) arasında yer alan Arabistan yarımadasının güney sahillerinde dar bir şerit hâlinde uzanan bölgede yaşamıştır Âd kavmi. Âd, büyük nüfus ve iktidarıyla tanınmış bir kavimdir. Kurân’da 24 kez geçen Âd kavminin, nüzul sırasında geçtiği ilk yer Fecr sûresidir. (Bkz. Fecr: 6) Semûd ismi Kurân’da 26 yerde geçmektedir. Az su demektir.

Nûh’un kavmi yaklaşan su baskınına karşı gelen resûlleri ile ters düşmüştü, tıpkı Hz. Hûd ve Hz. Sâlih peygamberle ters düşen kavimlerde olduğu gibi. Bu üç kavmin ortak noktası şudur: Hz. Nûh’un kavmi su baskını ile helâk olmuş, Hz. Hûd’un kavmi okyanusun kenarında sudan gelen fırtına ve tufanın kurbanı olmuş, Semûd kavmi ise çölün ortasındaki vahaya dönüştürdükleri şehirlerini su yüzünden terk edemeyerek helâk olmuştur. Firavun’un ve halkın korktuğu ise Nil’in taşması yani Nûh tufanı gibi bir sel arkasından kurutan fırtınalar ve az su uygarlığının korktuğu kuraklıktı. Bu korkulanlar birer birer başlarına gelecektir. “Böylece, onların üzerine, tûfân, tıpkı Nûh ve Âd kavminin başına gelen gibi çok yoğun yağmur ve fırtına arkasından kuraklık alâmetleri olan çekirge, haşere, kurbağa ve kan gönderdik. Fasılalı âyetlerdi.” (Arâf: 133) Tabiî ki anlayana. En sondaki kan bulaşıcı hastalıklar ve hizipleşme sonucu oluşan tablodur. İmânını gizleyen kişi onların iyiliğini düşündüğünü ve kavminin karşısında değil, yanında olduğunu hissettirecek sözlerine şöyle devam etmektedir:

32- Ve ey kavmim! Muhakkak ki ben, sizin için feryat gününden korkuyorum!

Tenâd kelimesi “ninda” kökünden gelmiş olup  “bağrışma-çağrışma” anlamına gelir. Kurân’da bu sözcük “tenâdd” şeklinde de okunmuştur.  Başka bir kıraat dikkate alındığında ise kelimenin kökü “n-d-d” olup  “kaçışma” anlamına gelir. Bu iki anlam birlikte düşünüldüğünde o günde yani hem hizipleşme hem de âfetlerin olduğu günde, insanların yaşadıklarına karşı feryat edip kaçışmaktan başka bir şey ellerinden gelmeyecektir. İmânını gizleyen kişinin; yönetimin ve Mısır halkının başına bu felâketler gelmesinden dolayı duyduğu endişe ve korkular, onun yönetim tarafından cezalandırılmasının önüne geçmiştir. “Böylece Allah, onların yaptığı plânların kötülüklerinden onu korudu. Ve firavun ailesi, azâbın kötüsünü hak etti.” (Mümin: 45)

33- Arkanızı dönüp kaçacağınız gün sizin için Allah’a karşı bir kurtarıcı yoktur. Allah kimi dalâlette bırakırsa, artık onun için bir hidayetçi yoktur.

“Allah’a karşı bir kurtarıcı” ifadesi oluşacak âfeti önceden bildirecek resûller anlamında iken dalâlet; âfet ve felâketler içinde ne yapılacağını şaşırmaktır. Hidâyet, doğru hamleleri yapıp krizden yönetimi kurtarmaktır. İmânını gizleyen kişinin o günkü Mısır lisanındaki anlatımı Hz. Muhammed zamanındaki Mekkelilerin anlayacağı şekilde çevrilerek Kurân tarafından aktarılmıştır. Dilimizde sadece dinî konularda kullanılan bu kavramların temel anlamları düşünülerek genel manalar verilmelidir. Âsim kelimesi kurtarıcı manasındadır. Arkasına bakmadan kaçmak, savunulan mülkün nasıl bir helâk bölgesine dönüşeceğine dair bir uyarı barındırmaktadır. Gelecek olan felâket, yurt bellenen coğrafyaları bir anda cehennem çukuruna çevirebilir. Böyle bir âfet gelmeden tedbir almak gerektiği hatırlatılmıştır. Tıpkı yakın tarihte yaşanan ve Mısır’da çok iyi bilinen Hz. Yûsuf kıssasında olduğu gibi. Orada da Mısır’ı kasıp kavuran bir kıtlık ve kuraklık dönemi yaşanmıştı. O günün yönetimi, yaptırılan devasa silolarla ve israftan kaçınarak bu sıkıntılardan korunmuştu, resûllerine tâbi olarak nesillerini devam ettirebilmişlerdi. Eğer bu tedbirler alınmasaydı Allah’a karşı (yaşanacak afetlere karşı) bir koruyucu değil bir kurtarıcı olmayacaktı. İmânını gizleyen kişi şimdi yönetime yaşanan bu gerçeği hatırlatacaktır.

34- Ve muhakkak ki daha önce Yûsuf size beyyineler ile gelmesine rağmen size getirdiği şeyde devamlı ikilem içindeydiniz. Artık helâk olduğu zaman dediniz ki: "Ondan sonra Allah asla başka bir resûl diriltmez." Allah muğlak müsrifi işte böyle dalâlette bırakır.

Âyetteki son cümle olan “Allah muğlak müsrifi işte böyle dalâlette bırakır.” ifadesi (kezâlike/işte böyle) verilen örneğin bu cümle için olduğunu gösterir. Âyetin bu son cümlesi muhtemelen imânını gizleyen kişiye ait değildir. Kurân’ın mesaj odaklı anlatım üslubu ile alâkalıdır. Hz. Mûsa’nın beyyineler ile gelmesiyle Hz. Yûsuf’un beyyineler ile gelmesi arasında aslında fark yoktur. Hz. Yûsuf’un getirdiği tutumluluk ve adâlete dayalı tevhidî paylaşım sistemine karşı sonraki nesillerin yaşadığı ikilemden bahsedilmiştir. O ikilem, yönetimin vicdanları ile menfaatleri arasında kalmasıdır. Onlar menfaatlerini seçince Yûsuf’un sistemini helâk etmişlerdir. Bu gerçek imânını gizleyen kişi tarafından yönetime hatırlatılır. Hz. Yûsuf’un helâk olması şu anlamdadır: Hz. Yûsuf’un resûl kılındığı yer Mısır’dır. Mısır ülkesinde en üst düzeyde bir temsille gelip yerleşen Yakupoğulları, Hz. Mûsa zamanında erkek çocukları öldürülen, firavunun emri altında inleyen zavallılara dönüşmüştür. Bu dönüşümün nasıl olduğunun işâretini Yûsuf sûresi dışında, Hz. Yûsuf’un isminin geçtiği iki yerden biri olan bu bağlam vermektedir. Yaşanan ikilemin sebebi Hz. Yûsuf’un tasarrufa yönelik kurduğu sistemi (Bkz. Yûsuf 47-48) müsrif olmaları sebebiyle devam ettirmemeleridir. “Yûsuf’tan sonra Allah bir resûl aramızda dirilmez.” diyenler israf üstüne yönetimi değiştiren yeni firavun yönetimidir. Bu israf yönetimi, âfetler sonucu oluşan krizlerde ne yapacağını şaşırmıştır. Arâf 130’da “Firavun’un ailesini senelerce ürünlerden kıtlığa uğrattık. Umulur ki onlar tezekkür eder.” âyeti, hidâyeti terk edip dalâlete düşen müsrif yönetimin hatasını fark etmesi gerektiğini anlatır. Tam bu noktada Hz. Yûsuf’un helâkının ne olduğu anlaşılmaktadır. “Helâk”in sözlük anlamı mahvolmak, yok olmak, yıkıma uğramaktır. İlginçtir Hz Yûsuf’un ölümü değil burada helâk olduğu ifade edilmiştir. Türkçeye "vefat edince, ölünce" gibi anlamlarla çevrilen ifadenin Arapçası "iza heleke" şeklindedir. Tefsirlerde bu kelimenin anlamının da bilinen anlamda ölmek olduğu belirtilmiştir. Fakat aynı kelime Nisâ 176. âyetinde miras konusunda çocuğu olmadığı için düzenini devam ettiremeyen kişiyi ifade etmek için kullanılmıştır. Bu durumda Hz. Yûsuf’un helâk oluşu; onun tasarruf ve tedbire dayalı tevhid mirasını yeni gelen ve saltanat düşkünü âli firavunun devam ettirmemesidir. Yüksek bir belagat ile ifade edilmiştir.

Meallerde “kuşkulara boğulmuş” diye çevrilen mürtâb kelimesi, müspet anlamda hakikati arayıp bulmaya yönelik iyi niyetli bir sorgulama değil; aksine, vicdanen doğruluğuna kâni olsa bile çıkar kaygılarının, bencil duygu ve tutkularının etkisinde kalan kimsenin muğlak davranışlar sergilemesidir. Hem Hz. Yûsuf ve yaşananları bilip hem de firavundan yana saf tutmaktır. Rivayetler öylesine kalın bir perde oluşturmuştur ki, tarih boyunca kendilerini mazlum olarak göstermeyi beceren İsrailoğullarının aslında firavunla iş birliği içinde olabileceklerini kimse aklına dahi getirmemiştir. Ortamda hem firavunun kavminden hem de İsrailoğullarından meleler vardı. “Ve Firavun’un kavminden meleler dedi ki: ‘Mûsâ’yı ve onun kavmini, yeryüzünde fesât çıkarsınlar ve senin ilâhlığını terk etsinler diye mi bırakacaksın?’ Dedi ki: ‘Onların oğullarını katledeceğiz ve kadınlarını sağ bırakacağız.’ Ve muhakkak ki biz onların üstünde kahharız.” (Arâf: 127) İsrailoğullarından olan melelere firavun döner ve der ki: “Sizi arazinizden/yaşadığınız bölgeden çıkarmak istiyor. Artık ne buyurursunuz?” Dediler ki: “Onu ve kardeşini geri bırak/alı koy! Ve şehirlere toplayıcılar yolla.” (Arâf: 110-111) Görüldüğü gibi firavunun kavminden olan meleler çocukların ve Hz. Mûsa’ya imân eden babaların öldürülmesi yönünde görüş beyan ederken İsrailoğullarından meleler şehirlere toplayıcılar yollanıp sihirbazlarla Hz. Mûsa’nın itibarının öldürülmesi yönünde görüş beyan etmişlerdir. Zira firavunun düşündüğü gibi Hz. Mûsa’nın katledilmesi onu bir kahraman yapıp hizipleşmeye sebep iken; itibarının öldürülmesi, yönetimi halkın nazarında daha da güçlendirecektir. Burada imânını gizleyen kişi dışında ortamda Hz. Harun da vardır. “Firavun’a ikiniz gidin. Muhakkak ki o, haddi aştı. Ama ona, yumuşak söz söyleyin. Umulur ki tezekkür eder veya huşû duyar. Dediler ki: “Rabbimiz! Gerçekten bize fırsat vermemesinden veya azgınlaşmasından korkuyoruz.” (Tâhâ: 43-45) O fırsatı, imânını gizleyen kişi onlara sağlamıştır. İsrailoğullarından yönetime yakın olanlar, çıkarları ve vicdanları arasında kalıp ikilem içinde olmaları, gelen resûlleri ve hidâyeti israf etmelerine sebep olmuştur.

35- Onlar kendilerine bir sultân gelmediği hâlde, Allah’ın âyetleri hakkında cedelleşirler. Bu, Allah’ın ve inananların katında büyük bir değersizliktir. Allah her cebbar mütekebbirin kalbini işte böyle damgalar.

Rabbimizin Hz. Mûsa ve Hz. Harun için firavuna gitmeden önce şöyle bir vaadi vardır: "Kardeşinle senin gücünü arttıracağız ve ikinizi sultân kılacağız.” (Kasas: 35) Onlara gelen sultân değil kibirli bir firavundur. Bu cümle de, imânını gizleyen kişiye ait değildir. Kurân bir ara değerlendirme cümlesi kurarak bu kısayı neden anlattığına dair ana fikri vermiştir. “Onlar” dediği resûl ve vahiy ile muhatap olup hakikate karşı menfaatlerini tercih eden her kibirli zorbadır. Allah’ın değişmez sünnetinden bahsederek Hz. Muhammed ve onun dönemindeki firavunların da benzer tepkiler göstereceği önceden haber verilmiştir.

Başlarında bir resûl/sultân olmadığı hâlde Allah’ın âyetleri olan adâlet, paylaşma, hak ve hürriyetler konusunda zorbalıkla (cedelle) bunları örtmüşlerdir. Bu tutumları Allah’ın ve insanların nazarındaki değerlerini daha da düşürmüş ve toplumun yönetime olan güvenini yok etmiştir.

Sorunları cedelleşerek ve cebir kullanarak çözmek kibrin sonucudur. Bu kişiler zamanla merhametten, insanlıktan ve acıma duygusundan uzaklaşır. Kurân bu hâl için kalbin damgalanması tabirini kullanır. Damga diye meal verilen “yatbau” kelimesinde “tab”; ağaç, taş gibi şeylerin üzerini çentmek için kullanılan taş parçası, alet demektir. Tabetmek, şekillendirmek için damgalamaktır. Darphanenin de yaptığı metali şekillendirmek için onu damgalanmasıdır. Kötülükler de iyilikler de aslında kalbi şekillendiren etkilerdir. Kökü “t-b-a”dır. Kurân’da 11 yerde gelir. Bir de “h-t-m” kökünden hitam, hatem vardır. Kurân’da bu kök 8 yerde gelir. Mühürlemenin amacı sonlandırmak, hitama erdirmektir. Tab etmek, hitama göre önce ve daha geçicidir. Buradaki damgalamak “fonksiyonlarını yerine getirmedeki işlevsizliği, kısıtlılığı” anlatır. “Onlar ki, Allah’ın kalplerini, işitmelerini ve görmelerini damgaladığı kimselerdir. Ve onlar, gâfillerdir.” (Nahl: 108) Kibir ve zorbalığın bir defaya mahsus değil sürekli hâle gelmesi, kalbin damgalanmasıdır. Bu şekillendirme artıkça kalp mühürlenir. Kıssada Firavun ve Karun’un kibrinden bahsedilir. İmkânları menfaatlere göre kullanmak kibre sebep olmuştur. Firavunun servetini yöneten kişi olan Karun Mûsa’nın kavmindendir. (Bkz. Kasas: 76) Karun, aslında Hz. Yûsuf’un tasarrufa ve emanete yönelik liyakat temelli yönetimini helâk edip tüm geliri kendine aktaranlardan biridir. Mısır’ın tüm gelirinin kıtlık yılları için onun kontrolüne verilmesinin bir sebebi Yakupoğullarına kendini isnat etmiş olması olabilir. Biriktirilen bu servet tıpkı Hz. Yûsuf dönemindeki gibi kıtlık yıllarına karşı bir tedbir iken o bu geliri firavunun isteklerinde, zevküsefada, şatafatlı bir yaşantı ile israf etmektedir. (Ayrıca Karun kıssası için bkz. Kasas:78-82) Şimdi konu Firavun’un Haman ile olan işbirliğine getirilecektir.  

36- Ve firavun dedi ki: "Ey Haman! Benim için saray yap. Umulur ki sebeplere ulaşırım."

Sebep kelimesi asıl itibariyle “kendisiyle bir şeye ulaşılan her türlü araca”  denir. Hurma ağacına çıkılan ipe de bu yüzden “sebeb” denir. Sarık, başörtüsü ve uzun elbiseye de örtünme aracı ve sebebi olduğu için “esbab” kelimesi kullanılmıştır. Benzer bir ifade Kasas sûresinde şöyle geçer: “Ve firavun: "Ey meleler! Ben, sizin için benden başka bir ilâh bilmiyorum. Ey Hâmân! Benim için ıslak toprağın üzerinde ateş yak. Böylece bana saray yap. Belki ben Mûsa’nın ilâhına muttali olurum. Ve ben, onun mutlaka yalancılardan olduğunu zannediyorum." dedi.” (Kasas: 38)

Meallerde “yüksek kule” ifadesinin seçimi Tevrat’ın etkisidir. (Bkz. Yaratılış 11:3-4) Ancak orada Firavun ve Haman’dan farklı bir zaman ve farklı bir olay anlatılır. Burada kule değil, saray ifadesi vardır. Tuğla üretimi, Mezopotamya topraklarında yer alan Nil ve Tigris nehrinin aşağı kısmındaki çamurlu bölgelerde yapılıyordu. İlk tuğla örnekleri Kahire müzesinde sergilenen ve MÖ 1300’lü yıllarda Nil nehrinin balçığından yapılmış olan II. Ramses mühürlü tuğladır. Nil’in getirdiği bol çamur yakılan ateşlerle kurutulup tuğla yapılırdı. Haman kelimesi sıcaklığı anlatan hamam, hamim gibi kelimelerle yakın manadadır. Haman sıfatı onun taş ocaklarından sorumlu olduğunu gösteren unvanı da olabilir. Zira âyette “Ateşi yaktır!” değil direkt “Ateşi yak!” şeklinde doğrudan bir emir vardır. Bu da onun imar işlerinden ve onun hammaddesini üretmede doğrudan sorumlu olduğunu göstermektedir.

Ayrıca âyette “Belki Mûsa’nın ilâhına muttali olurum.” ifadesi Haman’ın inançlarla alâkalı üst düzey bir ruhban olduğunu da gösterir. Bir din adamının inançlar ile alâkalı yaptırdığı gösterişli bina ancak bir tapınak olabilir. Sarh, “süslü yükse bina, köşk, saray” demektir. Müfredat’ta süslü, yüksek ev manasında geçer. Güneşte kurutulan balçıktan çok daha dayanıklı olan pişirilmiş tuğla ıslak zeminlerde kullanılmaktaydı. Güneşte kurutulmuş malzeme ile yapılan evler Nil’in taşmasından olumsuz etkilenip birkaç yılda bir yenilenmesi gerekmekteydi. Halk, maliyetinden dolayı fırınlanmış tuğlayı kullanamıyordu. Genelde lüks ve gösterişli evler pişmiş tuğladan yapılırdı. Firavun Hz. Mûsa’nın kendince iddialarının boş ve onun yalancı olduğunu kanıtlamak için bir sebep aramaktadır. Bulacağı sebepler ile onun İsrailoğullarının başına geçmesini engelleyebileceğini düşünmektedir.

Âyette “yüksek kule” şeklinde meal vermek gökte oturan Mûsa’nın ilâhına ulaşma gibi hatalı bir çağrışıma sebep olur. Bu yorumdaki mantık hatasını Râzî şöyle ifade eder: Firavun, dağlardan daha yüksek bir kule yapılamayacağını bilmeyecek kadar ahmak değildi; dolayısıyla maksadı yüksek bir yer bulmak olsaydı kule yaptırmak yerine yüksek bir dağa çıkardı. Kaldı ki âyette “Mûsa’nın rabbini bulayım, göreyim değil muttali olma” ifadesi yer alır. Burada tuğladan yapılan binanın ne olacağına dair sorularımızı tarihteki tuğla kullanımına bakarak cevaplayabiliriz.

Mezopotamya’daki tuğla yapılardan en ünlüsü, MÖ 2100 yılında inşa edilen ve günümüzde Irak’ta bulunan Ziggurat olarak bilinen tapınak piramitleridir. Eski Mısırlılar da taştan sonra tuğlayı yapı malzemesi olarak kullanmaya başlayan uygarlıklardan biridir. Eski Mısır’da Nil Nehri’nin çamurundan ve kumundan yapılmış tuğlalar mimarî yapıların temellerini ve duvarlarını inşa etmek için kullanmıştır. Mezar hırsızları için dev granit taşlardan ve kireç taşlarından mezar/piramit yaptırırken tapınaklar için buna ihtiyaç yoktu. Firavun, zannedilenin aksine Haman’dan yüksek bir kule değil süslü bir tapınak inşa etmesini istemektedir. O tapınak ile Hz. Mûsa’nın ilâhına dair haberler alıp bilgilenecektir. Hz. Mûsa’nın hangi sebeple seçildiğini öğreneceğini söyler.

Sonraki âyette ifade edilecek olan “göklerin sebepleri” ilâhî kararlar demektir. Zaten âyette “Mûsa’nın ilâhını görürüm.” gibi bir ifade yokken sarhan kelimesine yüksek kule manası vermek bizce hatalıdır. Kelime Kurân’da sadece 4 kez gelir. İkisi Firavun-Haman diyaloğunda, ikisi de Hz. Süleyman’ın Belkıs’ı davet ettiği saray gibi mabed anlamındadır. Bu yapı o kadar etkileyicidir Belkıs sonunda Allah’a imân ettiğini söyler. Kelimeye yüksek kule demek Neml 44. âyeti anlamsızlaştırır.  “Ona: "Saraya buyurun!" denildi. Fakat onu gördüğü zaman derin su olarak hesap etti ve eteklerini topladı. "Muhakkak ki o, parlak, billûr camdan bir saray." dedi. "Rabbim! Muhakkak ki ben, nefsime zulmettim ve Süleyman’la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum." dedi. (Neml: 44) Belkıs’ın zemini cam olan bir mabede girip “Nefsime zulmettim, âlemlerin rabbi Allah’a teslim oldum.” demesi muhtemeldir. Bu yapının inzivaya çekilen, huzur veren bir mekân/yapı olma ihtimali yüksek görünmektedir. (Allahualem)

37- "Göklerin sebeplerine… Böylece Mûsa’nın ilâhına muttali olurum. Muhakkak ki ben, onun yalancı olduğunu zannediyorum." Ve işte böylece firavuna kötü ameli süslendi. Ve böylece yoldan alıkondu. Ve firavunun plânı zafiyetten başka bir şey olmadı.

Âyetin son kelimesi olan “tebâb” kelimesi helâk, yıkılış ve kopmak anlamına gelir. Bu kelimeyle aynı kökten olan “tebbun ve tebebun” hüsranda sürekliliği ifade eder. (Krş. için bkz. Tebbet:1) Ayrıca aynı kökten; çalışması boşa çıkmak, hüsrana uğramak, kahrolmak, yaşlanmak, kuvvetini kırmak, başarısızlığa uğratmak, ümidini ve çabasını boşa çıkarmak, zayıflatmak, açık ve belli olmak, yaşlılık, güçsüzlük, perişanlık, hayal kırıklığı anlamlarına gelen kelimeler türetilmiştir. Kelimenin kökü Tebbet sûresinin de ilk kelimesidir. Orada da yine ateşin babası, kötülüklerin sembolü olan kişinin/firavunun iki elinin kuruduğu ifade edilmiştir. Bu iki elin Haman ve Karun olma ihtimali göz önünde bulundurulmalıdır.

Muttali olmak; bir işi haber almış olan, bilen, öğrenen, vâkıf ve haberdâr olan demektir. Firavunun amacı Hz. Mûsa’nın getirdiği ve İsrailoğullarını özgürleştirme teklifini gaybî alana çekmekti. Bu sayede menfaatine uygun zanlarda bulunacaktı. Aslında her zan onu akıldan, rüşt yolundan alıkoydu, uzaklaştırdı. Bu noktada melelerin teklifi Haman’ın yıllar süren bir saray yapmasından ziyade sorunu daha hızlı ve net bir şekilde çözmektir. “Onu ve kardeşini alıkoy. Ve şehirlere toplayıcılar gönder!” dediler. Alîm sihirbazların hepsini sana getirsinler.” (Şuarâ: 36-37) Bu âyetten sonra firavunun huzurundan çıkılmıştır. Zaten âyet firavunun akıbeti ile alâkalı gaybî bilgiler vererek onun diyaloğunu sonlandırır. Ancak meleler kendi aralarında bu yaşananlara karşı ne yapılacağını tartışmaya devam etmektedir. Firavunun önerilerinin tamamının çocuksu ve tepkisel olduğunu meleler de çok iyi bilmekteydi. Hz. Mûsa ve Harun hapsedilmek üzere götürülür. Tam bu durumda imânını gizleyen kişi melelere şöyle hitap edecektir:

38- Ve inanan dedi ki: "Ey kavmim! Bana tâbi olun ki sizi rüşt yoluna hidâyet edeyim."

Reşâd; deneyimsizlik ve hamlığa muhalif olan şeydir. Olgunluk ve akıl yoluna “sebîlürreşâd” denir. Bu ifade 29. âyetteki firavunun şu sözlerine mukabildir. “Firavun dedi ki: ‘Ben, sizi rüşt yolundan başkasına hidâyet etmiyorum.’ " Buradaki “tâbi olma” imân konusunda değildir. Zira iki resûl varken imânını gizleyen kişiye din konusunda kendisine tâbi olmalarını isteyemez. Burada eğer davet imâna olsaydı “Rabbinizden gelen resûllere tâbi olun.” denmesi gerekirdi. O zaman burada imânını gizleyen kişi Hz. Mûsa’yı katletme, erkek çocukları öldürme veya yıllar süren bir yapı inşa etmektense kendi plânına danışmanların tâbi olmasını istemiş olmalıdır. İmânını gizleyen kişi meleleri ikna etmek için söze şöyle başlar.

39- Ey kavmim! Muhakkak ki yakın hayat, sadece bir metâdır. Ve muhakkak ki sonrası karar kılınacak yerdir.

Dünya kelimesi, “yakın olmak” manasına gelen “dunuv” kökünden türemiş “en yakın” anlamındaki ednâ kelimesinin müennesidir. Bu âyeti dünya ve âhiret hayatı şeklinde çevirmek aslında firavun yönetimine ve danışmanları olan melelerine hiçbir şey söylememektir. Öldükten sonra güneş kayığına binip tanrı ra ile birleşeceğine inanan birilerine âhiret daha kalıcıdır demekten ziyade ifadeyi tamamen dünya hayatının bugünü ve yarını olarak anlamak çok daha doğru olmalıdır. Melelerin görevi ilâhlık iddiasındaki firavunun halk nazarındaki yerini korumaktı. Onun basit kararlar alan ölümlü bir zavallı olduğunu kimse anlamamalıdır. Hz. Mûsa dönemindeki firavun, ulûhiyeti temsil ettiği için aldığı kararlarda onun asla hata yapamayacağı inancı vardır. Dolayısıyla her zaman güçlü ve önde olmalıdır. Arapçada “ev, mahalle, bir kavmin konakladığı veya yerleştiği yer” anlamına gelen “dâr” kelimesi mecazî olarak kabile manasını da ifade eder. Buradaki “darulkarâr” yurdun devamlılığını anlatır. İmânını gizleyen kişi, Mısır şehrinin gelecekte yaşanılacak bir yurt olarak kalmasının yolu günü kurtarmaktan çok daha kıymetli olduğundan bahsetmektedir. Burada yakın hayat ve geçici metâ, halkın kıtlık yılları için Karun’a emanet ettikleri ve iktidarın imkânları iken âhir zaman; zor dönemde, tedbirlerle bu yurtta ve iktidarda kararlı olabilmektir. 

40- Kim kötülük işlerse mislinin dışında karşılık almaz. Kadınlardan veya erkeklerden kim sâlih bir amel işlerse işte onlar, güvenilirdir. Onlar, bahçelerde hesapsız rızıklandırılır.

Buradaki “cennet” kelimesinin anlamı bahçe demektir. Zira firavun ve ailesinin akıbetini anlatan şu âyette cennet şöyle geçer: “Bu yüzden biz, onları (firavun ve yandaşlarını) cennetlerden ve pınarlardan çıkardık. Ve hazinelerden ve kerîm makamlardan… İşte böylece, onlara İsrailoğullarını vâris kıldık.” (Şuarâ: 57-59) İmânını gizleyen kişi burada özetle şöyle demektedir: İyilik yapan kadın veya erkek fark etmeksizin mutlaka güvenilir bir kişi olma yolunda itibar kazanırken, kötülük eden de yaptığının karşılığını er geç görür. Amaç bebekleri öldürüp kadınları sağ bırakmanın sadece intikam doğuracağını, sâlih işler yapmanın ise halkın yönetime duyduğu güveni pekiştireceğini onlara tekraren hatırlatmaktır. Aslında burada imânını gizleyen kişi “emir bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker” yapmaktadır. Bu durum, Mümin 14’teki “kâfirler kerih görse de” ifadesinden anlaşılacağı üzere din denen hayat tarzının menfaate, güce ve nefsanî arzulara göre olmayacağını, “Allah’a halis kılma” âyetine istinaden, imânını gizleyen kişi üzerinden bir örnektir. Bu etkileyici örnek düşmanın nefretini ve öfkesini üstüne çekmeden onlara doğruları anlatma usulüdür. Firavunlaşan Mekkelilere karşı bu er kişinin metodu ile yaklaşmak hayat kurtaran bir yöntemdi. Zaten Hz. Mûsa ve Hz. Harun da firavunla sert konuşmamaları gerektiğine dair vahiy almışlardı. (Bkz. Tâhâ: 44)

41- Ve ey kavmim! Ne var ki ben sizi kurtuluşa çağırırken siz beni ateşe çağırıyorsunuz.

Dikkat edilirse burada imânını gizleyen kişinin sözlerine karşı melelerin plânlarından hiç bahsedilmemiştir. Bu cümle ancak karşı bir fikrin veya plânın akabinde söylenebilir. Buradaki kurtuluş Hz. Yûsuf’a tâbi olup kavurucu kuraklıktan kurtulup yaşamaya devam etmek iken zıddı olan ateş; bebekleri öldürmek (Mümin: 25), Hz. Mûsa’yı katletmek (Mümin: 26) ve bir mabet yapıp tanrı ile görüşeceğini iddia etmektir (Mümin: 36). Bu üç plân, sözde kalmış olmasına rağmen firavunun zihniyetini göstermesi açısından önemlidir. İmânını gizleyen kişi, bu zihniyeti “ateşe çağrı” olarak nitelendirir. Zira bunlar yapılsaydı Mısır bir ateş çukuruna veya cehenneme dönecekti.

42- Siz beni, Allah’ ile örtmeye ve ilmim olmayan şeyi, O’na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ve ben, sizi ancak Âziz olan Ğaffâr'a çağırıyorum.

“Allah ile örtmek” ne demektir, kendisini ilâh veya onun oğlu gibi göstermektir. Allah ile örtmek; dini kullanarak insanları köleleştirmektir. Allah ile örtmek; iktidarda kalmayı göklerin sebepleri gibi gayba dayandırıp inançlı halkı kandırmaktır. Âyetin sonundaki “azîzli ğaffâr” ifadesi izzetli bir mağfiret anlamına gelmektedir ki bir önceki âyetteki “necatın” yani kurtuluşun karşılığıdır. Azîz ve Ğaffâr’a çağrı İsrailoğullarının çocuklarını öldürmek ve kini büyütmek değil, onları bağışlayıp insan onuruna ve izzetine yaraşır bir hayat sürmelerini sağlamaktır.

43- Ceremesi yok! Beni kendisine çağırdığınız şeyin, yakın zaman ve sonrası için bir çağrısı yoktur. Muhakkak ki bizim dönüşümüz Allah’adır. Ve muhakkak ki müsrifler ateş ashabıdır.

Cerame kelimesinin asıl anlamı “kazanmak” demektir. La cereme bu işin bir kazancı olmadığıdır. Cereme Türkçemizde de kullanılır. Manası başkası tarafından yapılan veya kaza sonucu ortaya çıkan zarar ve ziyan demektir. Cereme, cürmün oluşturduğu bir zarar çeşididir. Firavun yönetiminin ortaya koyduğu suçlarda imânını gizleyen kişinin dahlinin olmadığı “la cereme” ile ifade edilmiştir. “Beni kendisine çağırdığınız şeyin, yakın zaman ve sonrası için bir çağrısı yoktur.” ifadesiyle, firavunun sisteminin bugün ve yarın için vizyonsuzluğu, davet edilecek, savunulacak ve çağrılacak bir yanının olmadığı ifade edilmiştir. Hz. Yûsuf’un dönemindeki melikin ve halkın kıtlık ve kuraklıktan kırılması gibi bir derdi, davası ve çağrısı varken buradaki firavunun tek derdi kendi saltanatıdır. Ateş ashabı olmak sâlih amellerde değil israf ve suçlarda ortak olmaktır. Kişinin vicdanı ile baş başa kalması “Muhakkak ki dönüş Allah’adır.” cümlesi ile anlatılmıştır. İmânını gizleyen kişi Allah’a hesap vermenin firavuna hesap vermekten daha değerli olduğunu melelere hatırlatmış ve şöyle devam etmiştir:

44- Bundan sonra size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ve ben, emri Allah’a bırakırım. Muhakkak ki Allah, kullarını görendir.

Emri firavuna değil de Allah’a bırakmak, Hz. Mûsa ve Harun’un dediklerini yapıp onlara tâbi olmaktır. Yapılan her tercihi firavunun değil, Allah’ın gördüğü özellikle vurgulanmıştır. Firavunlardan imân gizlenir; ancak Allah’a hiçbir şey sır olarak kalmaz. Emri Allah’a bırakmak, Allah’ın emirlerine aykırı hiçbir plânın içinde olmamaktır. Bu seçim kişiyi kötülüklerden koruyacaktır.

45- Böylece Allah, onların yaptığı plânların kötülüklerinden onu korudu. Ve firavun ailesi, azâbın kötüsünü hak etti.

İnsan yanlışlıkla kötü olmaz. Çoğu insanı etkileyen kötülükler, ancak plânlama ile gerçekleşir. Âyetin hitap ettiği Mekkeli putperestlerin sosyal hayatı da firavun sistemine benzer bir hâlde idi. Fakirlere hiç itibar edilmez; zenginler söz sahibiydi ve yoksullaştırılan insanlara mec­lislerinde yer verilmezdi. Yağmacılık neticesi elde edilen esirler, hayat boyu kölelik kaydından kurtulamazlardı. Tıpkı köleleştirilen İsrailoğulları gibi. Hicrete yaklaşıldığı bir zaman diliminde bu anlatımların ilk muhataplarına kazandırdığı bakış açısı Mekkeli müşrik firavunları rahatsız etmekteydi. Verilen mesaj özetle şöyledir: “Düşmanınız firavun bile olsa Allah rüşt yolunda onları, kötülüklerden ilâhî değerlere ve insanî erdemlere sığınanları koruyacaktır. Bazen Allah’ın yardımı ve koruması, sıkıntı ve zorluklar sûretinde gelebilir. Dolayısıyla çekilen zorlukların bize kazandırdıkları, ilâhî yardım ve korumanın sonucudur.

Meal müellifleri âyette geçen “hâka” kelimesine “kuşatma” anlamını esas almışlardır. Hâlbuki bu kelime “ihatadan” farklıdır. Yapılan zulümlerin sonucunu anlatır. “Firavun yönetimi hak ettiğini buldu.” şeklinde anlaşılması daha isabetli görünmektedir.

“Allah, onların yaptığı plânların kötülüklerinden onu korudu.” İfadesinin bir anlamı da firavun ve melelerinin aldığı kötü kararların içinde bu kişinin olmadığıdır. Firavun ve yandaşlarının ifsada yönelik kötü kararlarına hiçbir zaman bu er kişi destek vermediği için korunmuştur. Azâbın kötüsü, kişinin hem bu dünyada hem de âhirette sıkıntı çekmesidir. Bu 46. âyette şöyle özetlenir:

46- O ateş ki sabah ve akşam ona mesafeleri kısalır. Ve o saatin vuku bulacağı gün: "Firavun ailesini azâbın en şiddetlisine dâhil edin!"

Burada bir emir vardır. "Firavun ailesini azâbın en şiddetlisine dâhil edin!" emrini yerine getirecek olanlar ise cehennem bekçileridir. Bu yüzden kibirli yöneticiler onlardan bir istekte bulunacaktır (Mümin: 49).

Âyetin bu bölümü, “berzah” denilen ölümle kıyâmet arasındaki dönemde inkârcıların rûhlarına her gün sabah ve akşam cehennemdeki yerlerinin gösterileceği şeklinde yorumlanmış ve kabir azâbının varlığına delil olarak gösterilmiştir. Kabir azâbı konusu ehlisünnete göre imân edilmesi vacip olan konulardan biridir, ilmihal kitaplarında veya akaid kitaplarında olsun konu hep bu şekilde ortaya konmuştur. Ancak kabir azâbı meselesi mezheplerin ana ihtilaf konularından biridir. Bu konuda çok farklı fikir ve inançlar oluşmuştur. Oysa aslında yoruma açık hiçbir ifade akaidin konusu yapılmamalıdır. Kurân’da doğrudan “kabir azâbı” diye bir ifade yoktur. Burada 45 ve 46. âyetler birlikte okunduklarında iki farklı azâbın söz konusu olmadığı, tam aksine tek ve en şiddetli azâba her geçen gün yaklaşıldığı anlatılmıştır. Sabah-akşam ölüler için değil, diriler için geçerli zaman dilimleridir. Kabrin karanlığında sabah ve akşam gibi bir durumun fark edilmeyeceği aşikârdır. Râzî bu âyetin muhtevasının kabir azâbı manasına hamletmenin mümkün olamayacağını getirdiği dilsel delillerle ifade etmiştir.

Meallerde “yu'radûne” kelimesine ateşe arz olunma şeklinde bir mana verilir. Kelimenin kökü “a-r-d”dir. Kurân’da yüz çevirmek anlamında aynı kökten “mu’ridûn” da kullanılır (Âli İmrân: 23). “a-r-d” kökü müfredatta uzunluğun zıddıdır. Sunulmak veya arz olunmak ifadelerinde de bir yaklaşma ve aradaki mesafenin azalması anlamı vardır. Burada her geçen gün firavun ailesinin, yani iktidarının sona doğru yaklaştığı anlaşılabilir. O saatin vuku bulacağı gün ise hesap günüdür ve azâbın şiddetlisi de cehennemdir. Kıyamet günü veya hesap günü değil de “saat” ifadesinin kullanılması ve “sabah-akşam” gibi zamansal bir süreçten bahsedilmesi her geçen gün adım adım -giderek- firavun ve yönetiminin kaçınılmaz sona doğru yaklaştığını ifade etmek içindir.

Cehennem, azâp olarak her mümine yetmelidir. Kabir azâbı inancı, cehennemin yetersizliği ve cezayı orda çekip cennete gitme arzusuyla insanları korkutarak iyiliğe yöneltme amacıyla kurgulanmış olabilir.

Azâba vakitsel olarak yaklaşma “yu'radûne” iken azâba uğrama “edhılû” kelimesi ile zaten ifade edilmiştir. Bu dilsel engellerden dolayı durumu kurtarmak için “cehennemdeki yerlerini görürler” gibi bir yorum daha yapılmıştır. Oysa aslında kabir azâbı kadim inançlarda olan bir zandır. Cehennem gibi bir azâp varken Kurân’a, firavunlarda bile var olan kabirde yaşam inancının tasdik ettirilmesine ihtiyaç yoktur.

Ömür kredileri biten firavun ve onun yandaşlarının şimdi âhiretteki hâllerinden bahsedilecektir.

 

47- Ve onlar ateşin içinde birbirleriyle çekişirken zayıf olanlar kibirlenenlere derler ki: "Gerçekten biz size tâbi olduk. Şimdi siz, ateşten nasibimizi bizden giderebilir misiniz?"

Çekişme manası verdiğimiz “hacce” kelimesi delil manasındaki hüccet ile aynı köktendir. Bu kelime ile firavun ailesi ve zayıf bırakılan İsrailoğulları arasındaki çekişmeden bahsedilir. Firavunlara karşı yapılan muhalefetin dünyada yaşarken olması gerektiğine dair bu âyette bir hatırlatma mevcuttur. Zira müstekbirlerin kibrini zayıflar besler. Kibirlilere muhalefet, bir bakıma onlara hayır duadır.

 

Du’afâû kelimesi “za’af” kökünden türemiştir. “Za’af”, kuvvetli olmanın zıddıdır. Zayıf oldu demektir. Za’af sahibi kimseye, yani kuvvetli olmayana “za’if” denilir ki, Türkçede “zayıf” şeklinde söylenmektedir. “Za’af”; bedende, nefiste, akılda, düşüncede, bir şeyin nitelik ve niceliğinde olabilir. Kişinin bulunduğu statüde, bilgi ve görüşlerde de olabilir. Müstaz’af, “istaz’afe” fiilinin fail ismidir. Bu, karakterlerinin bir parçası olmuştur.

İstikbar kelimesi kibir kökünden türeyen bir kavramdır. İstikbar; sözlükte büyüklenme, kendini büyük görme, böbürlenme, insanları küçük görme anlamlarına gelir.  Firavunun kendini ilâh zannetmesinin sebebi dünyalıklara, servete, güce zaafı olan İsrailoğullarının ona tâbi olmalarıdır (Zuhrûf: 54). Servet ve güç için firavuna meyleden İsrailoğullarına ateş dokunmuştur. “Zâlimlere meyletmeyiniz! O takdirde ateş size de dokunur.” (Hûd: 113) Karakter zafiyeti gösterip zâlimlere meyledenler şu mazeretlerin arkasına sığınamayacaktır: “Ne yapalım, biz güçsüzdük, zayıftık, kuvvetimiz yoktu, elimizden bir şey gelmiyordu.” Müstazafın asıl zafiyetinin zaten bunlar değil, karakter ve kişilikte olduğunu şu sorudan anlamaktayız:  “Şimdi siz, ateşten nasibimizi bizden giderebilir misiniz?” Hâlâ kibirlilerden medet ummaları köleliği ne kadar içselleştirdiklerini göstermektedir. Dünyadaki karaktersizlikleri âhirette olumlu yönde değişemez. “Denildi ki: ‘Orada hâlit kalmak üzere cehennemin kapılarından girin!’ Oysa kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!” (Zümer: 72) Okunan pasaj hâllerinin orada hâlit kaldığına dair tipik örnekler barındırır. Dünyada onurunu kaybeden âhirette onu bulamaz.

48- Kibirlenenler dedi ki: "Muhakkak ki hepimiz, onun içindeyiz. Doğrusu, Allah mutlaka kulları arasında hükmünü vermiştir."

Hakem; bir anlaşmazlığı çözmek için iki tarafın başvurduğu kimse ya da kendisine seçme yetkisi verilen bilirkişidir. Rabbimizin bir esması da el-Hakem’dir. Manası son hükmü veren, son sözü söyleyen, yargısı eşsiz ve benzersiz olan demektir. Önceden belirlenmiş kurallar olmasa hakemin hükmünde hakkaniyet beklenemez.

Zayıf olanlar kibirlilerden, kibirliler de ateşin bekçilerinden medet ummaktadır. Zira şirk, kast sistemi ile düşünmektir.

49- Ve ateşin içinde olanlar, cehennem bekçilerine derler ki: "Rabbinizi çağırın da azâptan bir günü bize hafifletsin."

Hazeneti kelimesinin kökü “h-z-n”dir. Dilimizde hazine şeklinde kullanılır. “H-z-n” kökü müfredatta şöyle tarif edilmiştir: Bir şeyi kasada, kilitli korumaktır, çekmecede biriktirmek ve yığmaktır. Ayrıca her tür koruma ve saklama için de kullanılır. Sözgelimi, bilgileri saklamak da bu kelime ile ifâde edilir. “Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır.” (Münâfikûn: 7) Değerli olanla dopdolu olması anlamında da kelime Kurân’da kullanılır. “Ve biz, rüzgârları yüklü/dopdolu/biḣâzinîn olarak gönderdik.” (Hicr: 22) Kıtlık zamanı için firavun yönetimine emanet edilen halkın emeği ve hakkını hortumlayıp biriktirmek yapanların cehennemini hazırlamıştır. Kıssadan çok net anlaşılmaktadır ki başta kamu malını kendi zimmetine geçirmek dâhil olmak üzere her tür yolsuzluk haramdır ve sonu cehennemdir. Kurân’ın hayata kazandırdığı ise  ticarî açıdan etkinliği hukuken tam anlamıyla kontrol edilemeyen, daha çok kamu kuruluşlarında, özellikle yerel yönetimlerde, sorumlu veya yönetime yakın olanların menfaatine uygun olarak mevzuatın esnetilip bazı yasakların/haramların görmezden gelinmesidir. Yolsuzluklarla halkın fakirleşmesine neden olan bu hortumcuların bir gün dahi hafifletilmeden ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırılmaları farzdır. Bu yöntem, caydırıcı ve önemli, hukukî bir adım olacaktır. Amaç bu sonu herkese bir ibret olarak göstermek ve bundan sonraki nesillerde bile kamu malına yeltenmeyi en aza indirmektir. Buna karşılık, bu cezaların caydırıcı olmadığı ülkeler suçluların cennetine dönüşür.

50- Dediler ki: “Resûlleriniz, size beyyineler ile gelmedi mi?” “Evet.” dediler. “O hâlde siz çağırın!" dediler. Kâfirlerin çağrısı sadece dalâlettir.

Burada kibirli müşriklerin hâlâ Rabblerine aracılar vesilesiyle ulaşmak istemesi, şirk kültürünün sonucu olan dikkat çekici bir detaydır. Cehennem melekleri onlara “Siz Rabbinizi çağırın! Ona dua edin!” demesi aslında tevhide davettir. Resûllerin açık belgelerle gelmesi, neyin yapılmaması gerektiğini ve neyin serbest olduğunu gösterir. Bunlar; haram ve helâllerdir, haklar ve suçlardır. Bunların apaçık beyan edilip herkes tarafından bilinmesi çok değerlidir. Zira bazı belirsizlikler, haramları kanunî kılıf ve hukukî mazeretlerle helâl gibi gösterebilir. Önemli olan Allah katında ve vicdanlarda da o yapılanın helâl oluşunun tasdikidir. “Rabbinizi çağırın!” isteği önceden belirlenen kaide ve kuralları değiştirme ve esnetme talebidir. Bu davranış dünyada edinilen bir ahlâksızlık türüdür. Adâlete razı olmak yerine yalancı şahitler, şefaatçiler, rüşvet ve fidye gibi yollarla cezadan kurtulma veya onu hafifletme düşüncesi asla cennetlik bir müminin zihniyeti olamaz. Bu yüzden hakları ve hakikati örtenlerin (kâfirlerin) davet ettiği sadece dalâlettir ve bunun sonu cehennemdir. Zira kendi yaptıklarına çevrelerini sanki kârlı, güzel bir amelmiş veya kazançlı bir ticaretmiş gibi davet ederler. Cezanın hafiflemesi veya cehennemden kurtulma düşüncesi şu âyette de işlenmiştir: “Bir de dediler ki: "Bize ateş sayılı birkaç günden başka asla dokunmayacaktır. (Biz cehenneme girsek bile; günahlarımız kadar yanacak, sonra çıkarılıp cennete koyulacağız.) Sen onlara de ki: ‘Siz bunun için Allah'tan söz mü aldınız?’ “ (Bakara: 80) Cezada indirim, af ve kurtuluş zannı sadece zâlimi daha zâlim, suçluyu daha suçlu yapar. Bu inanca çağrı dalâleti/sapmayı artırmaktan başka bir şeye yaramaz.

51- Muhakkak ki biz, resûllerimize ve imân edenlere, dünya hayatında ve şahitlerin kaim olacağı günde mutlaka yardım edeceğiz.

Âyetin açılımı şöyledir: “Muhakkak ki biz, elçilerimize ve inananlara/güven verenlere, yakın hayatta ve şahitlerin ayaklandığı günde mutlaka yardım edeceğiz. Elçiler adâleti getiren, haykıran, ona çağıran herkestir. Güvenen ve güven verenler bu ilâhî ilkelere inananlardır. Âyet, bu kişilere Allah’ın ne zaman yardım edeceğine dair bir cevap barındırır. O yardım ancak vicdanı hür, objektif, savunmayan veya yargılamayan, sadece hak ve hakikate şahit olanların kıyam edeceği gün (pasiflikten kurtulup aktifleşeceği gün) gerçekleşecektir. İlâhî yardımın sünneti budur.  Allah’ın yardımı gökten zembille inmez. Zalimin zulmüne, mücrimin suçlarına karşı marufu, erdemleri, ulvi âyet ve değerleri savunanların, hak şahitlerin kıyamına ihtiyacı vardır. Bu değerli insanları toplumda tek başlarına bırakmaz isek Allah’ın yardımı pek yakındır.

52- Zâlimlere mazeretlerin fayda vermeyeceği gün, dışlanma ve kötü yurt onlar içindir.

Kurân’da lânet kelimesi ve türevleri 41 yerde geçer. Bu kelime kovmak, uzaklaştırmak, iyilik ve faydadan mahrum bırakmak anlamındaki “la’n” kelimesinden türemiş bir isimdir. Eski Araplar bu kelimeyi, “ailenin veya sülalenin bir ferdinin dışlanması” anlamına kullanırlardı. “La'în” ve “mel'un” kelimeleri de buradan gelmiştir. İnsanların hakkını yiyerek, yolsuzluk ve hırsızlıkla kamuyu zayıflatan her zâlimin toplumsal hayattan uzaklaştırılıp kötü yurt olan ceza evlerine atılması Allah’ın emridir. “Mazeretlerin fayda vermeyeceği” ifadesi çok değerli bir detaydır. Herkesin mazereti, yani kendini savunma hakkı vardır. Ancak öyle doğru bir yargılama yapılmalıdır ki sadece zâlimlerin mazeretleri onlara fayda vermemelidir. Âyetin bu detayı, zâlimlerin bile yargısız infaz edilmediğini gösterir. Âdil bir yargılama, ilâhî yasalara güvenen şahitlerin beyanı ile haksız yere suçlama, iftira veya suçu üstlenmelerin önüne de geçecektir. 

53- Ve doğrusu Mûsa’ya hidâyet verdik. Ve İsrailoğullarını kitaba varis kıldık.

“İsrâiloğullarını kitaba mirasçı kıldık.” ifadesi, Hz. Mûsa'nın vefatıyla ona verilen emirlerin yok olup gitmediğine, tam aksine nesiller boyunca yaşatıldığına işaret etmektedir. Firavun ve onun yolunu izleyenler kısa vadeli haz ve hırslarının içinde boğulup giderken Hz. Mûsa’nın adâlet ve eşitliğe dayalı tevhidî yaşam tarzını benimseyenler, her dönemde izzet ve onurla hayatlarını sürdürmüşlerdir. Ne zaman onları var eden, zulümden kurtaran ilâhî erdem ve ilkelere sırt dönmüşlerse o zaman ya firavunlaşmış ya da zulme uğramışlardır. Sûrenin 23. âyetinde Hz. Mûsa’dan ve Firavun yönetimi ile mücadeleden bahsedildikten sonra burada Hz. Mûsa’ya tâbi olanların akıbetlerine değinilmiştir. Atlamalı ve özet geçen bu usulü burada yine görmekteyiz. Kitaba varis olmak başta bir avantaj gibi dursa da aslında büyük bir sorumluluktur. Miras yolu ile edinilen dinin zamanla bir kıymeti kalmaz. Zira bedel ödeyenler çoktan Rabblerine kavuşmuştur. Mirasyedi olan toplumlarda dinî değerler gündelik menfaatler uğruna çok kolay harcanabilir. Yapılması gereken herkesin kendi emeği ile hidâyeti hak etmesidir. Bunu da başarabilenlere Kurân, “ulûlelbab” demektedir.

54- Ulûlelbab için hidâyet ve zikir olarak...

Elbâb kelimesi “lubb” kelimesinin çoğulu olup “özler” demektir. Bir şeyin lübbü, onun özü ve hülasası olduğundan elbab; işin özünü, maksadını ve inceliklerini anlama melekesidir. Bundan dolayı bağları kurup anlayan akla “lubb” adı verilmiştir. Özü anlamak için tezekkür şarttır. Tezekkür, fikri halis kılar. Çünkü öz, ancak konunun maksadını anlama ile ortaya çıkar.

Kıssanın anlatılma sebebi yönetimin bir emanet oluşu, yönetimdeki kişilerin halka karşı sorumlu olduğunu göstermek ve sadece kendi hayatlarını değil sorumlu oldukları insanların hayat kalitelerini korumakla mükellef olduklarını işaret etmektir. Bu yüzden yönetici olmak için yarışmak değil, sorumluluk ve ağır bir vebalin altına girileceği bilinci gereklidir. Buda sabır ister. Maalesef bazı sorumlu, yönetici veya idareci konumuna gelenler sadece kolay yoldan daha fazla para kazanan, egosunu tatmin etmek için emir yağdıran asalaklara dönüşmüştür.

55- O hâlde sabret! Muhakkak ki Allah’ın vaadi haktır. Ve peşini bırakmayan suçlarından istiğfar et! Sabah akşam Rabbini hamd ile tespih et!

İstiğfar; neden hamd ve tespihten önce sayılmıştır? İsmet sıfatına haiz olan peygamberin hangi suçu ve günahı olabilir ki âyet “günahlarından istiğfar etmesi” şeklinde bir uyarı barındırmaktadır? Âyetteki sıralama şöyledir: Önce sıkıntı ve zorluklara, firavunlaşan kişilere ve sistemlere karşı sabır, yani ilâhî ilkelerini asla bırakmama ve safını terk etmeme direncidir. Bu duruşu gösterenlerin Allah’ın yardımını hak edeceği hatırlatılmıştır. İnsan eksik ve kusurludur. Peygamber de olsanız bu yasa değişmez. İnsan acziyetinin farkında olursa bu şuur, onun zaafı değil en önemli meziyeti olabilir. Burada sabırdaki zafiyet istiğfara konu olmuş olabilir. Yeterli duruşun sağlam bir şekilde gösterilememesi, müşriklere merhamet veya zulme müsamaha olabilir. Sabır sadece yergide değil övgüye karşıda gereklidir. Firavunun kibrini onun çevresindeki yardakçıları beslemiştir. Rabbi sabah akşam hamd/övgü ile tespih bu sabrın istikrarında önemli bir rol oynamaktadır. İstiğfar hatalarını ısrarla tekrar değil, her hatayı bir ibret olarak okumadır. Ulûlelbab’ın zikri olan hatırlama bu nedenle hidâyettir. "Rabbenağfirlî" yahut "Allahümme inni estağfiruke/Ya Rab ben hatamı anladım sen bize yardım et, bizi mağfiretin ile koru ve kolla!” talebidir. Bunlar, değerli hedeflerdir. Bir hadiste Allah Resûlü şöyle buyuruyor: “Kalbime bazen anlık bir gaflet gelir, ben de Rabbime yüz defa istiğfar ederim.” (Müslim) Anlık gaflet bile uzun yıllara yayılan sabır ve mütevazı duruşu zayıflatıp dağıtmaya yeterli olabilir.

Bu âyeti önceki âyetlerin devamı olarak okuyanlar olmuştur. Bu durumda muhatap Hz. Mûsa, bağışlanma dilenecek günah da kaza cinayeti olarak yorumlanmıştır. Ancak bu âyet ve sonraki âyetlerin bağlamının bu yorumu desteklemediği görülmektedir.

Allah’ın ilkelerine sadakat ve insanlara imamlık yapmanın ne kadar önemli bir görev olduğu Hz. Mûsa kıssası ile anlatılmış ve başarı, sabır ve tevazuuyla ilişkilendirilmiştir.

56- Muhakkak ki, kendilerine gelmiş bir sultan olmaksızın Allah’ın âyetleri hakkında cedelleşenlerin sinelerinde, yalnızca erişemeyecekleri bir büyüklük vardır. O hâlde Allah’a sığın! Muhakkak ki O, en iyi işiten ve en iyi görendir.

Sinede olan ve asla erişemeyecekleri büyüklük nedir? “Kendilerine gelmiş bir sultan olmaksızın” ifadesi aslında bu sorunun cevabıdır. Sultan, nüfûz ve etki altına alan ilâhî bilgi ve yönetim gücüdür. İçlerinde olan ile dışarı yansıyan farklıdır. İmajları ile gerçek hâlleri birbirine uzaktır. Firavun gibi yönetmeye ehil olmayanların cebbarlık ve zorbalıkla bunu saklamaları, bilmişlik ve kibir taslamaları aslında ne kadar değersiz ve önemsiz olduklarını gösterir. Burada altı doldurulmamış, sabır ve emekle hakkı verilmemiş bir büyüklenme kuruntusu vardır. O yüzden erişemeyecekleri veya ulaşamayacakları manasında “bi-bâliġîh” kelimesi seçilmiştir.

“B-l-ğ” kökü, amacın en yükseğine erişmek ve en sonuna varmaktır. (Müfredat) Akıl baliğ, düşüncelerin olgunluğa ulaşması manasında Türkçemizde de kullanılır. Ulaşamayacakları veya erişemeyecekleri büyüklük, liyakat ve yönetim bilgisinin (sultanın) ellerinde olmamasına karşın kendilerini yetkin olarak tanıtmaları ve zannetmeleridir. Bu ifade “Belki Mûsa’nın Rabbine muttali olurum.” iddiasına da bir cevaptır. Sinelerindeki kibir, onların hem halkı düşünen bir yönetim olmasına hem de Rabbe hakkıyla kul olmalarına engeldir. Bir önceki âyette Allah, elçisine “O hâlde sabret!” denilirken burada sinede saklı olan o kibir tehlikesine karşı da Allah’a sığınılması gerektiği hatırlatılmıştır.

İstiaze, “sığınma yoluyla bir başkasına iltica etmek” anlamına gelen “a-v-z” kökünden gelir. Kurân’da 17 yerde geçen bu kökün türevleri “eûzu, uztü, yeızune, festeız” şeklindedir. Peki, Allah’a sığınmak nasıl olur? Cehaletten ilme, sabırsızlık ve aceleden metanet ve hilme, kibirden tevazuya, nefretten merhamete sığınmak aslında “Alîm, Metin, Halîm, Rahmân ve Rahîm” olan Allah’a sığınmaktır. Bir şey görmemiş ve duymamış olduğu hâlde bilmişlik taslamak, bir sultana dayanmaksızın fikirler beyan edenden her şeyi en iyi işiten ve en iyi görene sığınmak, cehaletin karanlığından Allah’a sığınmaktır.

57- Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışı, insanın yaratılışından daha büyüktür. Ve lâkin insanların çoğu bilmezler.

Göklerin ve yerin yaratılışının İnsanın yaratılışından daha büyük olması berceste bir ifadedir. Bu bakış, insana çok değerli bir şuur kazandırır. Çünkü insan kâinatta bir zerre hatta zerre içinde bir zerre olduğunu unutunca firavunlaşır. Bütün tiran, firavun veya diktatörler kendilerini varlık hiyerarşisinde en üstte konumlandırır. Şirkin temel sebebi, hayatı hiyerarşik okuyup piramit şeklindeki besin zincirinin en üstünde kibirle kendini görmektir. Bu durum Mümin sûresinde âlifiravun üzerinden örneklendirilir. İnsan küçücük bir pencereden varlığa bakıp kendini eşrefimahlûkat olarak konumlandırdığında kibir gizliden gizliye beslenir. Artık varlık âlemi onun altındadır ve o yaratılanların en üstünüdür. İstediği gibi tabiatı kirletir, tüketir ve bunu hakkı zanneder. Zavallı hâlini unutan insan, tabiata hükmedeyim derken kendi varlığını bile tabiat olmadan sürdüremeyeceğini çok geç anlamıştır.

Âyette gökler çoğul, yer tekildir. Bu ifade ya mahlûkatın tamamı ya da atmosfer ve yer kabuğu arasındaki yaşamın tamamı manasına gelebilir. Onların yaratılmasının insanın yaratılmasından “ekber” olduğundan bahsedilir. Bu çok boyutlu büyüklüğün bir veçhi zamansaldır. 59. âyetteki “hakkında şüphe olmayan o saatin mutlaka geleceği” ifadesi, dünyamızın ömrüne işarettir. Uzayın yaşının 13,5 ile 14 milyar yıl arası olduğu tahmin edilmektedir. Bu koskoca evrende görünmeyecek kadar küçük insan soyunun yaşı 250 bin yıl, akıllı ve irâdeli ilk insanların atası Hz. Âdem’in bu sürece dahli yaklaşık 50 bin yıl öncesine dayanır. Dünya'nın yaşının yaklaşık 4,54 milyar yıl olması karşısında insanın varlık âleminde kayda değer bir şeyler yapması ekber bir yaratılışın içinde aslında çok küçüktür. Ancak insan yaşadığı zamanı ve mekânı mutlaklaştırıp kendisini haddinden fazla önemli ve değerli zannettiği için zarar verir, daha fazlası için zulmeder, fesat çıkarıp kan döker. İnsan mahlûkatın en tepesinde değil de bu muazzam sistemin içinde küçücük bir parça olduğunu idrak etse çok daha uyumlu ve faydalı bir varlık olurdu. İşte bu şuura Kurân üflenen ruh demektedir.

İnsanı ruhsuzlaştıran, bitmek tükenmek bilmeyen büyüklük kuruntusudur. İnsan kendisini o kadar değerli ve önemli zanneder ki inandığı resûlün yüzü suyu hürmetine varlığın yaratıldığını bile zannedebilir. Meşhur bir söz vardır: “Levlake levlak lema halaktul eflak” Allah tarafından Peygamberimiz’e hitaben söylendiği iddia edilen “Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” sözü aslında bir na’tın mısraıdır. Zira na’t adı verilen şiirlerinin temelinde övgü ve abartı vardır. Sonradan bu satır, İbni Abbas’a isnat edilmiştir. Bu durumda Allah, kutsî hadis denilen ancak aslında hadis kaynağında bulunmayan bu ifadenin tam zıddı olan bu âyeti, neden bize göndersin ki? Neden semaların ve yerin yani âlemin yaratılmasının insanların tamamının yaratılmasından daha büyük bir yaratılış olduğunu söylesin ki? Halk arasında meşhur hadisleri toplayıp tahricini yapan hafız el Acluni bu sözün hakkında es Sağani'nin; ''uydurmadır dediğini” nakletmektedir (İbn Asakir ebü’l-Kāsım et Tarih, III. 518 ve VII.437). Molla Ali el Kari, es Sağani'nin bu rivayetin uydurma olduğuna dair sözünü naklettikten sonra bu rivayeti ed Deylemi’nin İbn Abbas’dan merfu olarak rivayet ettiğini nakleder. Bu sözün farklı versiyonları şöyledir: “Cibril bana geldi ve ey Muhammed sen olmasan cenneti yaratmazdım, sen olmasan cehennemi yaratmazdım.” Yine İbn Asakir’den aynı manada şu rivayeti nakleder: “Ey Muhammed, sen olmasan dünyayı yaratmazdım!” (İbnu'l Cevzi, el Mevduat I.288).

Bazı muhaddislerin '”manasının sahih olduğu” şeklindeki sözleri, efendimizin en üstün insan olmasıyla alâkalı genel kanaati oluşturan faziletlerine dayanıyor olsa da bu sözler hem Kurân’a hem de resûlün tavsiyelerine aykırıdır. Allah Resûlü “Beni aşırı övmeyin.” buyurmuştur. Allah Resûlü bu ve benzeri sözlerden hoşlanmadığını açıkça beyan etmesine rağmen bunların sahih olduğunu iddia etmek sevgili resûlün bu isteğine de saygısızlık olacaktır. “Peygamber tasavvuru” konusunda Kurân âyetleriyle örtüşen “Beni aşırı övmeyin.” hadisi, sağlıklı ve dengeli bir peygamber anlayışını ortaya koymak içindir. Tarih boyunca din kurucularına o dine müntesip olanlar tarafından yapılan aşırılıkların son noktası, vefatından sonra Hz. İsa’nın tanrının oğlu yapılmasıdır.  İfrat ve tefrit olan aşırı övgü ve yergi yaklaşımından uzak bir teolojik algının daha gerçekçi ve faydalı bir örneklik (üsveihasene) oluşturacağı açıktır. Mahlûkatın yaratılışının kendi türünden çok daha uzun ve karmaşık bir süreçle oluştuğuna imân, kendini bilip kibrini görmesinde insana önemli bir şuur kazandırır.

58- Ve kör ile gören bir olmaz. Ve inanıp sâlih amel yapanla kötülük işleyen de... Ne kadar az tezekkür ediyorsunuz?

“Ömer b. el-Hattâb'dan rivâyetle, Rasûlullah şöyle buyurdu: “Hristiyanların Meryem oğlu İsâ'ya yaptıkları gibi, beni aşırı şekilde övmeyin! Ben ancak Allah'ın kuluyum. Bana 'Allah'ın kulu ve Resûlü' deyin!” Bu bakış, kişiyi sevginin kör etmesinden kurtarıp resûlün çevresindekilere bir basiret kazandırır. Aşırı yüceltmeci bakış insanın salih amellerine engeldir. Şöyle ki, örnek alınan şahsın insanüstü hâle getirilmesi onun yaptıkları iyilik ve güzellikleri ulaşılmaz bir noktaya çıkarır. Bu durumda muhatap “Biz kim, onlar kim!” demeye başladığında bedel ödemesi gereken amellerde geri kalmaya başlar. Aslında verilen payeler, aşırı övgü; sorumluluklardan kaçmanın ve vicdanî rahatsızlığın giderilmesi içindir. Övgülerle verilen bu rüşvet zamanla atalete sebep olur.

Konunun başka bir boyutu olan zehirli sevgi veya sevgi zehirlenmesi sonuçta kişinin kendine yaptığı bir kötülüğe dönüşmektedir. Bunların önüne geçmek için duygusallık değil, tezekkür şarttır. Âyette bu durum “Ne kadar az tezekkür ediyorsunuz?” sorusuyla hatırlatılmıştır. Tezekkür, tarihi ve yaşananları daha gerçekçi bir gözle okumaya yarar. Zira duygusal bakanlar ya nefret eder ya da aşırı över. İnsanın aşırı övme hastalığını bilen Kurân günde 40 defa “Elhamdulillâhi rabbil'alemin” ile tüm övgüleri âlemlerin Rabbine tahsis eder. Bu ifadeler 55. âyetteki “O hâlde sabret, peşini bırakmayan bu durumdan dolayı istiğfar et ve sabah akşam Rabbini hamd ile tespih et!” emirlerinin gerekçeleridir. Rabbi, “hamd ile tespih etmek” resûlün peşini bırakmayan başkalarının övgü ve yergilerine karşı onu daha sabırlı/dirençli kılmıştır. Övgülerin arttığı Mekke’nin fetih günündeki durum şöyle anlatılmıştır. “Allah’ın yardımı ve fethi geldiğinde, insanların fevç fevç Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde artık Rabbini hamd ile tespih ve O’na istiğfar et. Muhakkak ki O, tövbeleri kabul edendir.” (Nasr: 1-3)

59- Muhakkak ki hakkında bir muğlaklığın kalmadığı o saat mutlaka gelecektir. Ve lâkin insanların çoğu iman etmez.

“İnne's-sâ'ate le âtiyetun” (O saat mutlaka gelecektir) cümlesi, “inne” ve “lâm” edatlarıyla tekitli yani sağlamlaştırılıp güçlendirilerek gelmiştir. 54. âyette “Ulûlelbab için hidâyet ve zikir olarak” ifadesinin arkasından sırayla önce 57. âyette “İnsanların çoğu bilmez.”, arkasından 58’de “Ne kadar az tezekkür ediyorsunuz?”, burada da “İnsanların çoğu inanmaz.” ifadeleri gelmiştir. 61’de de “İnsanların çoğu şükretmez.” kaydı düşülecektir. Bu sıralamadan, bilginin insanı tezekküre taşıması ve arkasından imânın gelmesi gerektiği anlaşılmaktadır. İmân, böyle bir sürecin meyvesi olmalıdır. İnsanların çoğu bilmediği için tezekkür edemez ve sonuç olarak bilinçli bir imân mertebesine ulaşamaz. Bu yüzden şükürsüz ve nankördür. İlmin şükrü, tezekkür sonucu oluşan imândır. Şükürsüz ilim, kibre sebeptir.

60- Ve Rabbiniz, şöyle buyurdu: "Bana davet edin ki size icabet edeyim. Bana kul olmaktan kibirlenenler, muhakkak ki hor görülerek cehenneme girecekler."

Âyetteki “ud'û-nî”, “Bana dua edin, bana çağrın, davet edin!” gibi anlamalara gelmektedir. Önceki âyetlerde son saatten, hesap gününden ve kibirlilerin cehennemdeki ibretli hâllerinden bahsedilmiştir. İnsanların bu gerçeklik ile yüzleşmeden, iş işten geçmeden uyarılması gerekir. Bu yüzden onlara Allah’ın âyetlerini ulaştırmak, onları aslında Allah’a çağırmak ve O’nun yoluna davet etmektir. Bu daveti kabul edenler ilâhî icabeti hak edecektir. Kurân’ın çağrısına kulak verip, hayatını salih ameller ile değiştirene Allah’ın icabet edeceğini bu âyette vaat edilmektedir. Daveti reddetmek, Allah’a kulluktan kibirlenmek olarak tanımlanmıştır. Nasıl ki hoşgörülü olan hoş görünürse, hor gören de hor ve hakir duruma düşecektir. “De ki: Evet! Ve siz hor görüleceksiniz.” (Saffat: 18)

Dâhırûn, kelimesinin kökü “d-h-r”dir. Bu kök Kurân’da 4 yerde gelir. Hakîr, başları önde gibi anlamlara gelir. Türkçede kullandığımız “hor görmek” ifadesi buradan gelmektedir. (Bkz. Neml: 87, Nahl: 48) Burada kibrin insanı düşüreceği hâl olarak tarif edilmiştir. İnsana zarar veren olumsuz her duygu ve düşünce aslında tersine rücu eder. Bir kişi kendini ne kadar yüksekte görürse düşüşü o kadar acı verici olur. Yunus’un dediği gibi “Yol odur ki doğru vara/Göz odur ki Hakk'ı göre./Er odur ki alçakta dura/Yüceden bakan göz değil.” “Gönül yüksekte gezer/Dem-be-dem yoldan azar/Dış yüzüne o sızar/İçinde ne var ise.”

61- O Allah ki, size içinde sükûn bulmanız için geceyi ve görmek için gündüzü kıldı. Muhakkak ki Allah, insanlar üzerinde mutlak fazl sahibidir. Ve lâkin insanların çoğu şükretmezler.

Gecenin şükrü onda dinlenmektir. Eğlenmek için gece uyumamak veya gece hayatı fıtrata aykırıdır. Gündüzün şükrü ise çalışmak, öğrenmek, öğretmektir ve bağlam düşünüldüğünde gündüzün şükrü görmek ve göstermek olan tebliğ ve davettir. Kurân, zaman zaman müminlerin geceyi nasıl değerlendireceğine dair yönlendirmeler yapar. “Gece kalk ve Kurân’ı tertil ile oku!” (Müzemmil: 2-4) emri varken burada onun sükûnet içinde geçirilmesi gereken bir dinlenme zamanı olduğundan bahsedilmiştir. İnsan vücudu bu döngüsel düzene göre yaratılmıştır. Fıtrata aykırı her davranış sağlık sorunları olarak karşımıza çıkacaktır. Zamanı ve mekânı yaratılış amacına uygun kullanmak Allah’a şükür iken, tersi durumlar verilen nimetlere nankörlüktür.

Bu âyet nübüvvetin 11. yılının sonunda gizli davetin bittiğini anlatan bir mahiyettedir. Allah Resûlü Müslümanlar zarar görmesin diye dönem dönem vahyin yönlendirmesi ile açıktan davete ara vermiştir. Mesela Şuarâ 214’te “Aşiretinde sana en yakının olanları uyar.” emri gizli davetin yaşandığı bir dönem iken, Kâfirûn ve Tevbe sûrelerinin girişi açıktan yapılan davetin sonlandığına örnektir.

Bu âyette o günkü Müslümanlardan gece dinlenmeleri, gündüz de insanların basiretlerini açıcı âyetleri onlara ulaştırmaları istenmiş olabilir. Zira bağlam davet ve Rabbe çağrıdır.  Gecenin sükûn kılınması insanın genlerine işlenmiştir. İnsanoğlu yaratıldığından beri gündüz avlanıp çalışan ve gece uyuyan bir canlıdır. Doğada gececi hayvanlar varken, insan gündüz aktif olan bir canlıdır. Gecedeki sükûn hâli uykudur. Az uyuyan insanlarda tepki süreleri kısalır; konsantrasyon kaybı, zayıf hafıza ve ruhsal durumun dengesizliği gözlenmekle birlikte böyle insanlar sağlıklı kararlar da veremez.

O dönemin müminlerinin düşmana karşı güçlü ve uyanık görünmesi önemidir. Tavaf ve say yapılırken Müslümanların başları dik ve dinç bir şekilde yürümeleri, ayrıca sağ omzu açmaları müşriklerin yoldan gelenlere bunların yürümeye bile takati kalmamış sözlerine mukabildir. Görüldüğü üzere Kurân’î bazı emirler -mesela Müzemmil sûresindeki “geceleri Kurân’ın tertil üzere okunması” gibi talimler- hayatın sonuna kadar uygulanması gereken emirler değildir. Şartlar değiştikçe, zorluklar kalktıkça eğitimin zamanı ve süresi değişmiştir. Ayette “halaka/yarattı” değil de “ceale/kıldı” ifadesi zaten bunun sonradan oluşan bir kolaylaştırma olduğunu anlatmaktadır. “Muhakkak ki Allah, insanlar üzerinde mutlak fazl sahibidir.” ifadesi bu ruhsata veya kolaylaştırmaya atfen okunabilir. Nasıl ki yerine göre gizli, yerine göre açıktan davet gerekiyorsa şartlar ve durum göz önünde tutularak günün saatleri maksada uygun ve en verimli şekilde değerlendirilmelidir.

62- İşte o Allah ki, sizin Rabbinizdir. Her şeyi yaratandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse nasıl döndürülüyorsunuz?

Tu’fekûn kelimesi “efeke” fiilinin meçhulüdür. Olması gereken şekilden başka bir şekle giren, yüzünü değiştiren her şey anlamında kullanılmaktadır. Onun için estiği yönü değiştirip sapan rüzgârlara mu’tefiket denir. İfk kelimesi de bu köktendir. Sözde, doğruluktan yalancılığa; fiilde, güzelden çirkine dönüştür. Kişi önce haktan bâtıla yönünü değiştirir (ifk), arkasından bu dönüşü yalanlarla meşrulaştırmaya kalkar (iftira).  Kurân’daki “fe-ennâ tu’fekûn” kalıbı, fıtratta olan iyilik ve güzellik âyetlerini bırakıp şerre ve kötülüklere döndürülmektir. Bu bağlamda ise “insanlara Rabblik ve ilâhlık taslayıp ellerinde ve avuçlarında ne varsa almayı arzulayan kibirlilerin nasıl insanlıktan çıktıklarını ve haktan bâtıla döndürüldüklerini anlatan soru formatında bir cevaptır (Fâtır: 3,Yûnus: 34, Enâm: 95). (Firavunun Rabblik ve ilâhlık iddiası için bkz. Naziyât: 24, Kassas:38)

63- Allah’ın âyetlerini bilerek inkâr edenler, işte böyle döndürülür.

Yechadûn kelimesi, “kalpte ispatı yerleşmiş olan şeye karşı tavır almak; kalpte olumsuz tutum sergilenen şeye karşı ise olumlu” yaklaşmaktır. (Bkz. Neml:14, Arâf:51) Âyetleri bilerek inkâr ancak onların doğruluğunun fıtrata önceden nakşedilmesi ile mümkündür. Rabbimiz her insana iyiyi, güzeli ve insanî erdemleri tanıyıp bilecek bir aklî seviye bahşetmiştir. Bunların şuurunda olmayan bebek ve akıl hastaları ise imtihan mükellefiyetinde değildir.

Firavunlaşmak sadece yöneticilerin başına gelen bir hastalık değildir. Bir anne veya baba, çocuklarına karşı firavunlaşabilir. Bir evlat anne ve babasına, patron işçilerine, komutan askerlerine, şeyh müritlerine veya öğretmen öğrencilerine karşı firavunlaşabilir. Muhatap olduğu kişilere karşı kendini mutlak hâkimiyet sahibi zanneden, ne derse onların kayıtsız şartsız yerine getirmesi gerektiğini düşünen, onların irâdelerini, ihtiyaçlarını, istek ve arzularını önemsemeyip kendisini hep en üste konumlayan ve yaptığını, bilgisini, soyunu, gücünü aşırı değerli görüp başkalarını önemsemeyen aslında gizliden gizliye firavunlaşmaya başlamıştır. Bu salgın ve sinsi hastalığın ilacı doğru bir Rab tasavvurudur. Bu nedenle Mümin sûresi âlifiravunun ardından konuyu esmaya getirmiştir. “El-esmâü'l-hüsnâ” hem kişiye kendisini hem de varlık sebebini anlamasında çok önemli bir bilinç kazandırır.

64- O Allah ki, yeryüzünü sizin için karar yeri kıldı. Ve semayı bina etti. Ve sizi şekillendirdi. Böylece sûretlerinizi güzelleştirdi. Ve sizi temiz şeylerden rızıklandırdı. İşte bu Allah, sizin Rabbinizdir. Âlemlerin Rabbi Allah, mübarektir.

İnsanın canlılar âleminde hayatına nasıl başladığı, ne gibi süreçler sonunda bu son hâle ulaştığı burada özetlenmiştir. Amaç onun nereden gediğini hatırlatıp nereye gideceğini haber vermektir. Zira nereden geldiğini unutan nereye varacağını bilemez. Allah’ın dünyayı yaşama elverişli hâle getirmesi ile bu gezegenin seçilip karar kılındığından bahsedilmiştir. Dikkat edilirse burada “haleka/yarattı” değil “ceale/kıldı” ifadesi seçilmiştir. Bu mucizevî secim yeryüzünün daha önce hayatın olmadığı diğer gezegenlerden farksız olduğunu ve sonradan yaşama elverişli kılındığını anlatmaktadır. Yaşamın olmazsa olmazı atmosferdir. Bu yüzden âyetin ikinci cümlesi semanın bina edilmesidir. Bina etmek aslında kat kat, bir süreçle oluşumu anlatan yine mucizevi bir kelime seçimidir. Gezegenimizin büyüklüğü sonucu oluşan yer çekim kuvvetinin şiddeti ve bina edilen atmosferdeki gazların oranı canlıların tasvir edilmesinde/şekillenmesinde belirleyici etkilerdir. Atmosferdeki oksijen oranının daha yüksek olduğu dönemlerde canlıların vücut yapıları daha farklı oranlarda şekillenmişti. Seçilen gezegen yaşamın en ideal ve güzel kıvamda çeşitlenmesine vesile olmuştur. Canlıların farklılaşmasında beslenme son belirleyici faktördür. Beyin gelişimi ve insanı diğer canlılardan ayıran rızıklanma farkı onu bir adım öne taşımıştır.

Rızık sadece midenin besini değil aklın, gönlün, gözün ve kulağın rızkı şeklinde çok daha genel bir kavramdır. “Tebareke” bu zenginliği ve bereketi anlatmaktadır. Tayyip rızık, insanı insan yapan onun bünyesine, gelişimine, aklına ve duygularına faydalı her şeydir. Gezegenimizde hayatın nasıl evre evre oluştuğundan ve zenginleştiğinden bahsettikten sonra bu bağlamda seçilen esmanın el-Hayy olması şaşırtıcı değildir.

65- O, Hayy’dır. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse dini O’na halis kılarak davet edin. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.

El-Hayy; mutlak diri, ebedi hayat sahibi, her canlıya hayat veren demektir. Bu kök; yaşamak, ömür sürmek, canlı, diri, hayata ait, hayye/yılan, yılan gibi hareketli manalarını da ifade eder. Allah mutlak manada diridir ve varlıklar canlılıklarını O'ndan alırlar. Varlıklar canlılıklarını kaybedebilir ama Allah diriliğini asla kaybetmez. Allah'ın diri olma sıfatı, diğer sıfatlarına kaynaklık eden en kapsayıcı sıfatlarından biridir. El-Hayy sıfatının insandaki tecellisi sadece maddî dirilik değildir. Manen diri olanlar öncelikle ondan başka ilâh tanımayanlardır. Bunu sadece kendileri yaşamaz, aynı zamanda başkalarını da bu hakikate davet ederek onların manen dirilmelerine de vesile olurlar. “Ey imân edenler, Allah ve Resûlü, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman icabet edin! Ve Allah’ın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve muhakkak sizin O’na haşrolunacağınızı bilin!” (Enfâl: 24) Manen dirilenler nefislerini, firavunları, ceberutları, onları ezip emeklerini sömürenleri değil sadece Allah’ı överler. Tüm övgünün Allah’a tahsis edilmesi kişinin kendisini büyük görüp kibirlenmesine şifadır. Kişi Allah dışında neyi aşırı överse onun karşısında değersizleşir. Bu durum zamanla kişinin manevî diriliğine zarar verir. El-Hayy’ın tecellisinin azaldığı kişiler, yaşayan ölülere dönüp yaratılış amaçlarını kaybeder.

66- De ki: "Muhakkak ki bana Rabbimden beyyineler geldiği için ben sizin, Allah’ın astında taptıklarınıza kul olmaktan men edildim. Ve âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum."

Taberî, “Rabden gelen beyineler” ifadesini “Allah'ın, Resûlü’ne indirdiği kitabın âyetleri”; İbn Atıyye, “vahiy ve hidâyet”; Şevkânî “aklî ve naklî deliller” şeklinde açıklamıştır. Zemahşerî bu hususta özetle şu açıklamayı yapar: “Beyyinât” kelimesi hem aklî kanıtlar hem de vahyi içine alarak her ikisine delâlet eder. Bu âyete gelene kadar yaratılış, bilinen tarihî kişiler ve medeniyetler üzerinden verilen örnekler, toplumsal sorunların tekerrürü, bireysel arzular ve nefsanî isteklerin insana yaptırdıkları gibi birçok konu işlenmiştir. Muhatabın reddedemediği gerçekliğe Kurân Rabbden gelen beyyinat demektedir. Âyetlerdeki “min dûni(A)llâhi” kalıbı; kulu kula, maddeye, nefsi arzu ve emellere kulluktan kurtaran genel bir ifadedir. Mahlûkatın tamamı en yüce, Âlâ ve Âli olan âlemlerin Rabbinin dûnunda/astında ve berisindedir. Rabbe teslimiyet kölelikten kurtaracağı için özgürleşmektir. Bu tercihe bırakılmış bir tavsiye değil olmazsa olmaz bir emirdir. Kulun Allah’a teslimiyeti farz ve emirdir. Zira kulluk özgürlüktür. “Ve âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum." Buradaki âlemlerin Rabbi ifadesi tüm insan topluluklarının Rabbi manasındadır. Resûlün getirdiği beyyinat bu cümleden dolayı evrensel ilkelerdir. Kurân’ın tarihsel ve bölgesel motifleri olsa da maksadı evrenseldir.

67-O ki, sizi topraktan yarattı. Sonra nutfeden, sonra alakadan... Sonra sizi bir bebek olarak çıkarır ki en kuvvetli çağınıza ulaşırsınız. Sonra da yaşlanırsınız. Ve sizden bir kısmı daha önce tamamlanır. Ve bir kısmı belirlenmiş süreye ulaşır. Ve umulur ki akledersiniz.

Burada önce topraktan yaratılma, canlılığın oluşması ve devamında topraktan beslenme hatırlatıldıktan sonra embriyolojik süreç ile çoğalıp gelişme ve en sonunda hayat döngüsünü tamamlayıp eceli müsemma denilen belirlenmiş (kaide ve kurallara bağlanmış) ecelden bahsedilmiştir. İnsan bedenini meydana getiren elementler ile topraktaki elementlerin benzerliği ortadadır. Bu yoruma göre topraktan yaratılma olgusu devam etmektedir. Nutfe kelimesi, "suyun azar azar akması" anlamına gelen netafe kelimesinden türemiştir. Az miktarda sıvı demektir. Alaka kelimesi, Arapçada “ilişik, ilişki, kulp, askı, sülük, tutunmak, yakalanmak” gibi manalarda kullanılmaktadır. İnsanın oluşumunda kullanılan “alaka” kadının, rahminde askıda duran embriyodur. Basit bir hammaddeden gelen insanoğlu az bir sıvı ve annesine bir sülük gibi asılıp onun kanını, canını bir nevi sömürerek hayatta kalmaya çalışır. İnsan, bu acziyet ve muhtaçlığa rağmen neden kendisini bu kadar önemser? Basit bir sudan yaratılan ve yaşlanıp ölen insan neden bu kısacık hayatını abartır? Kimi eceli müsemma denilen vücudun son dayanma noktasına kadar yaşar, kimi de bu sona ulaşamadan hayat döngüsünü tamamlar. En kuvvetli çağa ulaştıktan sonra insanoğlu o noktada da hâlit kalamayıp yaşlanmaktadır. Zira o da bir emanettir. Kimi yaşlılığa ulaşır, kimi de gençlikte imtihanı tamamlar. Bu hakikatin vurgulanması insanın her an ölüme hazırlıklı olması gerektiğini hatırlatır.

68- Hayat veren de öldüren de O’dur. O, bir emre hükmettiğinde sadece ona "Ol!" der. Ve o, hemen olmaya başlar.

Kadâ fiili “hükmetmek, son vermek, karar vermek, kararı açığa vurmak” gibi anlamlarda kullanılır. Yargıçlar, davaları çözüp karara bağladık­larından dolayı kendilerine "kadı" adı verilmiştir. Bir emre karar verdiğinde (kadâ) sadece bir şeye yani henüz varlık âleminde olmayan o emre, ilme, bilgiye, “ol” demektedir. Burada öyle bir Rab tasavvuru oluşturulmaktadır ki insan bunu kendi üzerinden kıyaslayamaz. Zira Rabbimizin fiillerini anlamadaki bir usul de tenzih üzerindendir. İnsan aklındaki fikri hayata geçirmek için ya onu yapar ya da yaptırır. Ancak burada bir emir ve ona hüküm veren vardır. O emrin hayata geçirilmesi değil, kendiliğinden oluşmaya başlaması söz konusudur. Dolayısıyla insanın fikrini/düşüncesini hayata geçirmesinden çok daha farklı bir süreç burada anlatılmaktadır. “Ol!” demesi o şeyin oluşması için gerekli kanun ve şartları yaratması olabilir. Öyle ki söz, ilkeler ve kuralları belirlemedir. Zira “Hiçbir şey yokken söz vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi…” (Yuhanna 1: 1-18)

Âyetin sonundaki “fe yekûn” fiili, “geniş zaman” kipidir. Bu ibare, Allah'ın yaratma fiilinin devam ettiğini gösterir. Demek ki Allah'ın yaratması bir defada olmuş bitmiş ve Allah, kâinatı yaratıp bir kenara çekilmiş değildir. Aksine yaratma dinamizm içinde sürüp gitmektedir. Âyete Allah “Ol der, o da olur.” şeklinde meal vermek bizce hatalıdır. Zira oluş, tıpkı bozuluşta olduğu gibi bir süreç ile gerçekleşir. Bunun örneği insanın önce topraktan, arkasından nutfe ve alakadan yaratılıp yaşlanmasını ve bu sürecin tamamlanmasını anlatan bir önceki âyettir. Şahit olduğumuz mahlûkat âleminde hiçbir şey birden ne olur ne de yok olur. Bu yüzden “yekûlu lehu kun feyekûn” ifadesine “Ol der, o da olur.” değil “Ol der, o da hemen olmaya başlar.” şeklinde anlamak akla, mantığa, yaşanan gerçekliğe, vahyin geneline ve dilsel karinelere çok daha uygundur. Bu bakış sadece dilsel bir izah değil, aynı zamanda insanın değerine değer katan bir ufuktur. Zira ilk bakış emeksiz ve beklemeden, bir anda oluşumu vaad ederken; ikinci bakış her şeyin kaide ve kurallara uygun süreçler olarak gören daha kâmil bir okuma kazandırır.

69- Allah’ın âyetleri hakkında cedelleşenleri görmedin mi? Onlar nasıl da değişiyorlar.

Sarf, bir şeyi bir hâlden başka bir hâle çevirmek veya onu başkasıyla değiştirmektir. Tasriful-kelâm, sözün değişik örneklerle açıklanması; tasrifud-derahim, paranın başka bir şeyle değişimidir. Bu işleri yapana da “sarraf” denir. “Allah’ın âyetleri” ifadesini Taberî, “Allah’ın hükümleri”; İbn Atıyye, “Hz. Muhammed’in peygamberliği ve ona gelen kitap” şeklinde açıklamışlardır. Ancak ifadenin hak ve hakikat olan her gerçeklik şeklinde anlaşılması doğru görünmektedir. Gerçeğe karşı cedel insanın hakikat algısını zamanla bozmaktadır. İnsan savunduğu bâtılı gerçek zannettiğinde yaptığı tercihler, onun kişiliğini değiştirip dönüştürmeye başlar. Şahsiyetini yitiren birey bu dönüşümden olumsuz etkilenir. Yitirdikleri yüzünden düştüğü boşluğu bir ömür yalanlarla dolduramayacak, en iyi ihtimalle kimseye faydası olmadan asalak bir şekilde yaşayıp göçecektir.

70-Onlar, kitabı ve resûllerimizle gönderdiğimizi yalanladılar. Oysa yakında bilecekler.

El-kitap, insanî erdem ve değerlerin değişmezliğidir. Müşrik zihin bunların menfaatine göre esnetilmesini veya unutulmasını ister. Kuralları kendisinin belirlemesine alışkın olduğundan her durumda kitabî olan, ilkeli davranan ve bunu savunan hakikatin elçilerine karşı sürekli düşmanlık besler. Kitaplaşmak, değerlerin kayıt altına alınıp sabitlenmesidir. Müşrik kafa sözlü kültür, efsane ve mitoloji üzerinden bir yaşantıyı menfaatine uygun daha kolay manipüle edebilir. Bu nedenle kitap (evrensel değerler) ve onu yaşayanları (elçileri) sürekli yalanlamıştır.

71-Onlar, boyunlarında halkalar ve zincirler olduğu hâlde sürüklenecekler.

Eğlâl kelimesi, kendisiyle bağlanılan ve organları ortasına alan bağ; zorlamak, azap etmek, esirlik manasıyla boynu saran ve boyun ile beraber iki veya bir eli bağlı, hapsedilenin boynuna geçirdikleri demir toka/halka, kelepçedir (Elmalılı). Burada ağlâl kelimesi, evrensel ilkelere bağlı olmayanları bekleyen akıbettir. Kurallı ve ilkeli olmak ilk etapta arzuları yerine getirmekte bir engel gibi dursa da nihai anlamda özgürleşmektir.

Selâsil çoğul bir kelimedir. Ayakları birbirine bağlayacak olan zincirler demektir. Tekili silsiledir (Hâkka 32). 66. âyetteki Allah’ın dûnunda olanlara kulluğun; insanın elini ve kolunu nasıl bağlayacağı cehennem üzerinden burada resmedilmiştir.

72- Onlar kaynar suda, sonra da ateşte yakılacaklar.

Yuscerûn fiili, yanacak­lar demektir. Sâffât 67 ve Vakıa 54’te “Üzerine hamimden içecekler.” buyrularak bu sıvıyı içecekleri haber verilir. Bu azap öyle bir azaptır ki kişinin hem içini hem de dışını yakar. Tüm azap âyetleri, “Herkese yaptıklarının misli (tam karşılığı) vardır.” (Zümer: 70;  Necm: 39) gibi âyetler ışığında anlaşılmalıdır. İnsanları can evinden vurup onların içlerine kor düşürenler, kulları köleleştirenler, masumlara maddî ve manevî olarak zulmeden her zorbanın yaptığının tam karşılığı bu âyetlerde özetlenmiştir. Bir önceki âyet ile birlikte okuduğumuzda köleliğin fizikî ve psikolojik azabına bir gönderme de yapılmış olabilir. Kurân’daki azap âyetlerinin şiddeti tamamen kulun iyiliği içindir. Zira ceza ne kadar caydırıcı olursa suç oranı o ölçüde düşecektir. Cehennemlik bu zorbalar bir şeylere güvenip sırtlarını dayayarak zulmetmiştir. Onlara sorulacak soru şudur:

73- Sonra onlara denildi ki: "Allah'ın astında şirk koştuklarınız nerede?"

Adâletin değişmez kuralı, zâlime hesap sormak için onun dayandığı gücü elinden almaktır. Zira kuvvete dayanmayan adâlet aciz, adâlete dayanmayan kuvvet zâlimdir. Bu da ancak güçlü bir yargılama ve yönetim ile olur. Herkese mavi boncuk dağıtmak kolaydır; ancak zor olan hakkaniyetli olabilmektir. Kuvvetsiz adâlet ve adâletsiz kuvvet iki büyük felâkettir. Allah’ın astında, taparcasına önem verilen her şey insanı şirke bulaştırır. İnsanın; kendi nefsini, makamını, aşiretini, malını-mülkünü, totemlerini, zekâsı ve ilmini mutlak sebep olarak görmeye başladığında artık onlara ulaşmak veya onları kaybetmemek için yapamayacağı kötülük yoktur.

74- Derler ki: "Onlar bizden saptı. Bilakis biz daha önce hiçbir şeye davet etmemişiz. Allah, örtenleri işte böyle dalâlette bırakır."

“Onlar bizden saptı.” ifadesi; “Su, sütün için­de kayboldu.” tabirinden alınmıştır. İmân, beşeri insan yapan değerler bütününe güvendir. Bu değerleri şirk ile sulandıran güveni kaybeder. Güveni kaybedenin imânı bir fayda vermez (Mümin: 85) Burada kaybolup giden bâki olan değerler değil, fâni olan zevklerdir. İnsanların taparcasına önem verdiği makam, mal, çevre, ideoloji, imaj ve sosyal statüleri hulasa geçici olan neleri varsa onlar kaybolup gidecektir. Bâki olan insanın şahsiyetini oluşturan değerler bütünüdür. Bunlara sahip olmayan sâlih ameller ortaya koyamaz. “Mal ve çocuklar dünya hayatının ziynetidir. Bâki olan sâlih ameller, sevapça ve hayırlı emel olarak Rabbinin katında daha hayırlıdır.” (Kehf: 46) Fâni olana Kurân ziynet demiştir. Bu ifade onu yok saymak değil, ona hak ettiği kadar önem vermek manasındadır. Mümin araçsız kalmamalıdır. Ancak füru olan ziynetler hayatın aslı gibi görünmemelidir.

Müşriklere sorulduğunda Allah müşrikleri mi saptırır, yoksa müşrikler kendi tercih ve iradeleri ile sapmayı mı seçer? Kurân’daki “yudillu(A)llâhu” ifadesinin manası Allah saptırır demektir. El Hayır olan Allah’ın saptırması aslında bir neden değil, bir sonuçtur. Bu cümlede kulların önce tercihleri sonra da bu tercihlerin sonucu olarak “Allah onları saptırır.” ifadesi vardır. Hakikati örttükleri için Allah bu fiillerinin sonucunu onlara göstermiştir. Bunu sonuç değil de sebep olarak anlamak atletizmde yüz metre koşusunu kaybeden birinin yerçekimi yüzünden kaybettiğini iddia etmesine benzer. Aslında kazanan da kaybeden de aynı şartlarda yarışmasına rağmen suçu kuralları belirleyene bağlamak iftiradır. “Allah saptırır.” ifadeleri, iradeyi ortadan kaldırmaz, tam aksine seçimlerin sonuçlarını anlatır. Enfâl 17’deki “Allah öldürdü veya attığın zaman sen atmadın, Allah attı.” gibi ifadelerde “Allah öldürdü ile Allah attı.” yargıları birer sonuçtur. Sebepler manasında “Allah öldürttü.” veya “Allah atmanıza neden oldu.” gibi ifadelerin seçilmemesi yorumumuzun gerekçeleridir. Allah’ın mutlak fail olduğunu ifade eden âyetlerin tamamı sebepler üzerinden değil sonuçlar üzerinden anlaşılmalıdır. Allah’ın hakikati örtenleri dalâlete sürüklemesi değil (sebep) dalâlette bıraktığından (sonuç) bahsedilmiştir. Bir sonraki âyette dalâleti Allah’ın isteği değil, kulun yaptıkları yüzünden olduğu şöyle izah edilecektir:

75- İşte bu, sizin yeryüzünde haksız yere böbürlenip şımarmanız sebebiyledir.

Allah kimi saptırır? Böbürlenip şımaranları saptırır. Zira böbürlenip haksız yere övünmek kişinin eksiklerini görmesine, öz eleştiri ile doğru yolu bulmasına engeldir. Dahhak der ki: “Ferah” sevinç demektir. “Merah” ise haksızlık, had­di aşmak demektir. (Kurtubî)

Ferihun kelimesi “f-r-h” kökündendir. Manası çok sevinen, şımaran demektir. Kazanılan bir başarıdan dolayı duyulan tatmini ifade etmektedir. Fahur ise “f-h-r” kökündendir. İsmimübalâğadır ve “çok böbürlenen/kendini çok öven” anlamındadır. Bu da olumsuz bir hâletirûhiyedir. “Muhakkak ki Allah kendini beğenip böbürlenenleri sevmez.” (Lokman: 18)

 

Merah kelimesi, “şıma­rıklık” hâlidir ki bu hâl aklî değil hissî bir durumun sonucudur. Kelime Kurân’da 3 yerde gelir ve 3 yerde de olumsuzdur. Allah’ın nasıl saptırdığı bu âyette izah edilmiştir. İnsan kendini aşırı över ve böbürlenirse aslında aklını ve hevâsını ilâh edinme yoluna girer. Tüm övgülerin Allah’a tahsis edilmesinin hikmeti insanın bu zaafının önüne geçmektedir. Şımarma; hak edilmemiş ilgi ve övgü sonucu kişinin aşırı davranışlar sergilemesidir. Firavun ve çevresinin durumu buna tipik bir örnektir. Firavunlaşmanın temelinde menfaatperestlerin payeleri yatar. Kendisine karşı gösterilen sevgiye, ilgiye, verilen değere bakıp yersiz ve aşırı davranış ve isteklerde bulunmak şımarmadır. Bu hâlin sonu kibirdir. Kişi artık övülmese de kendisini çok değerli ve önemli zannetmeye devam eder. “Kendini şımart!” değil “Kendini ödüllendir!” daha doğru bir tasavvurdur. Zira kendini şımartan, tevazudan uzaklaşıp kibir ve bencilliğin kapısını açar. (Bkz. Kasas: 76) Müslüman bencilce tüketerek değil paylaşarak, sevindirerek, iyilik yaparak aslında kendisini ödüllendiren kişidir. Kazanılan her ecir, yapılan her yardım başkasından ziyade öncelikle kişinin kendisini ödüllendirmesidir. Cennet kendini şımartanların değil, başkasının sevincine ortak olanların mekânıdır.

76- Hâlin değişmeden kalacağı cehennemin kapılarından girin. Artık kibirlenenlerin kaldığı yer ne kötüdür!

İstikbar duygusu, büyüklük kuruntusudur. İstikbar edenlerin hiçbiri aslında büyük değildir. Onları büyük ve yüce yapacak bir özellikleri de yoktur. Ancak onlar, kendilerinin çok önemli ve değerli olduğunu zanneder. Bunun temel sebebi hak etmedikleri paye ve imkânlarla şımartılmalarıdır. Cehennemde bu hâlin değişmediği, “hâlidîne” kelimesi ile ifade edilmiştir. İnsan ne yaparsa bu dünyada yapmalıdır. Nefis terbiyesinin mekânı dünyadır. Âhirette kâmil olanlar kötüye gitmez, kötüler gelişip kemâle doğru ilerleyemez. İlerleselerdi cehennemden çıkmak söz konusu olabilirdi. Ama öyle bir seçenek, ihtimal dâhilinde bile değildir. O yüzden orada kalıcıdırlar.

77- Öyleyse sabret! Muhakkak ki Allah’ın vaadi haktır. Böylece onlara vadettiklerimizin bir kısmını ya sana gösteririz veya seni tamamlarız. Sonunda rücu bizedir.

Bağlamdan anlaşıldığına göre, buradaki sabrın yönü insanın kibrini besleyen böbürlenme, övgü ve şımartılmadır. Kibirli müşriklere vaad edilenin bir kısmını görmek ifadesi, şımarıp böbürlenenlerin, insanlara tepeden bakıp aşağılayanların hak ettikleri muamelenin bir kısmını dünyada yaşayarak tecrübe etmesidir. İnsanları hor ve hakir gören cehennemlikler vaad edilenin tamamı değil, bir kısmını yaşayarak görür ve bunun zararını kendisi çeker.

Burada insanlara imamlık, liderlik yapan tüm yöneticilere, resûl üzerinden bir uyarı yapılmıştır. Ya kibirlenip yalnız kalınacak ya da Rabbe rücu edilip kemâl yolculuğu tamamlanacaktır. Nebi de olsa tercih, kişinin kendisine bırakılmıştır. Doğrudan Allah Resûlü’ne hitaben yapılan başka bir uyarı da şöyledir: “Ve yeryüzünde şımararak yürüme! Muhakkak ki sen, yeri delemez ve asla dağların boyuna erişemezsin.” (İsrâ: 37) “Ve insanlardan (kibirlenerek) yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Muhakkak ki Allah, çalımla yürüyenlerin ve çok övünenlerin hiçbirini sevmez.” (Lokman: 18) Eğer bu uyarılar dikkate alınmazsa kâfirlere vaad edilenin bir kısmını nebi de olsa görecektir. Bu Allah’ın değişmez sünnetidir. (Bkz. Mümin: 85) İkinci seçenek âyetlere vefa ile kemâl yolculuğunu tamamlamaktır. Âyetteki “neteveffeyenneke” ifadesi bu yüzden “…seni öldürürüz.” veya “…vefat ettiririz.” değil ilâhî kılavuzlukla eksiklerini tamamlarız manasındadır. O yüzden âyet “Artık sabret!” diye başlamıştır. Sabırsızlık ve acelecilik kâmil bir duruşun değil, tamamlanmamış bir hâlin göstergesidir.

78- Ve doğrusu senden önce de resûller gönderdik. Onlardan bazılarını sana kıssa ettik ve bazılarını etmedik. Allah’ın izni olmadan resûl âyet getiremez. Artık Allah’ın emri geldiğinde hakla karar verilir. Ve bâtılı isteyenler orada hüsrana uğrayacaktır.

Bu âyetten birçok resûlün gelip geçtiği net olarak anlaşılmaktadır. Çokluktan kinaye olarak 124 bin peygamberin geldiği de rivayet edilmiştir. Kurân’da gönderilen elçilerin kesin sayısına yönelik Hz. Muhammet (as) bir bilgi verilmemiştir. Gönderilen elçilerin sayısının yüz yirmi dört bin, iki yüz yirmi dört bin, yedi bin, dört bin, sekiz bin olduğunu ifade eden nakillerin tamamı bizce çokluktan kinayedir. Zaten kimsenin muradı net bir rakam vermek değildir. Âyetten anlaşıldığına göre, Hz. Muhammet’ten Kurân’da anlatılan 25 peygamberin dışında gönderilenleri de kıssa etmesi istenmiş olabilir. Zira devamında “Allah’ın emri olmadan resûl âyet getiremez.” şeklinde bir uyarı vardır. “Artık Allah’ın emri geldiğinde hakla karar verilir.” ifadesi resûlü kendi hükümleri ve görüşlerini beyan etmede sıkıştıranlar olduğunu da göstermektedir. Resûle düşen Allah’ın hükmü gelmeden fikir beyan etmemektir. Resûlün çevresindekilere de “kıymete kanaat etmeleri” gerektiğine dair bir uyarı yapılmıştır. Bu uyarılara rağmen kitapta olmayanları ısrarla talep edenler için âyet “bâtıl olanı” yani anlamsız ve işlerine yaramayacak muamelatı “istememesi” şeklinde hitap etmiştir. Kitapta olmayanların peşine düşenlerin durumunun da hüsran olacağı haber verilmiştir. Burada kitapta olmayan o dönemin insanlarının enam türü hayvanlara yükledikleri aşırı değer ve bâtıl inançları da olabilir. Zira konu bir sonraki âyette enam türü hayvanlarla devam edecektir. Enama farklı manalar yükleme şu âyetlerde de işlenecektir: “Allah; bahîre, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey kılmamıştır.” (Maide: 103) “Ve dediler ki: ‘Enamın karnında olanlar erkeklere hastır.’ ” (Enâm: 139)

79- O Allah ki, sizin için bazı hayvanları binek ve bazısını yemek kıldı.

Enâm kelimesi özellikle deve, daha genel olarak da deve ile birlikte sığır, koyun ve keçi türlerini ifade etmek üzere kullanılır.  Aşırı dini anlamlar yüklenen bu hayvanların ne olduğu anlatılarak aslında ne olmadıkları izah edilmiştir. Bu hayvanların uyduruk inançlara konu olmasının asıl sebebi ekonomik değerlerinden dolayıdır. Sürüsü olan bir Mekkelinin o dönem için hiç kimseye muhtaç olmadan yaşayacağı serveti ve ekonomik özgürlüğü vardı. Bundan dolayı sürülerini arkada bırakıp hicret edemeyenler, Zümer sûresi 6. âyet ve devamında da gündeme gelmişti.

80- Ve onlarda sizin için menfaatler de vardır. Ve sinelerinizdeki hacete onların üzerinde ulaşırsınız. Onların ve gemilerin üzerinde taşınırsınız.

Zemahşerî, “Gönüllerinizdeki arzuya onlara binerek ulaşırsınız.” mealindeki cümleyi şöyle açıklar: Maksat, hac yolculuğu ve savaş sırasında uygun hayvanlara binmek; dinin yaşatılması ve ilim tahsili için bu hayvanlarla ülkeden ülkeye dolaşmaktır.” demiştir. Ancak sûre hicret öncesi inmiştir. Mekke ve çevresinde yaşayanların hac yolculuğunu düşünmesi ve savaşlar için henüz erkendir. Âyette ayrıca “Gemilerin üzerinde taşınırsınız.” gibi bir ifade daha vardır. Mekke’ye en yakın liman 250 km uzaktaki Cidde’dedir. Oradan gemilerle başka coğrafyalarda ulaşım yapılmaktadır. Bağlam düşünüldüğünde burada “Allah’ın insana bahşettiği akıl nimeti ile ulaşım araçlarına sahip olduğu ve bir coğrafyaya mahkûm olmadığı, zulüm gördüğü bir yerden aklını kullanarak hicret edebileceği hatırlatılmış” olabilir. Allah Resûlü’nün hicretini hatırlatan İsra sûresinin ilk âyetinde de “Âyetlerin bir kısmını gösterelim diye gece kulunu yürüten Allah…” şeklinde bir ifade vardır. Burada da ulaşım araçlarından ve sinelerde olan hicret isteğine, göç için gerekli olana (hacete) değinildikten sonra tıpkı İsrâ sûresinde olduğu gibi bir sonraki ifadede âyetleri göstermekten bahsedilecektir.

81- Ve size âyetlerini gösteriyor. Öyleyse Allah’ın hangi âyetlerini inkâr edebilirsiniz?

İnkâr edilme ihtimali Kurân âyetleri, hayvanların binek olması veya suda gemileri kullanmak değildir. İnkâra konu olan Allah’ın insanların sinelerinde olanı açığa vurmasıdır. Yani içlerindeki bu davadan sırf düzenleri veya müşriklerin güçlerinden dolayı vazgeçmeleridir. Kimi hayvanını bırakıp müşrik Mekke sistemini terk edemezken -ki onlar öncelikli olarak Zümer sûresinde işlendi- kimi de buradaki gibi her şeyi hatta inancını bile arkasında bırakıp kaçmayı düşünmektedir. Firavun kadar güçlü olmayan Mekkeli müşriklerden korkup her şeyi arkada bırakıp kaçmak kişiyi gerçek kurtuluşa ulaştırmaz. Bu düşüncede olanlara şöyle bir uyarı gelir:

82- Onlar yeryüzünde dolaşmadılar mı ki kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna baksınlar? Ve onların ekserisi, kuvvet ve eserler bakımından yeryüzünde kendilerinden daha şiddetliydi. Fakat kesp ettikleri onları muhtaçsız kılmadı.

Âyetin sonundaki “Kesp ettikleri onları müstağni/muhtaçsız ve ihtiyaçsız kılmadı.” ifadesi, insanın doymak bilmez nefsi arzularına bir göndermedir. Önceki kavimler buna tipik örnektir. Firavun ve ailesinin yedi göbek yese de bitiremeyeceği bir serveti olmasına rağmen İsrailoğullarını köleleştirip zulmetmeye devam etme arzusunun aklî bir izahı olamaz. Bunu sadece zengin olma arzusu ile anlamak da eksik olur. Burada muhtaçsızlık değil gelecekte muhtaç olma korkusu veya açlık değil açlık korkusu olabilir.  “Ve Allah, güvenlik içinde ve tatmin olan bir kasabayı misal verdi. Onun rızkı, her yerden bol bol geliyordu. Ancak Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Böylece Allah, yaptıkları yüzünden onlara açlık ve korku elbisesini giydirdi.” (Nahl: 112) Evham ve korkularla insanın yapmayacağı kötülük yoktur. Açlık ve korku elbisesini giyen biri hakikate karşı alaycı bir tavır takınabilir.

83- Öyle ki onlara resûlleri beyyinelerle geldiğinde yanlarındaki ilim sebebiyle şımardılar. Ve alay etmiş oldukları şeyi hak ettiler.

Peygamberleri onlara apaçık bilgiler getirince, onlar kendilerinde bulunan (beşeri) bilgiye güvendiler. O bilgi; firavun bağlamında kıtlık ve kuraklığın gelmeyeceği, helâk olan kavimler bağlamında doğal âfetlerin yaşadıkları şehri yok edemeyeceği, Hz. Muhammed bağlamında Müslümanların Mekke’yi asla fethedemeyecekleri veya kontrolünü asla sağlayamayacaklarıydı. Hak resûllerin getirdiği insanî erdemler, paylaşma, güzel ahlâk ve merhameti bırakıp kendi bilgisini, egosunu ve menfaatlerini önceleyenler, adâlet ve merhametten bahsedenleri alaya almışlardır. Ancak öyle bir gün gelir ki alaya aldıkları değerlere en başta kendileri muhtaç olur.

84- Bizim baskınımızı gördükleri zaman: "Allah’a ve O’nun birliğine imân ettik. Ve O’na şirk koştuğumuz şeyleri örtenlerden olduk." dediler.

Şirk koşulanı “tunkirûn/inkâr” değil de “keferna/örtenlerden olma” ifadesi manidardır. Zira inkârda ret varken, örtmede bir gizleme vardır. Allah’ın baskını helâk, fetih veya geri dönüşü olmayan kriz anlarıdır. Artık bu noktadan sonra ne imânın ne de pişmanlığın faydası olacaktır. Şirk koşulanları örtmek mecburiyetten yapılmış bir tercihtir. Koşullar düzelince o örtüyü kaldırıp eski inanca dönme ihtimalini anlatan bir itiraftır. Mekke’nin fethi sonrası (Allah’ın baskını) resûlü ve müminleri öldürmek isteyenlerin “Senden iyilik bekliyoruz, çünkü sen hayırlı bir kardeşsin.” demeleri aslında ölüm korkusuyla içlerinde olanı örtmeleridir. Onların imânlarının gerçek bir imân olmayacağı için Allah Resûlü onlara “kardeşlerim değil salı verilenler, serbest bırakılanlar” manasında “tulekâ” demiştir.

85- Böylece baskınımızı gördüklerinde artık imânları onlara bir fayda vermedi. Allah’ın, kulları hakkındaki gelip geçen sünneti budur. Örtenler orada hüsrana uğrayacaktır.

Allah'ın yolu veya yöntemi (sünnetullâh), Yaratıcı'nın koyduğu/oluşturduğu tabiî kanunların tümünü ifade eden bir Kurân’î terimdir. Bu âyet tüm sûrenin özeti ve ana fikri hükmündedir. Eğer kişinin imânı bir fayda üretmiyorsa inancının kendisine ve başkasına bir hayrı yoksa o inanç ilâhî değil beşerî bir uydurmadır. Âyetin de beyan ettiği üzere imân fayda veren bir mertebedir. Benzer bir âyet der ki: “Sizler müminlerseniz imânınız size ne çirkin şeyler emrediyor?” (Bakara: 93) İmân konusunda bile Kurân’ın pragmatik konuya yaklaşması dikkat çekicidir. Bu örnekte, gerçek bir iç aydınlanma olmadan gelişen inancın manevî bir değer taşımayacağı da anlatılmıştır.

Firavun boğulacağını idrak ettiği zaman dedi ki: “İsrailoğullarının inandığından başka ilâh olmadığına ben de imân ettim. Ve ben, Müslümanlardanım.” (Yûnus: 90)

Firavun’un suyun altındaki imânı ona ve kendisiyle beraber boğulup giden askerlerine fayda vermediği gibi o dönemin insanlarına ve günahkârlarına iş işten geçmeden samimi bir dönüş yapmanın değeri hatırlatılmıştır.

Sonuç olarak sûrenin bu son âyeti, buraya kadar işlenen konuların özeti hükmündedir. Aslında yeryüzündeki hayat gelişigüzel akıp gitmiyor. Toplumlarda cereyan eden hadiseler, sebepsiz ve hikmetsiz yürümüyor. Aksine her şey, sarsılmaz ve değişmez düsturlara, sebep-sonuç prensiplerine göre işliyor. Bu nedenle Kurân’daki “sünnetullah” kalıbı, varlığın işleyişinde nedensellik ilkesini izah eden muazzam bir kavramdır. (Bkz. Fâtır: 43)

Mümin sûresinden anladıklarımız şimdilik bunlar olmakla birlikte en doğrusunu Alîm olan Allah bilir…

 

 

 


 
Eklenme Tarihi : 3.02.2024 18:04:38
Okunma Sayısı : 1229