Müminûn Suresi
Sure, adını “müminler” anlamına gelen ilk ayetinden alır. Mekke döneminin sonlarında inmiştir. Bir önceki sure olan Zuhrûf suresinin son ayetinde “Onlar mümin olmayan bir kavimdir.” denildikten sonra şimdi de gerçek müminlerin burada 6 özelliği sayılacaktır.
Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla…
1- Müminler felâha ermiştir.
Ayetin başındaki kad, mâ edatının zıddıdır. Çünkü kad olması beklenenin gerçekleştiğini bildirir. Mâ ise, onu nefyeder veya gerçekleşmediğini bildirir. Müminler neden felaha ermiştir? Ne yapmışlardır da bu sonuca ulaşmışlardır?
Aslında bu ilk ayet, bir sonuçtur. Felahın aslı, yarmak demektir. Toprağı yardığından dolayı çiftçinin de bir vasfıdır. Sonradan başarıya ulaşmak, arzu edilen şeyi elde etmek anlamında kullanılmıştır. Yeri ziraat için sürmek, emek isteyen zor bir süreçtir, bunu başaran felaha ermiştir. Burada müminlerin kendilerini katı bir şekilde saran atalar inancının oluşturduğu şirk kültürünü yarıp felah buldukları müjdelenir.
Ayetlerin indiği Mekke’nin son dönemlerinde müminler kendi içlerinde öyle bir değişim ve dönüşüm yaşamışlar ki artık zemin yeni bir tohuma hayat vermeye müsait olmuştur. Bu potansiyel felah, bir başarı olarak aktarılır. Peki, onlar bu felaha nasıl ulaşmıştır?
2-Onlar ki, namazında huşûludur.
Namaz olarak çevirdiğimiz “salat” kelimesi sırt, kuyruk sokumu, uyluk kemikleri vb. anlamlarından gelmiştir. Bu nedenle vücudu dik tutan ana omurga ve destek demektir. Aynı kökten olan salla yöneliş, musallin yönelenler demektir. Tıpkı peygamber gibi namaz kelimesi de Farsçadan dilimize girmiştir. Toplumda namaz dendiği zaman herkesin aklına gelen; bedenen yapılan, zamanı ve bir şekli olan ibadettir. Namaz bu manada genel bir isim iken, salat namazın sıfatlarından biri olarak kabul edilebilir. Namazın diğer sıfatları hamd ile tespih, rükû, secde, kıyam, zikir ve duadır. Bu sıfatlar namazın özellikleridir.
Namazın salat fonksiyonu, onun insanı maddi ve manevi yönden desteklemesidir. Cemaat ile kılınan namaz bir aidiyetlik verirken, bireysel namaz kişinin Rabbine kendini yakın hissetmesinde önemlidir. Namaz olmasa -belki de- gündelik hayatın koşuşturmasında kişi Rabbini hiç zikretmeyecek ve ona sığınamayacaktır. Burada namazın diğer sıfatları değil de neden “salat” sıfatı seçilmiş ve öne çıkarılmıştır?
Namaz; ayetleri hatırlatması yönünden zikirdir, insana tevazuu öğretmesi açısından rükû, kibri kırması yönünden secdedir. Namaz bir nevi derin düşünme/meditasyon ve huzurlu bir ortamda kişinin kendi kendini dinlemesi manasında hamd ile tespihtir. Kişinin içini döküp dertleşme imkânı sağladığı için niyaz, kendine belirlediği hedefleri dile getirip onları gerçekleştirme yönünde bir irade ortaya koyması manasında bir duadır.
Ancak okuduğumuz “Müminûn” suresinde namazın bu seviyeye nasıl çıkarılacağı, yani ikamesi/ayağa kaldırılması anlatılacaktır. Kurân’da “Salatı ikame edin!” emrinin tefsirini bu ayetlerden öğrenmekteyiz. Bu bakımdan salatın bizi ve hayatımızı ikamesi/ayağa kaldırması için ilk şart huşûdur. Huşû yoksa o namaz bir tekrara dönüştüğü için kişiyi manen desteklemeyecektir.
Kurân’da türevleriyle birlikte 17 yerde geçen huşû kelimesi, Arap dilinde “bakışın yere dikilmesi, gözleri kapamak, sesi alçaltmak, kederli bir tavır takınmak, boyun bükmek ve tevazu” gibi anlamlar taşımaktadır. Araplar, toprak kuruduğu ve yağmur yağmadığı zaman “ardun haşiatun”, duvar yıkılıp yere serildiği zaman “cidârun haşiun” derlerdi. Lügat manalarının yanında, Kurân’daki “huşû” tam bir boyun eğiş ve bunun gerektirdiği eylemleri sergilemek demektir.
Gerçek müminler tüm aşırılıklardan, çıkıntılardan, kibir tepelerinden ve heva çukurlarından kurtulup mümbit ve verimli bir tarla gibi kendilerini hazırlamışlardır. Bunun talimi namazdır. Namaz bir amaç değil araçtır. Bu aracı huşû ile eda edenlerde artık bir iyilik ekildiğinde 100 dane verecektir.
Huşû, bilgi ve bilinçten kaynaklanır. Mesela Allah’ın büyüklüğü hakkında insanın bilgisi arttıkça mütevazılığı, küçüklük ve acziyet bilgisi olan huşû’u da artar. Huşû bilinçli müminlere dünyada nispet edilir, kâfirlere ve münafıklara ise âhirette… (Meâric: 44, Nâziât: 9). Çünkü onlar ancak azabı görünce bu bilince ve acziyetlerinin farkına varırlar. İsrâ suresi 109’da huşû şöyle ifade edilir: “Ve onlar yere kapanırlar. Ve huşûları artarak ağlarlar.” Namazın dua sıfatına atfen Bakara 45 şöyledir: “Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz bu, huşûlu olanlardan başkasına ağır gelir.” Namazı bir yük veya borç gibi görüyorsak orada eksik olan huşû demektir. Peki, namazda huşûyu artırmak için Müminun suresi bize neleri tavsiye eder?
3- Ve onlar ki, boş şeylerden yüz çevirir.
Lağv; kelimesi “hükmü kalmamak, geçersiz olmak, saçmalamak, sözünde hatalı ve yanlış olmak, boş söz, fayda ve menfaat elde edilmeyen ve önemsenmeyen söz, şey, günah, bâtıl, gürültü yapmak, yaygara koparmak, karışıklık çıkarmak” anlamlarına gelir. Kısaca Arapçada “lağv” sözcüğü, kişinin amacına ulaşmasında yararı olmayan “her türlü boş ve anlamsız şeyleri” içine alır. Bu ifadenin namaz ve huşû ile alâkası şu ayet ile izah edilmiştir: “Ne dediğinizi bilinceye kadar salata yaklaşmayın.” (Nisa: 43) Sarhoş birinin saçma sapan, birbiri ile alâkasız konuşması ayetteki “lağv” ifadesini örnekleri üzerinden açıklamaktadır. Sözün anlamsızlığı sadece muhatabın değil, kişinin kendisinin de söylediklerini anlamaması demektir. Okunan ayet veya duaların ne manaya geldiğini önemsemeden okumak veya sürekli aynı sureleri ve duaları tekrarlamak bir süre sonra namazı tekdüze bir hâle çevirip huşûyu azaltacaktır.
İnsan her namazda, huşûyu aynı seviyede zaten tutamaz. Bu bazen olan kıymetli bir andır. Huşûyu; ortam, giyim kuşam, beden sağlığı ve zihin berraklığı doğrudan etkiler. O yüzden “namazlarında” değil “…namazında huşûludur.” şeklinde tekil bir kullanım yapıldığı göze çarpmaktadır.
4- Ve onlar ki, zekât için çalışırlar.
Kurân’da “zekâtın” söz konusu olduğu yerlerde kelimenin yanına “i’ta/vermek” fiili getirilmek suretiyle “Zekâtı verin!” şeklinde ifade edilmiştir. Kurân’da ahlâkî temizliğin kastedildiği yerlerde tezkiye (arınma) kavramı, cümle içinde yalın hâlde zekâ fiili ve türevleriyle ifade edilmiştir. Bu ayette ise “…veâtu-zzekâte/zekâtı verin!” yerine “velleżîne hum lizzekâti fâ’ilûn/Ve onlar ki, zekât için çalışırlar.” şeklinde gelmektedir. Zekâtın faili olma ifadesi, bunun maddi servetten fakirlere verilen sadaka veya infak anlamının yanında bu maddi paylaşımın maneviyatımızı da arındırdığını göstermektedir.
Keşşaf Sahibi şöyle söyler: “Zekât, madde ismi olarak da mana (mefhum) ismi olarak da kullanılır. Buna göre madde, zekât veren kimsenin, zekâtı verilecek mallardan ayırıp fakire verdiği miktardır. Mana ismi oluşu, zekât veren kimsenin yapmış olduğu bu tezkiye (manevî temizlik) işinin adı oluşudur. (Râzi)
Zekât maddi fedakârlık olduğu gibi tezkiye/arınma da bir fedakârlık ister. Huşû ve bilinç ile kılınan namazın insanı arındırdığı bilinen bir hakikattir. Ancak arınmanın da şartları vardır. Bu şartlardan biri dünyalık sevgisini kalpten çıkarmaktır. Dünya ve mal-mülk ile sarhoş olup ne dediğini bile bilmeyen birinin namazı nasıl huşûlu olabilir? İşte verilen zekât bu arınmaya ve namazdaki huşûya katkı sağlar. Kurân’da namaz ve zekâtın arkalı önlü zikredilmesinin bir hikmeti de bu olabilir. Ayette, “Zekâtı verirler değil de zekâtın faili olurlar.” ifadesi “Maddi imkânları paylaşarak hem mallarını hem de zihinlerini tekasürden arındırmaya çalışırlar.” gibi bir anlam katmanını da cümleye kazandırmaktadır. Müminûn suresindeki bu ilk ayetleri hep vav’lar ile sıralanmış ve okuyucunun bu maddeler arasında bir irtibat kurması istenmiştir. Aynı durum bir sonraki ayet için de geçerlidir.
5- Ve onlar, edep yerlerini muhafaza ederler.
Bu ayet için hep “…ırzlarını, namuslarını korurlar, zinaya yaklaşmazlar.” gibi manalar verilmiştir. Ancak verilen bu manalar ayette seçilen kelimenin anlamıyla ve iç bağlamla uyuşmamaktadır. Ayrıca “…ırzlarını, cinselliklerini korurlar.” anlamı bir sonraki ayetteki “Eşleri ve köleleri hariç…” ifadesinin Kurân bütünlüğüne ters anlaşılmasının ana sebebidir.
Furûc kelimesi “ferç” kelimesinin çoğuludur. Ferc kelimesinin kökeni “iki şey arasındaki aralık” demektir. İki ayağın veya bacağın arasına furûc denir (Lisanül Arab, Müfredat). Zamanla edep yerleri manasında kinaye olarak kullanımı yaygınlaşmıştır. Kaf:6’da gökyüzünde hiçbir çatlağın, yarığın olmadığını anlatmak için kullanılmıştır. “Hani bir de o, güzel örtünen kız vardı.” (Enbiyâ: 91) Burada Hz. Meryem için kullanılan “ahsenet fercehâ” bu anlamdadır. Kadınların giyindiği feracenin de aslı bu kelimeye dayanır. Edep yerlerini belli etmeyen bol ve uzun giysilerle örtmek demektir. Görüldüğü gibi “furûc” kelimesinin ilk manası ırz, namus, cinsellik değil edep yeridir. Kelimeyi bu asli manasında düşündüğümüzde Nûr suresi 30 şöyle olmaktadır: “Mümin erkeklere söyle! Gözlerini sakınsınlar ve edep yerlerini muhafaza etsinler, bu kendileri için daha temizdir. Allah ne yaptığınızdan haberdardır.” Gelenek, ferçleri muhafazadan “göbekle diz kapağı arasını korumak” olarak anlamış ve uygulamıştır. Kelimenin manasına bakıldığında bu uygulamanın doğru olduğu görülmektedir.
Örtünmenin değeri, namaz ve diğer ibadetler ile ayetlerin indiği döneme ilişkin şu vakıa önemlidir. Arefe günü Arafat’ta vakfe yapan hille mensupları Temîm, Mâzin, Humeys ve bazı küçük kabilelerden oluşan bir gruptu. Bunlar Kâbe’yi ziyaret edecekleri zaman yanlarında yiyecek getiremezler, sadece humuslardan aldıklarını yerlerdi. Bâbüsselâm’dan içeri girdiklerinde üzerlerindeki her şeyi çıkarıp çıplak kalırlar, (furuçlarını muhafaza etmezlerdi) elbiselerinden soyunmakla günahlarından arındıklarına inanırlardı. Müminûn suresi ise ferçlerini örterek arınıp huşû bulacaklarından bahseder. Zira günahı elbise işlemez, günaha kişinin seçimleri sebep olur. Takva çıplak ibadet yapmak değil furûcu/edep yerleri muhafaza edecek kıyafetler giyinmektir.
Yine Mekke’den sağladıkları veya üzerlerindekinin dışında sırf Kâbe’yi ziyaret sırasında kullanmak amacıyla beraberlerinde getirdikleri ve daha önce giyilmemiş başka bir elbiseyi giyer ve tavafı bitirdikten sonra da mübarek mahalde kalması gerektiğine inandıkları için çıkarıp oraya bırakırlardı. “Lekâ” denilen bu elbise kimse tarafından alınmaz, çürümeye terk edilirdi. Elbise bulamayanlar ise kadınlar da dâhil tavafı/salâtı çıplak yaparlar, bundan çekinenler ise gece tavafını tercih ederlerdi. Bu ayetlerin indiği ortamda konu ırz ve namustan önce çıplak tavaf ile salatın onları arındırdığına inanmalarıdır.
6- Zevceleri veya sağ ellerinin mâlik oldukları hariç. Bu durumda elbette onlar kınanmazlar.
“Ezvâc/eşler” ifadesi hem erkek hem de kadın eşlere işaret etmektedir. Bunun içindir ki “mâ meleket eymânühüm” ifadesinin “onların kadın ve erkek köleleri” anlamına yorulması gerekir. Zaten sure “Mümin erkekler namazlarında huşûludur.” şeklinde başlamamıştır. İfadeler tüm müminleri kapsayacak şekilde bu ayette kadar gelinmiştir. Ayetteki ifadeyi sadece kadın köleler veya cariyeler olarak anlamak için ortada hiçbir karine yoktur. Kadın ve erkek, herkes sağ elin altında olanlardır.
Burada, sıcaklığın çok yüksek olduğu ve insanların iç çamaşırı giymediği ve sadece uzun bir bezi sarıp evin içinde eğilip kalktıkları, banyo yaptıkları evin dışında tuvalet ihtiyaçlarını gördükleri bir ortamdan bahsedilmektedir. Her türlü dikkate rağmen kendiliğinden, yani fark edilmeden açılan yerlerinden dolayı da kınanmamaları gerektiği ifade edilmiştir. Bu durum Nûr suresi 31’de şöyle ifade edilir: “Mümin kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, edep yerlerini (furûcehunne) muhafaza etsinler görünen kısımlar müstesna…” Furûc ve ırzı koruma arasındaki farkı şöyle bir örnekle günümüze de alabiliriz: Ameliyattan çıkan bir hastanın mahremiyetine dikkat edememesi onun ırzını korumadığı anlamına gelmez. İşte “Edep yerlerini örtsünler ile ırzlarını korusunlar.” arasında bu kadar büyük bir fark varken, basit bir örtünme emrini ırza ve namusa bağlayıp oradan cariyeler ile cinsel ilişki iması çıkarılmış ve Kurân’ın nikâh ile ilgili muhkem emirlerine aykırı zinaya yol açan teviller yapılmıştır.
Meâric suresinde de aynı bağlam vardır: “Onlar salâtlarında dâimdirler. Ve onların mallarında malûm bir hak vardır. İsteyenler ve mahrûm olanlar için.” (Meâric: 23-25) Müminûn suresindeki girişin hemen hemen aynısı yapıldıktan sonra konu şuna getirilir: “Ve onlar, edep yerlerini muhafaza edenlerdir. Zevceleri veya sağ ellerinin mâlik oldukları müstesna. Artık muhakkak ki onlar kınanmazlar.” (Meâric: 29-30) Dikkat edilmesine rağmen kendiliğinden görünen ve fark edilmemiş durumlar için insanların ayıplanmaması gerektiği de ifade edilmiştir. Nihayetinde insanlık hâlidir, olabilir. İnsan ne kadar dikkat etse de bazen farkında olmadan baldır ve sırt açılabilir. Burada belirleyici olan niyet ve kasıttır.
Kadın veya erkek olsun namazda iken üzerinin açılmasına sebep olacak her tür giysi onun huşûsuna olumsuz etki edecektir. Evde tek başına, karanlıkta kılınan namazda kimse o kişiyi görmese de giyim kuşam kişinin kendi huşûsu için önemlidir. Kişinin dikkatini dağıtmayacak bol ve rahat giysilerle namaz kılması bu bağlamdan anlaşılmaktadır.
Salatın ikamesi, özellikle evlerde kılınan namaz ile giyim kuşamın doğrudan bir alâkası vardır. Bunu şu ayette net olarak görmekteyiz: “Evlerinizde vakarınızla oturun. Evvelki cahiliye zamanındaki gibi açmayın. Namazı ikame edin ve zekâtı verin. Allah ve O’nun resulüne itaat edin. Ey ehlibeyt! Allah sadece sizden günahları gidermek ve sizi temizlemek istiyor.” (Ahzâb: 33) Giyim kuşamın namaz ile alâkası şu ayette de ifade edilmiştir: “Ey Âdemoğulları! Her mescitte ziynetlerinizi (giyim kuşamınızı üzerinize) alınız!” (Arâf: 31) Ziynet; mal-mülk, para-pul, giyim-kuşam, makam-mevki, süs eşyası gibi basit maddi şeyler olabileceği gibi ahlâk, edep, vakar, güzel amel ve huy, takva libası gibi manevi meziyetler ve insana yakışan tutum ve davranışlar da olabilir.
Ayette yer alan “ğayru melûmîn/kınanmazlar” ifadesini iki boyutlu olarak ele almak gerekir. İlki “Allah tarafından kınanmazlar.”, diğeri “Toplum veya insanlar tarafından kınanmazlar.” Allah’ın kınamaması bu anlam örgüsü içinde yaşanan olumsuzluğun ibadetler esnasında olmasıdır. Müşriklerin çıplak ibadet yapmayı, inancının bir parçası olarak dayatmalarına bir karşı çıkıştır. O namazın veya ibadetin makbul olup olmadığını insanlar değil, Allah karar verecektir. Dine yapılan her tür ekleme veya çıkarma Kurân tarafından haddi aşmak olarak ifade edilir.
7- Artık kim bunun arkasında bir şey ararsa artık onlar, haddi aşmışlardır.
Ayetteki âdun kelimesini “sınırı, haddi aşmak” anlamında kullanmaktadır. Müşriklerin dışarıdan gelen hacılara “Bu elbiselerle günah işlediniz, onları çıkarın, bizim verdiklerimiz ile tavaf yapmak zorundasınız.” dayatması haddi aşmaya bir örnektir. Tüm ibadetlerin amacı kulluğun daha sağlıklı bir şekilde yapılmasına katkı sağlamaktır. İbadetler amaç olup hikmet bir kenara bırakılırsa -kadın erkek çıplak tavaf yaparak- rızayıilahi kazanılacağı zannedilir. Orası burası açılıp birilerini ite kaka Hacer-ül Esvet’e el sürmeye çalışanlar da bu hâlin günümüzdeki örnekleridir.
8- Ve onlar, emanetlerine ve ahdlerine riayet edenlerdir.
Başkasının bize verdiği şey “emânet”, bizim ona verdiğimiz de “ahd” olur. Her ikisinin bir âyette yer alması ve bunun “…riayet ederler.” fiiliyle ifade edilmesi de “emanet ve ahdin” yakınlığını göstermektedir. Kişinin kendi bedenine bile emanet olarak bakması, onu verenin rızasına uygun davranması, teberrüçten uzak durması ve bedeni verenle yaptığı ahde riayet etmesi anlamına gelmektedir. Bize emanet edilen bedeni ve aklı iyi muhafaza edip ahdimize riayet etmeliyiz. Zamanı geldiğinde mülkün sahibi o emaneti zaten bizden geri alacaktır. Bu bakımdan namaz, oruç beden ve sağlığın şükrü iken zekât, infak verilen imkânların şükrüdür.
9- Ve onlar, namazlarını muhafaza edenlerdir.
İlk ayette namaz ile başlayan konu 9. ayette de de namaz ile devam etmiş ve arada sayılanların yine namaz ile doğrudan ve dolaylı alâkalı olduğu başlardaki “vav”lar ile ifade edilmiştir. Namaz önce bilgiye dayalı bir huşû ile eda edilmelidir. Anlam ve amaçtan koparılan ibadetlerin sadece kabuk olduğu ve hayata yansımadığı da dile getirilmiştir. Müminler zekât ile arınmalıdır. Namazın edası sırasında mümine yakışan bir kılık-kıyafet seçilmelidir. Zira bu hâl huşûya katkı sağlamaktadır. İşte böyle yapılan bilinçli her ibadet bozulmaktan ve sıradanlaşmaktan da muhafaza edilmelidir. Buradaki muhafaza Meâric 23’te “Onlar namazlarında dâimdirler.” şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Allah’a yönelmenin, emir ve yasaklarını kabul etmenin sembolik hâli namazdır. ‘’Allah’ın kabul ettiği namaz, sadece paylaşanların kıldığı namazdır.’’ Ancak bu paylaşıma riya bulaşmamalıdır. Yoksa o da boşa gidecektir (Mâûn: 1-5). Allah’a yönelerek yapılan bireysel telkin ve talimler olan namaz; hayata mutlaka merhamet, paylaşma, sabır, hakkaniyet, ihlas ve tevazu olarak yansımalıdır.
10- İşte onlar, varis olanlardır.
Buradaki varis olmak ile bir sonraki ayette ifade edilen “firdevse varis” olmak arasında fark olmalıdır. Bu ayetteki varis olmak, Kuran’i bir kültür oluşturup bu marufu nesilden nesle aktarmak miras olarak yaşatmak olabilir. Namazı huşu ile kılıp boş ve anlamsız şeylerden yüz çevirenler, zekât ile paylaşıp arınanlar, insana yakışan bir duruş ve giyim ile emanet ve ahitlerine riayet edenler, muhafazayı bir kültür halinde nesilden nesle aktaranlar firdevs cennetlerine varis olacaktır.
11- Onlar, firdevs cennetine varis olacaklardır. Onlar, orada hâlittir.
Firdevs kelimesinin menşei ve anlamı hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Arapların bu kelimeyi İslâm’dan önce de kullandıkları söylenmektedir. Kelimenin aslının Pehlevîce (Eski Farsça) “etrafı duvarla çevrili yer” anlamında “pairi-daeza” olduğu, bunun “paradeisos” şeklinde Grekçeye, oradan da “firdevs” şeklinde Arapçaya geçtiği söylenmektedir. Firdevs, saklı cennettir. Aile mahremiyetine önem verip o hâli bozmayanlar (hâlit) firdevs cennetlerine varis olanlardır.
12- Ve doğrusu biz, insanı çamurdan süzerek yarattık.
Konunun bir anda Firdevs cennetinden insanın yaratılışına geçmesi ve iki cümle arasında “ve” bağlacının bulunması insanın tabiat olarak yeşili bol, soğuktan ve sıcaktan korunan Firdevs cennetinde yaratıldığını akla getirmektedir. Firdevs, Kurân’da biri “cennâtü’l-firdevs” (Kehf: 107), diğeri sadece “firdevs” (Müminûn: 11) olmak üzere iki yerde geçer. Nasıl ki “cennet” kelimesi hem dünya (Kalem: 17) hem de ahiret için kullanıldıysa (Kehf: 107) firdevs kelimesinin de “dünyadaki bahçe ve ahiretteki yaşam alanının bir sıfatı olarak” kullanıldığını söyleyebiliriz.
Sülâle kelimesi, sözlükte “bir şeyin içinden çekip çıkarılan nesne” demektir. Burada ise toprakta bulunan ve insan bedeninin oluşumunda önemli bir rol oynayan organik ve inorganik maddelerin belirli bir süreçle ayrılıp ilk hücreyi oluşturmasından bahsedildiği anlaşılmaktadır. (Bkz. Secde: 7-8)
Burada neden beşer değil de insan kelimesi seçilmiştir? Zira insan, bu yaratılma sürecinin son halkası ve en kâmil noktası iken, su ve toprak olan çamur hammaddedir ve başlangıç noktasıdır. Bu süreçte insan 7 aşamadan geçmiştir. Bu aşamaların sonunda beşer, ruh ile desteklenip halife insan olma seviyesine erişmiştir.
13- Sonra onu, istikrarlı bir mekânda bir nutfe kıldık.
Nutfe, az miktarda sıvı demektir. Meselâ Arapçada su kaplarının dibinde kalan su damlaları bu kelimeyle ifade edilir. Yani nutfe her sıvının en az kısmına veya bulaşığına denir. Erkeklik suyu da bu kavramla ifade edilir (Rağıb). Bu ifadeler insanın ilk yaratılışı ile alâkalı olabileceği gibi insan neslinin anne karnında çoğalmasına atıf da olabilir. Ancak burada “onun zürriyeti” gibi bir ifade yer almadığı için yaratılan varlığın “prototip/ilk örnek” olma ihtimali yüksek görülmektedir.
Karârinmekîn; sağlam yer, oturaklı karargâh demektir. Mekîn sıfatı yaratılan nutfenin yumurta ile birleştikten sonra yaptığı yolculuğun sonudur. Döllenmiş yumurta, zarar görmeden büyüyüp gelişmek için ihtiyaç duyduğu muhafazaya kavuşmuştur. Ne soğuktan ne sıcaktan etkilenir ve böylece ihtiyaç duyduğu besini alaka olarak sağlar.
14- Sonra da nutfeden bir alaka yarattık. Böylece alakadan bir mudga, mudgadan da kemikleri yaratıp kemiklere et giydirdik. Onun ahirini de başka bir yaratışla inşa ettik. Öyle ki Allah, mübarektir, en güzel yaratıcıdır.
Alaka, yapışıp ilişmek manasından gelmektedir. Alaka’nın bugünkü karşılığı embriyodur. Göbek kordonu ile rahim duvarına asılması onun alaka hâlini anlatır. Mudğa denen safha, “gözle görülecek kadar belli, bütün öğeleri ile tamamlanmaya devam eden safha”dır. Bir bakıma morula safhası olmaktadır. İşte bu çiğnemlik et, kök hücrelerinin oluşturduğu yumaktır ki hepsi ilerde organ ve organellere; kemiklere, kaslara, iç organlara dönüşecektir.(Bkz. Hac: 5) Fetüs henüz 2 mm iken omurlar sayılmaya, 8. haftada ise kemikler oluşmaya başlar. Omurlar ve kaburgalar belirgin hâle gelirken, ayak parmakları birbirinden ayrılır. Yine aynı hafta gövde duvarı, kas katmanları ile spinal kas tabakaları gelişir.
Tebâreke kelimesi, üreme ve fazlalık anlamındaki “berk, bereket” kelimelerinin tefâ’ale kalıbındaki bir türevidir. “Onun ahirini de başka bir yaratışla inşa ettik.” ifadesi insanın doğduktan sonra gelişiminin anne karnındakinden daha farklı olduğuna işaret olduğu gibi ahiretteki yaratılmanın bu şekilde olmadığını ifade etmek için de seçilmiş olabilir. Devam eden ayetler önce ölüm, ardından kıyamdan bahsettiği için insanın “ahirette başka bir yaratılış süreci ile diriltileceği” sonucu bağlama daha uygun görülmektedir.
Ayetteki “ahsenu-lḣâlikîn” kalıbı “en güzel yaratıcı” demektir. Bu aslında bir kıyas cümlesidir. Başka yaratıcılar var mıdır ki Allah en güzel yaratıcı olsun? Allah tek yaratıcı değil midir? Tefsirlerde Arapların “halk” kavramını, “bir şey yapma, üretme/sun” anlamında insanlara nispet ederek kullandıkları aktarılır. Ancak Kurân indikten sonraki yüzyıllarda söz konusu kavram Müslümanlar arasında sadece Allah için kullanılmış, O’ndan başkasına nispet edilmesi kulluk edebine aykırı görülmüştür. Bu yüzden Kurân indiği dönemde hiç yadırganmayan bu kıyas cümlesi sonraki süreçte “Allah tek yaratıcıdır.” şekline dönüşmüştür.
Oysa Kurân’da yaratmanın sadece Allah’a isnat edilmediğini görmekteyiz. Âli İmrân 49’da Hz. İsa’nın çamurdan bir kuş yapmasına “mahlûk/yaratılan” denmektedir. Buradan da anlaşılmaktadır ki yoktan var etme “bedi”, vardan var etme “halk” etmektir. İnsan da var olan bir hammaddeden yeni şeyler icat edebilir. İşte buna “halk etme/yaratma” denmektedir. Kurân bütünlüğünde Allah, en güzel yaratan ve tek yoktan var edendir.
15- Sonra muhakkak ki siz, elbette öleceksiniz.
Bu muazzam yaratılışta insanın içine, ölümlü oluşu yerleştirilmiştir. Bu itibarla zamanla insan vücudunun yenilenme hızı düşer, metabolizması yavaşlar ve insan kaçınılmaz son olan ölüm ile yüzleşir. Bu yasanın istisnası yoktur. Her insan ölmek için doğar, dirilmek için ölür.
16- Sonra muhakkak ki siz, kıyâm günü diriltileceksiniz.
Kıyamet; kalkmak, dikilmek, doğrulmak ve dirilmek anlamlarına gelir. Halk arasında kıyamet, son saat olarak anlaşıldığı için mealin “kıyam/kalkış günü” olarak çevrilmesi daha uygundur. İnsanın ölüp yok olması, arzulanmayan bir duygu ve düşüncedir. Dolayısıyla insanın ölümsüz olma arzusu ve yeniden dirilme isteği fıtratına işlenmiştir. Bu istek, yaratanın insanın enfusuna yerleştirdiği ayetlerdendir (Fussilet: 53).
17- Ve doğrusu biz, sizin üzerinizde yedi yol yarattık ve biz yaratmaktan da gâfil değiliz.
Seb kelimesi Arapçadaki yedi sayısına karşılık gelmektedir. Tarâik kelimesi ise tarika’nın çoğuludur ve zahmetli, ince, keçi yoludur. Bu yolda yokuşlar ve inişler olabilir. Ayette “…biz yarattık.” gibi çoğul yargılar seçilmiştir. O zaman burada farklı unsurların araya girdiği zorlu, ince ve kırılgan bir süreçten bahsedilmiştir.
“Yedi yol” ile ne kastedildiği hususunda tefsirlere farklı farklı görüşler yer alır. Kimileri bunun atmosferin 7 tabakası, kimileri gezegenlerin yörüngeleri olduğunu söylemiştir. Ancak burada “tabaka ve sema” kelimeleri geçmez. Aynı zamanda bağlamdaki gezegenlerin yüzdükleri yörüngeleriyle çamurdan süzülerek insanın yaratılışının doğrudan bir alâkası da yoktur. Zaten bağlamda “sema, kevkeb veya necim” gibi kelimeler de yoktur.
Bu nedenle bu 7 yol/süreç insanın yaratılması ile doğrudan alâkalı olmalıdır. Ayetin sonu da “…biz yaratmaktan da gafil değildik.” şeklinde sonlanmıştır. Bu durumu Kurân’a sorduğumuzda karşımıza ne bir eksik ne bir fazla tam “7 farklı ifade/7 farklı süreç” çıkmıştır. Kurân'da insanın yaratılış süreçleri 7 farklı kavram kullanılarak şöyle sıralanır: “min turâbin/toprak türünden” (Hac: 5), “min tînin/çamur türünden” (Enâm: 2), “min sulâletin min tînin/süzülmüş çamur türünden” (Müminun: 12), “min hamein mesnûnin/yoğunlaşmış çamur türünden” (Hicr: 28), “min salsâlin/ses veren balçık türünden” (Hicr: 26), “min tînin lâzibin/yapışkan bir balçık türünden” (Saffat: 11), “min salsâlin ke'l-fahhâr/ses veren pişirilmiş balçık türünden” (Rahmân: 14).
Görüldüğü gibi insan son kâmil haline gelene kadar bu yedi farklı süreci kat etmiş ve sonunda beşer halk edilmiştir. Yaratmada gafil olmamak beşerin milyonlarca yıl süren bu yaratılış yolunda bir aşamadan diğerine geçme konusunda gaflet gösterilmediğini anlatır. Bu Kurân’i gerçek, suda oluşup yeryüzüne yayılan muazzam çeşitliliğin hiçbir aşamasında tesadüfi bir durumun olmadığını beyan eder. Dolayısıyla her mutasyon ilahi müdahale ile gerçekleşmiş, bu hususta kendiliğinden oluşan bir yapı yani gaflet söz konusu bile olmamıştır.
18- Ve biz, semadan bir ölçüyle su indirdik. Böylece onu yeryüzünde tuttuk. Ve muhakkak ki biz, onu elbette gidermeye kâdiriz.
Suyun ölçü ile inmesi, yaratılış ve onun devamında bir matematiğin şart olduğunu gösterir. Buradaki “bikaderin/ölçü ile” kelimesi ölçüsüz, hikmetsiz ve rastlantısal hiçbir şeyin olmadığını ifade eder. Suyun yağması kadar arzda durması da belirli yasalara bağlıdır. Şayet arz, suyu tutamayıp düşük yer çekimi yüzünden uzaya mevcut su rezervini dağıtsaydı hayat bu denli çeşitlenip gelişemeyecekti. Suyunu kaybeden gezegenlerde yer çekimin ve manyetik yapının azalması söz konusudur. “Onu biz gidermeye kâdiriz.” ifadesi ile yer kürenin dönüş hızı veya merkezindeki ısının soğuması sonucu atmosferin ve suyun uzaya yayılma riski hatırlatılmış ve bunun yaşamı bitireceği uyarısı yapılmıştır. Aslında bunun ardında bir süreç ve yasa olduğu yine “biz” çoğul kullanımı ile ifade edilmiştir. Yağmurun yağması hayatı destekler.
19- Böylece onunla, sizin için hurma ve üzüm cennetleri inşa ettik. Orada sizin için onların pek çok meyvesi vardır ve onlardan yersiniz.
İnşa kavramı, yaratma aşamasında, ister insan ister bitkiler ister kavimlerle ilgili kullanılsın, ilk temelin ve ilk tohumun atılıp ilk oluşumun başladığı andan, büyüyüp yetişme dönemleri de dâhil olmak üzere gelişmenin tamamlandığı noktaya kadar uzanır.
Bu ayet hayvan olsun bitki olsun tüm canlıların temelinin su olduğuna dikkat çekmektedir. “Biz canı olan her şeyi sudan kıldık.” (Enbiya: 30)
Peki, burada neden özellikle hurma ve üzüm seçilmiştir? Cevabı Nahl 67 bize şöyle vermektedir: “Hurma ve üzümün semerelerinden, sarhoş edici bir içecek ve güzel bir rızık edinirsiniz.” Burada yaratılan ve hayırlı olanların şerre alet edildiğine işaret edilmiştir. Nasıl ki hurma ve üzüm şarap imalinde kullanılıp şerre alet ediliyorsa zeytin ve ondan elde edilen zeytinyağı da şirke ve bir kandırmacaya alet edilmiştir.
20- Ve Tûr-i Sina’da yetişen bir ağaç vardır ki, yağ çıkar. Ve yiyenler için bir katıktır.
Ayetteki duhn “yağ”; sıbğ da “katık” anlamına gelmektedir. Gökten su iner ve ondan hurma ve üzüm bahçeleri nasıl ki yetişirse Tûr-i Sina’daki zeytin ağacından da zeytinyağı elde edilir. Bu yağın tıpkı yenen meyveler gibi bir katık olduğu ayette ifade edilmiştir. Peki, bağlamda “Tûr-i Sina’daki” o zeytin ağacının özellikle zikredilmesinin hikmeti nedir? Öncelikle bu ve buna benzer her ayetin -hâşâ- havaya söylenen sözler değil bir düşünceye, kökleşmiş ve sorgulanmayan inançlara verilmiş hikmetli cevaplar olduğu unutulmamalıdır.
Üzüm ve hurma ne ise aslında zeytin ve incir de odur. Ayetin indiği dönemde -ve şu an hâlâ- “kutsal yağ” diye inanılan yaygın bir kutsama inancı vardı. Hristiyanlıkta “kutsal yağ” peygamber olmak, taç giyip kral olmak, arınıp günahlardan kurtulmak için vaftiz suyuna karıştırmak suretiyle kullanılır. Ortodokslarda “kutsal yağ” sürme gizemiyle, Kilise’nin her üyesi bir peygambere dönüşür ve Mesih’in kâhinliğinden pay alır. Kutsal yağ ile meshedilmiş tüm Hristiyanlar, gerçeğin bilinçli tanıkları olarak davranmaya çağrılırlar. “Sizler ise kutsal olan tarafından meshedildiniz; hepiniz bilgilisiniz.” (Yuhanna 2: 20).
Allah Resulü peygamberliği Tûr-i Sina’daki ağacın kutsal yağıyla meshedilerek mi kazanmıştır? Hayır, zira Sina gölgesindeki zeytinliklerde o kutsal kabul edilen ağaçtan çıkan yağ da tıpkı diğer yağlar gibidir, sadece bir katıktır. Bu yağa aşırı değer yükleme hatasına -ayette- sade ve net bir cevap verilmiştir. O, sadece bir katıktır. Bununla birlikte bu “kutsal yağ” hurafesi hâlâ devam etmektedir.
Girit'ten getirilen zeytinyağı, 54 çeşit bitkinin çiçeği, Yunanistan'daki bazı manastırlardan gönderilen bal ile kırmızı şarabın karışımıyla elde edilen karışım, patrikhanenin bahçesinde kurulan kazanlarda kaynatılarak 40 gün süren ayinin ardından "kutsal yağa" dönüşür. İncil’de de yazılı olduğu gibi, İsa’nın doğumundan sonra, üç müneccim kralın getirdikleri hediyelerden biri de “miron” adı verilen kutsanmış zeytinyağıdır.
Oysa ne incire ne hurmaya ne de zeytine bir kutsiyet atfetmek doğrudur. Zira onlar sadece faydalı birer besindir. Bu kutsama hastalığı sakalışerif, kutsal emanetler vs. olarak Müslümanlara da -maalesef- sirayet etmiştir.
Ayetin bu güne dediği nedir? “O öpüp başınıza koyduğunun cam fanustaki sadece bir kıldır.” Hz. Ömer’in Haceru'l- Esved'e gelerek "Bilirim ki, sen sadece bir taşsın, ne fayda ne de zarar verebilirsin.” sözleri bu Kurân’i inşanın bir neticesidir. Öncelik karşıdaki nesnenin varlık hiyerarşisinde yerini doğru konumlandırmaktır.
21- Ve muhakkak ki enamda, sizin için bir ibret vardır. Onların karınlarındakini size içiririz. Ve onlarda, sizin için birçok menfaat vardır ve onlardan siz yersiniz.
“Enamda bir ibret vardır.” denilerek “keçi, sığır, manda ve deve” sütünden bahsedilmiştir. Burada neden “ayet, alâmet değil de ibret” kelimesi seçilmiştir?
İbret sözlükte “geçmek, aşmak” anlamındaki “abr” kökünden gelir. İbret; bilinen bir yoldan bilinmeyen bir yola köprü kurup geçmek ve orayı aşmaktır.
Müşrikler enam türü hayvanlara da manasız kutsiyet atfetmekteydi. “Ve dediler ki: ‘Bu hayvanların karnında olanlar erkeklere hastır. Ve eşlerimize haramdır.’ Sekiz eş; koyundan iki, keçiden iki. De ki: ‘İki erkek mi veya iki dişiyi mi haram kıldı? Ya da iki dişinin rahimlerindekini mi? Bir ilimleri olmaksızın insanları saptırmak için yalanla Allah’a karşı iftira atandan daha zâlim kimdir? Muhakkak ki Allah, zâlim kavmi hidâyete erdirmez.’ ” (Enâm: 139-144)
Ondaki ibret, bu tür evcil hayvanların bir amaç değil bir araç/köprü olduğudur. Bunların kutsal kabul edilmeleri değil, sadece besin ve ulaşımda kullanılmaları gerektiğidir. Zaten bir sonraki ayette “Onların üzerinde taşınırsınız.” ifadesi ile tıpkı katık olan zeytinyağı gibi kutsanan hayvanların da sadece birer taşıt olduğu beyan edilmiştir.
Ayet neden “Sütü biz içiririz, eti siz yersiniz.” demektedir? Zira hayvanların evcilleştirilme süreci vahyin yönlendirmesi ile olmuş olabilir. Avlayıcı toplayıcı olan beşerler, avlanıp hayvanların etlerini yiyordu ancak tarım ve özelikle ehlileşmeye müsait fıtratta olan enam türü hayvanların yetiştirilmesi ile onların sütünden ve süt ürünlerinden istifadeye başlanmıştır. Sonraki süreçte hayvanlar binek ve yük taşımada kullanılmıştır. Bu da bir sonraki ayette doğru kronolojik sırayla ifade edilecektir. Bu bağlamda enam türü olan deveyi ilk olarak ulaşımda kullanan Hz. Salih’tir. (Bkz. Hûd: 64)
22- Ve onların üzerinde ve gemilerin üzerinde taşınırsınız.
Hayvanın taşıt olmasının ardından gemiden bahsedilmesi, konunun Hz. Nuh’a ve onun sahte kutsallar ile mücadelesine bağlanmasından ötürüdür. Ayrıca hicret öncesi surelerde binek hayvanlar ve gemi üzerinde taşınma bir kurtuluş olarak anlatılmaktadır.
23- Ve doğrusu Nuh’u kendi kavmine gönderdik. Böylece dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kul olun! Sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Hâlâ takvalı olmayacak mısınız?”
Hz. Nuh’un kavmini Allah’a kulluğa davet etmesi onları ilahlardan, sahte kutsallardan, putlardan ve putçulardan sakındırmak içindir. İşte bu tutuma ayette takva denilmektedir. Kurân’da nerede “Allah’a kul olun!” emri geldi ise amaç kulu nesneye, nefsine, paraya veya güce kul olup değersizleşmesini önlemektir. Zaten âlemlerin Rabbinin kimsenin kulluğuna ihtiyacı yoktur. Hz. Nuh’un kavmine seslenişinin ardından melelerin şöyle bir savunması olmuştur: “Dediler ki: ‘Sakın kendi ilâhlarınızı bırakmayın. Vedd’i, Suvâa’yı, Yagûs’u ve Yaûka’yı ve Nesra’yı sakın bırakmayın!’ ” (Nûh: 23)
Allah iyilikler için resullerini, salih kullarını kullanırken menfaatperest müşrikler çıkarları için Allah’ı kullanır. Hz Nuh ile alâkalı bilgiler daha önce birçok surede geçmişti. (Krş. Necm: 52, Kâf: 12, Furkân: 37, Şuarâ 105–122, Kamer: 9, Sâd: 12, Arâf: 59, Zâriyât: 46, Nuh: 1,Sâffât: 75, İsrâ: 3, Yûnus: 71, Hûd: 25, Enâm: 84)
24- Onun kavminden kâfir meleler dediler ki: “Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Sizin üzerinizden fazlasını irade ediyor. Ve eğer Allah dileseydi mutlaka melekler indirirdi. Zaten atalarımızdan böyle bir şey işitmedik.”
Geçmişi kutsallaştırıp geleceğin ayağına zincir vurmak, yeniliği ve gelişmeyi engellemek insanoğlunun kadim bir zaafıdır. Yeni, emek ve risk barındırdığı için tembel bireyler, yanlış da olsa alışılagelmişin konforundan çıkmak istemez. “Babalarımızı bu yolda bulduk, babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız.” veya “Biz bunu babalarımızdan işitmedik.” şeklindeki ayetler, Kurân tarafından helâk olan kavimler üzerinden bizlere anlatılır ve eleştirilir. Bu ifadeler sorgulanmamış ve kulaktan dolma bir imanın insanı nasıl -göz göre göre- felakete sürükleyebileceğini göstermektedir.
Bu refleksi öncelikle melelerin vermesi, onların kadim uydurmalar ile dolu olduklarını anlatmaktadır. Mele “dolmak” anlamına gelen “mil’ kelimesinden türemiş olup kelimenin esas anlamı, dolu olan (depo) demektir. Bu hurafeler ile doluluk, putlar üzerinden geçinmelerini sağlıyordu. O yüzden Hz. Nuh için “O sizin üzerinizden fazlasını irade ediyor.” gibi bir iftira atmışlardır. Fazlası diye çevirdiğimiz “fadl” kelimesi, olumlu manada lütuf ve ihsanda bulunma anlamına gelir (Fâtır: 32, Kassas: 73, İsrâ: 70). Olumsuz manada ise bu ayette olduğu gibi dünyalık ve din üzerinden geçinmedir. Kendileri putları ile alâkalı olağanüstü bir delil göstermemelerine rağmen Hz. Nuh yerine meleklerin inmesi gerektiğini savunmuşlardır. Bu iddiayı da atalardan gelen melek anlatımları ve mitleri ile ilişkilendirmişlerdir. Müşriklerin inancının temelini menkıbe ve efsaneler oluşturur. Kulaktan dolma abartılı ve birilerinin çıkarına hizmet eden hikâyeler, putçular tarafından nesilden nesile sanki yaşanmış olaylarmış gibi abartılarak anlatılmış ve halk kandırılmıştır. Putların kendilerini koruduğu yalanı toplumda o kadar yer etmiş ki bunların uydurma olduğunu söyleyen ve tufana karşı hiçbir işe yaramayacağını dillendiren Hz. Nuh’u akıl hastası olarak yaftalamışlardır.
25- O ancak cinnet geçiren biridir. Artık, onu bir süre gözleyin!
Hz. Nuh’un “Tufan gelecek ve bu şehir putlarınıza rağmen sular altında kalacak.” uyarısı sahte ilahlardan geçinen meleler tarafından ihtimal dışı gösterilmiştir. Kısa vadeli getirisi olan halkı aldatmanın, uzun vadede ne büyük felaketlere sebep olabileceği konusunda Nuh kıssası sadece bir ibrettir.
“Bir süre onu gözleyin.” diye çevirdiğimiz ifade “O akıl hastası olduğuna göre bir süre sabredip bekleyin, kendi hâline bırakın, iyileşirse ne âlâ, aksi hâlde taşlayarak infaz ederiz.” Çünkü “Dediler ki: ‘Ey Nûh! Eğer sen, vazgeçmezsen, mutlaka recmedilenlerden olacaksın.’ ” (Şuarâ: 116)
Çıkar odaklarının işine gelmeyen hakikatleri savunanlar önce deli, cadı vs. ile etiketlenmiş, ardından toplu bir linç ile ortadan kaldırılmıştır. Toplumun tamamı tarafından taşlanmak suretiyle gerçekleştirilen infaz, ölenin yakınları tarafından intikam alma ihtimalini en aza indirmek içindir. Hz. Nuh da bu durumda şöyle dua eder:
26- Dedi ki: “Rabbim, beni yalanladıklarından dolayı bana yardım et!”
Kavminin Hz. Nuh’u yalanlaması, tufan ve ona karşı ürettiği tedbirde ilah ve putların olmayışıdır. Hz. Nuh, gelecek olan tufana karşı kavmini uyarmıştır. Bunu şu ayetten okumaktayız: “Muhakkak ki biz, Nuh’u kendi kavmine: “Onlara, elim azap gelmeden önce uyarsın.” diye gönderdik.” (Nûh: 1) Buradaki elim azabın hesap gününden ziyade dünyada onları amansız olarak yakalayan tufan azabı olduğunu da şuradan öğrenmekteyiz: “Eğer sen sâdıklardansan, o takdirde bize vaad ettiğin şeyi getir.” Nûh şöyle dedi: “Onu size ancak eğer dilerse Allah getirir. Ve siz, onu âciz bırakacak değilsiniz.” (Hûd: 32-33)
27- Böylece ona, gözümüzün önünde ve vahyimizle gemi yapmasını vahyettik. Öyle ki emrimiz geldiği ve tennur kaynadığı zaman hemen ona her çiftten ikişer tane ve ehlini bindir! Onlardan, haklarında bir söz geçenler hariç. Ve zalimler için bana hitap etme! Muhakkak ki onlar, boğulacak olanlardır.
Gemiyi “gözümüzün önünde” yapması; tedbiri, kurtuluşu tekelleştirmeden, kimseden saklamadan herkesin ulaşabileceği bir yerde yapma emridir. “Gemiyi sen yap!” emri ise sünnetüllahın tecellisidir. Zira Hz. Nuh’a bitmiş bir gemi verilmiyor, kendi emeği ile inşa etmesi isteniyor. Buradaki “gemi” kelimesinin belirli olması, Hz. Nuh’un önceden geminin ne olduğu bildiğini göstermektedir. Kelime seçimlerinden anlaşılmaktadır ki ilk gemiyi Hz. Nuh icat etmemiştir. Buradaki “…vahyimiz ile yap!” emri de gemi inşasına ne zaman başlaması gerektiği ve tufanda içindekilerin hayatını kurtaracak güvenli bir gemi yapma tekniğidir. Bu da Hz. Nuh’un daha önce gemi yapmadığını göstermektedir.
“Zulmedenler hakkında bana hitap etme!” uyarısı gemiye binmeyerek kendine, ailesine ve sorumlu olduğu kişilerin boğulmalarına sebep olan ve dolayısıyla sırf kibri ve saçma atalar inancındaki inadı yüzünden başta kendisine, sonra çevresindekilere zulmedenler kastedilir.
Tennûr sözlükte tandır denilen ve içinde ekmek pişirilen bir ocaktır. Bir nev’i fırındır. Feveran da, kaynamak, fışkırmak demektir. Bu kelime ateş üzerindeki tencere, kızgınlık ve şiddetli tutuştuğu zaman ateşin kendisi için kullanılır. (Krş. Mülk: 7) Müfessirler buna çeşitli manalar vermişlerdir. (Bkz. Hûd: 40) Bu ifadeler yer altı kaynak sularının gayzer gibi ısınıp yer üstüne fışkırması veya tufandan önce okyanus tabanında büyük bir fay kırığının oluştuğunu anlatıyor olabilir. Deniz altında oluşan derin bir kırığın suyu ısıtarak tsunami etkisi oluşturma ihtimalini de akla getirmektedir. “Böylece sular, takdir edilmiş olan emir üzerine birleşti.” (Kamer: 11-12)
Özetle yeryüzünün en çukur bölgesi olan Ur şehri ve havza şehirleri sadece yağmur ile değil yer altı ve üstü sularının o bölgeye akması sonucu birleşme ihtimali kuvvetlidir. Yüzlerce kilometrelik alan, bir anda sular altında kalmıştır. (Yapılan kazılar ve arkeolojik bulgular için bkz. Şuarâ: 119) Her şeyden ikişer çift toplama emri, Hz. Nuh’un çevresinde bulabildiği evcil hayvanlardan ikişer çift gemiye yüklemesidir. Özellikle çift olanların seçilmesi, tufan sonrasında kurulacak yeni yaşam alanında bu hayvanların tekrar çoğalabilmesi içindir. Zaten tufan yerel/bölgesel olduğu için hayvanların soylarının tükenmesi de söz konusu değildir. Sadece inanan az kişinin hem tufan sırasında hem de tufan sonrasında ihtiyaçlarını karşılamak için bu tür bir tedbir emredilmiştir.
28- Böylece sen ve seninle beraber olanlar gemiye bindiğinizde de ki: “Zalim kavimden bizi kurtaran Allah’a hamd olsun.”
Hamd genelde bir zorluğun ardından yapılan övgü iken, şükür bir nimete kavuşunca yapılan teşekkürdür. Zalimin zulmünden veya bir hastalıktan kurtulunca hamd edilir. Şükürde ise sağlığın devamı ile üretilen artı değere teşekkür vardır.
Gemiye bindiği zaman bunu ve devamındakileri cümleleri söylemesi tüm tanıdıklarını kaybeden ve eski hayatını, inançlarını arkada bırakanlar için önemli bir tebliğ ve zihni inşadır. Hz. Nuh’un “Zalimlerden bizi kurtardın.” demesi sadece gemide kurtulanlar için değil bizzat Hz. Nuh için de önemli bir telkin idi. Zira boğulanlar içinde kendi oğlu da vardı. Bir önceki ayette “Zalimler için bana hitap etme!” ile bu cümleyi kurması istenmiştir. İşte burada Kurân temel bir prensip daha ortaya koyar. Bırakmak değil kurtulmak… Geçmişini geride bırakmak değil ondan kurtulmak… Allah’ın haramlarını bırakmak değil onlardan kurtulmak… İçkiyi, kumarı, kötü ahlâkı, yalanı, aldatmayı, gıybeti, ahlâksızlığı bıraktım değil onlardan kurtuldum söylemi aslında onların nasıl bir bela olduğunu ve kurtuluşun değerini hatırlattığı için önemlidir.
29- Ve de ki: “Rabbim, beni mübarek bir inişle indir! Ve sen, indirenlerin hayırlısısın.”
Bu mübarek/bereketli yer Hûd 44’de şöyle tarif edilir: “Ve su çekildi ve emir yerine getirildi. Ve cûdînin üzerine oturdu.” Cûdî kelimesinin; bazı kaynaklarda “cömertlik” anlamındaki cûd kökünden geldiği belirtilmektedir. El açıklığı, cömertlik anlamıyla “cûd ve kerem sahibi” şeklinde edebiyatta sıkça kullanılmıştır.” Cûdî kelimesi, toprağı cömert, çok fazla olmayan yükselti demektir. Dolayısıyla Kurân’da cûdî, özel bir dağ ismi değil, sadece geminin bilinen bereketli/mübarek bir yükseltiye oturduğunu anlatmak için kullanılmıştır.
Bu sözleri Hz. Nuh’un söylemesi tufan sonrası nerede ve nasıl yaşayacaklarına dair soru işaretlerini ortadan kaldırmaktadır. Çünkü tufan öncesi ve sırasında gelecek ile ilgili tam bir belirsizlik söz konusudur. Hz. Nuh’un tufan sonrası geminin oturduğu yerde bir yaşam alanı kuracağı bilgisi ve hedefi de belirlenmiştir. Tabiî ki hicret öncesi Allah Resulü Hz. Muhammed ve onun iman gemisi ile hicret edecek olan müminlere de dipten dibe mesajlar verilmektedir.
Hz. Nuh’a bunun dedirtilmesi, başarı ve kurtuluşun Allah’tan olduğuna ve aciz kullardan bilinmemesi gerektiğine dair de tevhidi bir şuur kazandırmaktadır. Herkes herkesi bir şekilde kurtarabilir ancak kurtaranların en hayırlısı “el-Hayr” olan Allah’tır. Yaratma sıfatında olduğu gibi burada da bir kıyas söz konusudur.
30- Elbette bunda mutlaka ayetler vardır. Ve muhakkak ki biz, belalandırırız.
Bu kıssadaki ayetler başa gelen bela ve afetlerin doğru tedbirlerle bir fırsata dönüşüp zulümden kurtulmaya vesile olacağıdır. Kısadaki diğer ayetler ise başarının -peygamber de olsa- şahıslardan değil Allah’tan gelen bir lütuf ve ikram olduğu, bazen geleneksel çözümlerin değil yenilikçi fikirlerin hayata geçmesinin önemine, sorgulanmamış inançların insan hayatına ve gelişmeye yaptığı olumsuz etkiye işaret eder.
Bir önceki ayette “Sen, indirenlerin hayırlısısın.” denildikten sonra burada şer, “el-Hayır” olan Allah’a değil biz denen meleklere/tabiat güçlerine isnat edilmiştir. Yani tufanın oluşumu çoğul kullanımlarla “biz denen güçlere” isnat edilirken tufandan kurtuluş doğrudan Allah’a isnat edilmiştir.
Kurân’da “bela” kelimesi, türevleriyle birlikte 37 yerde geçmektedir. Belâ kelimesi, sıkıntı, dert, külfet manasındadır. Kurân-ı Kerîm’de, Firavun’un İsrailoğullarına yaptığı korkunç işkenceler “azîm belâ/belâün azîm” şeklinde Arâf 141’de ve Bakara 49’da ifade edilmiştir. Ayrıca Kurân’da “açık belâ/belâün mübîn” Duhân 33’de sorun ve sıkıntıların açıklığa kavuşması, açılması için çekilen külfet demektir. Bir de “güzel belâ/belâün hasen” vardır ki bu da çekilen külfetin sonunun güzelliklere vesile olmasıdır. (Bkz. Enfal: 17) Burada “…biz belalandırırız.” ifadesi çekilen sıkıntılar ile ulaşılan kemalin seviyesini ifade etmektedir. Zalimlerden kurtulmak için tufana hazırlık şarttır. Kimse oturduğu yerden “Kahrolsun zalimler!” diyerek zulümden kurtulamaz.
31- Sonra da onların arkasından başka bir nesil inşa ettik.
Kurân’da peygamberler ve onların toplumları anlatılırken Hz. Nuh’tan sonra Hud’un geldiğini görüyoruz. Diğer taraftan Şuarâ suresi 123. ayete ve Kamer 18’e bakıldığında aynı sistem devam etmektedir. Kısaca diyebiliriz ki Müminûn 31’de kastedilen nesil ya da millet Âd kavmi ve devamındakiler olabilir.
İnşâ’, bir şeyi aşamalı oluşturup geliştirme manasındadır. Genelde maddi gelişmeyi anlatırken, bunun manevi boyutu, terbiye ve kemâlini “ihya” ifade eder. “O, sizi tek bir nefisten inşa etti.” (Enâm: 98) Önce tek nefisten madde inşa edilir, sonra ona ruh üflenerek mana ihya edilir.
Gemiden inenlerin bulundukları mübarek/bereketli topraklarda nüfuslarının artarak yeryüzüne yayılmaları bu ayette anlatılmıştır.
Peki, sizce Hz. Nuh’un öğretisi kaç yılda bozulup toplum yine şirk inancına dönmüştür? Cevap 950 yıl. Bu bilgiyi de bize Ankebut 14 ve 15 şöyle vermektedir: “Ve doğrusu Biz, Nuh’u kavmine gönderdik. Böylece onların arasında 1000 seneden 50 yıl eksik olarak kaldı. Onları tufan almıştı. Ve onlar zalimlerdi. Onu ve gemi ashabını kurtarmıştık. Ve onu, âlemlere âyet kılmıştık.” Hz. Nuh’un kurtuluşu kendisinden sonraki nesillere bir ayet olarak bırakılmış ancak resulsüz geçen 1000 seneden 50 yıl eksik bir sürede Hz. Nuh’un tevhidi öğretisi tamamen terk edilmiştir. Şairin dediği gibi “Ben giderim adım kalır/Dostlar beni hatırlasın.” (Âşık Veysel) “Âvâzeyi bu âleme Davud gibi sal/Bâki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş” (Bâkî)
Hz. Nuh’un kavmi içinde 950 yıl yaşaması farklıdır, kalması farklıdır. Peygamberlerin bedenlerinin değil getirdikleri risalet unutulduğunda o toplum için gerçekte ölürler. Peki, neden doğrudan 950 değil de “1000 seneden 50 yıl eksik…” ifadesi kullanılmıştır? Bu özenle seçilmiş ifade Hristiyanların “bin yılcılık” inancına bir reddiye barındırır. Düzen bazen bin yıldan kısa sürede de bozulabilir. Bu inanç yeni Ahit’te dayanır. 1000 yıldan sonra şeytanın yeniden kötü işleri yapmasına izin verilecek ve Mesih’in onu Yargı Günü’nde yenmesi ile doğru olanlar cennette sonsuz mutluluğa erişeceklerdir. Bin yılcılık Yeni Ahit'in son kitabı olan Vahiy'den Yuhanna kitabında ifade edilen, Mesih'in yeryüzünde azizlerin 1000 yıllık saltanatını kuracağına dair inançtır. Daha geniş bir tanımla, yeryüzünde olağanüstü bir barış ve bolluk zamanı beklentisine dayanan kültürler arası bir kavramdır. Kurân bu inancı geçmişte yaşanmış örnekler üzerinden çürütmüştür.
Her nesil bir öncekinden bir şeyler öğrenir. Ancak bazen bir neslin ölmesi, bazı iyi ve güzel meziyetlerin de ölmesine sebeptir. Bu yüzden maddi olarak inşa olanların manevi olarak de desteklenmesi ve ihyası şarttır. Hz. Nuh’un getirdiği İslam 950 yıl sonra kaybolunca Rabbimiz tekrar resul göndermiştir.
32- Böylece biz onlara Allah’a kul olsunlar diye içlerinde bir resul gönderdik. Sizin, O’ndan başka ilahınız yoktur. Hâlâ takvalı olmayacak mısınız?
Dikkat edilirse Hz. Nuh’tan sonra gelen resul de -kelimesi kelimesine- Hz. Nuh ile aynı hakikatleri söylemiştir. O yüzden vahyin bir adı da hatırlatmadır. Bu ayette kendisinin ve kavminin adı verilmeyen, Hz. Hud veya bazı tefsirlere göre Hz. Salih’tir. Ancak bu kavimlerin ortak hatası refaha, konfora, rahat bir yaşama ve kolaya kul olmalarıdır. Bozulma bereketin ranta dönüşmesiyle olmuştur.
33- Ve onun kavminden kâfir meleler, ahirete kavuşmayı yalanlayanlar ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz kimseler: “Bu, sizin gibi beşerden başka bir şey değildir. Sizin yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor.” dediler.
Bu ayette 3 sınıftan bahsedilir. İlki hakikati örten meleler/topluma yön verenler, ikincisi ahirete inanmayan ateist ve materyalistler, üçüncü sınıf ise refahın şımarttığı zenginlerdir. Bu üç zaaf bir kişi veya grupta da kendini gösterebilir. Ancak 44. ayette konu şu ifadeler ile bitecektir: “Biz onların bir kısmını bir kısmına tâbi kıldırdık.” Bu cümle ve arada geçen diyaloglar, pasajda anlatılanların resule düşmanlıkta ittifak kuranlar olduğunu göstermektedir.
Tufanın ardından 1000 seneden 50 yıl eksik bir sürede toplumun nasıl ve kimler tarafından bozulduğu burada anlatılmaktadır. Refahın şımarttığı bir nesil, hakları örtüp ahiretsiz bir yaşam sürmüştür. 50 yılda Nuh’un mücadelesini ve tevhidi unutturup şirke batmışlardır. Dinin bozulmasının başlıca sebebi olan bu üç sacayağını şimdi ayetteki sırası ile okuyacağız.
Resule ilk karşı çıkanlar, menkıbe ve mitolojilerle dini bozan melelerdir. Melelerin/mollaların “Bu sizin gibi beşerden başka bir şey değildir.” itirazı, mucizeler yapan bir kurtarıcı beklentisini gösterir. Anlattıkları hikâyelerle, gelen beşer resul uyuşmamaktadır. Masallar ve hikâyelerle geçinen bu tipler, doğal olarak hakkı değil bâtılı seçecektir.
Hakikati örten kâfir mollaların itiraz ettiği şey, gelen resulün halktan farklı bir statüye sahip olmasıdır. Gerçek nebevi sünnet ise halkın yediğinden yemek, içtiğinden içmektir. Hiçbir resul kendisini bir kral gibi farklı ve yüksek bir statüye koymamıştır. Ruhbanlığın en tipik belirtisi tâbi olanlar ile tâbi olunanlar arasındaki uçurumdur. Şeyhlerin, gavsların, kutupların veya imamların konfor içinde yaşamasına rağmen halkın yoksulluk çekmesi, din sınıfının oluştuğunu gösterir. Bu durumda kendi statülerini korumak için yaptıkları itiraz şudur:
34- Ve eğer, sizin gibi bir beşere itaat ederseniz muhakkak ki hüsrana düşenler olursunuz.
Dinden geçinen mollaların ilk silahı tehdittir. Halkı korkutarak kendilerine itaate zorlarlar. Neden itaati hemen gündeme getirmişlerdir? Zira kâfir mollalar sorgulayanları -özelikle de ataları sorgulayanları- hiç sevmez. Mollaların dini bozma gerekçelerinden sonra şimdi de ateist ve materyalistlerin söylemleri aktarılacaktır.
35- Öldüğünüzde, toprak ve kemik olduğunuzda mutlaka çıkarılacağınızı mı vadediyor?
Yeniden dirilişe inanmayanlar için dinin bir gereği kalır mı? Dirilişe inanmak, değerler için mücadeleyi getirecektir. Bu riske karşı ilk tedbir inancı küçümsemek olmuştur. Ayetlerdeki sıralama önce mollaların gerçek dini örterek çıkarlarına alet etmesi, arkasından bu uydurmaları görenlerin dinden uzaklaşıp yeniden diriliş ve hesabı inkâr etmesi şeklindedir. Uyduruk dine bakıp gerçeğini inkâr, ateist ve deistlerin işine gelir. Zira bâtılı inkâr çok daha kolaydır. Uyduruk masallar onların ilahi sınırlara karşı daha lakayt olmalarına ve onları halkı küçümseyen bir kibre sürüklemiştir.
36- Heyhat ki heyhat, size vadedilen şeye!
Heyhat kelimesi Kurân’da sadece bu ayette 2 kez geçer. Heyhat Müfredat’ta “bir şeyin çok uzak olduğunu bildirmek için kullanıldığı” şeklinde açıklanır. Zeccac der ki: “Ayetin anlamı, size vadedilen şey o kadar uzaktır ki…” şeklindedir. Peki, burada vadedilen nedir? Öncelikle dirilmedir. Toprak ve kemik olmuş bu son hâlin tekrar kanlı canlı olmasının çok çok uzak bir ihtimal olduğu, heyhat kelimesinin iki kez tekrar edilmesi ile ifade edilmiştir.
Materyalist bakış, deneyimlenmemiş metafizik konuları uzak gördüğü için ihtimal dışı bırakır. Oysa bu kolaycılık, bilimsel bir bakış da değildir. Kuantum fiziği nasıl ki klasik fiziğin birçok teorisini değiştirdi ise henüz keşfedilmemiş konular için çok katı olmamak gerekir. Yeniden dirilişi uzak görmek inkârı kolaylaştırır. Ölümü uzak görmenin en büyük tehlikesi ahirete hazırlık yapmamaktır.
37- Bu, öldüğümüz ve yaşadığımız dünya hayatımızdan başkası değildir. Ve biz, diriltilecek de değiliz.
Sadece yiyip-içip ve öldüğümüz bir dünyada değer üretmenin, erdemli yaşamanın veya dünyevi bir çıkar yoksa kendinden sonrakiler için bir şeyler yapmanın herhangi bir anlamı yoktur. Dikkat edilirse ölüm ateistler için yaşamdan önce sayılmıştır. Zira itiraf etmeseler de her ateist ölümden ölesiye korkar.
38- O, ancak iftiralarla Allah’a yalan atan biridir. Ve biz ona inananlar da değiliz.
Bu cümleyi 33’te “dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz” zengin sınıfı kurmuş olmalıdır. 39’dan itibaren onların iddialarına karşı resulün yardım talebi olacaktır. Bu zenginler, şirk inancından semirenlerdir. Zira şirk, kast sisteminin ürünüdür. Bu sistemde efendiler, Allah’a yakın veya onun astında aracılar olmalı ki bu sınıf cahil halkı inançlarla kandırıp onların sırtından saltanat sürebilsin. Adalet ve hakkaniyeti Allah’ın vaaz ettiğini iddia eden ve buna karşı hiçbir ücret istemeyen resullerin samimi duruşu zengin ruhbanları her zaman rahatsız etmiştir.
39- Dedi ki: “Rabbim, yalanlamalarından dolayı bana yardım et!”
Resulün yardım talebi vadedilen azabın bir belirtisinin mucizevi bir şekilde sünnetullahın aykırı gösterilmesi olabilir. Yardım şöyle gelir:
40- Dedi ki: "Çok geçmeden mutlaka pişman olacaklar.”
Bu ifade, kavmin iddialarında çok geçmeden pişman olacakları bilgisini taşır. Resul bu bilgiyi alınca bir an önce o bölgeyi tahliye etmesi gerektiğini anlamıştır. İlahi yardım, gaybi bilgilendirme ile gerçekleşip resul ve inananlar helâkten kurtarılmıştır.
41- Derken hak ile bir sayha onları aldı. Böylece onları sel süprüntüsü kıldık. O hâlde zalim kavimden uzaklaşın.
Sayha, sesin en yüksek hâlidir. Doğanın çıkardığı en yüksek ses ise yanardağ patlamasıdır. Sonra da gök gürültüsü gelir. Bu kelime fiil olarak tahtanın veya elbisenin yarılıp çıkardığı sese deniyor. İnsahel habeş, tahta yarılıp ses çıkardı. Sâiha, ölüye ağlayan kadının bağırışı, feryadı demektir. Kelime bu ayette “es-sayha” şeklinde marife geldiği için bu ses yıkım sonucu ortalığı kaplayan çığlık ve haykırışlar da olabilir. Bu haykırışlar bir önceki ayette ifade edilen pişmanlığın sesidir. Bu ifadeler birebir Ad ve Semud kavimleri için de kullanıldığından her ne kadar burada isim verilmese de konunun Nuh tufanından bin yıl sonra yaşayan Ad ve Semud kavmine getirildiği anlaşılmaktadır. (Bkz. Hûd: 67)
Ğusâ kelimesi, “selin getirdiği çer-çöp, kütük, siyahlaşmış, çürümüş yapraklandır. Alâ 4 ve 5’te şöyle buyrulmaktadır: “Yeşil otu çıkarıp sonra da onu kapkara bir sel atığına çevirir.” Bu ifadeler bir yanardağ patlaması ile kavmin helâkını anlatan tam yerinde bir benzetmedir. Demek ki afet, onları tarih sahnesinden silerek kenara itilen çer-çöpe dönüştürmüştür. 40. ayetteki “Çok geçmeden mutlaka pişman olacaklar.” ifadesi de burada kaybedilen canlar ve imkânlar ile açıklanmaktadır.
“…uzak olun/uzaklaşın!” ifadesi, ilk etapta kapalı bir cümle gibi durmaktadır. Zira burada kim neden uzak olmalıdır? Ayetteki “bu’den” kelimesi “b-a-d” kökünden gelir. Manası Müfredat’ta “uzaklığı bildirmek için kullanılıp yakınlığın zıddı” şeklinde açıklanır. Son cümle olan “Artık zalim kavimden uzaklaşın!” emri kıssaların anlatılma sebebidir. Hz. Muhammed ve sahabe Mekke’den uzaklaşmalıdır. Zira o bölge, zalim müşriklerle doludur. Aynı emir 44. ayette de “Artık mümin olmayan kavimden uzaklaşın!” şeklinde yinelenecektir. Neden Mekke’den bir an önce uzak olmak gerekir? Zira “Zalimlere meyletmeyin ateş mutlaka size de dokunur.” (Hûd: 113)
42- Sonra da onların arkasından başka nesiller inşa ettik.
Bu parabolik tarih anlayışı kavimlerin, toplumların hatta ümmetlerim bile zamanla miras olarak edindikleri inançlarını kaybedip toplumsal çürümenin görülme oranındaki yüksekliği ifade eder. Bu durumu şu söz gayet güzel açıklamaktadır: “Zor zamanlar güçlü insanlar yetiştirir, güçlü insanlar iyi zamanlar getirir; iyi zamanlar zayıf insanları oluşturur, zayıf insanlar da zor zamanlara sebep olur...”
43- Hiçbir ümmet, ecelini erkene alamaz ve tehir de edemez.
Bir ferdin eceli olduğu gibi toplumların da eceli vardır. İşte bu ayet bir toplumun ömründen ve ölümünden bahsetmektedir. Hiçbir toplum kendini ebedi görmemelidir. Zira “Herkes fani zu’l-celâli ve’l-ikrâm olan Rabbinin vechi bâkidir.” (Rahmân: 26-27)
Toplumlar doğar, büyür, gelişir ve sonra ölür. Yerlerini başka toplumlara bırakır. Bağlama baktığımızda helâk olan kavimlerin resullerine “Vadettiğin azabı getir!” meydan okumaları aslında o toplumun ecelinin öne alınması talebi iken, afetin dualarla ertelenmesi de ecelin tehir edilmesidir. Bu ayete göre bu iki talep de mümkün değildir. Olacak olan olur. Yapılması gereken afetin ayak seslerini (ayet ve alametleri) işittirmeye çalışan resullere kulak verip en az zararla kurtulabilmektir.
44- Sonra biz, resullerimizi art arda gönderdik. Ümmete her resul geldiğinde onu yalanladılar. Biz de onların bir kısmını bir kısmına tâbi ettik. Ve onları anlatılar kıldık. O hâlde mümin olmayan kavimden uzaklaşın!
Zemahşeri’ye göre “ehâdîs” kelimesi ismicemidir. Ayetin anlamı “Biz onları helâk ettik, onların geride kalan durumlarından haber verdik.” şeklindedir. Bu ayetteki “uhdûse” kelimesinin çoğulu olan ehâdîs helâk olan kavimleri anlatarak “Onların ibretlik sonlarını unutturmadık.” anlamını vermektedir. “O hâlde resule güvenmeyip/inanmayıp orada kalan kavimden uzak olun!” emri ilk muhataplara kıssadan hissedir. Şimdi afetle değil yönetimle halkı ezen firavun ve İsrailoğulları üzerinden hicret yönlendirmesi yapılmaya devam edilecektir.
45-46 Sonra Musa’yı ve kardeşi Harun’u, ayetlerimizle ve apaçık bir sultanla firavuna ve onun melelerine gönderdik. Oysa onlar büyüklük kuruntusuyla kendilerini âli gören bir kavim oldular.
Sıralamaya baktığımızda Hz. Nuh, Hud ve Salih’in kavimleri ve başlarına gelen afet anlatıldıktan sonra burada siyasi bir afete maruz kalan İsmailoğulları ve onların kurtuluşuna yer verildiği görünmektedir. Maksat yine hicrete hazırlıktır. Hicret her zaman doğal afetlerden korunmak için olmaz. Çoğu zaman kötü koşullarda bir köle gibi yaşamak, toplumdaki güvensizlik ve şiddet olayları, fakirlik ve işsizlik, sosyal ve siyasi sebeple ve bulaşıcı hastalıklar gibi birçok unsur da hicrete neden olmaktadır.
Ayette firavun ve melelerin Hz. Musa ve Harun’a karşı müstekbir bir tavır takındıklarından bahsedilir. Müstekbirlik büyüklük kuruntusu iken, mütekebbirlik büyüklük taslamadır. Hak edilmemiş bir makama ulaşanlarda önce istikbar oluşur. Bu duygu, kişinin çevresindekilerden daha üstün olduğuna inanmasıyla başlar. Emeksiz ve haksızca gasp edilene değil, sonuçta elde edilen imkânlara bakanlar, altı boş övgülerle bu tipleri yüceltir. Kişinin kendini övmesi veya dalkavuklar tarafından övülmesiyle durum, kişinin hak etmediği makamı kendi sözde yetenek ve üstünlüğüne bağlaması ile sonuçlanır. Artık bu yalana inanan kişi zamanla büyüklenme kuruntusu olan istikbar hastalığına kapılmıştır. Bu hâlin sonu büyüklük taslamaktır. Artık kibre kapılanlar, iyiden iyiye o makamı ve imkânları hak ettiği yalanına inanıp büyüklük taslamaya başlarlar. İşte firavun ve melelerin Hz. Musa ve Harun’a karşı sergiledikleri tutum buna tipik bir örnektir.
Âlin kelimesi kıyasta kullanılan yücelik ve üstünlüktür. Burada sadece muhatap firavun değil ayrıca onun meleleri özellikle zikredilmiştir. Zira Hz. Musa ve Harun ile ilk muhatap olanlar, meleler olmuştur. Bir kaza cinayetini ırksal bir saldırı olarak lanse edip iç karışıklıklarla illegal olarak tahtı ele geçiren yeni firavun ve onun meleleri, ölen firavunun çocuklarının İsrailoğullarına sultanlık etmesi gerektiğini mubin/apaçık olarak bilmekteydi. Ancak İsrailoğulları gelinen son süreçte köleleştirilmiş ve tüm hakları ellerinden alınmıştı.
47- Böylece dediler ki: “Bizim mislimiz olan iki beşere mi iman edelim? Ve üstelik ikisinin kavmi, bize kulluk ediyor.”
Öncelikle kendini ilah zanneden firavun kesinlikle “Bunlar bizim gibidir.” şeklinde bir cümle kurmaz. Hz. Musa ve Harun, firavundan önce onun meleleri ile muhatap olmaktadır. Firavunlar, insanüstü varlıklar gibi halka lanse edilirdi. Bu yüzden gelen iki resulün sıradanlığı üzerinden tahta hak sahibi olmadıkları meleler tarafından ileri sürülmüştür. Hz. Musa ve Harun “En fazla bizim gibi birer mele olabilir.” demektedirler. Ayetteki “bizim mislimiz” ifadesi bunu anlatır. Meleler, Hz. Musa ve Harun’un İsrailoğullarını temsil eden fakat firavuna sadık ve bağlı birer mele olabileceklerini kabul eder. Ancak Allah’ın elçisi olduklarına iman etmemişlerdir. Zira “İkisinin temsil ettiği kavim bize kulluk ediyor.” ifadesi liyakate değil etnik kimliğe, ırka, kavme ve aşirete baktıklarını göstermektedir. Yeteneklerine göre değil çevresine ve mensubiyetine göre yapılan seçimler o toplumun helâk olmasında önemli etmenlerdir.
48- Bu yüzden ikisini de yalanladılar. Böylece helâk edilenlerden oldular.
Ayette “Böylece boğulanlardan oldular.” yerine “Böylece helak edilenlerden oldular.” ifadesinin seçilmesi önemli bir detaydır. Zira firavun askerleri ile boğulmuş, onun arkasından firavunu bir ilah gibi halka tanıtan dalkavuk meleler kerim makamlardan, hazinelerin kontrolünden uzaklaştırılmıştır. Bunu da Şuarâ 57-59’dan şöyle okumaktayız: “Bu yüzden biz, onları bahçelerden ve pınarlardan ve hazinelerden ve kerim makamlardan çıkardık. İşte böylece, onlara İsrailoğullarını varis kıldık.” Makamdan indirilen Mısırlı melelerin yerini, yeni gelen firavuna biat eden ve Hz. Musa ve Harun ile birlikte Mısır’ı terk etmeyen İsrailoğullarından olanlar almıştır. Böylece çok kısa süre tahtta kalan firavun boğularak yerini başka bir hanedanlığa bırakmıştır.
49- Ve doğrusu Musa’ya kitabı verdik. Umulur ki onlar hidayete erer.
Buradaki hidayet kula kulluktan kurtulup özgürlük yolunu bulmaktır. “Umulur ki” ifadesi İsrailoğullarının tamamının bu hicreti göze alamadığını gösterir. Bu konu şöyle anlatılır: “Artık Firavun ve melelerinin baskısından korktukları için onun kavminden Musa’ya, zürriyetinden başkası inanmadı. Ve muhakkak ki Firavun, yeryüzünde âli idi ve gerçekten o müsriflerdendi.” (Yûnus: 83)
Ayetler ile firavun ve melelerine gitmek farklı, kitabın verilmesi farklıdır. Hz. Musa’ya önce ayet, sonra sayfalar, ardından kitap verilmiştir. Kitabın verilmesi firavun boğulduktan sonra Tûr-u Sina’da 40 günlük süreç içinde başlamıştır. Bu nedenle “onlar” zamiri helâk olan firavun ve melelerine değil kölelikten/kulluktan kurtulan İsrailoğullarına gitmektedir. Müfessir Zemahşeri’ye göre de ayetteki “onlar” zamiri ile kastedilen, firavun ve eşraf takımı olmayıp Hz. Musa ile Mısır’dan Filistin’e göçen İsrailoğullarıdır.
Müminun suresinde özet olarak anlatılan bu kıssa burada bitmiş, şimdi de Hz. İsa ve annesi Hz. Meryem’e geçilmiştir.
50- Ve Meryemoğlunu ve onun annesini ayet kıldık. Ve ikisini, akan suyu olan ve barınmaya müsait yüksek bir tepeye yerleştirdik.
Ayette “İsa ve annesi Meryem’i ayet kıldık.” yerine “Meryemoğlunu ve onun annesini ayet kıldık.” gibi dolaylı bir anlatım neden seçilmiş olabilir? Zira burada Hz. Meryem henüz Hz. İsa’yı dünyaya getirmemiştir. Ona sadece bir erkek müjdelenmiştir. O da hamileliğin yaklaşması ile ayette tarif edilen bölgeye gitmiştir. Meryem suresi 24- 27’de bu bölgede hurma ağaçları ve akan nehirden bahsedilir. Doğumdan sonra Hz. Meryem kucağında bebeği ile kavmine döner. Kendisine yapılan tepkilere susar ve yine geldiği yere döner. Hz. İsa büyüyünce kavmine tekrar dönecektir. “Çocuk büyüyor, ruhsal yönden güçleniyordu. İsrail halkına görüneceği güne dek ıssız yerlerde yaşadı.” (Luka 1/80) Hz. İsa kavmine döner ve şunları söyler: “Dedi: ‘Muhakkak ki ben, Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni nebi kıldı.’ ” (Meryem: 30)
Ayetteki “İkisini, yerleşmeye uygun, suyu olan verimli topraklara yerleştirdik.” ifadesi, Meryem’in oğluyla birlikte Filistin’den ayrılıp başka bir yere; yerleşmeye uygun, suyu olan bir tepeye gittiklerini bildirmektedir. Hz. Meryem’in bu bağlamda tek ayet olarak bahsedilmesi onun da aslında kavminden uzaklaşıp hicret ettiği bilgisini vermek içindir. Hz. Meryem eğer bağnaz Yahudilerin arasında kalsaydı yaşama şansı kalmayacak ve recmedilenlerden olacaktı.
51- Ey resuller! Temiz olanlardan yiyin ve salih amel yapın. Muhakkak ki ben, yaptıklarınızı bilenim.
Kurân, helal ve temiz gıdaları “tayyibât” kelimesiyle ifade etmektedir. “Tayyibât” temiz gıda anlamına geldiği gibi helal, lezzetli ve yararlı gibi anlamlara da gelmektedir. Burada 19 ve 21. ayetler arasındaki üzüm ve hurmayı şaraba dönüştürmeleri veya katık olan ama kutsallaştırılan zeytinyağı, ayrıca müşriklerin enama sahte kutsallıklar atfetmesine atıf yapıp aslında her resulün vaaz ettiğinin özünde aynı olduğunu ifade edilmiştir. Bunu da Hz. Nuh’tan İsa’ya kadar gelen her resule yapılan ortak bir seslenişle burada anlatmıştır.
Ayette tayip rızık ile salih amel arasında bir irtibat da kurulmuştur. Temiz yollarla elde edilenler insanı ıslah edici amellere yönlendirir. İllegal yoldan elde edilenler ıslahı ve sulhu değil ifsadı hedefler. Haram lokma içinde haklar barındırır. Salihatı, sulhu ve toplumsal huzuru hedefleyenler bu nedenle helâl kazancına haramları karıştırmaz. Bilir ki bir yerde yapılan hırsızlık ve yolsuzluk toplumun başka bir yerinde mağduriyetlere ve zulme sebep olur. Allah’ın her ameli bildiği şuuru, kazancı habisten kurtaran salih bir ameldir. Hz. Peygamber de gıdalarda ve kazançta helâl-haram sınırlarına riayet etmeyenlerin maneviyatlarının, dua ve ibadetlerinin olumsuz yönde etkileneceğini ifade etmiştir. Haram yemek kalbi öldürür, helâl ise ihya eder. Haramla beslenen salih bir amel ortaya koyamaz. Bir yerde salih amel varsa orada mutlaka helâl kazanç vardır.
52- Ve muhakkak ki işte bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ve ben, sizin Rabbinizim. Öyleyse bana karşı takvalı olun!
Tüm resullerin vaaz edilen kurucu ana değer ve erdemlerin etrafında toplananlara ümmet denir. Buradaki “tek ümmetten” maksat, aynı inanç ilkeleri etrafında birleşmiş topluluktur. Bu manada Allah’a “kulluğun” zamanı, ırkı, kavmi, lisanı, milleti ve asrı olmaz. Ancak tek din olan İslam zamanla yüzlerce dine ve gruba bölünmüştür. Bu manana dünyadaki tüm inançlar aslında İslam’ın bozulmuş hâlleridir. Bir sonraki ayet bu hakikati şöyle konu edinir:
53- Oysa onlar, emirlerini aralarında yazıt haline getirip parçaladılar. Her hizip yanındaki ile sevindi.
Zemahşarî, İbn Abbâs, Beydâvî, Hâzin, Nesefî, Râzî buradaki “emr” kavramına din ve din işleri manasını vermişlerdir. Buradaki “emir” sadece inançları değil, bu inançlardan hayata yansıyan tüm kararları içermektedir. Zaten burada yine Kurân’da müstakil kelimelerle ifade edilen “din, şeriat, amel/iş” gibi kelimeler değil “emr” kelimesi seçilmiştir. Dini emirler çıkarlara göre bağlamından ve maksadından koparılıp parçalanmıştır. Oysa dini emirler bir bütün oluşturduğunda kişiyi felaha ulaştırır.
Zubur parça parça yazılı kitabe, tablet ve parşömenler demektir. Bu mana kökünden dolayı ayetteki “zubur”; “yazıt, kitabe, taş plaka ve levha” şeklinde kitabın dışında kalan ve kalın puntolarla yazılan yazıtlardır. Araplarda kalın yazıyla yazılan her kitabeye, zebur ismi verilirdi. Zaten Şuarâ 196’da evvelkilerin yazıtları manasında zubur kullanılmıştır. Parçadan bütüne ulaşmak olan tümevarım yöntemi mevcut inançların ortak kökeni konusunda bizlere bir fikir verebilir.
Yapılan tahrifin yazıya dökülmesi aslında onu bir nevi kalıcı hâle getirmektedir. Bu nedenle kaynağa ne kadar yakın da olsa dinle alâkalı her kitap sorgulayıcı bir gözle okunmalıdır. Hizipleşme yazılan beşeri yorumların mutlaklaşması ile başlar. Hizipler kendi çıkarlarına uyan parçayı alıp onunla avunmuşlar, farklı düşünenleri din dışı ilan etmişlerdir. Bu tür gruplara en güzel cevap, onları kendi hâllerinde belirli bir süre terk etmektir. Zira bir görüş dinleşirse o görüşü bırakmak dinden çıkmak manasına gelir. Bu yüzden o kişi ile iletişim ve tebliğ fayda değil zarar üretir.
54- Artık onları, boğuldukları şeyler içinde belli bir süre terk et.
Ğamra kelimesi “boyu aşan su” demektir. Yeryüzünü örttüğü için denizin de sıfatı “ğamr”dır. Ğamre, ayrıca boğucu şeyler için de kullanılır. Âlimler belli bir vakit anlamına gelen hin/süre kelimesi ile ilgili olarak şu izahları yapmışlardır: 1- Onlar görene kadar, 2- Ölene kadar, 3- Hesap gününe kadar. Oysa aslında bu 3 bakış da doğrudur. Zira kimi insan dünyada anlar ve pişman olup hizipleşmeden vazgeçer; kimi, hizipleşmenin onları yavaş yavaş tüketip öldürmesi ile anlar, telafi imkânı kalmamış olur; kimi de hesap günü anlar ki son pişmanlığın asla fayda vermediği bir sürece girmiştir.
Dini emirleri parçalamak aslında sade ve anlaşılır dini ayrıntı ve teferruatlarla yaşanmaz hâle getirir. İşte toplumu boğan bu beşeri dini emirlerdir. Dini parçalayan ve hiziplere ayrılan zaten belasını bulduğu için onları düşman bilip cezalandırmak hatadır. Bu yüzden Allah Resulü’ne “Onları terk et!” emri gelmiştir. Bu terk etme süresi de bütündeki ahenk ve özgürlüğü görene kadardır. Hiziplerin İslam’dan kopardıkları onlara mal ve oğullar olarak dönmüştür. Ancak bir inancın ve düşüncenin haklılığının ölçüsü daha kalabalık, zengin veya güçlü olması değildir.
55-56 Mal ve oğullardan medet umup onların hayrı için yarıştığımızı mı hesap ediyorlar? Bilakis, onlar şuurunda değildir.
Ayetlerden anlaşılmaktadır ki Kurân’ın indiği dönemdeki kavimler, aşiretler veya gruplar inançlarını iki temel üzerine oturtmuştu. İnançlarının onları zengin ve nüfuz sahibi edip etmediğiydi. Eğer ediyorsa o inanç hak, etmiyorsa bâtıldı. Bu bakış, inançlardan geçinmenin sonucudur. İnançlardan geçinen, atalarının aksine veya maaşını aldığı makamın aleyhine hakkı savunamaz. Zira tahrif edilip parçalanan dini yorum ona hem mal hem de itibar kazandırmaktadır. Böyle tiplerin imanları da para ve itibar içindir, inkârları da mal ve nüfuz içindir.
Malı ve nüfuzu fazla olan kişiler adalette, yargılamada ve sosyal ilişkilerinde hatta günlük hayatlarında en basit konularda bile sürekli imtiyaz bekler. Bu şirk zihniyetidir. Bunlar herkesin çevrelerinde pervane olacağını ve koşuşturacağını hesap eder. Ancak muvahhitler nazarında bir garibanın hakkı ne ise kodamanın da hakkı odur. Allah Resulü’ne gelen emir bu tarz insanların kibirleri sönene kadar onları terk etmesi gerektiği emridir. Şimdi Müminun suresinde sadece Allah resulünün yanındaki müminler değil ehli kitabında içindeki henüz Kuran ve resul ile tanışmamış gerçek müminlerin özelliklerinden bahsedilip ehli kitabın hepsinin bir olmadığı ifade edilecektir.
57- Gerçekten onlar ki, Rabblerinin haşyetinden ötürü müşfiktirler.
Müşfik, şefkat eden kimse demektir. Şefkat gösteren kişi şefkat gösterdiğini sever ve onun başına gelecek şeylerden de endişe duyar (Müfredat). Gerçek müminler Rabblerine duydukları haşyetten/derin saygıdan dolayı sözlerinde ve yaşantılarında titiz, duyarlı ve günah konusunda son derece hassastırlar. İşte haşyetin oluşturduğu müşfik duruş böyle bir şuurun meyvesidir. Bu kişiler çevrelerine karşı şefkatli, duygudaşlık yetenekleri yüksek ve duyarlı insanlardır. Rabblerine duydukları haşyetin yansıması olan bu doğal duruş kendiliğinden oluşmalıdır. Haşyet olmadan yapılan müşfik tavırlar hem yapmacık olur hem de riya kokar. Rabbine haşyet duyan hayatı ciddiye alır, bu şuur bilgi ve bilince dayalı endişelerin beden bulmuş hâlidir.
58- Ve onlar ki, Rabblerinin ayetleri ile iman ederler.
Haşyetle müşfik olanlar ancak ayetler ile iman yoluna girebilir. Sıralama bunu göstermektedir. Bu iki sıfat aynı zamanda takvalı olanlara hastır. Ciddiyetsiz, şefkatsiz ve merhametsiz biri ayetler ile iman mertebesine ulaşamaz. Ayet, işaret ve alamet demektir. Ayetler ile iman, işaret ve alametler aracılığı ile imandır. Bu itibarla doğru işarete uyan, yanlış yollara sapmaz.
59-Ve onlar ki, Rabblerine şirk koşmazlar.
Bağlamdaki sıralama öncelikle Rabbe karşı derin bir saygı ve ciddiyet olan haşyet, arkasından mahlûkata şefkat ve merhamet, ardından ayetler ile iman yoluna girerek şirkten kurtulmadır. Rabbinden haşyet duyup onun ayetleri ile iman edene şirk mikrobu bulaşamaz. O yüzden onlar Rabblerine asla ortak koşmazlar.
60- Ve onlar ki mutlaka Rabblerine rücu edecekleri için kalpleri ürperir ve vereceklerini verirler.
“V-c-l” kökünden olan “veciletun” kelimesi Müfredat’ta “korkuyu hissedip duyma” manasına gelir. Kalpteki ürperti, Rabbin huzuruna eli boş olarak çıkma korkusudur. Bu, bir sonraki ayette yer alan “Onlar hayırlarda yarışırlar.” ifadesinden anlaşılmaktadır. Peki, “…vereceklerini verirler.” ifadesi zekât, sadaka veya infak mıdır? “…vereceklerini verirler.” ifadesi “Gönüllü verirler, içtenlikle verirler veya mallarından verirler.” gibi bir anlam taşıyacak kelimelere sahip değildir. Dikkatli okunduğunda bu bir tercih değil, bir mecburiyet cümlesi gibi durmaktadır. “…vereceklerini verirler.” kesinliği, bizce emanet olarak aldıkları bedeni veya canlarını gün gelip “sahibine verme” kesinliğindedir. Zira beraber geldiği cümle “mutlaka Rabbe rücu etmekten” bahseder.
Ölüp Rabbin huzuruna eli boş dönme korkusu kalpleri ürpertir, elleri titretir. Bu ürperti ve korku sahibini salih amele yönlendirebilir. Ancak burada dikkat etmemiz gereken bu hâlin her Müslümanda olan bir hâl olmadığıdır. Bazı müminler bu mertebededir. Ayetlerde siz değil de “onlar” demesi müminler içinde öne geçen bir zümreye işarettir. İşte onlar bir sonraki ayette öne geçenler (sâbikûn) olarak ifade edilmiştir.
61- İşte onlar hayırlarda yarışırlar. Ve onlar, onda öne geçenlerdir.
Sâbikûn kelimesi sözlükte “birinin önüne geçmek, onu geride bırakmak” anlamındaki “sebk” kökünden türer. İnsanın rekabetçi tabiatının mal ve oğulların artışına değil, hayra yönlendirilmesi gerektiği Kurân’ın temel düsturlarındandır. Buradaki “hayrât” kelimesi, insanlığa faydalı olan her şey anlamına gelmektedir. Gerçek müminler insanlığın faydasına olan işlerde ağırdan almazlar. Bir insan neden hayırlarda yarışır veya koşturur? Bu sorunun cevabı şunlar olabilir: İnsan daha fazlasını az zamanda yapmak isteyebilir. Kendisini hayır konusunda başkalarından eksik gördüğü ve tatlı bir rekabet içinde olduğu için bunu yapabilir. İnsanları mutlu etmekten mutlu olup iyileşmek için yapmak isteyebilir. Başka insanların yaralarını sarma ve bir an önce muhtaçlığın verdiği acıları dindirme isteğiyle hayırlarda yarışabilir. Ölümün ne zaman geleceği belli değildir. Bu nedenle hayrı yapan insanlığını ölüm gelmeden yükseltme endişesi içinde olabilir. Bu sebeple hayırlarda yarışabilir zira bu zamana karşı yapılan bir yarıştır.
Aslında hayırda yarışan insan öncelikle başkalarıyla değil kendisi ile yarışan olmalıdır. Bu yüzden…
62- Ve kimseyi gücünün dışında mükellef tutmayız. Ve yanımızda hak ile konuşan bir kitap vardır. Ve onlara zulmedilmez.
Nukellifu/teklif, kelife kökünden türeyen bu kelime, mükellef manasındadır. Bu kök 8 yerde gelir. Rağıb; bir kişiyi, bir şeyi yapmakla yükümlü tutmak şeklinde tanımlar.
İslam’dan kopan inançlar din ile alâkası olmayan emirlerle müntesiplerini mükellef tutmuştur. Allah insana taşıyamayacağından fazlasını yüklemez (Necm: 38). Ama ruhbanlar, uyduruk inançlar yükler. Kurân atalar inancından ve onun mükellef tutuğu uydurma yüklerden muhatabını kurtarmak ister. Bu yüzden Allah, sizden yükümlülükleri hafifletmek ister (Nisâ: 28). “Katımızda değil de yanımızda hakkı konuşan bir kitap vardır.” ifadesinin amel defterine değil Kurân’a raci olduğu anlaşılmaktadır. Hakkı konuşan Kurân, muhataplarına asla taşıyamayacakları sorumluluklar vermez, yapamayacaklarından mükellef tutmaz. Ancak şirk; kula, nesneye, mala ve mülke kulluk olduğu için insan fıtratına aykırı bir yaşam tarzını insana yükler.
63- Bilakis onların kalpleri bundan dolayı bir bataktadır. Ve onların bunun altında bazı amelleri vardır ki, bunlar için çalışırlar.
Yanı başlarında hak neyse onu söyleyen ve muhataplarından hakkı, adaleti, iyiliği ve ihsanı bekleyen bir kitap olmasına rağmen müşrik muhatapların akleden kalpleri dünyalıklar ve hiçbir işe yaramayan uyduruk emirler ve ritüeller ile doludur. Bu nedenle sağlıklı kararlar verememektedirler. Kalbin içinde bulunan bataklık bir sonraki ayetten dolayı mütref bir yaşam arzusu olarak anlaşılmaktadır.
Mütref yaşam imkânların sürekli mütrefin kendisine akması sonucu semirip tüketmektir. Bu hayat standardını yakalamak için aşağı düzeydeki ameller yaptıklarından bahsedilir. Bu tipler ne kadar güçlü ve zengin görünseler de küçük hesaplar yapan, kendine mütref ancak başkalarına cimri olan bencillerdir. Battıkları dünyalıklar için çalışıp duranlar çırpındıkça maneviyatları biraz daha karanlığa gömülür. Mütref yaşamın bataklıkvari yapısı hissettirmeden onları içine çekmektedir. Bu hâldeki biri çırpındıkça daha da içe gömülecektir. Zaten ayetteki “ğamratin” kelimesi “suyun boyu aşması” demektir. Kendi ameli ile kurtulamayana uzatılan el yanlarında hakkı söyleyen kitaptır. Uzatılan eli geri çevirenlerin hâlleri şöyle tarif edilir:
64- Hatta onların mütreflerini azapla tutuğumuzda onlar, yalvarıp yakarır.
Yec’erune, “cuar” kökünden gelir. Bunun manası kişinin yalvarması ve yakarmasıdır. “Cera” kelimesi ayrıca Arab dilinde çamura batıp iyice gömülen ve çıkamayan öküzün çaresizce böğürmesine denilir. Bazı müfessirler, kâfirlerin feryat edip bağırdıkları azabın, Mekke halkına isabet eden kıtlık olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş mantıklıdır. Zira mütref yaşama alışan için akan muslukların kesilmesi dünyanın sonudur.
Müstağni ile mütref farklıdır. Müstağni gücü ve servetine güvenerek hiçbir şeye muhtaç olmadığını sanan iken, mütref bu hâlin devamlılığı sonunda kişinin elde ettiklerine bağımlı hâle gelmesi ve zayıf düşmesidir. Bu manada zorluklar bizi güçlü kılar. Mütrefler en ufak bir sıkıntıda şikâyet eden, konforu ve çıkarı için yalvaracak kadar karakter erozyonuna uğrayanlardır. Bunu hesap günü de sergilerler.
65- O gün yalvarıp yakarsanız da muhakkak ki bizden, size yardım gelmez.
Neden yardım gelmez zira Allah sünnetini değiştirmez. Kuraklık ve kıtlık gelmeden mütref yaşamı bırakıp tıpkı Hz. Yusuf gibi tedbir almaları gerekirdi. Yapılan çağrıya karşı tavırları şöyle olmuştur:
66- Ayetlerimiz size tilâvet edildiğinde topuklarınız üzerinde geri döndünüz.
Nükûs; ardına dönmek, geri çekilmek demektir. Döndükleri yer mütref yaşamlarıdır. Konfora alışan kendisine hayat verecek salih ameller ortaya koymasını sağlayacak her tür teklife uzak durur. Zira bunlar fedakârlık ister. Konforun çürüttüğü, aslında empati yeteneği ve insani erdemler için fedakarlık yapma gücüdür. Sürekli haz ile beslenen beyin bir süre sonra bencilleşip duyarsızlaşır. Okunan ve tevazuya ve paylaşıma davet eden ayetlerden yüz çevirmelerinin sebebi kendi saltanatlarına bakıp gelen teklife ihtiyaçlarının olmadığı zannına kapılmalarıdır. Bu müstağni tavır kibrin göstergesidir.
67- Büyüklük kuruntusu ile müsamereden çıktılar.
Sâmir kelimesi, “ayın gölgesi” anlamına gelen “es-semr”den türemiştir. Araplar gece sohbetleri için semer (ay ışığı veya ay karanlığı) kelimesini kullanmışlardır. Bu sohbetlere, genellikle karşılıklı konuşma tarzında geçtiğinden semr (mehtaplı gecelerde sohbet etmek) mastarından müsâmere adı da verilmekte, ayrıca gece sohbetine katılana semîr, bu meclislerde bulunan gruba da sâmir veya sümmâr denilmektedir. Sıcak çöl ikliminin serin gecelerinde bir ateş etrafında böyle söyleşiler yapılırdı.
Tehcurûn sülâsî olursa “he-ce-ra” kökünden olup “hecr” ilişkiyi kesmek manasına gelir. İbn Abbas “Kâbe’yi terk ediyorlar.” şeklinde anlamıştır. Burada dışarıdan gelip Allah Resulü ile gece toplanıp müsamere eden ehlikitaptan olanlardan bahsedildiği anlaşılmaktadır. Onlara tilavet edilen ayetlere karşı müstekbir bir tavır takınan ehlikitaptan olanlar müsamereyi yarıda kesip o ortamdan çıkıp gitmişlerdir. Dolayısıyla mütref yaşam ile bunu birleştirdiğimizde gelenlerin dinden geçinen ruhbanlar veya misyonerler olma ihtimali yüksek görünmektedir. Hristiyanlarda ilk misyoner Pavlus’tur. Misyonerler sözü dinlemeye değil, sadece konuşmaya gelirler.
68- Onlar hâlâ sözü tedebbür etmezler mi? Yoksa onlara, atalarına gelmemiş olan mı geldi?
“Âbâe-kum” babaları demek iken, buradaki gibi “âbâehumu-l-evvelîn” ise önceki babaları yani ataları demektir. “Onlara atalarına gelmemiş olan mı geldi?” sorusu muhatabın ehlikitap olduğunu göstermektedir. Zira Mekkeli müşrikler “Biz atalarımızdan bunları işitmedik.” itirazını yapmaktaydılar. Ayrıca ayetin indiği dönem düşünüldüğünde zaten Mekkeli müşriklere ayetler tilavet edilmiş ve onlar tavırlarını çok önceden belli etmişlerdi. Bir önceki ayette “Mekke’den çıkma” ifadesi onların gece sessizce orayı terk eden yabancılar olduğunu da göstermektedir. Surenin daha önceki ayetlerinde anlatılan Hz. Nuh, Musa ve Harun kıssası, ayrıca Meryem oğlunun ayet kılınışı tamamen ehlikitabın evvelki babalarının bildiği kıssalardı.
Sözü tedebbür etmek, ayetlerin üzerinde derinlemesine düşünmek Allah’ın emridir. Ancak bu süreç kalıpları değiştiren bir okuma ve düşünme olmalıdır. Tedebbür kelimesinin kökü “arka” anlamına gelen “ed-dubur”dur. Manası arkayı ve geçmişi düşünerek tedbirler almaktır. Tedebbür aynı zamanda işin arka plânını bağlam ve bütünlüğünü de düşünmektir. Kurân geçmişi hatırlatarak tedbirler üretmemizi ister. Bu süreç geçmişi hatırlama/tezekkür, bağlantıları kurma/teakkul, firikler üretme/tefekkür ve son olarak geleceğe yönelik tedbirler üretmek olan tedebbür ile olur.
69- Yoksa onlar, resullerini tanımadılar da bu yüzden mi onu inkâr ediyorlar?
Burada Hz. Muhammed’in ehlikitabın beklediği resul olduğu net bir şekilde ifade edilmiştir. (Bkz. Bakara:146) Zaten kendi kitaplarında bir resulün geleceği imaları vardır. Bu konu Saff suresi 6. ayetinde şöyle izah edilecektir: “Bir vakit Meryem’in oğlu İsa şöyle dedi: ‘Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın Resulü’yüm, önümdeki Tevrat’ın musaddıkı ve benden sonra gelecek bir resulün müjdecisi olarak geldim ki onun ismi Ahmed’dir.’ Sonra o onlara beyyinelerle gelince ‘Bu apaçık bir sihirdir.’ dediler.” Sihir demeleri inandıkları tüm değerleri çok hikmetli ifade etmesi ile ehlikitabın bundan etkilemesinin sonucudur.
70- Yoksa onunla aklı örtülmüş mü diyorlar? Bilakis, onlara hak ile geldi. Ve onların ekserisi hakkı kerih gördü.
25. ayette Hz. Nuh için “cinnet geçiren biri” olduğu iftirası şimdi de ehlikitap tarafından bu kez Allah Resulü’ne atılmaktadır. “Onunla aklı örtülmüş.” ifadesindeki “onun” zamiri Hz. Peygamber’in getirdiği risalet ve okunan Kurân’a gitmektedir. Hakkı kerih görmelerinin sebebi gelen kitabın işlerine gelmeyen hakikatler içermesidir. Ehlikitabın müsamere sırasında doğrudan Hz. Peygamber’in yüzüne aklı örtülmüş demedikleri, ayetteki “Yoksa onunla aklı örtülmüş mü diyorlar?” sorusundan anlaşılmaktadır. Bu da müsamereden sonra Hz. Peygamber’in mesajına değil hevalarına tâbi olduklarını göstermektedir.
71- Ve hak, onların hevalarına tâbi olsaydı gökler, yer ve içinde olanlar mutlaka fesada uğrardı. Bilakis, onlara zikirlerini getirdik. Fakat onlar, zikirlerinden yüz çevirenlerdir.
Ayet ehlikitabın müsamereden çıkma gerekçesini ifade etmektedir. “Hak” Kurân’i gerçeklerdir. Onlar bu gerçekleri şirk ile perdeleyip çıkarlarına uygun hâle getirmiştir. Oysa hevaya tâbi olmak dini çıkarlarına uydurmaktır. Eğer gerçek ehlikitabın inandığı gibi olsaydı Enbiyâ suresi 22’nin de dediği gibi “Gökler ve yer fesada uğrardı.” Zira ilahlar ve aracılar inancı, kullukta bir karmaşaya, kâinatın yönetilmesinde ise bir kaosa sebep olacaktır. “Onlara zikirlerini getirdik.” ifadesi Kurân’ın vaaz ettiği hakikatlerin önceki kitaplarda da olduğunun beyanıdır.
72- Yoksa onlardan bir çıkar mı istiyorsun? Oysa Rabbinin sağlayacağı çıkar hayırlıdır. Ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
Burada Şuarâ 145 ve birçok yerde geçen “Ona karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim sadece âlemlerin Rabbine aittir.” gibi ayetlerde yer alan “ecr/ücret” veya karşılık manasındaki “ceza” veya nimet, mükafat, lutüf, meta/menfaat geçmemektedir. Meallerde yer alan “Onlardan bir ücret, vergi, zorla alınan haraç, Rabbin mükafatı, lütfu vs.” şeklindeki çeviriler anlamı tam yansıtmamaktadır. Zaten bu manayı verecek kelimeler seçilmemiştir. Burada geçen kelimeler aynı kökten olan “ḣarcen ve ḣarâcu”dur. “H-r-c” kökü Müfredat’ta “bulunulan bir yerden veya durumdan dışarı çıkmak” şeklinde tanımlanır. “Korku içinde çevresini gözetleyerek şehirden çıktı.” (Kasas: 21) Enfal 47’de “ḣaracû min diyârihim/diyarlarından/yurtlarından çıkanlar” manasında fiil formunda kullanılmıştır. Burada ise isim olarak gelir. Bu nedenle Müminun 72’deki “feḣarâcu rabbike ḣayr(un)” ifadesi “Rabbinin mükafatı/ecri daha hayırlıdır.” değil “Rabbin (sağlayacağı) çıkar hayırlıdır.” şeklinde anlaşılması daha isabetli olacaktır. Ücret, meta vb. kelimeler yerine bu kelimenin seçilmesi, Rabbin yönlendirmesi ile Mekke’den hicretin onların sağlayacağı imkânlardan, onlarla kurulacak çıkar ilişkisinden daha hayırlı olacağını anlatmak için olabilir.
Zaten “harcen” kelimesi daha önce inen Kehf suresinde şöyle kullanılmıştır: “Dediler ki: ‘Ey Zulkarneyn! Muhakkak ki Yecüc ve Mecüc, yeryüzünde fesât çıkaranlardır. Artık, onlarla bizim aramıza bir set yapman için sana çıkar sağlasak olur mu?’ Dedi ki: ‘Rabbimin beni içinde bulundurduğu imkânlar daha hayırlıdır.’ ” (Kehf: 94-95) Görüldüğü gibi kelime zor bir durumdan çıkmak veya korunmak için kurulan ittifaklar ve çıkar ilişkilerini anlatmaktadır. Mağdur olan birinden çıkar umarak yardım yapmak iyilik değildir. Zira denize düşen yılana sarılır. Bu sıkıntılı hâli fırsata çevirenlerden uzak durulması emredilmiştir. Allah Resulü ve sahabenin misyonerlerle böyle bir çıkar ilişkisine girmesi tavsiye edilmemektedir. Bu ayette kurtuluşun ve rızkın aciz beşerlerden değil “el-Hayır” olan Allah’tan beklenmesi gerektiği öğretilir. İşte bu sıratımustakimdir.
73- Ve muhakkak ki sen onları sıratımustakime davet ediyorsun.
Sıratımüstakim, istikamet verilmiş ilkeler ve erdemler yoludur. Ayette maddi çıkarlar veya tehditler sonucu kişinin ilerlediği ilkeler yolundan taviz verilmemesi gerektiği öğretilir. Allah Resulü’nün ilerlemekte olduğu yolda devam etmeme ihtimali, çevresinde “acabaları” olanları da olumsuz etkileyebilirdi. Ayette “tebliğ” yerine “davet” ifadesi seçilmiştir. Zira kişi kendi bulunduğu yere davet eder, bulunmak istemediği yer için tebliğ eder. Kuran’da cehennem’in azabına ilişkin uyarılar tebliğ edilirken, sıratımustakime ve cennete davet söz konusudur.
74- Ve muhakkak ki ahirete inanmayanlar, mutlaka sıratten ayrılırlar.
Artık konu ehlikitaptan Mekkeli müşriklere getirilmiştir. Zira misyonerlerin teklifleri reddedilmiş, müşriklerle de neden beraber yaşanamayacağı izah edilmeye başlanmıştır.
Sapma manasındaki “dalâlet” yerine “nâkibûn” kelimesi seçilmiştir. Kelime “nekebe” fiilinden türemiştir. Kökü Kuran’da sadece 2 yerde kullanılmıştır. Diğer ayet ise Mülk suresi 15’tir. Oradaki menâkib kelimesi, “omuz” anlamına gelen “menkib”in çoğulu olup mecaz olarak yeryüzündeki dağlar ve tepelerin üzerlerindeki tali yol alanlarını ifade eder. “Arzı size zelûl kılan O’dur. Artık onun omuzlarında dolaşın.” (Mülk: 15) Burada ise düz cadde anlamındaki sıratı terk edip ayrılma ve karmaşık tali yolları seçmeleri söz konusudur. Ahirete inanmamak aslında geleceğe/ahire güvenmemektir. Rabbin yönlendirmesi ve istikamet verilmiş yolu değil de çıkarlarını seçip müşriklere boyun bükenler maalesef zamanla manevi bir yol olan sıratımüstakimden de çıkacaklardır.
75- Ve eğer onlara rahmet edip zarar veren şeyi keşfetmelerini sağlasak bile mutlaka tuğyanları içinde bocalarlar.
Bu tipler, kendilerine neyin zarar verip vermediğini göremez. Sorunu keşfetse bile çözümler üretemez. Bu hâlin sebebi tuğyan içinde bocalamalarıdır.
Tuğyan; aşkınlık, azgınlık, sınırı aşmak demektir. Haddi aşmalarının sebebi aslında kendilerini ve seçimlerini gereğinden fazla yüceltip öncelemeleridir. Bu bencil ve narsist tipler fedakarlık gerektiren kararlar veremezler. Garanti gördükleri zillet içinde riskler olduğunu zannettikleri özgürlüğe tercih edebilirler. İster ehlikitap olsun ister Mekkeli müşrikler olsun onlara zarar veren inançları ve şirkin oluşturduğu kast sistemini indirilen rahmetle görseler de tuğyanları tazarruya da engeldir.
76- Ve doğrusu biz onları bir azap ile yakaladık. Fakat onlar, Rabblerine boyun eğmediler ve tazarru etmediler.
Nesai ve Hakim`in Abdullah bin Abbas’tan rivayet ettiğine göre Kureyş halkı büyük bir kıtlıkla imtihan olundu. Bunun üzerine Ebu Süfyân, Resulullah’a gelerek: "Ey Muhammed! Allah için ve akrabayla olan bağların hürmetine doğrusu alhez yemek zorunda kaldık." dedi. Bunun üzerine bu ayetin indirildiği rivayet edilmiştir. Müminun suresinin 64. ayetinde de bu azaptan bahsedilmişti. Bağlamdan azabın önce mütrefleri, sonra da toplumun genelini etkilediği anlaşılmaktadır.
Tedarraâ kelimesi “Kendini alçalttı, alçakgönüllü oldu ya da tevazu gösterdi; kuvvetli veya etkili bir dikkatle kendini adadı; kendindeki fakruzarureti gördü.” anlamlarına gelir. Tevazu, Rahmân’ın kullarında zamanla olgunlaşan bir meziyettir. Oysa “Ve Rahmân’ın kulları yeryüzünde tevazuyla yürürler.” (Furkân: 63) Başımıza gelen musibetler bizi daha mütevazı ve acziyetinin farkında bireylere dönüştürüyorsa rahmet, musibetler bizi değiştirip dönüştürmüyorsa azaptır.
77- Hatta onların üzerine şiddetli azap kapısını açınca onlar ümitsizlik içinde olurlar.
Eblese kelimesi, “Bütün ümitlerini yitirdi.” manasına gelmektedir. Bunun anlamı, psikolojik bir çöküş yaşamaktır. Mublis, “ümidi kalmayan kimse” anlamına gelmektedir. İblis kelimesi de, iflas eden, ümit kesen manasında aynı köktendir. Önce dünyevi azap burada ise uhrevi azaptan bahsedilmiş olabilir. Buradaki şiddetli azabın kapısı Hicr 43-44’te şöyle tarif edilir: "Şüphesiz ki onların hepsine vadedilen yer cehennemdir. Onun yedi kapısı vardır, her kapıya onlardan bir cüz ayrılmıştır.” Buradaki ümitsizlik ise şöyle tarif edilir: “Ve o saatin vuku bulduğu gün, mücrimler cennetten ümitlerini keserler.” (Rum: 12) Ehlikitabın inandığı gibi “sayılı gün cehennemde yanıp çıkma ümidini de” kaldırmıştır.
78- Ve sizin için işitme ve görme ve idrakler inşa eden odur. Ne kadar az şükrediyorsunuz.
Ef’ideh kelimesi fuad’ın çoğulu olup insandaki idrak merkezlerinin adıdır. İnsan görüp duyduklarını işleyebilecek bir potansiyel ile yaratılmışken bu melekelerini iyilik ve hayır yönünde kullanmaması şükürsüzlüktür. Her nimetin şükrü kendi cinsinden olduğu için gözün şükrü hakkı görmek, kulağın şükrü güzeliklere kulak kabartmak, idrakin şükrü de onu olumsuz ve kötü düşüncelerden uzak tutmaktır. Bu nimetleri kötülük ve şerde değil iyilik ve hayır istikametinde kullanmak şükürdür. Ayetteki muhatap kitle Rabblerinden bir rahmet olarak gösterilen sıratımustakime kör, indirilen ayetlere sağır kesilerek şükürsüzlüklerini göstermişlerdir. Zaten mütref yaşama alışanların ilk çürüttüğü erdem, şükür ve kanaattir. Zorluk ve azaptan şükürle güçlenip çıkmak yerine şikayet edip tuğyanları içinde bocalamışlardır.
79- Ve sizi, arzda bitiren O’dur. Ve O’na haşrolunacaksınız.
Zerâe, “bir tohum gibi ekmek” demektir. Ziraat kelimesi de buradan gelmektedir. İleyhi tuhşerun, “En sonunda sizi, bir çiftçinin tarlasını hasat ettiği gibi sizi hasat edecek.” demektir. Tabir caizse çifçinin elinde iki tür mahsul kalacaktır. İlki tekrar ekilecek ve çevresine rızık olanlar, diğeri ise çer çöp olup yakılacak olanlardır.
80- Ve hayat veren de öldüren de O’dur. Ve geceyle gündüz ihtilaflıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz?
Akıl, olay ve olgular arasındaki bağları kurmak demiktir. Ayette “Hâlâ bağlantıları kurmayacak mısınız?” şeklinde bir soru vardır. Hayat ve ölüm ile gece gündüzün bağlantısı nedir?
“Ölü iken hayat verdiğimiz; ona, insanlar arasında, yürüyeceği bir nûr verdiğimiz bir kimse; karanlıklar içinde kalıp bir türlü çıkamayan kimse gibi olur mu?” (Enâm: 122) Cahiliye karanlığında olan ölü ile Kuran’ın nuru ile aydınlanmış diri, tıpkı gece ve gündüz gibi ihtilaflıdır. Allah vahiy göndererek ölü olanları diriltmiştir. Ancak geceyi aydınlık sananlar kendilerini saran cahiliye karanlığını görmeyip vahye sağır olarak potansiyellerine de nankörlük etmişlerdir (Müminun: 78).
81- Bilakis onlar, evvelkilerin söylediklerinin aynısını dediler.
Evvelkiler önceki resullere karşı çıkanlardır. Benzer itirazlar Allah Resulü’ne de yapılmıştır. Manen ölü olup karanlıkta kalanların dediklerinden biri de bir sonraki ayette şöyle aktarılacaktır:
82- Dediler ki: “Öldüğümüzde, toprak ve kemik olduğumuzda gerçekten dirilecek miyiz?”
Bu cümleyi kuranlar aslında “Hâlâ akletmeyecek misiniz?” sorusunun muhataplarıdır. Bu diyalogdan şu anlaşılmaktadır: Manen dirilmeyenler, öldükten sonra tekrar dirilişe inanmayanlardır.
83- Doğrusu bize ve babalarımıza daha önce de vadedildi. “Bunlar, ancak evvelkilerin satırlarında olanlardır.”
Esâtir, “satırlar” anlamında satere kökünden alınmış çoğul bir kelimedir. Evvel ise öncekiler demektir. Esâtîru’l-evvelin kelimesini müşrikler öncekilerin yazdığı, satır satır kurguladığı, aslı astarı olmayan anlatımlar, mitolojiler, efsaneler, masallar manasında kullanırlar. Bu kakıp nüzul sürecinde ilk olarak Kalem suresinde geçer (Kalem: 15). “Esâtîru’l-evvelin” çoğunluk tarafından Kurân kıssaları olarak anlaşılmıştır. Ancak bu pasajda olduğu gibi “esâtîru’l-evvelin” ibaresi “yeniden diriliş ve hesap günü gerçeği” bağlamında kullanmışlardır. Müşrikler, ehlikitabı kastederek Allah Resulü’nün de yeni bir şey getirmediğini evvelkilerin satırları ile ima etmektedirler.
84- De ki: "Eğer biliyorsanız arz ve onun içindekiler kimindir?"
Burada neden “Eğer biliyorsanız…” şeklinde bir kayıt vardır? Allah’a bilgi ile ulaşabilir miyiz? Mahlukatı okuyan bunun bir musavviri olduğunu düşüneceği için eseri sahipsiz bırakmayacağını da net olarak anlayacaktır. Surenin akışı burada, muhatabın içinde bulunduğu inanç karmaşasını ortaya koymaktadır. Hem bir yaratıcı olduğuna inanacaklar hem de yeniden dirilip hesap vereceklerini inkar edecekler. Buradan muhatabın sonradan “deistler” şeklinde isimlendirilen bir görüşe veya zihniyete sahip olduğu anlaşılmaktadır.
85- “Allah’ındır!” derler. De ki: “Hâlâ tezekkür etmeyecek misiniz?”
Görüldüğü gibi Allah Resulü tek tip bir inanç ile muhatap değildir. Zamanla değişik görüş ve inançların iddialarını ele alıp onlara tezekkür edebilecekleri cevaplar Kuran tarafından verilmiştir. Tezekkür, temel inanç akidesi olan fıtri ve hanif dini hatırlamayı sağlar. Her şeyi yaratan bir gücün olduğunu görüp bilmelerine rağmen O’nun bir gün hesap sorabileceği gerçeği üzerinden muhatap düşünmeye yani tezekküre davet edilmiştir.
86- De ki: “Yedi kat göklerin Rabbi ve azim arşın Rabbi kimdir?”
Arş karar verme makamı iken, azim onun azamet ve gücünü anlatmaktadır. Azim arş ifadesi her hükmün ve kararın fevkinde bir kararın olduğunun beyanıdır. 84. ayette arzın Rabbi ifadesinden sonra burada “Göklerin Rabbi kimdir?” sorusu gelmiştir. Bu sıralama hayattan kopuk bir Rabb tasavvuruna da cevaptır. Zira deistler Tanrının her şeyi yaratıp bir köşeye çekildiği iddiasındadır. Dolayısıyla bu iddiaya da bir cevap verilmiştir. Soru ayetleri her daim içinde cevaplar barındıran basiretlerdir.
87- “Allah’ındır!” derler. De ki: “Hâlâ takvalı olmayacak mısınız?”
Peki “Hâlâ takvalı olmayacak mısınız?” Sorusunun içindeki cevap nedir?
Takva, sorumluluk bilinci ile bir sakınma ortaya koyabilmek demektir. Bu soruyla arşilazîm’e karşı sorumluluk bilinci ile hareket etmemiz istenmektedir. Deistlerin en büyük hatası “O var!” deyip yokmuş gibi yaşamalarıdır. Bu soruya iki soru daha eklersek “Akletmeyen tezekkür edebilir mi?” “Hatırlamayan takvalı olabilir mi?”
88- De ki: “Şâyet biliyorsanız her şeyin melekutu elinde olan ve koruyan ve kendisi korunmayan kimdir?”
Muhatap cahil bir muhatap değildir. Bu manada bilgi önemlidir, ancak bilgi bizi her zaman salih bir insan yapmaya yetmez. Bu konu sonraki sürçte şöyle işlenecektir: “Kendilerine Tevrat yükletilen, sonra onu hamil olmayan kişilerin meseli, ciltlerle kitap yüklü merkebe benzer.” (Cuma: 5) “Her şeyin melekutu elinde olan” ifadesi ile kainatın tüm kanunları ve varlığını devam ettirebilmesi onun kudretine bağlanmıştır. Bu nedenle O, asla bir korumaya muhtaç olmayandır. Bir inanç, müntesipleri tarafından korunmaya muhtaç ise ilahi değil beşeridir. Zira Allah’ın indirdiği din, insanı korurken insanların uydurdukları dinler korunmaya muhtaçtır.
89- “Allah’ındır!” derler. De ki: “Öyleyse nasıl aldatılabilirsiniz?”
Bu şuurdaki biri nasıl aldatılabilir? Bu insanlar “Arz ve onun içindekiler Allah’ındır.” diyerek aslında “Mülk Allah’ındır.” derler. Yedi gök ve azim arşın Rabbi derken sadece mülkün Allah’ın olduğunu söylemezler, bir de yönetim makamında Allah’ın olduğuna iman etmişlerdir. Son olarak da istisna bırakmadan her şeyin melekutu elinde olan ve hiçbir şeyle korunmaya muhtaç olmayanın Allah olduğunu söylemelerine rağmen hâlâ kendilerini aldatmaktadırlar. “Seharehu”, “Onu aldattı.” demektir. Bu kadar bilgi hayata geçmiyorsa orada gönüllü bir aldanma ve yalanlama söz konusudur.
90- Bilakis, biz onlara hakkı getirdik. Ve muhakkak ki onlar yalanlayanlardır.
Ayetlerin sıralamasına baktığımızda hak, ehlikitaba gelmiş; onlar yalanlayınca müşrikler de bunu kullanıp kendi inkarlarını artırarak devam ettirmiştir. Şimdi iki gruba da genel bir cevap verilecektir.
91- Allah evlat edinmemiştir. Ve O’nunla beraber bir ilâh olmamıştır. Öyle olsaydı bütün ilâhlar mutlaka yarattığını giderirdi. Ve mutlaka onların bir kısmı bir kısmına üstün olurdu. Allah, onların vasıflandırdıklarından sübhandır.
Buna göre kâinatın nizamındaki mükemmellik, Allah’ın varlık ve birliğinin bir ifadesi olarak anlatılmıştır. Kurân çocuk edinen, yardımcısı veya ortağı olan, -hâşâ- bir insana benzeyen her tür yakıştırmayı reddeder. Allah insanların vasıflandırdığı her şeyden münezzeh ve aşkındır. O yüzden âlemlerin Rabbinin kötülüklere insanlar gibi tepkiler vermesini beklemek hatadır.
İnsan kendine benzeyen ile ünsiyet kurabilir. Bu nedenle aşkın ve içkin ilah tasavvuru müminde bir denge oluşturmalıdır. Ne yaratılmış ve hayal gücü ile üretilmiş bir ilah ne de olay ve olgulardan uzak bir ilah... İnsan gibi düşünen ve duyguları olan ilah tasavvuru aracılar ile, içkinlikte ifrat hulûl inancına evrilebilir.
92- Gaybı ve şehadeti bilendir. Bu yüzden onların şirk koştukları şeylerden çok yücedir.
Gayb ve şehadet, iki ayrı bilgi alanını ifade eder. Gayb alanına giren malumat, duyuları aşan bir alandır. Deney ve gözlem ile ulaşılamayan, sadece vahiy yolu ile bize intikal eden bilgilerdir.
Şehadet ise gaybın aksine, tecrübe ve müşahede sahasına giren âlem ile, bu âleme ait eşya ve olayları ifade eder. (Bkz. Rad: 9)
Şirk, şehadet aleminden gaybı taşlamaktır. İnsan şahit oldukları üzerinden gaybı kurgular. Burada Kurân’ın öğrettiği ahlâk, zahirin bâtına benzemediğidir. Maddenin hâllerini, kimyasını, fiziğini bilmek veya canlıların nasıl yaşadığına şahit olmak, gaybın anahtarlarına sahip olmak değildir. Her ikisini bilmek insana çok ağır gelir. Geleceği en ince ayrıntısına kadar bilen ve onu değiştirme kudreti olmayan biri için yaşamanın bir anlamı, değeri ve heyecanı kalmayacaktır.
93-94 De ki: “Rabbim! Eğer vadedileni bana göstereceksen..." Rabbim! O hâlde beni zalimler içinde bırakma!"
Burada vadedilen nedir? Resule böyle bir dua yaptırılma ihtiyacı neden oluştu? Zalim kavmin çinde kalırsa vadedileni göremeyecektir. Surenin geneline baktığımızda vadedilenin müminlerin felaha erdiğidir. Sonrasında müminlere cennet vadedilmiştir. Dünyevi kurtuluş ise peygamber kıssaları ve onların afetlerden veya zalimlerden kurtuluşları üzerinden örneklendirilmiştir. 94. ayetteki zalim kavim, burada Mekkeli müşriklerdir. Onların içinde kalıp hicret etmemesi vadedilen kurtuluşa resulün ve müminlerin ulaşamamasıdır. Zira zalime mesafe koymayana ateş dokunur (Hûd: 113). Gelecek ile alâkalı her ayet aslında bir vaattir.
Bu dua üzerinden kurtuluşun ehlikitaptan veya Mekelilerden değil sadece âlemlerin Rabbinden beklenmesi gerektiğine dair bir hatırlatma da yapılır.
95- Ve muhakkak ki biz onlara vadettiğimizi sana göstermeye elbette kâdiriz.
Buradaki vaat de olumsuz akıbettir. İlk vaat kurtuluş ve cennet, ikinci vaat ateş ve cehennemdir. “Biz kâdiriz.” derken neden çoğul kullanılmıştır? Bunda bir şüphe mi var ki böyle bir ayet inmiştir? “Allah kâdirdir.” yerine çoğul bir kullanım yapılması vaad edilenin bir sürece, bazı kural ve kaidelere bağlı olmasındandır. Bir de “el-Hayır” olan Allah’ın şerre koyduğu mesafedendir. Aslında hatalı istikamette yapılan tercihler kişiyi kötü bir sona hazırlar. Bu kötü sondan, yani onlara vadedilenden korunmak için yapılması gereken ise şudur:
96- Kötülüğü, en güzel olanla defet! Biz, nasıl vasıflandırdıklarını daha iyi biliriz.
Ayette “Kötülüğe kötülükle cevap ver!” veya “Kötülüğü iyilik ile deffet!” ifadeleri yer almaz. Burada “Kötülüğü en güzel ve en uygun ve hikmeli bir karşılıkla deffet!” emri vardır. Özgür irade oldukça kötülük yok edilemez, sadece deffedilir. Şirk tevhit ile, zulüm adalet ile, cehalet ilim ile, tekasür infak ile, ahlâksızlık haya ve edep ile, küfür iman ile, bencillik ve duyarsızlık cömertlik ve empati ile, narsistlik ve kibir öz eleştiri ve tevazuyla deffedilir.
Hicret arefesinde müşriklerin yaptıkları zulüm ve kötülükleri deffetmenin yolu ilk etapta Mekke’den çıkıp uzaklaşmaktı. “Rabbim! Beni zalimler içinde bırakma!" (Müminun: 94) Ancak kişideki menfaatperest duygular, enaniyet ve güçlü heva, intikama adalet maskesi takıp yapılan kötülüğe mislini aşan bir karşılık vermesine sebep olur. Bu hâl hasmından intikam alıp ondan üstün ve güçlü olduğunu kanıtlamaktır. Bu hâl kötülüğü en güzel şekilde deffetmek değil, zalimin ve suçlunun ayarına düşmektir. Dışardaki şeytanı ve kötülüğü ahsen bir tavırla deffetmenin ilk aşaması hem içteki hem de dışardaki düşmanlardan Rabbe sığınmaktır.
97- Ve de ki: “Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım.”
Kışkırtma diye çevirdiğimiz “hemezât” kelimesi Kurân’da sadece 3 yerde gelir. Bunlardan ilki Kalem suresi 11’de birini kötülemek için söz taşıyanlar manasında, ikincisi Hümeze suresi ilk ayetinde arkadan çekiştiren, kınayan ve dedikodusunu yaparak o kişiyi zor bir durumda bırakanlar manasında kullanılmıştır. Bu ayette de aslı astarı olmayan korkutma ve vaadlerle insanları kışkırtanları anlatmaktadır. Müslümanlara karşı düşmanlığı körükleyen tipler var.
Dikkat edilirse burada “eş-şeyâtîn” kelimesi hem çoğul hem de belirlilik takısı ile gelmiştir. Bu bilinen şeytanlar tıpkı Nas suresinde veya Enâm suresi 112. ayette de belirtildiği gibi bildikleri ve gördükleri Hz. Peygamber ve sahabeye karşı insanları her fırsatta kışkırtan Mekkeli şeytanlardır. Zaten şeytan kelimesinin kökü olan “şatn” hayırdan ve rahmetten uzaklaşmış ve uzaklaştıran demektir. Bu şeytanların insanın içindeki şeytani duygu ve düşüncelerin dışında “iki ayaklı şeytanlar“ olduğunun delili bir sonraki ayette şöyle ifade edilecektir:
98- Ve Rabbim, onların benim yanımda hazır bulunmalarından da sana sığınırım.
İnsan, şeytani duygu ve düşünceleri ile mutabık hareket etmemelidir. Yine aynı şekilde ne pahasına olursa olsun şeytanlaşmış tiplerle aynı safta yer almamalıdır. Bu tarz düşünce ve tipler eğer kontrol edilmezse sürekli insanı her açıdan rahatsız edip yönlendirir. Burada Müslümanların içine girip onları kışkırtan ve onları hicret fikrinden soğutup Allah Resulü’nü yalnız bırakmaya çalışanların varlığı da anlaşılmaktıdır.
Peki şeytanlaşmış eş, dost, akraba veya arkadaşlardan Rabbe nasıl sığınılır? Öncelikle ayette de belirtildiği gibi onlarla yan yana aynı safta değil, karşımıza alacağımız bir pozisyon seçilmelidir. Şeytanlaşmış kimselerin kışkırtmalarına kanmamak için onların sözlerinin tam aksini savunmak, onlar gibi bir hayatı arzulamamak, aynı hedefleri, amaçları ve zevkleri paylaşmamak aslında şeytanlardan Rabbe sığınmaktır. Meta ve hazları hedefe koyan şeytanlaşmış kişilerden Rabbe sığınmak erdemleri hayatının amacı hâline getirmek ile olur. Haramlardan, hayasızlıktan, hakka girmekten ve bencilikten Rabbe sığınmak helallere, edep ve hayaya, paylaşıma önem vermektir. Bu manada istiaze sadece bir söz değil, bir hâlin adıdır. Bu hâli takınmamak Rabbe değil, şeytanlara sığınmaktır ki bunun tek sonucu vardır. O da pişmanlıktır.
99- Hatta onlardan birine ölüm geldiğinde dedi ki: “Rabbim, beni geri döndür!”
Onlardan ifadesi 97. âyette geçen şeytanlara gitmektedir. Bu âyetten de anlaşılıyor ki 97. âyette geçen şeytanlar, insan şeytanlardır. Şeytanlaşanlar kötülüğün cezasından sıyrılacaklarını düşünerek suça meyleder. Şeytanlaşanlar ikinci bir şansı hak ettiklerini düşünürler. Bu durum kendilerini ve yapacaklarını çok önemli zannetmelerinden kaynaklanır. Şeytana ikinci bir şans vermek iyiliğe, adalete ve hayra ihanettir.
100- “Böylece terk ettiğim salih amelleri yaparım.” Hayır, muhakkak ki onun söylediği, sadece bir kelimedir. Ve dirilecekleri güne kadar onların arkasında berzah vardır.
Bir amelin salih olabilmesi için zoraki bir şarta ve sebebe bağlı olmaması gerekir. Şeytanlaşanların terk ettikleri salih amele dönme sebepleri, hesabı ve azabı görmeleridir. Bu durum göstermelik ameller yapmalarına sebep olacaktır. Gerçekten iyiliği içselleştirmedikleri için yaptıkları ameller samimi olmaz. Bu nedenle onların sözleri sadece bir kelimedir. Yani hayata geçmeyecek olan bir iddiadır. Hayata geçmeyen hiçbir değer insanı manen diriltmez. İddialarının hayata yansımasına engel olan salih olmayan amellerdir. Sözlükte “engel” anlamına gelen “berzah”, ölüm ile başlayıp yeniden dirilmeye kadar geçen sürede -iyi veya kötü olsun- hiçbir faninin tekrar dünyaya dönemeyeceğini anlatan Kurân’i bir terimdir. Cevap anahtarını gören bir öğrenciye imtihan kâğıdı tekrar geri verilmez. Bunun engellenmesine berzah denir.
101- Sura üfürüldüğü gün artık onların aralarında bağlar kalmaz. Ve birbirlerini soramazlar.
Şeytanlaşanlar ittifaklarını hakkaniyet, adâlet veya liyâkate göre değil ikili ilişkiler, akrabalık bağları, soy ve sopa göre yapar. Bir yerde yüksek bir makamda tanıdığı, hemşehrisi, dayısı gibi bir akrabası olanların işlerini hızlıca yaptırmaları; orada hakkaniyetin, liyâkatin değil, şirk sistemini yaşatan müşriklerin olduğunu gösterir. Sûr örneğinde de olduğu gibi menfaatperestler kendi derdine düştüğünde anne-babalarını bile tanımazlar. Ancak öyle bir mahkeme günü gelir ki orada tek geçer akçe hakkaniyettir.
102- Artık kimin mizanı ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.
Mevâzîn, mizan kelimesinin çoğuludur. Aslı “mivzan”dır. Mevâzîn, “mevzun”un çoğulu da olabilir. Mizan, terazi, ağırlıkları ölçmek için kullanılan alettir. Sâdece ağırlık ölçmeye mahsus bir alet olmayıp ısı ve hız gibi özellikleri ölçmeye yarayan ölçü aletleri de “mizan” kapsamındadır. Bu kelime ağırlıkla ilgili olmayarak, adalet ve hukuk gibi manevi olan herhangi bir değeri mukayese etmek için de kullanılır (Kâria, Rahmân: 7, Arâf: 8- 85, Hûd: 84, Enâm: 152). Mizan kelimesinden maksat herkesin zerre kadar iyilik ve şerrinin karşılığını mutlaka alacağını anlatmak içindir. İyilikler bir değer oluşturduğu için mizanda ağır gelmek ile ifade edilir. Nefsani istek ve hevanın Allah katında ve kullar nazarında bir değeri olmadığı için mizanda hafif gelmek olarak anlatılır. Felah diye çevirdiğimiz müflih kelimesi ise “gayesine ulaşmış olan kimse” demektir.
103- Ve kimin mizanı hafif gelirse işte onlar, kendilerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde hâlittir.
Enfusu hüsrana düşürmek beklentileri boşa çıkarıp verilen imkanları ve nimetleri israf etmektir. Burada az da olsa iyilikleri olan birinden bahsedilir. Kehf suresi 105’te ise “Artık onlar için kıyâm günü mîzân tutmayız.” ifadesi yer alır. Rahmân 39’da “O gün günahlarından sorulmazlar.” ifadesiyle mizanın kurulmayacaklardan bahsedilir. Kötülerin işledikleri suç oranında cezaları olduğu gibi iyilerin yaptıkları salih amel ağırlığında mükafatları olacaktır. İmtihandan sonra verilen doğru ve yanlış cevapların oranı değişmeyecektir. Zira onların hâlleri orada halittir.
104- Ateş yüzlerini sıyırır ve onlar onun içinde sırıtır.
Telfehu fiili alevin bir şeye dokunması manasına gelen “lefh” kökünden gelir. Kelime Kurân’da sadece bu ayette geçer. Cümlenin devamından kelimenin; ateşin, yüzün ilk katmanını yakması ve dişlerin açığa çıkarması anlamında olduğu anlaşılmaktadır.
Kâlihûn, “dişleri sırıtanlar” demektir. Dudakların yanması sonucu dişlerin olduğu gibi görüldüğü o korkunç ve çirkin hâli anlatır. Bu hâlin Kurân’da yine bu kelimeler seçilerek aktarılması manidardır. Bu kadar detaylı bir tasvir bu sahnelerin yaşandığını akla getirmektedir. Muhtemeldir ki Mekkeli zalim müşrikler yakarak işkence ettikleri bir köle için bu kelimeleri kullanmış ve onu aşağılamıştır. Kurân Yûnus 44’te “Allah kimseye zulmetmez ve lakin insanlar kendilerine zulmeder.” der ve Zümer 70’de “Herkese yaptığının tam karşılığı vardır.” ilkeleri gereği yapılan zulmün misli ile cezalandırılacağını detaylı örnekler ile hatırlatmıştır. İşkenceyi yapanlara cehennemin olduğu ve âlemlerin Rabbinin bir gün hesap soracağı gerçeği hatırlatılınca cevapları sadece yalanlamak olmuştur.
105- Âyetlerim size okunurken onları yalanlayanlar siz değil miydiniz?
Burada muhatabın uyarılara kulak asmadığı ve sözlü ve fiili olarak ayetleri yalanladıkları anlaşılmaktadır. Peki bahaneleri neydi?
106- Dediler ki: “Ey Rabbimiz! Şakiliğimiz bize galip geldi ve biz, dalâlete düşen bir kavim olduk.”
Şakî; bedbaht, mutsuz, kötü hâli ifade etmektedir. Şekâvet, saadetin zıddıdır. Eşkıya ve haydut anlamı Türkçeye özgüdür. Muhtemelen insanları mahrum, bedbaht ve kötü bir hâle düşürdükleri için şakiliğe sebep olanlara eşkıya denmiştir. Şak; çatlama, dağılma manasında olduğu için şakî; dağılmış, paramparça olmuş şeklinde de anlaşılabilir. Bizce buradaki şakilik kişinin kendi dağılmışlığının yanı sıra toplumu bölüp parçalamasıdır. 97 ve 98. ayetlerdeki şeytanların kışkırtmalarının amacı da parçalanmaktan çıkar elde etmekmiş. İnançlar üzerinden sırf kendi rantı için toplumsal huzuru dağıtıp bölücülük yapmasıdır. Bu hâldekiler zaten bir sonraki ayette zalim olduklarını itiraf edecektir. Şakiliğin galip gelmesi, kişinin doğru olan ile menfaati arasında kalması ve vicdanını değil, hevasını seçmesidir. Dalâlete düşen bir kavim olmaları ise çoğunluğa uyup sürü güdüsü ile linç ve zulüm yaptıklarını anlatır. Bu nedenle “Şaki olan öğüt almaz.” (Alâ: 11)
107- Rabbimiz, bizi oradan çıkar! Artık dönersek o zaman biz, mutlaka zalimler oluruz.
Bir suçlunun zulmetmeden önceki en büyük beklentisi yaptığının yanına kalması, yakalansa bile cezada indirim veya aftır. Bu nedenle iyi hâl indirimi veya af suistimale açık olmamalıdır. Kanunları atlatıp mahkemeyi aldatma ihtimali bile insanların suça ve günaha meylini artırmaktadır. Suistimallerin önüne geçmek için suçlunun önceden alacağı cezayı net olarak bilmesi çok değerlidir. Bu nedenle Kurân açık kapı bırakmayarak alınan cezayı net bir şekilde beyan etmiştir.
108- Dedi ki: “Orada kalın ve benimle konuşmayın!”
Burada konuşan kimdir? Âlemlerin Rabbi midir? Yoksa cehennemin Malik’i midir? “Benimle konuşmayın!” ile “Artık isteseniz de konuşamazsınız.” cümlesi arasında da fark vardır. Allah’ın onlarla konuşmayacağı Âli İmran suresi 77’de şöyle ifade edilir: “Allah onlara kelâmiyle hitap etmeyecek ve kıyam günü nazar buyurmayacak ve kendilerini temize çıkaramayacaklardır. Onların hakkı elim bir azabdır.” Allah onlarla konuşmayacak hatta yüzlerine bile bakmayacaksa “Orada kalın ve benimle konuşmayın!” diyen kimdir? Zira bu cümle “Dedi ki/söyledi ki” ile başlayan bir konuşmadır.
Burada Rabbin onlarla dolaylı bir melek aracılığıyla konuşmuş olması muhtemeldir. Zira bunlar mizanda ağır gelecek bir değer ortaya koymamışlardır. Bu konuşmalar 104. ayette ateşin yüzlerini sıyırdığı cehennemliklerle olmaktadır. Sorularımızın cevabı “…orada kalın.” ifadesindedir. Bu emri uygulayan ise cehennem zebanisi Malik’tir. Zuhrûf 77’de bu diyaloğu şöyle okuyoruz: “Ve ‘Ey malik! Rabbin bizim üzerimize hüküm versin.’ diye seslendiler. Dedi ki: ‘Muhakkak ki siz, kalacak olanlarsınız.’ ” Cehennemlik olanlar dünyada yaptıklarına karşılık yeterince azap çektiklerini düşünüp cehennem zebanisine tahliye talebinde bulunmuşlardır. Onlara cevap olarak “Siz burada kalıcısınız.” yani “Müebbet hapis cezası aldınız.” şeklinde bir karşılık verilmiştir.
Yapılanlar misli ile olduğu için işkence ettikleri kölelerinin yardım taleplerini geri çevirip onlarla konuşmaya bile tenezzül etmedikleri anlaşılmaktadır. Bu yorumumuzun delilini 110. ayete okuyacağız.
Dolayısıyla karşımıza alıp değer verdiğimiz ve sohbet ettiğimiz kişilere dikkat etmeliyiz. Herkes bizimle kelam etmeye layık olmayabilir. Özellikle suçlu ve zalimleri deffetmenin yolu onlara hak etmedikleri değeri vermemektir. Bazen muhatap olmamak da kötülüğü ahsen bir tavırla deffetmektir. Hz. İsa’nın bu konu ile alâkalı şöyle bir sözü vardır: "Kutsal olanı köpeklere vermeyin; incilerinizi domuzlara atmayın. Aksi takdirde onları ayakları altına alıp dönüp sizi parçalayabilirler.” (Matta 7:6)
109- Muhakkak ki kullarımdan bir fırka şöyle der: “Rabbimiz, biz inandık! Artık bize mağfiret et ve bize rahmet et! Ve sen, rahîm olanların en hayırlısısın.”
Bu duayı yapan fırka mazlumlardır. Zalimlerin işkencelerinden Rabblerine sığınmışlardır. Eğer bir yerde merhamet talebi varsa orada birileri acınacak hâle düşmüş ve adalet kalmamıştır. Oysa dünyada kimse merhamete muhtaç bir hâlde yaşamamalıdır. Bunu engellemek Rabbe gerçekten iman eden salih kulların sorumluluğudur. İşkence ve zulüm altında Rabbinden mağfiret/korunma ve rahmet/merhamet dileyenleri gören zalimler, onları küçümsemiş ve alay etmiştir.
110- Böylece onları küçümsediniz. Hatta zikrimi bile size unutturdu. Ve onlara gülüyordunuz.
İmam-ı Mukatil’e göre bu âyet Bilâl, Habbab, Süheyl, Süleyman ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Kureyşli kâfirler her fırsatta onları küçümseyip gülerlerdi.
Ayetteki küçümseme diye meal verdiğimiz “sıhriyyen” kelimesi “musahhar” ile aynı köktendir. Musahhar; boyun büktürme, emre amade olma demektir. Bundan dolayı “Onları küçümseyip kendinize boyun bükmelerini istediniz.” gibi bir manaya bizi ulaştırmıştır. Küçümsemek ve alay, hakiki hüviyeti dışında muhatabı daha hafif ve aşağıda gösterme gayretidir. Buradaki küçümseme ve hafife alma şerden beslenenlerin çıkarlarına karşı olan hayırlı insanları zayıflatıp yollarından döndürme girişimidir. “Zikri unutma” evrensel ve fıtri olan hak, adalet ve merhametten uzaklaşmaktır. Dürüst insanların yaptığı doğru tercihleri enayilik olarak görüp onlara gülenler erdemli bir duruş ve yaşamdan ne kadar uzaklaştırdıklarının farkında bile değillerdir. Eğer bir toplumda suç normalleşmişse suç işlemeyenler alay konusu olur. Her tür baskıya, alaya ve dışlanmaya rağmen sıratımustakimde sabırla ilerleyenleri bekleyen ise şudur:
111- Muhakkak ki, sabırlarından dolayı bugün onlara karşılığını verdim. Muhakkak ki onlar kurtuluşa erenlerdir.
Fevz kelimesi; kurtuluş, başarma ve zafer demektir. Necat, kötülükten kurtuluştur. Fevz ise, arzu edilene ulaşarak istenmeyenden kurtuluştur. Bu nedenle Rabbimiz cehennemden necat bulmaları ve cennete nail olmaları sebebiyle müminleri fâizun/kurtuluşa erenler diye isimlendirmiştir. Bu başarı onların sabırları ile elde ettikleri bir kurtuluştur. Alay ve küçümsemeye karşı verilebilecek en güzel cevap sabırdır. Zira muhatap sizin duygusal ve düşünmeden tepkiler vermenizi istediği için alay eder. Sebepsiz alay ve küçümseme aslında muhataba zarar vermek için aranan bahanelerdir. Bu bahaneyi seviyesizlere vermeyenler içlerindeki şeytanı susturanlar, ilkelerini bırakmayanlar, incilerini saçmayanlar kurtuluşa erecektir. İntikam duyguları ile hareket edenler sulha değil, düşmanlığa hizmet etmiştir. Buradaki sabır öç almak için beklemek değil, kendine yakışan vakarı bozmadan safını terk etmemektir. Buradaki sabır intikam için değil, nefsimüdafa içindir.
112- Dedi ki: “Yeryüzünde kaç sene kaldınız?”
“Küfelilerin mushafında, bu ayetin başında “kâle/dedi” lafzı vardır. Bu durumda fiilin faili cehennem meleği Malik’tir ve bu konuşmalar bize aktarılmıştır. Mekke, Medine, Basra ve Şamlıların mushafında bu fiil “kul/de ki” şeklindedir. Buna göre, fail Allah’tan aldığı emri yerine getiren Cibril, Mikail veya Molek gibi meleialadan olanlardır. Bağlamdan anladığımız bu konuşmaların cehennem zebanisi ve cehennemlikler arasında olduğudur.
İnsanoğlunun yaptığı cürüm ve günahlarına bakıldığında bu kadar kısa bir süre için yaptığı zulümler pek anlamlı gelmeyecektir. 3 günlük dünya için kendini, sevdiklerini ve ahirini ateşe atmak ahmaklık değil de nedir?
113- Dediler ki: “Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. Artık hazırlananlara sor.”
Kurân’da yeryüzünün 6 günde yaratılmasında olduğu gibi “yevm” dönem manasında da kullanılır. Burada yepyeni bir güne yani hesap gününe uyananların eski devranlarının bittiği anlatılmaktadır. Dünya günü bitmiş, ahiret günü/dönemi başlamıştır. Bu günde zulüm bitmiş; mazlumlar güçlenmiş, zalimler sefil bir hâle düşmüştür.
Kurân’da “el’âddîn” kalıbı sadece bu ayette gelir. Kelimeyi oluşturan “a-d-d” kökü ise 57 yerde kullanılır. Bu kökün iki anlamı vardır: İlki birleşik sayılar veya sayıların birleştirilmesidir. Bir şeyi adetlendirmek, saymaktır. Diğer manası ise bu adetlendirmenin ve sınıflamanın kendisinin bir hazırlık olmasıdır. Müfredat’ta “Bunu, ona olan ihtiyacına göre hazırlayabileceğin ve alabileceğin duruma getirdim.” şeklinde tanımlanır. Zaten Kurân’da Allah buyurur ki: “Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın.” (Enfâl: 60) “Böyleleri için acıklı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisâ:18) “Kıyamet gününü yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırladık.” (Furkân: 11) Zaten bağlam verilen ömrü hazırlık yaparak geçirmeyip heba etmeleri ile ilgilidir. Bu nedenle adeti/sayısı olan üç günlük dünya için “Ahiretini heba etmeyenlere, hazırlık yapanlara sor!” gibi bir cevap vermişlerdir.
Kurân uzun yaşamı değil o günlerde ne yapıp yapılmadığı ile ilgilenir. Dikkatleri bu noktaya çeker. Aslında uzun veya kısa yaşasak da yaşamın özeti hafızamızdadır. İnsan fıtratı gereği yaptığı kötülükleri unutup önüne bakma eğilimindedir. Unutulmaya çalışılan her olumsuz anı, aslında hayatımızı kısaltır. Mutlu ettiğimiz ve toplumun sulhu için çalıştığımız zamanları ise ne unutmak ne de unutturmak isteriz. Bu salih ve hayırlı zamanlar da ömrü uzatır.
Amr b. Avf'tan rivâyet edildiğine göre Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki sadaka ömrü uzatır. Sadaka neden ömrü uzatıp kişinin kötü bir hâlde ölümü beklemesini engeller? Zira insan mutlu ettikçe mutlu olan bir fıtrata sahiptir. Sadakatin ispatı ile sevindirilenlerin mutluğunu beyin aynalar. Bu anıları unutmak istemez. Unutmadığı bu duygudaşlıklar ömrün bereketini arttırır ve daha uzun bir ömür hissiyatı verir. Burada sayanlar/hazırlık yapanlar kötüyü değil, iyiliği çoğaltan cennetliklerdir. Şimdi soruyu soran cevabı yine kendisi verecektir. Çünkü bazı sorular öğrenmek için değil, öğretmek için sorulur.
114- Dedi ki: “Sadece az bir zaman kaldınız. Keşke bilmiş olsaydınız.”
Modern yaşamın dayatıldığı ve çoğunlukla şehrin karmaşası içinde olan insanlar için zaman her geçen gün bereketini kaybetmektedir. Günler, aylar, hatta yıllar su gibi akıp gitmektedir. Rızayıilahiyi gözetmeyen, haz ve hız peşinde koşanlar hiç ölmeyecekmiş gibi bir hayal ile yaşarlar. Anlam ve amacını sadece fani dünya üzerine kurgulayanlar aslında yiyip içen ve gezen tüketici mahlûklar olma rolünü kendilerine layık görmüşlerdir. Bu sığ öncelikleri iyi bir yaşam adı altında çevrelerine göstermeye çalışırlar. İşte Kurân, tüketimi ve fani olanı öncelemeye abesle iştigal/yersiz ve faydasız işlerle zaman öldürmek der.
115- Öyleyse bizim, sizi abes yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi hesap ettiniz?
Ayetten de anlaşılacağı üzere, bu kadar yüksek bir düşünme kapasitesine sahip insanın görevi sadece hayvanlar gibi yiyip içip gezmek olmamalıdır.
“Bizim sizi abes yere yarattığımızı mı hesap ettiniz?” cümlesinin öznesi çoğuldur. Topraktan maddiyatı yaratılan beşerin insan olup maneviyatının da yaratılma sürecine atıfla çoğul bir kullanım yapılmış olabilir. Zira basit bir hammadeden halk edilen insanın kâmil hâle gelmesi, içinde ömür süresinin de olduğu uzun ve aşamalı bir süreçtir. Dünyadaki canlılar arasında vazife ve sorumluluk taşıyan yegâne varlık insandır. Bu sebeple, vazifelerini ihmal eden ve sorumsuz bir hayat yaşayan insanlar, gerçek anlamda insanlık değerini israf edip amaçlarını yitirmişlerdir.
Ayet açıkça gösteriyor ki, ilahi sorumluluktan kurtulmak ve Allah’ın huzurunda hesap vermekten kaçmak mümkün değildir. Anlam ve amacını mütref bir yaşam olarak belirleyenler onu elde etmek için suç ve günaha daha meyyal olurlar. Hiçbir günaha girmese bile mütref yaşam için köleler şarttır. Köle ve efendinin olduğu ortamlarda hak yemek kaçınılmazdır. Sınırlı kaynakların bir kesime peşkeş çekilmesi ve toplumun tamamına yayılmaması adalet ve hakkaniyete aykırıdır ve bu durum insani değildir. Hayatın ahirine değil cesedine talip olanlar en güçlü olup leşten büyük parçayı koparmaya çalışacaktır. Bu ilkel hiyerarşi onların inançlarına da yansımıştır.
116- İşte hak melik olan Allah, çok yücedir. O’ndan başka ilah yoktur. Kerim arşın Rabbidir.
Dünyevileşmek şirktir. Zira dünyevileşen, ahireti dünyaya tercih etmiş, yönetim ve kontrolün tamamen kendinde olduğunu zannetmiştir. Ayette asıl ve gerçek yönetimin el-Melik olan Allah’ın kudretinde olduğu hatırlatılmıştır. Kerim arşın Rabbi ifadesi, kendini onun yönetimine teslim edenlerin ellerinin boş kalmayacağını vadeder. Zira kerim ikram eden, cömert demektir.
117- Ve kim, bir burhanı yokken Allah ile beraber başka bir ilaha dua ederse artık onun hesabı sadece Rabbinin katındadır. Muhakkak ki kâfirler, felâha eremezler.
Dünyadaki hiçbir ateistin veya deistin öldükten sonra bizi nelerin beklediğine dair hiçbir delili/burhanı aslında yoktur. Göz açıp kapama kadar kısa hayatlar yaşamamak için yapılması gereken çevremize zarar vermeyen; iyi, salih ve hayırlı bir insan olup bu fani dünyadan göçüp gitmektir.
Allah’tan başkasına dua etmek, onlardan bir şeyler beklemek insanı değersizleştirir ve köleleştirir. Böylece insan ya nefsine ya menfaat beklediklerine ya da kendinden üstün gördüklerine kul-köle olur. Oysa mümin ne Allah’tan ne başkasından medet umar ne de medet umanlara tepeden bakar. Mümine düşen Allah’tan başkasına ilahlık yakıştıranlara bile hesap sorucu olarak yaklaşmamaktır. Zira onun hesabı sadece Rabbinin katında sorulacaktır.
Buradan anlaşılmaktadır ki en büyük günah olan şirkte bile kimse kimseye hesap soramaz, kimse kimseyi yargılayıp yaftalayamaz. Birileri şirk üzerinden insanları ötekileştirip aşağılıyorsa bilinmelidir ki orada bir haddi aşma ve Rabblik taslama söz konusudur.
Müminlerin felaha erdiğinden bahseden Müminun suresi hakları ve hakikati örtenlerin felaha eremeyeceği gerçeği ile sonlanmaktadır. Peki şirkin kula ve nesneye kulluk olduğunu fark eden bir müşrik ne yapmalıdır? Bu umudu surenin son ayeti bize şöyle verecektir:
118- Ve de ki: “Rabbim, mağfiret et ve rahmet et! Ve sen, rahîm olanların en hayırlısısın.”
Bu dua şirkten tevbe edip tevhide dönenler içindir. Rahmân, merhametlilerin en hayırlısıdır. Yeter ki onun mağfiretine samimi bir şekilde sığınalım. İnsan bir anlam ve amaç için yaratıldığına inanır ve kendini “esmaülhüsna” denen üst değerler ile kemale doğru geliştirirse Allah’ın merhametinden nasiptar olur. Aksi takdirde düşünen bir hayvan hatta daha aşağılık bir mahlûk olarak mağfiretten, merhametten ve hayırdan mahrum kalır.
Müminun suresinden anladıklarımız şimdilik bunlardır. En doğrusunu âlemlerin Rabbi bilir.