NECM SÛRESİ
وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى
1- Kayan yıldız şahit olsun ki!
Necm, yıldız demek olup çoğulu 'Nücûm'dur. Araplar En-Necm ile Süreyya yıldızını kast ederlerdi. Aynı kökten olan teneccüm, yıldızlarla hükmetmektir. Müneccim, yıldızlarla uğraşan kişidir. Kur’an’da ayrıca kevkeb kelimesi kullanılır. Bu ifade, ışığı necm gibi kesintili değil daha güçlü ve yakından geldiğinden gezegen kullanımına daha yakındır. Hz. Yusuf’un rüyasındaki 11 yıldız kendisine yakın gezegenler manasında kevkeb ile ifade edilmiştir. Ayrıca her şeyin kevkebi büyük olanıdır. Necm ise büyük-küçük bütün yıldızlar için genel bir isimdir. Kevkeb sabittir. Necm ise ışığındaki zayıflıktan dolayı bazen fark edilmeyebilir.
Hevâ, gelip geçicilik manasındadır. Bir şey aşağı düştüğünde “Hevâ” kullanılırdı. Zira boşluktadır ve bu hâl gelip geçicidir. Ayrıca düşüldüğünde sizi tutamayan boşluk manasında hava kelimesi de aynı köktendir. 3. âyette zikredilecek olan insandaki hevâ ise nefsin gelip geçici beşerî arzu, istekler derecesine düşmesi ve meyli manasındadır.
Rabbimizin gelip geçici yıldıza yemin etmesi onu şahit göstermesidir. Nebi'nin yaşadığı vahiy alma tecrübesine bir şahitlik anlamında kullanılmış olabilir. Zira Kur’an aya, güneşe ve yıldızlara başka âyetlerde de yemin edip onların tapılacak şeyler değil birer mahlûk olduklarına dikkat çekerken pasif şahitliklerine de bir gönderme yapmaktadır. Aynı zamanda yıldız kaysa da, kayarak yolunu şaşırsa da, şu kayan yıldız şahittir ki arkadaşınız kayan yıldızın aksine ne kaydı, ne dalâlete düştü ne de azdı. Kayan yıldızı bu anlamıyla ikinci âyetle bağlantılı olarak okumak mümkündür.
----------
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى
2-Arkadaşınız dalâlete düşmedi ve azmadı.
Sahip, hem arkadaş hem de Türkçedeki sahip manasındadır. “Kur’an’ı kendi uydurdu.” diyen Kureyşliler ve benzerlerine “sahibiniz” tabirinin kullanılmasında özel bir anlam vardır. Zira sahip, daima sohbette bulunan veya arkadaşlık edip koruyan manalarına gelmektedir. Sahabi de aynı köktendir. Bu ayetin yukarıda yemin edilen kayan veya batan yıldız ile bağlantısını şöyle de kurabiliriz. Hz. Salih'in kavmi içinde umut beslenen biri olduğunu Hud:62'de okumaktayız. Hz. Muhammed de güvenilir kişiliği ile insanlara tıpkı bir yıldız gibi yol gösterme potansiyelinde olan, hakemliğine başvurulan, Mekke’nin yönetiminde söz sahibi olabilecek iken resullüğünü ilanı ile haddi aştığına ve dalâlete saptığına inanılan bir ortamda bu âyetin müşriklere cevap olarak inmiş olması ihtimal dahilindedir.
----------
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى 3- O hevâsına göre mantık yürütmez!
"Yentiku" fiili mantık ile aynı köktendir. Zîra kişi mantığı çerçevesinde konuşur. Allah Resulü'nün hevâsına göre mantık yürütüp vahyi uydurmadığı ifade edilmiştir. Zîra sonraki âyette hevâsına göre adımlarını atmadığını, yalnız kendisine vahyolunan vahyi aktarıp yaşadığı ifade edilecektir.
----------
إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى
4- O sadece bir vahiydir, ancak vahyolunur.
Vahy, vehâ’dan türemiş olup “sürat etmek, fısıldamak, işaret etmek, birine elçi göndermek, gizlice söz söylemek” mânalarına gelir. Kur’an’da Nahl 68-69’da arıya vahyedilmesinden söz edilir. Şeytanların dostlarına vahyetmesi de En’am 121’de dile getirilir.
Bu ayetlerden vahiy, yapılması istenenlerin dışarıdan belli olmayacak şekilde hedefine ulaştırması olarak anlaşılmaktadır. Her insan hevâsından keyfi olarak konuşabilir. Ancak âyette bunun vahyolunan vahiy için geçerli olmadığı özellikle vurgulanmıştır. Resûl'ün çevresindekilere ilettiği, kendisine dışarıdan belli olmayacak şekilde bildirilen vahiyden başka bir şey değildir. Bu ifade bundan sonra anlatılacakların bireysel, subjektif gözlemler değil hakikat olduğunu teyit içindir.
----------
عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى
5- O’na müthiş kuvvetli olan öğretti.
Kur’an’ı öğreten esas özne Rahman olan Allah’tır. Zira Rahman sûresinin ilk iki âyetinde “Rahman Kur’ân’ı, O öğretti” buyrulur. Ancak merhametli olan Allah kuluna yine merhameti gereği vahyedeceğini bir elçi melek ile vahyetmiştir. Zira Allah zuhurunun şiddetinden dolayı görülemez Bkz. Araf:143. Allah Hz. Musa’da bir ağacı kullanırken burada elçi melek görevlendirmiştir. Bu görevlendirmeye itiraz eden ve Cebrail’e düşman olanlar için Bkz. Bakara:98
Nebi, kendine gelenin melek olduğuna ve söylediği söze şeytansı düşünce ve duyguların karışmadığına en başta kendisi ikna olmalıdır ki çevresindekileri de ikna edebilsin. Necm sûresinde anlatılanlar, tüm muhatapların zihinlerindeki boşlukları doldurup vahiy alma sürecini mantıklı bir zemine oturtarak güveni tesis etmeyi amaçlamaktadır.
----------
ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى
6- Sağlam yapılı, öylece doğruldu.
5. âyet Rahman olan Allah’tan, bu âyet nübüvvet sürecinde Allah ile Nebi arasında elçilik yapan Cebrail’den bahsetmektedir. Meleklerin elçiliği için Bkz. Hac:75.
Sağlam yapılı, güvenilir bir etki bırakan elçi meleğin diğer sıfatları için Bkz. Tekvir: 17-19. Bu sıfatların özellikle zikredilmesi, ilk etapta sözden çok etikete, rütbeye, zahire bakanlar için en uygun tebliğ metodu olmasındandır.
İstivâ; itidal, istikamet, doğrulmak, olgunlaşmak ve bir şeye yönelmek mânalarına gelir. Burada elçi meleğin kendini göstermesi Nebi’ye yönelmesi olarak anlaşılabilir. İstivâ edenin Nebi olduğu kabul edilirse o zaman istivâ fiilindeki fâ’yı tâkibiyye veya sebebiyye olarak alarak mâna “müthiş kuvvet sahibi olan Allah’ın sağlam yapılı elçisine arkadaşınız hemen istivâ etti” anlamı çıkar. Ancak bağlam tamamen Cebrail ile alâkalı devam ettiğinden bu görüş daha zayıf görünmektedir.
----------
وَهُوَ بِالْأُفُقِ الْأَعْلَى
7-Ve o, en yüce ufukta idi.
Tekvir 23. âyette, “Ve and olsun onu apaçık ufukta gördü.” ifadesi yer almaktadır. Cibril'in madde âleminden daha yüce bir makamdan geldiği “yüce ufuk” ile anlatılırken, şaibeden uzaklığı “apaçık ufuk” ile ifade edilmiştir.
----------
ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
8- Sonra aşağı sarkarak yaklaştı.
Tedellî, yukarıdan aşağıya doğru sarkmak veya aşağıdan yukarı çekmek demektir. Tedellâ’l-ğusn, ağacın dalı aşağı doğru sarkmasını anlatır. Tedellî kelimesi ile ilahî ve yüce olanın sınırlı ve beşerî olana tenezzülü, inzali, dönüşmesi ifade edilmiş olabilir.
----------
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
9- Öyle ki iki yay mesafesi kadar, hatta daha yakın oldu.
Kâbe kavseyni, iki yay mesafesi maddî bir mesafe anlatmanın yanında ilahî olan ile beşerî olanın güç birliğine işarettir. Zira Araplar, cahiliye döneminde bir anlaşma yapacakları zaman iki yay çıkarır, birini diğerinin üzerine koyar, ikisinin “kâb“ını birleştirir, sonra ikisini birlikte çekerek bu yaylarla tek bir ok atarlardı. Bu, onların her birinin rızası diğerinin rızası, kızgınlığı diğerinin kızgınlığı anlamına gelip aksi mümkün olmayacak şekilde şahitleştiklerini gösterirdi. Bu nedenle bunun, güç birliğini anlatan deyimsel bir kullanım olması da muhtemeldir.
--------------
فَأَوْحَىإِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى
10-Böylece O kuluna vahyedeceği şeyi vahyetti.
Ayetteki “O” 5. ayette zikredilen şiddetli ve kuvvet sahibi aynı zamanda Rahman olan Allah’tır. Allah Zu’l-Celâlive’l-İkrâm olandır. Buradaki şiddet ve kuvvet sahibi olması Zu’l Celal’e giderken Rahman, Rahîm İkram’ın mana alanına yakındır.
Allah kulu olan Nebi'sine, elçi melek ile vahyedeceğini bu şekilde bildirmiştir.
-------------
مَاكَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى
11- Fuad, gördüğü şeyi yalanlamadı.
Fuad, karar alma ve idrak merkezidir. İnsanın gördüğü veya duyduğu bir bilginin doğru olup olmadığına karar vermek, beynin ön lobunun (frontal) görevidir. Bu karar, sorumluluğu da beraberinde getirir. Kur’an’da bu hakikat şöyle ifade edilir: “Ve ilmin olmayan bir şeyin ardına düşme! Muhakkak ki işitme, görme ve fuad, onların hepsi, ondan mesul oldu.” İsra:36 Gizli kalması gereken şahsi bilgileri tecessüs ile öğrenme (Bkz. Hucurat:12) fuadın yanlış hükümler verip sorumlu tutulması ile sonuçlanır.
Fuad kalp değildir. Zira Kassas sûresi 10'da fuad ve kalp aynı cümlede farklı yönleri ile kullanılmıştır: “Ve Musa’ın annesi fuad’ı boş olarak sabahladı. Güvenenlerden olması için onun kalbini Biz'e sabitlemeseydik, az daha (durumu) açıklayacaktı.” Kassas: 10 Dışsal veriler sonucu olayı zahiri okuyan frontal lob daha temelde var olan merkezler eliyle kararsızlık ve belirsizlikten kurtarılmıştır.
Necm suresi 11. âyette fuadın yani ön lobun, görüneni yalanlamadığından bahsedilirken, Alak sûresi 15-16’da görünen hakikati yalanlayanın da insanın önlobu/alın bölgesi olduğu şöyle ifade edilir: “Hayır, eğer vazgeçmezse, onu alnından tutup sürükleyeceğiz! O yalancı, isyankâr alnından.”
-------------
أَفَتُمَارُونَهُعَلَى مَا يَرَى
12-Yoksa siz, onunla gördüğü şey hakkında mı tartışıyorsunuz?
Akıl gördüğünü yalanlamamasına rağmen çevresindekiler görünenlere kuşku ile bakmaktadır. Bu kuşkucu çevre, aklın gördüğü hakikatten kuşkuya düşmesine sebep olacağı için Nebi (as) bu âyetler ile desteklenmektedir.
-------------
وَلَقَدْرَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى
13-Ve and olsun ki, onu başka bir inişinde de gördü.
Vahyi getiren elçi melek ilk kez görülmemiş, bu olay bir kez daha tekrar edilerek yaşananların gerçekliği teyit edilmiştir. Cibril ilk olarak Alak sûresinin vahyedilmesi sırasında aslî hüviyetinde görünürken ikinci görülme Necm sûresinden önce inen Tekvir sûresinde anlatılmıştır Bkz. Tekvir 19-23. Olay şöyle gerçekleşmiş olabilir: Hz. Muhammed Hira mağarasında ilk vahyi aldığında bir ses duyuyor ve tıpkı Hz. Musa’nın Tûr dağından hızla kaçtığı gibi korkarak evine doğru ilerliyor. Şimdi aşağıdaki âyetlerde bu özel olay ile alâkalı detaylar verilecektir.
------------
عِندَسِدْرَةِ الْمُنْتَهَى
14- Sidretü'l-Münteha'nın yanında.
Sidre, Arabistan kirazı denilen bir ağaç türüdür. Bu ağacın yaprakları büyük olduğundan gölgesi geniştir. Güneşin yakıcı sıcağından koruyan, barınak olan bir yapıya sahiptir. Bu ağaç Kur’an’da, gölgelikler manasında Vâkı’a 28’de kullanılmıştır.
Müntehâ ise, “en uzak nokta, sınır” demektir. Nüzul ortamında bahçe sahipleri kendi alanlarının bittiği yerlere bu ağaçtan dikerdi ki arsanın sınırları belli olsun. Bu nedenle sınır ağacı denmektedir.
عِندَهَاجَنَّةُ الْمَأْوَى
15- O’nun yanında Me’va Cenneti.
Me’vâ kelimesi, kendisine sığındı mânasındaki eva’nın mastarıdır. Sığınak, barınak, korunak, son durak mânalarına gelmektedir. Kelimenin yapısı gereği hem sığınma zamanını hem sığınma mekânını hem de sığınmayı ifade eder. Me’va kelimesi cennete has bir isim değil sıfattır. Naziyat 39. âyette cehennemin bir sıfatı olarak da me’va kullanılmıştır. Cennet zaten Kalem sûresinde de okuduğumuz gibi dünyadaki has bahçe manasında da kullanılmıştır. Bkz. Kalem:17. İbni Abbas ve Katade bu bahçenin ahiretteki bildiğimiz cennet olmadığını söylemişlerdir. (Taberî) Allah resulü vahyi Hira'da alınca korkmuş ve koşarak evine doğru ilerlemiştir. Bu pasajda ağaçlık bölgeden geçip gökyüzünü, ufkun görünür hale geldiği son sınır ağacının yukarısında kendisine doğru yaklaşan elçi meleği görmesi ayrıntılı olarak ifade edilmiştir.
Necm sûresi indiği dönemde Hz. Muhammed’in dalâlete düştüğü veya mecnûn olduğu gibi iddialar vardı. Bu bilgileri nereden aldığı soruluyordu. Uyduruk, hayal ürünü sözler olduğunu savunan müşriklerin varlığı azımsanmayacak sayıda idi. Bu saldırılara karşı Kur’an Hz. Muhammed’in elçi meleği tam olarak bilinen bir mekânda gördüğünü anlatmaktadır. Bu ortamda Hz. Muhammed’in cevaben 7 kat semaya çıkıp varlık âleminin bittiği yerden, ahiret cennetinin yanındaki son sınır ağacının yanından vahyi alması ne derece ikna edici olurdu? Onun yerine şu bildiğiniz cennetu'l-me’va yani sizi güneşten koruyan oturup dinlendiğiniz, şu bahçenin bittiği son sınır ağacının orada Cibril’i aslî hüviyetinde görmesi daha doğru,ayakları yere basan, ikna edici ve tutarlı bir ifade olacaktır. Peki bu özel olaya kimse şahit olmuş mudur? Onu da bir sonraki âyetten okumaktayız.
-----------
إِذْيَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى
16- Sidre’yi bürüyen şey bürüyordu.
Yağşâ; örtmek, bürümek, kaplamak manalarına gelmektedir. Leyl sûresinin girişinde de bu kelime yoğun, her yeri kaplayan gece karanlığı anlamında kullanılmıştır. Âyette Cibril’in bulunduğu bölgenin karanlığından bahsedilerek bu özel olayın kimse tarafından görülemediği ifade edilmiştir. Zaten imtihan gereği bunun böyle olması gereklidir.
-----------
مَازَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى
17- Göz ne şaştı ne de haddini aştı.
Gözün şaşması bakılanın gözden kaynaklı bir kusurla farklı anlaşılması iken, haddi aşması ise organların kişiyi aldatması manasındadır. İlki illüzyona karşılık gelirken, ikincisi halüsinasyon gibi bir rahatsızlığın olmadığını ifade etmektedir.
-----------
لَقَدْرَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى
18- And olsun Rabbinin büyük âyetlerinden birini gördü.
Bu ifadenin bir benzerini Hz. Musa için Taha sûresi 22-23 şöyle ifade eder: “Sana büyük âyetlerimizden göstermemiz için elini, koynunun yan tarafına koy. Başka bir âyet olarak, kusursuz ve beyaz olarak çıkar.” Âyet; alâmet, işaret demektir. Hz. Musa’da bu işaretler kendi ve eski yaşantısı üzerinden gösterilirken Hz. Muhammed’de Rabbinin büyük âyeti, işareti Cibril’dir. Âyetten açıkça anlaşıldığı gibi, Hz.Peygamber Allah’ı değil, O’nun büyük âyetlerinden, işaret ve alâmetlerinden birini görmüştür (Bkz. Enam:103). Allah’ın elçisi olduğuna öncelikle Hz.Muhammed’in kendisi ikna olmalıdır. Zira ikna olmayan ikna edemez.
-----------
أَفَرَأَيْتُمُاللَّاتَ وَالْعُزَّى
19- O halde Lât ve Uzza’ya baktınız mı?
Rabbimizin âyeti, işâreti Cibril iken; şirkin işâreti, sembolü, alâmeti olarak putculuğa değinilmektedir. Rabbimiz gaybî bilgileri büyük işâret dediği elçi meleği ile bildirirken, müşrikler gaybla iletişim için sahte kutsallar ve isimler uydurmuşlardı. Peki bunu neden yaptılar? Bu sorunun cevabı için bu putların sembolize ettiği manalara bakmak gerekmektedir.
Lat, Taif'te beyaz nakışlı bir kaya idi. Bir bina içinde bulunan heykelin örtüsü, kapıcısı ve bakıcıları vardı. Taif halkı, Kâbe’den sonra en üstün tapınağın Lat olduğuna inanır, Kureyş dışındaki kabilelere karşı onunla övünürlerdi. Bu put dişidir. Zira asıl olan tanrı/güç o kadar yücedir ki ulaşılamaz. Ona ulaşmak için onu ikna kabiliyetinde olanlara hürmet edilirdi.Bu bilgi kaynağı atalardı.
Günümüzde bina içinde örtülü ve bakıcısı olan putlar maalesef türbeler olarak yaşatılmaktadır. Nasıl ki bu şirke malzeme olan o taşın veya sembolün bir suçu yoksa, yatır olarak görülüp istekte bulunulan kabirlerin de bu şirkte bir suçu yoktur. Karşı çıkılan; Hay,Kayyum ve Kuddûs olan Allah’tan başka şeyleri aracı kılıp medet umma zihniyetidir.
Uzza, Mekke ile Taif arasındaki Nahle denilen yerde bulunurdu.Kureyş ona büyük bir saygı gösterirdi. Nitekim Ebu Süfyan, Uhud savaşı sonrasında Müslümanlara hitaben: “Bizim Uzza’mız var, ya sizin?” diye bağırmıştı. Uzza; izzet ve şerefi sağlayan, devam ettiren ve yükselten bir güce sahip olduğuna inanılan büyük putun adı idi! Kureyşliler onu ziyaret eder, ona hediyeler sunar ve onun yanında kurban keserlerdi. Günümüzde daha saygın görünmek, hürmet ve itibar görmek için insanların, siyasete veya mal varlığı iyi olanlara sundukları hediyelerin ve siyasilerin önünde kurbanlar kesmelerinin tek sebebi Uzza zihniyetinin kalplerde yaşatılmasıdır.
İnsanlıklarının üstünü örtenlere hürmet edip izzeti onların yanında arayanlara Rabbimiz şöyle seslenir: “Onlar ki mü'minlerden başka kâfirleri dost edinirler. İzzeti onların yanında mı arıyorlar? Oysa muhakkak ki izzet, tamamen Allah'a aittir.” Nisa:139
Zenginlik sonucu oluşan muhtaçsızlık/gani olma hâli ile izzet ve şeref devşirenlere Necm 53'te şöyle cevap verilir: “Hiç şüphesiz, muhtaçsızlık analarını, Necm sûresinin devam eden âyetlerine bakarak Allah’a isnat edilen fiillerden çıkara bilmekteyiz.
----------------------
وَمَنَاةَالثَّالِثَةَ الْأُخْرَى
20- Ve üçüncü, sonuncusu Menat’a.
Rabbimizin bu putu üçüncü ve sonuncu diyerek sonradan zikretmesinin sebebi Menat’ın insanın kaderine, sonuna yani geleceğine etki ettiğine inanılması olabilir.
Menat kelimesinin kökü kader ve ölüm anlamındaki mena’ya nispet edilir. Mekke ile Medine arasındaki Müşellel diye anılan yerde bulunan bir heykeldi. Huzaa, Evs ve Hazrec kabileleri bu puta saygı gösterir, Hacc'a da buradan başlarlardı. Neden? Kaderlerinin düzgün olmasını istiyorlardı. Zira kaderlerini kendi çabalarının dışındaki güçlerin eline verme eğilimin delerdi. Rabbimiz bu sapmaya “Ve insan için, çalışmasından başka bir şey yoktur.”şeklindeki ilke ile Necm 39'da cevap verecektir. Ayrıca ahirin/sonranın da Menat’a değil Allah’a ait olduğunu “Fakat evvel de ahir de Allah’ındır.”şeklinde Necm 25’te hatırlatacaktır. Ahir Allah’a ait olduğu için dirilme deonun elindedir. “Ve muhakkak ki, bundan sonraki dirilme O’na aittir.” Necm 47.Günümüzde ağaçlara bezler bağlama, mum yakıp gelecek ile alâkalı istekte bulunma, dilek havuzları bu kapsama girmektedir. İlkel kabilelerden ziyade özellikle İtalya'nın Venedik bölgesinde, İspanya'da ve New York'ta birçok yerde bulunan dilek havuzları, insanların hâlâ suya para atıp dileklerinin kabul olacağına inanması bazı şeylerin hiç değişmediğine tipik bir örnektir.
----------------------
أَلَكُمُالذَّكَرُ وَلَهُ الْأُنثَى
21- Erkek sizin dişi O’nun mu?
----------------------
تِلْكَإِذًا قِسْمَةٌ ضِيزَى
22- Eğer böyle ise bu, insafsız bir taksimdir.
Ya da kızlar O’na, oğullar size mi? (Tûr:39) Lat, Uzza ve Menat dişi kalıplı isimlerdir. Müşriklerin tanrılarına böyle dişilik özelliği vermelerinin ya da onlarda dişilik özelliği aramalarının altında yatan sebep kendilerinden daha güçsüz varlıklara tapınma istekleri olabilir. Yani güçsüzleri tanrılaştırıyorlar ki kendilerine hizmet etsinler ve kendilerine hâkim olmasınlar. Zaten sûrenin 24. âyetinde insanın temennilerini, istek ve arzularını ne kadar önemseyip put edindiğine değinilecektir.
Hem putlara dişi isimler koyarak onları daha kolay ikna edebileceklerini, zayıflıklarından dolayı kontrolün sürekli kendilerinde olacağını düşünüyorlardı hem de doğan erkek çocukla sevinip kızları Rabblerine iade eder gibi diri diri gömüyorlardı. Rabbimiz bu bölüşmenin insafsız bir zulme dönüştüğüne dikkat çekmektedir: “Onlardan birisi,bir kız çocuk ile müjdelendiği zaman öfkeli olarak, yüzü kapkara olurdu.Müjdelendiği şeyin kötülüğünü kavminden gizlerdi. ''Onu zelil olmasına rağmen tutsun mu yoksa onu toprağa mı gömsün? Verdikleri hüküm ne kötü değil mi?” Nahl58-59
----------------------
إِنْهِيَ إِلَّا أَسْمَاء سَمَّيْتُمُوهَا أَنتُمْ وَآبَاؤُكُم مَّا أَنزَلَ اللَّهُبِهَا مِن سُلْطَانٍ إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْأَنفُسُوَلَقَدْ جَاءهُم مِّن رَّبِّهِمُ الْهُدَى
23-Onlar sadece, sizin ve babalarınızın isimlendirdiği isimlerdir.Allah onlara hiçbir delil indirmedi. Onlar sadece zanna ve nefislerinin hevâlarına tâbi oluyorlar. Ve and olsun ki, onlara artık Rabblerinden hidâyet geldi.
Atalardan gelen ve menfaat ile beslenen, aslı astarı olmayan tüm batıl inanç ve bidatleri bitirenin Rabbden gelen hidâyet rehberi Kur’an olduğu hatırlatılmaktadır.
Zan, tercih edilen inanç ve kanaat demektir. Bu kanaat,bilgisizlikten kaynaklanan şek, kuşku, sanı olabileceği gibi, ''yakîn''e (kesin bilgiye) de dayanabilir. Dolayısıyla bu kelime gerçeğe en yakın yorumu ifade edebildiği gibi gerçekten en uzak yorumu da ifade edebilir. Kur’an’da her iki şekilde de kullanılmıştır. Bu kelimenin Kur’an’da, nerede ve hangi mânada kullanıldığını anlayabilmek için bağlamına bakıp kelimenin içinde yer aldığı cümlenin övgü cümlesi mi, yoksa yergi cümlesi mi olduğuna dikkat etmek gerekir.Eğer cümle, anlam bakımından övgü cümlesi ise, yakîn/kesin bilgi anlamında;yergi cümlesi ise şek, sanı anlamında kullanılmış demektir. Şek, sanı manasında Necm 28, Yunus 36, Hucurat 12, İsra 36'da; doğruya yakın yorum,hayırlı kanaat, hüsnü-zan manasında Nur 12'de kullanılmıştır.
Sultân, kök olarak seleta veya selita fiilinden türemiştir. Selata, nüfuz ve etki altına almak demektir. Sultan kelimesi de bu kökten türemiştir.Üstünlük, galebe çalma ve istilâ anlamında mastardır. Üstün getiren, galebe çalan burhan ve hüccet mânasına da gelir ki Kur’an’da bu anlamda kullanılmıştır. Bkz. Zâriyât:38, Rum:35, Sâffât:156, İsra:33, İbrahim:10, Hûd:96
----------------------
أَمْلِلْإِنسَانِ مَا تَمَنَّى
24- Yoksa insan için sadece temenni ettiği şey mi var?
Temenni, bir şeyi duygular ile değerlendirip istemektir. Bu bazen tahmin ve zan ile bazen de bir bilgiye dayanılarak yapılır. Temenninin çoğu gerçek olmayan şeyleri düşünmektir. Ümniyye, gerçekleşmesi neredeyse imkânsız arzu, umut ve düşünce şeklinde tarif edilir.
Putçuluğun temelinde yatan asıl sebep, sınırsız isteklerin sınırlı imkanlarla doyurulamaması sonucu isteklerin idolleştirilmesidir. İnsan imtihan dünyasında sanki cennetteymiş gibi sürekli isteklerinin yerine getirilmesini arzular. Âyet şu soruyu zihne atar:“İnsanlar, dilediklerini ma’butlaştırmalı mı?”
----------------------
فَلِلَّهِالْآخِرَةُ وَالْأُولَى
25- Oysa evvel de, ahir de Allah’ındır.
Gelecekte olmasını istediğimiz tüm temennilerin gerçekleşme yolu, önceye ve sonraya hâkim Allah’ı, tek ma’but bilmeye bağlıdır.
----------------------
وَكَممِّن مَّلَكٍ فِي السَّمَاوَاتِ لَا تُغْنِي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا إِلَّا مِنبَعْدِ أَن يَأْذَنَ اللَّهُ لِمَن يَشَاء وَيَرْضَى
26- Ve göklerde nice melekler vardır ki, onların şefaatleri bir şeyle fayda sağlamaz. Ancak Allah’ın, dileyene ve razı olduğu kimseye izin vermesi hariç.
Temennilerin yerine gelmesi için kişinin dilemesi ve Allah’ın da o dilekten razı olması gerekir. Bu rıza hâlinin nasıl olduğunu ve dünyada iken meleklerin nasıl şefaat ettiğini Âli İmran sûresi 125’te şöyle ifade edilir: “Bilâkis, eğer siz sabrederseniz ve takva sahibi olursanız ve onlar size aniden gelirlerse, Rabbiniz bu nişaneli meleklerden beş bini ile size yardım eder.” Âyette meleklerin Allah’tan gelen yardımda aracılık/şefaat etme şartı belirlenmiştir. O da sorumluluk bilinci,sabır ve sebatla çalışmaktır. Bunu bir örnek üzerinden izah edebiliriz. Bir kişi savaş öncesi sabırla, kararlı bir şekilde sorumlu davranarak ok atma talimi yaparsa hedefi vurma onda bir melekeye dönüşecek ve o kişi daha isabetli atışlar yapacaktır. İşte Allah’ın yardımı, dileyen kimseye melekeler ile şefaati şeklinde gerçekleşmektedir. Ancak müşrik akıl şahıslaştırmak sûretiyle, bu meleğe/güce cinsiyeti olan isimler takmıştır.
----------------------
نَّالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ لَيُسَمُّونَ الْمَلَائِكَةَ تَسْمِيَةَالْأُنثَى
27- Şüphesiz âhirete inanmayanlar, melekleri dişi isimlerle isimlendiriyorlar.
Bu âyete bakarak meleklerin erkek olduğunu savunmak mantık hatası olur. Zira dişisi olmayanın erkeğinden söz edilemez. Ahirete inanmamak ile meleklere isimler takmanın nasıl bir ilgisi olabilir? Temenni, istek ve arzularını put edinme hastalığı her türlü zevki dünyada tatma isteğini ortaya çıkarır. Bu durum da ahiret yokmuş gibi bir yaşantı oluşturur.
----------------------
وَمَالَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنَّ الظَّنَّ لَايُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئًا
28- Ve onların bir ilmi yoktur. Onlar sadece zanna tâbi olurlar. Ve şüphesiz ki zan, Hak’tan yana hiçbir şeye fayda sağlamaz.
----------------------
فَأَعْرِضْعَن مَّن تَوَلَّى عَن ذِكْرِنَا وَلَمْ يُرِدْ إِلَّا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا
29- Öyleyse zikrimize sırtını dönen ve dünya hayatından başkasını istemeyenlerden yüz çevir.
“İ’râz,” manevî, zihinde olan yüz çevirme iken “Tevelli,”manen yüz çevirmenin maddeye yansıması yani sırt dönmedir.
Âyette bilgiden uzak, suizan ve sanılarla hareket edip suçlayanlara, hakaret edenlere aldırmadan, onlardan olumsuz etkilenmeden, hakikati yaşama ve anlatmanın önemi vurgulanmaktadır. Bu emir, dünya hayatından başkasını istemeyenlerden umudunu kes, onları uyarmaktan vazgeç anlamında değil, tam aksine onların yaptıklarına aldırmadan İslam’ı yaşamaya ve görevini yapmaya devam et mânasındadır. Zira bir alttaki âyet Nebi'ye atılan “sapıtıp yoldan çıkma” iftirasını reddedecek ve cevabını bizzat Allah verecektir.
----------------------
ذَلِكَمَبْلَغُهُم مِّنَ الْعِلْمِ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَنسَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدَى
30- Onların, bilgiden erişebildikleri budur. Şüphesiz ki senin Rabbin; O, kimin kendi yolundan saptığını bilir ve O, kimin hidayete erdiğini de bilir.
İnsanlar kendi doğrularını Allah’ın yanından geliyormuş gibi savunmamalıdır. Zira bu müşriklerin tavrıdır. Görevimiz sadece tebliğ etmektir. Hüküm verip hesap sormayı, kimin doğru kimin yanlış yolda olduğunu en iyi bilen âlemlerin Rabbine bırakmak gerekir.
----------------------
وَلِلَّهِمَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ لِيَجْزِيَ الَّذِينَ أَسَاؤُوا بِمَاعَمِلُوا وَيَجْزِيَ الَّذِينَ أَحْسَنُوا بِالْحُسْن
31- Ve göklerde ve yerde olan şeyler Allah’ın dır. Kötülük yapanları,yaptıklarının karşılığıyla ve ahsen davrananları hüsna ile karşılığını versin diye.
Husn, maddî değil daha çok aklî ve kalbî güzellikler için kullanılırken ahsen, sınırlı maddî dış güzellik için kullanılır. Bu âyette,sınırlı imkânlar ile yapılan hoş bir davranışın çok boyutlu bir güzelliğe dönüşeceği vurgulanmaktadır. Ayrıca Ahsen için Bkz. Tin:4 Hüsna için Bkz.Leyl:6-7 İkisinin arasındaki fark için Bkz. Ahzab:52
------------------
الَّذِينَيَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ الْإِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ إِلَّا اللَّمَمَ إِنَّ رَبَّكَوَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ هُوَ أَعْلَمُ بِكُمْ إِذْ أَنشَأَكُم مِّنَ الْأَرْضِوَإِذْ أَنتُمْ أَجِنَّةٌ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ فَلَا تُزَكُّوا أَنفُسَكُمْهُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اتَّقَى
32- Onlar ki, küçük hatalar hariç, büyük günahlardan ve ahlaksızlıktan kaçınırlar.Muhakkak ki Rabbin, mağfireti geniş olandır. O, sizi bilir. O, sizi yeryüzünden inşa etti. Ve siz, annelerinizin karınlarında ceninlerdiniz, öyleyse kendinizi temize çıkarmayın. O, kimin takva sahibi olduğunu bilir.
Kur’an’da “günah” kavramını ifadeeden pek çok kelime vardır. “İsm, Zenb, Vizr, Cünah, Fuhş, Zulüm, İsraf,Tuğyan, Fücur ve Cenef” vs.
Lemem kelimesi, ''lemme''fiilinden türemiştir. Lemme; toplamak, biriktirmek, bir şeyi ısrarlı ve devamlı olmamak şartıyla yapmak demektir. Allah’a karşı yapılan her günahın büyük sonuçları olur. Şairin dediği gibi, “Az nimeti az sanma, kimden geliyor ona bak! Az günahı az sanma, kime karşı ona bak!..” Bu bilinçten dolayı “lemem”kelimesinin küçük hatalar olarak meallendirilmesi doğru görünmektedir.
İsm, işleyeni kınanmaya ve cezai müeyyideye müstahak kılan günah demektir. Çoğulu 'âsâm'dır. “Esime” fiil şeklidir; sıkıntılı bir hâle, günaha düşmek manasına gelir.
Fevâhiş; çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış, taşkınlık etmek anlamına gelen ''fahşa'' kelimesinin çoğulu olduğu için ahlaksızlık olarak anlaşılmalıdır. Fahişe kelimesi Kur’ân’da on üç yerde, çoğulu olan fevahiş kelimesi ise dört yerde geçmektedir.
------------------
أَفَرَأَيْتَالَّذِي تَوَلَّى
33-Sırt çevireni gördün mü?
Bencillik sonucu ihtiyaç sahiplerine sırt dönen, paylaşmayan tavra dikkat çekilmektedir. (Bkz. Maun:1-3)
------------------
وَأَعْطَىقَلِيلًا وَأَكْدَى
34-Ve azıcık verdi, arkasını getirmedi.
Genel kabuldeki maldan 40/1 verip arkasını getirmeme tutumunu bu âyetler ihtiyaç sahiplerine sırt çevirme olarak ifade etmektedir. Muhtaçlık sürekli olduğu için yardım yılda bir kezden ziyade muhtaçlığı sonlandıracak şekilde sürekli yapılmalıdır.
------------------
أَعِندَهُعِلْمُ الْغَيْبِ فَهُوَ يَرَى
35- Gaybın bilgisi onun yanında da o mu görüyor?
Maldan azıcık verip sonunu getirmeme tutumunu Allah’ın emri gibi anlatanlara soru şeklinde bir reddiyedir.
------------------
أَمْلَمْ يُنَبَّأْ بِمَا فِي صُحُفِ مُوسَى
36- Yoksa Mûsa’nın sayfalarında olan şeylerden haberi yok mu?
------------------
وَإِبْرَاهِيمَالَّذِي وَفَّى
37-Ve çok vefalı İbrahim’in.
Müşriklere hitaben ''sevip saydığınız Hz. İbrahim ve Yahudilere ithafen inandığınız Hz. Musa’ya indirdiğimiz sayfalarda da bu iki ilke yazılı idi.'' ikazı görülmektedir.
'Elem yünebbe', önemli ve ciddi şeyler için kullanılan bir ifadedir. İfadenin içindeki ''nebe'' kelimesi“faydası büyük haber” demektir ve bununla Allah’tan gelen haber kastedilir.Kişilerden gelen haberler bu kelimeyle ifade edilmez. Hatırlanacak olursa, Hz.İbrahim ve Hz. Mûsa’nın sahifelerinde ifadesi A’lâ sûresinde de yer almıştı.Kur’an insanlığın ortak değerlerini vaaz etmeye devam etmektedir. Bu değerlere vefalı olunmalıdır. Sûrenin devamında binlerce yıllık ve evrensel ilkeler zikredilmeye devam edilecektir.
------------------
أَلَّاتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى
38- Doğrusu hiçbir günahkâr, bir başkasının günahını yüklenmez.
Bu, Hz. İbrahim’e de inen 4000 yıldan çok daha kadim, insanlıkla yaşıt, bireysel sorumluluk ilkesidir.Hristiyanlıkta Hz. Âdem’in suçu herkese yüklenmiş, Hz. İsa bu günahı ödemiştir.Bu tamamen yanlıştır. Modern hukukta da sadece suçlu cezalandırılmaktadır.
Vizr, ağır yük mânasına gelir.Her günahkâr, cezai müeyyide gerektiren ağır bir yük yüklenir. Bu ilke gereğine suçun ne de günahın vebalinin başkasına yüklenmesi söz konusu dahi değildir.“Her koyun kendi bacağından asılır.” tabiri bu ilkeyi ifade etmektedir. Bunun fıkıhtaki karşılığı, “Ukubatta niyabet cari olmaz.” yani, cezalarda vekilliğin geçerli olmadığı genel kuraldır.
------------------
وَأَنلَّيْسَ لِلْإِنسَانِ إِلَّا مَا سَعَى
39- Ve muhakkak ki insan için, emeğinden başka bir şey yoktur.
Ma sea; çalışmaktır, emektir.Mesai de buradan gelir. İkinci altın ilke budur. Bu ilkeler o kadar evrenseldir ki tüm inanç ve ideolojilerin kabul edeceği, emeğin değerini vurgulayan ifadelerdir. Bedavacı ve torpilci müşrik, şefaatçi kafa bu ifadelerle inşa edilmektedir.
------------------
وَأَنَّسَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى
40- Ve muhakkak onun emeği yakında görülecektir.
Aceleci ve bedavacılar emeğin karşılığının çabuk görünmemesi durumunda yapılanların boşa gittiği zannına düşmektedirler. Allah emeğin hiçbir zaman zayi olmayacağının garantisini vermektedir.
------------------
ثُمَّيُجْزَاهُ الْجَزَاء الْأَوْفَى
41- Sonra ona tam karşılığı verilecektir.
------------------
وَأَنَّإِلَى رَبِّكَ الْمُنتَهَى
42- Ve muhakkak son durak ancak Rabbinedir.
Son durak kara toprak değil,Rabbin huzurudur. Her can hesap vermek üzere yeniden inşa edilecektir. Ahirete inanmayanlar ölümü son durak olarak değerlendirir. Ölüm bir durak değil tadılıp geçilecek bir süreçtir. (Bkz. Ankebût:57) Son durak ya cennet ya cehennemdir.
------------------
وَأَنَّهُهُوَ أَضْحَكَ وَأَبْكَى
43- Ve muhakkak ki O’dur, güldüren ve ağlatan.
Gülmek; sevinmek, mutlu olmaktır.Verilen emeklerin karşılığını almak kişiyi mutlu ederken suçlunun suçu başkasına yıkamayacağı gün ise mücrimlerin pişmanlığıdır. Failin Allah olması evrensel ilkeleri Allah’ın belirlemesindendir. Bu ifadeler hususî değil umumîdir. Mutluluk veya mutsuzluk en başta belirlenen ilkelere ve yasalara uygun seçimlerde bulunmaya bağlıdır. Yoksa kaderci bir bakışla kullar gülmek ve ağlamak gibi bireysel ve basit şeyleri bile yapamayan iradesiz kuklalara dönerler.
------------------
وَأَنَّهُهُوَ أَمَاتَ وَأَحْيَا
44- Ve muhakkak ki O’dur, öldüren ve dirilten.
Tekrar dirilmeye inanmayanlar için devam eden âyetlerde kendi var oluşları üzerinden aklî bir kıyas yapılacaktır.
------------------
وَأَنَّهُخَلَقَ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْأُنثَى
45- Ve muhakkak ki O dur, erkek ve dişi eşleri yaratan.
Yaratmanın sünnetini Rabbimiz anlatmaktadır.
------------------
مِننُّطْفَةٍ إِذَا تُمْنَى
46- Atıldığı zaman bir nutfeden.
Bir asır önce şu an hayatta olanların çoğu yoktu. Yokluktan basit bir suya, oradan yepyeni ve farklı bir canlıya dönüşen insan bunun tekrarlanacağına neden inanmaz?
Meni;takdire ait olan, belirli bir ölçüde akan demektir. Nutfe; az miktarda sıvı demektir. Meselâ Arapçada su kaplarının dibinde kalan suyun özü, damlaları bu kelimeyle ifade edilirdi. Nutfe her sıvının en az kısmına, bulaşığına denir.Erkeklik suyu meni iken içindeki spermlerin bulunduğu özlü bölüm nutfe ile ifade edilmiştir. Kıyamet sûresi 37'de hem meni hem nutfe aynı cümlede şöyle zikredilir: “O dökülen meniden bir nutfe değil miydi?”Bilgi düzeyi son derece kısıtlı bir dönemde mikroskobik detaylara dikkat edilmesi Kuran’ın beşerüstülüğüne bir örnektir.
Pasaj şu mantıksal argümanı ortaya koyar: Değersiz bir damladan nasıl bir beşer olduysanız, değersiz toprağa atılan kemiklerden de tekrar yepyeni bir inşa ile yaratılacaksınız.
------------------
وَأَنَّعَلَيْهِ النَّشْأَةَ الْأُخْرَى
47- Ve muhakkak ki, sonraki yeniden inşa O’na aittir.
------------------
وَأَنَّهُهُوَ أَغْنَى وَأَقْنَى
48- Ve muhakkak O, ihtiyaçsız ve kanaatkâr kılandır.
Ğına; zenginlikten ziyade ihtiyaçsızlıktır. (Bkz. Duhâ:8) Eknâ fiili, Araplar arasında farklı anlamlarda kullanılmaktadır ve bu kelime farklı köklere nispet edilir. Suyu kontrol atında tutmak anlamına gelen “el kana” köküne nispeti daha uygun görünmektedir.
Allah bir kimseyi razı ettiğinde“Eknâhullahu” denir. (Kurtubî) Rıza hâli aslında verilenlere kanaat nazarı ile bakıp istekleri kontrol altında tutmaktır. Mal-mülk yığmanın, az verip arkasını getirmemenin altında yatan sebep gerçekçi olmayan ihtiyaçlardır. Asıl zenginlik ihtiyaçların az olmasıdır, bu da kanaat ile gerçekleşir.
------------------
وَأَنَّهُهُوَ رَبُّ الشِّعْرَى
49- Ve muhakkak, Şira’nın Rabbi O’dur.
Şi’râ; esasen “zikrâ” vezninde şuur mânasında mastardır. Bu sözcüğünün esas anlamı “bilgi ve bilinç” demek olup bu anlam ekseninde “şiir, şiar, şeâir, meş’ar” gibi birçok türevi vardır.Bu durumda âyetten “Hiç şüphesiz, bilginin/bilincin Rabbinin de O olduğu”anlamı çıkmaktadır ki, bu durumda önceki âyetlere de bir gönderme yapıyor demektir. Fakat çoğunluğa göre Şi’râ, gökte en parlak görülen yıldızın adıdır.Bu özelliğinden dolayı o, İslam öncesi Arabistan’ında yaygın olarak tapınma konusu yapılmıştır. Çünkü Araplar, bu yıldızdan şans umar, kendilerine şans getirmesi için ona taparlardı.
Günümüzün emeği hiçe sayan şans putu mantığına bir eleştiri getirilmektedir. Âyet talih ve şansın yerine''bilinç ve şuurun Rabbi'' bakışını getirmektedir.
------------------
وَأَنَّهُأَهْلَكَ عَادًا الْأُولَى
50- Ve muhakkak ki, önceki Âd’ı helâk etti.
------------------
وَثَمُودَفَمَا أَبْقَى
51- Ve Semûd’u böylece bâki kılmadı.
------------------
وَقَوْمَنُوحٍ مِّن قَبْلُ إِنَّهُمْ كَانُوا هُمْ أَظْلَمَ وَأَطْغَى
52- Ve daha önce Nuh’un kavmini de… Muhakkak ki onlar, daha zalim ve daha hadsizdi.
Nuh’un kavmindeki putlar için Bkz. Nuh:23
------------------
وَالْمُؤْتَفِكَةَأَهْوَى
53- Ve alt üst edilen beldeyi.
------------------
فَغَشَّاهَامَا غَشَّى
54- Böylece onu kaplayan kapladı!
Artık emrimiz geldiği zaman onu(o şehri) alt üst ettik. Onların üzerine, istif edilmiş siccilden taşlar yağdırdık. 11/Hûd:82
Lut Gölü deniz seviyesinden 794 metre aşağıdadır. Lut Gölü'nün lisan adı verilen ucunun bir fay hattı ile ikiye ayrıldığı, karanın uzantısı olan parçanın yaklaşık 40 metre çöktüğü, fay hattının kuzey tarafının derinliğinin ise yüzlerce metreyi bulduğu araştırmalarda belirlenmiştir. Helak olan kavmin çöken bu sığ tabaka üzerinde yaşadığı düşünülmektedir.Her yeri kaplayan gece karanlığında ansızın yok olmaları bir ibret vesikası olarak gösterilmektedir.
------------------
فَبِأَيِّآلَاء رَبِّكَ تَتَمَارَى
55- O halde Rabbinin hangi ni’metlerinden şüphe ediyorsun?
Nimetten şüphe etmek mümkün değildir. Zira nimet görülür ve bilinir. Buradaki şüphe sûrenin ilk âyetlerinde anlatılan vahiy nimetini Hz. Muhammed’in alıp almadığı ile alâkalıdır. Bu nimetin vahiy olduğunu bir alttaki ayetten anlamaktayız.
------------------
هَذَانَذِيرٌ مِّنَ النُّذُرِ الْأُولَى
56- Bu uyarı, önceki uyarılardan bir uyarıdır.
Bu uyarı ve uyarıcıya şüphe ile bakmayın ki akıbetiniz Nuh’un kavmi, Ad ve Semûd gibi olmasın.
------------------
أَزِفَتْالْآزِفَةُ
57- Yaklaşan, yaklaştı.
“Onları yaklaşmakta olan gün ile uyar…” (Mu’min:18) Bu âyet ışığında anlıyoruz ki yaklaşmakta olan kişinin,ölümüdür, kıyam etmek için şart olan son saattir.
------------------
لَيْسَلَهَا مِن دُونِ اللَّهِ كَاشِفَةٌ
58- Onu, Allah’ın dûnunda keşfedecek yoktur.
Allah’ın dûnunda ifadesine,Allah’tan başkası manasını vermek bizce manayı daraltmaktır. Zira burada Allah’ın altında yardımcılar veya ona yakınları manasında “dûn” kullanılmıştır.Allah; şi’ra, lat, uzza, menat gibi yardımcılar veya onun astında dişiler,doslar, veliler, edinmekten münezzehtir. “O’nun,zilletten ötürü bir dosta/veliye (ihtiyacı) yoktur.” O’nu tekbir ile yücelt.”17/İsara:111 Küçük ve büyük kıyameti gelecek ile alâkalı en küçük haberi bile bu zatların bileceği zannı başta reddedilmiştir. “Muhakkak ki o saatin ilmi, Allah’ın katındadır. Ve yağmuru, indirir ve rahimlerde olan şeyi bilir. Kimse yarın ne kazanacağını ve kimse arzın neresinde öleceğini bilemez. Muhakkak ki Allah, Alîm’dir, Habîr’dir.” Lokman 34
Keşf; kapalı, örtük olan bir şeyi açık duruma getirmek demektir. Tasavvufta akıl ve duyularla ulaşılamayan bazı bilgileri kalb gözü ile görmeyi, sezgi aracılığı ile kavramayı dile getirir.Keşf yoluyla ulaşılan bilgiye ilm-i mükaşefe, ilm-i batın, ilm-i ledünni, ilm-ivehbi, mevhibe-i ilahiye, eltaf-ı rabbanıye gibi adlar verilir. Mutasavvıflara göre en üstün dinî bilgilere keşf yoluyla ulaşılır. Akıl ve nakil insana vasıtalı olarak bilgi verdiği halde, keşf insanı doğrudan bilgiyle yüz yüze getirir. Âyet bu gaybî bilgilerin keşfe açık bir konu olmadığını özellikle belirtmektedir. Bir kişi cifir, ebcetle bunu bilemez veya alâmetler uydurup tarihi tahmin dahi edemez.
İnsanlar tasavvuf örneğinde olduğu gibi tarih boyunca Allah’ın dûnunda birtakım kimselerin keşif yolu ile gaybî bilgiler edindiklerini zannetmiş ve onlardan medet ummuşlardır.
------------------
أَفَمِنْهَذَا الْحَدِيثِ تَعْجَبُونَ
59- Yoksa bu söz size acayip mi geldi?
Tabuları yıkan Kur’an indiği dönemde de günümüzde de müşrik kafa tarafından acayipleştirilip mehcûr bırakılmıştır.
------------------
وَتَضْحَكُونَوَلَا تَبْكُونَ
60- Ve ağlanacak halinize gülüyorsunuz!
------------------
وَأَنتُمْسَامِدُونَ
61- Ve siz, dik başlılık ediyorsunuz.
Semede; baş kaldıran, kafa tutan demektir. Yapılmaması gereken bir tutum zikredilerek bir alttaki âyette tam zıddı olan yapılması gereken secde ifade edilmiştir.
Burada insanlığın ortak doğuları olan “insana sadece temenni ettiğinin olmayacağı (24), mahrumiyetin insana bir hedef belirleyerek yaşama amacı sağlaması, bu amaca ulaşmanın sadece kişinin kendi emeğine bağlanması (38), yapılan suçların kimseye fatura edilemeyeceği(39) '' gerçekleri âyetlerle öğretilmiştir. İnatla dik başlılık edip helak olmak yerine, bu hakikatlere boyun büküp secde etmek en mantıklı ve tutarlı olandır.
------------------
فَاسْجُدُوالِلَّهِ وَاعْبُدُوا
62- Artık Allah’a secde edin ve kul olun!
Kulluğun makbûliyeti anlatılanları büyük bir saygı ile kabul edip, dik başlılığı bırakıp secdeye varılmasına bağlıdır.
|