Nahl Sûresi
Sûre, 68. âyette geçen “Nahl” kelimesinden ismini almaktadır. Nahl; bal arısı demektir. Sûrenin ismi, Allah'ın yaratıcı kudretinin bir arıda nasıl tecelli ettiğine işaret etmektedir. İçerisinde Allah'ın kullarına lütfettiği nimetlerin birçoğunun hatırlatılmasından dolayı sûreye “Niâm/nimetler Sûresi” de denilmektedir.
Nüzul Zamanı:
Sûrenin Mekke döneminin sonlarına doğru yaklaşık olarak 11. yılda nâzil olduğunu söyleyebiliriz. Hicretten söz eden 41 ve 110. âyetleri, hicret öncesinde indiğini gösterir. Sûrenin 110. âyeti işkence ve boykot döneminin sonrasına işaret etmektedir. Ayrıca sûrenin ilk âyetlerinde enâm türü hayvanlardan bahsetmesi, 118. âyette geçen “daha önce sana sözünü ettiğimiz şeyler" ifadesinin Enâm sûresinin 146. âyetine gönderme yaptığı anlaşılmakta, bu da Nahl sûresinin Enâm sûresinin devamı olarak indiğini göstermektedir. Bu durumda sûre, 11. yıla Enâm sûresinin arkasına yerleştirilebilir. Sûrenin 41, 90, 106, 110, 112, 126–128. âyetlerinin Medenî olduğuna dair nakiller de mevcûttur. Sûre bölümlerinin birbirinden kopuk olduğunu söylemek mümkün değildir. Aksine hepsinin veya birçoğunun arasındaki ilişki ve uyum apaçık ortadadır. Bu nedenle sûrenin tümümün Mekke’de indiğini söyleyebiliriz.
Konusu:
Sûrede, vahyin ilk inişinden bu yana dinde oluşmuş olan ilkeler; tevhit, vahiy, elçilik müessesi, son saat, öldükten sonra dirilme ve haşir gibi temel inanç konuları özetlenmiş; ayrıca kişisel ve toplumsal ilkelere, müşriklerin durumuna, uyarı ve müjdelere yer verilmiştir.
Sûre, zengin içeriğiyle daha önceki sûrelerin de bir özeti mahiyetindedir. İslâm'a davet metodunun çerçevesinin çizildiği 125. âyetinde ise Resûlullah’a ve onun şahsında tüm müminlere Allah'ın yoluna hikmet ve güzel öğütle davet edilmesi ve bu süreçte karşılaşılacak zorluk ve eziyetlere karşı sabredilmesi, en uygun tarz ve tavrın benimsenmesi emredilmektedir.
Rahmân Rahîm Allah’ın ismi ile
1-Allah’ın emri geldi. Artık onda acele etmeyin! O şirk koşulan şeylerden yücedir ve münezzehtir.
Soranlar için Kurân’da âyetler/ibretler/işaretler olduğu için (Bkz. Yûsuf:7) sorular ile başlayalım: Öncelikle buradaki “Allah’ın emrinden” kasıt nedir? Neyde acele edilmemesi istenmektedir? Aceleci davranan kimlerdir? Âyet müminlerden mi, yoksa müşriklerden mi bahseder?
Emrullâh, Allah’ın emri demektir. Mevdudi, bu ifadedeki kastı Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicret etmesi olarak anlamıştır. Bu durumda muhatap Müslümanlar olur. Bazıları Allah’ın emri ifadesini “kıyamet”, bazıları “Allah’ın müşrikleri cezalandırması”, bazıları da “Mekkeli müşriklerin dünyada hezimete uğramaları” olarak anlamıştır. Bu yüzden “Allah’ın emri geldi.” yerine “…gelecektir.” şeklinde “etâ” ve “câe” fiillerini gelecek zamana âtıfla okumuşlardır. Oysa bu âyet itibarı ile şirk konusunda Allah’ın muradının, emir ve yasaklarının net olarak ortaya konduğu “Allah’ın emri geldi.” şeklinde anlaşılmalıdır. Zaten hem cümlenin devamı hem de bağlam tevhit ve şirktir. Burada, şu ana kadar inmiş yüzlerce âyete bir âtıf yapılmıştır. Enâm sûresinin son âyeti olan 165’te şirk bağlamında Allah’ın ikâbının seri oluşundan bahsedildikten sonra burada artık tevhit konusunda müminlerin aceleci olmamaları gerektiği emredilmiştir. Zira toplumun yıllardır uygulayageldiği inanç ve ibadetlerini bir anda bırakmasını veya değiştirmesini beklemek hayal kırıklıklarına sebep olabilir. Değişim ve dönüşümün ilk etapta yavaş olması müminlerin inançlarında güvensizliğe yol açabilir. Bunu azaltmak adına Nahl sûresi böyle bir uyarı ile başlamıştır. Sonuç olarak “Allah’ın emri” ile şirkin toplumdan tamamen silinip tevhidin hâkim olması konusunda aceleciliğin sosyolojik sünnete aykırılığı ifade edilmiş olabilir. Bu acelenin altında şirkin Allah’a halel getireceği kaygısı olabilir. Bu yüzden âyet hem Allah’ın “sübhân” hem de “te’âlâ” oluşunu hatırlatarak sonlanmıştır.
Sübhâne kelimesi "gufrân" gibi mastardır. Bu kelimenin (se-ba-ha) kökünden geldiği ve bunun da suda derinlere inmek, uzaklara gitmek anlamında olduğu bilinmektedir. Şu halde sübhân kelimesi, şirkin oluşturduğu sığlıktan uzaklaşmak, noksanlıklardan ve acz sıfatlarından arınmak, derinleşip şirkin sığlığından kurtulmak anlamına gelmektedir. Bu nedenle denilmiştir ki; sübhân kelimesi tenzih, teşbih ve takdis anlamında bir özel isimdir. Bu özel isim, sadece yüce Allah için kullanılır. Bu itibarla, kelime genel olarak “Seni tenzih ederiz.” şeklinde anlaşılmıştır.
Te’âla fiili; Allah’ın, insan tasavvurunun tahayyül edeceği her şeyin ötesinde ve üstünde olduğunu bildirir. Tefeul formunun getirilmesi insanlarda olduğu gibi tekellüf için değil mübalağa içindir. Te’âlâ kelimesinin asıl anlamı insanın yüksek bir yere çağrılmasıdır. Sonra her türlü yere çağrılma bu anlamda kullanılır olmuştur. Te’âlâ diyen kimse, sanki yüceliğin olduğu yere çağırmıştır. (Rağıb) Allah’ın emri olan tevhit yüceliğe çağrıdır. Bu çağrıya icabet etmek için şirkin pisliğinden, zulmünden ve sığlığından çabalayarak kurtulmak, tıpkı sonsuzluğa kulaç açar gibi adım adım uzaklaşmak gerekmektedir. Bunu yapabilende Aliy, Âlâ ve Müteâl esma-i hüsnaları tecelli etmeye başlar.
2- Kullarından dilediği kişinin üzerine “Benden başka ilâh yoktur.” uyarısı için melekleri, emrinden bir rûh ile indirir. O hâlde bana karşı takvalı olun!
Bir önceki âyette “Allah’ın emri gelmiştir.” denilerek ilâhî emir ve yasaklara, yani Allah’ın vahyine işaret edilmişken burada ise vahyin insanlara nasıl ve kimler tarafından ulaştırıldığına, yani “risâlete” değinilmiştir.
Allah’ın emrinin bir sıfatı da onun ruh oluşudur. “Ruh” tevhit ile üflenmeye başlar. Tüm bu süreci hak edecek olanlarsa muttakilerdir. Burada konu edilen “min ibâdi-hi” Allah’ın bir kısım kulları olan peygamberlerdir. Meleğin çoğulu melâike kullanımı da “melk” den türemiştir. Bu kökten türeyen kelimelerin ortak mana yönü güç, kuvvet ve kudrettir.
Rûh kelimesi Kurân-ı Kerim’de 21 yerde geçer. Kurân’da “rûhu’l-kudüs” 4 yerde, rûh kelimesi ile aynı kökü paylaşan diğer kelimeler de toplam 57 yerde kullanılır. Nahl sûresinin bağlamı Allah’ın ilk emirleri olan tevhittir. Kurân muhatabına kulaç atarak ilerlemek için bir hedef belirler. Bu hedef, ilerleme ve mücadeleye bir anlam ve amaç katar. İşte vahyin melekleri harekete geçiren bu sıfatına Kurân “vahyedilmiş rûh” der. (Bkz. “Ve işte böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik. Ve sen, kitap nedir ve îmân nedir bilmiyordun ve lâkin O'nu “nûr” kıldık. Kullarımızdan dilediğimizi onunla hidâyete erdiririz…” Şûra:52) Vahyin ruh sıfatı, hem yolun amacını anlatır hem de bu amaca ulaşmak için ihtiyaç duyulan güçleri/melekeleri canlandırır. (Vahyin ruh sıfatı için ayrıca Bkz. “Melekler ve rûh bütün emirler için Rabb’lerinin izniyle orada sürekli iner.” Kadr 4 ve “Allâh en büyük derecelerden yüksek ’arş-ı a’lâ sâhibidir. Emriyle ’ibâdından istediğine kıyâm gününü ihbâr için bir ruh ilka eder.” Mümin:15)
Burada ruhun bir amacının da Allah’tan başka ilâhlık iddialarını ortadan kaldırmak olduğu ifade edilmiştir. İlk peygamberden son peygambere, ilk kitaptan son kitaba kadar vahyin muhataplarına kazandırdığı bu ruh daha âdil, daha barışçıl ve daha hakkaniyetli bir hayat inşa etmek içindir. İnsanların ruhunu emen şirk sistemi ayrıcalıklı olan; eşit ve âdil olmayan haksızlıklarla zulmedip ayakta durmuştur.
Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olma şeklinde tanımlanan takva, ahlâkın da temelini oluşturmaktadır. Zulüm, haksızlık, suç, haram ve günahlardan sakınma bilinci kişiyi muttaki yapar. Bu yüzden ahlâkın temelini bu sakınma bilinci teşkil eder. Âyetteki sıralama şöyledir: Önce her tür sahte ilâha, adâlet ve haksızlıklara, kast sistemine karşı takvayı tercih etmek, arkasından bu muttaki duruşu bir amaç ve hedef doğrultusunda devam ettirebilmek gerekir ki Allah’tan bir ruh üflensin. Takvayı anlamlı kılan da vahyedilmiş bu ruhtur. Ruhsuz bir sakınmanın hem sürekliliği hem de âhiri yoktur.
Vahyin sıfatlarından birinin ruh olmasının nedeni hayata bir anlam ve amaç katmasındandır. Bu anlam ve amaç yoksa göklerin ve yerin ne kıymeti kalır?
3- Gökleri ve yeri hak ile yarattı. O, şirk koşulan şeylerden yücedir.
“Hokka” kova demektir, çukurluktur. Develere yem verirken kullanılır. Her devenin bir hakkı vardır. Kovanın kendisine değil de kova içine konan demektir. Yani boş olan bir kova hak değildir. Kovayı dolduran haktır. Devenin doyması için hokkaya onun hakkı konması gerekir. Tıpkı yazının hakkını vermesi için hokkanın mürekkep ile doldurulması gibi. Gökler ve yer boş bir kap iken imtihan dünyasına dönüşmesi onun içine ruh üflenerek hak ile yaratılmasıdır. Ruhsuz bir hayat, anlam ve amaçtan yoksun kalacağı için bâtıldır. “Bkz. Ve gökyüzünü, arzı ve ikisi arasındaki şeyleri bâtıl olarak yaratmadık. Bu, örtenlerin zannıdır. Sad:27” Örtenlerin zannı, ruhsuzluğu/nihilizmi doğurmuştur.
4- İnsanı bir nutfeden yaratmasına rağmen o, apaçık bir hasımdır.
Nutfe, İnsan sûresi 2. âyette şöyle izah edilmişti: “Muhakkak Biz, insanı (emşaç) karışım olan bir nutfeden yarattık.” Bu karışım anne ve babadan gelen genetik materyallerin karışması ve sonunda o küçük nutfenin oluşmasıdır. Bu meyanda “nutfe”; kırılgan, küçük ve âciz tohuma bir göndermedir. Konu; nankör insanın, geldiği noktaya bakmadan geçici nimetlere bel bağlayıp kibirli bir hasıma dönüşmesidir.
Hasîm kelimesi, “savunmacı ve tartışmacı kişilik, azılı hasım olan dişli muhalif ve güçlü rakip” anlamına gelir. (Lisân ve Rağıb) Hasımın aduv’dan farkı; düşmanlığın herkese değil sadece hasmına oluşudur. Adavet daha genel bir azgınlığı, had hudut tanımamayı anlatan bir kelimedir. Bu nedenle Şeytân apaçık bir hasım değil, düşmandır şeklinde âyetlerde zikredilir. (Bkz. Yâsîn:60, Fâtır:6) Zira î duygu ve düşünceler, geneli ilgilendirir. Hasım; biraz daha hasmına işaret ederken aduv; yapılan düşmanlığa, fiillerdeki aşırılığa, kötülüğün kaynağına dikkat çekmek için kullanılır. Burada Hz. Peygamber’in şahsına duyulan düşmanlıkların sebebi olarak verilen nimetlerin şımarttığı sürü sahiplerinin, geldiği yeri unutup kibirle yaptıkları konu edilmiştir. Bu nedenle bir sonraki pasaj enâm türü, sürü hayvanlarına değinecektir. Tarım ve hayvancılık ile örneklendirilen geçici dünya servetleri geldiği yeri unutturup kişinin kibre kapılmasına neden olabilir. O yüzden muhatap, bu emanetlerin ne olduğu ve insana neden musahhar kılındığını unutmamalıdır.
5- Ve enâmı da O, yarattı. Sizin için onda, ısınma ve menfaatler vardır. Ve onlardan yersiniz.
Dif’un, “sıcacık yapan, ısıtan” anlamına gelir. Rüzgârdan korunmak için kuytu yerlere de dif’ denir. Kurân’da kullanıldığı tek yer burasıdır. Bu anlamda insanın ısınması da bu kelimeyle ifade edilir.(Kurtubî) Kelimenin kök anlamı dikkate alındığında, yalnızca yünlerinden elbise yapımına değil, dışkılarından yakacak elde etmeye ve fosil kaynaklarını da işaret eden yakacak manası da vardır. “Onlardan bir kısmını da yiyiniz değil yersiniz.” ifadesinin üçüncü sırada zikredilmesi etin temel ihtiyaçların başında olmadığını, beslenmenin sadece hayvansal gıdalara dayandırılmaması gerektiğine de işaret etmektedir.
6- Ve uysallaştırıp serbest bıraktığınızda sizin için onda bir cemal vardır.
Bu âyete, genelde “Akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken bir güzellik (bir zevk) vardır.” şeklinde meal verilmiştir. Ancak âyette, sabah ve akşamı bildiren bir kelime yoktur. Burada “duha” kuşluk vaktı (Duha:1), “işa'en” akşam” (Yûsuf:16), ’aşiyyen” günün sonunda (Rûm:18), “bukraten ve asîlâ” sabah akşam… (İnsan:25) gibi bir kullanım da yoktur. Sabahın ilk ışıklarını anlatan “isbah” (Enâm:96), “subh” (Hûd:81) gibi kelimelerin de kullanılmamış olmasına rağmen meallerde hayvanların ahırlarından meraya salınması ve akşam da geri gelmeleri gibi dar bir mana tercih edilmiştir.
Tesrahûne kelimesinin kökü “s-r-h”dir. Kelime salıverme, boşanma, serbest bırakma gibi manalarda Kurân’da 7 yerde gelir. Müfredatta kelimenin asıl anlamı “Develere serh ağacını yedirdim.” şeklindedir. Sonra her tür otlatma, salıverme manasında kullanılır olmuştur. Bu âyette hayvanı serbest bırakıp beslenmesine yardım etmek manasındadır. Bu şekilde evcilleştirilen hayvanın yabaniliği azalır ve hayvan, insana daha çok fayda sağlar.
Turîhûne kelimesinin kökü “r-v-h”dir. Kurân’da bu kökten 57 kelime vardır. Ruh, rih/rüzgâr, reyhan hep bu köktendir. Kelime müfredatta şöyle geçer: “Şu işi serbest ve rahat bir şekilde yap! Bir işi iki kişinin nöbetleşe yapmasıdır.” Kelime istiâre yoluyla, insanın gün ortasında istirahat ettiği zaman için kullanılır. Devenin barınaklara konması da bu anlamdadır. Bir hayvanın enâm olması onun barınak ve ahırlarda beslenmesi, tamamen hayvanın fıtratında olan evcilleştirme ve uysallığın sonucudur. Bu fıtratta yaratılmamış olan yabanî hayvanları insanın kullanması çok daha sınırlı olmuştur. Evcil hayvanlarda insana olan yakınlıkları ve dostlukları nedeniyle bir güzellik ve sevimlilik olmaktadır. Bu durum âyetin sonundaki “cemal” ile ifade edilmiştir.
Allah’ın lütuf ve rızâsını topluca gösteren nimetlere cemal denir. Güzel simaya cemal denilmesi, Allah’ın nimetlerinin görünmesindendir. Yûsuf 83. âyetteki Hz. Yakûb’un gösterdiği “cemîl bir sabır”da olumlu ve güzel duruşun bir araya gelmesi varken, cemalde bunun dışa yansıması, tecellisi söz konusudur.
7- Ve erişeceğiniz beldeye kendi yükünüzü yorulmadan taşırsınız. Muhakkak ki sizin Rabbiniz, gerçekten Raûf’tur, Rahîm’dir.
Bi şıkkı’l-enfüs ifadesini Râzî, “şıkk” kelimesini “güçlük ve meşakkat” anlamına aldığından manayı “sizlerin ancak güçlük ve meşakkatle ulaşabileceğiniz” şeklinde verir.
Raûf, Arapçada “re’fet“ten türemiştir. Re’fet; şefkat göstermektir. Raûf, feûl kalıbında mübalağa ifade eden bir sıfat olup çok şefkatli demektir. Bu isim Kurân’da 10 âyette ve genellikle Rahîm ismiyle birlikte geçmektedir. Rahîm de çok merhametli demektir. Şefkatte sevgi öne çıkarken, rahîmde daha çok merhamet, koruma ve himaye ağır basmaktadır. Hayvanlar ile alâkalı bir bağlamın şefkat ve merhamet ile bitmesi manidardır. Bizlere Allah’ın rahmeti gereği emanet olarak verilen dünyamızı daha güzel kılan hayvanlara şefkat ve merhamet dışında yapılan her tür kötülük ve zülüm, Raûf ve Rahîm esmalarından uzaklaşmaktır.
8- Ve binmeniz için gösterişli atlar ve katırlar ve merkepler... Ve daha bilmediğiniz şeyler yaratır.
Ziynet kelimesi süs olarak çevrilirse at, katır ve merkeplerin sanki dünyanın süsü gibi algılanmasına sebep olur. Ancak bu hayvanlar bir kuğu kuşu gibi değil, daha çok yük taşıma fonksiyonu ile bağlamda öne çıkarılmıştır. Bu yüzden ziynet kelimesine “gösteriş, heybet ve gücün dışa yansıması” olarak hayvanların bir sıfatı şeklinde meal vermek bağlama çok daha uygun olacaktır. Ata “hayl” kelimenin verilmesinin verilme sebebi de, yürüyüşü ile sanki böbürleniyormuş gibi görünmesindendir. Burada bir önceki âyetin devamı olarak özellikle taşımada kullanılan tek tırnaklı hayvanlardan at, katır ve merkeplerden örnek olarak bahsedilmiştir. Âyetin devamındaki ulaşım ve taşımacılıkta kullanmak için “Ve daha bilmediğiniz şeyler yaratır.” ifadesi, şu an kullandığımız vasıtalara, nakil araçlarına ve gelecekteki ulaşım araçlarına bir gönderme olabilir veya kâinatta bilmediğimiz uysallaşma fıtratındaki başka hayvanlara da olabilir.
9- Ve yolun maksudu, Allah'ın üzerinedir. Ve ondan ayrılan vardır. Ve eğer O dileseydi topluca sizi hidâyete erdirirdi.
Alellâh ifadesi, "Allah'a düşer, Allah'a aittir." manasına gelmektedir. Yaratıcı olan Allah olduğuna göre doğru yola iletmek, doğru yolu göstermek, doğru yolun ne olduğunu öğretmek de ona düşer demektir. Bu ifadeler şirkin önüne geçmek içindir. Kasdu's-sebîl, "maksada, yani gayeye ulaştıran yol" demektir. Ve minhâ câir ibaresi "Yolun eğrisi de vardır." demektir. Cevr; "haktan sapmak, tevhit inancından ayrılmak, meyletmek" anlamına gelmektedir. Nasıl ki istikâmet verilmiş, ilkeler yolu varsa ilâhlık taslayanların menfaatler yolu da, istikâmetten çıkaran hayat tarzları da vardır. “Allah dileseydi topluca sizi hidâyete erdirirdi.” cümlesindeki topluca (ecmain) kelimesi ile ifade edilmiştir. Ecmain kullanımı, yargılanmanın ve kurtuluşun ferdiliğine âtıf için seçilmiştir.(Bkz. “bize yine fertler olarak geleceksiniz.” Enâm:94) Bir inanca, gruba, tarikata, partiye veya mezhebe dâhil olduğu için kurtulacağını zannedenlere bir reddiyedir. Ayrıca Allah dileseydi, yollar arasında seçme hakkı tanımazdı. Bu nedenle imânda insanın dilemesi esastır. İmân etme konusunda kimseye bir dayatma, bir zorlama yapılamaz. “Sebilin maksudu”, sebilin hedefi, gayesi, maksadı da böyle bir özgürlük alanı oluşturmaktır. Kurân, hayvanlar ve hayvancılık üzerinden yaptığı örneklemeyi şimdi de ekinler ve bitkiler üzerinden verecektir.
10- Sizin için gökten su indiren O’dur, ki ondan içersiniz ve onun içinden bir orman yükselir.
Âyette geçen ”şerâb” kelimesi, halk dilinde kullanılan ve içilmesi haram olan hamr (şarap) değildir. Bu kelime, içilen su anlamındadır.
Şecer kelimesi ise köklü veya köksüz bitki demektir. “Tusîmûn/otlattığınız” kelimesinin kökü sâme fiilidir. “Sevm” aslında merada uzaklara gitmek demektir. Bu nedenle tekil olarak gelen “şecerun” kelimesi ve ağaçların arasındaki otlara tekil orman şeklinde meal verilmiştir. Sevm’in “bir şeyin en üstünde, yüksekte olması” anlamı da her tür bitkinin yetişerek yükseleceğine işarettir. Dolayısıyla su döngüsünde bitkilerin önemli rolüne bir âtıf yapılmaktadır. Betonlaşma ve sanayinin durduğu bölgelerde dünyamız kısa sûrede kendi düzenini kazanmakta, yapılan tahrifat bitki örtüsü altında kalmaktadır. Böylece ormanlar yağmuru çekmekte ve bu doğal döngü devam etmektedir.
11- Ve onunla ekinler ve zeytinler ve hurmalıklar ve bağlar ve bütün ürünler sizin için yetişir. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için elbette âyet vardır.
E’nâb lafzı, (Rağıb’ın dediği gibi) üzüm için kullanıldığı gibi, üzüm bağına da denir. Bu sayılan ürünlerin insan için olması onların ziraî olarak yetiştirilmeye uygun oluşunu ifade etmek içindir. Tıpkı enâm’da olduğu gibi bitkilerde de yabanî olmayan, tarıma elverişli ve insana birçok faydası olan tarım ürünleri vardır. Tefekkür eden bir kavim için bunda âyetin olması, yeni ve doğa dostu, su tüketimini dikkate alan fikirlere tarımın ve hayvancılığın özellikle muhtaç olduğunu vurgulamaktadır.
12- Ve geceyi ve gündüzü, ve Güneş'i ve Ay'ı size musahhar kıldı. Ve yıldızlar O’nun emri ile musahhar kılındı. Muhakkak ki bunda, akleden bir kavim için elbette âyetler vardır.
Âyette “sehhara” kelimesi ile “geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı” aklını kullanan insanın hizmetine sunulduğu hatırlatılır. Güneş’in enerjisinden istifade etmek dünyanın en temiz enerjilerinden biridir. Ay’ın oluşturduğu med-cezir hareketi enerjiye dönüştürme, gündüz ve gece oluşan ısı ve ışık farklarını bile kullanabilecek potansiyelde yaratılması bunların insana musahhar kılınmasıdır. Tabiî ki bunun tek şartı akletmektir. Akıl kelimesi, Kurân’da 49 yerde ve tümü fiil hâlinde geçer. İsim olarak hiç geçmez. Bundan yola çıkarak diyebiliriz ki, Kurân anlayışında salt akıl, kullanılmadıkça potansiyel olarak bir anlam ifade etmez. Aklı devamlı olarak fiil/eylem hâlinde kullanan Kurân âyetleri, akletmenin, yani aklı kullanmanın ve doğru düşünmenin önemine dikkat çekmektedir. İnsana düşen, aklı sulh ve selâmet yönünde kullanarak vahyin ufuk bilgilerini daha da ileri bir seviyeye taşımaktır.
“Ve yıldızlar O’nun emri ile musahhar kılındı.” ifadesi ise ayrıca sayılmıştır ki buradaki emir vahyin bir sıfatıdır. Bu nedenle, yıldızlara bakarak yol bulmayı öğretenin Allah olduğunu söyleyebiliriz. Nasıl ki mağaradan kurtulup ilk evi inşa etmeyi, (Hz. Âdem kıssası ile) Allah öğretti ise diğer gelişmelerde de ilâhî yönlendirme söz konusudur. Bunlardan bazıları şöyledir: Tarımı ve hayvancılığı, (Hz. Sâlih, Hz. Mûsa) gemi yapımı ile denizden istifadeyi (Hz. Nûh), metalleri yumuşatıp işlemeyi, zırh yapmayı, (Hz. Davût) kuşları haberleşmede kullanmayı, (Hz. Süleyman) tıbbî tedaviler ile bazı hastalıkları iyileştirmeyi (Hz. Eyüp ve Hz. İsa) insanlığa ilk olarak öğretmiştir.
13- Ve yeryüzünde sizin için ne hazırladıysa renkleri muhteliftir. Muhakkak ki bunda, tezekkür eden bir kavim için elbette âyet vardır.
Yeryüzünde istifademize sunulan hayvanların, bitkilerin muhtelif renklerde olması ile tezekkür arasında ne tür bir bağlantı olabilir? Hangi âyetleri, yani ibret ve işaretleri bu ifadeler barındırır? Öncelikle canlıların muhtelif olması yaşanılan coğrafya, iklim ve besin kaynakları ile doğrudan alâkalıdır. Çünkü dünyamız depremlerin oluşturduğu farklı yükseklikler ve muhtelif toprak yapılarına sahip olmasa idi bu kadar zengin bir çeşitlilik oluşamazdı. Dolayısıyla insan ne kadar zengin kaynaklardan beslendiğinin şuurunda olmalıdır. Bu zengin ve muhtelif yapı insan zekâsını da beslemiş, çok daha üst düzey bir tezekkür imkânı sunmuştur. Bunun yanı sıra karalardaki bioçeşitlilik denizler için de söz konusudur.
14- Ve ondan taze et yemeniz için, denizi size musahhar kılan O’dur. Ve ondan takı olarak süs eşyası da çıkarırsınız. Ve O’nun fazlından aramanız için suları yararak giden gemileri de görürsünüz. Umulur ki şükredersiniz.
“Lahmen tariyyen/taze et” ifadesi, bütün balık türlerini içine almaktadır. Âyette etin sıfatı olarak geçen tariyyen kelimesi, “hoş, leziz, tatlı, taze, yumuşak” anlamına gelmektedir. Türkçede “terütaze” ifadesi, yeni tutulmuş balık için kullanılır. Kurân’da bir defa geçen bu kelime ile deniz yiyecekleri anlatılır. Âyette “ziynet” kelimesi yerine “hilye” kelimesi kullanılmıştır. Ziynet, dışa yansıyan süs demektir. Ziynette amaç, göstermek ve süslenmektir. Ancak hilye/huliy kelimesi bu süslenmeye değil, takılarla ilgili ve onlara bakan bir ifadedir. Burada da hilye denilerek “ziynet eşyası” inci ve mercana dikkat çekilmiştir. (bkz. Rahmân:12) Hilye, bilezik ve yüzük gibi takıların genel adıdır. Fiil olarak halle-yehillu, süs eşyası takmak anlamlarına gelir. Telbesû kelimesi de “giyinmek, takınmak, süslenmek” anlamındaki “le-be-se” kökündendir. Libas ve elbise de bu köktendir. Bu âyetteki takı(hilye), takınmak(telbisu) anlamındadır. (krş Fâtır:12) Allah, sadece insanın maddî değil; manevî, estetik ve güzellik ihtiyaçlarını da karşılayacak potansiyelde dünyamızı yaratmıştır.
İnsanoğlu denizde değil, karada yaşamaya uygun yaratılmasına rağmen Allah’ın verdiği akıl nimeti ile denizin tüm nimetlerinden istifade etmektedir. Hem deniz ürünlerinden hem de deniz ulaşımı ve taşımacılıkta kullanabileceği gemiler inşa ederek ondan istifade etmiştir. Ancak bu, şükür gerektirir. Denizin şükrü, onu kirletmemektir, aşırı avlanıp deniz yaşamını sonlandırmamaktır. Zira, denizin biyoçeşitliliği azaldıkça başta insanlar olmak üzere diğer canlılar da bundan olumsuz etkilenmektedir. Bu kadar zenginliğin en temel sebebi ise bir sonraki âyette ifade edilecektir.
15- Ve sarsılsın diye yeryüzünde ağırlıkları kavuşturdu. Nehirler ve yollar… Böylece yolunuzu bulursunuz.
Bazı meallerde önce “revâsi” kelimesine “dağ” manası verilir, arkasından sarsılma manasındaki “temîde” fiiline de -olumsuzluk eki olmamasına rağmen- “sarsılmayasınız” şeklinde hatalı bir mana verilerek âyetin kastettiğinin tam tersi bir çeviri yapılmıştır. Hâlbuki Kurân’da “c-b-l” kökü 39 yerde “dağ” manasında zaten kullanılmıştır. Cebelin çoğulu da dağlar anlamında cibaldir. (Bkz. Biz bu Kurân’ı bir dağa indirseydik…” Haşır:21) (Yeri döşek ve dağları kazık kıldık. Nebe:6-7) Ancak okuduğumuz Nahl 15’te dağ/cebel değil revâsi geçer. Revâsi; ağır basan, oturaklı, hareket edip durması, sabitlenmesi demektir. Bu kelime “re-se-ve” kökünden gelir. (Bkz. Rad: 7, Hicr: 19, Mürselât: 27, Kâf: 7, Nâziât: 32) Kurân’da “dağ” manasına gelen cebel değil de neden bu âyette “ağırlıklar” anlamındaki “revâsi” seçilmiştir? Bu, çok önemli bir detay ve noktadır. Zira revâsi; ağır basan, oturaklı, sabit kara parçaları olan levhalar/plakalar demektir. Yer kabuğu başlıca 10 büyük levhadan/revâsiden oluşur. Bu devasa ağırlıktaki plakaların/levhaların hareketleri olmasa dünyamızın içindeki yüksek basınç bir noktadan sonra hayatı sonlandıracak kadar büyük bir enerji ile patlayabilirdi. Bu hareketlerin sebebi revâsinin yüzyıllar boyunca biriken enerjiyi transfer edip boşaltmasıdır. Yer kabuğundaki bu hareketli kesimlere fay adı verilir. Birbirlerinin hareketini engelleyen levhalar arasında sürtünme başlar. Levhaların birbirlerine sürtünmesi sırasında, büyük kaya kütlelerinin arasında kalan “fay” adını verdiğimiz zayıf yerler zorlanır ve buralarda gerilme enerjisi birikir. Zorlanma ve sürtünmenin etkisiyle kısa bir zaman içerisinde bir kırılma ve hareket ortaya çıkar. Bu sarsıntı ve depremleri “revâsi” denilen dev levhalara bağlaması, Kurân’ın tam bir mucizesidir. Peki, sarsılmak nasıl bir nimettir? Zira nimetlerin sayıldığı bir pasajda depremin de bir nimet olduğundan bahsedilmiştir. Bu sorumuzun cevabı temîde kelimesinin manasındadır. Temîde hafif sarsıntılar iken Zilzal/zelzele güçlü bir altüstü oluşu anlatır. Kelimenin kökü olan “m-y-d” hareket etmek, sağa sola yalpalamak, meyletmek, titremek anlamlarına gelir. Arapçada bu manada, “mâde-yemîdu-meyden” denilmektedir. Bu kelimenin diğer bir anlamı ise “büyükçe kurulu sofradır.” Nitekim yemek sofrası anlamına gelen “mâide” kelimesi de bu köktendir. Bu durumda âyetin anlamı “Yeryüzünün bir sofra durumuna getirilmesi için onu sarsan plakaları birbirine ilka ettik, yani kavuşturduk.” olur. Elka ise “l-k-y” kökündendir. Kurân’da “bizimle karşılaşmayı ummayanlar” şeklinde Yûnus:15’te, ayrıca Allah’a kavuşacaklarına inananlar manasında Bakara:249’da kullanılmıştır. Kelime hem bir şeyi karşılamak hem onunla karşılaşmak manasına gelir. Bazen bunların her biri bu fiil ile ifade edilir. Nahl:15’te ise revâsinin birbiri ile buluşmaları, kavuşmaları anlamında yine mucizevî bir kelime seçimi söz konusudur. 11. âyette ekinler, zeytinlik ve hurmalıklardan bahsedilmekte, 13’te muhtelif renklerde ve özelliklerde canlılardan, burada da nehir ve su kaynaklarına değinilmektedir. Aslında bunların tamamı depremlerin getirileridir. Zira tektonik hareketlilik öncelikle yeryüzünün topoğrafik yüzeyini oluşturup yüzey alanını genişletmekte, dağlar ve vadiler oluşturup farklılığı artırmaktadır. Bu olmasa birçok nimetten mahrumiyet yaşanacaktır. Dünyanın merkezindeki maden ve mineraller bu hareketlilik ile yüzeyi beslemektedir. Yer altı suları, özellikle maden suları bu sarsılmalar ile oluşmaktadır. Zenginleşen toprak daha fazla verimli olup cennet gibi bir yaşam, sarsıntıların sık olduğu coğrafyalarda gözlemlenir. Aslında bu sarsıntılar dünyamız ve hayat için olmazsa olmazdır. Bizler depremin ekmeğini yemekteyiz. Dolayısıyla depremler değil, maalesef binalar öldürmektedir. Bu itibarla fay hatlarından uzak bölgelerde, zemine uygun tekniklerle şehirleşme, depremi bir âfet olmaktan çıkarıp bir nimete dönüştürecektir. Âyetteki nehir ve geçitlerin oluşmasının sebebi olarak da bu tektonik sarsıntılar gösterilmiştir. Zira nüzul ortamında tıpkı bir sonraki âyette örnek olarak verilecek olan yıldızlar ile depremler arasında bir irtibat kurulmaktadır. Yıldızları; ilâhları olarak gören müşrikler, depremleri ve sarsıntıları onların cezası olarak anlıyordu.
16- Ve alâmetlerle ve yıldızla yol bulurlar.
Burada belirlilik takısı ile gelen “en-necm” muhtemelen o dönemin insanlarının yön bulmada istifade ettiği ve bizdeki ismi ile “kutup yıldızı, kuzey yıldızı” olabilir. Bilim adamları tarafından insanların haricinde diğer canlılardan kuşlar, fok balıkları ve böceklerin de yol bulmak için yıldızları kullandıkları tespit edilmiştir. Kurân, yıldızların tapınma nesnesi değil sadece birer süs gibi müşahede edildiğinden Mülk 5. âyetinde bahsettikten sonra burada tıpkı Enâm 97’de olduğu gibi yol bulmada referans noktası olarak kullanılmasından bahsetmiştir. Depremler, güneş ve ay tutulmaları, yıldırımlar, şimşekler, kasırga ve kuraklık gibi doğa olayları; güneş, ay ve yıldızlar gibi mahiyetini henüz bilmedikleri göksel cisimlerin aslında ne olduğundan Kurân bahsederek bilinmezlikler üzerinden devşirilen uydurmaların önüne geçmektedir. Bu alanlar, bin yıllar boyunca sûistimal edilmiştir. Bugün bile göksel cisimler üzerinden yorumlar yapan astrologlara inananlar vardır. Oysa bunlar tamamen bâtıldır. Zira…
17- Yaratan, yaratmayan kimse gibi midir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
Burada “men”; akılı, bilinçli kişi-kimse manasında olduğu için tapınmanın bilinçsiz sembollerden ziyade bu semboller (güneş, ay, yıldız gibi) veya bunların sözde tesirleri (deprem, yıldırım vs.) üzerinden insanları manipüle eden kimseleri-kişileri anlatmaktadır. Önceki âyetlerde deprem ve yıldızdan bahsedip burada böyle bir kıyasın yapılması; yıldızlara tapınmanın, onları geleceği görmede veya insan davranışlarının üzerinde birtakım güçlerinin olduğu sapmasına mukabildir. Bu meyanda her tür astrolojik iddia ve tabiat olaylarını sahte güçlere bağlama insanı şirke sürükleyebilir.
18- Ve eğer Allah’ın nimetini saysanız hesaplayamazsınız. Muhakkak ki O, Gafûr’dur, Rahîm’dir.
Kurân muhatabından bazen şer olarak gösterilenlerin aslında birer nimet olabileceğine dair yeni bir okuma ister. Böylece var olan nimetleri görme üzerinden hayatı okumayı öğretmektedir. Yoku değil varı görmek, mümine muazzam imkânlar sağlamaktadır. Bu, pozitif düşüncenin anahtarıdır. Pozitif düşünen, daima umutvardır. Kurân bu nedenle “Allah'ın rahmetinden karamsarlığa düşmeyin!” (Zümer:53) der. Sürekli kendisini çevreleyen nimetleri gören kişi nankör olamaz, nimetin değerini bildiği ve gördüğü için onu israf edemez. Şükür hâlinde olduğu için etrafındakilere nazik davranır, tebessüm ve teşekkürü sever. Kendisini başkaları ile kıyasa ihtiyaç duymaz. Bu nedenle iletişimi iyi ve sağlam arkadaşlar edinir. Başına gelen olumsuzlukları bile nimet bilip geçmişten dersler çıkarır. İnsanoğlu etrafını kuşatan nimetlere, ona verilen imkânlara odaklandığında Allah’ın bağış ve merhametine şahit olacaktır. Umutsuz ve nanköre değil, nimetin kadrini bilenlere “Muhakkak ki Allah Gafur’dur, Rahim’dir.”
19- Ve Allah, sırlarınızı ve alenî yaptığınız şeyleri bilir.
Allah’ın “insana şah damarından daha yakın olması” (Kâf 16); “nerede olursa olsun onunla beraber olması” (Nisâ: 108, Hadîd: 4, Mücâdele: 7); “bütün yaptıklarının kuşatıcı olması” (Nisâ: 108); insanı yalnızlıktan kurtaran, Yaratanı kendi içinde hissetmesinde yardımcı olan, ona karşı samimi ve dürüst olmasını kolaylaştıran önemli ifadelerdir.
Bu bağlam ile düşünüldüğünde ayet; müşriklere nimetlerin verilmeye devam etmesinin Allah’ın onların yaptığı kötülüklerden hâşâ gaflet içinde olabileceğine dair hatalı düşüncelerin önüne geçmek için indirilmiş olabilir. Bir gözlemcinin varlığı, insanın suç işleme oranını ciddi manada düşürmektedir. Kurân’ın her beyanı daha erdemli bir toplum inşa etmeye yöneliktir.
20- Ve Allah’ın berisinde dua ettikleri, bir şey yaratamaz. Ve onlar yaratılmıştır.
Müşrikler; ölmüş atalarını, melekleri, yıldızları, ulaşamadıkları ne varsa onlarda ilâhî güçler vehmeder ve Allah ile aralarında bir aracı olduğuna inanırlardı. Buna yönelik sembol ve putlar yaparlardı. Âyet onların sonradan yaratıldığını, yani insanların eli ile uydurulduğunu beyan etmektedir. Zira yaratma, var olan ham maddelerden yeni bir ürün oluşturmadır. Halk etme, eşsiz örneksiz yaratma anlamındaki bedi sıfatından bu manada ayrışır. Kurân Hz. İsa’nın çamurdan bir kuş maketi yapması fiili için de yaratma/halk sıfatını kullanır. (Bkz. Âli İmrân: 49) Onlar yaratılmıştır demek, putları Allah’ın yarattığı anlamında değil, putları çamurdan müşriklerin yaptığı/şekillendirip tasarladığı anlamındadır.
Kavmiyetçi bakışta olan Mekkeli müşrikler tek ilâh altında toplanmaya sürekli karşı çıkmaktadır. Zira kendi grupları bu eşitlik ortamında herhangi bir hiyerarşik makam elde edememektedir. Kibirleri bu eşitlik sistemine engeldi. Toplumsal kuralların teke indirgenmesi güçsüz aileler ile güçlü ve zenginleri eşit seviyeye çıkarmaktaydı. Bu durum, özellikle Mekke’nin mütekebbir din tacirlerinin kabul edemeyeceği bir paylaşım ortamı oluşturacaktır. Bu nedenle kendi putlarını, aracılarını uydurup onların da zayıf gördükleri klanlardan üstün olduğunu iddia etmişlerdir. İşte toplumsal yaşama geçen insanların politeist (çok tanrıcı) bir inanca evrilmesinin altında yatan temel neden güçlünün haklı oldu kast sistemidir.
21- Onlar hayatta değil ölüdürler. Ve ne zaman dirileceklerinin şuurunda değildirler.
Burada “Ne zaman dirileceklerinin şuurunda değillerdir.” ifadesinden dolayı putlaştırılanların eskide yaşamış, ölüp gitmiş müşriklerin ataları, azizler, veliler veya peygamberler olduğunu söyleyebiliriz. Tabiî olayları atalarının ruhlarına bağlama, onlar ile halkı korkutup sahte bir kutsallık yaratanlara karşı Kurân şu tevhidî hakîkati ilan eder.
22- Sizin ilâhınız, tek bir ilâhtır. Bu yüzden âhirete inanmayanların kalpleri inkârcıdır ve onlar kibirlenen kimselerdir.
Allah, insanın kalbini küfre sevk etmez. İnsanın kalbi, inkârı menfaatleri doğrultusunda tercih eder. Bu nedenledir ki inkârda kalp öznedir. Tevhit inancına karşı koyan davranışların arkasında ise kibir yatar. Hz. Muhammed bu gerçeği hem Kurân’dan öğrenip hem de müşahede ettiğini şöyle buyurmuştur: “Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete giremez!” Başka bir hadiste “Size cehennemliklerin kimler olduğunu haber vereyim mi? Bütün katı kalpli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.” (Buhârî, Edeb, 61; Eymân, 9; Tefsîr, 68/1; Müslim, Cennet, 47. Ayrıca bkz. Tirmizî, Cehennem, 13; İbn-i Mâce, Zühd, 4) Mütekebbir kişi hayatın merkezine kendisini koyar. Bu tutum, bir anda kendisi ve menfaatlerinin dışındaki herkesi ve her şeyi nefsine kıyasla değersizleştirir. Kendini büyük ve önemli gören biri, çok kolay insan harcar. Nefsi için israftan kaçınmaz. Yine doymak bilmez kibrini beslemek için tekâsür denen çoğaltma hastalığına kapılır. Çoğalttıkları ile övünür ve paylaşmaz. Kibri onu cimriliğe, suça ve aldatmaya sürükler. Zira kendini büyük gören, bu imajı korumak için ikiyüzlü davranıp yalanlara sığınmak zorundadır. Ama…
23- Zararı yok! Allah, onların sırlarını ve aleni yaptıklarını biliyor. Muhakkak ki O, kibirlenenleri sevmez.
Cereme, başkasınca verilen ya da bir hata sonucu ortaya çıkan zararı ödeme demektir. Böylece “lâ cerame” ile söz konusu tutumu sergileyenlerin zararı öncelikle kendilerine verecekleri hatırlatılmıştır. (Bkz. Hûd:22)
“Allah, kibirlileri sevmez.” ifadesi, bir müminin hayatı boyunca aklından ve gönlünden asla çıkarmaması gereken en temel Kurân’î âyetlerden biridir. Bağlamda kibir, insanı vahyi beğenmemeye noktasına sürüklemiştir. (Ayrıca Bkz. “Öyle ki, nefislerinizin hoşlanmadığı bir şeyle gelen resûle karşı, her defasında kibirlendiniz.” Bakara:87) Zira mütekebbir biri için tek doğru kendi doğrularıdır. Kibir, iblis hastalığıdır. Kurân, “İblis kibirlendiği için kâfirlerden oldu.” der. (Bakara:34) “Ben ondan daha hayırlıyım.” diyen İblis, kibri yüzünden hakkı örtmüştür. Artık onun lakabı iflas edip ümit kesen olmuştur.(Bkz. Sâd:76, Arâf:12)
Kibirliyi Allah’ın sevmeme sebebi kibrin iradeye hükmetmesi, insanı tanrılaştırma ve ilâhlaştırmaya kadar sürüklemesidir. Bu kişilik bozukluğu Kurân’da Naziyât:25’te “Ben sizin en yüce Rabbiniz değil miyim?” diyen Firavun ile ayrıca Kassas:78’de “Bu servet kendi üstün bilgim ile elde ettim.” diyen Karun üzerinden örneklendirilir. Aslında hepsi Furkân sûresi 43. âyette de ifade edildiği gibi hevâyı ilâh edinmektir. İmtihanlar ile olgunlaşan birey için en büyük engel kibirdir. Bu duygu, o kadar sinsi başlar ki kişi herkese tepeden baktığının farkında bile olmaz. Bu yüzden “Onlar manen ölü olduklarının şuurunda bile değildirler.” (Bkz. Nahl:21) Kendini beğenme, narsisizm, maneviyatı da öldürür. Onları manen besleyecek her mesaja, her nasihate “Eskilerin masalları…” der ve geçerler.
24- Ve onlara “Rabbiniz ne indirdi?” denildiğinde “Evvelkilerin masalları” dediler.
Müfessirlerin birçoğu tarafından bu ifadeden maksadın “Kurân kıssaları” olduğu yorumu yapılmıştır. Ancak bu ibare, çoğunlukla âhiretle ilgili pasajlarda yer alır. Bu gösterir ki kibirli müşrikler yeniden dirilişi, âhiret ile ilgili haberleri “eskilerin masalları” (hep aynı hikâye) olarak görüyorlardı. Müminûn sûresinin 82 ve 83. âyetleri de buna delildir. Kendi dinî veya dünyevî görüşünü böbürlenerek sunan ve fakat farklı görüşleri küçümseyenlerin, onları alaya alanların kibir hastalığına kapıldığını söyleyebiliriz. Bu sinsi kibir hastalığının bir belirtisi de kişinin hep kendi fikirlerini öne çıkarıp karşısındakini dinlemeden kendi doğrularını körü körüne savunmasıdır. Böyle kişiler, kendi konumunu daha da yükseltmek için muhatabının eksik ve kusurlarına odaklanırlar. Kurân’a eskilerin masalları demek, onun insanlıkla yaşıt bir hitaba sahip olduğunu ve tutarlılığını görmek değil, âyetlerin muhtevasının önceki kitaplardan alıntı veya kopya olduğuna insanları inandırmaya çalışmaktır. Kibirle yapılan bu propagandanın günahı da katmerli olacaktır.
25- Bunun içindir ki kıyâmet günü, yüklerini kâmilen sırtlanırlar. Ve ilimsizce dalâlette düşürdükleri kimselerinkinin de... Yüklendikleri şey ne kötü, öyle değil mi?
Bu âyet ile Fâtır 18. âyet çelişir mi? “Ve yük taşıyan başka birinin yükünü yüklenmez. Ve eğer ağır yüklü kimse, onu yükletmeye başkasını çağırsa onun yakını dahi olsa hiçbir şey ona yükleyemez.” (Fâtır:18) Çelişmez. Zira yükleyen Allah değil, yüklenen kullardır. Vizr, ağır yük manasındadır. Allah’ın yüklediği değil; günahın, suçların, kötülüklerin yüklediği cezaî sorumluluk demektir. Yani kıyam/ayaklanma günü hiç kimsenin cezasını Allah başkasına yüklemezken, suçlular dünyada yaptıkları ile kaldıramayacakları yük ve sorumlulukların altına girmişlerdir. Bu yüzden âyette “Biz yükledik.” değil “…kendileri kâmilen yüklendi.” şeklinde Kurân’ın geneline uygun ince bir kullanım yapılmıştır. “Yükün kâmilen yüklenilmesi”, suçun bir defaya mahsus değil birçok kez işlenip ahlâk hâline gelişine ve yükün süreçle ağırlaşıp olgunlaşmasına bir gönderme olabilir.
Suçu işleyen nasıl ki ceza alırsa o suça azmettiren de bu cezadan payına düşeni almalıdır. Bağlam hayatın amacına ilimsizce “eskilerin masalları” diyerek anlamsızlığı savunan, hesap günü gerçeğine inanıp hayatını ona göre disipline edenleri kuralsızlık ve hevâya göre yaşamaya teşvik edenler ile alâkalıdır.
“Bi ğayri ‘ilm” bilgisizce, ilmi olmadan demektir. Bilinçsizliğin oluşturduğu bir gaflet hâli değil, bilgisizliğin oluşturduğu delilsizlik ve zan burada söz konusudur. Yoldan çıkaranların, kitleleri bir ilme dayanmadan nasıl peşlerinde sürükledikleri anlatılmıştır. Âyette muhatabın hak ile bâtılı, delil ve zannı ayırma ve araştırmasının farz olduğu, bilgisizce yapılan propaganda ve yalanlara işine geldiği için inanmanın mazeret olarak kabul edilmeyeceğinden bahseder. Zira sapanla saptıran ortaktır. Birisi öbürünü saptırmış, öbürü de onun saptırmasına bile isteye boyun eğmiştir. Öyleyse suçta, günahta, sorumlulukta ve cezada da bu ikisi ortaktır. “Saptırmanın bilgisizce olması” saptırılana dönük bir keyfiyettir. Yani delilsiz uydukları yolun sapıklık olduğuna, ilmî bir kanıt istemeden inanmışlardır. Cehâletin iyi niyet olarak lanse edilmesi, bu nedenledir ki kişiyi kurtarmaz. İhlâsla beraber, doğrunun tespiti için gayret sarf etmenin gerektiği ifade edilmiştir. Aslında tahkik, kibrin tersidir. Kibirde “Benim bildiğim mutlak doğrudur.” anlayışı varken burada “Acaba ben yanılıyor muyum?” sorusu, muhatabı ilmî delil aramaya götürür. Sonuç olarak âhirette “Ben bildiğimi zannediyordum.” savunması cezada bir mazeret olarak kabul edilmeyecektir.
26- Doğrusu onlardan öncekiler de plân yapmışlardı. Allah, onların binalarını temellerinden harap etti. Böylece, tavanları üzerlerine çöktü. Azap, farkında olmadıkları yerden onlara geldi.
Buradaki azap ile kastedilen dünya azabıdır. Bu cümlenin önceki cümleyle bağlantısı âhiretteki cezanın dünyada başladığını anlatmak içindir. Azabın dünyevî olduğunun delili ise bir sonraki âyette “Sonra kıyamet gününde…” şeklinde konunun devam etmesidir.
Fe-etallahu ifadesi “Allah getirdi.” demektir. Zira “ityan” gelmek manasındadır. Lazım bir fiildir. Burada müteaddi olarak kullanılmış, lâfzen “Allah binalarına vardı, binalarına temelinden girdi.” anlama gelir. Fakat “gelmek, gitmek, inmek, çıkmak” gibi kavramların Allah hakkında hakîkî anlamlarıyla kullanılması mümkün değildir. O hâlde bu kavramları mecazî olarak anlamlandırmak gerekir. Burada kastedilen de, “Allah’ın fiziksel yasalarını hiçe sayanların binalarını temellerinden ve direklerinden söküp çıkaran bir zelzeleyi getirdi.” şeklindedir.
“Kavâ’id” kelimesi temel, esas manasına gelen “kaide” kelimesinin çoğuludur. “Harra aleyhimus sakfu” ifadesi de “Tavanları başlarına/tepelerine çöktü.” demektir. “Min fevkihim” tabiri, binalarının yıkıldığı anda, onların da binalarının içinde bulundukları manasını vermektedir. Zira böyle bir yıkımda zarar görmeyen yoktur. O binanın içinde olmayanlar hatta çok uzaklarda yaşayanlar bile bu felâketten olumsuz etkilenmektedir. Bu azap maddî ve manevî olarak okunabilir. Önce insanların fikrî yapısı ve hayat tasavvurları, âhiri olmayan bir algı ile bozulmuştur. Sadece dünya için yaşayan insanların hiçbir işi hak ve adâlet ölçüsünde değil, kendi menfaatleri doğrultusunda eğilmiştir. Arkasından azap onlara, fark edemedikleri bir yerden gelmiştir. Bu tür tutum ve davranışlara sahip insanlar hem toplumların fikren çöküşünün hem de siyaseten çürümelerinin bilincinde olamazlar. Kötülüklerle, hilelerle, tuzaklarla, menfaatperest plânlarla, bâtıl felsefelerle yaşamaya alıştıklarından onları benimsemiş ve normalleştirmişlerdir. Ahlâkî çürüme her alanda olduğu gibi binalara ve kurumlara da yansır. Bu kokuşmuşluğu normalleştirme helâki kaçınılmaz kılar. Zira hayatı bilinçsizlik kaplamıştır. Hırsızlığın, rüşvetin, liyakatsizliğin normalleştiği bir yerde depremlerle binaların çökmesinden daha doğal ne olabilir. Saltanatın, lüks ve israf içinde yaşamanın hayatın gayesi olarak algılandığı bir toplumda müteahhitlerin çalması, denetleme ekiplerinin rüşvet alması beklenen sonuçlardır. Her binayı, her işçiyi, her çalışanı hatta denetleme yapanları bile denetleyemezsiniz. Dünyanın en ağır yasaları da uygulansa usulsüzlükler, kitabına uydurup çalanlar mutlaka olacaktır. Zira kuralları ancak ahlâkı inançsal bir zemine oturtmuş insanlar hakkı ile uygular. Asıl denetim ve kontrol vicdanlarda olmalıdır. Menfaatini değil hakîkati seçen erdemli, imânlı bir toplum inşa etmek her tür âfet ve felâkete karşı en büyük tedbirdir. Şu atasözü sözlerimizi özetler mahiyettedir: “Hile ile iş gören, mihnet ile can verir. Zulüm ile âbad olanın âhiri viran olur”.
27- Sonra kıyâmet günü onları rezil edecek ve onlara “Ayrılıklara düştüğünüz ortaklarım nerede?” diyecektir. Kendilerine ilim verilenler şöyle dedi: “Muhakkak ki rezillik ve kötülük, bugün kâfirlerin üzerinedir.”
Tuşâkkûne kökünden gelen kelimeler “yarılma, ikiye ayrılma, parçalanma, ayrılık çıkarma” gibi anlamlara gelmektedir. Bu kelime de şekka kökünden “muhalefet etmek, ayrılık çıkarmak” anlamındadır. Tevhidi yaşayarak adâleti geliştirmek yerine onu bozma ve çökertme şekavettir. Türkçede eşkıya şeklinde kullanılmaktadır. Âyetteki “yevmu’l-kıyâme” kalkış günü demektir. Hem yeniden diriliş için kullanılır hem de haksızlığa ve adâletsizliğe karşı yapılan ayaklanma manasındadır. Bu âyette hesap günü için dirilme anlamındadır. Müşriklerin yaptıkları kötülüklerin ana nedeni şirktir. Kişi nefsini, aklını her şeyin üstünde gördüğünde kibirlenir. Bu müstağni tavır Allah’ın âyetlerine bile tepeden bakıp farklı görüşlere ihtiyaç duymama olarak hayata yansır. Âyetlere eskilerin masalları demeye başladığında artık şirke düşmüştür.
28- Melekler, nefislerine zulmeden kimselerin hesabını tamamlarken: “Teslimiyet içinde; biz, bir kötülük yapmadık.” derler. Bilakis, muhakkak ki Allah, yapmış olduğunuz kötü amelleri çok iyi bilir.
Hesabını tamamlama olarak meal verdiğimiz “teveffâ” kelimesi vefâ‘dan gelir. “Yerine getirme, tastamam kılma, gereğini yapma, söze bağlı kalma” gibi manalara gelir. Kurân’da 66 kez bu kökten kelimeler kullanılır. Bu kelimenin geçtiği bağlamlara bakıldığında ölüm manasındaki mevt kelimesinden farkı görülecektir. Maalesef bu âyette melekler onları vefat ettirirken veya öldürürken şeklinde anlaşılıp meal verilmiştir. Hâlbuki 27. âyet “sonra kıyamet gününde…” şeklinde başlamış ve insanların ölümünden sonraki hesap gününe geçilmiştir. Âyetlerde cehennemliklere sorular sorulup yargılama yapılmış, ardından gelen 29. âyette de hâlit kalacakları cehennem kapılarından içeri girmelerinden bahsedilmiştir. Yani 27, 28 ve 29. âyetlerdeki akışı bozup bir anda okuduğumuz âyeti dünyada insanların ölümüne götürmeye hem iç bağlam engel olmaktadır hem de burada zaten “mevt” değil “teveffâ” kelimesi kullanılmıştır. Zaten 26. âyette nasıl can verdiklerinden bahsedilmiştir. “Teslimiyet içinde, biz bir kötülük yapmadık.” cümlesi şu âyetler ışığında okunmalıdır. İlki “Artık o gün zulmedenlerin mazeretleri onlara bir fayda vermez.” (Rûm:57) Bu âyet “Biz bir kötülük yapmadık.” mazeretinin faydasızlığını anlatmaktadır. Teslimiyet içinde oluşlarını da şu âyet detaylandırır: “Görsen o vakit ki mücrimler Rabblerinin huzurunda başlarını eğmişler. Rabbimiz! Gördük, dinledik şimdi bizi geri çevir, sâlih bir amel yapalım, zira yakîn hâsıl ettik derler.” (Secde:12) Mizan kurulup yargılama tamamlanmış, şâhitler dinlenip mazeretler ortaya döküldükten sonra mücrimlerin kalemi kırılmıştır. Artık kalacakları son ikamet yerine götürüleceklerdir.
29- O hâlde, orada hâlit kalmak üzere cehennemin kapılarından girin! Öyleyse kibirlenenlerin ikâmet yeri ne kötüdür!
Kibir, insanın cehennemidir. Kişi nereye giderse gitsin onun kapılarını aşamaz. Kendini merkeze alan, sürekli tepeden bakıp aşağılayan insanlar, beraber yaşadıklarına zulmeder, hayatlarını cehenneme çevirir. Bu şirk kafası hak etmediği payeler ile şımartıldığı için kendisini dev aynasında görmekte, kendi kusur ve eksiklerinin bile farkına varmamaktadır. Kibir, öz eleştiriye mani olduğundan dolayı gelişmeye ve ilerlemeye engeldir. Bu nedenle mütekebbirin en büyük zararı başta kendisinedir. Kibir aslında hayata hiyerarşik bakmanın sonucudur. Bu kast sisteminde birey en yukarıda kendisini konumlandırdığı için başkalarını gizli açık aşağılar. Aslında bu durum, kişinin kendisini başkaları ile kıyası sonucu oluşmaktadır. Belirli bir dozda kişinin kendisini beğenmesi onun kendisine güvenip ilerlemesi için olumlu iken bunun aşırıya kaçması kibri doğurur. İstikbâr; kendisini büyük görmek demektir. Müstekbir kişi bu yalana zamanla inanırsa mütekebbir ismini alır. Müstekbir kendisini büyük görmeye başlamışken, mütekkebbir büyük olarak kendini bilir ve tanıtır. Kurân bu sürece 23. âyette “Allah müstekbirleri sevmez.” şeklinde dikkat çekerek davranış ve fiillerinde büyüklenenleri uyarır. Bu uyarılara kulak asmayanları bekleyen akıbeti bu âyet sürecin sonu olarak şöyle haber verir: “Mütekebbirlerin son ikâmet yeri ne kötü.” Allah’ın esmalarından biri de el-Mütekebbirdir. (Bkz. Haşr:23) Mütekebbir olmak insana yakışmaz. Zira insan hiçbir zaman o büyüklenmenin karşılığını dolduramaz. Bu bir yalan ve aldatma olarak kalır. Ancak el-Mütekebbir olan Allah bu büyüklüğün her daim hakkını verdiği için mütekkebir sadece odur. (Bkz. “Göklerde ve yerde kibriyâ, O’na mahsustur. Câsiye:37) Menfaatler uğrunda oluşan ikiyüzlü/münafık tavır, bunu hak etmeyen kişileri aşırı yüceltme ve takdire sebep olmakta, aşırı şımartılan birey bu yalanlara zamanla inanıp kendisini başkalarından üstün ve değerli görmektedir. Bunu engellemenin yolu öncelikle kıyas hâlinden uzak durulmasıdır. Zira kıyaslar toplumsal ayrım ve şiddeti, tahakkümü, zulmü körükleyen etkenlerdir. İnsan yakın çevresini ikiyüzlü/münafık kişilerden ziyade yeri geldiğinde kendisine ayna olacak özü sözü bir, mert insanlardan oluşturmalıdır. Sadece kötülük ve haramlardan sakınma değil, menfaatperestlerin yalanlarından ve pohpohlamalarından uzak durmak da takvadır. Kişinin kibrini besleyen her davranışı tersine çevirmesi farzdır. Sürekli kendisine hizmet edilen, çevresine emreden biri kalbinde kibir hissederse kendisi hizmet etmelidir. Bu konu ile alâkalı şöyle bir örneklik nakledilir: “Uzaklardan geldiği anlaşılan bir atlı, Peygamberimizin meclisine yaklaşıp ‘Bu kavmin efendisi kimdir?’ diye sordu. ‘Bu kavmin efendisini arıyorum.’ dedi. Allah’ın Resûlü ‘Benim!’ demedi. O sırada sahabilerine su dağıtmakta olduğundan atlıya şöyle cevap verdi: ‘Bir kavmin efendisi, ona hizmet edendir!” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2: 463) Allah Resûlü’nün sahabeye su dağıtıp hizmet etmesi liderliğin kibrine karşı bir tedbir olabilir. Kendini aşırı değerli görme, gurur ve kibrinin kulu olmayı şu ayet özetler: “Hevâsını ilâh edineni görmedin mi? Yoksa ona sen mi vekil olacaksın?” (Furkân:43) Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da şudur: Kibir, kendisini büyük görme ve kıyas hâli olmasına karşın aşırı tevazu da kibre götürür. Kendisini herkesten takvalı; iyi, hayırlı ve en cömert olduğu şeklindeki inanç ın sağdan gelmesidir. Kişi bu sefer bu konularda başkalarına tepeden bakmaya başlar. Hayrın kıyas konusu olması ona riya bulaştırır. Bu noktada o hayrın, iyiliğin sadece Allah tarafından bilinmesi artık yetmez. Gösterilmesi ve takdirle kibrini beslemesi şarttır. Bu yüzden sağ elin verdiği sol el bilmemelidir. Sonuçta sağ ve sol el de kişinin kendi uzvudur. Ancak bu sözdeki amaç verenin verdiğini unutup bir başa kakma ve övünme sebebine dönüşmemesidir. “Oysa bir tatlı dil, bir mağfiret; başa kakıp ezaya dönüşen sadakadan daha hayırlıdır.” (Bakara:263) Balıklar bilmese de yaratanın bildiği bir iyilik yapıp denize atan kişi önce kendisine en büyük iyiliği yaptığının şuurunda olmalıdır.
30- Ve takvalı olanlara “Rabbiniz ne indirdi?” denildi. “Hayr!” dediler. Bu dünyada güzellik yapanlara güzellik vardır. Ve gerçekten âhiret yurdu daha hayırlıdır. Ve elbette muttakilerin yurdu en büyük nimettir.
Âyetin ilk kısmı Nahl 24’ün devamı mahiyetindedir. 24. âyette müstekbirlere: “Rabbiniz ne indirdi?” diye sorulduğu zaman, “Eskilerin masalları…” dediler. Fıtrî ve insanın maddî-manevî hayrına olan vahyi küçümsemişlerdi. Burada ise aynı soru mümin, müslim veya çok inançlılara değil muttakilere sorulmuştur. Onlar da indirilende hayırdan, iyilik ve güzellikten başka bir şey görmediklerini beyan etmişlerdir. Kibir, kişiyi eksik, noksan ve hatayı görmeye zorlarken; tevazu, olumlu ve güzel olanları gösterir. Zira kibirli kendini büyütmeye duyduğu açlığı karşısındakinin eksik ve kusurlarından tamamlamaya çalışır. Muttaki kişi, Kurân’ın emir ve tavsiyelerini yaşadığı için âyetlerin hayrına şâhit olan kişidir. Vahyin bu minvaldeki teşviki onun kalbini tatmin etmekte ve kibirden sakınanı iman mertebesine getirmektedir. Nahl sûresinin bu âyetine gelene kadarki kısma bakarak muttakilerin tanımını şöyle yapabiliriz: Hayata hiyerarşik bakmaktan sakınan, kendini kast sisteminde görmekten uzak duran, bencil isteklerden kendini koruyan, Kurân’ın vaz ettiği eşitliğin, paylaşımın hayrına şâhit olduğundan tevhit inancını gönülden kabullenenler demektir. Âyetten net olarak anlaşılmaktadır ki güzellik yapanlar yaptıklarının karşılığını bu dünyada almaya başlamaktadır. Bu Allah’ın vaadidir ve Allah vaadinden asla dönmez.
Dâru-lmuttekîn muttakilerin evi, yaşam alanı demektir. “Dâr” “devr”den gelen bir kelimedir. Türkçedeki duvar bu anlamdadır. Sınırlanmış, belli kimselere ait olan yerleşim yeri, yurt demektir. 29. âyette “Kibirlenenlerin ikâmet ettikleri kapıları kilitli yer ne kötüdür.” denirken burada muttakilerin yaşam alanlarının tam bir nimet olduğundan bahsedilmiştir.
Nimet, sözlükte mastar olarak “bolluk ve iyi hâl içinde olmak”, isim olarak “maddî ve manevî imkânlar” anlamına gelir demiş Lisânü’l-ʿArab, İbnü’l-Cevzî “insana refah ve mutluluk sağlayan, meşrû şey”. Seyyid Şerîf el-Cürcânî “özel bir amaç veya bedel gözetilmeksizin yapılan iyilik” diye tanımlamıştır. Muttakilerin yaşam alanlarının nimet olarak tarifi, sakınmanın, sorumlu davranmanın ve bu ölçüde yapılanların dışa yansıyan mahiyetindendir. Taşan bu hayırdan insanlar, hayvanlar hatta bitkiler bile nasibdar olmaktadır.
31- Onlar, altından nehirler akan adn cennetlerine dâhil olurlar. Orada, onların diledikleri vardır. İşte Allah, muttakilere böyle karşılığını verir.
En belirgin anlamı ile ikâmet edilen yer demek olan adn cenneti, 11 âyette kullanılmıştır. Burada önemli olan dileklerin kabul olmasından ziyade oradakilerin ne diledikleridir. Takvasızların dilekleri haz ve zevk boyutunu aşamaz. Bu nedenle kibirli birinin dilediğini yapması hayatı cehenneme çevirirken, muttakinin dilediğini yaptığı yer “adn cennetine” dönüşecektir. Herkes değil sadece sorumluluğunu bilen muttaki kişinin dilediği her şeyi yapma özgürlüğü olmalıdır. Zira muttaki; hayrı, iyi ve güzel olanı diler ve umar.
32- Melekler, tayyib olanların hesabını tamamlarken derler ki: “Selâm üzerinize olsun! Yapmış olduğunuz ameller sebebiyle cennete dâhil olun!”
28. âyette kendilerine zulmedenlerin hesabının tamamlanıp cehennem kapılarından girişleri anlatılırken burada muttakilerin selam ve barış üzerlerine oldukları için cennet hayatına dâhil olacakları vaad edilir.
Tayyibîn kelimesinin anlamı “temiz, günahlardan arınmış, şirk kirinden temizlenmiş” demektir. Kurtubî, bu kelimenin anlamı hakkında altı görüşün olduğunu söylemektedir. Çoğunluk kelimeyi, iyi kimselerin sıfatı olarak anlamıştır. Diğerleri ise ölüm anını açıklayan bir kelime olarak okumuşlardır. Kelimenin bağlamda güzel ölmek veya ölüm anı değil “teveffaya” verdiğimiz kök manadan dolayı iyi ve muttaki kişilerin sıfatı olarak anlaşılması daha doğru görünmektedir.
Tayyib, habisin zıddıdır. Faydalı olanlar tayyibdirler, zararlı olanlar habisdirler. Demek ki tayyibinden olmak demek, kendisine ve başkasına yararı, faydası ve hayrı dokunanlarken, habisler hem kibirleri ile kendisine hem de doymak bilmez istekleri ile çevresine zararı olan, kendi çıkarı için her şeyi yapabilecek olanlardır. Bu yüzden kibirlilerin istekleri ötelenip muttakilerin istekleri öncelenmelidir. Bu tutum iyiliği, hayrı teşvik edip toplumsal kokuşmuşluğun önüne geçer. Muttaki, iyi ve güzel insanların isteklerini yerine getirmek gönüllerini hoş tutmak sevap iken kibirlinin isteklerini yerine getirmek haramdır.
33- Onlar sadece meleklerin gelmesini mi yoksa Rabbinin emrinin gelmesini mi bekliyorlar? Onlardan öncekiler de böyle yaptılar. Ve Allah, onlara zulmetmedi. Fakat onlar, kendi nefislerine zulmediyorlardı.
Allah gerçeği bulmak için gerekli olan kabiliyet ve yetenekleri vermiştir. Bunları yaratılışta insana vererek ihtiyaç duyulan psikolojik donanımını temin etmiş, sonra da vahiy ve peygamber göndererek eğitimini tamamlamıştır. Buna rağmen kişi gerçeği görmeyip hâlâ şirk ve inkârın karanlıklarında geziniyorsa bu Allah’ın ona zulmetmesi değildir, onun kendi kendine zulmetmesidir. “Kim iyi bir iş yaparsa bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullarına zulmedici değildir.” (Fussilet: 46) Kurân geçmiş kavimlerden kıssalar anlatarak maddî ve manevî helâka sürüklenen toplumların bunu nasıl bir sürecin sonunda tercih ettiklerini, dolayısıyla hak ettiklerini ayrıntıları ile anlatmıştır ki tarih tekerrür etmesin.
34- Böylece yaptıkları kötü ameller, onlara isâbet etti. Alay etmiş oldukları şey, onları sarıverdi.
Sarıvermek anlamındaki “hâka”, kuşatmak anlamındaki ihatadan sonraki aşamadır. Alay edilerek küçümsenen mutlak adâletin, tercihler ve yapılanlar yüzünden kişinin elini kolunu nasıl bağlayacağı ve çaresiz kılacağı hatırlatılır. Alay, aslında kibrin göstergesidir. Kibirlinin alayı karşıdakini küçümsemesindendir. Müşrik kafa neden alaycıdır? Zira hayatı, gerçekleri, ilâhî adâleti ciddiye almaz. Bu yüzdendir ki kolaycıdır/taklitçidir ve sorumluktan kaçmayı öncelikli olarak tercih eder. Devam eden âyetteki şu sözler bunu ele vermektedir:
35- Ve şirk koşanlar dedi ki: “Şâyet Allah dileseydi, biz ve babalarımız O’nun astındaki hiçbir şeye kul olmazdık. Ve O’nun astında hiçbir şeyi de haram kılmazdık. İşte, onlardan öncekiler de böyle yaptı. Artık resûllerin üzerinde apaçık tebliğden başka ne vardır?
Allah’ın güç ve kudretinin arkasından dolanıp yapıp ettikleri kötülüklere Allah’ın ses çıkarmadığını ima ederek aslında kendilerini ve amellerini Allah’ın kudreti ile aynı seviyeye çıkarmışlardır. Bu tutum, kişinin kendisini ilâhlaştırmasıdır. Haramı helali belirleyen bir konumda kendilerini gören müşrikler için tek gerçek, kendi arzu ve istekleridir. Bu arzuların dışında kalanları -hâşâ- Allah istememişken menfaatlerine uygun düşenleri de sanki Allah dilemiş gibi bir algı oluşturmaya çalışmışlardır. Allah’ın isteği, insanın özgürce seçimler yapmasıdır. Bu takdir, onun seçimlerinin kader adı altında Allah’a isnadının gerekçesi olamaz. Allah’ın seçme hakkı tanıması, tercih ve kararlarımızda bizleri mesuliyetten kurtarmaz.
Kader diye anlaşılan; yazgımızın, gidişatımızın önceden çizildiği ve bizim de o yolun mecburen takipçileri olduğumuz inancı müşriklerin kader inancıydı. Oysa Kurân’da kader kelimesi, “alın yazısı” anlamında hiç kullanılmamıştır. (Cebriye ve fatalizm için bkz. Enâm:149) Bu meyanda müşrikler sorumsuzluklarına perde yapmak amacıyla alın yazısı manasında kadere sonuna kadar imân ederlerdi. Buna mukabil Kurân’da insanın akıl sahibi olduğunu, iyi ya da kötünün birbirinden ayrıldığını ve insanın doğru yolu seçmede serbest olduğunu gösteren birçok âyet vardır. (Bkz. İnsan:3, Beled:10, Fussilet:46, Şûra:30, Yûnus:108) Eğer muhatap olunan kişiler, atalarının dinine sırtını dayayıp kadercilik yapıyorsa, farklı ve sorgulayıcı görüşlere tepeden/kibirle bakıp onları hafife alıyorsa orada apaçık bir tebliğden başka ne bir tartışma ne de bir dayatma yapılmalıdır.
36- Ve doğrusu Allah’a kul olsunlar ve tâğûttan kaçınsınlar diye her ümmetin içinde bir resûl dirilttik. Onlardan bir kısmını Allah hidâyete erdirdi ve bir kısmının üzerine dalâlet hak oldu. Öyleyse yeryüzünde gezin! Böylece yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğuna bir bakın!
Ba’s kelimesi, Kurân’da türevleriyle birlikte 67 âyette zikredilir. Bu kelime, maddî ve manevî dirilme anlamında kullanılmıştır. Maddî dirilme manasında “Bilmez mi ki, kabirlerde olanlar çıkarılıp diriltildiğinde” (Âdiyât:9), manevî dirilme manasında “Mûsâ’yı diriltip âyetlerimizle Firavun ve melelerine gönderdik.”(Arâf:103) biçiminde kullanılmıştır.
Buradaki “külli ümmetin” ibaresi belirli kaide ve kurallar etrafında toplanmış; ancak bu kuralları tâğûtların ihlal ettiği “her dönemdeki toplumlara” gitmektedir. Allah hiçbir toplumu bu meyanda kılavuzsuz bırakmamıştır.
Tâğût kelimesi “tağa” kökünden türemiş bir kavramdır. Kelimenin kökü “Muhakkak ki (tufanda) su taştığı zaman(tağa), sizi gemide Biz taşıdık.” (Hakka: 11) âyetinde kullanılmıştır. Tuğyan ile aynı kökten gelen tâğût kelimesi; sınırını bilmeyen, taşkınlıkla etrafına zarar veren, zulmü hakkı zanneden, kibirli, zorba manasındadır. “Azgın, kötülük ve sapıklıkta öne çıkan, sı duygu ve düşüncelerin kuklası olan, Allah’ın hükümlerini küçümseyen, kendisini dokunulmaz, eleştirilemez bir otorite zanneden kişi kuruluş veya örgüt tâğutlaşır. Kurân’da bu kavram 7 yerde tâğût olarak geçer. Arâf:16’da “İblis beni azdırman sebebiyle” şeklindeki kurduğu cümlede de tâğûtla aynı kökten (agveyte-nî) kelimesi seçilmiştir. Zira İblis gibi tâğûtlar da zulümlerini kadercilik yaparak gizler. Tâğûtlar, dosdoğru yolu bilir. Zira Arâf:16’nın devamı şöyledir: “Dedi ki: Artık beni azdırman sebebiyle, mutlaka onlara karşı sırâtımustakîmine oturacağım.” Bu meyanda ilk tâğût sı duygu ve düşüncelerin kontrolüne giren İblis’tir. (Ayrıca bkz. Nisâ: 76) Tâğût kavramının nüzulde geçtiği ikinci âyet ise şöyledir: “Ve onlar ki, tâğûta kul olmaktan kaçınırlar.” (Zümer: 17) Dikkat edilirse tâğût kavramı hem işlediğimiz Nahl 36’da hem de Zümer 17’de siyasî ve yönetimsel değil, tamamen inançsal bir bağlamda kullanılmıştır. Kişinin gafletle değil, bilinçli olarak Allah ile kullar arasına girme haddini kendinde görmesi, ardından bunun üzerinden zulmetmesi, tâğûtlaşması için yeter sebeptir.
Bu tâğûtlar, İbrahîm peygamber döneminde Azer ve Nemrut, Mûsa peygamber döneminde Samiri ve Firavun, Muhammed peygamber döneminde de Ebû Cehil ve Velid İbn-i Muğîre gibi toplumun ileri gelenleriydi; diğer peygamberler döneminde de, kendilerine gönderilen tevhit akidesini/inancını, müminleri ayak takımı gördüğü için küçümseyenlerdi. (Bkz. Şuarâ:111) Ne kadar saçma da olsa kendilerini ayrıcalıklı kılan atalar inancı ile insanlara tahakküm kurup onları zorlayanlar, inatla bu saçmalıkları savunanlar zamanla tâğûtlaşmıştır. Kısaca tâğût, kibrin ve zorbalığın örgütlenerek kurumsallaşmış hâlidir.
37- Sen, onların hidâyetini hırsla istemene rağmen muhakkak ki Allah, dalâlette bıraktığı kimseyi hidâyete erdirmez. Ve onlar için bir yardımcı da yoktur.
Hırs ile hiçbir hayra ulaşılmaz. Hidâyeti bile hırsla istemek hüsrandır. Hırs “ha-re-se” kökünden gelir ki, kelimenin kök anlamı deveyi kan kaybından bîtap düşüren bir dikenin adıdır. Deve onu yedikçe ağzı kanar, kendi kanı ve yediği dikenin tadı hoşuna gittikçe daha çok yer ve kan kaybeder. Bu nedenledir ki hırs, içinde menfaatler barındıran; ancak gizliden gizliye insanı kemiren, zararlı bir duygudur. Peki, hidâyeti hırs ile talep etmek neye zarar verir? Hem yapana hem muhataba hem de sırâtımustakîm algısına zarar verir. Zira dinde zorlama yapmak, bunu hırsın konusu edinmek kişiyi tâğûtlaştırır. Oysa “Dinde zorlama yoktur. Rüşt yolu, gayy yolundan ayrılmıştır. Artık kim tağutu inkâr edip de Allah’a imân ederse o, kopması mümkün olmayan sağlam bir kulba tutunmuştur. Allah Sem’î’dir, Alîm’dir.” (Bakara: 256) Hidâyete davet konusunda hırs yapmak konuyu kişiselleştirir. Tebliğde enâniyet, kibri besler ve muhatabın aldatmalarına ilişkin körlüğe yol açar. Sözüne sâdık olmayan, güvensiz ve hidâyeti hak etmeyen müşriklerin yaptıkları münafıkça yeminlere bile aldanma, hırs ile davetin sebep olduğu basîretsizliktir.
38- Ve “Öleni Allah diriltmez.” diye zorla Allah’a verdikleri yeminlerini bile parçaladılar. Bilakis bu, O’nun üzerinde hak olmuş bir vaaddir. Ve lâkin insanların çoğu bunu bilmez.
Bölmek anlamındaki “kasm” kökünden türeyen kasemin yemin anlamı cümle yapısına uygun düşmez. Zira yemin anlamında farklı kökten gelen “eyman” kelimesi zaten âyette kullanılmıştır. Kelimelerin kökleri farklı ise onlara aynı manalar verilemez. Meallerde hem “kasem” hem de “eyman” kelimesine yemin manası verilmiştir. Bu bağlamda kasem, yeminin gereğini tam yerine getirmeme, duruma göre sözüne sâdık kalmayıp yemini kısmî bozma ve parçalama anlamındadır. Amaç, yeminine sâdıkmış gibi görünmedir. Demek ki Allah Resûlü’ne yeniden diriliş ile alâkalı yaptıkları muhalefette bile dürüst olmamışlardır. Yerine göre “Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.” derler, (Bkz. Yûnus:18) yerine göre “Zaten Allah bizi diriltmeyecek.” şeklinde yeminler etmişlerdir.
Cehd kelimesi ise “c-h-d” kökündendir. Manası el-Müfredat’ta “güçlük ve zorluk” olarak belirtilmiştir. Burada müşriklerin yaşadığı ikilem ve çıkmazı Kurân “cehd” kelimesi ile tarif eder. Ateist ve deistlerdeki “ya varsa” ikileminin onları nasıl agnostik yaptığına bugün de şahit olmaktayız. Yeniden diriltilmenin mümkün olduğu, Kurân’da günlük hayattan birçok aklî örnek ile açıklanmış, her şeyi ilk defa yaratanın buna tekrarlama kudreti defaatle hatırlatılmıştır. (Bkz: Abese:21-24, Kıyâmet:36-40, Kâf:15, Fâtır:9, Nâziât:27, Vâkıa.60–62)
39- Hakkında ihtilâfa düştüklerinin onlara beyân edilmesi ve örtenlerin yalancı olduklarını kesinlikle bilmeleri içindir.
Yeniden dirilmenin gerekçesi aslında adâletin tecellisidir. İhtilafların mutlak çözümü ve hakîkati örtenlerin yalan yere yaptıkları yeminlerin ortaya çıkması için adâletin tecellisi şarttır. Peki, insanın gönlünü tatmin eden ve ona sonsuz umutlar bahşeden kıyâm günü nasıl olabilir?
40- Şüphesiz bir şeyi irâde ettiğimiz zaman sözümüz, ona sadece: “Ol!” dememizdir. O da hemen olmaya başlar.
Kün emri, “kâne” fiilinden türemiştir, “kâne” fiilinin aslı “kevene’dir”. Kelime “ol” manasındaki emir kalıbıdır. Dikkat edilirse emreden çoğuldur. Zira “ol” emri, doğrudan değil dolaylı bir süreç ile çok zamanlı ve çok katmalı gerçekleşecektir. Bu yorumun delili ise âyetin sonundaki “fe yekûn” fiilidir. Bu fiil “geniş zaman” kipidir. Bir anda olup bitmeyi değil, oluşmaya başlama manasındadır. Bu ibare, Allah’ın yaratma fiilinin devam ettiğini de gösterir. Demek ki Allah’ın yaratması, bir defada olmuş bitmiş değildir. Allah, kâinatı yaratıp bir kenara çekilmiş de değildir. Aksine yaratma, belirli kural ve kaideler etrafında sürüp gitmektedir. Allah da tüm varlık ve oluşla ilgisini sürdürmektedir. (Bkz. Rahmân: 29) Âyette öncelikle 3 farklı unsur vardır: İlki emri veren “biz”, ikincisi emri alan henüz yaratılmamış olan “şey”, üçüncüsü de o şeyin farklı bir şeye dönüşmesi ile ulaştığı son hâldir. Bunun böyle kullanılma sebebi, halk etme fiilinin mahiyeti ile alâkalı olmasıdır. Halk, var olan hammaddeden (yani şeyden) yepyeni başka bir ürün yaratmadır. Zaten konu yoktan var etme değil, vardan var etme olan ölülerin yeniden dirilmesidir. Burada murat; yoktan, eşsiz ve benzersiz yaratma olsa idi halk yerine bedi sıfatı seçilirdi.
41- Ve zulme uğradıktan sonra Allah için hicret edenleri dünyada mutlaka güzelce yerleştiririz. Ve âhiretin ecri ise daha büyüktür. Keşke bunu bilselerdi.
Nübevvienne kelimesi “dönmek, döndürmek, kesilmek” manasına gelen “bâe’den” türemiştir. Bu kelimenin ebâ’e kalıbı “mekân” ile kullanılınca “ikâmet etmek, yerleştirmektir.” Âyette “yerleştirme” ile “hasen/güzel” kelimeleri bir araya gelince, onlara zulmün egemen olmadığı, özgürlüklerin yaşandığı, insanların itilip-kakılmadığı, mutluluk ve güzellik dolu bir yaşam alanı anlamına gelir. Kısaca bu âyette, kâfirlerin işkenceleri nedeniyle yurtlarını terk etmek zorunda kalan, öncelikle Mekke’den Habeşistan’a hicret eden muhacirler, sonrasında da Medine’ye hicret edecek olanlar teselli edilmektedir. Hicret sözlükte, “terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek” anlamına gelen hecr (hicrân) mastarından isimdir. Hicret, kişinin herhangi bir şeyden; fikren, lisanen ve bedenen ayrılıp uzaklaşmasıdır. (Bkz. Ankebût:26) Kelimenin bu geniş çağrışımlarına karşılık hicret daha çok “bir yerin terk edilerek başka bir yere göç edilmesi” anlamında bilinmiştir. “Hicret eden kimseye muhâcir ve çoğul olarak muhâcirîn-muhâcirât kelimeleri Kurân’da kullanılmıştır. (Bkz. Nisâ:100, Tevbe:100-117, Nûr:22, Mümtehine:10) Bu âyetlerin çoğunda Mekke’den Medine’ye göç edenler kastedilir. Ancak âyetin başında yer alan “ellezîne” kelimesi, genellik ifade etmektedir. Yani sadece Mekke’den Habeşistan’a veya Medine’ye hicret eden Müslümanların eylemini değil, nice zulme uğrayacak; zulmün ve tâğûtların egemen olduğu yerden çıkıp kendilerini başka ülkelere götürecek olanların eylemini de içermektedir. (Ayrıca bkz. Nisâ: 97) Zulme maruz kalmamak için basîretli davranıp mallarını ve yurtlarını bırakıp göç edenler, sahip olduklarından ve sevdiklerinden özveride bulunanlar; yurtlarını, yakın akrabalarını ve tatlı hatıralarını feda edenlerdir. Eğer niyetler hâlis ve Allah’ın rızası gözetiliyorsa feda edilen ve geride bırakılan her şeyin karşılığının daha güzeli ile alınacağı âyette müjdelenmektedir. Aynı zamanda bu âyetlerde, inancı yüzünden zulme uğrayan ve inançlarını terk etmek yerine, onda sebat gösterip gerektiğinde mallarını, mülklerini ve yurtlarını bırakıp inançlarını bir başka yerde yaşamak isteyenler de övülmektedir. Âyet, Hz. Muhammed ve sıkıntıdaki Müslümanlara hicrete ilişkin doğrudan yapılan ilk yönlendirmedir. Peygamberler tarihine bakıldığında görülecektir ki, neredeyse her peygamber hicret etmiş veya hicret etmek zorunda bırakılmıştır. Mesela Genç İbrahîm, Hz. Lût ile hicret etmek zorunda kalmıştır. (Bkz. Ankebût:26) Helâk olan kavimlerin tamamındaki resûller yaşadıkları bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Hz. Eyüp sağlığı için yollara düşmüş (Sâd: 41), Hz. Yûsuf iffeti için zindana hicret etmiştir. (Yûsuf: 33) Hz. Mûsa ve Hz. Harûn İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarıp götürmüştür. (Tâhâ: 77)
Hicrette doğal âfetlerin, sosyal baskının, kötülük ve çürümüşlüğün etkisi olmakla beraber, neticede kişi kendi irâdesi ile kararını verip harekete geçmektedir. Bu meyanda hicret sürgünden farklıdır. Hicreti sıradan yolculuktan ayıran başka bir boyut da onun ahlâkî oluşudur. Nefis ülkesinden î arzu ve isteklerden gönül ülkesine manevî hicret edemeyenler, kötü arzuların kol gezdiği zulüm diyarından barış yurduna ve selâmete hicret edemezler. Hicretin şartı hemen terkidiyar değil, belirli bir mücadele sonunda, elinden geleni sabırla yapana caiz olmasıdır. Kurân’da 11. yılın sonlarına doğru hicrete iznin verilmesi bunun delilidir.
42- Onlar, sabrettiler. Ve onlar, Rabblerine tevekkül ederler.
Hicret; sabırlı ve mütevekkil insanların üstesinden geleceği bir imkândır. Hicretin zorluklarına katlanmak, doğacak olan yeni sıkıntılara, mahrumiyetlere tahammül etmek bir sabır işidir. Sabır tek başına yeterli değildir. Doğru bir tevekkülün de zamanla olgunlaşmış olması şarttır. Zira kişinin el-Vekîl olan Allah’a ne kadar güvenip dayandığı, en zor ve sıkıntılı zamanlarda anlaşılır. Allah Resûlü’nün Hz. Ebubekir’e hicret sırasında mağarada verdiği cevap sabrın ve tevekkülün yaşanmış örneğidir: “O, arkadaşına: ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir.’ diyordu.” (Tevbe: 40)
Sabır ve tevekkül ile yapılan bir hareketin, eylemin ve amelin sonunda mutlaka güzellikler vardır. Bu el-Vekîl olan Allah’ın vaadidir. Burada tevekkül, miskin miskin bekleme değil özgürlük için hicretin sıkıntılarına sabretme ve direnme ile tarif edilmiştir. İşte bu tevekkül ve sabır bir araya gelince çözülemeyecek problem, üstesinden gelinemeyecek zorluk kalmayacaktır. O yüzden imân en büyük imkândır. İnsanın iç âleminde yaşadığı manevî hicretin de olmazsa olmazlarını yine bunlar teşkil etmektedir.
43- Ve Biz, senden önce, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, o takdirde beyyineler ve zuburu zikir ehline sorun!
Sonraki âyetteki “beyyine ve zubur” ifadesi bu âyete ait olduğu için 43. âyetin devamı olarak buraya alınıp meal verilmiştir.
Beyyine kelimesinin kökü beyyene fiilidir. Açık olmak, aşikâr olmak, meydana çıkmak, aydınlanmak, berrak olmak manalarına gelmektedir. Zubur hakkında Rağıb şu bilgileri vermektedir: Zubreh, büyük bir demir parçasıdır. Çoğulu, zuber şeklinde gelir. “Bana demir parçalarını getirin/zubere el hadîdi.” (Kehf: 96) Saça da zubreh denir ve istiare yoluyla bölünen şeyler için de kullanılmaktadır. “Onlar din konusunda aralarında bölük bölük oldular.” “Zuburan” parçalar/kısımlar hâlinde. (Müminun: 53). Kalın yazıyla yazılan her kitaba da aynı kökten gelen ‘’Zebur’’ ismi verilir. Zebur, Hz. Davût’a inen kitaba özel isim olmuştur: “Davût’a da Zebur’u -zeburâ- vermiştik” (İsrâ: 55). Zubur’un ahlâkî değerleri ihtiva eden, toplum hafızasından silinmeyen, hikmet içeren öğretiler olması muhtemeldir. Beyyineler, açık deliller olan âyetlere karşılık gelirken, zubur bu âyetlerin konu konu derlendiği sahifelere karşılık gelir. En sondaki zikir ehli ise, bu bilgileri hatırlayanlardır. “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun!” ifadesi sadece ehlikitabı ifade etseydi âyette ehlizikir değil ehlikitap kullanılırdı. Oysa burada daha genel bir ifade kullanılmıştır. Her meselede eğer kişi o konu hakkında bilgi sahibi değilse onun bir fikir beyan etmemesi, bilgisizce tercihlerde bulunmaması gerekir. Kurân’î tavsiye, yeterli bilgiye sahip olmayanların o hususta ehil olanlara danışmasıdır. Konunun uzmanlarından alınan bilgiden sonra iş yapmak, tercihlerde bulunmak bizi yanılgılardan ve pişmanlıklardan koruyacaktır.
Ricâl sözcüğünü bazı mealler “erkekler” olarak anlamış ve buradan hareket ederek peygamberlerin sadece erkekler arasından seçildiğini, kadınların peygamber olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Bazıları da Hûd sûresinde İbrahîm peygamberin karısı ile konuşan elçileri “melek” olarak kabul etmiş ve meleklerle konuştuğu için de İbrahîm peygamberin karısını nebî saymışlardır. Gerek Kasas 7’de Allah’ın vahyettiğini bildirdiği Mûsa peygamberin annesi gerek Âli İmrân 42, 43’te anlatılan olaydan dolayı Hz. Meryem, aynı gerekçeyle nebî sayılmıştır. Eşariler bu görüştedir. Yani Eşarilere göre Kurân’da kadınlardan beş nebî anlatılmıştır. Dil kitaplarındaki tahlillere bakıldığında, ricâl kelimesinin “ayak” anlamına gelen “ricıl” kelimesi gibi “r-c-l” kökünden türediği, bu kökten türeyen kelimelerin de esas anlamları itibariyle “ayak” anlamı ekseninde oluştukları görülür. Mesela “ricâl” kelimesi “kendi ayakları ile ilerleyenler” anlamından gelişmiştir. “Racul” kelimesinin çoğulu olan “ricâl” kelimesi ile “ricıl” kelimesinin türevlerinden olan ve “yaya yürümek, piyade” anlamında kullanılan “ricâl” kelimeleri aynı olup kelimenin hangi anlama geldiği ancak cümle içindeki kullanımından ayırt edilmektedir. Mesela Bakara 239 ve Hac 27’de bu kelime “yaya” anlamında kullanılmıştır. Bu geniş anlam düşünüldüğünde kelimenin, “zeker ve unsa/erkek ve kadın” manasında bir cinsiyet değil, insan türüne verilmiş bir sıfat olduğu anlaşılmaktadır. Daha sonraları anlam daralması olmuş ve kelime daha çok insanın “erkek” cinsi için kullanılır olmuştur. Kurân’da marife olarak er-ricâl ve bu kelimenin karşıt cinsi ile birlikte kullanılanları, açıkça kadın cinsinin karşıtı olan “erkek” anlamındadır. (Arâf: 81; Bakara: 282; Nisa: 1, 12, 32, 34, 85, 98, 176; Fetih: 25) Ancak buradaki gibi nekira olanların tümü ise mutlak anlamda “olgun insan, şahsiyet sahibi kişi, kendi ayakları üzerinde durabilen” anlamında kullanılmıştır. (Arâf: 46, 48, 63, 69, 155; Yûnus: 2; Hûd: 78, Müminûn: 25-38; Kasas: 20; Ahzâb: 4, 23, 40; Sebe: 7, 43; Yâsîn: 20; Zümer: 29; Mümin:28; Zuhruf: 31; Enâm: 9; İsrâ: 47; Kehf: 28, 32; Furkân: 8; Mâide: 23; Nahl: 43, 76; Yûsuf: 109; Nûr: 37; Cin: 6; Sâd: 62; Tövbe: 108). Bu âyetin gönderilen elçilerin cinsiyetiyle ilgili olduğunu düşünenler, Yûsuf 109’un bir kadın olan yalancı peygamber Secah’la ilgili olduğunu bile söylemişlerdir (Taberî). Ancak âyetin kadın erkekle alâkası olmadığı ve Nebî’nin vefatından sonra Secah’ın peygamberlik iddiasında bulunduğu göz ardı edilmemelidir.
44- Ve insanlara beyan etmen için sana da zikri indirdik. Umulur ki böylece onlar, tefekkür ederler.
Tebyin, hem “iletme, duyurma, bildirme” hem de “tarif etme” ve “uygulamalı olarak gösterme” anlamındadır. Kurân’da beyyene fiili kimi yerde bu en geniş çağrışımlarıyla kimi yerde ise sadece “duyurma-iletme” anlamıyla kullanılmıştır. Âyette Hz. Peygamber’e Kurân’ın indirildiği bildirilmekle kalmayıp “Allah’ın hükümlerinin tatbiki ve beyan edilmesi” görevi de yüklenmiştir. Buna göre Hz. Peygamber her ne kadar muhatabın işine gelmese de Kurân’ın hükümlerini hem sözle hem de yaşamıyla apaçık ortaya koymakla mükelleftir.
Tefekkür kelimesi, tefkir’den farklı olarak sadece “düşünmek, fikretmek” değildir. Tefekkür tefaul kipinin içerdiği “kendini bir şeye zorlama, zor da olsa, bir şeyi tekraren yapma” gibi tekellüf içerir. Meşakkat manası nedeniyle de zihnin, olgunluk evresine girdiğini gösterir. Düşünce ve akletme süreçlerinin tüm safhalarında yer alması gereken bir kavramdır. Tezekkür, tedebbür ve teakkul düşüncenin yönünü tarif ederken (geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman gibi) tefekkür düşüncenin şeklini ve nasıllığını anlatmaktadır. Bu minvalde tezekkür, tedebbür ve diğer düşünme çeşitleri için tefekkür şarttır. İnsanın hafif bir yük yüklenmesi kaslarını geliştirmez. Bu durumu yüzeysel düşünmeye benzetirsek, ağır bir yükü devamlı kaldırması ve zorlanması ise tefekküre benzetebiliriz. İşte tefekkürde zihnin terlemesi ve gelişmesi söz konusudur. Bu derin düşünce aklı geliştirirken yüzeysel düşünme sadece yorar. (Bkz. Rûm:8, Müddessir:18) Kurân’ın anlaşılmasında ateist ve deistlerin yüzeysel okumaları tefekkür etmek değildir. Kurân tefekkür edenler için rahmettir. İşine gelmediği için göz ucuyla bakanlara ise sadece zahmettir. Bu zahmete girmek istemeyen, ön yargılarla yüzeysel okur ve hakîkate değil inanmak istediklerine inanırlar. (Bkz. “Kurân, inananlar için şifâ ve rahmet zâlimler için hüsrandır.” İsrâ: 82)
45- Kötülükler için plân yapanlar, Allah’ın kendilerini yerin dibine geçirmesinden veya şuurunda olmadıkları bir yerden kendilerine azâbın gelmesinden emin mi oldular?
Seyyie (kötülük, çirkinlik) kelimesi, hasene kelimesinin zıddıdır. Mekr kelimesi Arâf 99’da olduğu gibi birçok yerde Allah’a nispet edildiği için “plân” olarak çevrilmiştir. Çünkü Allah tuzak kurmaz. Plân bu manada hem olumlu hem de buradaki mücrim ve müşriklerin yaptığı gibi olumsuz olabilir. Mekr kelimesinin seyyiye ile kullanılması buradaki plânların “kötü plan” değil “kötülük planları” anlamını vermektedir. Bunların toplumun hayrına olmayan ve tamamen menfaate dayalı plânlar olduğu anlaşılmaktadır.
26. âyette maddî bir yıkım anlatılmış iken burada “yerin dibine geçmek” deyimsel ifade ile rezil rüsva olmak anlamında kullanılmış olabilir. Bu duruma düşme sebebi de toplumsal haysiyet ve erdemlerin ayaklar altına alınmasıdır. Asıl felâket ise bu yozlaşmanın toplum tarafından normalleşmesidir. Bu hâl de “azâbın şuurunda bile olmama” ile ifade edilmiştir. Azâbın şuurunda olmamak, onun belli etmeden, yavaş yavaş, sinsice ilerleyip topluma yayılmasıdır. Bu nedenledir ki dışardan bakıldığında çok ileride zannedilen sözde medeniyetler içten içe çürümüş olabilir. Bunların devrilmesi için ufak bir esinti, sarsıntı, kriz yeterlidir. “Emin mi oldular?” ifadesi imajın ve zannedilenin hakîkatten ne kadar uzak olduğunu hatırlatmaktadır. Toplumu ayakta tutan ortak değerlerin nasıl dibinin oyulduğu; vicdanî, ahlâkî yani dini değerlerin nasıl yok olup gittiği de bu ifadelerle hatırlatılmıştır. Ancak münafıkça tavırlar içinde olanlar hakîkate değil sürekli pembe yalanlar ile kendilerini avutmaya devam edecektir. Bu psikolojik durumu Kurân şöyle izah eder:
46- Veya onlar inkılâp edip dururken kendilerini yakalamasından emin mi oldular? Öyle ki onlar âciz bırakamazlar.
Tekallüb, “kallebe” kökünden türeyen bir kelimedir ve “deveran etmek, alıp vermek” anlamına gelir. Türkçede kullanılan “kalb” (bir hâlden bir başka hâle çevirmek), “inkılâb” (bir hâlden başka bir hâle geçiş veya geçirme manasındadır ve) hepsi aynı köktendir. Sûrenin 38. âyetinde anlatılmaya başlanan yeniden diriliş konusunda bile müşriklerin yeminlerine neden sâdık olmadıklarını, yaptıkları yeminleri paramparça etmelerindeki zihnî arka plân bu âyetlerde detaylandırılmıştır. Zira sözüne sâdık olmayan menfaatperest müşrikler işlerine gelmediğinde hemen yeminlerinden çark edip başka bir yöne dönebilir. Hakîkati gördükleri hâlde kalpleri yalanlara kayabilir. Bu zihnî hâl tekallüb/inkılâb ile ifade edilmiştir. Tutarsızlık, güvensizliği getirir. Bu nedenle “inkılâp” ve “Emin mi oldular?” ifadeleri arkalı önlü zikredilmiş, bir sonraki âyette de korkular ile süreç devam ettirilmiştir. Bir toplumda erdemsizlik ve güvensizlik baş gösterdiyse kötülükler için plânlar yapan en zâlimler bile o korku elbisesini giyip âciz kalacaktır. (Bkz. Nahl: 112) Bu acziyet hakîm Kurân tarafından şöyle tarif edilecektir:
47- Veya onları korku üzere yakalar. Buna rağmen muhakkak ki Rabbin, elbette Raûf’tur, Rahîm’dir.
Tehavvüf, bilgisizlik ve belirsizliğin verdiği korku anlamında havf kökündendir. Burada korku zanna dayanıp istenmeyen bir durumun ortaya çıkacağına dair beklenti, kaygı, endişe ve vesveseleri anlatır. İnsan, korkularından kaçma eğilimindedir. Kaçtıkça o korkular daha da büyür ve kişinin peşini asla bırakmaz. Bu nedenle korku kişiyi yavaş yavaş tüketir. Zaten “tehavvüf” kelimesinin tedricen azaltma, derece derece tüketme anlamı da vardır. İnsanlara zulmederken, gücün arkasına sığınanlar aslında en korkaklardır. Paranın, makamın arkasına sığınanlar en cimri ve en âcizlerdir. Korkak ve âciz müşrik kafanın bu azâptan nasıl kurtulacağının yolu da aslında âyete Raûf ve Rahîm esmalarına yapılan âtıfla tarif edilmiştir. Âyet bu yüzden “Senin rabbin halîmdir.” yani cezalandırmada acele etmeyendir değil, “Raûf ve Rahîm’dir” şeklinde sonlanmıştır. Onların değil “Rabbe-kum/Senin Rabbin” ifadesi burada anahtar kelimedir. Bu ifade hakîm Kurân’da nerede zikredildi ise “Sen de öyle ol!” ve “Öyle olmayı tavsiye et!” gizli emrini taşır. Zira “Güce tapanlar korkularının âciz kölesi iken, sen ey Muhammet Raûf ve Rahîm olanın elçisisin.” manasındadır. Şefkat ve merhametin elçisi olandan kim korkar? Korkuları şefkat ve merhamet kaidelerine göre ele almak onlardan kaçmayı değil, onlarla tanışıp barışmayı sağlar. Bu durum korkuların üstesinden gelmede paha biçilmez imkânlar sunmaktadır. Kendisinin merhametsiz olduğunu ve sevgiye layık olmadığını düşünen biri ancak sevmekten korkar, sorumluluk getireceği için kişi düşünmekten ve imandan korkar, resûlün haklılığı karşısında eleştirilmekten korkan, tebliğe sağır olur ve işiteceklerinden korkar. (Ne oluyor onlara ki öğütten yüz çeviriyorlar? Sanki aslandan korkmuş yaban hayvanları gibi… Müddessir: 49-51) Raûf, sevginin ön plânda olduğu şefkat hâli iken; rahîm, koruyup kollamanın ağır bastığı bir merhamet mertebesidir. Korkuları yenmenin yolu her şeyin sahibinin kendileri değil Allah olduğuna imândır. (Bkz. Mülk sadece Allah’ındır. Nûr: 42) Emanetçi biri elindekini asıl sahibine vermekten korkmaz. Gençliğin emanet olduğunu unutanlar, yaşlanmaktan korkanlar değil midir? Bunlar gençliğini hevâ ve heves uğrunda tüketip onun ellerinden kayıp gitmesini durduramayanlardır? Bakara: 149’da “Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir.” derken ve Câsiye 29’da “Yaptıklarınızı kaydediyoruz.” buyurmasına rağmen “Yaptığım iyiliği kimse görmedi.” korkusu kişiyi riyaya düşürmez mi? Geçici dünyalıklar yüzünden sâlih bir amel ortaya koyamamışların korkusu unutulup gitmek değil midir? Doya doya yaşamayı hayatın merkezine koyan bencillerin en büyük korkusu da bu yüzden ölüm değil midir? Rızık endişesi, fakîrlik korkusu kişiyi evlat katili bile yapmadı mı? (Bkz. Yokluk korkusu ile evlâtlarınızı katletmeyin! Onları ve sizleri sadece Biz rızıklandırırız. İsrâ: 31) Er-Rezzâk olana imânsızlık kişiyi hırsız da yapar katil de. Aslına bakıldığında hemen hemen her kötülüğün bilinçaltında terbiye edilmemiş ham korkular yatar. İşte âyet kötülüklere sebep olan korkularımızın nasıl elimizi kolumuzu bağlayıp bizi çaresiz bıraktığına da “yakalanma” ifadesi ile işâret etmektedir. Kurân’ın verdiği imân ölüm başta olmak üzere tüm yersiz korkulardan kişiyi kurtarıp onu özgürleştirir. Bu bir tekliftir. Tek şart korkularına boyun eğmesi değil, onlara boyun büktürmesidir. İşte korku üzere yakalanmamanın yolu da şudur:
48- Onlar, Allah’ın yarattıklarından bazı şeyleri görmediler mi? Onların gölgeleri sağ ve sollarından Allah’a secde ederek küçülür. Ve onlar önemsizleşir.
Gölge, hakîkatin yansıması olmasına rağmen esasen, aslı olmayan ışığın perdelenmiş hâlidir. Tıpkı insanın peşini bırakmayan korkular gibidir. Korku ve endişeler her ne kadar makul gibi görünen gerçeklerin izdüşümü gibi olsa da hakîkatte aslı astarı olmayan karanlıklardır. Ve belirsizliklerden beslenir.
Dâhırûn ifadesi gölgenin bir sıfatı olarak gelmiştir. Manası “zelil olarak, küçülmek ve önemsizleşip kaybolmayı” ifade etmektedir. Türkçede kullandığımız “hor görmek” buradan gelir. (Krş. Neml:87) Secde; sözlükte, eğilme ve boyun büküş demektir. Âyette gölgeler Allah’a secde ederek boyun büker ve önemsizleşmiş denilmektedir. Burada ışık ve karanlık metaforu üzerinden muazzam bir hakîkat anlatılmıştır. Sağda ve sollarda yani hak veya bâtıl sûretleriyle kişiyi kuşatan korkular, gölgeler olarak tasvir edilmiştir. Bunlar kişinin ilerlemesini engelleyen karanlık korkuları sembolize eder. Korkulara secde ettirmek onları görmezden gelip kaçmak değil, onları tanımak için bir ışık tutmaktır. Allah’ın hidâyetine tâbi olanlar korkularına Kurân’ın nûru ile bakanlardır. Korkuların Allah’a secdesi onları küçültüp önemsizleştirecek ve böylece o gölgeler yolunuzu ve hedefinizi karartamayacaktır. Celâleddîn-i Rûmî’nin şu sözü dediklerimizi özetler mahiyettedir: “Rabbine dönüp ‘Benim büyük bir derdim (korkum) var.’ deme! Derdine (korkuna) dönüp ‘Benim büyük bir Rabbim var.’ de!”
49- Ve göklerde ve yerde hareket edenler ve melekler, Allah’a secde ederler. Ve onlar, kibirlenmezler.
Dâbbe, dâbb ve “dabîb” hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvanlar için, çoğunlukla da haşereler için kullanılır. (Bkz. Fâtır:28) Allah’ın yarattığı küçük, büyük her varlık Allah’ın koyduğu sistem çerçevesinde hareket etmektedir. Buna Kurân “meleklerin secdesi” demektedir. Büyük sistemin bir parçası olduğuna inanan insan, varlık âlemindeki görevini aramaya başlayacaktır. İmânın kazandırdığı bu bütünlük hissi, parçadaki korkuları bir anda önemsizleştirir. Büyük resimdeki ahenk tevekkülü de güçlendirir. Kibri yüzünden hayatın anlamsızlığını savunan ve ona yeni bir anlam yükleme hadsizliğini kendinde gören insan artık geleceğe nasıl daha emin yürüyebilir? Secde hayata mütekebbir bir tavırla tepeden bakmak değil, Allah’ın mahlûkata koyduğu sistemle, imtihanın gerekleri ile tam bir mutabakat hâlidir. Secde, eleştirme hadsizliğini kendinde görmek değil, kendini çevresiyle aynı seviyede görüp hayatı anlama ve âlemlerin uyumuna şehâdettir. Bu minvalde secde tevazuunun sembolü, kibrin de panzehridir. Kibir, hayatın merkezine ve en üstüne insanın kendisini konumlandırmasıdır. Bu durum, kişinin kendisini yüceltip kendi dışındaki mahlûkatı hakîr görmesine sebeptir. Sahip olunanların mülkiyet zannedilip çoğaltılması kişinin kaygı ve korkularını tetikler. İsrafın da temel sebebi budur. Onların geçici bir araç olduğunu unutan; gücü, serveti ve hazzı elinde tutmak için her şeyini verir. Korkusunu yönetemeyen, bu fıtrî duygunun kölesi olur. Cesur; korkusuz değil, korkusunu yönetebilendir. Korkuları teke indirmek, onların üstesinden gelmek de çok değerlidir. O yüzden onlar…
50- Rabblerinden fevkâlade korkarlar. Ve emrolundukları şeyleri yaparlar.
Âyetteki “rabbehum min fevkihim” ifadesi alışılmışın, alelâde olanın fevkinde, üstünde ve aşkın bir Rab korkusunu ifade eder. Bu öyle bir korku olmalıdır ki insanın tüm korkularının fevkine yükselmelidir. Bu hâl, gölge gibi insanı takip eden asılsız korkulara secde ettirecek kadar güçlü bir imândan beslenmelidir. Rabbulâlemin kavramı elle tutulan, gözle görülen bir şey değil tamamen soyut ve manevî bir mahiyete sahip olduğu için Allah’tan korkmak O’nun zatından değil, emir ve yasaklarını yerine getirememe endişesi taşımaktır. Bu nedenle âyetin devamı “Ve emrolundukları şeyleri yaparlar.” şeklindedir. Asıl endişe ve korku, âlemlerin Rabbinin rızasını kaybetmektir. Bu şuur, fıtrî olan korku duygusunu bastırmak değil, onu daha üst/aşkın bir referans noktasına yönlendirerek kontrol etmeyi kolaylaştırmaktır. Ayrıca kazanılan şuur kişinin bütündeki yerini unutmasına; amacını, hedefini ve en sonunda kendini gölgeler içinde kaybetmesine mani olacaktır. Bu emir, insanı kuşatan korkular ile mücadelede disiplin ve kararlılığın önemini de hatırlatır. Zira kişinin arzu ve isteklerini, korku ve evhamlarını yenmesi fevkâlade bir mücadele ve özveri ister.
51- Ve Allah dedi ki: “İki ilâh edinmeyin! Muhakkak ki O, bir ilâhtır. O hâlde yalnız bana saygı duyun!”
“İki ilâh edinmeyin!” cümlesinde neden “iki” ifadesi seçilmiştir veya “Birçok ilâh edinmeyin veya putları, uyduruk ilâhların hepsini reddedin!” denilmemiştir? Buradaki ilk ilâh Allah’tır. Zira müşrikler de Allah’a inanırdı. (Bkz. Ankebût:61) Zaten şirk, ona ortak koşmak (min gayrullahi) veya aracı ilâhlar (min dûnillâhi) uydurmanın adıdır. İkinci ilâhı uydurma ihtiyacı ise insanın korkuları sonrası oluşan kötülüklere bir sorumlu bulma isteğidir. Devam eden âyetlerde insanların aracı putlara yönelmelerinin sebebi olarak da endişeleri ve dünyalıkları kaybedip zarara uğrama korkuları olduğu anlatılacaktır. O zaman buradaki iki ilâhtan ikincisi, korkuların kaynağı olduğu zannedilen kötülük tanrısıdır. Bu kadim inanç dinler tarihinde düalizm, kâinatı yaratıp idare eden nûr-zulmet veya iyilik-kötülük gibi temel prensiplere dayanmıştır. Zerdüştlükte, “Ahuramazda ve Ehrimen” olarak karşımıza çıkar. Sumerlerin yer-gök tanrıları eski Mısır’ın aydınlık-karanlık tanrı telakkisine dönüşmüştür. Çin geleneğinde evrendeki her şeyin oluşum ve dönüşümünün dayandırıldığı diyalektik zıt kutupluluğu ifade eden Yin ve Yang kavramı, Hint-İran kültüründe karanlık ve pasifliği simgeleyen “Tamas”, aydınlık ve hareketi simgeleyen Satva ikiliği, farklı din ve geleneklerdeki karşıt temel prensiplerden bazılarını temsil eder. Ancak dinler tarihçilerine göre temel özellikleriyle düalist anlayış Zerdüştîliğe dayalı İran geleneğinde ve Hıristiyan gnostisizminde görülmektedir. Zira insan zihni, zıtlıkları birlemede zorlanır. Biri olduğunda diğerinin olmaması prensibi zıtlıkları birlemeye engeldir. Bir şey aynı anda hem evvel ve âhir hem zâhir ve bâtın hem şer ve hayır olamaz gibi görünür. Bu felsefî çıkmazı aşmak için insanlar zıt gördükleri unsurları farklı cevherlere isnat edip iki farklı ilâhın bunları yarattığına inanmış ve düalizmi uydurmuşlardır. Kurân insanın korkularının; karanlık ve belirsizlerin, şerrin ve kötülüğün bir tanrı olmadığına muhatabını inandırır ki korkular üzerinden kullar sûistimal edilmesin. Şirk inancında iyilik yapan, iyi olan ilâhın dediğini yaparken; kötülük yapan, kötü olan ilâhın izinden gittiğini savunur. Aslında bu ikilem sorumluluğu üzerlerinden atmanın ve câhiliye kader inancının yansımasıdır. Kurân’ın anlattığı âlemlerin Rabbi inancı; hükmü, rızayı, doğruyu ve hakîkati birleme üzerinedir. Bu daha tutarlı ve istikrarlı bir hayat algısının da kaynağıdır. Kurân bu nedenledir ki şerri, kötülüğü bir cevher değil bir araz olarak tanımlar. İyilik ve hayır esas olan iken kötülüğün sonradan, irâdeliler eliyle oluştuğunu sık sık hatırlatır. (Bkz. “Sana iyilikten her ne gelirse o Allah'tandır, kötülükten her ne gelirse o da (kendi) nefsinizdendir.” Nisâ:79”, "Bu (şer) başımıza nereden geldi mi diyorsunuz? De ki onlara: Bu başınıza kendinizden (elleriniz ile yaptıklarınızdan) geldi.” Âli İmrân:165) Allah sürekli kendisine hayrı, iyiliği ve rahmeti isnat ettiği için “Yalnız benden korkun!” değil de "Yalnız bana saygı duyun!” demektedir. Saygı duymak, içinde sevgi ve korkuyu da barındıran çok daha kapsamlı bir hâldir. “Ferhebûn” kelimesi bazı müfessirler tarafından korku/havf kökünden değil de “rahibe” kökünden gelmemesine rağmen, “Yalnız benden korkun!” şeklinde tercüme edilmiştir. Ancak ferhebûn sadece “korku” değildir. Allah’ın rızasını kaybetmeme endişesi ile her emri yerine getirmek ve asla şirk koşmamak şeklindeki hassasiyeti ifade etmektedir. Âyetteki bu incelikli kelime seçimi, kulluğun sadece korkudan ibaret olmadığını; kulluktaki sevgi, saygı ve muhabbetin varlığına da işaret etmek içindir. Aynı kökten olan ruhban, rahip, rahibe kelimeleri de Allaha karşı duyulan saygı ve hassasiyeti vurgular. Bu nedenledir ki “rahibe” kelimesi “sakınma ve endişe ile saygı duyan, korkudan değil saygıdan iki büklüm olan” şeklinde anlaşılmalıdır.
52- Ve göklerde ve yerde olanlar, O’nundur. Ve din, daima O’na aittir. Öyleyse Allah’tan başkasından mı sakınıyorsunuz?
Emaneti mülkiyet zannetme sonucu oluşan korkulara karşı “Göklerde ve yerde olanlar, O’nundur.” hatırlatması yapılmıştır. Bize verilen maddî ve manevî ne varsa emanettir, yani geçicidir. Bu sade düşünce ve inanç aslında çoğu korkumuzu yok edecek muazzam bir paroladır. Çok net ve sade olan bu gerçek, ne hikmetse insanoğlu tarafından sürekli ertelenir, yokmuş gibi davranılır. Geçici olana karşı tüm hırsları törpüleyen bu şuur; birçok kötülük ve zulümden insanı sakındırır. Âyetin sonundaki tettekûn/takva, sakınmanın yönünü tarif etmektedir. Sakınma, endişe ve korkuların yönü geçici olan dünyalıkları kaybetme değil, bunları emanet olarak verenin rızasını kaybetme olmalıdır. Takva korkuları bastırma değil onu yönlendirmedir. Bu yöndeki bir inşa; kötülüğün ve şerrin de asıl değil araz olduğunu anlatır. Geçici olan zaten ilâh olamaz mantığı düalizmi de bitirir.
Mutlak mülkiyetin sadece Allah’a ait olduğunu ifade eden bir cümlenin ardından “din, daima O’na aittir” cümlesindeki “din” ne anlama gelir?
Din, ‘d-y-n’ kökünden gelir. Manası borçluluktur. Kulun kendisine verilenleri emanet olarak bilmesi, Allah’a karşı borçluluk bilincini yani dini ikame etmesini sağlar. Dindar; çok inançlı değil, Allah’a karşı kendisini sürekli borçlu hisseden; bu nedenle şükür hâlinde olan, dünyevî saltanattan, biriktirip sefa sürmekten, emaneti mülkiyetine geçirmek gibi hırslardan arınmış; gözü gönlü tok, gerektiğinde paylaşan kişi demektir.
Vâsıb kelimesi, “vesabe” fiilinden türemiştir. Kelime “devamlı oluşum, süreklilik” ifade etmekte ve “uçsuz bucaksız” manasına da gelmektedir. Süreklilik, genişlik manasındaki vâsıb ile din kelimesinin yan yana gelmesi, din dediğimiz borçluluk bilincinin hayatın her alanında ve her daim olması gerektiğini anlatmak içindir. Bu nedenle Allah’a karşı borçluluk bilinci anlamı taşıyan “din” aynı zamanda bir yaşam tarzıdır.
53- Ve sizin için nimet olarak ne varsa hepsi Allah’tandır. Sonra size bir zarar dokunduğunda yine O’na feryat edersiniz.
Tec’erûn kelimesi, “ce’era” fiilinden türemiştir. Kelime Kurân’da cehennemliklerin feryadı manasında şöyle kullanılmıştır: “Bugün boşuna feryad etmeyiniz!” (Müminûn: 65). Fiilî dua ve tazarruda aşırıya gitmek, çok bağırmak anlamına gelir. Bazı hayvanların yardım taleplerine benzeyen acı feryatları için de bu kelime kullanılır. Emaneti mülkiyet sanan, onu kaybettiğinde kedere ve tarifsiz üzüntülere kapılır. Gençlik, sağlık, tüm mal-mülk, makam-mevki, eş-dost, evlat, güç gibi insanın en değer verdiği ve nimet olarak gördüğü ne varsa elinden kayıp gitmesi sonucu oluşacak psikolojik yıkımlardan, ağır depresif durumlardan kurtulmanın tek ve yegâne yolu “Ondan geldik, ona döneceğiz.” Kurân’î ilkesidir. (Bkz. Bakara:156) Şirke düşmemek için bu âyetlere gereği gibi imân şarttır.
54-55 Sonra o zararı giderdiğinde sizden bir grup, onlara verdiğimiz şeylere karşı nankörlük için Rabblerine şirk koşar.
Verilen nimeti örtme burada küfür olarak ifade edilmiştir. Küfür, hem “hakîkati örtenler” hem de “nankörlük edenler” manasında kullanılır. Kişi önce nimetin değerini örter. Dolayısıyla her örtme aynı zamanda bir nankörlüktür veya her örtme nankörlükle sonuçlanır. Gönderilen âyetler de en büyük nimetlerdir. Bunu örtmek de Kurân’da küfür olarak ifade edilmiştir. Bağlamda ise Allah’ın insana bahşettiği diğer nimetleri de kapsayan daha genel bir anlamda kullanılmıştır. Nimeti örtmenin zıddı ise yani küfrün zıddı şükürdür. (Bkz. Bakara:152) Şükür o nimetin gereğini yapmak iken, küfür o nimetin kaynağını, maksadını ve neden verildiğinin üstünü örtüp nimeti hevâ ve heves uğrunda hebâ etmektir. (Bkz. Bakara:152) Şirkin bir sebebi de daha kolay ve çok daha fazla nankörlük edebilmektir. Zira nankörlükte sorumluluk, ahde vefa, emek, gayret yoktur. Onun yerine çıkarlar önceliklidir. Bir önceki âyette sıkıntının dokunması (şer) Allah’a isnat edilmemişken burada sıkıntının kaldırılması (hayr) Allah’a isnat edilmiştir. Kötülüğü insan kendi tercihleri sonucu oluşturmasına karşılık şerri ve zararı el- Hayr olan Allah ortadan kaldırmıştır. Bu âyetlerde, insanoğlunun sahip olduğu nimetlerin hepsinin Allah’tan birer lütuf olduğu hatırlatılarak şirkin farklı nedenlerine örnekler verilmiştir. Bu meyanda çıkarcıların tamamı müşriktir. Bu müşrikler Allah’a olan borçlarını uydurma ibadetlerle ödeyip borçtan kurtulduklarına inanırlar. Kurân, bolluk ve darlıktan dolayı oluşan menfaatçi imânın doğru bir imân olmadığını anlatır. Kurân, tüccar kafası ile iyilikten rant devşirmeyi veya kötülüğün sadece kendisine dokunmasını istemeyen, dokunduğunda da feryadı basanları gerçek mümin olarak görmez. Bu minvalde Allah Resûlü şöyle buyurmuştur: "Sizden biri, kendisi için sevdiğini (istediğini) kardeşi için de sevmedikçe (istemedikçe) gerçek imâna eremez." (Buhârî, Nesâî, Müslim Îmân; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme; İbn-i Mâce, Mukaddime)
56- Ve onları rızıklandırdığımız şeylerden, bilmediklerine bir nasip ayırıyorlar. Tallahi, iftira etmiş olduğunuz şeylerden mutlaka mesulsünüz.
Tâllahi yemini, vallahi’den farklı olarak hayret ve şaşkınlık anlamını da içerir. Yapılanların sorumluluktan kaçmak için uydurulmuş iftiralar olduğuna akıl, mantık, fıtrat, adâlet, maruf ve hakîkat tallahi ile şehâdete çağrılmıştır. Kendilerine doğru kullanmaları için emaneten verilen rızıktan bilmediklerine bir pay ayırmaları kınanmıştır. Tersi ise bilgi sahiplerine, verdikleri bilgi karşılığında bir nasip verilmesi gereğidir. Ancak menfaatperest müşrikler, emeksiz ve kolay yoldan arzularına kavuşmak için üfürükçülere, cinci ve muskacılara maddî çıkar sağlar. Onları ve yaptıkları bâtıl bidatları böylece besler. Sonuçta yapan da yaptıran da bu suçun yaygınlaşmasında ortaktır. Bu meyanda putlara veya ikonlara harcananların; yatırlara adanan adakların, dilek kuyularına veya havuzlara atılan paraların; büyü, tılsım, ağız bağlama gibi uyduruk inançların tamamına harcanan emek ve imkân gibi rızıkların hebâ olduğu belirtilmiştir. Aynı zamanda yapan ve yaptıranın da mesul olup hesabının sorulacağı âyette hatırlatılmıştır.
57- Ve Allah’a, kızlar isnat ediyorlar. O, Sübhân’dır. Ve beğendikleri ise kendilerinin oluyor.
Eğer beğendikleri çocuklar kendilerinin oluyorsa Allah’a isnat edilen, beğenmedikleri çocuklarıdır. Çocuk erkekse “Erkek adamın erkek çocuğu olur.” safsatasını savunan nadanların kız çocuğu olduğunda ondan utanmaları hatta onları öldürmeleri sonraki âyetlerde konu edilecektir. Müşrikler bazen kızları diri diri gömerdi. “Ve diri diri gömülen kız çocuğuna sorulduğunda hangi suçtan dolayı öldürüldüğü?” (Tekvir: 8-9) Bu kız çocuğuna sorulan sorunun cevabı neden Kurân’da yok? Zira ortada zavallı kız çocuğunun işlediği bir suç yokta ondan. Müşrikler bu cinayetleri câhil kafalarına göre yapıyordu. Bu cinayeti işlemelerinin bir sebebi de hem kadını bir mal gibi görmeleri hem de güçsüz, savunmasız, çocukları öldürme veya yaşatma hakkını kendilerinde görmeleridir. Zira çocukların da birer emanet olduğuna inanmazlardı. Bakara 258 bu hadsizliği şöyle örneklendirir: “(Hz. İbrahîm) ‘Benim Rabbim hem diriltir hem öldürür.’ dediği vakit o Nemrut: ‘Ben de hem diriltir hem öldürürüm.’ demişti.” Tebaasını kulu gibi gören, makamın emanet olduğunu değil malı olduğunu sanan her tür zulmü işleyebilir. İşte Kurân adet olarak yapılagelen böyle bir hadsizliğin, yobazlığın, vahşetin, caniliğin ve ilkelliğin içine inmektedir. Sakat, hasta veya kafalarındaki standardı karşılamayan çocukların bir yük olarak görülüp öldürülmesi sadece câhiliye Araplarında değil, birçok kültürde karşımıza çıkan bir caniliktir. Bebek katli çoğu toplumda -modern zamanlar da dâhil olmak üzere- yapılagelmiştir. Burada Allah’ın sübhân oluşu özellikle vurgulanmıştır. Zira kendilerince verilenin şer olduğunu iddia edip şerri Allah’a isnat söz konusudur. Bu durum yapılan cinayetlerin sorumluluğundan onları kurtarıp zulümleri din kisvesi altında meşrulaştırma çabasıdır. Kız çocuklarını diri diri gömme süreci şöyle başlar:
58- Ve onlardan birine kız müjdelendiği zaman kararan yüzü gölgelenir ve o öfkelenir.
Kararan yüzün gölgelenmesi, utancın başın öne eğilerek gizlenmesidir. Bunu yapan, bu zelil hâle düştüğü için de çok öfkeli ve kızgındır. Tebşir, Araplarda sevince sebep olacak müjdeli haberlere has bir ifadedir. Ancak asıl lügat manası itibarı ile bu kelime, insanın yüzünün derisinin renginin değişmesinde tesirli olan haber demektir. Bu kelime beşerle de aynı köktendir. Sevinç, yüzün rengini değiştirdiği gibi üzüntü de buna sebep olabilir. “Zalla” kelimesi, “kâne” gibi yardımcı fiildir. “Kâne” devamlılığı ifade eder. “Kâde” yaklaşmakta olduğunu, neredeyse anlamı taşır. Âyetteki “zalle” ise geçici olarak birden olup geçen anlamındadır. Yüzün gölgelenmesi, başın öne düşmesi sonucu oluşmuş bir hâldir. “Sivad”, “siyah, kara” demektir. Burada kararıp siyahlaşmak, kızgınlık ve öfkenin yüze yansımasındandır. Bu ifadeler müşriklerin, kız çocuğuna sahip olmaktan ötürü kedere boğulmalarını resmeder. Kezîm kelimesi, aslen “nefesi kesilip donup kalmak” manasınadır. (Râğıb) Kurân’da (öfkesini) “tutmak, yutmak” anlamında kullanılır. (Bkz. Âli İmrân:134) Hüzün, öfke, korku gibi durumlarda insanın aldığı hâli ifade eder. Akan duygu seline set çekmek, onu engellemek değil; oluşmasına sebep olan tasavvurun terbiye edilmesi şarttır. Burada sanki birkaç kez kız çocuğu olup da hiç erkek çocuğu olmamış bir babanın beklentisi anlatılmış gibidir. Zira erkek olacağına dair müjde beklerken bir anda yine kız olduğunu duyunca kişinin öfkesini içinde gizlemeye çalışması; ancak bunu da başaramaması anlatılmıştır. Yaşanılan ikilem şöyle tarif edilir:
59- Müjdelendiği şeyin kötülüğünü kavminden gizler. Zelil olmayı göze alıp onu tutsun mu yoksa onu toprağa mı gömsün? Verdikleri hüküm ne kötü öyle değil mi?
“Vera” arka taraftır, alandır. Bununla beraber sırtın arkası da vardır. Tevari etmek; görünmemek, gözden uzak olmaktır. “Hûn” kelimesi, “zillet, horluk, hakîrlik, küçük düşürmek” manalarına gelir. “Dess“, bir şeyi bir şeyin içine koyarak gizlemektir. Müşrik aklın bu kadar net olan bir konuda bile yaşadığı ikilem 51. âyette “İki ilâh edinmeyin!” emrinin ne kadar hayatî olabileceğine dair somut bir örnektir. (Bkz. “Âhirete inanmayanlar en kötü örnektir.” Nahl: 60) Ya iyilik ve hayır tanrısının dediğini yapıp doğan çocuğuna merhamet gösterecek ya da desinler putu ve sözde şer tanrısının öfkesini kızının üzerinden devşirecektir.
Zelil olmayı göze alıp çocuğu tutmak ifadesinin altında yatan duygu o dönemde borç batağına düşmüş Arapların, kız çocuklarının tefeciler tarafından bir mal gibi alıkonması ve beyaz bayraklı genelev çadırlarında satılmalarıydı. Cahiliye Arabı için ileride faizin getirdiği borç batağına düşme ihtimali; savaş, ölüm vs. gibi sebepler kızını öldürmek için kâfi sebeplerdi. Burada çocuğunun geleceğini değil, kendi itibarı ve namusunu öncelerdi. Kız çocuğunun utanç verici bir şey olarak görülmesinin bir sebebi de savaşlarda esir edilip cariye ismi altında âdi bir mal gibi pazarlarda satılma ihtimali idi. Bu cinayetlerin temelinde inanç ve tevekkül eksikliği vardır. Gelecek korkusu, aslında imân yokluğunun yansımasıdır. Âhireti olmayan bir dünyada birinin hayatına son verip vermemenin ne farkı vardır ki? El-Muhyi olana imân eden yaşatarak tevekkülünü gösterirken, şirkin parçaladığı müşrik kafa öldürerek tedbir aldığını zanneder.
60- Âhirete inanmayanlar en kötü örnektir. Ve en yüce örneklik ise Allah’a aittir. Ve O; Azîz’dir, Hakîm’dir.
Zemahşerî ile Râzî “mesel” kelimesine “örnek” manasını vermiştir. Cinsiyet üzerinden yapılan her ayrım maneviyatı, şahsiyeti ve kişiliği maddiyat ve dış görünüşe değiştirmiştir. En yüce örneklik nasıl Allah’a aittir? Allah bize örnek midir? Allah bize en güzel örnektir. Kurân’ın muradı Allah’ın güzel örnekliğini kullarda tecelli ettirmek iken maalesef bu minvaldeki âyetler yüzeysel anlaşılmış ve mücessime denen bir sapma oluşturulmuştur. Hûd 56’da “Benim rabbim sırâtımüstakîm üzeredir.” diyen Hz. Hûd kimi kendine rehber edinmiştir? Enâm 54’te kendine rahmeti yazan bir Rabbin kulları yani Rahman’a imân edenler merhametsiz olabilir mi? Azîz ve Hakîm esmaları arasında herhangi bir atıf “vavı” yoktur. Bu yüzden Kurân’da böyle peşi sıra gelen esmaların tamamı birlikte anlaşılmalıdır. Mesela Âli İmrân 4. âyetteki “vallâhu azîzun zuntikâm” ifadesindeki “intikamı” tek başına anlamamak gerektiği gibi. Zira “Azîz” esmaülhüsnası olmadan o sıfat çalışmaz. Bu yüzden Allah izzetine aykırı bir intikam alıcı değildir. Onun intikamı, sığ beşerî duygular ile açıklanamaz. Bunun gibi Nahl 60’daki peşi sıra gelen iki esma şöyle tecelli eder: İzzetine aykırı hükümler vermekten çekinen bir kulda artık “izzetli hükümler” söz konusudur. İnandığı Allah, gelecekte işlenen günah ve hatalara göre kullarını hemen cezalandırmamıştır. Kul da peşin hükümler verip aceleci olursa onda Azîz, Hakîm sıfatları tecelli etmemiş, en güzel örneği kendisi emsal edinmemiştir. İşte Azîz ve Hakîm olan Allah’ın hükmü ile verdiği âlâ örneklik şudur:
61- Ve eğer Allah, insanları zulümleri sebebiyle yakalasaydı, onun üzerinde hareketli bir şey bile bırakmazdı. Ve lakin onları, isimlendirilmiş bir zamana kadar tehir eder. Artık onların ecelleri geldiği zaman ne bir saat ertelenir ne de öne alınır.
Rabbülâlemin, önceden koyduğu yasalar çerçevesinde hayatın devam edip gittiğini bu âyetler ile anlatmaktadır. Allah’ın kendisini, “cezalandırıcı, intikam peşinde koşan” bir Rabb gibi (hâşâ şer tanrısı gibi) tanıtmamasına rağmen maalesef bazı insanların bildiği ve öğrettikleri Rabb tasavvuru; çarpan, yakan bir Rabb tasavvurudur. “Eğer Allah sizin sandığınız gibi olsaydı yeryüzünde canlılık hatta hareket bile biterdi.” meyanındaki ifade, hayatın Allah’ın rahmeti gereği devam ettiğini hatırlatır. İster kız olsun ister erkek her doğan çocuk Allah’ın insanlık üzerindeki merhametinin, yani “umudunun” devam ettiğini gösterir. Her doğan bebeğin bir eceli vardır. Bu ecel o çocuğun vücudunun en son dayanma kapasitesidir. Ki buna Kurân “ecelimüsemma” demektedir. Bir insanı bu belirlenmiş ecelden yani biyolojik bedenin en fazla dayanacağı süreden fazla yaşatmak mümkün olmadığı gibi bu süreyi öne almak da cinayettir. İnsana verilen hayat emanetinin, ömür kredisinin kullanılmasına engel olana Kurân “…tüm insanları (yani insanlığı) öldürmüş gibi olur.” der ve akıbeti ateş olarak gösterir. (Bkz. Mâide: 32; İsrâ: 33)
62- Ve onlar, kerih gördüklerini Allah’a isnat ederler. Ve onların dilleri, en güzelin onlara ait olduğu yalanını söyler. Zararı yok, ateş onlarındır. Ve muhakkak ki onlar, aşırıya kaçanlardır.
Eğer aklımıza “müşrik” dendiğinde puta-taşa tapan müşrikler geliyorsa onun günümüzde artık herhangi bir karşılığı yoktur. Ancak Kurân, çevremizde sık sık karşılaştığımız, bazen bizim de sergilediğimiz yanlış tavır ve tutumlar üzerinden müşrik tipi tanımlamaktadır. Müşrik kafa; hata ve kusurdan kendini beri görme yolu ile sorumluluktan kaçma, suçu başkalarına atma eğilimindedir.
En güzelin yani “hüsna”nın onlara ait olduğu yalanına inanır. Burada insan kendisini ilâhlaştırmakta ve tüm yapıp ettiklerinin en güzel olduğu yalanını söylemektedir. Müşriklerin iddiası en güzel amelin, en güzel akıbet ve söylemin onlara ait olduğu yalanıdır. Bir insan, yaptıklarını en güçlü, en güzel gibi kıyasta en üst nokta ile tarif ediyorsa o kişi kibre kapılmıştır ve böyle bir insan mükemmeliyetçidir. Mükemmeliyetçilik övünülen bir huy değil, şirk tasavvurun sonucudur. Kendini, yaptıklarını ve söylemlerini abartma, âyetin sonundaki “müfratûn” kelimesi ile özetlenir. Kelime ifrattan gelir ve aşırıya kaçmak demektir. Bu meyanda her tür mükemmeliyetçilik aşırıya kaçmaktır ve şirktir. Zira en mükemmel sadece Allah’tır. Bu nedenledir ki el-esmaül hüsna da sadece ona mahsustur. (Bkz. Arâf:180)
63- Tallâhi! Senden önceki ümmetlere de gerçekten göndermiştik. Oysa şeytân amellerini süsledi. Artık bugün de onların velisi, o olacaktır. Onlar için elîm bir azâp vardır.
Allah’a yemin “Ve” ve “Te” harfi ile yapılır. Allah’a “T” harfi ile iki defa yalnız bu sûrede yemin edilmiştir. Yemin eden “nahnu”dur. (Bkz. “el-meleü'l-a'lâ” için Sâd:69) Zaten burada “Biz göndermiştik.” gibi çoğul bir kullanım vardır. Allah’ın bir beşer ile konuşması birden fazla faktörün dahli ile olmaktadır. (Bkz. “Allah’ın bir beşerle konuşması ancak…” Şûra: 51) Ayrıca “Tallahi”deki “T” harfi gelecekte olacaklar için yemin olarak kullanılır. Allah kendi kendine burada veya Kurân’ın herhangi bir âyetinde yemin etmez. Yemin eden, elçi meleğin de içinde bulunduğu ve gaybı yalnız Allah’ın bildirmesi ile bilebilen yüce meleklerdir. (Bkz. Bakara: 32) “Lekad” (gerçekten) ile geçmiş ümmetlere gönderilen elçiler anlatımı pekiştirilirken, “Tallahi” (Allah’a yemin olsun) kelimesi ile gelecekte onları bekleyen elîm azâbın kesinliği bildirilmiştir. Bu gerçeğe rağmen şaşılacak olanı tercih etmelerinin sebebi olarak da şeytânın onların amellerini tezyin etmesi” gösterilir. Kötülükler yapmalarına rağmen şeytânî duygu ve düşünceleri; yaptıklarını vicdanlarına iyi, güzel bir maske ile gizleyip süsler. Bu yüzden onların velisi; koruyup kollayanı, avukatı, dostudur. Yani bu sahtekârlığı yapan kötü duygu ve düşünceleridir. İnsanın içinde vicdan, sağduyu, fıtrat gibi bir iyi yan bir de şeytânî, menfaatperest düşünceler ve bencil duygular olan kötü yanı vardır. (Bkz. Fücur ve takvanın ilhamı… Şems:8) Bir Kızılderili atasözü şöyledir: “İnsanın içinde kavga eden iki kurt vardır: Biri iyi diğeri kötüdür. Sen hangisini beslersen o galip gelir.”
“El-yevm” belirlidir. Arapçada “Yevmen” denildiği zaman herhangi bir gün anlaşılır. “Yevme” denildiği zaman belli bir gün anlaşılır. “El-yevm” denildiği zaman da bugün, yaşanan gün anlaşılır. Kurân, açıkça “bugün” diyerek günümüze işâret etmektedir. Şeytânî duygu ve düşüncelerin, geçmiş kavimlerde olduğu gibi bugün de yoldan çıkardığına ve gelecekte de bu kadîm kavganın devamına dair bir ifadedir.
Veliye kelimesi, “yaklaştı, yakınlaştı” anlamına gelir. Yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyette“ şeytânsı yanın daha fazla beslenmesi sonucu onun insana yakın olup dost olması ve bu yüzden her dediğinin yapılması, kontrolün zamanla tamamen onun eline geçmesi Kurân’î bir üslûpla ifade edilmiştir. Aslında insan içindeki iyi yan yüzünden yaptığı her kötülüğü güzel ve süslü gerekçelerle yapma ihtiyacı duyar. Geçmiş ümmetler üzerinden verilen bazı örnekler şunlardır: Hz. Sâlih zamanında insanların seyahat özgürlüğünü kısıtlamanın onların iyiliği olduğunu zanneden Semûd kavmi, Hz. Şuayb zamanında tartılarda hile yapıp zengin olmayı hayal eden Medyenliler. Hz. Lût Peygamber zamanında mutlu olmanın yolunu sapıklıkta arayan Lût kavmi. Firavun’un ucuz işçileri olan İsrailoğullarını güçlü bir Firavun ve Mısır sloganı ile ezmesi. Güçlenen Karunların sermayeyi halktan koparıp fildişi kulelerde gösteriş sebebine dönüştürmesi gibi birçok anlatımda kötü ve yanlış olan amellerin, şahsî ve küçük hesaplarla meşrulaştırılması ve doğruymuş gibi lanse edilmesi söz konusudur.
64- Ve bu kitabı, inanan bir kavim için hidâyet ve rahmet olması ve hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi onlara beyan etmen dışında sana indirmedik.
“Li tübeyyine/açıklamada bulunman için” ifadesindeki lâm, Allah’ın fiillerinin birtakım gaye ve maksatlar şartına bağlı olduğuna delâlet etmek içindir. Bu âyet Kurân’ın indiriliş amacını ve görevlerini açıklamaktadır. “İnanan bir kavim” şartı ise aslında kendini güvende hisseden, güvenilir ve muttakî bir kavim anlamındadır. Savaştan sakınan, menfaatlerini değil iyi olanı, sulh ve selâmeti seçen, vicdan ve erdem yanlarını güçlendiren muttakîlere bu kitap hem hidâyet hem de rahmettir. (Bkz. Bakara: 2-Neml:77) Sakınmanın sonundaki güven hâlinin devamı da kitabın beyan edilmesi şartına bağlanmıştır. Kitabın amacı böylece özetlenmiştir. Âyetteki illa (ancak-sadece) kaydı bu anlatılanın dışında kitabı okumanın, anlamanın ve yorumlamanın da önüne geçer. Kurân’ın; fıtrî olan ihtilafların tefrikaya dönüşmesine engel olma amacı, kitabın bir güven ortamı tesis edebilme potansiyeline dikkat çeker. (Bkz. “Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sarılın ve tefrikaya düşmeyin!” Âli İmrân: 103) Bu şart ile ancak ilâhî ilkelerin topluma hidâyet ve rahmet olmaya devam edeceğini de müjdelemiştir. Tıpkı semâdan inen suyun hayatı canlandırdığı gibi vahiy de ölüleri diriltip yaşama manevî bir hayat katar.
65- Ve Allah, semâdan suyu indirdi. Böylece onunla, ölümünden sonra arza hayat verdi. Muhakkak ki bunda, işiten bir kavim için elbette bir âyet vardır.
Neden “İşiten bir kavim için âyet vardır.” deniyor da “Gören, müşahede eden, inanan veya akleden bir kavim için âyet vardır.” denmiyor? Şöyle ki, bitkilerin yeniden yeşerip hayata dönmesi nasıl birtakım kanunlara, fiziksel olaylara bağlanmışsa önce bireylerin sonra da toplumun üzerlerindeki ölü toprağını silkeleyip yeniden ayağa kalkması da bazı sosyolojik kanunlara ve süreçlere bağlanmıştır. Maddî dirilişi “kün” emriyle ifade eden Nahl 40, burada da manevî dirilişe bir gönderme yapmaktadır. Zira kıyam gününde başların öne düşüp yüzlerin kararmamasının yolu, merhametli ve hidâyeti işitip ona tâbi olmaktır. Merhameti ilke edinen birinin içindeki kavga sükûnete erecektir. İmândaki güven hâli İslam’daki sükûnet ve teslimiyetle yaşanacaktır. O yüzden gökten yağan su misali olan bu âyetlerden ancak işitenler istifade edip manen dirilebilecektir. (Bkz. “Muhakkak ki sen ölülere duyuramazsın, arkasına dönüp gittikleri zaman sağırlara da daveti işittiremezsin.” Rûm: 52)
66- Ve muhakkak ki hayvanlarda da, sizin için elbette bir ibret vardır. Size onların karnında, fers ile kan arasında oluşan, tadanlar için boğazdan kolayca geçen, hâlis bir süt içiriyoruz.
Allah ilk misali bitkiler âleminden verdikten sonra, bu âyette de o bitkilerden yepyeni bir ürün ortaya çıkaran hayvanlar üzerinden bir anlatım yapmaktadır. Yüce Allah hayvanı yaratmadan bitkileri yaratmıştır. Zaten sıralama da bu şekildedir.
“Bâtın” demek mide demek değildir. Kanın ve hormonların bulunduğu ciğer ve safra kesesinin olduğu bölgenin adıdır. Bütün vücuttaki faaliyet sonunda ilgili hücrelerde üretilen sütün maddeleri süt keselerinde birleştirilerek son hâlini alır. Fers kelimesi ise, geviş getiren hayvanın pisliği, dışkısı, idrarı gibi atıklarının genel adıdır. Bu dışkı, hayvanın işkembesinde iken bir tür fermantasyon ile kokuşur ve fers adını alır. Gökten inen yağmur, çamura da kayaya da verimli toprağa da yağar. Bu meyanda yağmur, müşrik-mümin ayırt etmeden herkesin başına yağar. Kimi o yağmurdan süt üretir, kimi onu heba eder. Bu âyette sütün bir inek tarafından nasıl üretildiği, sonraki âyetlerde, aynı hammaddeden arının bal üretimi üzerinden insanların kendi elleri ile şerri/kötülüğü nasıl yarattıklarına konu getirilecektir. Amaç, kıyas yolu ile insanın doğru-yanlış, iyi-kötü, yararlı-zararlı gibi kavramlarını düzeltip onu içten içe inşa etmektir.
67- Hurma ve üzümün semerelerinden, sarhoş edici ve güzel bir rızık edinirsiniz. Muhakkak ki bunda, akleden bir kavim için elbette bir âyet vardır.
Seker kelimesinin kök anlamı “sisli, bulutlu, tozlu, bulanıklık” anlamında olup aklın karışıklığı, bilincin bulanıklığı, kafanın duman olması, insanın çevresini ve muhakeme yeteneği kaybetmesi demektir. Bu psikolojik hâller Türkçede “sarhoşluk” kelimesiyle ifade edilmektedir. “H-m-r” kökünden olan “hamr” aklın örtülmesi demektir. Kurân’da “s-k-r” kökü tıpkı “h-m-r” kökü gibi 7 yerde kullanılmıştır. Seker sarhoşluk halidir ve şuurun yarı açık ancak dumanlı olmasıdır, “humur”da ise sızma durumunu yani algıların tamamen kapanması söz konusudur. İnsan idrakini bulanıklaştıran maddeler manasında (Bkz. Nisâ: 43) veya ölüm ve son saatin dehşeti bağlamlarında kullanılmıştır. (Bkz. Kaf: 19-20) Burada “seker”, sarhoşluk veren şeylerden olan hurma ve üzüm şarabıdır. Âyette alkollü içkinin güzel rızıktan ayrı zikredilmesi, Kurân-ı Kerim’in Mekke’de bile içkiye bakışını gösterir. Bu meyanda “İçki Mekke’de serbestti, sonra Medine’de yasaklandı.” gibi yorumlar doğru değildir. Nasıl ki yağmurlar ile yeşeren ottan beslenen inek hem bundan fers denilen posa ve dışkı üretip hem de süt veriyorsa insanoğlu da yağmur ile sulanan üzüm ve hurma meyvesinden birtakım ürünler elde etmektedir. Bu ürünlerin bir kısmı “rizkan hasenen” denilen güzel rızıklar (hurma şerbeti, üzüm suyu, şıra, sirke vs. gibi) bir kısmı da yine fermente edilip oluşturulmuş içkilerdir. İnsanı insan yapan ve tek kabiliyeti olan akletmeyi, alkollü içkiler engeller. Dikkat edilirse burada “…edinin.” değil insanların hâlihazırda yaptığı bir vakıadan Kurân “…edinirsiniz.” diyerek bahseder. Bu bir emir veya tasdik cümlesi değil, var olan durum tespitidir. Haberi ihbar etmesi, yapılanları onayladığı anlamına gelmez. Maalesef bu hakîkat ortada iken bazı kesimler Mekke’de alkollü içkilerin kötülenip yasaklanmadığı gibi aslı olmayan iddialar ortaya atmıştır. Ancak âyeti bağlamı ile okuyan birinin alkolün “rics” yani pisliğe, ineğin “fersine/atığa” benzetildiğini çok net görecektir. (Bkz. Mâide:90) Âyetin sonundaki “Bunda akleden bir kavim için elbette âyetler vardır.” ifadesi de çok manidar seçilmiştir. Zira Kurân’ın murdar veya pislik olarak gördüğü alkollü içkilerin tamamının işlevi aklı örtmesi, onun işlevselliğini köreltmesidir. Bilimin ortaya attığı bir şehir efsanesi vardır ki günde bir kadeh kırmızı şarabın kalp damar hastalıklarına ve cilde iyi geldiği yalanıdır. Son yapılan bilimsel çalışmalarda üzümün özellikle kabuğunda ve çekirdeğinde bulunan “resveratrol” tabakasının faydaları üzerinedir. Bu tabaka bir antioksidandır. Kalp damar sağlığı ve cilt sağlığı için çok faydalıdır. Ancak şarapta bu tabaka çok çok az miktarlara düşer ve üretimde faydanın çoğu posa olarak israf edilir. Bu maddenin bahsedildiği işlevini yapabilmesi için günlük 300 şişe kırmızı şarap tüketilmesi şarttır. Alkol üzerinden sözde bilimsel propagandalara bu hakîkat aslında çok net bir örnektir. Alkolün su gibi tüketildiği en alkolik ülkelerde bile aklı başında hiçbir bilimsel otorite bu pisliği savunmaz. İnsanları âciz bağımlılara çeviren bu zarardan sevdiklerimizi korumak muttakîlerin vazifelerinden olmalıdır. Beyni ve birçok hücreyi olumsuz etkileyen alkol uzun vadede beyinde toksik bölgelerin oluşmasına sebep olmaktadır. Araştırmalar aşırı alkol ve sigara kullanımının, yaşamın ileri dönemlerinde Alzheimer riski oluşturduğunu gösteriyor. Alkol ve sigara tüketimi beynin küçülmesine, özellikle de hafıza ile ilgili olan “hipokampüs” bölümünün zarar görmesine neden olur. Alkol kullanımı insan ömrünü ortalama en az 20 yıl kısaltır. Alkol kullanımı, unutkanlık ve bunama gibi birçok hastalık manasına gelen demansın da en önemli sebeplerinden biridir. Alkolün direkt temas ettiği sindirim kanalında kanserlere sebep olduğu artık bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Alkol, trafik kazalarını arttırır. Zira refleksi, muhakemeyi azaltır. Kişileri daha agresif ve kavgacı yapar. Alkolik birinin veya sigara tiryakisinin 80 yaşına kadar yaşadığını öne süren biri muhtemelen o vücudun daha sağlıklı ve mutlu bir hâlde yüz yaşını devireceğinin şuurunda değildir. Aslında bu tür misaller, şeytânın kötülüğü süslemelerine tipik örneklerdir.
Alkol, beynin ve akletmenin en büyük düşmanı olduğu için bunda ayyaş değil ayık ve akledebilen bir kavim için elbette âyetler/dersler vardır. Gökten inen ruha şifa âyetlerin de insan eli ile kurumsallaşarak dinlerin birer saptırıcıya ve uyuşturucuya çevrilmesi, insanları düşünmekten ziyade itaate zorlanması ve akletmenin önünde bir engel hâline dönüşmesi de bir vakıa olarak karşımızdadır. İnsan elinin değdiği çoğu alan gibi doğal/tabiî olan bozulmaktadır. Kurân mesajlarını misaller ile vermeye şöyle devam etmektedir:
68- Ve senin Rabbin bal arısına; dağlardan ve ağaçlardan ve kurulu çardaklardan evler edinmesini vahyetti.
Kurân’da yaklaşık 80 yerde geçen vahiy kelimesi, câhiliye döneminde birçok manada kullanılmaktaydı. Cahiliye döneminde, dikili taş anıtlar, mektup, yazı, anlamlarında kullanılmıştır. Oradan fısıltılı konuşma (Enâm: 112-121), işaret diline veya yazılı bilgilendirme (Meryem: 11), içe doğuma (Mâide: 11, Kasas: 7), amacını yükleme ve bir fıtrat verme (Fussilet: 12, Zelzele: 5 Nahl: 68) gibi anlamlar kazanmıştır. Allah’ın bir beşerle konuşması (Nisâ: 163, Enâm:19 vs.) ile arının yapması gerekenleri söze, dil kurallarına ihtiyaç olmadan o minicik hayvana yüklenmesinin aynı kelime ile ifadesi çok manidardır. Resûllerin veya nebilerin Allah’tan ne yapıp yapmayacaklarına dair aldıkları bilgilerde komut ve yönlendirmelerde dil kurallarına, yerel bir lisana veya söze ihtiyaçları olmayabilir. Günümüzde kullanılan wi-fi, bluetooth veya kızılötesi vs. teknolojilerde bilgi yerel bir lisana ihtiyaç duyulmadan aktarılır. Zira bu beşeri teknolojilerin bile kendi evrensel bir kod dili vardır. Peki, taşıyan elçiyi (melek) ve alıcıyı (kalbi) yaratan Allah’ın resûlleri ile sadece sözle, Arapça veya İbranice, dilin sınırlarında konuştuğunu neden zannederiz? Rabbin dili öyle bir dildir ki o dili arı da anlar, dağ-taş da anlar, beşer de anlar. Allah tüm resûlleri ile Rabbani bir yol ve dil ile iletişime geçmiştir. Kurân bu evrensel iletişime “vahiy” demektedir. Resullere “kitap verilmesi” elimizdeki Mushaf’ın somut olarak inmesi veya verilmesi tabii ki değildir. Kitap “amel defteri olarak da Kurân’da geçer.”(Bkz. “İkra kitâbeke” İsra:14) Kitap “ke-te-be” kökündendir ve manası, bilginin bir arada olması, derlenip toparlanması demektir. Resule ilahi bilgi bir bütünü oluşturmak için peyderpey indirilmiştir. Sonuç olarak “biz sana kitabı hak olarak indirdik” veya “kitabı verdik” şeklinde ifade edilmiştir. (Bkz. Nisa:105-113) Bu bakış Allah resulü “okuryazar mıydı-değil miydi” gibi tartışmaları da gereksiz kılmaktadır. Nahl sûresine geri dönersek dikkat edilirse süt üreten inek, meyve veren bitkinin ardından burada yine üretken dişi arıdan bahsedilip o derin mesaj verilmeye devam edilmektedir. Kurân, arının yaptıklarını anlatırken fiilin dişil formunu kullanmaktadır. Arının yaptıkları anlatılırken fiilin dişil formunun kullanılması Kurân’ın saydığı eylemleri dişi bal arısının yaptığını göstermek içindir. Kurân’ın indiği dönemde insanların kovan içindeki iş bölümünün detaylarından, kraliçe arıdan, işçi arıların dişi olduğundan, kovanı inşa etmenin, bal yapmak için çiçek özünü toplamanın dişi işçi arıların görevi olduğundan haberleri yoktu. Bu yüzden Kurân’ın dişi arının görevlerini sayarken fiili ona göre çekmesi ve erkek arıları bu görevlerden dışlaması mucizevî bir ifadedir. Rabbin aslında hem arıya hem insana vahyetmesi insanoğlunun tabiattaki yerini de göstermektedir. Fakat insan her şeyin kendisi için olduğuna inanarak kendisini tüm mahlûkatın üzerinde bir konuma kibir ile koyar. Oysa bu tasavvur kayması, insanoğlunu mahlûkat âlemi ile uyumlu ve üretken bir hayat tarzını değil sürekli tüketen, dünya için hastalık kaynağı olan bir virüse dönüştürmüştür. İnsan gittiği yerde kolonileşip oranın tüm kaynaklarını sömüren, kirleten ve hastalık yayan parazitler gibi davranır olmuştur. 70-80 yıl önce Einstein, “Eğer arılar yeryüzünden kaybolursa insanlığın sadece 4 yıl ömrü kalır, arı olmazsa döllenme, bitki, hayvan ve insan olmaz.” uyarısını neden yapma ihtiyacı duyduğunu düşünmek lazımdır. Arılar 130 bin farklı bitki türünün çoğalmasını sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda canlıların da çok önemli ihtiyaçlarını ücretsiz karşılıyor. Çiçekli bitkilerin büyük bir çoğunluğu üremek için tozlayıcılara güvenir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi meyveler, bitki örtüsü ile beslenen hayvanların tümü, polenleri bir çiçekten diğerine taşıyan tozlayıcılara güvenir. Ancak arıların değeri, sadece sayısız meyve ve sebze tedarik etmenin ötesine geçer. İşte arıların değerinin en önemli 5 nedeni: Gıda arzımızın 1/3'ünün üretilmesine yardımcı olurlar. Dünyadaki liflerin, yağların ve diğer hammaddelerin yarısını sağlayan mekanizmalarda kilit noktadadırlar, birçok ilacın oluşturulmasına olmazsa olmazlardır. Ayrıca yaban hayatı için yiyecek sağlamada, toprak erozyonunu önlemede kritik rol oynarlar.
“Beyt” yalnız insanların yaşadığı mesken değildir. Bir ambar da beyttir. Bir kovan, içinde saklanacakları her kovuk onlar için bir beyttir. Dolayısıyla yavruların yetişkin oluncaya kadar beslendikleri her petek gözesi bile onlar için bir beyttir. Bu sebeple âyette “beytler” çoğul gelir.
Ya’rişûn fiili “…hazırlarlar.” anlamındadır. Bu fiil umumiyetle dallarda, ağaçlarda ve gölgeliklerde düzenli bir şekilde sağlamca yuvaların yapılması anlamında kullanılır. Bal arıları insanlar tarafından beslenmeden evvel taş, ağaç kovuklarında barınırlardı. Milâttan beş bin sene evvel ilk defa Mısır’da arı yetiştirme usulü geliştirilmiş, o tarihten beri ehil arılardan istifade edilmiştir. Tıpkı yukarıda bahsedilen enâm türü hayvanlar gibi arıların da ehlileşme fıtratı yine Allah’ın onlara vahyettiği fıtratın sonucudur.
69- Sonra bütün semerelerinden ye! Artık Rabbinin uygun hâle getirilmiş yollarına çık! Onun karnından muhtelif renklerde içecek çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için elbette bir âyet vardır.
Zelûl, “zili” mastarından boyun eğmek manasında mübalağa vasfıdır. Boyun eğen, kolaylıkla çekilip götürülecek şekilde kullanılmaya hazır duruma gelme ve uysal şeye “zelûl” denir. Zelûl olmak, zelil olmayı gerektirmez. Asıl olan mana, bu nedenle hakaret ve aşağılama değil; kolaylık, uysallık, uygunluktur. Yolların arılara uygun hâle getirilmesi arıların yüzlerce çiçeği gezdikten sonra kilometrelerce yol kat edip evlerinin yolunu bulabilme kabiliyetlerine bir âtıftır. Arılar, kovanın, güneş ile olan açısını ölçerek yola çıkarlar. Güneşi, bir pusula gibi kullanırlar. Hava kapalı da olsa, polarize güneş ışığını algılayıp ışığın yönünü saptayabilen özel göz hücreleri ile yaratılmışlardır. Bu nedenle âyette geçen “zülülâ” kelimesi, yolun durumunu belirlemekte ve gün ışığı ile “yolculuğu uygun hâle getirme” anlamına gelmektedir. Aynı ifade Kurân’da yine yol ve güzergâh manasında şöyle geçer: “Arzı size zelûl kılan O’dur. Artık onun omuzlarında dolaşın ve O’nun rızkından yiyin! (Mülk: 15)
Bitkinin bütün semeresinden yeme emri arılar ile çiçekler arasında yaratılıştan var olan bir sözleşmeye âtıftır. Çiçek doğrudan kendi işine yaramayan güzel kokulu ve tatlı bir bal özü, nektar üretir. Arı da bu koku ile karnını doyuracağı, enerjik özden istifade için çiçekten çiçeğe gezerek sırtındaki küçük tüyler ile genetik materyali taşır ve çeşitliliği sağlar.
Üç boyutlu bir yapıda mühendislik açısından, peteklerin altıgen dışında bir şekilde yapılması hem atıl alanların oluşmasına hem de peteğin mukavemetinde zayıf alanlara sebep olacaktır. Fakat altıgen olarak yapılmaları hâlinde, en yüksek verimin alınacağı hesaplanmıştır. Şu hâlde bu zayıf ve ufacık hayvanları, böylesine üst düzey hesapları sanki bir ölçü birimi kullanarak nizamî ve hikmetli yapmaları elbette üst bir güce ve bilgiye dayanmaktadır. İşte Kurân bu referansa âlemlerin Rabbi derken, edindikleri bilgiye de arıya vahyedilmesi olarak özetlemiştir. Arıların 500 gr bal yapabilmesi için yaklaşık 2 milyon çiçeği ziyaret etmeleri ve 88 bin km yol katetmeleri gerekir. 100 gr balda 325 kalori mevcuttur. Ayrıca balda vitaminler de vardır. Daha çok A vitamini bulunur. Önemli vitaminlerden B kompleksi ile C vitamini de bulunur. Ancak C vitamininin miktarı baldan bala değişir. Balın rengi, vitamin ve mineral düzeyi ziyaret edilen çiçeğin mahiyetine göre muhteliftir. Balda mikrop üreyemez. Bu nedenle de bal, doğal ve güçlü bir antiseptiktir. Baldaki glikoz ile levüloz, sindirilmesi kolay şekerlerdir. Bunlar özellikle beynimiz için doğal enerji kaynaklarıdır. Beyin, vücudun en fazla glikoz tüketen organıdır. Tefekkürün gücü, hem bilginin doğru ve zengin olmasına hem de akletmenin merkezi olan beyni besleyen enerji kaynaklarının çeşitliliği ve doğallığına bağlıdır. Derinlemesine ve sürekli düşünme olan tefekkür ile âyetin bitmesi de, bu mana örgüsü içinde dikkat çekici başka bir detaydır.
70- Ve Allah, sizi yarattı. Sonra sizi tamamlayacaktır. Ve sizden kimileri, bir şey konusunda ilim sahibi olur sonra da bilemediği için ömrünün en zelil hâline döner. Muhakkak ki Allah, Alîm’dir, Kadîr’dir.
Allah, insana ilk yaratılışını hatırlatarak ona yüklenen potansiyele dikkat çekmiştir. İnsanı insan yapan ve ona bir kişilik, karakter ve kimlik kazandıran aklıdır. Bu melekenin zayıflaması veya gitmesi sevdiğiniz, tanıdığınız insanı yabancı birine dönüştürür. Aklın bilgiyi muhafaza edememesi; zelil, muhtaç bir hâle düşmek olarak ifade edilmiştir. Bu hâle düşüren Allah değildir. Sizi Allah yarattı ve ilmî bir ölçü koydu, ifadelerinin arasında âyet, bu hâle düşmeyi somut bir ibret olarak sadece nakleder. Her yaşlı, aklî melekelerini kaybetmez. Bu nedenle âyette “kimileri” denilerek bir vakıadan bahsedilir. “Erzelil-‘umur” ifadesi, ömrün en kötüsü, en düşüğü anlamındadır. Nitekim Arapçada değersizliği ifade için “Rezule’ş-şey’u yerzulu – rezâleten – erzelehû gayruhu” (Birisi falanı rezil kıldı.) denilir. Demek ki “erzelil ‘umur” biyolojik yapının, bedenin bazı nedenlerden dolayı daha hızlı eskimesidir. Bu eskime süreci 67. âyette olduğu gibi aklı örten ve bağımlılık yapan içki ve haramlar ile hızlandırılmış olabilir.
Âyetin sonu “Alîm, Kadîr” esmaları ile biter. Alîm olan Allah, her şeye bilinçli bir takdir tayin ederek kader belirlemiştir. Akıl sağlığının korunması için var olan ölçüye/kadere birkaç örnek verebiliriz: Mesela yaşam şeklinin düzenli olması, beş vakit namaz gibi günlük aktivite ve zamansal düzeni sağlayan huzurlu ibadetler akıl sağlığını korumada yardımcı bir ölçüdür. Durağan değil “bir işte yorulunca başka bir işe yönelme” prensibi gereği daha hareketli, aktif bir hayat tarzı. Cemaat içinde olma, sosyalleşip beraber aktiviteler yapma. En az haftanın bir günü sevilen bir uğraşı edinme. Gece hayatından uzak durup günlük en az 7-8 saat uyuma, Allah’ın haram kıldığı alkolden, sigaradan ve diğer uyuşturucu maddelerin şerrinden yine Allah’a sığınma; kumar, zina gibi adrenalin patlamalarına neden olan haramlardan sakınma. Emek ve uğraşı sonucu elde edilen başarıların kazandırdığı mutluluk hormonunun artışına talip olma. Oruç tutup iftar ve sahurda hafif besinler tüketmeye ve sağlıklı beslenmeye özen gösterme; sosyal medya ve internet kullanımını sınırlama. Akıllı telefonlardan ziyade hafızayı kuvvetlendirici ezberler yapma (dua ezberleme vs.). Her gün en az yarım saat Kurân’ı Kerimi anlayarak okuyup üzerinde tefekkür etme. Yüz yüze konuşmaları artırıp telefon konuşmalarını mümkün olduğunca azaltma. Hayata negatif bakmanıza sebep olan olumsuz haberlerden; eksiği, yanlışı sürekli gündem edinenlerden, dezenformasyonlardan uzak durma. Gıybet ve iftiralarda aslında sürekli olumsuzu düşünmek olduğu için bunlar uzun vadede beyne zarar vermektedir. Stresten ve kaygıdan, şeytânî vesvese ve evhamlardan Allah’a sığınıp imânın verdiği umudu ve dindeki huzuru kaybetmeme. Âhiret gibi bir hedefin olması, hayatın amacını/ruhunu kaybetmeme. Harama bakma ve şehvet içerikli görsel ve işitsel yayınlara maruz kalmanın uzun vadede beyin sağlığını bozup muhakeme gücünü zayıflattığı bilimsel çalışmalarla ispatlanmıştır. Bu saydıklarımız irâdî olanlardır. Bir de irâdemiz dışında olanlar vardır ki, bunlar bazı viral enfeksiyonlar, başa alınan travmatik kazalar veya darbeler, genetik yatkınlıklar, beyindeki nörotransmiter maddelerin seviyelerindeki artış veya azalmalar gibi Allah’ın takdir ettiği belirli ölçülerdeki değişikliklerde bizi biz yapan anıların, hatıraların ve edinilen çok değerli bilgilerin kaybına sebep olabilir.
71- Ve Allah, rızık konusunda bazılarınıza bazılarınızdan fazla verdi. Oysa fazla verilenler ellerinin altında bulunanlara rızıklarını iade eden olmadılar. Aslında onlar rızık konusunda eşittirler. Onlar, Allah’ın nimetini bile bile yok mu sayıyorlar?
Yechadûn kelimesi, kalpte ispatı yerleşmiş olan şeye karşı tavır almaktır. Bağlamda insanların haklarını gördükleri hâlde bile bile yok sayma ve inkâr etmeyi tarif eder. (Bkz. Enâm:33) Bu durum, psikolojide de yerini almıştır. Buna “concorde sendromu” denilmektedir. Bir şeyin zararlı olduğunu bildiği hâlde çok emek, zaman, imkân harcandığı için kaybedileceklerin fazlalığından dolayı ondan bir türlü vazgeçememektir. Oysa, zararın neresinden dönülse kârdır. Peki, burada inatla savunulan yanlış nedir? Bu yanlış kölenin köle doğduğu dayatması ve efendinin mutlak manada köleden üstün olduğu tabusudur. Kölelik ve efendilik sistemi müşrik bir tasavvurun ürünüdür ve tevhide aykırıdır. Şöyle ki, Allah rızık konusunda insanları farklı farklı kılmıştır. Buradaki fazlalık “fadalle” ile ifade edilmiştir. Fadl; olumlu manada iyilik, fazîlet, erdem ve lütfun fazla verilmesi demektir. Ancak burada maddî rızkın fazla verilmesi manasındadır. Faddalnâ, “Biz fazîletli, iyi kıldık.” demektir. Kurân’da geçen “Biz fazîletli kıldık.” ifadeleri bazı kişilerin rızık, bilgi veya yetenek vs. konularında belirli bir süreç ve emek ile kazandıklarını ifade eder. Ancak bu âyette doğrudan Allah’ın fazladan vermesi vardır ki bunlar herhangi bir emek verilmeden hazır bulunanlardır. Kişinin zengin bir ailede doğması, kendisine miras kalması, doğuştan ve genetik olarak edindikleri, fizikî yapısı vs. bunlardan bazılarıdır. Âyette Allah’ın rızık konusunda bazısını bazısından farklı kılması bir imtihan vesilesi iken, elinde fazla olanların varlık sınavından kaldığı şu ifade ile anlatılmıştır: “Oysa fazla verilenler ellerinin altında bulunanlara rızıklarını iade eden olmadılar.” Rızkın iadesi insan onuruna yaraşan temel hak ve özgürlükleri sağlayarak kölelere tanınan iade-i itibardır.
Şirk sisteminde fırsat eşitliği söz konusu değildir. “Okuduğumuz Nahl 71 Mekkî olmasına rağmen kölelik konusunu gündeme almaktadır. Bu sorunun temelini Kurân gelir dağılımındaki adâletsizlik olarak belirler ve eşitliğin, temel haklarda (sevaun) problemi çözeceğini öngörür.
Âyetteki “mâ meleket eymânuhum” kalıbındaki “meleket” ifadesi Kurân’da 15 yerde gelir. Sahip olma demektir. “Eymânehum” ifadesi ise “ellerinin altında” manasındadır. Kalıbın açılımı ellerinin altında sahip oldukları köleleri, cariyeleri veya işçileridir. Bu insanlar, efendilerinin sosyal haklarına sahip değillerdi. Hayatta kalmaları efendilerinin elindeydi. Zira onların mülkü statüsündeydiler. Kedisini efendi (rab veya mevlâ) gören, müşrik kölesini ister satar ister takas eder isterse cariye olarak sûistimal ederdi. (Bkz. Nûr: 33) Bu zulümlerin bir nedeni rızık konusundaki farklılığı sûistimal eden zenginlerin, köleleri rızık veren olduklarına inandırmaları ve seçkinci bakışlarıdır. Nahl 71’de “Rızkı fazla fazla ellerinde tutanların er-Rezzâk olmadığı”, rızık verenin sadece Allah olduğu hatırlatılmıştır. Amaç, ezilen insanları temel hak ve özgürlüklerde (temel rızıklarda) eşitleyip ellerinden alınmış haklarını iade ettirmektir. Bu, köleleri tevhidî eşitliğe ve adâlete de davettir. “Onlar, Allah’ın nimetini bile bile yok mu sayıyorlar? İnkâr edip nankörlük mü ediyorlar?” şeklindeki son cümle; Allah’ın katında köle-efendi gibi bir ayrımın olmadığı, emek verilmeden edinilenlerin bir övgü ve üstünlük vesilesi olamayacağını hatırlatır. Ölçü servete göre değil, tercihler ve sâlih amellere göre yapılmıştır. Aslında köle edinip kibirle onlara tepeden bakmanın Allah’ın verdiği imkânlara ve nimetlere en büyük nankörlük olduğu da hatırlatılmıştır.
72- Ve Allah, kendi içinizden eşler ve eşlerinizden oğullar ve torunlar kıldı. Ve sizi tayyip rızıklarla rızıklandırdı. Hâlâ bâtıla mı inanıyorlar? Ve onlar, Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?
Eski Türkçe oġul “yavru, evlat” sözcüğünden gelir. Türkçe sözcük yakın döneme dek cinsiyetten bağımsız olarak "kız veya erkek evlat" anlamında kullanılırdı. Dolayısıyla oğul denilince hem kız hem de erkek çocuğunun anlaşılması doğru olacaktır.
Temel hak ve özgürlük konusundaki varoluşsal eşitlikler bu önemli nimeti tayyip rızık mertebesine çıkarırken ırksal veya sun’i farkları savunmak, adâletsizlik ve kul hakkı ile yoksul ve sahipsizi itibarsızlaştırmak sûreti ile köleleştirmek haramdır. Nasıl ki imkânlara konmalarını sağlayan bir soydan gelmek kişinin tercihi ve seçimi değilse köle bir ailede de doğmak, o kişinin tercihi ve seçimi değildir. Kurân’daki “Hepiniz topraktansınız, atanız bir veya Rabbiniz birdir.” şeklindeki tüm izahların temeli kast sisteminin oluşturduğu adâletsizlikleri önlemek içindir. Hz. Peygamber’in bu minvaldeki sözleri Kurân’dan damıtılmış hikmetlerdir. “Ey İnsanlar, sözümü iyi dinleyin. Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Allah Resûlü Veda Hutbesi’nde tevhidin önemini bu cümleleri ile izah etmiştir. Tüm inananların kardeş olduğunu söyleyen Hucurât sûresi 10. âyetten sonra 11’de Kurân “Ey iman edenler, bir topluluk bir diğerini küçümsemesin. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdır.” buyurarak yine kavmiyetçi ve ırkçı bakışın, hayatı hiyerarşik okumanın önüne geçmiştir. Şirkin oluşturduğu kast sistemini Nahl 72 “bâtıla imân” olarak tarif etmektedir. Kökleşmiş ve kurumsalmış köle-efendi düzeni hakkaniyetli değil, tamamen bâtıl bir düzendir. Bir insanın güçlü, zengin veya kalabalık bir aileye mensup olması üzerinden aşiretçilik, kavmiyetçilik veya ırkçılık yaparak sahipsizleri, garipleri ezmesi, zayıf aile veya ülke halklarına, insan oldukları için hak ettikleri değeri göstermemesi, âyette verilen nimetlere küfür olarak tarif edilmiştir.
73- Ve onlar, semâlardan ve yerden onlara rızık olarak bir şey vermeye mâlik olmayan ve buna güçleri yetmeyen Allah’ın astındaki şeylere kulluk ediyorlar.
Âyette para babalarının, efendilerin, putçuların veya putların neden rezzâk olarak görülmemesi gerektiğine dair kesin bir kaide belirlenmiştir. Mülk mutlak manada sadece Allah’a ait olduğu için rızık da Allah’ın elindedir. Herkes ve her şey el-Mâlik olanın mülküdür. Emanetçilere mâlik muamelesi yapmak şirktir. Bu bağlamda müşrik; Allah’ın astında güce, paraya, makama ve hevâsına taptığı için insanları köleleştirendir. Allah’ın astındaki şeyler manasındaki “mâ” edatı sayılan sebeplere bir gönderme olabilir. Sadece nefsine tapan benciller, köle edinmeyi arzular. Hevâsını ilâh edindiği için konforun kölesi olan kibirli biri, kendisini diğer insanların üzerine konumlandırır ve onları kölesi gibi görüp aşağılayabilir.
Kurân’daki “mindunillah” kalıbı, “Allah’ın astında, berisinde, aşağısında” demektir. Bu da insanların ilâh algısının gerçek Allah hakîkatine göre ne kadar aşağıda olduğuna bir vurgudur. Kurân "Âlemlerin Rabbi sandığınız gibi değildir.” der ve şöyle devam eder:
74- Artık onları Allah’ın emsali tutmayın! Muhakkak ki Allah, bilir ve siz bilmiyorsunuz.
“Bildiğiniz gibi değil, öyle olmayacak!” şeklindeki “La tef’alûne” sigası nefyi istikbal içindir. Bilmediği şeyleri bilmiş gibi yapmak sadece abesle iştigaldir. O yüzden Allah’ın zatını düşünmek şirki üretir. Zira Allah’ın zatını düşünen sonlu zihin, sonlu ve sınırlı olan bir ilâh uydurur. Onu da Allah sanır. Böylece ona davet eder ki, buna kulluk değil kölelik denir.
Bağlam ile düşündüğümüzde aklımıza şu soru gelir: Gönüllü köleler, kulluğu niçin bilemez? Efendisini gözünde büyüten köle, sadece Allah’a kulluk etmedeki özgürlüğün ne olduğunu bilmez. Bunun için köleliği seçen kulluğun kadrini ve kıymetini anlayamaz.
İhlâs sûresinde “denk” anlamına gelen “küfüv” kelimesi kullanılırken, burada ve başka âyetlerde “misil” kelimesi neden seçilmiştir? “Misal” benzeri veya miktarda eşit demektir. “Mesel” ise benzetmedir. Bir şeyi Allah’ın emsali tutmak veya dengi görmek arasında fark vardır. Emsali görmek Allah’ın bir veya daha fazla sıfatını başkalarına vermektir. Ancak ihlas suresindeki “küfüv”de ise artık onun dengi başka bir ilâh bilmek söz konusudur. Biri (gayrillaha) Allah’tan gayri ilâhlar edinmeye karşılık gelirken buradaki “emsal” (mindunillah) Allah’ı uydurulan beşeri ilahlardan biri zannetmek vardır. Bir insan neyi Allah yerine tahsis etmiş ise, hayatını onun varlığına bağlamışsa Allah’a şirk koşuyor demektir. Varlığını Allah’tan rol çalan bir kişiye, nesneye, toteme vs. bağlayan; “O olmasaydı olmazdık.” diyen, “Onsuz yaşayamam, sen benim varlık sebebimsin.” şeklindeki sözlerle canını, malını, zamanının tamamını hülasa her şeyini bir ideoloji, düşünce veya kişiye bağlayan, bilgisizce Allah’a emsaller uydurmuş demektir. Sonuç, şirke düştüğünün bile şuurunda olmamaktır. Gerçek mümin her şeyini sadece Allah’a borçlu olduğuna imân eden (dindar) ve bunu sözleri ve amelleri ile ispat edebilendir. Bu ispat özgürlüğün bedelidir. Allah’ın dışında herhangi dünyevî ve beşerî bir unsura sebepleri bağlayan, zamanla onun kölesi olur. Kişi tarihte yaşamış ve ölmüş atalarının, ideolojilerin, felsefî akımların, bilimin, modanın, desinlerin, paranın, güç ve makamın, hevâ ve hevesin gönüllü kölesi olabilir. Bu hâl, âyetin de işaret ettiği gibi bir tür bilgisizlik halidir. Bu cehâleti gösterip kölenin kuldan farkını ortaya koymak için şimdi Allah bir misal verecektir.
75- Allah şöyle bir misal verdi: Hiçbir şeye muktedir ve sahip olmayan köle, tarafımızdan güzel bir rızık ile rızıklandırdığımız, böylece ondan gizli ve aşikâr infâk eden biri gibi olabilir mi? Hamdin Allah’a mahsus olduğunu onların çoğu bilmez.
Rabbimiz bu âyette “darbımesel” ile hakîkati bilmezden gelenlerin âdeta gerçeği yüzüne vuran ve düşünmelerine vesile olacak etkileyici bir benzetme yapmıştır. Rızık konusunda aslında eşit olan ancak tercihleri sonucu biri nefsine köle olan sözde efendi ile nefsine efendi olan bir kulun kıyası yapılmıştır. Malın malı olan köle ona muktedir olamadığı için sahip de değildir. Âyetteki “güzel rızık” güzelliklere vesile olan rızıktır. Bu güzelliklere örnek de infâk edilip başkaları ile paylaşılanlar olarak verilmiştir. Kişi malın kulu değilse onu çok kolay terk edebilir. Ancak malın malı olanlar onu kolay kolay infâk edemez. İnfâk, “ne-fe-ka” kökündendir. Münafık da aynı köktendir. Verilenler sadece Allah rızası için ise gösterişe, riyaya konu değilse ister sadaka olsun ister zekât ister gizli ister aşikâr verilsin hepsi infaktır. İnfâk bu meyanda sadaka ve zekâtı kapsayan üst başlıktır. İnfâk; verilenlerin hevâyı kabartıp kibri beslemesine engel olan ihlaslı paylaşımlardır. Bu nedenle müşriklerin dağıtığı yardımlar, kestikleri kurbanlar riya ve gösteriş için olduğundan “infak” değildir. “Tarafımızdan verdiğimiz güzel rızık” ifadesi vahyin insanlara paylaşma ahlâkını öğretmesi demektir
Âyet neden “elhamdülillah” şeklinde sonlanmıştır?
Zira hamdin (tüm övgülerin) Allah’a tahsis edilmesi kişiyi överek yücelttiği her şeyden koruyacaktır. Kul neyi gözünde çok büyütüyorsa onun kölesi olur. Övgü hastalığı şirkin temel sebeplerindendir. Burada kölelikten kurtulup özgürleşme söz konusu olduğu için şükürden ziyâde “hamd” kullanılmıştır. Allah, özgür insan istemektedir. Ancak irâdesini özgürce kullanabilenler, dini Allah’a hâlis kılabilir. Şirk ile mücadele aslında insanın kendisini ve çevresini bilmesiyle ilgili bir mücadeledir. Varlık âleminde kişinin kendini konumlandırdığı seviyeyi gösteren Kurân; insanın başta kendisini tanımasında ona bir ayna tutar. Ayrıca Kurân zaaflarını, karanlık yönlerini görüp meziyetlerini keşfetmesi konusunda bir ışıktır, nûrdur. Bilme, özgürlüğün kaynağıdır. Bilen dayatma yapmaz, bilene dayatma yapılamaz, bilen kendini ve Rabbini tanıma yolunda ilk adımı atmış demektir.
76- Ve Allah, şu iki adamı da örnek verdi: Birisi dilsiz, bir şeye muktedir değildir. Ve o, bütünüyle mevlâsına bağımlıdır. Onu nereye yönlendirse bir hayır getirmez. Ve o, adâletle iş tutan ve sırâtımustakîm üzerindeki kimse gibi olabilir mi?
Adâlet ile emreden ifadesinden maksat adâlet ile iş tutan demektir. Kişi eğer birinden emir alıp birilerine emrediyorsa orada inisiyatif ve irâdeden söz edilemez.
Kellun kelimesi, keskin bıçağın ağzı kalınlaşıp kesmez hâle gelmesidir. Bu âyetteki anlamı “dilin ağızda kalınlaşıp konuşamaz hâle gelmesidir.” Buradaki kalınlaşmak da bu kelime ile anlatılır. “Bir işin zor gelmesi sebebiyle kişinin o işe gitmemesi” de bu kelime ile ifade edilmektedir. (Râzî) Bıçağın körelmesi, dilin şişmesi, kişinin işi veya sözü tek başına yapmasına engeldir. Kellun kelimesiyle aynı kökene sahip “külli” kelimesindeki “bütün, bütünüyle, her” anlamlarının da buraya dayanıyor olması kuvvetle muhtemeldir.
Üstünde, üzerindeki anlamıyla öne çıkan ala edatı bağlamda “bağımlı, bağlı olma” anlamıyla öne çıkar.
Mevlâ; sadık dost, yoldaş, sırdaş, kendisine dayanılan güvenilen dost demektir. Mevlâ burada Allah dışında insanların bir sıfatı olarak kullanılmıştır. Mevlâya bağımlı olmak, aslında kölenin varlığını efendisinin varlığına bağlı bilmesidir. Bu köle, artık efendisinin gölgesinden çıkıp sâlih bir amel, hayırlı bir iş ortaya koyamaz. Hayır getiremeyen, hayrı çoğaltmayan şeri çoğaltır.
Ebkem kelimesi “bekime” fiilinden türemiştir. Konuşamayan manasındadır. “Kalın kafalı yahut ahmak” anlamı da vardır. Buradaki dilsizlik, efendisinin her emrine itaat edip hakkı söyleyememe hâlidir. Efendisi ona hakaret etse de onu aşağılasa da ona bir kötülük veya suç işlemesi için emretse de o köle itiraz edemez. Zira efendisine kıyasla kendini aşağılık kompleksi sonucu düşük gören, onu da çok üstün zanneder. Gerçek mümin emir kulu olamaz. Hak Mevlâ dışında kayıtsız şartsız itaat Müslüman’ın kitabında yazmaz. Sorumluluk sahibi, inisiyatif alıp kendi tercihlerini yaşayan; ancak Allah’a kul olabilir. Onun özgürlüğünü kısıtlamak, kula boyunduruk vurmak Allah’ın verdiği hakkı gasp etme teşebbüsüdür. Güzel gelecek ve bağımsızlık ancak Hakka tapanın hakkıdır.
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım.
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım,
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. (Mehmet Akif Ersoy)
77- Ve göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. O saatin emri ancak göz kırpmak kadar veya ondan daha yakındır. Muhakkak ki Allah, her şeye kadîrdir.
Gayb, beş duyuya kapalı alanın adıdır. Bu anlam örgüsü içinde, zamanını ancak Allah’ın bildiği son saatin vukuuna ilişkin geleceğin neleri getireceği ve götüreceğini insan ne yapsa da tam bilemeyecektir. Allah son saat gibi her ömre bir ölçü koymuştur. Her kulun bir son saati olduğu gibi yaşadığımız dünya gezegeninin de bir ömrü ve son saati vardır. Tıpkı doğum gibi ölüm de bu hayatın bir parçasıdır. “O saatin emri ancak göz kırpmak kadar veya ondan daha yakındır.” ifadesi insanın yaşama gözlerini yumması ve kıyam gününde yepyeni bir hayata gözlerini açması anlamında dünyaları değişmenin hızını anlatmaktadır. Bu ifade son saat ve kıyam arasındaki sürecin algılanmayacağını gösterir. İnsanoğlunun bu sona nasıl geldiği, yaşamın başlı başına şükür gerektiren bir mucize olduğu bir sonraki âyette özetlenir.
78- Ve Allah, sizi bir şey bilmezken annelerinizin karnından çıkardı. Ve size; işitme, görme ve idrak merkezleri kıldı. Umulur ki şükredersiniz.
Âyette geçen efideh, fuâd’ın çoğuludur. Fuâd, karar alma anında beyindeki elektriksel akımların en aktif olduğu bölgedir, idrak merkezidir. İnsanın duyduğu veya gördüğü bir bilgiyi işlemesini sağlayan, yorumlayan, doğru olup olmadığına karar veren beynin ön(frontal) lobunun görevidir. Dikkat edilirse işitme önce sayılmıştır. Tıbben de çocuk henüz anne karnında iken önce duymaya başlar. Bu bilginin Kurân’ın indiği dönemde bilinmesi pek mümkün görünmemektedir. İşitme ve görme “fuâd” denilen idrak merkezinin pencereleridir. Bu kanallardan beslenen zihin gelişebilir. Doğuştan sağır ve kör bir bebeğin beyin gelişimi emsallerine göre çok daha sınırlı olmaktadır. Kulağı sevgi dolu sözlerle, gözü güzel örnekliklerle, aklı da sağlıklı ve doğru bilgilerle beslemek insana verilen bu potansiyelin şükrü olacaktır. İnsan nasıl ki bir şey bilmezken doğmuş, büyüyüp gelişmiş ve arkasından bir son saate ulaşmışsa insanlık da Hz. Âdem ile doğmuş, ilâhî vahyi işiterek bilgilenmiş, çevresini gözlemleyerek potansiyelindeki düşünme, hissetme ve inanma ihtiyacını itminana ulaştırmıştır. (Bkz. Mâide: 3)
79- Onlar, göğün boşluğunda musahhar kılınmış kuşları görmediler mi? Onları, Allah’tan başkası tutmaz. Muhakkak ki bunda, inanan bir kavim için elbette âyetler vardır.
Bir kuşu Allah’ın tutması ve birilerine musahhar kılması ne demektir? Aslında tutma/yumsiku ve emre amade olma/musahhar kelimelerinin birlikte kullanılması sebebiyle burada anlatılan, kuşların havanın kaldırma kuvveti ile uçmasından ziyade daha derin manalara sahiptir. Zira “Bunda müşahede eden, gözlem yapan bir kavim için âyet vardır değil, inanan bir kavim için âyet vardır.” denmektedir. O zaman kuşların Allah’ın emri ile bir amaç için tutulması ve birilerine musahhar kılınması imânın konusu kapsamında gaybî bir anlatım olmalıdır. Bir de bu âyette “nazardan/bakmaktan” ziyade “rey/görüş” tercih edilmiştir. Tıpkı Fil sûresinin ilk ayetindeki gibi. Aslında fil ordusunu o zamanın insanı fiziken hiç görmemiş, sadece anlatılanlar ile gözünde canlandırmıştır. (Ayrıca bkz. Fecr: 6) Okuduğumuz Nahl 79’da Allah Resûlü “Tepenizde uçan kuşları görmez misiniz?” yerine “Allah’ın tuttuğu ve emre amade kıldığı o kuşları düşünmez misiniz?” demektedir. Bu hayvanlar birilerine musahhar kılınmış ve onlara boyun bükerek uçmaktadır. Yani bu kuşlar “et-tayri” belirlilik takısı ile geldiği için daha özel olarak bilinen, birilerinin eğitip kullandığı, emre amade olmuş evcil kuşlar, güvercinlerdir. Tıpkı daha önceki âyetlerde anlatılan ve evcilleştirme fıtratındaki enâm ve ehil arılar gibi.
Peki, imânın konusu olan ve Allah’ın yönlendirmesi ile birilerine musahhar kılınan o kuşlar Kurân’da daha önce nerede anlatılmıştır? Cevap aslında buradadır: “Ve Süleyman, Dâvut’a vâris oldu. Ve dedi ki: "Ey insanlar! Kuşların mantığı bize öğretildi. Bize her şeyden verildi. Muhakkak ki bu, apaçık bir fazldır." (Neml:16) Hz. Süleyman ve Hz. Dâvut’a kuşların musahhar kılındığı atfı sonraki âyetlerde farklı örnekler eklenerek devam edecektir.
80- Ve Allah, sizin için evlerinizi mesken kıldı. Ve sizin için hayvanların derilerinden, göç ve ikâmet ettiğiniz günde hafifleştirilmiş evler kıldı. Ve onların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından bir vakte kadar metâ ve geçimlik kıldı.
Beyt, ev demektir. Çoğulu “buyût” şeklinde gelir. Bu kelime “bete” fiilinden gelir, “…geceledi.” demektir. Hareket ve deveranı anlatması bakımından eve “dar” denirken, sükûnet ve dinlenme anlamında “beyt” kullanılmıştır. Çadır da içinde gece kalındığı için “beyt” sayılmıştır. Bu kökten beyyut, “gece yapılan şey”; tebyit ise “gece düşmana saldırmak” demektir. Bu nedenle beyt kelimesinin ilk anlamı da içinde gecelenen mekândır.
Seken kelimesi, “meylettiğin ve içinde sükûnete erdiğin yer” demektir. İnsanın temel ihtiyaçlarından biri de barınma ihtiyacıdır. İnsanoğlunun bu ihtiyacını karşılayabilmesi için Rabbimiz kullarına, ilk insan olan Hz. Âdem’den itibaren aile kurup birlikte yaşamaya yönelik vahiyler indirmiş, beşeri bir eğitime tâbi tutmuştur. Böylece kullarına bazı değerleri yaşatarak öğretmiştir. Bu olgunlaşma ve tekâmül sürecine de imtihan demiştir: “Doğrusu sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Müjdele sabredenleri.” (Bakara: 155) “Biliniz ki, mallarınız ve evlatlarınız ancak bir fitnedir.” (Enfâl: 28) İlk evi yapan insan, ilk sınavı da vermiş olmalıdır. Zira “Muhakkak ki, insanlar için bereket ve âlemlere (insan topluluklarına) hidâyet vesilesi olan ilk ev elbette ki Bekke'dekidir.” (Âli İmrân: 96) Avcılık ve toplayıcılık muhtemelen yaklaşık 1,8 milyon yıl önce homo erectus ve yaklaşık 200.000 yıl önce homo sapiensin uygulamasından itibaren beşer toplumları tarafından kullanılan geçim stratejisiydi. Hz. Âdem yani ilk adamın serüveni Kurân’da tüm ihtiyaçları karşılayacak potansiyeldeki yeryüzü bahçesine, cennete yerleşmesi ile başlar. İlk adam, artık avlayıcı toplayıcılığı bırakıp ilk beyti yapmıştır. İnsanlığın sıçrama noktası olan bu adım yaklaşık 50 bin yıl önceye tekabül eder. (Bkz. Meariç: 4) Bu medenileşme adımı tamamen Allah’ın bir lütfu olarak Kurân’da anlatılmaktadır. Esmayı Allah’tan öğrenen ilk adam hem yapabileceklerini bilmiş hem de yeryüzünün halifesi olma gibi bir görev üstlenmiştir. Yani ona yepyeni bir rûh üflenmiştir. Artık avlayıcı toplayıcı olan beşerlere ilk adamın yaptığı “beyt” hem bir hidâyet vesilesi hem de bereketli bir yaşam alanı örneğidir. (Bkz. Âli İmrân: 96) Konargöçer hayattan yerleşik hayata geçen ve tarımla uğraşan ilk insanın imtihanı da toplu yaşamanın gereği olan sınır ve birlikte yaşamın getirdikleri üzerinden, yasak ağaç ile anlatılmıştır.
Tıpkı annesinden yeni doğmuş bebeğin çevresini keşfettikçe edindikleri gibi insanoğlunun da bilgi edindikçe yaşam yerleri, kılık kıyafetleri, aklî kapasitesi değişmektedir. Önce kovuklar, gölgelikler arkasından mağaralar, yarıklar sonra kendi yaptığı seyyar evler(çadırlar), arkasından da sabit yerleşim alanları inşa etmesi bir sonraki âyette de şöyle özetlenir:
81- Ve Allah, yarattığı şeylerden sizin için gölgelikler kıldı. Ve sizin için dağlardan barınılacak yerler ve ısıdan koruyan ve sizi şiddetten koruyan giysiler kıldı. Sizin üzerinizdeki nimetini işte böyle tamamlıyor. Umulur ki; artık teslim olursunuz.
Tüm ihtiyaçları karşılayan bir yerde artık yerleşik hayata geçilmesi cennetin/bahçenin diğer avlayıcı ve toplayıcıların baskın ve yağmalamalarına karşı korunmasını da gerekli kılmıştır. Önce birlikte yaşamayı öğrenmeli, sonra dışarıdan gelecek olan baskınları savuşturmalıdır. Burada baskınlardan koruyan elbise ile zırh ve diğer mukavemetli giysilere bir gönderme yapılmış olmalıdır.
Serâbil kelimesinin tekili sirbâl olup giyilen her elbise için kullanılır. Ata eğersiz bindiğinizde zamanla oturduğunuz yerde yaralar oluşur. Sirbâl, bunu engelleyen giysinin ve ayrıca sert darbelerden koruyan giysinin de adıdır. Kelime burada be’s kelimesi ile birlikte gelir, ki “be’s” baskın demektir. Bağlam insanın bedevilikten medeniliğe geçiş dönemindeki baskınlar ve savaşlara kıyafetler üzerinden âtıflar yapmıştır. Allah size, savaşın şiddetinden, ani baskınlardan koruyucu olarak zırh ve miğfer gibi giysiler yapmayı öğretti, anlamına gelir.
Önce kuşların, sonra dağların anlatılması ve arkasından Allah’ın zırh yapmayı öğretmesi arasında nasıl bir ilişki olabilir? Bu bağlantıyı bize nüzulda Nahl sûresinden sonra gelecek olan Sebe sûresinin 10 ile 11. âyetleri ve Enbiyâ sûresinin 80. âyeti pekiştirip özetleyecektir. O hâlde önce Sebe sûresine bir bakalım: “Ve doğrusu Dâvud’a, kendimizden bir fazl verdik. Ey kuşlar ve dağlar, onunla beraber bana dönün! Ve biz de ona demiri böylece yumuşattık. Uzun zırhlar yap! Ve onu iç içe halkalar şeklinde takdir edip sâlih amel yapın! Muhakkak ki ben, yaptıklarınızı görenim.” (Sebe: 10-11) İnsanları yaşatmak için atılan her adım aslında sâlih bir ameldir. Allah iyi insanlar yaşasın diye öldürücü bir silah değil, yaşatan bir savunma resûllerine öğretmiştir. Enbiyâ sûresinin konuyla ilgili pasajı şöyle özetler: “Dâvud ve Süleyman, bir kavmin koyunlarının gece yayılıp otladığı ekinler hakkında hüküm veriyorlardı. Ve biz, onların hükmüne şâhittik. Böylece onu, Süleyman’a anlattık. Ve hepsine hikmet ve ilim verdik. Dâvud’la beraber tespih eden dağları ve kuşları musahhar kıldık. Ve bunları yapan, biziz. Sizin için ona, şiddetli çarpışmalarınızda sizi korusun diye sanatla elbise (zırh) yapmayı öğrettik. Öyleyse siz şükredenler misiniz? (Enbiyâ:78-80) Kuşların Hz. Dâvut ve Hz. Süleyman’a musahhar kılınması, istihbaratta haberci güvercinleri kullanma ve böylece ani baskınlardan önceden haberdar olma imkânı iken dağların musahhar kılınması, zırh yapımındaki hammaddenin, demir madenlerinden elde edilmesidir. (Ayrıca “Hüdhüd” anlatımı için bkz. Neml: 16-30) Tıpkı Hz. Âdem’in yasak ağacı yani komşusuna ait ağacın meyvasından izinsiz tüketmesi gibi Hz. Dâvut döneminde de gece koyunların komşuya ait ekinlerden izinsiz yemesi anlatılmıştır. Aslında bu örneklerin temelinde avcı toplayıcı beşer huylarının toplu yaşama uyup ehlileştirilmesi anlatılmıştır. Birlikte barış içinde yaşamak toplumu güçlendirir. Ancak mülkiyet hakkının ortadan kalktığı, “kimin gücü kime yeterse” gibi dağ kanunlarının egemen olduğu bir toplum asla medenileşemez. Sonunda bu tür insanlar elindeki imkânlardan, evinden, barkından, cennet vatanından mahrum kalır ve oradan kovulur. Tıpkı “Biz aslında kendimize zulmettik.” diyen Hz. Âdem ve ailesinin başına gelenlerde olduğu gibi. O ev ve örneklik Hz. İbrahîm ile yine temellerinden yükselecektir. Tıpkı Hz. Süleyman’dan sonra toplumu bir arada tutan değerlerin içinin boşaltılması (yani yönetimin dayandığı asayı kurdun yemesi) ve toplumun dağılmasında olduğu gibi… (Bkz. Sebe: 14)
Hz. Muhammed de Mekke’de bu bedevî zihniyet ile uğraşmaktadır. Sürekli Müslümanların hakkına giren bu yabaniler kamusal alanı onlara dar etmektedir. Allah Resûlü bu âyetlerden aldığı ilim ve hikmet doğrultusunda farklı etnik grupların ve inançların bir arada yaşadığı Yesrib’i medeniyet seviyesine çıkarmıştır. Bunu da Medine sözleşmesi ile halkı bir arada uyum ve dayanışma içinde yaşamaya ikna ederek başarmıştır. İnsanlığın doğumu, bebekliği, gelişiminin anlatılması ile teklif edilen insanlık tecrübesine rağmen hâlâ barbar tavırlar sergileyip yüz çevirenlere karşı resûle düşen sadece apaçık bir tebliğdir.
82- Artık yüz çevirirlerse bundan sonra sana düşen, sadece açık bir tebliğdir.
Neden? Zira güçlünün haklı olduğu bir ortamda erdemleri savunmak zorbalığa zorbalıkla cevap vermeyi gerektirmez. Teklif edilen insanca yaşamdan yüz çevirenlere karşı baskı değil, bize düşen sadece apaçık bir tebliğ olmalıdır.
83- Onlar, Allah’ın nimetini tanıyor, sonra onu inkâr ediyorlar. Ve onların ekserisi kâfirdir.
“Ya’rifun” tanımak iken “ya’lemun” bilmektir. Tanımak, bilmekten sonraki adımdır. Önce “ilmelyakin/ilim ile bilmek” (Tekasür: 5), arkasından “aynelyakin/görerek tanımak” (Tekasür:7) gelir. Bilmek işitmeye, tanımak görmeye âtıftır. Kişi hakkıyla Allah’ın vahyini bilip resûlünü tanırsa insanca yaşamak için ilk adımı atmış demektir. Bir toplum için en önemli nimet fıtrî ve evrensel değerleri savunanlardır. Bu nedenle Allah’ın nimetinden maksat Hz. Peygamberdir, denilebilir. Çünkü onlar “Onu kendi oğullarını tanır gibi tanırlar.” (Enâm:20) Muhatabı olan Mekkeliler onu tanıyor, fazîletlerini yakından biliyorlardı. Buna rağmen ondan yüz çevirmeleri hem kurtarıcı mesaja hem de onu gönderene tam bir nankörlüktür. Vahyin kurucu ilkeleri İslam âlimleri tarafından da irdelenmiştir. Farabi’nin Allah’ın isim ve sıfatlarından yola çıkarak kaleme aldığı el-Medînetü’l-Fâżıla (Erdemliler Şehri) buna bir örnektir. Farabi kitabında fazîlet ve erdemlerin ilâhî kaynağına ve yönlendirmelerine âtıflar yapmaktadır.
84- Ve o gün, her ümmetten birer şehit diriltiriz. Sonra o kâfirlere izin verilmez. Ve onların rızalık talepleri kabul edilmez.
Sözü edilen bu şehitler, o ümmetlere gönderilen resûllerdir. Çünkü o gün “her ümmetten bir şehit getirilir ve resûl de onların üzerine şehit getirilir.” (Nahl: 89 ve Nisâ: 41) Şâhitlik pasif bir tanıklık iken, şehitlik bilfiil vakayı yaşayarak şâhit olana denir. İnsanî erdemleri sadece söyleyen, vaaz eden değil bizzat onu yaşayan örnek şahsiyetlere şehit denir ki buna her toplumun ihtiyacı vardır. Şehitlerin dirilişine izin vermeyenler bunun bedelini çok ağır ödeyecektir.
Âyette geçen “velâhum yüsta’tebûn” ifadesindeki “isti’tâb” kelimesi, “rızalık istemek” demektir. Rağıb’ın ifadesiyle “kişinin hoşnut edilmesi için talepte bulunması” anlamına gelmektedir. Kime karşı hata işlenmiş ise onun gönlünün hoşnutluğu sağlanmalıdır. Bu gönül alma yoksa hata eden hatasında, öfkesinde devam ediyor demektir. Toplu yaşamın en önemli erdemlerinden biri de hakkına girilen kişilere karşı yapılan yanlışın telafisidir. Bu durum toplumsal rıza hâlini, yani kişilerin birbirinden râzı olmalarını sağlar. Kul hakkı olarak kültürümüze nakşedilen konu tam olarak budur. Allah bu helalleşmenin hesap gününe kalmaması gerektiğini okuduğumuz Nahl sûresi 84. âyette net olarak belirtmiş ve muhataplarını uyarmıştır. Âyetin “Kâfirlere izin verilmez.” şeklindeki ifadesi ilâhî mahkemede kişinin kendisini savunma hakkının olmadığına değil, kişinin “dünyaya geri dönmesine izin verilmeyeceği” manasındadır. Artık “Bizi geri döndür, sâlih amel yapalım!” (Secde: 12) yalvarışının bir karşılığı olmayacaktır. Zira telafi imkânı kalmadığı için “Artık o gün zulmedenlere mazeretleri fayda vermez. Ve onlar telafi de edemez.” (Rûm:57)
“Her şeyle gelin kul hakkıyla gelmeyin!” sözü bu âyetlerden ilhamla söylenmiş olmalıdır. Zira Kurân kul hakkının önemine dair âyetler ile doludur. “Allah’tan korkun da yetimlere mallarını verin ve temizi murdara değişmeyin, onların mallarını kendi malınıza katıp yemeyin çünkü o büyük bir vebaldir.” (Nisa: 2) bunlardan sadece biridir. Yetim malı yemek kul hakkıdır. Gıybet, dedikodu, iftira haramdır, kul hakkıdır. Ölmüş kardeşin etini yeme aslında orada olmayan, ölü hükmündeki kişinin hakkını yemektir. (Bkz. Hucurât: 12) Hırsızlık, faiz, bakışların bir kısmından vaz geçmeme, zina, içki, kumar, yalan ve aldatma, fal, piyango, sûizan vs. hepsi kul hakkıdır ve haramdır. İnsanı mücrim, müfsit, müstekbir, müfteri ve zâlim yapan kul hakkına girmesidir. Zira kimse âlemlerin Rabbine asla zarar verip zulmedemez. Biz kendi içimizde birbirimize karşı yaptıklarımız üzerinden imtihan edilmekteyiz. Rızalık almamak zulmü artırır, intikam ve düşmanlıklara ve küçük anlaşmazlıkların büyümesine neden olur. Rızalık ve helallik almayan zâlimleri bekleyen akıbet ise şudur:
85- Ve zâlimler, azâbı gördüklerinde artık onlardan hafifletilmez. Ve onlara, nazar da edilmez.
Zâlim önce başkasına sonra da kendisine zulmedene denir. Zulüm “z-l-m” kökündendir. Bu kök, aydınlığın olmadığı karanlıklar anlamından gelir. Kişi eğer başkasına kötülük edip ona zulmetmişse hem kendi hem de zulmettiğinin haklarını karartmış, bir değeri olması gereken yerden etmiş demektir. Kurân’da hırsızlık suçundan sonra (Bkz. Arâf: 23), bir insanı öldürmenin arkasından (Bkz. Kasas: 16) yapılanın zulüm olduğu yapanlar tarafından itiraf edilmiştir. Zira zulüm, topluma ve insanlığa yapılan kötülüğün yanında insanın kendisine verdiği en büyük zarardır. Öyle ki insanî değerlerin ve insanlığın karanlıkta kalmasıdır. Zulüm insanın karanlık yönünün tesiriyle hakka girip rızalık hâlini yok etmesidir. Bu yüzden “Allah zâlimleri sevmez.” (Şura: 40) Nahl 85’teki “zâlimlerin azâbı görmesi” ifadesi suçlunun “cezasının kesinleşmesi” anlamında güne alınmalıdır. Bu bağlamda cehenneme düşenlerin şefaatçiler eliyle çıkarılacağı iddiası Kurân’a aykırıdır. Hüküm kesinleştikten sonra verilen cezanın hafifletilmesi, ertelenmesi veya af edilmesi ilâhî mahkemede de gösterildiği gibi adâlete aykırıdır. Zâlimlere merhamet, toplumsal rızanın bozulmasına, adaletsizliklere ve huzursuzluklara sebep olur. Yapanın yaptığının yanına kâr kaldığı günümüz hayatının ne kadar Kurân’î ilkelerden uzak olduğu aşikârdır. Azâbın hafifletilmesi, günümüz mahkemelerinin cezada indirime gitmesi veya meclisin genel af kararı alması kapsamına girer. Yapılan suçta veya cinayette cezanın affı ya da infazın kararını Kurân maktulün velisine bırakır. (Bkz. Bakara: 180) Ancak meclisin genel veya özel af çıkarması Kurân’ın “Kısasta sizin için hayat vardır.” (Bakara: 179) ilkesine aykırıdır. Zira bu durumda affeden otorite, mağdurun ailesi değil ya mahkeme yâda çoğunluğun seçtiği vekiller olmaktadır. Afların çıkması ceza sisteminin ıslah edici yönünü yok etmektedir. Af sayesinde kısa süreli yatıp çıkan mahkûmların %60’ı yine suça yönelmektedir. Organize suç çetelerine geri dönenler, kapanmamış defterleri ve yarım kalmış hesapları kapatanlar, hırsızlık ve tecavüze devam edenler genel affın topluma verdiği zararlarının görünen kısmıdır. Bu durum, vergi affı için de geçerlidir. Zamanında borcunu ödeyenler varken ödemeyenleri af etmek, ödeyenlere zulümdür; vatandaşa bir ikram değil, adaletsizliktir. Esasen bu sistemin bozuk kurgulandığını gösterir. Çoğunluğa oy vermeyenlerin çoğunluk tarafından temsil edildiği bir sistem olan demokrasinin, buna benzer geliştirilmesi gereken birçok eksiklikleri vardır.
Zâlimlere “nazar etmemeyi” hayata taşıdığımızda, dikkatin onların üzerinde olmaması, sürekli af konusunun kamuoyunda gündem edilmemesi manasına gelebilir. İlgi çekip namından söz ettirmek maksadıyla zulmetmiş olanlara verilecek en büyük ceza onların bir hücrede unutulup gitmesidir. Zâlimin cezasını hafifletmek “Ne de olsa af çıkar!” veya “Cezada indirim olur!” şeklindeki algılara yol açar. Bu söylenti bile yasaların caydırıcılığını ortadan kaldırıp suçun işlenme oranını artırır.
Zâlime merhamet mazlûma ihanettir. Zâlimi af zillet, mazlumu af izzettir. Cezayı hafifletmek zâlimlere meyletmektir. Kurân toplumu bekleyen kötü akıbete şöyle dikkat çeker: “Ve zâlimlere meyletmeyiniz! O takdirde ateş size de dokunur.” (Hucûrât: 113) Bir insan zâlime neden meyleder? Ya menfaati ya nefsanî arzuları ya da yersiz korkuları yüzünden… Bir toplumda zâlimin güçlenmesi adâletin zayıf olduğunu gösterir. Zâlimin insanların kalbine korku saldığı ortamda din ve vicdan özgürlüğünden, bahsedilemez. İşte Kurân bu sisteme şirk sistemi demektedir. Allah’tan fazla bazı zâlimlerden korkulduğu bir ortamda sağlıklı kulluk zemini kalmaz. Oysa Allah’ın emirlerini yerine getirmek için özgür bir yaşam alanı olmazsa olmazdır. Din denen yaşam tarzında zorlama yoktur. Bu nedenle zorlamanın olduğu her tolum şirk toplumlarına dönüşür. Sadece gerçek Müminler Rablerinden fevkâlade korktukları için emrolundukları şeyleri hakkıyla yapabilenlerdir.” (Bkz. Nahl: 50) Zâlimi, sosyopatı, seri katili, halka nefes aldırmayan canileri af edenler “Hüküm yalnız Allah’ındır.” (Yûsuf: 40) âyetine şirk koştuklarının farkında mıdır?
86- Ve şirk koşanlar, şirk koştuklarını gördüklerinde dediler ki: “Rabbimiz! İşte bunlar, senin astında davet ettiğimiz ortaklarımızdır.” Artık onlara: “Muhakkak ki siz, gerçekten yalancısınız.” sözü kavuşur.
Buradaki yalan Allah’ın hakkaniyetli tevhit sistemine karşı savunulan, beşerî sistemlerin daha âdil, daha doğru ve daha insanî olduğu iddiasıdır. Bu bâtıl sistem ve inançlara çağırılması, davet edilmesi “ned’û” kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu yüzden âyette putlara dua, yalvarma-yakarma değil, şirke davet söz konusudur. Zira bâtıla inanıp cahilce ona tapanlar ve sûistimal edilenler değil, onun hakîkatini savunup insanları kandıranlar yalancıdır. Adâletsizlik ve zulmü doğuran şirk sistemine çağıranlar, bu yalanın propagandası ile halkı kandıranlara “Muhakkak ki siz gerçekten yalancısınız.” sözü âhiretten önce dünyada ulaşmalıdır. Bu ödev her dürüst insanın hakîkate olan borcudur. İlka; yalanın inkâra mahal kalmayacak şekilde ortaya çıkıp hakîkatle yüzleşmektir. Bu nedenle şirkin elebaşları bile o gün teslim olarak Rabbin huzuruna getirilir.
87- Ve o gün onlar, teslim olarak Allah’a kavuşur. Ve iftira etmiş oldukları şeyler, onlardan uzaklaşır.
Âdil bir yargılamanın ön şartı şahit ve delillerle desteklenen ayrıntılı bir ön (kriminal) çalışmadır. Bu emek, suçlunun suçunu itiraf etmekten başka çaresinin kalmayacağı ilâhî yargılama üzerinden örnek alınmalıdır. Yâsîn sûresi 65. âyetteki ellerin konuşturulması, Kurân’daki sicil kaydı veya amel defteri anlatımları ve şahitlerin getirilmesi veya gösterilmesi tamamen bu ön hazırlığa birer göndermedir. Zâlimin teslim olması ve hâkimin huzuruna bu hâl ile gelmesi yalan ve iftiraların arkasına sığınmanın imkânsızlığını anlatır. O hâlde makamına ve mevkiine bakılmaksızın delillerin sağlıklı bir şekilde ve süratle toplanması, böylece hızlı bir şekilde sonuca varılmasını sağlayan yargılama tevhide en uygun olandır.
88- İfsatlarından dolayı kâfirlere ve Allah’ın yoluna set olanlara, azâbın fevkinde, artan bir azâp vardır.
Mahkeme sonuçlanmış ve bu müşrik elebaşlarının suçu kesinleşmiştir. O suç da toplumu ifsat etmektir. İfsat etmek, dengeyi bozmaktır. İfsat, ister az ister çok olsun bir şeyin itidalden/ölçülülükten çıkmasıdır. Bu manada düzeni bozma, karışıklık ve kargaşa çıkarmaktır. Bu düzen, sadece beşeri düzen değil dünyanın düzenini bozmakta ifsattır. İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesadın zuhur ettiği Rûm 41 bunu haber vermektedir.
Azâbın çifte azâp olmasının nedeni bu kişilerin dengeyi bozmak için önce hakîkati örtmeleri (küfür), arkasından hak yolda ilerleyenlere set olmalarıdır. İnsan istediğine inanmakta özgürdür. Ancak menfaatperest inançlarını meşrulaştırmak için doğru olanı karalamaya başladığında ve kendi ideolojisini dayatıp sırâtımüstakîmde ilerleyene düşmanlık yapığında çifte ceza almalıdır. Azâbın artarak devam etmesi bu ifsadın dünyada başladığını pekiştirmektedir. İnsanın bozuk bir inancının olması onu ilgilendiren bir sorun iken bu bozuk inancı hak diye dayatması sapmanın artarak çoğalması demektir. Ancak bir salgın hastalık gibi yayılan kötülük toplumu ifsat edebilir.
İfsadın yayılmaması için her toplumda maruf ile iş tutan ve münkerden nehyeden, yeri geldiğinde korkmadan hakîkati beyan edebilen örnek şahsiyetlere ihtiyaç duyar.
89- Ve o gün, her ümmetin içinden bir şehit üzerlerine dirilttik ve seni de onlara şehit olarak getirdik. Ve Müslümanlara her şeyi beyân etmen için hidâyet, rahmet ve müjde olan kitabı sana biz indirdik.
“Külli ummetin” ifadesi istisnası olmadan her toplumu kapsar. “Min enfusihim” (kendilerinden) ifadesi, o toplumun dilini konuşan, aynı kültür kodları ile yetişmiş kendi içlerinden manasındadır. Ancak böyle bir ortamda mükellefiyet sağlanıp mazeret kapısı kapanmış olacaktır. Toplum, erdemler yolundaki örnek şahsiyetlerin yürüyüşüne şahit olduğunda yapılan kötülük ve ifsadın vicdanlarda bir karşılığı oluşur. Bu karşılık kıyam günü hakîkatin kendi içlerinde, kendi iç dünyalarında dirilmesini sağlayan tohumdur. Bu tohum da beyan edilen gerçekler ile sulanırsa hidâyet ve rahmet olarak meyvesini verir. İşte müjdeye mazhar olanlar bu şehitlerin izinden gidenlerdir.
Tibyân kelimesi beyân’dan gelen bir isimdir ve “açık ifadelerle hakîkati ortaya koymak” anlamına gelmektedir. Âyette geçen “likülli şey’in/her şey için” ifadesinden maksat âdil, muttakî, iyi ve erdemli bir kul olarak yaşayabilmek için gerekli olan her bilginin, örnekliğin Kurân’da olduğunu vurgulamaktır.
Hesap gününden önce bu dünyada sulha-selamete teslim olmak gerekir. Kitabın Müslümanlara yani teslim olanlara ancak huden/rahmet ve büşra/müjde olabileceği hatırlatılmıştır. Bu üç ifadenin birbirine âtıfla kullanılması, ancak rahmet temelli bir hidâyetin toluma müjde olabileceği anlamına gelmektedir.
90- Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsanı ve gariplere vermeyi emreder. Ve fahşadan, münkerden ve taşkınlıktan nehyeder. Size öğüt verir. Umulur ki tezekkür edersiniz.
Toplumsal düzen için âyette üç esas emrediyor: Buna karşılık üç çirkin davranış da yasaklıyor. Emrettiği esaslar “adâlet, ihsan, paylaşım” iken yasakladıkları “fahşa, münker ve bağy”dir.
Adâlet kelimesi sözlükte “bire bir karşılık, denge, denklik ve eşitlik” gibi anlamlara gelmektedir. Adâlet, toplumları ayakta tutan en önemli değerdir. Bir toplumda vatandaşlık hakları; diline, dinine, etnik kökenine ve cinsiyetine bakılmadan herkes için âdil olmalıdır. Verilen cezalar da ayırım yapılmadan herkes için eşit ve suç ile orantılı olmalıdır. İnsanlar arasında hükmederken, hakemlik yaparken, hak konusunda karar verirken, hatta çocukları eğitirken bile adâletli davranmak İslâm’ın emrettiği önemli prensiplerdendir. Rağıb’ın “Adalet, iyiliğe karşı iyilik yapılana denk bir şekilde karşılık vermektir; ihsan ise iyiliğe daha fazlasıyla, kötülüğe daha azıyla karşılık vermektir.” şeklindeki tanımı İslâm âlimlerinin konuyla ilgili anlayışlarının bir özeti sayılabilir.
Eski Mısır’a kadar dayanan “Adâlet mülkün temelidir.” kadim öğretisi adâletin birlikte yaşamanın olmazsa olmaz bir düsturu olduğunu göstermektedir. Adâlet aynı zamanda temel, fıtrî bir duygudur. Allah insanı maddî ve manevî bakımdan dengeli/adâletli yaratmıştır. Bu dengeyi İnfitar 7 şöyle ifade eder: “O ki, seni yarattı, sonra seni bir seviyeye getirdi, böylece seni dengeli (fe adele-ke) kıldı.” Allah tüm mülkünü bu nizam ve denge hâli ile yaratmıştır. Dengeyi bozmak haramdır. Adâlet fıtrîdir. Âdil olan, mutlu ve huzurlu iken; adâletsizlik yapanlar vicdanlarının sesini bastırmak için yaptıkları adâletsizliği bile, muhatabın hak ettiği yalanına sığınırlar. Allah Resûlü’nün “Hırsızlık yapan kızım Fâtıma da olsa gereğini yaparım.” sözü adâletin kişiye, duruma veya şartlara göre birilerine ayrıcalık tanınacak bir konu olmadığını net olarak ortaya koymaktadır.
Aslında adâletsizlik fahşayı doğurur. Fahşa kelimesi, Kurân’da 13 yerde, çoğulu olan “fevahiş” ise 4 yerde geçmektedir. Her tür aşırılık manasındadır. “A-d-l” kökü denge iken “f-h-ş” kökü dengesizlik demektir. Fiyatların fahiş olması, malın değerine oranla âdil olmadığını anlatmak için kullanılır. Evlilik yolu ile dengini/âdil olanı bulmak yerine evlilik dışı harama, günaha batana bu nedenle fahişe denir. Yaptığı aşırılık da fuhuştur. Sonuç olarak fahşâ; sözde, amelde olması gerekenden, âdil ve insanî olandan sapıp aşırılığa kaçmaktır. Rağıb “son derece çirkin söz ve fiiller” olarak tanımlamıştır. Toplumsal düzeni, rızalık hâlini ve en önemlisi adâleti bozan her tür dengesizlik, kötülük ve çirkinlik fahşâdır.
İhsan, lügatte iki şekilde açıklanır: İlki “ehsanahu“dur. Bir şeyi güzel yapmak demektir. Diğeri de “ahsene ileyh“dir ki “Ona iyilik etti.” demektir. Bu iki mana birleştirildiğinde ihsan, iyilik maksadı ile yapılan güzellikleri anlatır. İhsan kelimesi, “husn” kökünden türemiş “ahsene” fiilinin mastarıdır. Muhsin kelimesi de bu fiilin ismifâilidir. İhsanı ahlâk hâline getirene denir. İhsan hassaten faydalı ve hayırlı olanlar için kullanılır ve iyilik kastı olmaksızın yapılmaz. Bu anlamıyla ihsan, pasif bir iyi olma hâlini aşarak çevreye de etki eden bilinçli ve aktif bir iyileştirme, güzelleştirme faaliyetidir. Öyle ki “İhsanın, ihsandan başka karşılığı olabilir mi?” (Rahmân: 60)
İhsan, adâletin sağlam zemininden yükselen üst bir ahlâktır. Adâletin olmadığı yerde ihsan da olmaz. Çünkü adâlet anlayışında, karşıdakinin hakkını vermek vardır, ihsanda ise karşıdakinin hakkını verdikten, yani adâletten sonra daha fazlasını vermek, daha güzeli ile mukabelede bulunmak vardır. Nasıl ki adâletin yokluğu fahşayı doğuruyorsa ihsanın olmadığı bir toplumda da münker çoğalır.
Münker kelimesi “nekr” kökünden türemiş bir kavramdır. “Nekr” sözlükte, tanımamak, tanınmazlığa itmek demektir. Bunun da aslı, aklın ve vicdanın doğru, âdil kabul ettiğini tanımamaktır. Sonuç, hakları ve hakîkati inkârdır. Münker, insanlığın ortak doğruları olan marufun tanınmaması durumudur. İhsan münkerin panzehridir. Nahl 90’da üçüncü olarak “ve-îtâ-i żî-lkurbâ/gariplere vermeyi” emreder.
Kurbâ; Kur’an’da “k-r-b” kökü 96 yerde kullanılır. Zaman veya mekân cihetinden yakınlığı anlatır. Dilimize giren garip, gurbet, mağrib, akraba, kurban, gureba, gariban kelimeleri hep aynı semantik kökün ürünleridir. Türkçede Arapçadaki “g” (gaf) harfi ile “ğ” (ğayn) harfi “k, g” harfleri ile karıştırılarak söylendiği için kelimeler aynı ses benzerliğine dönüşüyor. Dolayısıyla “gurban” kelimesi söylenişte hem akraba hem de garip, gureba, gariban kelimeleri ile aynı sesle ifade ediliyor. “Kurba’’ya akraba manası verilmesinin sebebi akrabaların da insana diğer insanlardan daha yakın olmasıdır. Garip ise bu manadan türetilmiştir. Yakını, akrabası ve sahibi olmayan, yakında olan kimsesize garip denir. Âyet; “yakında olan, bilindik, tanıdık sahipsizlere/gariplere” ihsanda bulunma, paylaşma, elindekini verme şeklinde anlaşılmalıdır. Bu paylaşma ahlâkının toplumda yaygınlaşması, “bağy” ile gelen suç oranının yükselmesine ve taşkınlıklara engeldir.
Kurân’da “b-ğ-y” kökü tıpkı “kurbâ’nın” kökü gibi 96 yerde kullanılır. Âdil olandan, hak edilenden fazlasını istemek bağy’dir. Şûrâ 42’de kelime insanlara zulüm bağlamında şöyle kullanılmıştır: “…(ceza) yolu ancak haksızca yeryüzünde “bağy” ederek insanlara zulmedenleredir. İşte onlara elîm bir azâb vardır.” Bir toplumda muhsin insanların azalması, adâletin olmaması, toplumun artı değerinin, imkânlarının münkerlerin elinde israf edilmesi, bağy sebebiyle suç ve zulümde artış ile sonuçlanır. Yara kötüleştiğinde, “bağiye’l-cerh” denilir. Bağy, adâletsizlik ve haksızlıklar sonucu suç oranının yükselmesi ve suçluların da yükselişidir. Şeytânî duygu ve düşüncelerin amel ve söylemlerle dışa yansıması zarar verip taşmasıdır. Elmalılı kelimeyi şöyle açıklar: Sulh teşebbüsü yapıldığı, şüphe varsa giderildiği hâlde, birisi sulha yanaşmayıp hemen haksızlıkla üste çıkma hevesine kapılırsa “bağy” etmiş olur. (Bkz. Hucûrât: 9) Toplumsal dayanışma olan ihsan ile gariplere sahip çıkma, suç ve suçluların sayısını düşürür. Kurân’ın verdiği bu temel prensipler, tezekkür edenler için sadece bir hatırlatma ve öğüttür.
91- Ve ahitleştiğinizde Allah’ın ahdini tam ifa edin! Ve sağlamlaştırdıktan sonra yeminleri bozmayın! Ve doğrusu, Allah’ı üzerinize kefil kılmıştınız. Muhakkak ki Allah, sizin ne yaptığınızı bilir.
İfa, Arapçada “v-f-y” kökündendir. Manası, gereğini tastamam yerine getirme, görevini yapma, borcunu tam ve eksiksiz ödemedir. Allah’ın ahdine vefalı olma, onu eksiksiz olarak yerine getirmektir. Türkçemizde kullandığımız ifa etmek, eda etme, kaza etme, riayet etmek vs. gibi fiiller mana bakımından farklı çağrışımlara sahiptir. Burada eda veya ahde riayet yerine ifanın seçilmesi; yapılması gerekenin fıtrî olmasındandır. Fıtrî olana vefa aslında bir öze dönüştür. İfa etme ifadesinde önceden verilen bir vaat ve söz vardır. Bu söze vefa gösterilmesine ifa denir ve ahit gerçekleşmiş olur. Artık iş, görev, sorumluluk kalmaz. Misal hac vazifesinin ömürde bir defa yapılması kâfi geldiği için hac vazifemizi ifa ettik, denilir. Zira ata ocağına sılayırahim yapılıp ahde vefa gösterilmiş olur. Riayet ise, şartlar tekerrür edince yine yerine getirilendir. Özel akitler ifa edilir, genel akitler ise sebebin tekerrürü ile yükümlülüğün yeniden yerine getirilmesi gereklidir. Kazada ise bu yükümlülük ahitten kaynaklı olmayabilir. Kazada yükümlülük biterken, eda devam eden durumu ifade etmek için kullanılır. İfa ise söze vefa ile sonlanır. Bir misakın her bir maddesine, emrine, talimatına veya sözüne “ahid” denir.
Yemin, ahdin dinî boyutunu; söz verme de ahlâkî yönünü teşkil eder. Ahitle yemin arasında fark vardır. Yemin bozulursa kefaret gerekir. Fakat ahitte bu yoktur. Ahdi bozmanın günahı kefaretle ortadan kalkmaz. Ahdin ifa edilmesi şarttır. “Akit” karşılıklı anlaşmadır. Aktin yerine getirilmesi muhatabın yerine getirmesine bağlıdır. Ahit ise tek taraflı ihsan olması bakımından taahhüttür. Taahhüt edildiğinde mutlak anlamda bu taahhüdün yerine getirilmesi gerekir. İmkân varken yerine getirilmezse bundan sorumluluk doğar; zarar ortaya çıktığında zarar tazmin edilir.
‘Ahdullâh ifadesinde ilk olarak kişinin Allah’a olan inancından doğan manevî, ahlâkî ve toplumsal yükümlülüklerine işaret edilir. İkinci olarak da, insanların birbirleriyle yaptıkları tüm sözleşme ve antlaşmaların Râzî’nin belirttiği gibi, ilke olarak Allah’la yapılmış sayılacağını ve dolayısıyla bunlara tam bir riayet gerektirdiğini tembih etmektedir. Her anlaşmada Allah’ı kefil bilmek bu şuurun gereğidir. Ahdi sağlamlaştırmak onu Allah’ın bildiğine imân ile olur. Müslüman biri ile yapılan anlaşma kim olursa olsun, Allah ile yapılan anlaşma gibi olmalıdır. Zira Müslüman Allah’ın emirlerine tam teslim olmuş, o değerleri temsil eden demektir. Dolaysıyla harfi harfine bu anlaşmalara uymak farzdır. Kurân yemine sâdık olmayı, yapılan anlaşmalara riayet etmeyi, ahde vefayı o kadar önemsiyor ki, pek çok âyette bunları vurgulamaktadır. Sözünde durmayı müminlerin en önemli özelliği olarak saymaktadır. (Bkz. Meâric: 32; Râd: 20; Müminûn: 8). Hz. Peygamberin; “Muhammedü’l-emîn” lakabı ile anılmasının sebebi de yine bu güven ahlâkına dayanmasından kaynaklanır.
92- Ve ipini kuvvetle büktükten sonra çözüp açan kadın gibi olmayın! Bir ümmetin sayısı diğer bir ümmetten çok olunca yeminlerinizi aldatmakta kullanıyorsunuz. Muhakkak ki Allah, sizi onunla sınıyor. Ve kıyâmet günü, hakkında ihtilâf etmiş olduğunuz şeyi mutlaka size beyan edecektir.
Bu âyet, Mekke’nin son dönemlerinde hicretten önceki durumu detayları ile verir. İnsanlar, izzetin yani fıtrî olan insanî erdemlerin mi yoksa zillete rağmen gücün ve şirkin oluşturduğu görece zenginliğin yanında mı yer alacaktır? İşte bu durum, seçimleri bir sınama vesilesine çevirmiştir. Âyetteki “yeblû-kum allâhu” kalıbı sınavı Allah’a isnat eder. Zira bu sınav, insanların hayrına olan bir imtihandır. Bela, körelen bıçağın bilenmesidir. Rabbimiz de sırâtımüstakîmi göstererek körelen insanî duygu ve erdemleri keskinleştirmekte ve imtihanlar ile işlevsel hâle getirmektedir. Enkas kelimesi naks’ın çoğulu olup “eğirip sağlamlaştırdıktan sonra ipi çözmek” demektir. İpin sağlamlığının eksilmesi, tamam olmaması, nâkıs olmasıdır. Nâkıs; noksan, eksik manasına gelir. Aynı zamanda matematik terimidir, eksi, negatif, demektir. Enkês kelimesi “nüks”ün çoğuludur, birleşip iyileştikten sonra tekrar dağılma, bozulma, paramparça demektir. Yaranın nüksetmesi gibi. Yeminleri bozmak toplumsal sıhhate ve güven hâline zarar veren, onu çözülüp dağılmaya sürükleyen önemli husustur. Ğazl kelimesi iplik ile örülmüş demektir. Bunu nakzetmek demek ipliği çözmek, kesmek veya koparmak, örgüyü bozmaktır. Sonunda birliğin veya bütünün dağıtılması söz konusudur. Dehalen kelimesi ise, “hainlik ve aldatma” anlamına gelir. Biri ile yaptığı akdi, içinden münafıkça bozma niyeti ile yapmak; yemin ve güveni kandırma, aldatma aracına çevirmektir. Erbâ kelimesi “daha çok, daha fazla” manasındadır. Arapçada, bir şey artıp fazlalaştığı zaman kullanılan “rebâ’ş-şey’ü-yerbu” fiilinden alınmadır. Hayırsız bir artışı, köpük gibi kalabalıklaşmayı anlatır. Riba da buradan gelir. Bu fazlalık bazen sayı bazen kuvvet bazen da sahte bir şeref ve itibar bakımından olabilir. Kelime “hem ekonomik gücü hem de yaptırım gücünü” ifade etmektedir. Âyette bu durum ümmetin sayısının çokluğu üzerinden anlatılır. Kalabalık olup güçlenmek; antlaşma ve yemini bozmakla sonuçlandığında o artış (riba) ümmet için hayr değil, şer olan bir artıştır. Güç ve itibardan önce, güç ahlâkı gelmelidir. Bu açıdan bakınca sanki âyet yeni inmiş gibi gözükmekte, milletlerarası çağdaş ilişkileri gündeme getirmektedir. Güçlü ve zengin ülkeler bazı bahaneler ile askerî ve ekonomik olarak güçsüz gördükleri ülkelere verdikleri taahhütleri kendi menfaatleri doğrultusunda bozmaya devam etmektedirler. Mücâhid şöyle demiştir: “Onlar, müttefikleriyle anlaşma yapıp yemin ediyorlardı. Sonra, onlardan daha kuvvetli ve şerefli olanları gördüklerinde, öncekilerle yaptıkları ahdi bozuyorlar ve daha kuvvetli gördükleri ile anlaşma yapıyorlardı. İşte Rabbimiz böyle yapmayı yasaklamıştır. Âyetteki ifade ‘Sizler, bir ümmet, sayı, kuvvet ve şeref itibarı ile diğer bir ümmetten daha güçlü olduğunuz için, yeminlerinizi aranızda bir fesat ve bozgunculuk aracı ediniyorsunuz.’ manasındadır. (Râzî)
Yemin eden, ahitleşen ve Allah’ı kefil bilip sağlamlaştırdıktan sonra ahdini bozan kimselerin durumu -konumuz olan âyette- yününü eğirip sağlam bir şekilde büktükten sonra onu tekrar çözen bir kadının durumuna benzetilmiştir. İp üzerinden yapılan bu güzel tasvir verilen karşılıklı sözlerin, yeminlerin bağlayıcılığı ve bunu bozmanın uzun bir emeği heba ederek güveni de bozmak olduğunu resmeder. İnsanları bir arada tutan uzun yıllar sonucu oluşmuş güven duygusudur. Allah, toplumsal yaşamın kurallarını ilk insandan itibaren öğretmiştir. Bu vahyedilen ilkeler bütünü için de Kurân, “hablullah/Allah’ın ipi” benzetmesini yapar. (Âli İmrân: 103) “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın!” emri, tefrika hastalığının da şifasıdır. İnce teller ne kadar bir araya gelip sıkı sıkıya birbirlerine dayanırlarsa tellerin mukavemeti o kadar artar ve böylece hayatın yükünü taşıyabilir. Bir ömür emek ve gayretle edindiğiniz güvenilir insan örnekliği, menfaatler doğrultusunda yapılan yanlış bir adım ile dağılıp gidebilir. Güven kaybetmek kolay iken onu tekrar kazanmak son derece zahmetli ve zor bir iştir. Eşler arasındaki birliktelik yani aile kurumunun temeli de güvene dayanır. Türk toplumuna yönelik yapılan çalışmalarda toplumun sadece %10’u, insanların güvenilir olduğunu düşünürken %90’ı insanların güven vermediğini söylemektedir. İskandinav ülkelerde bu oran tam tersidir. Güven verenlerin oranının %90’a çıkması toplumda mutlu ve huzurlu insanların oranını da %90’lar seviyesine çıkarmaktadır. Görüldüğü gibi güven ve mutluluk arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Allah Resûlü’nün çevresinde her daim kötü niyetli münafıklar olmuştu. En düzgün toplumlarda bile güvenilmez, kötü insanlar vardır. Ancak bu suçlu sahtekârlar toplumun sadece %10’unu geçmemektedir. Türkiye’de nüfusun %0.3 bir suçtan dolayı hüküm almıştır. Bu orana yargılanmayanları da dâhil etsek bile oran %10’a ulaşamaz. Ancak toplumsal algı, insanların çoğunun güvenilmez ve suçlu olduğudur. Oranın düşük olduğunu bilmek insanı geleceğe dair daha umutlu ve dolayısıyla daha huzurlu kılar. Zira insanların tedbir alacağı ve sakınacağı kesim azalır. Ülkemizde olduğu gibi çemberi genişletip toplumun %90’ını güvenilmez görmek ve insanları etiketlemek kişiyi mutsuz ve stresli yapmaya yeter sebeptir. Bu toplumsal paranoya öyle bir hastalıktır ki kişi en yakınlarından bile kuşku duymaya başlar.
Oysa imân “e-m-n” kökünde gelir. Manası “güven” demektir. Mümin, güvenen ve güven veren insandır. Bir kul başta kendisine, sonra çevresindekilere ne kadar güvenir ve güven verirse o oranda mümindir. Bu meyanda imân, durağan bir ön kabul değil artıp azalan dinamik bir yapıdır. (Müddessir: 31) Farklılık güvensizliği değil, zenginliği artırmalıdır. Sizin gibi düşünmeyen veya inanmayan birine güvenmeme aslında ilkel bir güdüdür. İnsanlar kendisine benzeyenlere daha yakın hisseder ve onlara güvenme eğilimindedir. Benzemeyenler bu ilkel güdü gereği güvenilmez ve zararlı olarak etiketlenir. Bu ön yargıyı Kurân şöyle terbiye edecektir:
93- Ve eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet kılardı. Fakat O, dilediğini dalâlette bırakır. Ve dilediğini hidâyete erdirir. Ve elbette amellerinizden mesulsünüz.
Allah dilediğini dalâlette bırakıp dilediğini hidâyete erdiriyorsa kişi yaptığından sorumlu olur mu? Allah’ın dilemesini kulun yaptıklarından bağımsız düşünmek âyetin sonundaki “Amellerinizden mesulsünüz.” ifadesini anlamsız kılar. Allah’ın dilemesi bizim mesuliyetimizi ortadan kaldırmaz. Zira sorumluluklarımızı yerine getirip getirmeme oranında Allah, ya dalâlette bırakır ya da hidâyeti diler.
İnsanların, yaptıklarından sorumlu tutulabilmeleri için, seçimlerinde özgür olmaları gerekir. Özgürce tercihler, sadece güven veren ortamlarda yapılabilir. Sorumluluk özgürlüğe dayanır. Dayatma, zorlama ve güvensizliğin kol gezdiği bir ortamda din sadece Allah’a halis kılınamaz. O yüzden “Fitne(baskı) kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar, onlarla savaşın, eğer savaşa son verirlerse zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” buyrulur. (Bakara: 193) Din denen hayat tarzının sadece Allah için olması insanların münafıklıktan kurtulmasının da tek yoludur. Ailesi veya sevdiklerinin geleceğine ilişkin kaygıları olan birinin yaptığı seçimler sevgi veya isteğe değil korkuya dayanır. Her güvensiz ortam iradeye zarar verir. Böyle bir hayat tarzına karşı tedbir almayanları, kendilerini sakındırmayanları, güveni tesis etmeyenleri Allah dalâlette bırakır. Hidâyetin adı da İslam denilen güven ve barışın hayat tarzı (din) olarak seçilmesidir. Haddizatında Allah’ın insanlardan razı olduğu din İslam’dır. (Maide: 3)
94-Ve yeminlerinizi ara bozmada kullanmayın! Öyle yapanların ayağı, yere sağlam basayım derken kayar. Ve Allah’ın yoluna set olduğunuz için kötülüğü tadarsınız. Ve bu size azâmetli bir azâp olur.
Yeminleri aldatma aracı edinenlerin bunu neden yaptıkları mevzubahis edilmiştir. Yemin, söz, akit vs. güveni tesis içindir. Ancak bunun menfaatler doğrultusunda bozulması, esnetilmesi adâletsizlik ve zulümleri doğurur. Yere sağlam basmak “zellet kadamuhu”, Arapçada bir deyimdir. Bu ifadenin Türkçemizdeki karşılığı yaş tahtaya basmamaktır. Aldatılmamak için dikkatli olmak, uyanık olmak, aslında yere sağlam basmaktır. Ancak bu da yine güvensiz bir ortamı anlatmaktadır. Burada ayağını sağlam yere basan tip başkasının zararı pahasına da olsa kendini sağlama almaya çalışan bencil tiptir. Bu tipin derdi birilerinin sırtına basıp yükselmektir. Basamak olarak görüp küçümsediği ve aşağıladığı kişilerin de sağlam olmasını ister. Kendi namerttir ama çevresinde mert insan ister. Kendisi duruma göre yeminini bozup insanları yarı yolda bırakır ama basmak gördüğü insanların ayağının altından kayıp gitmesini kendi istemez. Oysa din fıtrattır. (Rûm: 30) Ve fıtratta güven esastır. O vicdanlara nakşedilmiştir. Güveni sarsan, fıtratın üstünü örter. Rum 30 buna dikkat çektikten sonra devam eden âyetler “Onlar, dinlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular” der. Tıpkı büktüğü ipi söküp dağıtan kadında olduğu gibi. Allah’ın yolu erdemler yoludur. İnsanlar bu ilkeler ışığında güvenle yolda ilerleyebilirler. Ancak yemin gibi dini bir kavramı sûistimal etmek erdemler yolunun güvenliğini bozar. Toplumsal güveni sırf kendi menfaati için bozanlar kendilerini sağlama alma uğruna Allah’ın yoluna set olurlar. Yolda yürümek değil, yola yatma niyeti insanları Allah ile aldatma derekesine düşürür. “Ey insanlar! Muhakkak ki Allah’ın vaadi haktır. Öyleyse dünya hayatı sakın sizi aldatmasın. Aldatıcılar da sizi Allah ile aldatmasın.” (Fâtır: 5) âyeti bu hususta insanları ikaz eder. Fakat insanı, insan olmaktan vazgeçiren, erdemler yolunu kirleten ve o yolu yürünemez hâle getiren en önemli sebep geçici dünyalıklardır. Bu yüzden insanlar barış, sulh ve selâmet içinde yaşamayı terk etmiştir.
95- Ve Allah’ın ahdini az bir bedelle satmayın! Muhakkak ki o, Allah’ın indinde sizin için daha hayırlıdır. Keşke bilseydiniz.
Bu âyette genel ahlâk ilkelerine Allah’ın ahdi denilmektedir. Allah’ın katındaki; insanı insan yapan değerler, erdemler, ilke ve âyetlerdir. Bunları geçici hırs ve menfaatler için satmak Allah’ın ahdine vefasızlıktır. Rızalığı bozmak, güçsüzü ezmek, dalkavukluk ve yalan ve iftira atmak, yalancı şahitlik, çıkar amacıyla görevi kötüye kullanmak, zâlimlere meyletmek ve zulmü desteklemek, mücrimle işbirliği yapmak, rüşvet, torpil ve hak yemek gibi davranışların tamamı, erdemler yoluna ortak koşmaktır. Bu sayılan günahlar özü itibari ile Allah ile kullar arasındaki misakın her bir ahdine ihanet etmektir. Bu durum, Allah’ın ahdini az bir bedele değişmektir. Allah’ın katında insanı insan yapan erdemler daha hayırlı ve değerli iken maalesef insanların nazarında bu faziletler gerekli değeri görmemiştir. Güvenen ve güven veren insanlara enayi, keriz, saf gözüyle bakıldığı sürece de bu böyle devam edip gidecektir. Geçici ve sonunda ölümün olduğu bu fani dünyada insanları nereye kadar aldatabiliriz ki? Eni sonu biten bir ömür için bu kadar yalan, bu kadar sahtekârlık ve çok yüzlülük niye?
96- Sizin katınızda olan şeyler tükenir. Allah’ın indinde olan şeyler bâkidir. Ve mutlaka, amellerinden dolayı sabredenlerin ecrini daha güzeli ile karşılarız.
Bir ormanın, bir kentin, bir topluluğun sona erdiği yere “nefd” denmektedir. Nefd; bitmek, tükenmek, sona gelmek demektir. Âyette maddiyat için kullanılmıştır. Maneviyatın sıfatı ise bâkidir. Bakiye, bir kaptan bir şey boşaltıldıktan sonra dökülmeden içinde kalandır. Sonraları kullanılan herhangi bir şeyden arta kalana “bakiye” denmiştir. Su gibi akıp giden hayattın ardında kalan tek şey “velbâkiyâtu-sâlihât”dır. Çünkü insanların malları, evlatları, çevresi sadece dünya hayatının birer süsüdür. Bâki olan sâlih ameller Rabb katında daha hayırlı olandır. (Bkz. Kehf:46)
Sabretmek her ne olursa olsun insanî değerlerden, erdemlerden taviz vermemektir. İlkeli, kurallı insanlar başta kendisine saygı duyan, kendilerine güvenen, güven veren sabırlı insanlardır. Bu şahsiyetler değerini o ilkelere sadâkatlerinden alırlar. Allah’ın ahdine vefalı olanların bu nedenle fiyatı değil değeri olur. Onlar hem çevreleri hem de toplum için paha biçilemez değerlerdir. Bu duruş, yaptıkları sâlih amellerin dünyadaki mükâfatıdır, ecridir. Ecrin de dereceleri vardır. Bu meyanda kişinin ve yaşadığı hayatın kalitesi tercihleri ile doğru orantılıdır. Kaliteden maksat kullanılan eşyaların, tüketilen gıdaların veya eskitilen araç-gerecin kalitesi markası kesinlikle değildir. Kaliteden maksat tayyip hayattır.
97- Güvenen kadın ve güvenen erkekten kim sâlih amel işlerse artık ona mutlaka tayyip bir hayat yaşatırız. Ve mutlaka onları, yaptıkları amellerin ecirlerinden daha güzeli ile karşılarız.
Âyet; “kadın ve erkek” yerine “mümin kullardan kim sâlih amel yaparsa…” şeklinde olabilirdi. Ancak burada kadınların bazı amellerde 2. sınıf insan muamelesi görmelerinden dolayı geri kalmalarına bir âtıf yapılmış olabilir. Kadının da sâlih ameller ile hayatının kalitesini artırma ödevi hatırlatılmıştır. Mesela amel hususunda, çalışıp para kazanan kadın bağımsız olarak kocasından ayrı zekâtını verebilir, infak edip haccını yapabilir, kurbanını kesebilir. Âyette ister kadın (unsa) ister erkek (zeker) olsun yapılan bir amelin sâlih bir amel statüsüne yükselmesi için yapanların mutlaka güvenilir insanlar olma şartı vardır. Güven vermeyen, sahtekâr, hırsız, üçkâğıtçı birinin yaptığı zahiren sâlih gibi görünen bir amelde bile zihinlerdeki “acabalar”, yapılan amelleri gölgeleyecektir. Zira güven vermeyen insanların hayırlı amelleri bile genelde riya ve gösteriş ya da çıkar içindir. Sâlih amel yapma bir sürecin sonunda hak edilmiş bir nasiptir. Bu nasip oranında yaşamın kalitesi “hayâten tayyiben” seviyesine yükselecektir.
Tâbe kelimesinden türeyen ve “tayyib’in”, kardeşi durumunda olan tûbâ kalıbı “mutluluk” anlamına gelmektedir. Dünyanın en güzel hissi, doğru olduğuna inandığınız, başkalarına ve kendinize faydalı olup toplumun sulhu ve selâmeti için yapılan sâlih amellerdir. Bir insanın hayatını kurtarmak, adâletin tecelli etmesine yardım etmek, bir açı doyurmak, insanların minnet ve şükranla gülümsemesini sağlayacak ameller ortaya koymak; bencillik, hırs, kibir ve buhranlardan huzur ve mutluluklara sığınmak tayyip hayattır. İşte sığınağın en güzeli de budur. “Ne mutlu güvenen ve sâlih amel yapanlara! Sığınağın en güzeli onlaradır.” (Râd:29) Bu manalardan hareket ederek “hayâten tayyiben” kalıbını şöyle okuyabiliriz: Kendisine zarar verecek şeytânî duygulardan arınarak düşüncesini ve amelini temizlemiş olanların ulaşabildiği mutlu, huzurlu hayatın adıdır. İbni Abbas, Said b. Cübeyr, Ata ve Dahhak’tan rivayet olunduğuna göre “hayâten tayyibeten” ile kastedilenin “helâl rızık” olduğudur. Hasan Basri, İkrime ve İbni Abbas’tan rivayet olunduğuna göre, bu ibare ile “kanaat” kastedilmiştir. Bu görüş aynı zamanda Hz. Ali’ ye de atfedilir. Mücahid, Katade ve İbni Zeyd’den nakledilenlere göre “hayâten tayyibeten”den kasıt “cennet”tir. Netice olarak diyebiliriz ki, Rabbimiz bu âyeti ile insanların yaptıkları amellerin boşa gidip gitmediği konusundaki tereddütlerini cevaplandırmaktadır. Yapılan amelin doğruluğu hakkındaki güvenin/imânın tesis ettiği karşılık hem bu dünyada hem de âhirette görülecektir. “Mümin/güvenen kadın ve erkekten kim sâlih amel işlerse artık ona mutlaka tayyip bir hayat yaşatırız.” cümlesi aslında bir şart cümlesidir. Demek ki her mümin tayyip bir hayat yaşayamaz. Bunun şartı sâlih amellerin, güven duygusu içinde yapılmasıdır. Hayata daima olumsuz bakanların, güven duygusundan yoksun olanların tayyip hayata ulaşması bu yüzden çok zordur. Umutsuzluk, karamsarlık, hep kötüye ve eksiğe odaklanma terk edilmeden veya bunlardan kurtulmadan hayatın kalitesi yükselemez. Tayyip kelimesindeki o temizlenme ve arınma manası bu negatiflikten ve kötülükten kurtulanları kapsar. Peki, bunun yolu nedir?
98- Öyleyse Kurân okuduğun zaman recmedilmiş şeytândan artık Allah’a sığın!
Kıraat, harflerin ve kelimelerin “tertil” üzere birbirlerine ulanması demektir. Bu yüzden, ağızdan tek bir harfin çıkmasına “kıraat” denmez. Kıraat temelde dilin iradeye dayalı bir eylemidir. Buradaki okuma emri, onu anlamayı, öğretmeyi ve hayata tatbik etmeyi de içine almaktadır. Çünkü Türkçede kullanılan “okumak” kelimesinin karşılığı, Arapçada tilâvet’tir. Buna, hazırdaki bir metni okumak diyebiliriz. Bir tellalın padişahın fermanını okuması aslında onu duyurmasıdır. Zira tellal veya haber spikerinin metni anlayıp yorumlama görevinden ziyade sadece aktarma görevi vardır. Kıraat, önce fikirleri, görüşleri, kavramları zihinde, kitapta vs. toparlayıp hazırlamak sonra başkalarına sözlü ya da yazılı olarak aktarmaktır. Şeytân tilâvete değil kıraate müdahil olmaktadır. Metni tilâvet ettikten sonra hayatın içindeki durumlar ile metin arasındaki bağlantılarda şeytân denilen insanın karanlık yanı etkili olabilmektedir. Bu etki şeytânın kim olduğu değil, ne olduğu üzerinden anlaşılabilir. Öncelikle şeytân bir kişi değil bir sıfattır. Kelime iki köke dayandırılır. Bunlardan biri “uzaklaştı” manasındaki “şetane” fiilidir. “Şetane an/uzaklaştı, şatın/haktan uzaklaşan” demektir. İyilikten, uzaklaştıran çok sağlam ve uzun ip anlamı vardır ki bu da kuyuya inen kişinin ışıktan uzaklaşması yan anlamından gelmektedir. İkinci manada şeytan kelimesinin “yandı” anlamındaki “şâta” fiilinden türediğini öne süren bazı âlimler de vardır. Bu anlamda şeytan ”öfkeden yanıp tutuşan” olumsuz duyguların kişinin varlığını tehlikeye atmasıdır. Kısaca şeytân’ın anlamı, olumsuz duyguların kişiyi haktan, doğrudan, güzelden, iyiden, insanlıktan uzaklaştırmasıdır. Buradaki racîm kelimesinin anlamı taş atma yolu ile zararlı olan her ne varsa onu uzaklaştırmaktır. Amaç öldürmek değil zararını durdurmak için onu ortamdan kovmaktır. Zira insan yaşadığı sürece şeytânî ve karanlık yönünü asla yok edemez. O sadece kişiden uzaklaşır ve zararı en aza inebilir. “Recmen bi’l-ğayb” (gaybı taşlama) deyimi attığı asılsız fikir ve sözlerle hakkı uzaklaştırandır. Şeytânî duygularını kovamayan/taşlamayan ilk insanlar, Hz. Âdem ve eşidir. Onların şeytânı, iki melik olma ve saltanatın hâlit kalması fikri idi. Bunlar paylaşımdan ve kanaatten uzak ve hakkı olmayana el uzatma duygu ve düşüncelerine dayalı vesveselerdi. “Böylece şeytân, ona vesvese verdi. Dedi ki: “Ey Âdem! Seni, ölümsüzlük ağacına ve bir mülke ulaştırayım mı?” (Taha:120) Buradaki “ala şeceretil huldi” sonlanma, bozulma dağılma korkularının sonucudur. Bu korkular tevekkül azlığını yansıtır. Güvensizlik hâkimdir. Mülkü artırma isteği de aslında yine kanaat eksikliğinin, bardağın boş tarafına odaklanmanın sonucudur. Cennette olanlara değil, olmayanlara odaklanmanın oluşturduğu tekasürdür. Arâf 20’de şeytân “İki melik, yönetici olursunuz!” kandırması ile gelir. Hz. Âdem önce kendisi ve duygularının meliki/yöneticisi olmadan başkalarına kral olma hayali ve şeytânî vesveseler ile hayatı hiyerarşik okumaya başlamıştır. Bu durum hak ve hukuka saygılı, omuz omuza olan saf sistemini değil, birilerinin hakkını yiyerek onların omuzlarında yükselmeyi ve tahakkümü hedefler. Buna göre isti’aze “Haktan uzaklaştıran her türlü iddiadan, ideolojiden, şeytânî duygu ve düşünceden Allah’ın fıtrata nakşettiği yüce erdemlere sığınırım.” demektir. İşte o erdemlerin kaynağı ise kıraat edilen Kurân ayetleridir. Kurân’î değerleri içselleştirirken çekilen “euzubesmelenin” altında yatan derin mana budur. Bu âyeti, özellikle tarih boyunca vahyi kendi hevâlarına uydurmak için yapılan yorumları düşünerek okuduğumuzda, âyetin ne kadar önemli bir noktaya dikkat çektiği anlaşılacaktır. Her türlü ön yargıdan, bencil arzu ve küçük hesaplardan arınmış bir şekilde, sadece Allah’a sığınarak okunan kitap bizlere hidâyet rehberi olacaktır. Bakara sûresinin 2. âyetindeki “huden lilmuttekîn” ifadesindeki sakınmada insanın bu karanlık yanının tesirinden sakınanlar anlamındadır.
“Kovulmuş şeytân’dan Allah’a sığınılması” direktifi, salt sığınma sözünü söylemekle yerine getirilebilecek bir emir değildir. Zira âyetteki ifade “Allah’a sığınırım de! ” veya “De ki Allah’a sığınırım! ” şeklinde değil, sadece “Allah’a sığın!” şeklindedir. Zira isti’aze bir söylemden ziyâde bir hâlin veya eylemin adıdır. Şeytânî, olumsuz düşünce ve duygulardan, kin ve düşmanlığı artıran vesveselerden, yersiz korku ve suizanlardan kurtulmanın yolu sadece sözle bu cümleyi söylemek değil onları taşlamak ile olur. Şeytânını recmedenlerin iki temel özelliği vardır: Bunlar…
99- Muhakkak ki onun, güvenen ve Rabblerine tevekkül edenler üzerinde bir sultanlığı yoktur.
Sultan kelimesi, “s-l-t” kökünden gelir. Selata, nüfûz ve etki altına almak demektir. Üstünlük, galebe çalma ve istilâ anlamında da mastardır. (Bkz. Necm: 23) İmân ile aynı kökten gelen “mena” kelimesi çalılardan yapılan barınakların ortasında boş bırakılan yerdir. Orası gözden uzak ve ulaşılması güç olduğu için güvenli yerdir. Oraya bırakılan eşya ve giren kişi emin olur. Bu manada “imân” kişinin ve toplumun menaya bırakılmasıdır. Tevekkül, “v-k-l” kökünden türemiş, tefe’ul babından bir mastardır. Lügat manası vekâlet vermek, teslim olmak, bırakmaktır. Allah’ın el-Vekil diye bir de esması vardır. Sonsuz güven veren, dayananı koruyacağına inanılan tek mabut demektir. Kurân’dan önceki dönemde tevekkül bir şeye, şahsa dayanmak ve güvenmek manasında kullanılıyordu. El- Mümin ve el-Vekil esmaları ne kadar tecelli ederse kul o oranda şeytânını uzak tutabilir.
Ölümlü insanın ölmez gitmez değerlere sırtını dayaması, kendisi ve arzuları ile yaptığı mücadelede insana bitimsiz bir güç ve referans noktası verecektir. İnsanın bir ayağı tıpkı pergelin sabit ucu gibi ilâhî-ulvî değerlere, muhkemlere dayanmalıdır. İnsan, ancak bu şartla evrensel ve doğru bir kuşatıcılıkla hayatı okuyabilir. Ancak o değerlere güvenenler kötülüklere -köle değil- sultan olabilir. İmân hâlinin tesisi için öncelikle; hayatı tevekkülün verdiği güvenle okumak gereklidir. Bu durum, hayata pozitif bakmak ve bu yönde cümleler kurmak ile meyvesini verir. Kişiler bencil değil paylaşımcı ise şeytânına bir taş atmış olur, böylece açgözlü olmaktan kurtulup kanaatkâr olmakla ödüllendirilir. Artık başkasının ağacında/malında gözü olmayan gözü gönlü tok insanlardan olur. Bu hâl suça ve kötülüğe meyli azaltır. Şeytânî vesveseleri taşladıktan sonra onların tekrar yanaşmaması için onları görmezden gelmek, onun korkutmalarına ve vaatlerine itibar etmemek şarttır. Hep olumsuzu gösteren, yıkıcı eleştiren, yargılayan, suçlayan kişilerden ziyade olumlu olanı gören, umut veren insanlarla vakit geçirmek şeytânî yönün güçlenmemesi için gereklidir. “De ki: Ey nefislerini israf etmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden yana karamsarlığa düşmeyin!” (Zümer: 53) âyeti umudun ve pozitifliğin önemine dikkat çeker. Hareketsizlik negatif iken stresin az olduğu aktiviteler, iş ve meşguliyetlere yönelmek şeytânî vesveseleri kovmanın başka bir yoludur. Aklı hayırla meşgul etmeyenin kalbini şeytan işgal edecektir. “Biz senin göğsünü genişletmedik mi? O hâlde, boşta kalınca hemen başka bir işe intisap et!” (İnşirah:1-7) âyeti buna teşvik eder. Allah’ın âyetleri ile dolu olan doğa yürüyüşleri ( Ali İmrân: 198), bizi öldüren tüketim ve biriktirmekten ziyade üretimi hedefleyen bir hayat tarzı edinmek (Tekasür:1-2), zarar veren geçmiş hatıra veya anıları daha az hatırlayarak şeytânın sizin üzerinizdeki sultanlığını zayıflatmak (Bakara: 106) ve en önemlisi hiçliği/nihilizmi değil varlığa var edene, ilâhî umuda ve ulvî hedeflere odaklanmak şeytânın, insan ve çevresi üzerindeki sultanlığını darmadağın edecek birkaç örnektir. Kurân bu öneriler ile dolu bir kitaptır. Şeytânı taşlayanların elinde bunlar olmalıdır.
100- Onun sultânlığı sadece ona yönelenlerin ve onunla şirk koşanların üzerindedir.
Yetevellevnehû, onu takip emek, kılavuz edinmek, yani onun velâyetine başvurmak demektir. Şeytânî kötü duygulara yönelen, haz ve hevâ için her şeyi yapana Kurân “Allah’a şirk koşmak” demektedir. Bu durumda kişi, şeytânın her dediğini kayıtsız şartsız yerine getirerek şeytânın kulu olmuş ve onu kendine sultân kılmış demektir. “Ve kim Rahmân’ın zikrinden yüz çevirirse, şeytânı ona musallat ederiz. Böylece o, onun yakını olur. (Zuhruf: 36) hükmü geçerli olur. Nihayetinde “Her kim buna (kaypak şeytâna) dost olursa muhakkak onu sapıtır ve onu doğru saîr azâbına sürükler.” (Hac: 3-4) Şeytân ve dostlarını iki elinin arasındaki erdemler ile taşlayanlar, her daim iftira ve yalanlarla karşılaşmıştır. Zira erdemli insanların elinde bu değerler varken onları taşlayanların elinde ve dağarcığında sadece yalanlar ve şeytânî vesveseler vardır.
101- Ve biz, bir âyetin mekânına bir âyet getirdiğimiz zaman ve Allah neyi indireceğini daha iyi biliyorken dediler ki: “Muhakkak ki sen sadece bir müfterisin!” Bilakis, onların ekserisi bilmiyor.
Kurân’da herhangi bir âyet diğer bir âyetin hükmünü asla kaldırmaz. Zira kaldıran âyetlerin olması Kurân’da birbirine zıt hükümler olduğu anlamına gelir ki bu da tutarsızlık anlamına gelir. (Bkz. “Eğer bu kitap Allah’ın katından değil de başka bir yerden gelmiş olsaydı onda bir çok çelişki bulacaklardı.” Nisa:82) Aynı konu ile ilgili birbirine zıt gibi görünen âyetler, insanlara farklı şartlar altında farklı davranma seçeneğini tanıyan âyetlerdir.
Bedel, bir şeyi başka bir şeyin yerine koymaktır (Bkz. Müfredat “b-d-l” kökü) Burada bir de mekân kelimesi geçmektedir. Kelime Kurân’da sihirbazlar ve Hz. Mûsa’nın karşılaşma alanı anlamında dilimizdeki manada da kullanılmıştır. (Bkz. Tâhâ:58) Âyet işâret demektir. Âyet hakîkatin kendisi değil onu gösteren bir işârettir. Âyetlerin gösterdiği hakîkat tektir ve değişmez. Ancak o işâreti okuma, anlama ve hayata tatbik etme şartları değişince işâretin mahiyeti de değişir. Dikkat edilmesi gereken nokta hükmün değil o hükmü gösteren işâretin değişmesidir. Bunu yol levhaları üzerinden anlayabiliriz. Işıklı bir tabelada doğru yolu gösterebilir, bir dal parçası da doğru yolu gösterebilir. Her âyet yaşanacak bir yere/mekâna yani zemine ihtiyaç duyar. Tüm âyetler aslında aynı hakîkati gösterirken zamanla gösterdiği hedef değil; gösterme şekli, mekân ve muhatabın algısından kaynaklı işaret farklılaşıp değişebilir. Bir otobanda hız limitini gösteren tabelalar, işaretler değişebilir. Araçlar ve yol geliştikçe limit artabilir. Ancak limitin konma amacı olan güvenle yolculuk yapma hedefi asla değişmez. Bir de dikkat edilirse âyetleri değiştiren özne yine çoğuldur. “Biz bir âyetin yerine/mekânına bir âyet getirdiğimizde…” Bu çoğul kullanım değişimin uzun süreçler ve farklı unsurların araya girmesi sonucu olduğunu anlatmaktadır. Hakîkat aynı olduğu için tüm kitapların ortak adı zikir/hatırlatmadır. Unutulan ve uygulama imkânı -güncel sorunlara uygun yorumlanmadığı için- kalmayan âyetlerin aynı hakîkati asrın idrakine uygun işâret etmesi gerekir. Bu nedenle işâretler, yeni bir okumaya ve bilinç tazelenmesine ihtiyaç duyar. Tabiî ki bu okumayı şeytânın sultânlığına girmemiş, özgür dimağlar başaracaktır. Bakara sûresinde bu konu şöyle işlenir: “Biz bir âyetten her neyi siler (nush) veya unutturursak (nisyan) ondan daha hayırlısını yahut mislini getiririz.”(Bakara:106). Nesh, ortadan kaldırmak veya silmektir. Zira o işâreti okuyan ve anlayan kalmadığı gibi onun yaşanacağı zemin/mekân da kalmamış, şartlar değişmiştir. Bizler değişen ve dönüşen şartlar içinde imtihan edilmekteyiz.
102- De ki: "O rûhulkudüs, imân edenleri sabitlemek ve teslim olanlara hidâyet ve müjde olması için Rabbinden hak ile indi.
İmân edenlerin dalâlete düşmelerine engel olan, onları bir çizgide sabit kılan ve âyet denilen yol işâretlerine teslim olanları da hidâyete ve sonunda müjdeye mazhar kılan “rûhulkudüs” nedir? Bağlamda herhangi bir melekten bahsedilmez. Mesele âyetleri kimin indirdiği değildir. Zira önceki 101’de, âyetlerin Allah tarafından indirilip değiştirilmesinden zaten bahsedildi. Bağlam tamamen âyetlerin güvenli olup olmadığı ve doğru yolu gösterip göstermediğidir. Rûhulkudüs iki kelimeden oluşur. İlki Kudüs’dür. Gözle görülen necaseti gidermek anlamındaki tathirden/temizlikten farklı olan kudüs kelimesi kutsal, erişilemez ve bozulamaz olduğu için kirlenmeyen demektir. Kuds kelimesi ve onun “mukaddes, mukaddesat, nukaddisü” gibi türevleri Kurân’da on bir yerde geçmektedir. Mukaddes olan sonradan bu arınmışlığa kavuşandır. Kudüs ise sonradan temizlenen değil hep temiz ve bozulmamış olandır. Allah’ın da el-Kuddüs diye bir esması vardır. Kutsalın kaynağı olan demektir. Kuddüs olan sadece Allah’tır.
İkinci kelime ise rûhtur. Rûh hayata bir anlam ve amaç katan ilâhî bilginin bir sıfatıdır. Şûrâ Sûresi 52. âyetinde Kurân’a “rûh” denilmesinin sebebi de budur. Kadîr sûresinde inen de bu rûhtur.
Bu minvalde “rûhulkudüs” ifadesinin anlamı zamanla değişen âyetler ve işâretlerin değişmeyen hedefidir. O hedef de kirletilemeyen ulvî ve kutsal değerlerdir. Fıtrata nakşedilen bu rûh ne zamanla tahrif edilir ne de bozulur. “Rûhulkudüs” el-Kuddüs olan Allah’ın hayata anlam katan, ölmez gitmez sözleri, temiz ilkeleri, hükümleri ve hedefleridir. Âyetlerin değişmeyen maksatlarına imân edenler için onlar birer sabiteye dönüşür. Tertemiz ve evrensel bu değerlerden referans alıp ilerleyenler için yani bu hakîkatlere teslim olanlar için “rûhulkudüs” sonu müjde olan bir hidâyet vesilesidir. Rûhulkudüs ’ün inme amacı da budur. O yüzden âyetin sonu “Rabbinden hak olarak indi.” şeklindedir. Âyetlerin şekli, formu, lisanı değişse de gösterdiği hak amaç olan ve hayata bir anlam ve amaç katan o kutsal hedef asla değişmemektedir. Bkz. “Ve muhakkak ki O, gerçekten âlemlerin Rabbinden indirilmiştir. Senin kalbine uyarıcılardan olman için onunla ruhul emin indi.” Şuara:192-194 Kalbi şüphelerden arındıran, emin kılan, ona bir anlam ve amaç katan mesajın güvenilir olma sıfatına da “ruhulemin” denmiştir.
103- Ve doğrusu, onların “Muhakkak ki, ona bir beşer öğretiyor.” dediğini biliyoruz. Ona isnat ettikleri kişinin lisanı acemdir. Ve bunun lisanı ise apaçık ortadadır.
Buradaki “a’cemiyyun” kelimesi, “sözü güzel anlamayan ve konuştuğunu açıkça anlatamayan konuyu toparlayamayan kimseye” denir. Bu manada “cemea” toplayan “acemi” toparlayamayan dağınık anlaşılır olmayan demektir. Arap olsun veya olmasın derdini anlatamayan a’cemî dir. Ancak bu kelime sonraları genellikle Arap olmayan ve Arapça konuşamayan kimseleri anlatmak için kullanılır olmuştur. “A’cemiyyun” kelimesinin karşıtı “arabiyyun”dur. (Bkz. Yûsuf:2, Râd:37) Bu ayrıma gidilmesinin sebebi ilâhî ve kutsal olan o rûhun/hedefin beşerî bir nakil olduğu iddiasıdır. Kaynaklarda peygamberimize Kurân öğreten kişilerin de Mekke’de ustalık yapan Bizans asıllı Cibra, Yesar ve Addas adındaki azat edilmiş köleler ile Habeşli büyücü Ubeyd b. Hadr adlı kişi olduğu belirtilmektedir. (Râzi, Kurtubi) Müşrikler Kurân’ın Hz. Peygamberi aşan yönünü fark etmişlerdi; ancak Kurân’ın Allah tarafından vahyedildiği gerçeğine inanmak işlerine gelmediği için, birileri tarafından ona öğretildiğini iddia etmişlerdir.
104- Muhakkak ki Allah, âyetlerine güvenmeyenleri hidâyete erdirmez. Ve onlar için elîm bir azâp vardır.
Mesele resûle kimin bunu öğretip öğretmediği veya Hz. Muhammed’in güvenilir biri olup olmadığı değildir. Müşriklerin tek derdi aslında resûl ile birlikte gelen insanî değerler bütününe, hakkaniyeti apaçık gösteren âyetlere güven meselesiydi. Diğerleri sunulan bu âdil yaşam teklifine, “ruhulkudis” olan temiz hedefe itiraz etmek için üretilmiş bahane, yalan ve iftiralardır. Müşriklerin, grubun menfaatine attığı yalanların destek görmesi 104. âyette “elîm azâbın içinde olmak” şeklinde tarif edilmiştir. Müşriklere her geçen gün kan kaybettiren, onların taraftarlarını azaltıp güçlerini kıran da bu aslı astarı olmayan yalan ve iftiralarıdır.
105- Sadece Allah’ın âyetlerine güvenmeyenler, bu yalanı söyleyip iftira atarlar. Ve işte onlar, onlar yalancıdırlar.
Yalanlar, güvensiz ortamların temel sebebidir. Yalanlar, toplumsal rıza hâlini bozar. Olgu ve olaylarla ilgili güvensizliklere yalancılar sebep iken, insanlara ilişkin güvensizliğin sebeplerinden biri de itibar düşmanları olan müfterilerdir. Yalan ve iftira sosyolojik olarak bulaşıcıdır. Bir toplumda yaşayanlar, yalanlardan maddî ve manevî çıkar elde ediyor ve yalanlar prim yapıyorsa orada yalan taklit edilerek bulaşıcı bir hastalık gibi yaygınlaşır. Bu nedenle toplumdan uzak yaşayanların dürüstlüğe daha yatkın oldukları gözlenmektedir. Asıl tehlike grubun çıkarı için söylenen yalanların doğru gibi savunulmasıdır. Takımın, hizbin, partinin, inancın menfaatine olan yalanlar takım liderleri, imam ve başkan tarafından mükâfatlandırılırsa yalan, sahte bir meşruiyet kazanır. Mekkeli müşriklerin sırf Müslümanlara zarar vermek amacıyla attığı yalanların doğru olmadığını kendileri de bilmelerine rağmen grubun menfaatine olan yalanlar toplu olarak savunulmuştur.
Yalanın beyazı, pembesi veya siyahı olmaz. Yalan müminin güven verme sıfatına halel getirir. Beyaz da olsa yalan söyleyen bir başka yalan ile bu söylediğini destekleme ihtiyacı duyar. Yalanlar, fıtratın gereği olan erdemli ve dürüst insan olma imajını sarstığı için yalan söyleyen vicdanlı insanlar bundan rahatsızlık duyar. Bunun tek istisnası şu durumdur:
106- Kalbi imânla mutmain olduğu hâlde -küfre zorlanan hariç- kim imânından sonra Allah’ı örtüp sadrını küfre açarsa artık onların üzerine Allah’tan bir gazap ve onlara azîm bir azâp vardır.
İkrah, lügatte bir kimseyi istemediği bir sözü söylemeğe veya bir işi yapmaya zorlamaktır. Istılahta ikrah, bir kimseyi tehdit ve korkutmakla rızası olmaksızın bir sözü söylemeğe veya bir işi yapmaya haksız yere sevk etmektir. Buna “icbar” da denilir.
İmânın esas itibari ile sadece dil ile olmayacağının delili bu âyetlerdir. Âyetten imânda dil ile ikrarın şart olmadığı sonucu da çıkarılabilir. Zira kalpte olması gereken imânın ikrarı gösterişçi bir dindar tipi doğurabilir. İhlaslı imânda kullara ispat gerekmez. Bu söylediklerimiz inkâr için de geçerlidir. Ancak ateist ve deistler inkârlarını ilan ederek dikkatleri üzerlerine çekmek, gündemi bu yolla meşgul etmeyi arzulayabilir.
Karşılaşılan baskı veya sıkıntıda inancının aksini beyan etmeye “ruhsat” varken, baskıya rağmen inandığı gibi konuşmaya veya davranmaya “azimet” denir. Zaruretlerin memnu olan şeyleri mubah kılması, genel bir kuraldır. Bir insanın kalbi imânla dolu olduğu hâlde dilinden küfür çıkmasıyla kâfir olmadığı gibi kalbi küfür ile doluyken de salt diliyle inandığını söylemesi de onu mümin yapmaz.
Şerh-ı sadr deyimi, Kurân’da dört yerde geçmektedir. (Bkz. İnşirah: 1) Üç yerde sadrın İslam’a sulh ve selâmete açılmasını anlatırken burada küfre açılmasını ifade etmektedir. Kalp ve aklın hak ve hakikatleri örtme yönündeki meyli, hakka girmekten zevk alması, öncelikli tercihin bu yönde olması kötülüklere sadrın açılmasıdır. Bunu ahlâk edinen tipin, hakkına girdiği mağdur ve mazlumların gazabına ve öfkesine uğraması Allah’tan bir gazabın üzerlerine olmasıdır. Bu gazap; Allah’ın sosyopsikolojik yasalarına aykırı davrananların maruz kalacağı kin, nefret ve öfkelerdir. Dünyada rüzgâr ekenin fırtına biçmesi gibi zulüm eken öfke ve nefretten başka ne elde edebilir ki? Âhiretteki azim azap, geçmişi bu hâl üzere olanları bekleyen gelecektir. Zira kişi yaşadığı gibi ölür, öldüğü gibi dirilir.
Bu âyetin hicret etmek yerine inancını gizleyip onlardan biri gibi görünme pahasına Mekke’de kalan kişilerin hakkında nazil olduğunu söyleyenler de olmuştur. Ancak bu gizlemenin zararı kişinin sadrının zamanla küfre açılması ve onlar gibi olma tehlikesidir.
Peki, inanmadığı hâlde diliyle inandığını söyleyene Kurân ikiyüzlü/münafık derken, inkâr etmediği hâlde diliyle inkâr eden biri neden ve nasıl münafık sıfatını almaz? Öncelikle İslam’da zorlama olmadığı için hiçbir insan dine zorlanamaz. (Bkz. Bakara: 256) Ancak bu âyette Mekkeli müşriklerin insanları şirke zorlaması söz konusudur. Münafıkta; zorlama, tehdit ve ölüm riskinden ziyâde dünyevî menfaatler söz konusudur. Bu menfaatperestler ölümden kurtulmak için değil İslam’a zarar vermek için münafıkça tavırlar takınmıştır. Ancak âyete konu olan Ammar b. Yasir’in derdi, şirk sistemi içinde bir ajan olmak değil canını kurtarmaktı. İbn Abbas der ki: Müşrikler onu, babasını, annesi Sümeyye’yi, Suheyb’i, Bilal’i, Habbab’ı ve Salim’i alıp işkence etmeye başladılar. Sümeyye iki deveye bağlandı ve ön tarafına bir mızrak saplandı. Hem kendisi hem de kocası Yasir öldürüldü. Kurân’ın inişinden itibaren ilk öldürülen kişiler bunlardır. Ammar ise zor ve baskı altında diliyle onların istediklerini söyledi. Bunu Resûlüllah’a arz edince Resûlüllah’ da ona: “Kalbin nasıldı?” deyince O, “İmân ile dopdoluydu.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlüllah ona “Bir daha aynı şeyi yapmaya kalkışırlarsa sen de yine öyle yap!” diye buyurdu (Kurtubî). Zira İslam’ın en öncelikli amacı, kendi uğruna insanların ölmesi değil kendisi ile güvende ve özgürce yaşamalarıdır. Bu minvalde İslam, bir amaç değil güvende olarak, mutlu, huzurlu bir şekilde yaşayıp rabbe kavuşturan bir araçtır.
107- İşte, onlar âhirete karşı dünya hayatına muhabbet beslediler ve elbette Allah, kâfir bir kavmi hidâyete erdirmez.
Kurân’daki dünya hayatını âhiretten daha çok sevmek ne demektir? Görülmemiş bir hayat görünen, içinde yaşanılan bir hayat ile ne kadar kıyas edilebilir? Dünyayı seven âhireti sevemez mi? Sorularımızın sağlıklı cevabı için konunun ilkeler düzeyinde düşünülmesi şarttır.
İstehabbû fiili, “sevmek” anlamına gelen habbe fiilinden türemiştir. Türkçemizdeki hububat, muhabbet gibi kelimelerin kökü olan “habbe, hubb” tohum demektir. Bu tohum kalbe kök saldığında onu oradan sökmek imkânsızlaşır. “Hayâteddünyâ” kalıbı maddî hayattır. Âhiret ise gelecek olan ve maddiyatı aşkın, manevî âlemdir. İnsanın tercih ve seçimlerini manevî olan belirler. Kişi neyi severse maddî olarak da ona yönelir. Buradaki dünya hayatı, kısa süreli çıkarların oluşturduğu geçici hazların adıdır. İleriyi/âhiri düşünmeden atılan her adım aslında o günü kurtarmayı, fâni dünyayı hedefler. Bunu hedefleyen tip, kısa vadeli çıkarları için ölmez gitmez değer ve ilkeleri örter. Bu yüzden uzun soluklu adımlar atmaz. Âhiret, insanî değerlerin sembolü iken dünya hayatı ilkel, maddî ve kısıtlı olanın karşılığıdır. Dünyayı âhiretten çok sevmenin somut göstergesi, hak ve hakikatlere karşı sağır ve kör olmaktır.
108- Onlar ki, Allah’ın kalplerini, işitmelerini ve görmelerini damgaladığı kimselerdir. Ve onlar, gâfillerdir.
“Tab‘” ağaç, taş gibi şeylerin üzerini çentmek için kullanılan taş parçası, alet demektir. Tabetmek, şekillendirmek için damgalamaktır. Darphanenin de yaptığı metali şekillendirmek için onu damgalamasıdır. Kökü “t-b-a”dır. Kurân’da 11 yerde gelir. Bir de “h-t-m” kökünden hitam, hatem vardır. Kurân’da bu kök 8 yerde gelir. Buradaki mühürlemenin amacı sonlandırmak, hitama erdirmektir. Tab etmek, hitama göre daha geçicidir. Buradaki damgalamak “fonksiyonlarını yerine getirmedeki işlevsizliği, kısıtlılığı anlatır. İnsanların hak ve hukukuna kör olmanın ve hakikati duyma konusunda -işlerine gelmediği için- sağır kesilmenin sebebi dünyaya karşı muhabbetin kalpte kök salmasıdır. Bu hâl hem kişinin kendisine hem de çevresine somut zararıdır. Her tür ön yargı ve peşin hüküm kalbin damgalanmasıdır. Kişi o çeltiği kendisi açmadıkça ön yargılar, kalbi mühürler. Artık kişi hakikati öğrenmek için tarafsız bir gözle nazar edemez, böylece gerçekleri kulak ardı eder. İşte bu durumun oluşturduğu duyarsız hâle Kurân gaflet demektedir. Gaflet her tür insanî erdeme, hesap verme gerçeğine, görev ve sorumlulukları ihmale götüren, menfaat için onları umursamamaya kişiyi sürükleyen ahlâkî erozyondur. Cürcâni, gaflet için nefsin arzusuna uymak olduğunu söylemiştir. Rağıb ise yeterince uyanık ve dikkatli davranılmadığı için insana arız olan yanılgı hâli diye tanımlamıştır.
109- Zararı yok! Elbette onlar, âhirette hüsrândadır.
Duyarsızlaşan insanların gelecekleri pişmanlıklar ve hüsran ile doludur. Keşkelerin artma sebebi zamanında doğru olana değil, geçici olana duyulan muhabbettir. Âyette yer alan “lâ cereme” ifadesinin “zararı, sıkıntısı yok” anlamı, yapanın asıl kendisine verdiği zararı vurgulamak içindir. Âyette geçen hâsirûn, hüsran bu zararın nasıl bir hayal kırıklığı olduğunu pekiştirir. Duyarsızlaşan kişi aklınca kendi konfor alanını bozmamayı hedefler. Bu yüzden fedakârlıktan, paylaşımdan ziyade ben merkezli bir tavırla kendisini kapatır, yani kalbini tabeder. Bu durum onun zamanla yalnızlaşmasına, birikimlerinin değersizleşmesine ve hüsranı ile sonuçlanır.
110- Muhakkak ki senin Rabbin, fitneye uğradıktan sonra hicret edip ardından cihad eden ve sabredenlere Ğafûr’dur, Rahîm’dir.
“Fitneye uğradıktan sonra hicret edenler” ifadesi her göçün hicret olmadığını hatırlatmak içindir. “Eziyetlerle sınanmak” şeklinde tercüme edilen “futinû” fiili, müşriklerin Müslümanlara ilkelerinden döndürebilmek için uyguladıkları fiziksel ve manevî baskıları ifade eder. Bu baskılar, bir yönü ile Müslümanların ilkelerine sadâkatlerini ve Allah’a olan imânlarını içselleştirip ispatladıkları bir sürece dönüşebilir. Bu süreç saflaşıp arınmaya vesile olursa Allah’ın mağfiret ve rahmeti tecelli etmiş olur. Yok, tam tersi olursa kişinin sadrı küfre açılır ve orada âhirete karşı dünyaya muhabbet ağır basar. “Senin Rabbin” ifadesi her müminin kalbindeki mağfiret ve rahmetin kişiyi asıl koruyan erdemler olacağına dair önemli bir yönlendirmedir. İnsan kendini iyilikten-kötülüğe, âhiretten-dünyaya kaçarak koruyamaz. İnsan kendini kötülükten, baskı ve zorbalıktan iyiliğe, özgürlüğe ve erdemlere hicret ederek korur. Dünyadan âhirete yapılan hicret cihad ve sabır gerektiren bir süreçtir. Bu süreci bihakkın yerine getirenlere ancak Rabb; Ğafûr’dur, Rahîm’dir.
111-Gün gelir, her nefis kendisi ile mücâdele eder. Ve her nefse amelleri vefa eder. Ve onlara zulmedilmez.
Tucâdilu fiili “müdafaa eder, onu kurtarmak için birtakım mazeretler öne sürerek çabalar” anlamındadır.
Bir gün o zâlimler ve suçlular, bencil ahlâkları gereği yine kendilerini kurtarma derdine düşer, akrabalık ve tüm yakınlıklar menfaatleri bitince bunlar için biter. Bu tipler kendini kurtarma derdinde olduğu için oğullarını, eşini, ailesini bile satar ve onları fidye olarak vermeyi bile teklif eder. (Bkz. Abese: 33-37, Meâric: 11-14) Bunu yaptırtan adâlet sisteminin tuveffa sıfatıdır. Tuveffa fiili, “eksiksiz verilir, tastamam vefa eder” anlamındadır. Yani her nefse, işlediği kötü ne amel varsa karşılığı eksiksiz olarak verilir. Zâlimin, suçlunun, katilin yaptığı her ne varsa onun aleyhine bir gün döneceği şuurunun tesisi toplumsal sulhun altın prensiplerinden biri olmalıdır. Ameller neyi gerektiriyorsa onlara o verilecektir. Yani “Herkese yaptığının karşılığı tastamam verilir.” (Zümer: 70) Her suçlunun ve zâlimin yaptığının tam karşılığını bulması dünya hayatında örnek alınıp taviz verilmemesi gereken temel bir adalet ilkedir. Aksi durum, âyetin de ifade ettiği gibi zulüm olur. İyilikler ihsanlar fazlası ile karşılığını bulurken kötülüklerin cezası misliyledir. “Kötülükleri kesb eden kimselerin yaptıkları kötülüklerin karşılığı, onun misli kadardır. Ve onları bir zillet kaplar. Ve Allah’a karşı onların tutunacakları kimseleri yoktur.” (Yûnus:27) Zâlimin ettiğini bulacağı şuuru bile o toplumu bir anda güvenlik içinde ve mutmain bir karyeye çevirir.
112- Ve Allah, güvenlik içinde ve mutmain olan bir kasabayı misal verdi. Onun rızkı, her yerden bol bol geliyordu. Ancak Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Böylece Allah, özenle yaptıkları yüzünden onlara açlık ve korku elbisesini giydirdi.
Buradaki libas’ın (elbise) mecazî bir kullanım olduğu ve öznesini boydan boya sarıp kuşattığı için böyle denildiği açıktır (Zemahşerî). Âyette “tesnaun” ifadesi; sanatla yapılan işleri, özenle ve tasarlayarak oluşturulanları anlatır. Bu ifade o toplumun Allah’ın nimetleri olan âyetler ile kurdukları şehrin zamanla araç değil amaçlaşmasını anlatmaktadır. Araç amaç olunca artık güven ve mutmain bir hâlde yaşayan insanlar değil şehir ve servet için yaşayan kölelere dönüşmüşlerdir. Aracın amaçlaşması, geçici dünya hayatının kalıcı zannedilmesi âyette Allah’ın nimetine nankörlük olarak ifade edilmiştir. Emaneti mülkiyet zannetme sonucu onu kaybetme korkusunu da açlık ve korku elbisesini giyme olarak tarif edilmiştir.
Nimet Kurân’da hem maddî hem de manevî olarak geçer. Maddî nimetler zaten Nahl sûresinde ifade edilmiştir. (Bkz. Nahl: 5-18, 53, 65-72, 78-83, 114, 121) Burada ise manevî nimete nankörlük söz konusudur. Kurân’da kendilerine nimet verildiği bildirilenlerin başında peygamberler gelir. Bunların arasında Hz. Süleyman (Neml: 19), Hz. Mûsa (Kasas: 17) ve Hz. Îsa (Zuhruf: 59) özellikle zikredilir. Ayrıca Meryem sûresinde söz konusu edilen bazı peygamberler de ilâhî nimete mazhar kılınmakla nitelendirilir (Meryem: 41-58). Hz. Muhammed ise bizzat nimet olarak anılmıştır (Nahl: 83). Peygamberlerden başka kendilerine nimet verilenler sıddıklar, şehitler ve sâlihler olup Allah’a ve resulüne itaat edenlerin de bunlarla birlikte mükâfatlandırılacağı beyan edilir (Nisâ: 69).
Darbımesel, “mesel darb etmektir.” Buradaki darp, vurarak bir kopya çıkarmak içindir. Darphanede metal pulun üzerine şablonla vurulması sonucu oluşan kopya paranın verilen misale benzetilmesidir. Burada Allah’ın verdiği misal aynı hataları yapanların aynı akıbete uğrayacağıdır. Şablonu, kalıbı kıranlar ancak farklı bir son umabilir, aynı akıbetten kurtulabilir. Nankörlük insanlığın kadim hastalığıdır. Bu kronik hastalık atalardan ibret alınmayarak sürüp gitmektedir. Bu şablonları, dayatılan şirk kalıplarını kıramayanlar farklı bir akıbet beklememelidir. Açlık ve korku libası hatalar şablonunun kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu kasabanın güvenlik içinde ve kalp mutmainliği hâli kendi içlerinden çıkan ve kalıpları kıran resulün varlığı ile alâkalıdır. Bu nedenle bir sonraki âyet “Ve doğrusu onlara, onların içinden bir resûl geldi. Fakat onu yalanladılar.” şeklinde devam edecektir. Ancak resûllerin vefatı ile getirdikleri ve özenle uyguladıkları âyetler ve ilkeler -üstü örtülerek- yalanlanmış ve o toplum aç değil açlık korkusu ve güvensizlik libasını giymiştir.
Burada misali Allah verdiğine göre bahsedilen topluluk Kurân’da olmalıdır. Aslında bu durum, resûlün izinden gitmeyen her toplumun başına gelmiştir. Hz. Süleyman’dan sonra İsrailoğullarının başına gelen tam da bu açlık ve korku libasını giymeleridir. Yahudiler bu gömleği hâlâ üzerlerinden atamamıştır. Aç olmadıkları hâlde biriktirmeye, güvende oldukları hâlde korkudan silahlanmaya devam etmektedirler. Atalardan gelen köşeli, keskin kalıpları sorgulayıp kırmadan da bu ateşten gömleği çıkaramazlar. İnsanlar maddî imkânları, serveti, gücü hevâ ve hevese hizmet eden eğlence merkezlerini bir şehir için nimet olarak algılayıp rızık statüsünde görebilir. Ancak örneği kullar değil Allah vermektedir. Allah’ın nimeti ve her mekândan rızkın gelmesi manevî bir atmosfere işaret etmektedir. Zaten ayetteki “rağad” süreklilik demektir, kesintisizlik ile bu manevî iklimi göstermektedir. Mal ve can güvenliğinin olduğu, adâlet ve hakkaniyetin hüküm sürdüğü yerleşim alanlarına rızık her yerden yağıyor demektir. Tekasür ve tüketim değil kanaat; güvenlik ve tatmin bu manevi iklimi oluşturur.
113- Ve doğrusu onlara, onlardan bir resûl geldi. Ancak onu yalanladılar. Böylece azâp zâlimleri yakaladı.
Her toplumda iyilik ile iş tutan, münkerden nehyeden; iyiliğin ve hayrın elçileri/resûlleri çıkmaktadır. Çoğunluk bu gerçekleri bilir, görür; ancak sırtlarına yükledikleri dünyalıklar ve korkular yüzünden hakları inkâr edip yalanlar. Bu ağırlıklar zâlimlerin azaptan kaçamama gerekçesidir.
114- O hâlde Allah’ın sizi rızıklandırdığı maddî-manevî temiz şeylerden yiyin! Ve eğer yalnız O’na kul iseniz Allah’ın nimetine şükredin!
Âyetteki “helalen tayiben” kalıbı bir gıdada olması gereken maddî ve manevî temizliği, arınmışlığı ifade etmektedir. Bir besin sağlıklı ve temiz/hijyenik olabilir; ancak illegal yollarla elde edilmişse asgari şartları karşılamamıştır. Aynı şekilde helal yollarla, emek verilerek elde edilmiş bir gıdanın da bozulması veya sağlıksız olması onun tüketilmemesi için ikinci Kurân’î engeldir. Zaten şükür, verilen nimeti doğru kullanarak onu tüketmek değil, onunla üretmenin adıdır. Hayvanın yediği besini, verdiği süt ve semizliği ile belli etmesi şükürdür. (Lisanü’l-Arab) Arzdan beslenen insanın aklını doğru kullanarak dünyayı daha yaşanılır bir yer hâline getirmesi arzın şükürdür. Aklı, gönlü, bedeni helal ve tayyip rızıklar ile beslemek kulluğun şükrüdür. Yalnız Allah’a kul olan biri ne israf ne de nankörlük edebilir. Şükürsüz biri ise yalnız Allah’a kulluk etmiyor demektir.
115- Size sadece leşi, kanı, domuzun etini ve Allah’tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. O hâlde kim darda kalır da miktarı aşmadığı ve adâletten şaşmadığı takdirde muhakkak ki Rabbin Ğafûr’dur, Rahîm'dir.
İnnemâ edatı, açıktır ki burada “Yalnız bunlar haram kılındı.” anlamını verir ve parantezi kapatır. Taberî, Kurtubî ve Şevkanî de böyle yorumlamışlardır. Edat inne ma şeklinde ayrıldığı zaman, mâ ilgi zamiri anlamı alır. Bu takdirde sınırlama ifade etmese de dolaylı olarak yine haramlara işaret eder.
Öncelikle bu âyetler helâl olanları değil de haram olanları belirlemektedir. Zira “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız onu hesap bile edemezsiniz.” diyen yine Nahl sûresi 18. âyetti. (Sayılanların neden haram olduğuna dair geniş bir açıklama için bkz. Enâm: 145) Bu konu Bakara 173, Mâide 1-3’te yine gündeme gelecektir. Kurân, tüm iniş sürecine yaydığı bu tür âyetlerle insanlar tarafından dindarlık gösterisi olarak yasakların genişletilip bunun da Allah’a izafe edilmesine ilkesel olarak karşı çıkmıştır. (Bkz. Arâf: 32-33) Demek ki haram olan etler bunlardan ibarettir. Cumartesi avlanan balıkların haram ilan edilmesi Allah’ın bir emri midir? Bunu da yine Nahl sûresi 124. âyet konu edinecektir. Bir sonraki âyetin de ifade ettiği üzere yeni haramlar üretmeye aslında hiç kimsenin ihtiyacı da yetkisi de yoktur. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi zaruri ihtiyaçlar durumunda haramların yenmesine dair bir istisna konulmuştur. Şöyle ki zaruretler mahzurlu şeyleri mubah kılar, zaruretler kendi miktarınca takdir olunur. “O hâlde kim darda kalır da miktarı aşmadığı ve adâletten şaşmadığı takdirde muhakkak ki senin Rabbin Ğafûr’dur, Rahîm'dir.”
116- Allah’a yalan söyleyerek iftira atmak için diliniz ile “Bu helâldir, bu haramdır.” gibi tasnifler yapıp yalan söylemeyin! Muhakkak ki Allah’a yalan söyleyip iftira atanlar felâha eremezler.
Vasefe-tesıfu; vasıflandırıp nitelemek, bu yolla tasnif etmek demektir. Burada da şu haram, bu helâl gibi bir ayrımın yapılmasından bahsedilir. Elsinetu-kum, ifadesi de dillerinizle demektir. Bu kelimenin cümleye kattığı anlam, önüne gelene haram veya helâl gibi tasnifler yapmayı bir ağız alışkanlığına çevirdiklerini anlatmak içindir.
Helâl; sözlükte mastar olarak haram durumu terk etme, haram olan yerden ayrılma, haramlığın giderilmesi, serbestlik, ruhsat vermek, Harem’den veya ihramdan çıkmak gibi anlamlara gelir. Yapılmasında herhangi bir sakınca olmayan, yapıldığı zaman kişiye günah kazandırmayan işler, ameller ve gıdalar için kullanılır. Bir kısım Araplar, kendi kendilerine bazı şeyleri helâl, bazılarını da haram sayıyorlardı. Bu aslında sadece Araplara has bir problem de değildi. Dinler tarihinin tamamında bu hastalığı görmekteyiz. İnsan için zararlı olan her ne varsa insanlar sırf menfaatleri uğruna bunların tüketilmesinin helâl olduğunu savunmuştur. Hristiyanların alkolü veya domuz etini sanki Allah’ın helâl ettiğini savunmaları, geri kalmış Müslüman ülkelerin hâlâ sigaranın helâlliğini savunması aslında bu duruma tipik örneklerdir. Peki, insanlar geçici bir zevk veya menfaat uğruna neden Allah’a bile iftira atar? Zararlı olduğunu bildiği hâlde neden yalanlarla doğru, helâl veya sağlıklı gibi o kötülüğü savunur? Bunu aslında az bir metâ için yapar.
117- Onlar için az bir metâ ve elîm bir azâp vardır.
Metâ, kendisinden hemen lezzet alınan menfaattir. Kısaca metâ; sabit, kâmil ve daim olmayandır. Zıddı naim’dir. Bu âyeti 116. âyet ile beraber düşündüğümüzde, helâl-haram fetvalarının bir menfaat karşılığı verildiği ortaya çıkmaktadır. Helâle haram, harama helâl diyerek Allah’a iftira edecek kadar ileri gitmenin altında ekonomik getiri, statü, riya, tahakküm vs. gibi maddî-manevî birçok menfaat yatmaktadır. Onun için Yüce Allah onların bu fetvalarla kazandıklarının az bir metâ olduğunu hatırlatmıştır. Dinden, diyanetten, haram ve helâller üzerinden herhangi bir maddî gelir, çıkar, metâ devşirmek haramdır. Muttakî, bunların semtine bile yaklaşmayandır. Zira dinî değerlere fiyat biçen Yahudileşir.
118- Ve daha önce sana anlattığımız şeyleri de Yahudilere haram kıldık. Biz, onlara zulmetmedik ve lakin onlar, kendilerine zulmediyorlardı.
“Daha önce sana anlattığımız şeyler” ifadesinin karşılığı Nahl:115’te ifade edilen haramlar, ayrıca Enâm sûresinin 145. âyetinde ifade edilenlerdir. Enâm 146’da da Allah’ın helâl ve haramları ile oynayanların yaşadığı mahrumiyetler yine Yahudiler üzerinden örneklendirilmişti. Bu göndermelerden de anlaşılmaktadır ki, Nahl sûresi Enâm sûresinden sonra inmiştir.
Allah katında vahiy getiren resûller ve onlara imân eden tüm kullar “Müslüman” ismini alır. Zira “Allah, daha önce de şimdi de sizi ‘Müslümanlar’ olarak isimlendirdi.” (Hac: 78) Ellezine hâdû formu, önceden Müslüman olan İsrâiloğullarının hidâyeti az bir metâ için terk edip “yahudileştiklerini” vurgulamak içindir.
Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, hangi peygamber gelirse gelsin ilâhî vahiy, müşterek değerler, hükümler, helâl ve haramlar taşımaktadır. Özellikle Nahl 114’te geçen “helalen tayyiben” tabiri bu değerlerin evrenselliğini anlatmaktadır. Haramlar ne kadar az ve net olursa aslında o kadar evrensel olur. Bu yüzden Nahl 115’te ve Enâm 145’te “Size sadece bu dört konu haram kılındı.” gibi net ifadeler vardır.
119- Sonra senin Rabbin, cehâletle kötülük yapıp tövbe eden, arkasından ıslâh olanlar için muhakkak ki Ğafûr’dur Rahîm'dir.
Sûe kelimesi, sahibini içinden çıkılmaz duruma sokan hata, günah, kötülük demektir. Bunun kapsamına Allah adına uydurulan yalanlar ve iftiralar da girer. İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre, bu kelime “şirk” anlamındadır. Aslında aklımızda veya dilimizde kötü, haram veya Allah’ın sevmediği bir durumu sanki iyi gibi düşünüp çevremize de bunu böyle lanse etmek şirk kapsamına girmektedir. Şirkin kapsamlı kullanımı atılan yalanların, iftiraların ve bunların sonucu oluşan kötülüklerin şirk olarak okunması gerektiğini göstermesi açısından da kıymetlidir. Âyette câhillik kavramının kullanılması, bütün kötülüklerin, had ve hudut bilmeme sonucunda oluştuğunu ifade etmektedir. Çünkü kötülüğün sebepleri, mahiyeti ve sonuçları hakkında doğru ve yeterli içselleştirilmiş bir bilgiye sahip değillerdir. Ayrıca kötülükler sonucu elde edilen menfaatin o kötülüğe değmeyecek kadar önemsizdir. Bunu bilmeyen câhiller ancak canilik yapabilir.
Tâbe kelimesi, hatadan dönmek, pişman olmak ve affetmek gibi anlamlar taşıyan “t-v-b” kökünün türemiş şeklidir. Aynı kökten gelen “tevbe” kelimesi, “insanın yaptığı kötülükten iyi ve doğru olana dönmesidir. Kişi önce istiğfar etmeli, yani hatasını ve yanlışını görüp ondan vazgeçmeli, sonra i’tizar/özür dilemeli, ardından telafi için “tevbe” edip iyiye ve hakka yönelmelidir. Böyle olanlara “Senin Rabbin Ğafûr’dur, Rahîm’dir.” ifadesiyle hukukta ve beşerî münasebetlerde kendini ıslâh ve telafi etmeye çalışanlar için daha bağışlayıcı ve merhametli olunması gerektiğine dair temel bir kaide konulmaktadır. Bunun en güzel örneği de Hz. İbrahîm’dir.
120- Muhakkak ki İbrahîm, Allah’a hanîf olarak saygı duyan bir ümmet idi. Ve o, müşriklerden değildi.
Kanit, “kunut” kelimesinin etken isim kalıbıdır. Kunut, “susmak, saygı duruşunda bulunmak” demektir. Dolayısıyla söz konusu âyet, Allah’ın evrensel ilke ve erdemlerine son derece saygılı olması ve onlardan taviz vermemesi demektir.
Hanf meyletmektir. Ayaklarının birinde eğiklik olan kişiye “ahnef” ismi verilir. Hanîf, “hanef” mastarından bir sıfattır. “Hanef” ise dalâletten istikâmete, çarpıklıktan doğruluğa gitmektir. Nitekim doğruluktan eğriliğe, haktan haksızlığa meyletmeye “cim” ile “cenef” denir. Hanîf kavramının asıl manası, eğriliği bırakıp doğrusuna gidendir. Istılahî anlamda hanîf, bâtıl dine karşılık hak dine dönen, onu yaşayan demektir. Hanîf, örfte İbrahîm milletine isim olmuştur. Ve çoğunlukla şirkin karşıtı olarak kullanılmıştır. Başka dinlerden, bâtıl ilâhlardan çekinip yalnız tek Allah’a meyleden, muvahhit demektir. (Bkz. Rûm: 30) Muhtemelen Mekke putperestleri, kendi helâl-haram telakkilerinin ataları Hz. İbrahîm’den geldiğini ileri sürdükleri için burada Hz. İbrahîm’in gerek inanç gerekse yaşayış olarak onlarla hiçbir ilgisinin bulunmadığı vurgulanmaktadır. Zira kötülük ve uydurmaları legalmiş gibi gösterme; bunları atalara, geçmişe dayandırmaya bağlıdır. İnsanlarda, bir uygulama sanki ne kadar kadim ise o kadar doğru olacakmış gibi bir algı vardır. Eski köye getirilen yeni âdetlere karşı çıkma refleksi müşrikler tarafından sûistimal edilir.
İbrahîm peygamberin başlı başına bir ümmet olarak nitelenmesi, onun sosyal konularda bir toplum gibi referansı geçmişten alma ihtiyacının olmadığını vurgulamak içindir. “Ümm” denen ana, asıl kurucu ilkeler için tarih sadece bir ibret vesilesidir. Erdemleri doğuran bir anne veya asıl, mutlak değildir. Hz. İbrahîm’in tek başına ümmet olması insana yakışan tüm erdemleri, insanî değerleri, fazîletleri taklitle değil tahkikle kendinde toplamasındandır. Kurtubî de onu “pek çok hayrı kendinde toplayan adam” olarak tanımlamaktadır. Kelimeler ile imtihanı geçen genç İbrahîm, kurucu ilkeleri ataların külüne bulaşmadan toplamış, sonra da insanlara önder olmuştur. Çünkü “Vaktiyle İbrahîm’i Rabbi birtakım kelimeler ile imtihan etti, o onları tamam edince ‘Ben seni bütün insanlara imâm edeceğim.’ “(Bakara: 124) buyurdu. Peki, Hz. İbrahîm bunu nasıl başarmıştı? Kurân Enâm 76-79. âyetlerinde onun tevhit inancını nasıl arayıp bilinçle imân ettiğine yer verir. Şimdi de onu nasıl hak ettiğine değinilecektir.
121- O'nun nimetlerine şükrederdi. Onu seçti. Ve onu sırâtımustakîme hidâyet etti.
İctebâ kelimesi, “koparıp almak, devşirip toplamak, topladığını getirmek, suyun havuzda birikmesi” anlamına gelen cebâ fiilinden türemiştir. “İctiba etmek” bir yerde kullanmak üzere seçmek, görevlendirmek demektir. Birçok kimse arasından birini seçerek görevlendirmektir. Peki, Hz. İbrahîm’in diğer insanlardan farkı neydi ki o seçildi? Hz. İbrahîm Allah’a şükrettiği için mi seçilmiş, yoksa seçildiği için mi şâkir olmuştur? Genç İbrahîm; şâkir, çok ve devamlı şükür hâlinde olduğu için seçilmiştir. Râzî’ye göre Hz. İbrahîm Allah’ın en küçük nimetine bile şükrederdi. Peki, en küçüğe şükür nasıl olur? Öncelikli şart, nimeti görebilmektir. Nimeti görmek nankörlüğün de panzehiridir. Olumlu bakmak, pozitif olmak, şükür iken; karamsar ve umutsuz olmak nankörlüktür. Kendisini öldürecek durumda olan müşrik babasında bile olumlu güzel bir yön görüp ona “Babacığım!” diyebilen, ona dua eden, cezalandırmada aceleci olmayan, halîm ve halil olan biri zaten negatif olarak hayata bakamaz. İlkeler ve erdemler yolu olan sırâtımüstakîmde yürüyenler “yoku” değil, bu yüzden “varı” görüp şükürle menzile ilerleyenlerdir. Bu hâl, insanı sâlihlerden kılar.
122- Ve ona dünyada güzellikler verdik. Muhakkak ki o, âhirette de elbette sâlihlerdendir.
Buradaki güzelliğin ne anlama geldiğini anlayabilmek için şu âyete gitmemiz gerekir: “Ve beni, sonrakiler için sadâkatin dili kıl!” (Şuarâ: 84). Bunun anlamı şudur: Hz. İbrahîm, ümmet olmak için gerekli kurucu ilkeleri, ataların ocağından hazır almamıştır. Sonunda ateş olan tehlikeli bir sorgulama sürecine girmiştir. Hz. İbrahîm’in duası kendinden sonrakiler için bu közün küle dönüşmeden aktarılması olmuştur. Çünkü merhametli İbrahîm az kalsın o külde yanacaktı. Kimsenin kendi yaşadıklarını yaşamasını istememektedir. Bu durum “Rabbim, benden sonra kimseye böyle bir mülk verme!” (Sâd:35) diyen Hz. Süleyman’da da karşımıza çıkmaktadır.
İbrahîm’in milletinden olanlar tek de kalsalar sadâkatin ve doğruluğun sözcüsü olmaktan vazgeçmedikleri için koskoca bir ümmete bedeldirler. Hakîkati savunan tek bir kişi bâtıla inanmış kitlelerden evladır. O yüzden Hz. İbrahîm tek başına bir ümmetti.
Hz. İbrahîm bir duasında da şöyle dilekte bulunmuştu: “Rabbim bana hüküm bağışla ve beni sâlihlere dâhil et!” (Şuarâ: 83) İşte bu duasının kabul edildiği nüzulde daha sonra inen Nahl 122’de anlaşılmaktadır.
Âhirette fesat var mıdır ki ıslâh olsun? Âhirette sâlihlerin arasına dâhil olmak başka, sâlihlerden olmak başka bir şeydir. Âhir; sonra olan, gelecek demektir. Âhirette sâlihlerden olmanın bir anlamı gelecekte ıslâhın, sulh ve selâmetin savunucusu olma hedefidir. Sâlihlerden olmak, emek isteyen uzun bir eğitim sürecinin sonunda kavuşulan değerli bir sıfattır. Bu nedenle âhirette sâlihlerden olmak, süreklilik gerektiren bir hedeftir. Hz. Muhammed’e de böyle bir hedef vahyedilmiştir.
123- Sonra da sana hanîf olarak İbrahîm'in milletine tâbi olmayı vahyettik. Ve o, müşriklerden olmadı.
Millet kelimesi, “söyleyip yazdırmak veya ezbere yazmak” manasına gelen “imlal” mastarıyla, yani, “imla” manası ile ilişkili bir isimdir. Dilin belli kurallara göre yazıya geçirilmesine nasıl ki imla denirse millet de, bir toplumun belli kuralları hayata geçirmesi, bu çizgiyi izlemesidir. Millet sanıldığı gibi bir ırka, genetik mirasa mensup olanların oluşturduğu topluluklar değildir. İbrahîm’in milleti denildiğinde; onun şirkle mücadelesini örnek alan, gittiği sorgulama ve tahkik yolunu izleyerek tevhid çizgisine sâdık olanların çizgisi kastedilmiş olur. Okuduğumuz âyetler Hz. İbrahîm’i şu niteliklerle tanıtır:
1- Hz. İbrahîm şirk sisteminin oluşturduğu adâletsizliklere, haksızlıklara ve mantıksızlıklara karşı çıkıp müşriklerden ayrılır. (hanîfen)
2- Nankörlerden değil, şükreden olmuştur. (şâkiran)
3- Islâhı ve sulhu hedeflediği için sâlihlerden olmuştur. (es-sâlihin)
4- Ona, dünyada güzelliklerin kapısını açan bu kurallar ile kendinden sonrakiler için de bir çığır açmıştır. (milletiibrâhim)
5- İmtihanlar ve sorgulamalar ile edindiği ilkelere, değerlere son derece saygılı ve sâdık olmuştur. (kânitin)
6- Bu sayede seçilmiş (icteba) ve âlemlere örnek olmuştur. (üsveihasene)
7- Allah onu sırâtımüstakîm olan erdemler ve adâlet yoluna hidâyet etmiştir.
Hz. İbrahîm’in milletinden çıkan ve hanîfler ümmeti ile ihtilafa düşen sebt ashâbı örneği üzerinden bağlam devam edecektir.
124- Sadece onun hakkında ihtilâfa düşenlerin üzerine cumartesi kılındı. Ve muhakkak ki senin Rabbin kıyâmet günü, onların arasında ihtilâf etmiş oldukları şey hakkında elbette hüküm verecektir.
Nahl 118’de “Ve daha önce sana anlattığımız şeyleri de Yahudilere haram kıldık. Biz, onlara zulmetmedik ve lakin onlar, kendilerine zulmediyorlardı.” denildikten sonra konu cumartesi yasağına getirilmiştir. Allah Resûlü Hz. Muhammed’e daha önce sana anlattığımız denilerek sadece leş, kan, domuz eti ve putlar adına kesilen hayvanların haram kılındığı ifade edilmişti. Bu haramlar arasında -dikkat edilirse- cumartesi avlanan balıklar yoktur. Fakat Yahudiler o günlerde avlanmayı sanki Allah emretmiş gibi haram kılmış ve hidâyetten sapıp “hâdû” olmuştur. Bunun “beşerî bir uydurma” olduğunu aslında cumartesi avlanmanın “haram olmadığını” savunan hanîf muttakiler ile ihtilafa düşmüşlerdir. Aslında Allah onlara zulmetmemiş, onlar dilleri ile uydurdukları haram ve helâller ile kendilerine zulmetmişlerdir. Dikkat edilirse sebt ashâbının anlatıldığı pasajların hiçbirinde o kavme bir resûlün gittiği ve aralarında Allah’ın “Şu haramdır, şunlar helâldir.” diyen bir peygamber anlatımı yoktur. Aslında kendileri haftada bir gün hiçbir iş yapmamayı ibadet edinip uydurmuş ve binlerce yıl bu uydurmayı din diye savunmuşlardır. Öyle bir zillete düşmüşlerdir ki düşmanları bile onlara “sebt” gününde saldırıp mallarını yağmalamış ve onları zillet içinde bırakmıştır.
Arâf sûresindeki dipnotu burada hatırlamak faydalı olacaktır. Arâf 163 şöyle idi: “Ve onlara deniz kenarında olan karyeyi sor. İş bırakmada haddi aşıyorlardı. İş bırakma günü balıkları onlara akın akın geliyordu ve iş bırakmadıklarında onlara gelmiyordu. İşte böyle, fıska düşmüş olduklarından dolayı onları imtihan ediyorduk.”
Sebt kelimesinin anlamı sabit kalıp çalışmayı durdurarak işi bırakmaktır. Cumartesi yasağı diye bilinen günün anlamı iş bırakma günüdür. Kurân’da “sebt”, türevleri ile birlikte 9 yerde geçmektedir ve tamamında iş bırakma, çalışmama ve atâlet manasında kullanılmıştır.
Yahudi inancında Tanrı yorulur ve dinlenir. Tevrat’ta Allah’ın evreni 6 günde yaratıp 7. günde istirahat ettiği belirtilir. Kurân ise âlemlerin Rabbi olan Allah’ı, böyle bir atâlet ve acziyetten tenzih eder. (Bkz. Bakara: 255) Kurân’da iş bırakma, çalışmama, zamanı öldürme gibi âtıl olmaya sebep olacak bir imâ bile yer almaz. Tam aksine İnşirâh sûresi 7. âyetinde “O hâlde, boşta kalınca hemen intisap et!” denir. İntisap etmek; yönelmek, talep edip nasibini aramak, çaba gösterip yorulmak manasındadır. Bu âyet, boşta kalan bir müminin bir işe koyularak enerjisini değerlendirmesini emreder. Tüm bu açıklamalara ek olarak Kurân’da zaten sebt günü ile alâkalı âyetlerin tamamı olumsuzdur. İşte birkaç örnek: “…ashâbısebt’i lânetlediğimiz gibi onları da lânetlememizden önce imân edin!” (Nisa: 47) “Ve misaklarından dolayı Tûr'u onların üstüne yükselttik. Ve onlara: ‘Bu kapıdan secde ederek girin!’ dedik. Ve onlara: ‘Sebt hakkında (iş bırakmada) aşırı gitmeyin!’ dedik ve onlardan çok kuvvetli misâk aldık. Onlar misâklarını bozdular ve Allah’ın âyetlerini inkâr ettiler, peygamberleri haksız yere öldürdüler…” (Nisâ: 154-155) Bu âyetlerden de açıkça görüldüğü üzere yeryüzünde rızkını aramayan, miskin miskin oturan ve başkalarına yük olmayı ibadet zanneden Yahudileşmiş anlayış sürekli eleştirilmiştir. İsrâiloğulları Hz. Mûsa’dan sonra birtakım haram ve helâller de uydurmuşlardır. (Bkz. Âli İmrân: 93-94) Bunlardan biri de sebt gününde çalışmanın haram olmasıdır. Kendilerinin olan yani kendi nasipleri olan balıklar akın akın gelmesine rağmen uyduruk inançları, onların ellerini tekrar bağlamış, yüklerini arttırmıştır. Bu inanç kitaplarına da girmiştir: “Altı gün çalışacaksınız. Ama yedinci gün olan Şabat dinlenme ve kutsal toplantı günüdür. Hiçbir iş yapmayacaksınız. Yaşadığınız her yerde Şabat’ı RABB’e ayıracaksınız. (Levililer 23/1-3) Sebt kelimesinin İbrânîcedeki karşılığı şabattır (şabbat). Şabat, Yahudilerin cuma günü, gün batımından cumartesi gün batımına kadar süren haftalık dinlenme gününü ifade eder. Kelimenin fiil biçimi olan şavat “ara vermek, durdurmak; sona ermek, dinlenmek; kutlamak” gibi manalara gelir. Yahudiler Şabat’ı yaşamın anlamı, dinin özü, Allah’ın Yahudilere ikramı sayarlar. Kurân, sebt olarak adlandırdığı “şabat” konusunda, Yahudilerin bu inanç ve uygulamalarını desteklemez. Buna rağmen geleneksel yaklaşım, İsrâiliyatın etkisi ile “Şabat/sebt, Allah’ın Yahudilere bir emridir!” şeklinde anlamış ve anlatmıştır. Mesele bir grubun miskin miskin haftanın bir günü oturması değildir. Asıl mesele o gün çalışanların öldürülmesidir. Bundan Hz. İsa ve Hristiyanlar da çekmiştir. Bu nedenle Şabat’ın İncil’e yansıması Tevrat’ta anlatılanların tam aksi istikametinde olmuştur. Hz. İsa Şabat’a uymamış ve bunun bir aldatmaca olduğunu söylemiştir. Birçok yerde Şabat’ı konu alan İncil, gerek Hz. İsa gerekse başkalarının dilinden Şabat hakkında olumlu tek cümle kurmaz. Yahudilerin Hz. İsa’yı öldürme düşüncelerinin O’nun Şabat’ı ihlal etmesinden kaynaklandığını da görmekteyiz. “Hanginizin bir koyunu olur da Şabat Günü çukura düşerse onu tutup çıkarmaz? İsa yine havraya girdi. Orada eli sakat bir adam vardı. Bazıları İsa’yı suçlamak amacıyla, Şabat Günü hastayı iyileştirecek mi diye O’nu gözlüyorlardı. İsa, eli sakat adama, ‘Kalk, öne çık!’ dedi. Sonra havradakilere, ‘Kutsal Yasa’ya göre Şabat Günü iyilik yapmak mı doğru, kötülük yapmak mı? Can kurtarmak mı doğru, can almak mı?’ diye sordu. Onlardan ses çıkmadı. İsa, çevresindekilere öfkeyle baktı. Yüreklerinin duygusuzluğu O’nu kederlendirmişti. Adama, ‘Elini uzat!’ dedi. Adam elini uzattı, eli yine sapasağlam oluverdi. Bunun üzerine Ferisiler dışarı çıktılar, İsa’yı yok etmek için Hirodes yanlılarıyla hemen görüşmeye başladılar.” (Markos 3/1- 6. Aynı olayın diğer İncil’lerde geçtiği yerler. Mat.12: 9-14; Luk.6:6-11) Hz. İsa şöyle kendini savunur: Mûsa’nın yasası bozulmasın diye Şabat Günü biri sünnet ediliyor da Şabat Günü bir adamı tamamen iyileştirdim diye bana neden kızıyorsunuz? Dış görünüşe göre yargılamayın, yargınız âdil olsun!” (Yuhanna 7/21-24)
125- Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel nasihatlerle davet et! Onlarla en güzel biçimde mücâdele et! Muhakkak ki senin Rabbin, yolundan sapanları ve hidâyete erenleri iyi bilir.
Kökleşmiş cumartesi yasağı gibi geleneklerin bir anda terk edilmesini beklemek hikmet değildir. Bu süreç hem güzel bir üsluba hem de hikmetli bir mücadeleye ihtiyaç duyar. Mev’ıza-yı hasene, “güzel öğüt, nasihat” anlamına gelmektedir. İnsanları iyiliğe ve hayra güzel bir üslupla ulaştıracak her hatırlatma güzel nasihattir. Nasihatin faydasını üslup, doğru yer ve zaman etkiler. Böyle yapılan hatırlatmalara da âyet hikmetli mücadele demektedir. Zira hikmet, bir şeyi yerli yerince yapmaktır. Güzel nasihat; güzelleştiren, iyileştiren ve onaran bir paylaşımdır.
“Cedle” havan tokmağı demektir. “Cedvel” farklı taraflara yol açılarak suyun alınmasını sağlayan düz su kanalıdır. Bir konunun değişik taraflara çekilerek tartışılmasına da “cidal” denmiştir. “Cedel” bir gerçeği kanıtlamaktan çok rakibi susturmayı, kurutmayı hedefleyen yöntemdir. İslâm âlimlerinin önemli bir kısmı cedelin temelinde ne pahasına olursa olsun rakibi susturmak gibi bencil bir duygu gördükleri için bu yöntemi ahlâkî bulmamışlardır. Hikmet ve güzel nasihat aslında muhatabını kurutan değil ona hayat veren, besleyen bir paylaşımdır. Güzel nasihatte, muhataba yaptığı tercihin nasihat edenden ziyade kendisine fayda sağlayacağı hissettirilir. Altında çıkar olan her nasihat ve öğüt, ahsen sıfatını kaybeder. “Rabbin sapanları ve hidâyete erenleri daha iyi bilir.” ifadesi resûlün vazifesinin sapanları tespit, hidâyete erenleri ödüllendirme olmadığını ifade etmek içindir. Allah’ın imânı bilmesi, müminler için yeterli olmalıdır. Fişleme yapan, rabblik taslayıp şirk koşuyor demektir.
126- Ve eğer bitirirseniz artık onların bitirdiği gibi bitirin! Ve eğer gerçekten sabrederseniz elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.
Burada sabırla devam ettirilen ve sabredenler için daha hayırlı olan, ahsen davettir. Ön yargılı insanlar nasihatleri de peşinen dinlemek istemez. O sözlerin, kendisinin hiçbir işine yaramayacağına inanır. Burada nasihat eden sabırlı ve nazik bir şekilde muhatabından izin istemeli ve sözlerine sabırla devam etmelidir. Sabır; iyilik, hayır ve ahsen olandan taviz vermeden, muhatabını bu güzelliklere davetin olmazsa olmazıdır. Eğer davet eden muhatabın ön yargılarından etkilenir ve peşin hükümler ile muhatabının o nasihatlare ihtiyacı olmadığına kendisi de inanırsa hemen nasihati sonlandırmalıdır. Zira o nasihat artık hikmetli davet ve ahsen vasfını kaybetmiştir. Eğer muhatap konuyu kapatırsa tebliğ yapanın mükellefiyetinin kalkacağı ruhsatı da burada verilmiştir. Tartışmayı sonlandırmak kötülüğü iyilik ile karşılamak iken, dozu artırarak devam ettirmek kötülüğe kötülük ile mukabele etmeye gidebilir. Çünkü müminler kötülüğü misli ile değil iyilik ile savarlar (Kasas: 54). Ayrıca kötülüğe kötülük ile karşılık vermenin bizzat kendisi de kötülüktür (Şûrâ: 40).
Ikab; ökçe demektir, ayağın arka tarafıdır. Takip etmek, peşinden gitmek, izinden gitmektir. Ukbe, sonuç demektir. Âyette “… ikab ederseniz artık ikab ettiklerinin misli ile ikab edin!” ifadesi yer almaktadır. İkab’ın bir davayı sonlandırma, davetin sonu, akıbeti gibi manaları vardır. 125. âyette, “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel nasihatlerle davet etmenin en güzel mücadele” olduğu vurgulanmıştı. Bu âyette de güzel daveti müşriklerin engellemesi, bitirip sonlandırması “ikab” kelimesi ile ifade edilmiştir. “Eğer onlar bunu bitirmek isterlerse sen de uzatıp devam ettirme, sen de daveti sonlandırma hakkın var!” izni verilir. İnsanın haklıyken haksız gibi muamele görüp susturulması, kendini tam ifade edemeden sözünün yarıda kesilmesi gerçekten sabır gerektiren zor bir süreçtir. Eğer bu durumda kişi kendisini savunma refleksi ile devam ederse konu sen-ben davasına dönüşebilir. İstenmediği için daveti sonlandırıp sabretmek de ahsen mücadelenin devamıdır. Bu olayın benzeri Abese sûresinin ilk âyetlerinde şöyle yaşanmıştır: “Âmâ geldi diye yüzünü ekşiten, kendini müstağni görene yöneliyorsun. Oysa onun arınması, senin üzerinde değildi. Sen bilemezsin belki de sana koşarcasına gelen ve hûşû duyan o âmâ arınır. Yani tezekkür eder, böylece bu zikir ona fayda verir. Fakat sen, onunla ilgilenmiyorsun. Hayır, muhakkak ki bu, bir öğüttür. Artık dileyen kimse, bundan öğüt alır.” (Abese: 1-12) Burada da bu genel hüküm, ihtiyaca binaen tekrar hatırlatılmıştır. Müşriklerin ahsen daveti kestirip atmalarına karşılık tebliğe devam etmek sabır gerektiren zor bir süreçtir. Bu yüzden sabır vurgusu ile pasaj şöyle devam eder.
127- Ve sabret! Senin sabrın ancak Allah iledir. Onlar yüzünden mahzûn olma ve plânları sebebiyle sıkılma!
Resûlün hayatı pahasına ortaya koyduğu tebliğ ve davete itibar etmemenin aslında müşriklerin sinsi plânlarından biri olduğu da bu âyette deşifre edilmiştir. Allah Resûlü’nün sözlerinin çok önemli ve hayatî olduğunu muhatapları da bilmesine rağmen sanki değersiz sözler gibi ahsen daveti sonlandırmaları, onu anlamadıklarından değil itibarsızlaştırmak için olduğu anlaşılmaktadır. Allah ile sabır ne demektir? Allah’ın olmadığı sabırda kişi karşıdakine tahammül ediyorsa orada menfaatler veya korkular söz konusudur. Ancak Allah ile sabır, kişisel küçük hesaplar için sabır değil değerler ve ilkeler uğruna sabırdır, onlardan taviz vermemektir. Bazen insanî erdemlerin yaşatılması için geri adım atmak, fedakârlıkta bulunmak bir katlanma ve tahammül değil Allah ile sabırdır. Allah’ın olmadığı sabırda karşıdaki ile aranın bozulmaması veya ondan gelecek zararın def edilmesi ağır basarken Allah ile sabır bunlardan arınmış bir direniştir. Allah ile sabır izzet; Allahsız ve ilkesiz bir sabır sadece zillettir.
Şeyh Sadi Şirazî diyor ki: “Altın kâseye bir taşı vursalar taş altını zedeler. Ama bu ne altının değerini düşürür ne de taşın değerini artırır. Karga öterken bülbülün sesini bastırdı diye ne karganın değeri artar ne de bülbülün değeri eksilir.” Dolayısıyla bir değer uğruna fedakârlık yapmak, sabretmek, bedel ödemek aslında mahzûn olmayı değil, doğru olanı yapmanın huzurunu beraberinde getirir. Kötü plânlar, entrika ve tuzaklar -doğru olan yapıldığı sürece- asla ve asla insanı yıldıramaz. Bu Allah’ın takva sahiplerine vaadidir.
128- Muhakkak ki Allah, takva sahipleri ile beraberdir. Ve onlar, muhsinlerdir.
Kötülükten sakınmak anlamındaki takva bir ihsan mıdır? Önünde iki seçenek belirdiği zaman; yanlış olanı tercih etmeyen iyilerden sayılır mı? Muhsin elinde imkân ve seçenek varken, kötülüğü tercih etmeyendir. Kötülüğü tercih etmemek ondan sakınmak aslında insanın en başta kendisine yaptığı bir ihsan/güzellik değil midir? İhsan her zaman eylemde değil, bazen sabrın oluşturduğu eylemsizlikte de olabilir.
Allah takva sahipleri ile beraberdir. Peki, Allah ile sabırdan sonra Allah ile takva nasıl anlaşılmalıdır? Müddessir 56’da Allah’ın “takva ehli” olduğu ifade edilmiştir. Takva ehli, takvanın nasıl olması gerektiğini en doğru öğreten demektir. Allah’ın sözleri, muttakilere hidâyettir. Takva, insanın karanlık ve bencil yanına karşı ilâhî ve ulvî erdemler ile mücadelenin adıdır; kişinin kendi karanlık yönüne katlanması değil, vicdanının safında sabırla durmasıdır. Zira insan, kendini ikna etmeden fedakârlıkta ve takvada asla ilerleyemez, gerçek bir muhsin olamaz. Bu sebeple ahlâkî ilkeleri barındıran bu öz âyetin İslâm dünyasının bazı bölgelerinde, cuma hutbelerinin girişinde okunması gelenek hâlini almıştır.
Nahl sûresinden anladıklarımız şimdilik bunlar olmakla birlikte en doğrusunu alîm olan Allah bilir.