RAHMÂN SÛRESİ
1-Rahman!
Rahman; rahmetin kaynağı, zatı daima merhametli olan demektir. Bu kalıp sıfatı müşebbehedir. Yani ismi fâile göre daha kalıcı sıfatlardır. Kur’an’da insanlar için hiç kullanılmayan er-Rahmân ismi,57 yerde kullanılmaktadır. Fa’lân kalıbı, bir şeyin çokluğunu ve büyüklüğünü ifade etmede kullanılan mübalağa siğasıdır. Bu siğa, süreklilik ve taşıdığı manada doluluk bildirir. Nitekim çok kızgın manasına gelen “gadbân” ve çok sarhoş manasına gelen “sekrân”böyledir. Rahman sûresi, Furkan sûresinde müşriklerin alaycı ‘’Rahmanda kimmiş?’’ sorusunun cevabı gibidir. Bu bağlamda Rahman kelimesi ‘’Rahman mı?’’ sorusunu içinde barındırır ve devamında Rahman’ın kim olduğu detaylı olarak anlatılır.
2-Kurân’ı öğretti.
Ta’lim, öğretmek anlamına gelir.
Kur’an kelimesinin nüzûl sürecinde ilk geçtiği yer Müzzemmil sûresinin 4. âyetidir. Kur’an, fiil olarak“gufrân” ölçüsünde, okumak mânasına gelen bir mastardır. Rağıb’a göre de“Kur’an lafzı “karae” fiilinden türemiş “küfran, reyhan” gibi bir mastardır. Haddizatında Kur’an her geldiği yerde ismi mastar olarak gelmez. Doğrudan mastar olarak da gelir. En tipik örneği Kıyamet sûresi 17, 18’dir. Zeccac’a göre de Kur’an lafzı “fa’lan”vezninden olup hemzelidir. Toplayıp bir araya getirme manasına gelen ‘el-kar’ kelimesinden türemiştir. Havuza, suyu toplayıp salıvermediği zaman“Karae’l-mâu fi’l-havdi” denir.
Rahman sûresi indiğinde, nüzûl sıralamasını dikkate aldığımızda, ilk muhatapların elinde Kur’an adı verilen derli toplu bir kitap yoktu. Bu durumu ve Kur’an kelimesinin mastar anlamını dikkate aldığımızda bu âyetin, merhametin kaynağı olan Allah’ın insana okumanın her türlüsüyle okumayı, parçaları bir araya getirmeyi, düşünme ve anlamayı öğrettiği şeklinde anlaşılması bağlama daha uygun görülmektedir. Zira bir alttaki âyette insanın yaratılmasından bahsedilmektedir. Kur’an insanın yaratılmasından çok sonra indiği için buradaki kastın son kitap olan Kur’an’ı Kerim olmaması gerekir. Eğer kasıt 6. asırda nazil olan Ku’an’ı Kerim olsa idi sıralama, ‘’Rahman insanı yarattı, Kurân’ı öğretti.’’şeklinde olması gerekirdi. Bu nedenledir ki buradaki kasıt insanı beşerden ayıran, Âdem’e talim ettirilen esma ile hayatı okumayı ve anlamayı ikram etmesidir. Bizim bakış açımızı Alak sûresinin ilk 5 âyeti destekler. Şöyle ki “Oku, Yaradan Rabbinin ismi ile! İnsanı ‘alak’tan yarattı.Oku ve Rabbin en cömert olandır. Ki O, kalemle öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti.” Beşer; hayatı, imtihanı, hakkı bâtılı, okuyarak-zihnen ve ruhen- insan olmuş/insana dönüşmüş/yaratılmıştır.
3- İnsanı yarattı.
Halk, var olan bir ham maddeden başka bir şey yaratma anlamı ifade eder. “Haleka” kökü Kur’an-ı Kerim’de 259 yerde kullanılmıştır. Hem fiil hem isim şekilleriyle çokça geçer. Halk kelimesi, Kur’an’da Allah’a izafe edildiği gibi Âli İmran:49, Mâide:110 gibi âyetler de Hz. İsa’nın yaptıkları için de kullanılır. Bu nedenle ‘halk’ fiiline,yoktan var etme manasındaki ‘bedi’anlamından ziyade, bir şeyden bir şey icat etmek, yapmak manasında anlamak asıl anlatılmak isteneni daha iyi karşılayacaktır. Allah; sudan, topraktan,çamurdan yarattığı beşere öğrenme ve öğretme ile bilgiyi üretme yeteneği vermiş ve beşerden bir insan yaratmıştır. Topraktan beşer, beşerden de insan aşamalı bir süreçte yaratılmıştır. İlkel, vahşi,ünsiyetten mahrum beşerin insan olmasını sağlayan okuma (öğrenme, anlama ve düşünme) yeteneğidir. Öğreten de,daha ilk inen âyetiyle (Alak:1) okumayı emreden de Rahman olan Allah’tır. Âdem ile (beşerlikten insanlığa geçisinilk atası) Rahman olan Allah kur’an’ı yani okumanın her türlüsüyle insan, kâinat ve vahiy kitabını okumayı (okuma;içinde anlama, düşünme ve eylemi de barındıran şemsiye niteliğinde kapsayıcı bir kavramdır) öğreterek beşerin insana halk edilmesini/dönüşümünü gerçekleştirmiş, insan bu çok boyutlu okuma tekâmülü sonucunda beyanı da öğrenmiştir.
4- Ona beyânı öğretti.
Beyân kelimesinin bir anlamı insanın kendi maksadını açıklaması, diğeri ise hayır ve şer arasındaki farkın ortaya serilerek açığa çıkması, anlaşılması demektir. İnsanları hayvanlardan ayıran en önemli husus, okumak ve (anlamak, düşünmek, eylemek) konuşmak yani öğrendiklerini açıklamaktır. Bu hususlar, insanın diğer varlıklardan üstünlüğünü ortaya koyar. Beyan, ‘kur’an’ı yani okumayı’öğrenmenin sonucudur. Sebep yani okuma olmadan beyândan söz edilemez. Bu sebeple dışa çıkan konuşma özelliğinin ardında, okuma eyleminden ayrılması mümkün olmayan akıl, şuur, idrak, fehim gibi yetenekler vardır ki, bunlar olmaksızın okumak ve konuşmak mümkün değildir. Dolayısıyla insanda konuşma melekesinin olması, onun şuur ve irade sahibi olmasının delilidir. Kendisine böylesine yetenekler bağışlandıktan sonra, elbette insanın hidayeti, şuursuz varlıkların ki gibi olmayacaktır.
Allah, merhamet temelli olarak beşere hayatı, varlığı okumayı öğretmiş ve böylece beşerden ilk adam olan insanı zihnen ve ruhen dönüştürerek yaratmıştır.Böylece insan okumayı,(anlamayı,düşünmeyi, eylemeyi) kendini ifade etmeyi, öğrendiklerini paylaşmayı yani beyan yeteneği kazanmıştır. Yani bir anlamda beşer okumayı öğrenerek,okuma süzgecinden geçerek insanlaşır. Hatta denebilir ki, okumayan/ düşünmeyen/anlamayan beşerin insan mertebesine çıkması mümkün görünmemektedir. Okumak beşer mertebesinden insan mertebesine geçişin ön şartıdır. Okumaktan maksadın ne olduğunu en güzel açıklayanlardan birinin de Yunus Emre olduğunu hatırlatmak yeterli olacaktır. İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir, Sen kendin bilmezsin, Ya nice okumaktır. Okumaktan mana ne? Kişi hakkı bilmektir. Çok okudun bilmezsin ha bi kuru emektir.
İlk âyetleri ‘’Rahman; vahyi,insanı, hayatı ve varlığı okumayı ve beyânı öğretti.’’ şeklinde anladık. Peki,zerreden küreye varlık âlemi nasıl okunur? Bu okuma bizi nereye ulaştırır?Bundan sonraki âyetler varlığın okunmasının insan davranışlarındaki önemine dair örneklerle 13. âyete kadar devam edecektir. Rahman sûresi, dünyanın ilk yaratılışı ve dengesinden insanın ilk yaratılışı, dış ve iç dengesine değinerek devam edecektir.
5-Güneş ve Ay hesap iledir.
Husbân, “gufran” vezninde mastardır. Hesab mânası ihtiva eder. Dahhak ve EbuUbeyde husban için hesab’ın çoğuludur demişlerdir. Mücahid ise “deveran eden demektir’’ der. O zaman âyet yaşamın,gerekli ısı ve ışığın sağlanmasına, ince matematiksel hesaplara bağlı olduğu gerçeğine işaret eder. Zira devam eden âyetler, güneşin ısı ve ışığı ile oluşan,fotosentez yapıp yaşamda besin zincirinin ilk basamağını temsil eden bitki örtüsünden bahsedecektir.
6-Gövdesiz ve gövdeli bitkiler secde eder.
Necm; çayır, çimen ve ot gibi gövdesi olmayan bitkileri ifade eder. Bu kelime yıldız anlamına da gelmekle beraber çoğunluk tarafından bu âyetin mealinde de esas aldığımız mânada kullanıldığı kabul edilir. (Taberî) Çünkü Rabbimiz bu kelimeyi şecer/ağaç kelimesiyle birlikte güneş ve ay mukabilinde zikretmiştir. Böylece iki semâvî varlığa karşılık, iki yeryüzü varlığını zikretmiş olur. İbni Abbas, Said b. Cübeyr ve Süfyan es-Sevrigibi âlimler bu kelimeyi “Nebatat” anlamında kabul etmişlerdir. Âyette önce gövdesiz basit bitkilerin varlığından sonra biraz daha gelişmiş gövdeli ağaçların secdesinden bahsedilmesi onların yaratılış olarak da bu sıra ile var olduklarını ifade içindir. Âyetteki secde mevcut şartlara uyum sağlayacak şekilde yaratıldığını ve bu fıtratın dışına çıkmayacağını ifade eder. Secde, iradeli varlıklar olan insan için kullanıldığında gönüllü itaati anlatır. Canlılığın olmazsa olmazı olan atmosfer, fotosentez yapan bakteriler, ilkel yosunlar ve bitkilerin varlığı ile daha da zenginleşmiş ve yaşam için gerekli ısı, nem ve oksijen miktarına ulaşmıştır. Bu hakîkat bir alttaki âyette şöyle ifade edilir:
7- Ve gökyüzünü aşama aşama yükseltti ve mîzânı koydu.
Mîzân; terazi, tartı aleti,ölçme, adâlet ve denge gibi anlamlara gelmektedir. Allah’ın bir esması da Er-Refi’dir. Mertebesi çok yüksek olan ve aşama aşama yükselten anlamına gelir.Bu ismin tecellisi için aşama aşama irtifa kazanan bir şeyin var olması gerekir. Rabbimiz gökyüzünü böyle bir tabiatta var etmiş, esmasının efalini göstermiştir. Kademeli yükseltmeye bir örnek Hz. İbrahim’in Kâbe’nin temellerini yükseltmesidir ki burada da aynı kökten ‘yerfa’u’ kullanılır. (Bkz.Bakara:127) Ayrıca âyette mîzân tabiattaki denge manasına gelmektedir.
8- Ki mîzânda haddi aşmayın!
Tuğyan; taşkınlık, azgınlık,sınırı aşmak demektir. Rabbimiz tabiata bir denge yerleştirmiş ve bu dengeyi bir kaderle/ölçüyle tesis etmiştir. Tabiattaki dengeyi bozmak aslında Allah’ın koyduğu mîzânı ve bu mîzânı sağlayan ince hassas, matematiksel hesap olan kaderi inkâr etmektir. Zira kadere iman adâlettir. Sosyal hayatımızda, hayatı değerlendirirken de kendi çıkarımıza göre mîzânı yamultmak haramdır.
9-Ve vezni adâletle doğrultun ve mîzânı eksiltmeyin!
İkâme; bir şeyi kaldırıp dikmek, düzeltip doğrultmak, dosdoğru yapmak, özenle ve şartlarına riayet ederek uygulamak, devamlı ve itibarlı hale getirmek anlamlarına gelir.
Kıst, genellikle adâlet diye açıklanmıştır. Ancak ‘kıst’ kelimesi tam olarak adâlet demek değildir. Çünkü adâlet, birebir karşılık, denge, denklik, eşitlik demek iken, ‘kıst’ kelimesi nasip, pay, hak edilmiş olan pay demektir. (Lisanül-Arab)
Tuhsirû; eksilmek, düşük göstermek anlamına gelen ‘ehsera’ kökünden gelir. Kelimenin temeli olan husr ve husran ise; sermayenin azalması, batmak, zarar ve ziyana uğramaktır. Nasıl ki tabiat bir denge ve düzen içinde olmasıyla yaşam devam etmekte ise sosyal hayatın da kendi içinde adâletli bir dengesi olmalıdır. Yoksa yaşam kaosa dönüşecektir.
10- Ve yeryüzünü canlılar için serdi.
Katade, İbni Zeyd, Şa’bi, tüm canlıların ‘enâm’ kapsamına girdiğini söyler. Nitekim lügat âlimleri de aynı görüştedirler. Bu âyette ‘hasr’ vardır. Arapça gramere göre, meful fiilden önce gelirse ‘hasr’ ifade eder. Bundan dolayı denilir ki, ‘enâm’ için sadece yeryüzü verilmiştir. Bu durumda başka yıldız sistemlerinde ve gezegenlerde ‘enâm’ yoktur sonucuna ulaşılmıştır. Ancak buradaki kasıt, özellikle yeryüzünün,canlıların tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde döşenmesidir.
11- Orada meyveler ve salkımlı hurma ağaçları vardır.
‘Fâkihe’ kelimesinin ilk anlamı meyvedir. Bu kelimenin asıl anlamı mutluluk verici şey demektir. Sevinç ve neşe de bu kökten kelimelerle ifade edilir. Meyve de sofranın son halkasını dolayısıyla refahın kemal düzeyini gösterir. Kelimenin sonundaki ne kiralık/belirsiz form ise, çokluk ifade etmek için olup üzerinde her çeşit meyveler vardır ifade
Ekmâm, çoğul olup tekili kem’dir. Kem, içinde hurma meyvesinin oluştuğu salkım torbası anlamına gelir. Burada sadece meyvelerin tatları değil, ağaçlarla tabiatın güzelliği ve onların görünüşündeki estetiğe de işaret vardır.
12-Ve yapraklı taneler ve hoş kokulu bitkiler...
Habbe; buğday, arpa, darı gibi biçilip dövülen, taneli olarak akla gelen, hasat edilen tüm bitkiler için kullanılır. Hububat kelimesi oradan gelir. Asf, kuru yapraklardır. Bitkilerin kuru yapraklarının rüzgâr etkisiyle savrulması da Arapçada bu kelimeyle ifade edilmiştir. Âyet'te meyveden sonra hububat olan tahıllar ile elde edilen ekmekler, bazı hoş kokulu bitkilerden elde edilen baharatlara da bir gönderme vardır. Allah sadece insanların karınlarını doyurmamış, ayrıca birbirinden lezzetli ve çeşitli güzel kokulu gıdalarla beslenmesi için zengin nimetler bahşetmiştir.
13- O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
Buradaki soru aslında nimetin yalanlanması değildir. Zira her insan, yediği içtiği nimetin önem ve değerini bilir. Buradaki sorun âyetin işaret ettiği Rabbinizin nimetleri vurgusudur. Zira yalanlanan, bu nimetlerin kime ait olduğu ve verilen nimetin sahibine bir gün hesap verilecek olma gerçeğidir.
Kur’an’da sadece bu sûrede 31 kere geçen bu cümle, özellikle hesabı sorulacak olan nimet kalemlerini vurgulamak içindir. Bu kullanımın;konuşurken karşıyı etkileyen, düşündüren bir vurgusu ve şiirimsi bir ahengi de vardır. Kur’an bir kitap gibi masa başında yazılmadığı için hitabî bazı cümlelerin altı tekrarlarla çizilir. Bu ve benzeri âyetleri gerekçe göstererek bazı çevrelerin ‘Kur’an’da tekrar vardır.’’alaycılığına karşılık biz Müslümanların savunma psikolojisiyle ‘’Kur’an’da tekrar yoktur.’’ cevabını vermemize hiç gerek yoktur. Bunun yerine ‘’ Evet, bu bir tekrardır; ancak anlamsız,gereksiz ve işlevsiz bir tekrar değil, her biri önündeki âyete göndermede bulunan, manayı güçlendiren; anlamlı, gerekli, işlevli bir tekrardır.’’demek daha doğru görünmektedir. Zira şiirlerde de şairler anlamı güçlendirmek için tekrarlara başvururlar ki bu metot sürekli kullanılagelen önemli edebî bir üslûp özelliğidir. Kur’an’da da bu üslûp görülmektedir.
Bu cümlenin yüklemini oluşturan fiil ve Rabbiniz tamlamasının tamlananı olan zamir tesniye/ikili kalıbındadır. Yani kumâ ikili zamiri ile iki kişiye veya iki gruba hitap edilmekte “Siz ikiniz, o hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?” denilmektedir. Buradaki “ikiniz”ile kimlerin kastedildiği yani muhatabın kimler olduğu konusunda farklı yorumlar bulunmaktadır. Buradaki hitabın, başka görüşler olsa da çoğunlukla insanlara ve cinlere yönelik olduğu kabul edilir. Ancak biz aynı görüşte değiliz. Zira Kur’an ancak insanların yapabileceği özel emirleri barındırır. Bir de Allah her topluma kendi içlerinden bir resûl göndermiştir. Kaldı ki yeryüzünde gezen melekler veya cinler olsa idi onlara melek/cin bir resûl giderdi şeklindeki bakışı yine Kur’an bize öğretmektedir. Bu manada Kurân’ın ilk ve tek muhatabı insandır. (Bkz. İsra:95) Esasen buradaki tesniye/ikili kullanımı, Kurân’ın kendini açıklayan özelliği çerçevesinde 14 ve 15. âyetler açıklamaktadır. Zira 14. âyet insanın maddi/bedenî yönünün yaratılışından, 15. âyet ise insanın bedenini harekete geçiren, manevî boyutununda temel gücü olan cânının yaratılışından bahsetmektedir. Bunun nasıl olduğu bize meçhûldur. Kur’an buna ‘’cânn’’ der. Cânn görünmezdir, bilinmezdir. Neredeyse yazılan bütün meallerde tercümenin ‘’cinler’’ şeklinde yapılması büyük bir anlam ve kavram kargaşasına yol açmıştır. Haddi zatında böyle bir tercüme bağlamla da uyumsuzdur. Rabbimiz 14. âyette önce insanın bedensel olarak neden yaratıldığını açıklamış, 15. âyette ise bedeninin içinde olan, bedenine güç veren cânının hangi maddeden yaratıldığını ifade etmiştir. Bunu da ilk muhatapların anlayacağı şekilde ‘’dumansız ateş’’ olarak tarif etmiştir. Bu bağlamda dumansız ateşin elektrik veya görünmeyen enerji olarak anlaşılması en mantıklı seçenek olarak görülmektedir. İşte buradaki ‘’Rabbikuma’’ tesniye/ikili kullanım insanın maddî/bedensel ve manevî/cânsal boyutuna hitap etmekte ve sanki ‘’Ey bedenve cândan yaratılmış olan insan!’’denmektedir. Bu ikili/iki kutuplu kullanım (iki doğu, iki batı, iki deniz, iki ağırlık, cinn vel ins, görünen ve görünmeyen, celâl ve’l-ikrâm, iki cennet) Rahmân sûresi boyunca bir dip akıntı olarak devam edecektir.
Aynı zamanda âyetteki ikili hitabın Allah’ın celâline ve ikrâmına mazhar olanlar manasında anlaşılması da bağlama uygun görünmektedir. Allah bazen celâlle yani yoklukla, sıkıntılarla bazen de ikrâmla/ cemâlle, yani bollukla nimetinin değerini kullarına hatırlatır. İlk 12 âyetteki nimetler;Rahman olan Allah’ın, verilen nimetlerin idrakine varacak bir donanımla, hayatı okuyacak şekilde insanı yaratması, temel gıdaların yanında diğer keyfiyetten olan ihtiyaçları da karşılamasıdır.
14- İnsanı, fahhar gibi ses veren salsalinden yarattı.
Salsâl, Kur’an’da 4 yerde geçer,üçü sadece Hicr sûresinde 26, 28, 33. âyetlerde, diğeri de bu âyette geçer. Salsâl; ses çıkarmaya elverişli topraktır, balçıktan yapılmış kuru bir nesne, yani ateşe sokulmuş hâlidir. (Rağıb) Salsala ses demektir. Salsal ile, ilk canlının bataklık vârî bir ortamda fokurdayan biyolojik bir karışımdan yaratıldığına âtıf olabilir.
Fahhar, kuru toprak demektir. Ayrıca kuma karıştırılmış sıcak çamurun kuruduktan sonra ses vermesine denir. Eğer bu ateşte pişirilecek olursa, o takdirde bu fahhâr olur. Dolayısıyla bu âyette insanın yaratılışı anlatılırken toprakla birlikte bir de ateşe dikkat çekiliyor.
Beşerin yaratılışı; başı su ve toprak, kemâli insan olan bir süreçtir. Aslında bu benzetmeler yaratılışın her bir aşamasına denk gelmektedir. Bu âyette ses veren, çıkaran ancak henüz bu sesleri anlamlı bir sıraya sokarak siste matize ederek konuşamayan bir canlı da anlatılmış olabilir. Zira sesin konuşmaya dönmesi için sinir sisteminin uygun seviyeye ulaşması şarttır. Bir bebeğin büyüdükçe çıkardığı sesler, anlamlı bir konuşmaya dönüşür. Bunu yapan beyindeki karışık elektriksel bağlantılardır.
15-Ve cânn’ı, dumansız nârdan yarattı.
Cânn, Elmalılı’nın açıklamasına göre cinden farklıdır. Şöyle ki ‘cin’ cins isim, ‘cânn’ ise sıfat ismidir. Elmalılı cânn ve cin kelimelerinin mâlik ile milk gibi vasıf olduğunu söylemektedir. Veya cin; milk gibi cins ismi, cânn da mâlik gibi sıfat ismidir. (Elmalılı) Bu kelime için cin’in tekili olduğu söylendiği gibi çoğul bir kelime olduğunu söyleyenler de vardır. (Bkz. Asım Efendi, Kamus. Cin md.) Bu âyet dışında Kurân’ın hiçbir yerinde ‘’Cinleri dumansız ateşten yarattık.’’ diye bir âyet yoktur. Ayrıca sözlükler cin kelimesinin tekilinin ‘cinni’ olduğunu kaydeder. Kurân’ın metninde ‘cânn’ kelimesi geçtiği halde onu ‘cinni’/cinler diye tercüme etmeleri onunla ilgili bütün âyetlerin yanlış anlaşılmasına sebep olmuştur. Şeytan, cin, cân, iblis gibi kelimelerini Kurân’ın anlatış biçimine göre kavranmadığı için kavram kargaşası ortaya çıkmaktadır. Kısaca cânn, insanı ayakta tutan enerjidir ve görünmez bir güçtür.
Cânn, c-n-n kökünden türemiştir. Toprağı ağaç yapraklarıyla saklanmış ve zemini görünmeyecek kadar kapalı bahçeye aynı kökten gelen cennet denmesi; aklın, fikrin saklanması, manasındaki cinnet; anne karnında saklandığı fetüse cenin; kişiyi oktan, mızraktan sakladığı için kalkana cünne isminin verilmesinin tek sebebi saklama, gizli olma, gizlenme manalarını barındırmasıdır. Cânan, duyu organlarından saklandığı için kalp anlamında kullanılmıştır. Cinn kelimesi bütün eski ve yeni sözlüklerde “insanın beş duyusuyla kavrayamadığı, algılanamayan; ancak somut veya soyut, varlığı kesin olan güçler” olarak yer alır. Sözlüklerdeki bu tarife göre melek ve şeytan terimleri de cin kavramı kapsamına girmektedir.Yani her melek ve şeytan(algılanamadığı için) cin’dir. Ancak her cin’in şeytan veya melek olduğu söylenemez. (Rağıb)
Mâric, iki mana ile tefsir edilmiştir. Bazıları asıl manası, ızdırap anlamını ifade eden merec‘den,halis ateş ya da dumansız sâfi alev demek olduğunu söylemişler, bazıları da merec‘in asıl manasının ihtilât (karışma) olması itibariyle, mâric‘in muhtelit (karışık) dumanlı bir ateş olduğunu ifade etmişlerdir.
İbn-i Abbas, “mâric” kelimesini“ateşin özü” diye tefsir etmiştir. (İbni Kesir) Karışık alev, dumansız ateş yada kızıl gibi manalar ifade eder.(Rağıb)
Nâr; parlak ve aydın olmak, bir şeyden kaçmak, devenin üzerine damga koymak anlamına gelir.`N-v-r’ kökünden türeyen bu kelime (çoğulu nîrân ve envâr) sözlükte ateş, görüş,alâmet, gövdeye basılan damga demektir. Bu kelime Kur’an’da 145 âyette geçmiş ve âhirette günahkârların atılacağı cehennemin bir adı olarak “alevli ateş” anlamında kullanılmıştır. Nâr, ağaç ve kömürün yanmasıyla meydana gelen bir ateşdeğil, özel bir ateştir.
Şu an beş duyumuzda algılayamadığımız, dumanı olmayan özel ateşin insan hücresinde üretilen 50 milivoltluk elektrik enerjisi olduğunu biliyoruz. Elektrik saniyede 270.000 kilometre civarına karşılık gelen bir hızla vücudumuzda özellikle sinir hücreleri ile verileri iletir ve işler. Vücudumuzda toplam 40 watlık elektrik enerjisi üretilir. Bu elektrik enerjisi olmadan vücut çalışamaz; elektrik her birimizin yaşamını sürdürebilmesi, konuşabilmesi, hareket edip istediklerini yapabilmesi için hayati önem taşır. Aksi takdirde kişi ya felç olur ya da ölür. Çünkü elektrik olmadığında bütün yaşamsal faaliyetler durur. İnsan elektrikle iletişimini sağlayan, elektrikle hareket edebilen ve elektrikle beş duyusunu kullanabilen bir varlıktır. Kişi bunun hiç farkında olmasa da dünyaya geldiği andan itibaren tümüyle elektrik enerjisine bağlı mekanizmalarla görmeye,anlamaya akletmeye başlayarak çevresini tanır ve gelişir. Kalbi durmuş ve ölmek üzere olan bir hastaya ilk olarak elektrik şoku uygulanmasının sebebi de budur.Böyle durumdaki bir hastaya iyileşmesi için ilaç, vitamin veya herhangi bir besin maddesi verilmez. Vücuda fayda sağlayacak çok sayıda madde varken kalbin çalışması için öncelikle elektriğe ihtiyaç duyulur. Çünkü vücudun elektrik sistemi herhangi bir nedenle bozulduğunda veya vücudun canlandırılması gerektiğinde, hiçbir şey elektriğin yerini tutmayacaktır. Kısacası insan vücudu hayatta kalmak için elektro kimyasal bir enerji sistemine muhtaçtır.
Elektriğin dahi bilinmediği bir dönemde Kurân’ın, maddesi et ve kemik olan bedenden sonra milivoltlardan oluşan elektro kimyasal sisteme, nüzûl ortamındaki muhatabın da itiraz etmeyeceği tarzda değinmesi Kurân’ın kesinlikle beşer üstü ilahî bir kudretin sözü olduğunun somut delili değil midir?
16-O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
Madde denilen beden ve bedenin hareketini sağlayan dumansız nâr olan elektrik akımı ile anlayan/hayatı okuyan, mîzânı gören, çiçekleri koklayan, keyif veren lezzetleri tadan, beyân eden ve işiten bir bedene kısaca Rabbini anlamasına yarayan her tür donanıma sahip olan insan, bunca şeye rağmen onun kudretini yine onun verdikleri ile hâlâ yalanlama cüretini göstermektedir.
17- O, iki doğunun ve iki batının Rabbidir.
Âyette konu edilen iki doğu ve iki batı ifadesi, güneş ve ayın doğma, batma yerleri veya güneş ve ayın mevsimlerde farklı yerlerden doğup farklı yerlerden batması şeklinde anlaşılmıştır. Burada ne kastedildiği sûre bağlamında ifade edilmediği için doğu ve batı kullanımının geçtiği diğer âyetlere bakmak gerekmektedir. Bu kullanım Meariç sûresi 40. âyet bağlamı ile şöyledir:
“Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki onları daha hayırlısı ile muhakkak değiştirmeye Biz, elbette kâdiriz! Ve Biz, önüne geçilebilecek değiliz. Artık onları terk et, vaad olundukları güne kavuşuncaya kadar dalsınlar ve oynasınlar. Kabirlerinden süratle çıkacakları gün, sanki onlar bir hedefe koşuyor gibidir. Onların bakışları korkulu bir hâldedir, onları bir zillet kaplar. İşte bu, onların vaad olundukları gündür. Meariç 40-44. âyetlerde doğular ve batılar kullanımından sonra dünya ve yeniden diriliş günlerinin kullanılması, aslında doğular ve batılar ile ne kastedildiğini tefsir etmektedir. Şöyle ki bizce; ilk gün dünyadaki doğu, ikinci gün hesap günündeki dönemin başlaması manasındadır. Doğu ve batı aslında bir günlük zaman dilimlerini ifade eder. Kur’an’da gün/yevm kavramı,hesap günü için de kullanılan zamansal bir dönemdir. Bu manada ilk doğu ve batı bilinen zâhir dünya günü/dönemini/imtihan süresini, ardından ikinci doğu ve batı ile bilinmeyen gayb âlemine ait hesap gününe/dönemine bir âtıf yapılmış olabilir. Yaşanılan zâhiri günün hesabı âhirette batınî günde sorulacaktır.
Doğu ve batı, dönemin başlama ve bitişinin yanında yön manasında da kullanılmıştır. “Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi)orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir.” Bakara:115 Güneşin doğduğu ufuk manasında"Şüphe yok, Allah Güneş'i doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir" deyince, o inkârcı böylece afallayıp kalmıştı. (Bakara:258) Zuhruf:38’de cehennemlik birinin şeytansı arkadaşına söylediklerini şöyle aktarır “O,sonunda bize geldiği zaman: "Keşke benimle senin aran, iki doğu kadar uzak olsaydı."dedi. İşte bu kötü bir yakınlık. Bugün size asla (pişmanlıklar) fayda vermez. Siz zulmetmiştiniz. Muhakkak ki azapta ortaksınız.” Âyette dikkat edildiğinde iki doğu ifadesi kullanılmıştır. Eğer iki doğuyu güneşin yıl içindeki doğma yerleri olarak düşünürsek bu mesafe doğu-batı kadar uzak olmayan bir mesafedir. Kaldı ki Arap coğrafyasında yaz ve kış arasındaki fark 1-1,5 saat civarıdır. Ülkemizdeki gibi 4 mevsim ve geçişler net değildir. Ancak âyetteki ilk doğuyu dünya hayatı ve ikinci doğuyu hesap gününün başlangıcı gibi düşünürsek hem zamansal hem de mekânsal olarak muazzam bir uzaklık ve dünyada yapılanlara bir âtıf olarak okunabilir. Rabbimiz iki doğu ve iki batıdan insanın yaratılması ve ona can verilip nimetlerle imtihanı bağlamında bahsediyorsa bunun hayat ve yeniden diriliş ile alâkasının olması ihtimali daha güçlü olarak belirir. “O, iki doğunun da Rabbidir, iki batının da Rabbidir.” ifadesi dünya ve âhiretin, görünen ve görünmeyenin/ins ü cân, imtihan ve hesabın, beden ve ruhun sahibidir şeklindede anlaşılabilir. Celâlin imtihanına sabredene sunulan ikrâm yalanlanmaması gereken bir nimet ve hakîkattir.
Aynı zamanda iki doğu ve ikibatı ifadesinden güneşin altı ayda bir (23 Eylül-21 Mart) doğup sürekli 90 derece açıyla ufkun üstünde kaldığı ve altı ay sonra battığı Kuzey ve Güney kutuplarının akla gelmesi de güçlü bir ihtimal dâhilindedir. Zira yıl içinde heriki kutuptaki sadece iki doğuş ve ikibatış bu anlayışı desteklemektedir. Bunun yanı sıra bu anlayış, yukarıda bahsedilen Zuhruf:38’deki "Keşke benimle senin aran, iki doğu kadar uzak olsaydı." mekânsal uzaklık söylemi de Kuzey ve Güney kutupları arasındaki mekânsal uzaklık düşünüldüğünde gayet mantıksal bir zemine oturmaktadır.
18.O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
Dünyanın geceye/kadir gecesine, hesap gününün fecre/gün doğumuna benzetilmesi ile alâkalı bkz Kadr sûresi 4 ve 5. âyetler.
19-İki denizi kavuşacak şekilde salıverdi.
Meraca, salıvermek demektir.Nitekim hayvanların salındığı bol otlu meraya da merac denmektedir.(Rağıb) Bahreyn, ‘bahr’ kelimesinin tesniye şeklidir. Kelimenin asıl anlamı geniş ve büyük su kütlesini toplayan mekânı anlatır. Geniş ilim sahibine de bahr (derya) denmiştir.
20-İkisi arasında berzah vardır, birbirinin sınırını geçemezler.
Kur’an-ı Kerim’de üç yerde geçen ‘’berzah’’ kelimesi iki şey arasındaki engel, aralık, perde demektir. Bu kelime hem maddî hem de manevî bir engeli ifade eder. Kelime bu bağlamda fizik kuralı olarak yoğunlukları birbirinden farklı olan tatlı ve tuzlu suların birbirlerine karışmamalarını; birinin özelliğinin diğerine geçmesine mani olan doğal engeli ifade eder. (Krş.Furkân 53)
Yebğiyân, ‘bağy’ kökünden olup‘’Onlardan biri diğerine bağy etmez (zulmetmez, sınırı aşmaz).’’ manasındadır.(Krş Sâd:22, A’râf:33, Yûnus:23, Şura:39) Yani her bir deniz, haddi aşıp da diğerinin yerini işgal edecek, özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz edemez, etmeye meydan da bulamaz.
Yüzey gerilimini oluşturan yoğunluk farkları, suyun kaldırma kuvveti ile de alâkalıdır. Su ne kadar yoğun olursa kaldırma kuvveti de o ölçüde artacaktır.
21- O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
Buradaki nimet fizik kuralları ile hayatın devamının sağlanmasıdır. Bir örnek üzerinden sûre şöyle devam edecektir.
22- İkisinden inci ve mercan çıkar
İki âlemde de saklı ve değerli inciler ve aşikâr olan, gözler önüne serilmiş güzellikler/mercanlar mevcuttur.“İkisinden” ifadesi, her ikisinden demek olmayıp tağlib sanatı çerçevesinde tatlı ve tuzlu iki denizin birisinden çıkar demektir. Bu da tuzlu denizlere işârettir.Bu üslûp Rahman sûresinin genelinde mevcûttur. Tatlı ve tuzlu sular denizlerin iki farklı özelliğidir. Şöyle ki, tek denizin iki farklı yoğunluk ve birçok çeşitteki zengin yaşam formunu içermesiyle tıpkı insanın görünen ve görünmeyen yüzünün aynı bedende bir arada yaşaması, Kaf16. âyette ifade edilen birbirinden farklı yetenekleri bir arada kullandığımız beynin sağ ve sol yarım kürelerindeki uyum gibi.
23- O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
24- Denizde akıp giden, dağlar gibi inşa edilmiş büyük gemiler O’nundur.
Âyette büyük ve ağır gemilerin Allah’a isnatla kullanılması onun suya yüklediği yüzey gerilimi ile oluşan suyun kaldırma kuvveti yasasına bir âtıftır. Yani yasayı belirleyen Allah’ın sayesinde gemilerinizi batmadan yüzdürmektesiniz. Büyük ticaret gemileri ile hem yeryüzünün değişik coğrafyalarına seyahat hem de denizin zenginliklerinden istifade eden insanlar kesinlikle bu nimetlerin sadece emanetçisi olduğunu unutmamalıdır. Yine Kur’an’ın indiği dönemde gemilerin, suyun kaldırma kuvveti,yoğunluk farkı ve yüzey gerilimi gibi konuların o coğrafyada bilinmesi mümkün olmadığı halde, iki denizin karışmamasından sonra gemi örneği aslında fizik kanunlarına tam bir vukufiyetin açık kanıtı değil midir?
25- O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
Fizik yasalarının imtihandaki insanın lehine yaratılmasına rağmen insan bunları servet yığmakta kullanarak aleyhine çevirmiş ve nimeti vereni yalanlamıştır.
26- Herkes fânidir.
Men, akıllı ve şuurlu varlıkları işaret eder. Mahlûkatın zirvesi olan varlıklar bile fâni ise,şuursuz varlıkların fâni olduğu kendiliğinden anlaşılır. Fân sözlükte;ölümlü, geçici, muvakkat anlamlarına gelir, bâkinin zıddıdır.
27-Ve Zu’l-Celâli ve’l-İkrâm olan Rabbinin vechi bâkidir.
Vech, lâfzen yüz demektir. Araplarda yüz kişinin diğer insanlardan ayıran vasfını yani kimliğini ifade etmekte idi. Hâlık olanı mahlûktan ayıran en önemli zati sıfatı bâki oluşudur. O nedenle buradaki vech/yüz Allah’ın zatı olarak anlaşılmalıdır.Benzer bir kullanım “O’nun Zatı’ndan başka her şey yok olmaya mahkûmdur…(Kasas:88)”
Zu’l-celâli ve’l-ikrâm’ın esmaihüsnadan olduğu Kur’an’la sabit tek kalıp isimdir. Manası, celâl ve ikrâm sahibidir. ‘Zu’ sahiplik ekidir. Zu’l-celâl, celâl sahibi manasına gelir. Ekrem ve kerim olan Rabbimiz ikrâmına ‘zu’ sahiplik mesafesini koymazken celâline bir sahiplik eki koyarak bu özelliğinin zatına değil fiillerine yakınlığını vurgular. El-Celâl, kuşatıcılık ve içe alma manasının yanında bir şey ile başka bir şeyi karıştırarak ses çıkarma, sonuç alma, iş yapma gibi anlamlara gelir. Bir şeyi başka bir şey ile karıştırıp dövmeye ‘celceltu’ş-sey’ denir. Zu’l-celâl olan Rabbimiz bizleri bir şeylerle karıştırır ve tabiri caizse sıkıntılar ile terbiye eder. Celâli ile harmanlanan eksik ve noksanlıklarından arınır ve ikrâma mazhar olur. Zu’l-celâli ve’l-ikrâm ismi bir terkiptir. Bu terkip zu sahiplik edatının tekrarı ile ‘Zu’l-celâl Zu’l-İkrâm’’şeklinde gelmiş olsaydı o takdirde iki isim sayılırdı, ancak zu sahiplik edatının tek gelmesi ve âtıf vav’ı ile birbirine bağlanmasından dolayı bu kalıp bölünemez bir isim olmuştur. Bu mübarek isimlerdeki birlikteliğin hikmetini ortaya koymamız çok önemlidir. Bu esmada çift kutupluluğun ahengi vardır. O da Kurân’da başka örneği olmayan Celâl ve Cemâl’in tek esmada zikredilmesidir. Allah’ın tüm esmaları iki ana başlıkta toplanır. Bunlar celâl ve cemâl tecellileridir. Sadece Celâl tecellileri düşünüldüğünde esmalar son derece şer görünür. Ateist ve deistlerin düştüğü hata da sadece cemâlden bakarak hayatı yaratanı anlama gayretidir. Bu yanlı bakış şer odaklı bir tanrı tasavvuruna kişiyi sürükleyerek inkârına sebep olur. Sadece Cemâl tecellilerine bakıldığında hiçbir şey yapılmadan cennete girileceği, cehennemden er geç çıkılacağının oluşturduğu sahte bir umutla ve amelden uzak heba edilmiş bir yaşam ortaya çıkar. İşte Kur’an Celâl ve Cemâl’i birlikte zikrederek bu tarziftira ve suistimalleri gidermektedir. Celâl olmasa mazlumlar daha mahzun olurdu. Celâl ve Cemâl’i birlikte düşünmek, korku ve umut arasında dengeli birkulluk ve doğru bir yaratıcı tasavvuru inşa edecektir. Başımıza gelenleri sadece Allah’ın Celâl ismiyle okumak insana cefâ gibi görünür ve bu dayanılmaz bir hâl alır, ancak Celâl’in arkasından ikrâmı düşünmek o cefâyı, sefâya dönüştürecektir. Bu insanı motive eden, insana dayanma gücü veren, insanın gücüne güç katan müthiş bir ikrâmdır. İnsan iradesinin bu kadar özgürce kullandığı bir imtihan dünyasında cefâ olması kaçınılmazdır. Sıkıntısız bir dünya demek iradeye sürekli ilahî müdahale olması demektir. Bu da kulluk değil kölelik oluşturur ve kimse ödül ve ikrâmı hak etmezdi. Zu’l-celâl ve’l-İkrâm esmasını İnşirah sûresi şöyle tefsir etmektedir: “Öyleyse zorlukla beraber muhakkak birk olaylık vardır” (İnşirah:5) Kur’an’da bu mübarek esma sadece 2 yerde gelir. İkiside Rahman sûresinde kullanılır. Fânilik/ölümlü olma, son saat, Allah’ın Celâltecellisi iken; yeniden diriliş, âhiret, cennet, ikrâm tecellisidir. Rahmân sûresi baştan itibaren okunduğunda nimetler ve bu nimetin içindeki Celâl de hatırlanmalıdır. Güneş nimettir, fazlası veya yokluğu Celâl’dir. Dünya nimettir,dünyevileşme Celâl’dir. Denizler nimettir; seller, fırtınalar âfettir, yani Celâl’dir. Bu celâllere karşı bizlere akıl, bilinç, koruma veren Rabbimizin nimetlerinden hangisini yalanlayabiliriz ki? Her nimetteki Celâl’e dikkat edilmesi, onu Rahmân’ın rahmetine ve ikrâmına çevirir. Yani Celâl’i iyi okuyup sabretselerdi ikrâma mazhar olurlardı.
28- O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
Bâki olan, ancak ebedî bir ödü lvaad edebilir. Allah’ın bâkiliği pasif bir bekleyiş de değildir.
29- Göklerde ve yerde olanlar, O’ndan isterler. O her gün bir şe’n üzerindedir.
Şe’n, hal ve durum anlamına gelmektedir. Burada Allah için kullanılmaktadır. Allah, her an bir iştedir,yani her an yeni imkân ve fırsatlar insanın karşısına çıkarır. Bu kelimenin öz mânasında eylemin iyi olması vardır. Çünkü Kur’an’da amel kelimesi kullanılınca hemen peşinden sâlih/iyi ve ıslah edici kelimesi kullanılmaktadır.Ama şe’n kelimesi kullanılınca “iyi” kelimesi kullanılmadan, o amelin iyi olduğu anlaşılmalıdır. Ayrıca şe’n kelimesi kesintisiz olan eylemleri de ifade etmektedir. Amel başlar ve biter, fakat şe’n denen eylem/fiil Allah için kullanıldığında her an devam etmekte ve yenilenmektedir.Sıra dışı tavır ve eylemleri ifade eder. Ayrıca bu kelime sadece büyük ve önemli işler için kullanılır. Allah’ın yarattığı sistem, iyilikleri ve güzellikleri isteme/hedefleme ile gerçekleşebilecek bir potansiyelde yaratılmıştır. Bu nedenle hedeflenen istekler hayatın seyrinde çok önemlidir.İyiliği, hayrı, paylaşmayı ve güzel ahlâkı istemekle bunları gerçekleştirecek iradeyi ortaya koymak aslında hedefin yarısını gerçekleştirmektir. Kâinatı yaratandan istemek, aslında onun gökler ve yere koyduğu kurallara uygun isteklerde bulunmaktır.
30- O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
31-Ey iki ağırlık sahibi olan! Sizinle ilgileneceğiz.
Ferağ, lügatte boşalmak demektir.Buna göre bir meşguliyetten boşalmak devamında bir meşguliyeti gerektirir. Hâlbuki Allah Teâlâ’yı hiçbir iş, diğer işten alıkoyamayacağı için burada özellikle âhiret işleri olan hesap ve cezayı ifade etmek üzere kullanılmıştır.Yani bugünkü dünya işleri geçecek, bu dünya hayatı ve nimetleri yok olacak, bu mühletler, hoşgörüler tükenecek, yarın Allah’a dönüşle mücerret sorumluluk,hesap ve ceza için huzura geleceksiniz de sırf sizin işinize bakılacak, sizinsorumluluğunuzun gereği yapılacaktır. (Elmalılı)
Sekal, yük ve ağırlık demektir. Kur’an ağır bir sözdür. (Bkz. Müzemmil:5) Kur’an’ın ağırlık dediği, aslında yerine getirilmesi istenen, muhatabına yüklenen sorumluluklarıdır. Bunların ikiağırlık olarak ifade edilmesi ise 14 ve 15. âyetlerde okuduğumuz beden ve cân kullanımı ile birlikte anlaşılmalıdır. Burada insanın yüklendiği şey, ona verilen madde/beden ve mana (akıl, zekâ, vicdan vb.) gücü gibi nimet ve emanetler sonucu aldığı sorumluluktur. Bu daha genelde dünya ve âhiret sorumluluğu olarak anlaşılabilir. Bu emanet/yük şöyle ifade edilir: “Muhakkak ki Biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik. Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi. Muhakkak ki o, çok zâlimdir, çok câhildir.’’(Ahzab:72)
Âyetteki ağırlık, burada emanet olarak ifade edilmiştir. Araplarda birine verilmek veya geri alınmak üzere verilen değerli şeylere emanet derlerdi. Vakti geldiğinde bu emaneti sahibine vermemek, kendi mülkü olduğunu iddia etmek aslında emaneti gasp etmektir.Gökler ve yerde olanlar Allah’ın emanet olarak verdiği varlıklarını, yaratılış amacına uygun davranarak/tesbih ederek emanete ihanet etmez onu yüklenmezler.Sadece insan, emaneti mülkiyeti görerek haddini bilmez ve zulmeder. Bu bağlamda iki yük aslında insana temelde emanet olarak verilen maddî/bedenî ve her tür manevî güç/enerjidir. Bu iki yük, 14 ve 15. âyetlerde insanın(salsal-kelfehhar/maddeye âtıf) ve cânn’ın( dumansız ateş/insanın içsel boyutuna âtıf) yaratılması düşünüldüğünde daha anlamlı hâle gelecektir. Hatırlanmalıdır ki insanın madde ve mana boyutu vardır. İnsan beden ve cândan oluşur, sadece nefsanî istekleri olan bir bedenden değil ayrıca dünyevî ve uhrevî hedef ve sorumlulukları olan çift yönlü yaratılan bir canlıdır. Âyet; bu emanetleri mülkiyeti görerek bedeni ve aklı, onu verenin istediği şekilde kullanmayanlara hitaben ‘yakında size tanınan süre dolacak, akıl ve beden nimetinin hesabı sorulacaktır’ uyarısını yapar. Gökleri ve yeri yaratandan istememek,yaşanılan hayatı beden ve ruh için mükellefiyet altına sokar. Bundan sonraki cehennem ve cennet anlatımları da bu çifte nimete yapılan nankörlük ve şükür bağlamında okunmalıdır. Zira cehennem hem maddî işkencelerin hem de manevî sıkıntı ve ıstırapların zirvesi, 46. âyetteki çifte cennetler ise hem maddî, duyusal hazların tatmin edildiği hem de saf aklın saadetinin yaşandığı muazzam bir ödüldür.
32-O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
33- Ey görünmez ve görünür topluluk! Eğer göklerin ve yerin ötelerine geçebiliyorsanız, haydi geçin! Onların ötesine geçemezsiniz, bir sultan olmaksızın.
Ma’şer kavramı; ortak temel nitelikleri olan grubu, topluluğu,akıllı, duygulu varlık türlerini ifade etmek için kullanılmaktadır. Cin ve ins kalıbıyla, “görünmeyen ve görünen” anlamında bütünü ifade eder. Ayrıca bu kalıbın “herkes,tüm varlıklar” anlamında ikinci bir anlamı da vardır. Nasıl ki gökler ve yer ile yaratılan her mekân kastediliyorsa cin ve ins ile bilinen bilinmeyen tüm varlıklara bir meydan okuma söz konusudur.
Nüfûz; yetki, ok, delmek, bir engeli aşmak anlamlarına gelir. Burada nüfûz etmek; geçmek, çıkmak anlamındadır. Nitekim geçidi tutan kapağa da menfez denir.
Aktâr; taraf, kenar, bölge,mıntıka, çap anlamına gelen kutur kelimesinin çoğuludur. Fiil olarak düşme anlamına da gelmektedir. Bu mânada damlaya katre denmiştir. Damlaların peş peşe düşmesi gibi düzenli sürü şeklindeki vagon veya hayvanlara da katar denmiştir.
Sultan, “selata” kökünden gelir. Nüfûz ve etki altına almak demektir. Sultan kelimesi de, bu kökten türemiştir. Üstünlük, galebe çalma ve istilâ anlamında mastardır. Burhan ve hüccet manasına da gelir.(Bu kelimenin Kur’an’daki kullanımları için Necm sûresinin 23. âyetinde şöyledir:“Onlar sadece, sizin ve babalarınızın isimlendirdiği isimlerdir. Allah onlara hiçbir delil/sultan indirmedi.”
Derveze, 33. âyette geçen sultan kelimesini “kişiyi kurtaracak sâlih ameller” şeklinde izah eder. Birçok müfessirin anılan kelimeyi “delil, hüccet” anlamında almaları bu yorumu destekler. Öte yandan, bazı tefsirlerde sultan kelimesinin“güç” anlamı esas alınarak “Büyük bir güç bulunmadıkça geçemezsiniz”ifadesinden, “Böyle bir gücünüz de olmadığına göre göklerin ve yerin sınırını aşıp öte âlemlere geçmeniz de imkânsızdır” anlamı çıkarılmıştır. Burada gökler ve yer kullanımı maddî âlemin tamamını ifade içindir. Görünen görünmeyen,bilinen bilinmeyen hiçbir varlık madde âleminden/imtihan sahasından mana âlemine gidiş dönüş yapamaz. Yani ölüp âhireti, cennet ve cehennemi görüp geri gelemez.Sadece sultan denilen Kur’an gibi bir vahiyle/ilimle öte âlemleri bilebilir.Kur’an bu sultana, delil ve hüccete dayananlara ilmel yakin demektedir. (Bkz.Tekasür:5)
34- O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
35- Sizin üzerinize, ateşten bir alev ve duman gönderilir. O zaman yardımlaşamazsınız
Konu üzerinde dikkatle durup incelediğimizde,şu sonuç çıkıyor: Müfessirlerin çoğunun dediği gibi, âhiret âleminde insanları mahşer alanına sürüp götürecek olan dumansız bir ateş ile bakır renginde bir duman veya gaz kastedilmiştir. İbn Kesir de şöyle der: Yani, kıyamet günü kaçıp gitseniz, melekler ve cehennem zebanileri dönmeniz için üzerinize ateşten alevle mutlaka geri çevirirler. Kendinize herhangi bir yardımcı bulamazsınız.
36-Ohâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
37-İşte o zaman sema eriyerek parçalanmış, kızıl bir gül gibidir.
Şakk, bir şeyde meydana gelen yarıktır.(bkz Furkân 25) Verdeten, gül anlamına gelir. Senenin ilk meyvesinden önce geldiği için bu adla isimlendirilmiştir. Her ağacın çiçeğine verd denir. Bu şekil şu an bir galaksinin veya uzaydaki ne
bula bulutlarının yüksek çekimli bir merkeze doğru sürüklenmeleri ile oluşan görüntüye benzemektedir. Bu devamındaki âyetler hesap gününde cehennemliklerin,yalanlayanların içinde bulunduğu maddî ve manevî atmosferi resmetmektedir.
38-O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
Yardımın olmadığı o günde cehennemliklerin içinde olmayarak o dehşeti yaşamamak paha biçilemeyen bir nimettir.
39- Artık o gün hiç kimseye günahları sorulmaz.
Zenb, sözlükte kuyruk anlamına gelen ‘zeneb’ kelimesinden türemiştir. Hoş olmayan sonuçlar doğuran bütün fiiller hakkında kullanılır ki, meydana getirdiği sonuca göre değerlendirilen işler demektir. Buna göre kişinin yaptığı iş sonuç itibariyle ona vebal yüklüyorsa (sekal/ağırlık), ceza almasına sebep oluyorsa Kur’an, o günaha zenbder.
İns ve can için tek zamir (zenbihi) kullanılması aslında bunların iki farklı varlık olmadığının dilsel delilidir. Ayrıca âyetlerdeki ins-can çiftini adeta bir hakîkatin iki farklı yüzü gibi algılamamıza izin vermektedir. Bu sebeple ‘’ins ve cânn’’ terkibinin ‘’tüm varlıklar, herkes’’ anlamı düşünüldüğünde âyetteki terkip âyetin olumsuz anlamı göz önünde bulundurulduğundan hiç kimse diye çevrilmiştir. Hiç kimseye artık günahları sorulmaz; zira hesap bitmiştir.
Sorgunun, hesabın, mizanın olduğu hesap gününde ‘’sorulmaz’’ ifadesi,sürecin tamamını ve her insanı kapsayan bir kullanım değil, sadece o dehşeti yaşayan suçluların içlerindeki korku ve endişenin simalarına yansımasıdır. Dünyada iken insanlar içlerindeki duygu ve düşünceleri dışarıya yansıtmayabilir, çok gergin olmalarına rağmen rahat tavırlar sergileyerek iki yüzlülük yapabilir.Ancak âhirette insanın içi neyse dışına da o yansıyacak, insanlar endişe ve korkularını saklayamayacaktır, iki yüzlülük yapıp adâleti ve çevresindekileri atlatamayacaktır. Bu da ilahî adâletin mazlûma bakan nimet boyutudur.
40-Ohâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
41-Mücrimler simalarından tanınır. Böylece onlar alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar.
Âyette alınla anladığımız,aslında insana suç işleten beynin karar verme merkezi olan frontal lobdur. Buradaki basit elektriksel akımlar, insanı ya bir câni yapar ya da iyi, sâlih bir kul. Ayaklar denen beden bineği de buradaki emirleri yerine getirmekle memurdur. Alın içerdeki karar merkezi cânatekabül ederken, ayaklar ise beden denen, görünen ins’e karşılık gelebilir. Allah’u alem. Benzer bir kullanımı şudur:“Hayır, eğer vazgeçmezse, onu alnından tutup sürükleyeceğiz! O yalancı,isyankâr alnından Çağırsın yardımcılarını! Çağıracağız zebanileri! Hayır, ona itaat etme ve secde et ve yakın ol! (Alak:16-19)
42-Ohâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
Bize iyilik ve güzelliği kendi irademiz ile yapmamızı sağlayacak bir şuur ve azalar vermesi en önemli imkân ve nimetlerden biri değil midir?
43-İşte bu, suçluların yalanladığı cehennem!
Cehennem Arapça değildir. Diğer dillerden Arapçaya intikal etmiştir. Cehennemin Aslı Farsça (cihnem) veya İbranicede ise derin kuyu manasına geldiği söylenir. Kur’an-ı Kerim’de cehennem kelimesi 77 yerde zikredilmekle birlikte sıfatları da başka kelimelerle ifade edilir.
44-Onunla, çok sıcak kaynar su arasında dönüp dururlar.
Yetûfûn, kökü ‘ta-ve-fe’ dir. Tavaf bir şeyin etrafında yürümek, dönmektir. İnsanın aklında dolaşan şeytansı dürtülere de ‘taif’ denmiştir. A’râf 201’de bu mânada kullanılmıştır. Tufan,taif, tayfa, tayfun kelimeleri de aynı köktendir. Tufana etrafı kuşatan bir hadise olduğu için bu ad verilmiştir. Hamîm, çok sıcak olan sudur. Ân, son derece kızgın demektir. Cehennemin kavuran sıcağında, kan ter içinde, çaresizce dolaşıp hep aynı noktaya gelenlerin çaresizliği resmedilmektedir.
45-Ohâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
Nimet her zaman verilen şeylerle olmaz, bazen verilmeyerek de olur. Buradaki nimet, ümitsizce yaşanan çaresizliğin uzak tutulmasıdır.
46-Rabbinin makamından korkan kimseler için iki cennet vardır.
Korkmak, kaygılanmak, endişe duymak anlamlarına gelen havf;genellikle “hoşlanılmayan bir durumun başa gelmesinden veya arzulanan bir şeyin elde edilememesinden duyulan kaygı ve korku” şeklinde tanımlanmıştır. Havf daha çok maddî olan, gözle görülür sebeplerden kaynaklanan korkuyu, buna yakın anlamdaki haşyet ise saygıdan doğan, ümide yönelik, yüceltmeyle birlikte bulunan bir korku duyma durumunu anlatmak için kullanılmıştır.
Âyetteki makam, hesap sorma yetkis ive otoritesi manasındadır. Allah’ın sınırlarını aşma korkusu ve hassasiyetinin kişide cenneti garantilemiş bir ruh hâline dönüşmesi için bilgisizlikten kaynaklı havf kullanılmıştır. Bu hâl, kurtul maümidini ve belirsizliği ifade eder. Karar verme makamı olarak, âlemlerin Rabbini tanıyan insanların cennetlik veya cehennemlik olduklarına dair hüküm vermez, o hakkın el-Hâkim olan Allah’ın olduğunun şuurunda olur. İşte bu kullar ruhen ve bedenen tam bir huzur ve teslimiyeti yaşadıkları için onlara iki cennet vaad edilmiştir. İki cennet hem maddî hem de manevî tatminin gerçekleştiği yani hem bedene hem de câna hitap eden olarak anlaşılabilir. 14 ve 15. âyetlerdeki insanı oluşturan beden ve cân ikili kullanımının mukabili olarak iki cenneti okumak bizce bağlama daha uygundur.
47-Ohâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
48-İkisi de çeşit çeşit nimetlere sahiptir.
Zevâtâ, sahip anlamına gelir. Efnân kelimesini ince dal anlamına gelen fenen’in çoğulu kabul edenler, âyeti ‘’ İkisinde de çeşit çeşit veya dalları iç içe geçmiş ağaçlar, türlü meyveler bulunur.’’ şeklinde veya buna yakın manalarla açıklamışlardır. Bunun “tür, çeşit” anlamına gelen fenn’in çoğulu olduğunu düşünenler ise âyeti ‘’İkisinde de rengârenk, çeşit çeşit nimetler veya meyveler bulunur yahut ikisi de başkalarından üstün ve geniştir.’’tarzında yorumlamışlardır. Fenn kelimesinin çeşit anlamından dolayı ilmin bir çeşidine de fen ismi verilmektedir. Mealde bu çeşitlilik ve zenginliği öne çıkarılmıştır.
49-Ohâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
50-İkisinde de akan iki kaynak vardır.
Ayn; kaynak, göz, su, kuyu,casus anlamlarına gelir. (Bkz. Mürselât:41) Tecriyân, suyun etrafa zarar vermeden akmasını ifade eder. Bu iki kaynaktan biri bedenî hazların doyurulması, diğerinin duygusal/manevî ve aklî saadeti beslemesi muhtemeldir.
51-O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
52-İkisinde de bütün lezzetlerden iki çift vardır.
Fâkihe, meyve demektir. Bu kelimenin asıl anlamı mutluluk verici şeylerdir. Sevinç ve neşe de bu kökten kelimelerle ifade edilir. Meyvenin verdiği lezzetin mutluluk vermesinden dolayı böyle bir kelime ile ifade edilmiştir. Biz de asıl kök anlamı olan mutluluk veren lezzetleri mealde tercih ettik. Bunların iki çift olarak ifade edilmesi hem bedeni mutlu eden lezzetler olması hem de aklın,gönlün saadetini artıran bir yanının bulunmasındandır. Zira dünyada bile eğer kişi zihnen ve kalben hüzünlü ise en sevdiği yiyeceklerden bile lezzet alamaz.Bu nedenledir ki saadetin üretim kaynağı olan cennet nimetleri madde ve mana yanımızı sevince boğan bir mahiyette yaratılacaktır.
53-O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
54-Astarları kalın ipek atlas olan döşekler üzerine yaslanmışlardır. Ve iki cennetin de yemişleri yakındır.
Furuş, döşek anlamındaki firaş kelimesinin çoğuludur. Bitâneh, fiil olarak kökü betane’dir. O da kapalı olmak, içte kalmak manasına gelir. Mecaz olarak sırdaş, gizli dost (bitâneh) mânasına da gelir. İçte kaldığı için astara da bu kelime kullanılmıştır. İstebrak, kalın ipek (atlas)demektir. Buna dibâk da denir. Kalın, sırmalı, dallı, çiçekli bir cins ipek kumaştır şeklinde de açıklanmıştır. Cenâ, ağaçtan toplanan meyvelerdir. Bu kelime daha çok taze olan meyvenin toplanmasında kullanılır. (Rağıb) Dân, yakın anlamındadır. Yorulmadan meyvelere, yemişlere ulaşırlar. Bu sahnede cennetlik dostların arkalarına yaslanarak lezzetli yemişlerden yemeleri ve muhabbetleri resmedilecektir.
55-O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
56- Orada birbirinin bulunduğu tarafa dikkatle yönelirler. Kendilerine daha önce görünen görünmeyen dokunmamıştır.
Kâsırât kelimesinin kökü olan ‘kasera’ kısaltmak anlamına gelir. Bu mânada âyet karşısındakine bakışları ile yoğunlaşma manasına gelir. Kelimenin ikinci manası men etme veya korumak olan, ‘kasr’ kökünden olursa dikkatlerini başka şeylerden men edip sadece karşısındakine bakanlar, onlarla ilgilenenler demektir. Tarf ise uç, taraf demektir. Bir şeyin yanı, kenarı anlamına da gelir. Tarafulayn, göz kapağı demektir. Göz kapakları gözün üst ve alt taraflarıdır, göz kapağının hareket ettirilmesiyle kaçınılmaz olarak bakış meydana gelir. Bu kelimenin vurgusu kısık, dikkatli bakış demektir. Bakışı kısarak bakmaktaki mana ise yine kasırat kelimesini desteklemek içindir ki dikkatlerini dağıtmadan karşısındakine odaklanmak manasındadır. Yukarıdaki cennet sahnesinde cennetliklerin birbirlerine duydukları saygı gereği yönelerek birbirlerini dinlemeleri aslında o ortamda saygı ve sevginin yoğun şekilde yaşandığını göstermektedir. Hz. Muhammed de konuşan biri olduğunda ona doğru yönelerek dinlerdi. Bu ahlâk,cennetliklerin ahlâkıdır ve karşıdaki insana değer verildiği, söylediklerinin değerli olduğu mesajını verir.
Kurân’da cinsel münasebet ve “dokunmak”olarak kullanılan kelimeler messe veya temesse’dir (2/236–237, 3/47,19/20, 33/49, 58/3–4, vb.) Bu âyette dokunmak olarak meallendirilen tams kelimesinin cinsellik ifade etmesi için bağlamda kadın manasına gelen nisa,merra veya zevç gibi kelimelerin kullanılması gerekmektedir. Ancak bu kelimelerin hiçbiri kullanılmamıştır. Cennetliklerin hayat tarzlarını anlatmak için Arapların ideal yaşamları örnek verilmiştir. Bu örnek, ahlâk ve merhamet temelli anlaşılmalıdır. Arapların insanî ve ahlâkî olmayan hayatları değil,meşru ve marufa uygun hayatları üzerinden bir anlatım söz konusudur. Cennet anlatımlarının tamamen bir benzetmeden ibaret olduğu, ‘ona’ yani cennet hayatına ‘görünen görünmeyen (hiç kimse) ulaşamamış/dokunamamış’cümlesi ile de bu hakîkat teyit edilmiştir. ‘’Orada yaşanacaklara önceden görünen görünmeyen hiç kimse ne fizikî ne de tasavvur olarak dokunup tecrübe edebilir.’’şeklinde âyet sonlanmıştır. Bu hayat tarzını ilk tecrübe edecek olanlar orayı hak edenlerdir. Hediyenin içindekini bilmemenin cazibesi, cennet anlatımlarında da kullanılmıştır.
Burada ve 74. âyette kullanılan‘’ins ve cân’’ kalıbı görünen görünmeyen, bilinen bilinmeyen, tanınan tanınmayan hiç kimse anlamında anlaşıldığında anlam ve maksadın daha berraklaşacağı kanaatindeyiz.
57-O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
58-Onlar sanki yakut ve mercan gibidir.
Ke ennehunne’deki zamir yukarıdaki kâsırâtu’t-tarf’a gider. Cennetliklerin yakut ve mercan gibi nadir,değerli ve ışıltılı olduklarına dair başka bir benzetme yapılmıştır. Yakut karada, mercan suda olur. Biri toprakta, diğeri suda gizlidir. Aslında görünen-görünmeyen hiç kimse dokunmamış derken bunların maddî olarak ulaşılması zor yaşamlar olduğuna dair bir üsteki yorumumuzu yakut ve mercan benzetmesi desteklemektedir.
59-O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
60-İhsanın, ihsandan başka karşılığı olabilir mi?
İhsan, lügatte iki şekilde açıklanır. İlki “ehsanahu“dur. Bir şeyi güzel yapmak demektir. Diğeri de “ahseneileyh“dir ki ‘’Ona iyilik etti.’’ demektir. Bu iki mana birleştirildiğinde
ihsan iyilik maksadı ile yapılan güzellikleridir. İhsan kelimesi, “husn” kökünden türemiş “ahsene” fiilinin mastarıdır. Muhsin kelimesi de bu fiilin ismifâilidir. İhsan, hassaten faydalı ve hayırlı şeyler için kullanılır ve iyilik kastı olmaksızın yapılmaz. Dünyada yapılan iyilik ve güzelliklerin karşılığı hem dünyada hem de âhirette ihsan iledir.
61-O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
62-Ve ikisinin astında iki cennet dahavardır.
Dûn; üstün zıddı, en üstten aşağıca, yakın, önce anlamlarına gelir. Bu âyet ve sonrasında üstte sayılan iki cennetin astında, düşüğünde ve yaşayan insanlara daha yakın bir cennet anlatımı olacaktır ki bu anlatım dünyadaki ihsanın henüz yaşarken ki karşılığı mahiyetindedir. Kur’an iyiliğin henüz bu dünyada iken bir ikrama dönüşerek kaybolmayacağından bahseder(Bkz. Lokman:16)
63-O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
İyiliklerin, ihsanın henüz bu dünyada karşılığını bulması Rahmân’ın bir nimetidir. Bu inkâr iyiliğin dünyamızı cennete çevireceği hakîkatini yalanlanmaktır. İyilik en başta iyiliği yapana bir ihsandır.
64- İkisi de yemyeşildir.
Müdhâmmetân kelimesi müdhâmme’nin tesniyesidir. Müdhâmme; ihmirâr babından ismifâil müennestir. Aslı, dühme’den gelir ki, gece karaltısı ve yağız at rengi demektir. Nitekim yağız ata edhem denilir. Yağıza yakın tam koyu yeşile de bu isim verilir. (Elmalılı) Dünyevî, gür ve bereketli bir bahçe tasvir edilmektedir. Tıpkı Kalem sûresindeki bahçe sahiplerinin elindeki gibi.
65-O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
66-İkisinde de devamlı fışkırıp gürül gürül akan iki kaynak vardır.
Âhiretteki cennet nimetleri bağlamındaki 50. âyette kaynaktan usulca akmak manasında tecriyân kelimesi kullanılırken bu âyette ‘nadh’ kelimesikullanılmıştır. Nadh, suyun kuvvetlice fışkırması ve püskürmesidir. Burada dünya cenneti için yeşilliğin olmazsa olmazı olan güçlü ve bereketli suların gürül gürül akmasından bahseder.
67-O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
68-İkisinde de lezzetli hurmalar ve narlar vardır.
Fakihatuna meyve demektir. Bunu dedikten sonra hurma ve nar meyvesini sıralamak mantık hatasıdır. Zira hurma ve nar dameyve kapsamına girer. Bu nedenle fakihetun kelimesi yukarıda yaptığımız gibi temel manasında zevkler, mutluluk veren şeyler şeklinde meallendirilmiştir. Bu âyettede ‘sanki’ veya ‘gibi’ tarzında benzetme edatı olmadan hurma ve narlardan bahsedilmesi bu cennetlerin yine dünyevî saadet ve zenginliğe âtıf olarak okumamızı güçlendirmektedir.
69-O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
70- Onlarda güzel paylaşımlar vardır.
Hayrın karşıtı şerdir. Hayr ile aynı kökten olan ihtiyar; seçmek, dilemek,iradesini kullanmak mânasına gelir. Muhtar; özgür iradeyle seçilen, beğenilendir. İstihare, hayırlı bir işi dilemektir. Yine aynı kökten gelen hayrat; beğenilen özellikler, davranışlar, sevap amacıyla yapılan iyilikler ve sadakai cariye (devam eden sadaka) olan paylaşımlar manasındadır. Kur’an’da hayır başkasına verilen maddî infaklar manasında da kullanılır. Bakara sûresinin 148. âyetinde geçen “festebikul hayrât”(hayırlarda yarışın) emrine uyanları bekleyen, bu âyetin mucibince hayırların en güzeli (hayrâtün hisân) olarak ifade edilir. Hisân, güzelin de güzeli demektir. Katade de, ‘hayrâtünhisân’dan maksadın, ‘dünyada irademizle seçtiklerimizin, güzellikleri çoğaltmasıdır’ demiştir.Bizim anladığımız dünyayı yemyeşil cennete çeviren kaynakların gürül gürül akması gibi sosyal hayatı da cennete çeviren paylaşmayı kısmadan hikmetle güzel hayırlarda bulunmaktır.
71- O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
72- Korunaklı otağlarda huriler vardır.
Hûr kelimesi Kur’an’da ilk defa burada geçer. Ahver ve havra‘nın her ikisinin de çoğulu olmasından dolayı hem eril hem de dişil anlama gelir.Kelime üç kök anlama birden gelir. Birincisi renk anlamıdır. Nitekim gözünün beyazı şiddetli beyaz, karası da şiddetli kara olan ahu gözlüye denilir. Bir şeyi beyazlaştırmak ve yuvarlaştırmaktır.(Havvertuş-şey)Gözün güzelliğinin en mükemmel şeklidir. (Ehverataynuhu) İkinci manası geri dönüştür. Muhavereh, sözde karşılıklı konuşmadır. Üçüncü manası bir şeyin kendi ekseninde dönüp dolaşmasıdır. Harel-meu fil-kadir, su kuyuda dolaştı demektir. Makaranın etrafında döndüğü çubuğa da mihvar denir.
Maksûrât; hapsedilmiş,örtülmüş, korunaklı demektir. Hiyâm;çadırlar, çardaklar demektir. Hayme dilimizde çadır diye meşhurdur. Kamus tercümesinde hayme, Arap evlerinin yuvarlak olanına denir ki, işte çadır diye isimlendirilen bu evdir. (Elmalılı)
Âyette temiz bakışlı sadık eşlerin ev denilen otağlarda oluşları, çevrelerine iyilik ve güzelliklerde bulunanların dünyadaki korunaklı, mahrem aile yaşantıları anlatılır. Bunlar yine ’’ İhsana karşılık ihsandan başka ne olabilir?’’ sorusuna örnek hükmündedir.
73-O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
74-Onlara, kendilerinden önce görünür görünmez dokunmamıştır.
Sadakat dolu yuvalara fizikî ve fikrî tehditler dokunamaz,ulaşamaz.
75-O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
76-Onlar, yüksek yeşil sedirlerde ve güzel işlemeli döşekler üzerine yaslananlardır.
Refref, ismi cinstir veya ismi cemidir, tekili refrefe’dir. Aslı raf gibi yükseklik ifade eden ref’ten türemiştir. Abkârîyyin,kalıbı itibariyle ‘’abkar‘amensup” mânasına gelir. Abkarî, türlü nakışları olan halı mânasındaki “abkariyetun”kelimesinin çoğuludur. Ferrâ şöyle der: Abkarî, kalın halılar demektir. Ebû Ubeyd de şöyle der: Nakışlı olan her elbisedir. Görüldüğü gibi bu anlatımlarda o dönemin ideal yaşam tarzını tasvir eden dünyevî saadettir. Birbirine karşı sâdık, çevrelerine hayır hasenat ile ihsanda bulunan aileler cennete dönüşürken; yalan, aldatma, şiddet ve benciliğin olduğu evler mahremiyetini yitirmiş, korunaklı ve güvenli olmayan cehennem çukurlarına dönüşmektedir.
77- O hâlde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?
Rabbimizin haramları, yasakları insanın saadeti içindir. Zira Celâl ve İkrâm sahibi olan Allah Te’âlâ insana faydası olmayan, zarar veren şeyleri, çok sevdiği kullarından uzak tutmayı murat etmiştir. Bu istek bile kullar için paha biçilemeyen bir nimettir.
78- Zu’l-Celâli ve’l-İkrâm olan Rabbinin ismine mübarektir!
Rahmân sûresindeki varlığın iki kutuplu/çift yönlü okunuşu, hayata bereket katan bir zenginliktir. Bu zenginliği var eden celâl sahibi ve ikrâmı bol olan Rahmân’ın bu mübarek ismidir. Allah’ın zatı değil de isim ve sıfatlarının kullanılması muhatabın Allah’ın zâtı üzerinden değil onun yarattıkları ve fiileri üzerinden bir değerlendirme yapılması gerektiğine dair zihnî bir uyarıdır. Zira Allah’ın zâtını düşünmek onu dünyevî bir şekil veşemale dönüştürmektir ki bu putçuluk olan şirke götürür. Zâtı değil isim ve sıfatlarını düşünmek gerekir. Zira esma Allah’ın zâtına bir perdedir. Bu mübarek esma bize varlığın çift kutuplu mahiyetini tanıttı. Bunun asıl sebebi varlığın Allah’ın celâl ve ikrâmının bir eseri olmasıdır. Bize düşen zorluklara rağmen celâlin içindeki ikrâma tâlip olup, iyiliği, güzelliği, sadakati ve erdemi çoğaltmak olmalıdır. Rahmân sûresinden anladıklarımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu Zu’l-Celâli ve’l-İkrâmolan Allah bilir. |