
Saff Suresi
Saff suresi, Medine döneminde nazil olmuştur. Nüzul sırasına göre Teğâbûn suresinden sonra, Cuma suresinden önce indirilmiştir. İçeriğinde yer alan ifadeler, müslümanların henüz Bedir ve Uhud gibi büyük savaş tecrübelerini yaşamadıklarını fakat buna hazırlanmakta olduklarını göstermektedir. Bu sebeple surenin hicretin ilk yılında nazil olduğu söyleyebiliriz.
“Saff” kelimesi “saf tutmak, düzenli sıra olmak” anlamına gelir. Sure, Allah yolunda kenetlenmiş şekilde saf hâlinde duran müminleri öven 4. ayetten ismini almıştır.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
1-Göklerde ve yerde olanlar, Allah’ı tespih eder. Ve O Azîz’dir, Hakîm’dir.
Burada “gökler ve yer” ifadesiyle, tüm mahlûkatın kastedildiği anlaşılır. Yaratılan her şey, varlık gayesi ve işleyişindeki düzenle Allah’ı tespih eder. Bu tespih, yalnızca sözle değil, aynı zamanda varlığın amacıyla uyumlu bir şekilde hayatını sürdürmesidir.
Anlam ve amacında eski coşkusunu kaybeden müminlere, mahlûkatın tespihi hatırlatılmış olabilir. Böylece insan, kendi gafletini fark edip yeniden amacını hatırlamalı ve safını belli etmelidir.
Dikkat çekici bir nokta, Teğâbûn suresinin “Azîz” ve “Hakîm” esmalarıyla son bulması; Saff suresinin ise aynı iki esmâ ile başlamasıdır. Bu durum, konular arasında bir devamlılık olduğunu gösterir. Allah’ın izzetine ve hikmetine dayalı hükümlerin muhataba nasıl bir üstünlük ve düzen kazandıracağı, bu iki esmayla hatırlatılıp devam eden ayetlerde açıklanacaktır.
2- Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?
Bu hitap özellikle Ensar’a yönelik olabilir. Zira Medine’ye hicret öncesinde verilen vaatler, Teğâbûn suresi 14. ayette işaret edildiği gibi, aile içi muhalefetlerle zayıflamış ve kimi sözlerden geri dönülmüştü. Medine’ye yapılan hicret, büyük ölçüde Ensar’ın desteğine güvenilerek gerçekleşti. Ancak zamanla, Yahudi ve Hristiyanların etkisiyle verilen sözlerin tutulmadığı anlaşılmaktadır.
Surenin 5. ve 6. ayetlerinde Hz. Musa ve İsa kıssalarının hatırlatılması da bu zayıflamanın sebeplerine işaret ediyor olabilir. Zira onlar da peygamberlerine verdikleri sözde durmayıp onlara eziyetler etmişlerdi. Ensar’a akıl hocalarının düştüğü hataya düşmemeleri öğütlenmiş olabilir.
Ensar’ın, Muhacirleri evlerinde ağırlaması ve mallarını paylaşması, Akabe biatlarının yazılı bir şartı değildi fakat “Allah ve Resulü’nü koruma, mal ve can ile destek olma” taahhüdünün doğal bir sonucuydu. Bu fedakârlık, onların samimiyetini ortaya koyan büyük bir sorumluluktu. Ancak bu ayetlerden anlıyoruz ki verilen her söz aynı kararlılıkla yerine getirilmemiştir.
Bir müminin en temel vasfı güvenilirliğidir. Çünkü iman ile güven arasında doğrudan bir bağ vardır. Zira güveni yitiren, imanını da riske atar. Bu yüzden inen ayetler, güveni zedeleyenleri şöyle uyaracaktır:
3- Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah’ın katında büyük bir değersizliktir.
Burada geçen “makten” kelimesini Râgıb “kötülük işleyene karşı duyulan şiddetli nefret” olarak açıklar (Nisâ: 22). Ancak bu nefret, sadece bir duygunun ifadesi değil, kötülüğün insanı değersizleştirmesi ve ondan uzaklaştırması sonucudur. Dolayısıyla ayetteki anlamı “Allah katında değersiz ve kıymeti olmayan bir durum” şeklinde anlaşılmalıdır.
“M-k-t” kökü Kurân’da 5 ayette 6 kez geçmektedir. "Muhakkak ki Allah’ın kıymetsizleştirmesi, sizin kendinizi kıymetsizleştirmenizden daha büyüktür.” (Mümin: 10) Nisâ 22’de üvey anne ile evlenmenin fuhuş ve insanın değerini düşüren kötü bir yol olduğu yine bu kelime ile anlatılır.
Saff 3. ayetteki bağlamda, sözün değerinin amelle ortaya çıkacağı vurgulanır. Dolayısıyla ayet “Allah’ın gazabına veya öfkesine sebep olur.” şeklinde çevrilmekten ziyade “Allah katında kıymetsiz, değersiz bir iş olarak görülür.” şeklinde anlaşılabilir.
Bu yorum bize şunu gösteriyor: Boş vaatler, tutulmayan sözler ve gerçeğe dönüşmeyen iddialar, fayda üretmediği için Allah katında değersizdir. Allah katındaki kıymetsizlik, kullar nazarında da güveni zedelediği için zamanla müminin değerini azaltır.
4- Muhakkak ki Allah, kendi yolunda saf bağlayarak savaşanları sever. Onlar sanki birbirine birleştirilerek kuvvetlendirilmiş binalar gibidir.
Ayette “cihat” değil de doğrudan savaşı ifade eden “kıtal” kullanılmıştır. Bu, müşriklerin düzensiz yığınlarına karşı disiplinli, birbirini seven ve düzenli bir askeri yapının kurulmasına yönelik bir yönlendirmedir. Ensar ve Muhacir’in kenetlenmesi, onların kuvvetine kuvvet katacaktır. Müminleri bir arada tutan harç çıkarları değil, inançları olmalıdır.
Gerçek yük ve düşman, size sığınan muhacirler değil bencil istekler ve dağılıp çözülmenizi isteyenlerdir. “Allah sever.” ifadesi, cesurca savaş meydanında canını, malını ve namusunu korumayı göze alamayanlara karşı muhabbetin azalacağını haber verir.
Ayette set veya duvar değil de benî/oğullar ile aynı kökten olan “bunyanen” kelimesi seçilmiştir. Buradaki “kenetlenmiş bina” benzetmesi oldukça manidardır. Zira tefrika, ailelerde başlamıştır. “Eşlerinizden ve evlatlarınızdan size düşman olanlar vardır.”(Teğâbûn: 14) Ayet, Ensar ve Muhacir’in aynı safta omuz omuza durmalarına engel olan bu iç çözülme tehlikesine işaret ediyor olabilir.
Allah yolunda saf bağlamak, O’nun esmasını yaşatmak, yani ilâhi ve ulvi değerleri hayatta tavizsiz şekilde uygulamak için verilen mücadeleyi ifade eder. Allah’ın sevdiği şey, ilk bakışta şer gibi görünse de aslında en hayırlı olanıdır. Nitekim müşrikler Medine’ye karşı bir ordu hazırlığı içinde olmasalardı, Ensar ve Muhacir arasındaki kardeşlik belki de bu kadar güçlü olmayacaktı. “Hoşunuza gitmese de savaş size yazıldı.” (Bakara: 216) Bazen zorluklar insanları bir araya getirip kardeş olmalarına vesile olabilir. Ensar-Muhacir ilişkisinin hızla iman kardeşliğine dönüşmesinde müşriklerin hikmetsiz düşmanlıkları ve sabırsızlıkları da etkili olmuştur.
Burada, “Allah sever/sevmez.” ifadeleriyle konu başlatılmış, Ensar’daki isteksizlik bu tedbirin bir tercih değil, farz/zorunlu olduğu Bakara suresinde hatırlatılacaktır. Bu bağlam, Saff suresinin Bakara’dan önce nazil olma ihtimaline de işaret edilmektedir.
5- Ve Musa, kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Sizin için Allah’ın elçisi olduğumu gerçekten bildiğiniz hâlde niçin bana eziyet ediyorsunuz?” Buna rağmen onlar kayınca Allah da onların kalplerini kaydırdı. Ve Allah, fâsıklar kavmini hidayete erdirmez.
Neden? Zira fâsığın doğru yolu bulma gibi bir amacı olmaz.
Hicretin ilk yılında (622), müslümanların Yesrib’e (Medine) yerleştiği dönemde şehirde üç büyük Yahudi kabilesi bulunuyordu: Benî Kaynukâ, Benî Nadîr ve Benî Kurayza.
Hz. Peygamber’in iman kardeşliği ile çevresinin güçlenmesinden hoşlanmadıkları için, Yahudi kabileleri Mekkelilerle gizli temaslar ve dostluk ilişkileri sürdürüyordu. Özellikle Benî Nadîr ve Kurayza kabilelerinin Mekke ile bağları daha yakındı. Hicretin ilk yılında bu ilişkiler açık bir ihanete dönüşmedi fakat Bedir zaferinden (hicretin 2. yılı) sonra Yahudiler arasında kıskançlık ve rahatsızlık belirginleşti.
Hz. Musa’ya yapılan eziyetler ile Hz. Muhammed’de yapılacaklar arasında bir benzerlik kurulmuştur. Hz. Musa’ya Mısır’daki kıblegâh evlerde, Firavun’un baskısıyla zürriyetinden başka iman edenin olmaması (Yunus: 83), İsrailoğullarını Firavun’dan kurtardıktan sonra onların başka kavimlerin putları gibi bir put istemeleri (Arâf: 138), men ve selvayı küçümseyip şehir hayatına özlem duymaları (Bakara: 61), Samirî’nin kısa sürede kavmi saptırması (Tâhâ: 83-94). Bunların hepsi Hz. Musa’ya yapılan manevi eziyetlerden yalnızca birkaçıdır.
Bu örnekler, şunu da düşündürmektedir: Hz. Musa’ya bunu yapan İsrailoğulları gibi, siz de Hz. Muhammed’e tutmayacağınız sözler verip onu yarı yolda bırakmayın. Belki de Ensar ve Muhacir’in saf düzeninde sağlam bir bina gibi omuz omuza durmasını engelleyen, Yahudileşmiş bir zihniyetle olay ve olgulara bakan menfaatçilerdi.
6- Ve hani Meryemoğlu İsa şöyle demişti: “Ey İsrailoğulları! Muhakkak ki ben, ellerimin arasındaki Tevrat’ta olan şeyi tasdik eden Allah’ın resulüyüm. Ve benden sonra gelecek, en üstün vasfı çokça hamd olan bir resul ile sizi müjdeleyenim.” Ama onlara belgeleri getirdiğinde: “Bu apaçık bir sihirdir.” dediler.
Hz. İsa’nın tasdik ettiği Tevrat’ın tamamı değildir. Zaten ayette “min et-Tevrâti” Tevrat’ta olan bir kısım, “lima” ile de bir kısım şey manası pekiştirilir. Yani Hz. İsa, orijinal Tevrat veya size indirilen Tevrat değil de “ellerimin arasındaki Tevrat” diyerek o zaman insanların inandığı ve kısmen tahrif edilmiş Tevrat’ı kastetmektedir. Peki tasdik edilen nelerdir? Şeriatın çekirdeği olan On Emir (Çıkış 20, Tesniye 5); cinayet, zina, yalan şahitlik gibi haramlar; ana-babaya iyilik, adalet, infak gibi emirler; Rabbin tekliği ve birliği, şirk koşmama emri, resuller ve kitap göndermesi gibi birçok ortak hükmü Hz. İsa tasdikle devam ettirmiştir. Burada Hz. İsa bizce kavmine son konuşmalarından birini yapmaktadır. Zira kendisinden sonra gelecek olan bir resulü müjdelemektedir. Müjde kime verilir? Umut ve sevince muhtaç olanlara verilir. Hz. İsa’ya iman edenler Yahudi ve Roma zulmü altında eziyet görmekteydi. Bu zulmün Hz. İsa’ya da ulaşacağı görülmekteydi. Hz. İsa, kendisinden sonra bu kutlu davanın devam edeceğini burada müjdeleyerek İslam’ın kendi ile başlamadığını ve de kendi ile bitmeyeceğini hatırlatır.
Müjdelenen resulün ismi Ahmet’tir. Neden Muhammed değil de Ahmet’tir?
Öncelikle Ahmed kelimesi bir isim değil, sıfattır. Manasını da İbn Manzur şöyle verir: “Ahmed: ‘El-Hamdu’ kökünden gelir. Övülenlerin en üstünüdür.” “Kimi âlimlere göre Ahmed, Muhammed’in diğer ismidir.” (Lisânü’l-Arab) Murtazâ ez-Zebîdî şöyle der: “Ahmed, Allah’a kullukta insanların en çok hamd edeni.” “İnsanların en çok övdüğü kişi.” (Tâcü’l-‘Arûs) Rağıb el-İsfahânî ise “Ahmed, övgü bakımından Muhammed isminden daha ileri derecede olan anlamında kullanılır.” Yani ya “Allah’a en çok hamd eden” ya da “insanlarca en çok övülen.” demiştir (Müfredâtü’l-Kur’ân). Tüm bu tanımların ortak anlamı Ahmed’in, Allah’a en çok hamd eden manasıdır.
“İsmi Ahmed’dir.” ifadesindeki isim “yücelmek, yükselmek, üstün olmak” demektir. Sumuv kökünden alındığında ism, “bir şeyi diğerlerinden ayıran, onu yücelten, belirginleştiren işaret” anlamına gelir. “Onun ismi Ahmed’dir.” gibi bir mana vermek yerine, onu diğerlerinden ayıran yüce sıfatın hamd olduğu manası daha isabetli görünmektedir. Zira Hz. İsa’nın, kendisinden 6 asır sonra gelecek bir resulün ismini ve yaşadığı coğrafyayı verme gibi bir muradı olsa bu kadar düşmanın olduğu bir yerde Hz. Muhammed belli bir yaşa kadar bile ulaşamazdı. Zaten Hz. Muhammed, kendisine de kitap ineceğini ummazdı. (Kassas:86) Resullerin bir silsilesi vardır. Bizce her resul, kendisinden sonra resullerin geleceğini bilmekteydi. Beklenen elçinin Allah’a çokça hamd edeceğini bildirdikten sonra Hz. İsa’nın cümlesi bitmiştir. “Ama onlara belgeleri getirdiğinde” ifadesi Hz. İsa’ya değil, sıfatı “ahmed” olan Hz. Muhammed’e dönmektedir. “Bu apaçık bir sihirdir.” İtirazını -Mekkeli müşriklerin dilinden- daha önce inen ayetlerde Kurân sıkça dile getirmiştir. “Bu aktarılan bir sihirdir.” (Müddessir: 24) veya “Ve: 'Bu sadece apaçık bir sihirdir.' dediler.” (Saffat: 15) Zaten bir sonraki ayet, Hz. Muhammed’in İslam’a yaptığı daveti konu edinerek mevzunun Hz. İsa ile alâkalı olmadığını teyit eder.
7- Ve İslâm’a davet olunurken Allah’a yalanla iftira atandan daha zalim kim vardır? Ve Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez.
İslâm kelimesi, “s-l-m” kökünden gelir. Bu kök Arapçada “selâm, barış, esenlik, güven, selâmet, kurtuluş, zarar görmeme, teslim olma, boyun eğme, musâlaha, uzlaşma” gibi anlamlar üretir. “İslâm, teslim olmak ve boyun eğmektir. İslâm eden kimse, Allah’a teslim olmuş ve O’nun emirlerine uymuştur.” (İbn Manzur, Lisânü’l-Arab) “İslâm, selâmetten alınmıştır. Kişinin Allah’a teslim olması, şerlerden selâmet bulması ve O’nun koyduğu sınırları kabul etmesidir.” (Râgıb el-İsfahânî, Müfredât)
İslam’a davet, Allah’ın emrettiği sulh ve selamete yani barış ve huzura teslimiyettir. Medine’de en önemli ve değerli olan şey, bu barış iklimini tesis edebilmekti. Ayet, yalanlar ve iftiralarla din üzerinden tefrika çıkaranları zalim olarak tanımlar. Zulüm ile abat olunmayacağı da “Allah zalimler kavmini hidayete erdirmez.” hükmü ile hatırlatılır.
Hz. Musa’ya indirilen ile Hz. İsa üzerinden ortaya atılan tefrika virüsü, Yesrib’in Medine olmasında en öncelikli engel gibi durmaktadır. Zira insanlar, inançlar üzerinden çok çabuk fırkalara ayrılıp birbirine düşman kesilebilir. İslam denen sulh ve selamet ortamını, ortaya attıkları ve aslı astarı olmayan fetvalarla söndürmeye çalışmışlardır.
8- Onlar, ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmeyi irade ediyorlar. Ve Allah, kâfirler kerih görse de nurunu tamamlayacaktır.
“Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek” ifadesi, propaganda, iftira, alay, fitne, nifak, baskı ve şiddet yollarıyla İslam’ın mesajını engelleme çabaları anlamına geliyor.
Nur, karanlıkta olanın yolunu aydınlatır. “Size Rabbinizden kesin bir delil geldi, size apaçık bir nur indirdik.” (Nisa: 174) “Size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap geldi.” (Maide: 15) Demek ki Allah’ın nuru, indirdiği kitabın bir sıfatıdır. Bu nura teslimiyetin adı İslam’dır. İslam, sulh ve selamete yönelmek, barış içinde yaşamaktır. Buna karşılık kin ve düşmanlık tohumu eken, kardeşliği baltalayan her söz ve eylem, Allah’ın nurunu söndürme girişimidir.
Buradaki “yurîdûne” ifadesi, iradenin isteme boyutundan fiiliyat boyutuna geçildiğini gösterir. Hakikati örtenler, nuru kerih görürler. Çünkü o nur, kendi sahtekârlıklarını ortaya çıkarır.
Müfredat’a göre “kerh” iki anlam taşır: ilki; iğrenme, hoşlanmama. İkincisi; zorla yaptırılan, insana baskıyla kabul ettirilen şeydir. Kâfirler, Allah’ın nurunu, kendi hilelerini ortaya çıkarıp engelleyen bir baskı unsuru gibi gördüklerinden onu kerih görmektedirler. “Kerih görmek” aynı zamanda görecelidir; yani bu, objektif bir hakikati değil, sübjektif bir duyguyu yansıtır.
Yesrib’deki Yahudiler, Müslümanların güçlenmesini istemiyordu. Yahudiler kendilerini kültürel ve siyasi olarak üstün ırk görüyor, Arap kabilelerini yönlendiren bir rol üstleniyorlardı.
Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretiyle Müslümanların peygamber ile bir otorite hâline gelmesi, Yahudilerin bu etkin konumunu zayıflatma ihtimali taşıyordu.
Yahudiler özellikle tarım, hurmalıklar ve tefecilik üzerinden büyük bir ekonomik ranta sahipti. Müslümanların güçlenmesi, adil paylaşım ve faiz yasağı gibi uygulamalar sebebiyle Yahudilerin ekonomik çıkarlarına zarar verebilirdi.
Yahudiler kendilerini “seçilmiş kavim” olarak görüyorlardı ve beklenen peygamberin İsrailoğullarından çıkacağına inanıyorlardı. Hz. Muhammed’in peygamberliği Araplardan çıkınca, bunu kıskançlık ve kibir ile reddettiler.
“Mutimmu” kelimesi, “t-m-m” kökünden gelir. Müfredat, bu kökü “bir şeyin, kendisinin dışında başka bir şeye ihtiyaç duymayacak dereceye varması, son sınırına ulaşması” şeklinde tanımlar. Buna göre, dışarıdan bir şeye ihtiyaç duyan aslında “tam” değildir.
Dolayısıyla nurun tamam olması, insanların yolunu bulmak için ihtiyaç duyduğu ışığın, indirilen kitap ile eksiksiz şekilde verilmiş olacağını müjdeler.
“Tamamlama” ifadesi, gelecekte kesin olarak gerçekleşecek bir fiili anlatır. Yani ayet, “…şimdi tamamlanıyor.” değil, “…kesinlikle tamamlanacaktır.” vurgusu taşımaktadır. Arapça fiillerde bu tür mastar veya müteaddî kullanımlar, gelecek yönelimli niyet ve kesinlik vurgusu taşır.
Evet, “mutimmu” geleceğe yönelik kesin bir vaattir. Ayetin bağlamından anlaşılan, Allah’ın nurunu -yani insanlara hidayet yolunu gösteren ışığı- kimsenin engelleyemeyeceğidir.
Bugün de sulh ve selameti gösteren Allah’ın nurunu, savaş ve kaostan beslenenler söndürmeye çalışmaktadır. Demek ki bu mücadele olmuş-bitmiş bir mesele değil, son saate kadar sürecek bir hak-batıl mücadelesidir.
İmtihan içinde olan Âdemoğlu için gayb perdesi, Allah’ın nuruna olan muhtaçlığı daima canlı tutar.
9- O ki, müşrikler kerih görseler de resulünü hidayet ve hak din ile her dine karşı tezahür etmek için gönderdi.
Ayetteki “zahir”, “batın” olanın zıddıdır. Batın gizlenen hakikatler iken, zahir onların açığa çıkarılması, dinlerin gerçek yüzlerinin ifşası olabilir. Zaten bir önceki ayette vahyin “nur” sıfatından sonra, bu ayetteki “zuhur”, gizlenenlerin vahyin aydınlığı ile ortaya çıkacağını haber verir. Bunda bir ayrım ve kayırma söz konusu değildir. Kurân bazı inançlara istisna göstermez, dinlerin tamamını aynı objektiflikte ele alır.
Buradaki “hak din” ifadesi, indirilen vahyin bir amaca ve gerçek bir hakikat üzere indiğini vurgular.
Neden 8. ayette “kâfirler kerih görse bile” denirken, 9. ayette “müşrikler kerih görse” dendi? Bir de neden “kerih görme” iki ayette de tekraren kullanıldı? Fiil aynı ama faillerin sıfatları neden farklı?
Aslında vahye karşı tutumlar aynı değildir. Kurân burada muazzam bir kâfir-müşrik ayrımı yapmaktadır. Bir insan ortaya koyduğu amele göre ya kâfir olur ya müşrik olur ya da her ikisi olabilir. 8. ayette Allah’ın nurunu ağızları ile söndürme iradesi, aslında hakikatin üstünü örtme olan küfür girişimidir ve karşıdaki dine veya düşünceye saldırı ile kendini gösterir. Müşrik ise bu ayette de anlatıldığı gibi, biraz daha kendi dinini savunma ile Allah’a şirk koşma olarak karakterize edilir.
“Kerih” ise, kâfirlerin de müşriklerinde meseleye sübjektif ve sorgulanmamış bir kafayla yaklaştıklarını gösterir.
10- Ey iman edenler! Sizi elim azaptan kurtaracak bir ticarete ulaştırayım mı?
Kurân neden Allah’a güzel bir borç verme veya bu ayette de okuduğumuz gibi Allah-kul ilişkisini ticaret örneği üzerinden verir? Bunun sebebi ayetlerin indiği yer ve muhataplar olabilir. Çünkü ticaret, kâr etmek amacıyla sermayeyi kullanmaktır ve her zaman ve mekânda geçerli bir durumdur. Peki, insanın elim azaptan kurtulmak için elindeki sermaye nedir?
Ticaretin insani ilişkilere katkısı oldukça geniştir. İnsanoğlu tarih boyunca alışveriş, değiş tokuş ve ticaret üzerinden hem ekonomik hem de sosyal bağlar kurmuştur. Yesrib’in savaşmadan medeni bir şekilde gelişmesi ve İslam’ın yayılması için de ticaret büyük önem taşımıştır.
Bir kişinin doğru tartması, sözünde durması, borcunu ödemesi gibi davranışlar toplumsal güveni pekiştirir ve insan ilişkilerini sağlamlaştırır. Alıcı ile satıcı arasında başlayan diyalog, kültürler ve toplumlar arası etkileşime de zemin hazırlar. Ticaret sadece kâr amacıyla değil, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını gidermeye yönelik bir işlev de görür. Esnafın müşterisine kolaylık sağlaması, borçluya mühlet vermesi veya fiyat indirimi yapması toplumsal dayanışmayı güçlendirir.
Ticaret yolları boyunca kurulan ilişkiler savaş yerine işbirliğini teşvik etmiştir. Çıkarların kesişmesi, tarafların birbirine zarar vermek yerine barışçıl çözümler aramasına vesile olur. Dürüstlük, adalet, sabır, nezaket, ikram ve empati gibi değerler ticarette doğrudan karşılık bulur. Dolayısıyla ticaret, ahlâkın toplumsal hayata uygulanma alanıdır.
Pazar yerleri ve çarşılar insanların bir araya geldiği, haberleştiği, ilişkilerini geliştirdiği mekânlar olduğundan Yesrib’in Medine olmasında ticaret kilit noktadadır.
Şimdi sorumuza geri dönelim. İnsanın elim azaptan kurtulmak için elindeki sermayesi nedir? Bunun cevabını bir sonraki ayet şöyle verecektir:
11- Eğer bilirseniz Allah’a ve resulüne iman etmeniz ve Allah yolunda canlarınızla ve mallarınızla mücadele etmeniz sizin için en hayırlı olandır.
Dikkat çekilen ilk nokta, imanın niteliğidir. İman körü körüne ve taklidi değil, bilgi ve bilinç üzere/tahkiki olmalıdır. Ayetteki “Eğer bilirseniz…” vurgusu, imanın sağlam bir bilgi temeli üzerinde yükselmesi gerektiğini gösterir.
İmandan sonra bunun somut kanıtı gelir: Canlar ve mallar ile mücadele… Bu, iman iddiasının hayata geçirilmesi ve fedakârlıkla ispat edilmesidir. Başta zor ve tehlikeli görünen bu seçim, aslında kazanımları düşünüldüğünde en hayırlı yoldur. Canların feda edilmesi, Müslümanları bekleyen savaşlara ve zorluklara hazırlıktır. Malların feda edilmesi ise, savaş kapıya dayanmadan önce yapılması gereken maddi fedakârlıklara işaret eder.
Böylece ayet, insanın “ticaretteki sermayesinin” aslında iman, can ve mal olduğunu ortaya koyar. Elim azaptan kurtuluş da bu sermayeyi Allah yolunda değerlendirmekle mümkündür.
12- Peşinizi bırakmayan suçlarınızdan mağfiret eder. Ve sizi altından nehirler akan cennetlere ve adn cennetlerinde temiz meskenlere dâhil eder. İşte bu, azimli kurtuluştur.
“Peşinizi bırakmayan suçlar” ifadesi, Mekkeli müşrikler ve şirk düzeninin güçlenmesi için yıllarca işlenen günah ve hatalara işaret eder. Bundan mağfiret (korunma ve arınma) ancak doğru zamanda, doğru adımlar atmakla mümkün olacaktır.
Ayette anlatılan cennet nimetleri, o dönemde Yesrib halkının en fazla ihtiyaç duyduğu şeylerle doğrudan bağlantılıdır: Güvenli barınaklar ve su kaynakları… Çöl şartlarında suyun varlığı hayat demekti, güvenli mekânlar ise sürekli saldırı tehdidi altındaki Müslümanlar için en büyük ihtiyaçtı.
Elim azap, müşriklerin saldırıları sonucu şehrin yerle bir edilmesi ihtimalidir. Bundan kurtulup müreffeh bir hayat yaşamanın tek yolu, kişisel menfaatleri ve çekişmeleri bir kenara bırakıp tek vücut olabilmekti. Bunu başaranlar tertemiz meskenlerde, kendi izzet ve şereflerine uygun bir hayat sürebileceklerdir.
Bu hâlin ahirette de devam etmesine Kurân “el-feyzu’l-azîm/büyük/azim kurtuluş” der. Çünkü bu kurtuluş, kararlılıkla sürdürülen bir sürecin mükâfatıdır.
13- Ve başka bir seveceğiniz de Allah’tan yardım ve yakın bir fetihtir. Ve müminleri müjdele!
Bir mümin için dünyada yaşayabileceği en büyük mutluluk, Allah’ın yanında olduğunu ve ona yardım ettiğini hissetmesidir. Ensar ve Muhacir, bu paha biçilmez duyguyu yaptıkları mücadele sonucunda iliklerine kadar hissedecektir.
Ayette geçen “yakın bir fetih/fethun karîb” ifadesi bu müjdenin ahirete değil dünyaya dair olduğunu gösterir.
Peki, fetih ne demektir? “Fetih” kelimesinin kökü “f-t-h”dir. Müfredat, bu kökü “kapalılık ve belirsizliği gidermek” anlamıyla açıklar. Bu da iki kısımda ele alınır: 1-Gözle görülen açılış. Kapı gibi somut bir şeyin açılması… 2-Basiretle görülen açılış. Üzüntü, sıkışma ve çıkmazın ortadan kalkması…
İşte Müslümanların içinde bulundukları sıkışmışlık ve çıkmaz, Kurân’ın tam zamanında ve hikmetle verdiği bu müjdeyle giderilmektedir. Fetih, yalnızca bir şehrin kapısının açılması değil, aynı zamanda gönüllerin ferahlaması, üzüntülerin dağılması ve yepyeni bir yolun açılmasıdır.
14- Ey iman edenler! Allah’ın ensarı olun! Meryemoğlu İsa Havarilere "Allah için benim ensarım kimdir?" dediğinde Havariler “Biz Allah’ın ensarıyız.” demeleri gibi.” Bunun üzerine İsrailoğullarından bir grup iman etti, bir grup küfretti. Böylece iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik. Artık onlar zahir oldular.
Buradaki “zahir”, “batın”ın zıddıdır. Yani bu tehlikeli görevde Hz. İsa’nın ensarı olmak için bir adım öne çıkıp o toplumdan ayrılmış ve zahir olarak kendilerini belli etmişlerdir. Aynı konu Âli İmrân 53’te şöyle dile getirilir: “Havariler: ‘Rabbimiz! Senin indirdiğine iman ettik, resule tâbi olduk. Artık bizi şahitlerle beraber yaz.’” Bir grup bu şekilde iman ederken, Yahudileşmiş İsrailoğullarından bir taife her daim küfrü tercih etmiş, zulümden yana olmuştur.
“Havari” kelimesi hem Kurân’da hem de tarihsel literatürde geçer. Kök anlamı “beyazlık, saflık, temizlik” demektir. Kurân’da özellikle Hz. İsa’nın yakın dostları ve iman eden yardımcılar manasında 5 yerde geçer. Nüzulde ise ilk geldiği yer burasıdır. Bununla birlikte “Hz. İsa’nın önderliğinde toplumu Yahudiliğin yozlaşmış âdetlerinden ve şirke bulaşmaktan “arındıran, temizleyenler” anlamında genel bir sıfat da olabilir. Zira Havvertuş-şey, bir şeyi beyazlaştırmak ve yuvarlaştırmaktır.
Hz. İsa’nın “Allah için benim yardımcılarım kimdir?” sorusunun cevabı “Biz Allah’ın yardımcılarıyız.” ifadesiyle karşılanır. Burada, soru ve cevap arasında doğrudan bir uyumsuzluk göze çarpıyor. Eğer Hz. İsa havarilerden yardım isteseydi bu sorunun doğal cevabı “Biz senin yardımcılarınız.” olurdu. Ancak havarilerin, cevabı “Biz Allah’ın yardımcılarıyız.” Şeklindedir. Buradan anlaşılan Hz. İsa’nın tehlikeli çarmıha gerilme hadisesinde kimlerin kendisine yakinen yardım edeceğinin tespiti söz konusudur. Veya 12 havari içinden seçtiklerini elçi olarak İsrail’in köy ve kasabalarına göndermesi hadisesine bir atıf olabilir. (Luka 9:1-6, Matta 10:1-15, Markos 6:7-13)
Surenin bu son ayetinde geçen “kema” edatı, bir harf-i teşbih olarak “tıpkı, gibi, aynı şekilde” anlamlar taşır. Burada Hz. Muhammed ile Hz. İsa’nın tecrübeleri arasında bir benzetme kurulmuştur.
Bu süreç Âli İmrân 52 ve devamında daha ayrıntılı anlatılacaktır. Orada Yahudileşmiş İsrailoğullarının sinsi plânlarından bahsedilir. Ancak anlatım, Hz. İsa ile Allah arasındaki iletişim üzerinden verilir.
Dolayısıyla Hz. İsa’nın havarilere doğrudan bir yardım talebinden ziyade, aslında öncelikle Allah’a yönelmesi söz konusu olabilir. Yardımı sadece O’ndan bekler (Fâtiha: 1-4). Zaten buradaki soru ve cevaptaki uyumsuzluktan dolayı Hz. İsa’nın, insanlardan medet ummadığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle ayette karşılıklı bir soru-cevap değil, Allah’ın aslanları, neferleri gibi burada zahir olup öne çıkanların gönüllü seçimi anlatılmaktadır.
Bu anlatım daha detaylı olarak nüzul sürecinde şöyle ifade edilecektir: “Fakat İsa onlardan küfrü hissedince: ‘Allah için benim yardımcılarım kimlerdir?’ dedi. Havariler: ‘Biz Allah’ın yardımcılarıyız. Allah’a iman ettik, artık bizim Müslümanlığımıza şahit ol!’ dediler.” (Âli İmrân: 52)
Allah ise şöyle buyurdu: “Ey İsa! Şüphesiz seni vefat ettirecek, seni kendime yükseltecek, seni kâfirlerden temizleyecek benim. Sana tâbi olanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacak da benim. Sonra dönüşünüz bana olacaktır. O zaman, ihtilaf ettiğiniz şeylerde aranızda hüküm vereceğim.” (Âli İmrân: 55)
Görüldüğü gibi burada muhtemelen çarmıh hadisesinden önce Hz. İsa’nın bu tehlikeli dönemde kendisine gönüllü olarak sorumluluğu alıp ön safta yardım edecekleri belirlemesi söz konusudur.
Allah’ın yardım ve desteğinin ne zaman geldiği çok önemlidir. Önce sünnetullahı öğrenmek, gönüllü bir itaat göstermek, ardından resulün getirdiği evrensel ilkeler olan vahye bağlanmak gerekir. Bunun ardından canlar ve mallarla ortaya konacak fedakârlıklar ve ensar-muhacir dayanışmasıyla, Kurân’ın müjdelediği “yakın fetih” gerçekleşir. 10. ayette “Allah’a borç verme” örneği, 14. ayette ise “Allah’ın ensarı olma” kavramı öğretildi. Elbette Allah hiçbir yardıma muhtaç değildir. O el-Nasir’dir, yani doğru adımlar atan herkese yardım edendir. O hâlde “Allah’ın ensarı olmak”, O’na yardım etmek değil; ilahi değerlerin safında yer almak, erdemleri hayata taşımaktır.
Ensar kelimesinin kökü “n-s-r”dir ve “yardım etmek” demektir. Ensar “yardım edenler”, muhacir ise “hicret edenler”dir. Buradaki yardım, mutlak kudret sahibi Allah’a değil, aslında insanın kendisine yöneliktir. Çünkü toplumlar ilahi değerlerden mahrum kalınca yozlaşır, insanlıktan uzaklaşıp bir tüketim objesine dönüşürler.
Allah’ın ensarı olanlar; cimriliğe karşı kerim olmayı, tefrikaya karşı vahdeti, batıla karşı hakkı, zillete karşı izzeti, korkaklığa karşı cesareti, zalime karşı adaleti seçenlerdir. Dolayısıyla “Allah’a yardım etmek”, Allah’ın değerlerini hayatın içinde yaşatmaktır. Aslında yardım ettiğimiz, kadirimutlak olan Allah’ın zatı değil, kendi insanlığımızdır.
Sonuç olarak, Saff suresi bizlere omuz omuza, ilahi değerlerin yanında nasıl saf tutmamız gerektiğini öğretmektedir. Anladıklarımız şimdilik bu kadardır. En doğrusunu ve en hayırlısını, el-Alim ve el-Hayr olan Allah-u Teâlâ bilir.
|