Sebe Sûresi
Sûre; hepsi de Mekkî olan Fatiha, Fâtır, Kehf ve Enâm sûreleri gibi Allah’a hamd ile başlar. Adını, 15-20. âyetlerinde sözü edilen Sebe kavminden alır. Sebe kelimesinin “yolculuğa çıkarılan, tevazu ile boyun eğdirilen, yolculuk yaptırıldığı için görünüşünde fizikî değişikliğe uğrayan” anlamları vardır. Mekke’nin sonlarında inmiştir. Nahl sûresinin son âyetlerinden itibaren başlayan davetin bu yeni aşamasında muhataplar Yarımada’nın derinliklerinde yaşayan bedeviler olduğu için, bu dönemde nazil olan Sebe sûresinde çöl hayatından örnekler bulunmakta, deliller bu çevrenin aşina olduğu temel yapılar üzerine bina edilmektedir. Şamlıların sayımına göre sûrenin âyetleri 55, diğer sayımlara göre 54'tür.
1- Hamd, Allah içindir. Göklerdeki ve yerdekiler onundur. Ve hamd, âhirette de onundur. Ve O, Hakîm’dir, Habîr’dir.
Nahl sûresinin son pasajı bu âyet ile devam etmiştir. Nahl 128 ile Sebe sûresinin ilk âyetini birlikte okuduğumuzda şöyle bir cümle karşımıza çıkar: “Muhakkak ki Allah muhsin olan takva sahipleri ile beraber olduğundan hamd Allah içindir. Muttakî olanlar aslında hamdı Allah’a tahsis ederek şirkten sakınırlar. Zira şirk övgü hastalığının bir sonucudur. Başka şeyleri aşırı övüp göklere çıkarmaktan sakınan muttakiler aslında hamdı hâl diliyle sadece Allah’a has kılmışlardır. Âyetin devamında göklerde ve yerde olanların Allah’a ait olduğu vurgusu, övgünün neden sadece Allah’a tahsis edilmesi gerektiğinin ikinci gerekçesidir. İnsanlar gökte ve yerde Allah’ın astında birtakım putlar uydurmuş ve onlara hamd edip durmaktadır. Kurân; kişiyi nefsinin, putçuların, nesnelerin, mitlerin ve ruhbanların kulu yapan her tür aşırı yüceltmeye karşı çıkar. “Peki, âhirette hamd Allah içindir.” ifadesi ne demektir? Bu ifadenin birden fazla anlamı vardır. Öncelikle bu ifade âhiretteki şefâatçi, kayırıcı mantığı reddeder. Zira âhirette şefâatçilerin eliyle kurtulma inancı, hamdı/övgüyü sadece Allah’a has kılmaya halel getirir. Çünkü insan farkında olmadan şefâatçilerini de övmeye başlar. Diğer anlamı ise âhiretteki hamdın Kurân’daki âyetlerden de anladığımız kadarıyla dünyadaki imtihandan başarıyla çıkıp cehennemden kurtulmanın verdiği mutluluğun sonucu olmasıdır. Adn cennetlerine girenler “Ve derler ki: Bizden hüznü gideren Allah’a hamdolsun!” (Fâtır: 34) veya “Ve davalarının sonu, elhamdu lillahi Rabbi’l-‘âlemîndir.” (Yûnus: 10) Zor bir imtihan dünyasından başarı ile çıkmak yani eksiden artı değere ulaşmak hamd iken, artıya artı eklemek şükür gerektirir. İnsanların sadece Allah’ı övdüğü bir ortamda üstünlük taslama, kibir, tepeden bakma, kast sistemi vb. oluşamaz. Zira artık kimsenin kimseden bir üstünlüğü veya eksikliği, yukarıda veya aşağıda olmasından söz edilmez. Cennetin şubesi olan bu ortamda artık meziyetler bir övünme vesilesi değil, farklılık ve zenginlik olarak görülür. Kişinin sadece ve sadece yaratanı mutlak manada övmesi/hamdi onun dışındakileri aşırı yüceltmesine engeldir. Artık bu şahsiyetli, onurlu ve öz saygısı yüksek haysiyetli kişiler meşhûr oyuncuların, şarkıcıların, futbolcu veya fenomenlerin imzasını alabilmek için kuyruklarda beklemez. Bir siyasî lider veya tarikat şeyhinin eline, eteğine yapışmaz. Bilir ki onlar da kendisi gibi sadece fani birer beşerdir. Sevdiği insanlar olabilir, o insanlara saygı da duyabilir; ancak onları aşırı övüp kendisini onlar önünde küçültmez. Peygamberler de insanların övgü hastalığından dolayı şirke alet edilmiştir. Hz. İsa’ya o kadar hamd edilmiş yani Hz. İsa o kadar övülmüştür ki sonunda hâşâ Tanrı’nın oğlu bir Rab hâline getirilmiştir. Bu nedenle Hz. Muhammed’e şu sözler söyletilir: De ki: “Ben sadece sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın, tek ilâh olduğu vahyediliyor. Öyleyse sadece O’na yönelin, O’ndan mağfiret dileyin. Artık müşriklerin vay hâline!” (Fussilet: 6) Âyetin şirk ile bitmesi dikkat çekicidir. Şüphesiz Allah’ın kimsenin onu övmesine, hamd etmesine ihtiyacı yoktur. El-Hamîd olan Allah, yarattığı insanın zaaflarını bildiğinden hamdi kendisine tahsis ederek hikmetle hükmetmiştir. Hikmetli hükümlerini bize haber veren el-Habîr’dir. İnsanın Rabbini bilip kendisini tanıması için mahlûkat âleminden ve Allah’ın sıfatlarından bu nedenle haberdar olması şarttır.
2- Yeryüzüne giren ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Ve O; Rahîm’dir Gafûr’dur.
Yelicu kelimesi “girer, girmek” demektir. "Halat iğne deliğine girmedikçe...” mealindeki Arâf 40 da bu manadadır. Âyetteki “yere gireni ve ondan çıkanı; gökten ineni ve onda yükseleni” ifadesiyle bir genelleme yapılmıştır. Zira gökler ve yer kullanımı mahlûkatın tamamı için Kurân’da kullanılır. "Ona yükselen" anlamına gelen cümlede "ilâ" değil "fî" edatının kullanılmasındaki incelik şöyle açıklanır: "İlâ" sona ulaşmayı, "fî" ise içine girip nüfûz etmeyi ifade eder. Bir bakıma göğe yükselen su buharlarının oranın içinde kalıp tekrar yağmur olarak yere inmesi anlatılır. Buna mukabil topraktan tohumların filizlenmesi anlatılmış, bu döngünün Allah’ın ilmi ile gerçekleştiği hatırlatılmıştır. Çünkü o Rahîm’dir, rızkı size gökten indirir. Ğafûr’dur, hatalarınız yüzünden rızkınızı kesmez. Sizi bağışlamak için rızık döngüsünü devam ettirir. Ancak ne kötülük yapılırsa yapılsın akan rızka bakanlar maalesef şu sonuca vardılar:
3- Ve nankörler dediler ki: "O saat bize gelmeyecek." De ki: "Bilakis, gaybı bilen Rabbim, mutlaka onu size getirecektir. Göklerde ve yerde zerre O’ndan uzak kalamaz. Bundan daha azı ve daha büyüğü yoktur ki, kitabımübînde olmasın.
”Es-sâ’at kelimesi, “Allah tarafından bilinen ve kararlaştırılmış olan zaman” anlamına gelir. Dünyanın kaynaklarının sonunu anlatır. Bu rızık düzeninin yani dünya hayatının da bir sonu vardır.
“Göklerde ve yerde zerre O’ndan uzak kalamaz.” ifadesindeki “yağzubu” kelimesi “uzaklaştı, develerini alıp uzak otlaklar bulmak gayesiyle kayboldu” demektir. ‘Âzib, çayır aramak için ailesinden uzaklaşan kimse demektir. Kelime bu âyette “kulların rızık konusunda Rabb’den bağımsız olamayacağını” hatırlatır. (Krş. Yûnus: 61)
Zerre kelimesi için eskiler, "güneş ışığında görülen toz parçacıkları" olduğunu söylemiştir. O zamanlar "zerre" kelimesinden düşünebildikleri en küçük nesne bunlardı. İbn Abbas’tan şöyle rivayet edilmiştir: Elini toprağa sokup kaldırmış, sonra üflemiş ve “İşte bunlardan her biri bir zerredir.” demiştir. Bugün Araplar atoma "zerre" demektedir. Zerre bilinen en küçük yapıdır. Atom altı âlemde karşımıza çıkan yeni zerreler de bizleri hayretler içinde bırakmaya devam etmektedir. Bu yasaların tamamı “kitabımübîn” denen apaçık bir kitapta kayıtlıdır. Rabbimiz mahlûkatı keşfe uygun yaratmıştır. Bakmasını bilenler için her şeyin matematiği apaçık ortadadır. Bir zerre bile yasalara tâbi ise zerrelerden oluşan insan ve yaptıkları bir yasaya bağlı olmasın mı?
4- Güvenen ve sâlih ameller ortaya koyanlara karşılığını vermek içindir. İşte onlar için mağfiret ve kerim bir rızık vardır.
Allah öyle bir sistem kurmuştur ki bu sistem güven üzerinedir. Kim yaptığı sâlih amellerin doğruluğuna, iyiliğine, sonuçlarına güvenirse mutlaka olumlu karşılığını alacaktır. Bu Allah’ın vaadidir. Alacağı karşılığa da Kurân mağfiret ve kerim bir rızık demektedir. Bağışlanma (mağfiret) niyeti ile yapılan her sâlih amel hatalara kefaret ve ikram olunan bir rızka döner. Kerim rızık, yaptıkça çoğalan ve artan bir nimettir. Bunun tam tersi ise bir sonraki âyette şöyle ifade edilecektir:
5- Ve âyetlerimizi âciz bırakmak için çalışanlara, elîm bir sarsıntı azâbı vardır.
“Rics”, kokuşmuşluk ve pislik iken; burada kökü farklı olan “ricz” kelimesi kullanılmıştır. “R-c-z” ve “r-c-s” kökü Kurân’da 10 yerde geçer; ancak geçtiği âyetller birbirinden farklıdır. Bu âyetteki ricz kelimesinin asıl anlamı titremektir. Deve birbirine yakın adım atıp güçsüzlükten dolayı titrediğinde denir. Recez vezni de buna benzetilmiştir; çünkü cüzleri birbirine yakındır ve okunurken dil titremektedir. “Falan kişi recez ölçüsü ile şiir yazdı veya okudu.” denirken de aynı kökten kelimeler kullanılır (Ragıp).Güven, paylaşım, sâlih ameller, iyilik, merhamet vs. Rabbin âyetleridir. Âyetler bireyin ve toplumun temel unsurlarıdır. Bunları âciz bırakmak toplumun birlik ve beraberliğini sarsacak bir azâba sürükler. Âyetleri âciz bırakma girişimi aynı zamanda hakları örtüp yanlışın doğru gibi savunulmasıdır. Paylaşmamayı, hırsı, bencilliği, çıkar için yalan ve iftirayı matah bir mücadele gibi gösterenler Allah’ın âyetlerini âciz bırakma teşebbüsü içindedir. Toplumda doğruyu görmeyen körlerin, hakkı söylemeyen dilsizlerin ve iyiliği inkâr eden nankörlerin artması yanlışı savunan câhillerin türemesi sonucudur. Çözüm bir sonraki âyette şöyle tarif edilir:
6-Ve kendilerine ilim verilenler, sana Rabbinden indirilenin hak olduğunu ve Azîz, Hamîd olanın yoluna ulaştırdığını görüyorlar.
Yanlışı doğru, çirkini güzel, hakkı bâtıl, eğriyi düzgün gibi savunanların türemesini engellemek ilmin objektifliğine bağlanmıştır. İdeolojik, taraflı ve menfaatperest olanların övgüleri/hamdleri objektiflikten mahrûm olduğu için ilmin izzetine/azizliğine aykırıdır. Âyette ilim sahiplerinin kim olduğu açıklanmamıştır. Ancak Kurân’dan anlaşıldığına göre denebilir ki, âyetlerin konu ettiği ilim sahipleri başta o günkü Yahudi ve Hıristiyanların bilgili, bilge insanları olmak üzere tüm zamanların bilgili, âkil insanlarıdır. Nitekim Kurân’ın ahlâkî emir ve tavsiyelerini bugün de reddedecek hiçbir akıl sahibi kişi yoktur. Kurân’ı inceleyen her bilgin, o dönemdeki gibi onun hakkın ta kendisi olduğunu kolayca anlayabilmektedir. Dürüst ateist ve deistlerden bile Kurân’ın ahlâkî tavsiyelerini reddedecek yoktur. (Bkz. Kasas: 52-55, İsrâ: 105-109) Enâm 20’de “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu kendi oğullarını tanır gibi tanırlar.” ifadesinden sonra bu âyette “kendilerine ilim verilenler” ifadesi seçilmiştir. Zira konu elçiden ziyade Rabb’den indirilen ilimdir. Azîz ve Hamîd esmalarının seçilmesi ilmin izzetine ve övgüye mazhar kılışına bir göndermedir. Bu iki esmanın arasında “vav” olmaması övgünün izzetli olanını tarif etmektedir. İlmini sâlih amel için kullanan güvenilir insanlar, izzetli övgüye mazhar olurlar. Hak etmeyeni övmek izzetli övgü değildir. Hak etmeyeni övüp yüceltmek muhatabın kibrine ve yoldan sapmasına sebeptir. Överek azdırma eleştiriden çok daha etkilidir. Kişiye hamd edenlerin, onu aşırı övenlerin sayısının artması onu şirke yaklaştırır. Bu uyarılar bu tehlikeyi önlemek içindir: “Ve yeryüzünde şımararak yürüme!” (İsrâ: 37) “Ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Muhakkak ki Allah, çalımla yürüyen ve çok övünenleri sevmez.” (Lokman: 18) Hevâyı ilâh edinmemek için hamdin daha aşkın bir makama yönelik olması şarttır. Bu âyet aslında ilk âyetteki hamdin Allah’a tahsisini de tefsir etmektedir. Sırâtımüstakîm olan ilkeler yoluna sadakat o yolun sahibine hamd iken, insanî erdemler olan âyetleri âciz bırakanlar hamdi hak etmeyenlere yakıştırmaktır.
7- Ve örtenler dedi ki: "Siz tamamen parçalandığınızda muhakkak ki yeni bir yaratılışı haber veren birini size gösterelim mi?"
Buradaki “ellezine keferu” yeni bir dirilişin olma ihtimalini bile örtenlerdir. Yeniden yaratılışın olma ihtimaline bile bu insanlar neden karşı çıkar? Dikkat edilirse burada Hz. Muhammed’in itibarını düşürücü bir tavır ve alay söz konusudur. İnsanı etten kemikten ibaret sanmak, aslında onu sadece düşünen bir hayvan gibi görmenin tezahürüdür. İnsanın bundan çok daha fazlası olduğunun delili neslini devam ettirebilmek için doğada ihtiyacı olmamasına rağmen gelişen muazzam duygu ve düşünce derinliğidir. Geleceğini düşünen, varlığına ilişkin sorular sorabilen, benlik bilinci yüksek bilinen tek canlı insandır. Bu kadar yüksek bir bilincin kemiklerin parçalanması ile yok olacağını iddia edenlerin, bilincin korunacağını savunanları alay konusu yapmalarının sebebi sakladıkları suçluluk psikolojisidir. Aslında müşrikler de yeniden dirilip yaşamaya devam etmeyi müminler kadar istemektedir. Buradaki sorun yapılan amellerin, yapanın yanına kalıp unutulacağı savıdır. Fizik kuralları gereği var olan enerji asla yok edilemez; sadece hâl değiştirir. Buna enerjinin korunumu yasası denir. Kurân bu hâl değişimine âhiret demektedir. Asıl tehlike âhiretin var olabileceği ihtimaline bile yalan ve iftiralar ile saldıran bağnaz müşrik zihniyetidir.
8- Yalan söyleyerek Allah’a karşı iftira mı attı, yoksa onda cinnet mi var? Bilakis âhirete inanmayanlar, azâpta ve uzak bir dalâlet içindedirler.
Cinnet kelimesi, “cenne” fiilinden türemiştir. Bu kökten gelen kelimelerin bütün türevlerinde “örtme” manası vardır. Cinnet aklın örtülmesidir. Bu iddianın sebebi müfterilere resûlün tuttuğu, “Kendini ve yaptıklarını olduğu gibi gör!” aynasıdır. Zerreden küreye bu denli kuşatıcı ve kişiyi kendisine tanıtan hakikat karşısında onu getiren resûlün mecnun olduğunu savunmak muhatabın acziyetinin göstergesidir. Yalan ve iftirayı huy hâline getirip suçlayan müşriklerden başka bir tutum da beklenemez. İddiasına güvenen karşısındakini aşağılamaz. Hakaret aslında çaresizliğin, mağlubiyetin dışa yansımasıdır. Kurân’ın hiçbir âyetinde müşriklere karşı suçlama, alay ve hakaretler yer almaz. Kurân kötü söze asla misli ile mukabele etmez. Dalâletin uzak olması, hidâyeti bulmanın zorluğuna işarettir. Bazı sorgulamalar insanı hidâyete yaklaştırırken, tabular ve peşin hükümler insanı hidâyetten çok uzaklara sürükleyebilir.
9-Gökte ve yerde olanın ellerinin arasında ve onun arkasından gelende olduğunu görmüyorlar mı? Eğer dilersek onları yerin dibine geçirir veya gökten üzerlerine parçalar düşürürüz. Muhakkak ki bunda, münîb her kul için elbette âyet vardır.
Kisefen kelimesi “sararma, kızarma ve kararma” anlamına gelen kusûf kökünden gelmektedir. Güneş ve Ay tutulmaları bu kelimeyle ifade edilir. Kisfeh; bulut, pamuk gibi yumuşak yapılı değişken cisimlerin bir parçasına denir. Âyetteki anlamı yanarak yeryüzüne ulaşan meteor ve volkanik püskürtülerdir. Bu ifade resûlün getirdiğine güvenmeyip bulundukları yerleşim alanını zamanında terk etmeyen kavimlerin helâkını hatırlatır. Bu kelime Dahhak'a göre, gökten gelen taraf, Katade'ye göre gökten gelen bir parça, Süddi'ye göre de gökten gelen bir azâptır. (Bkz. Şuarâ: 187, İsrâ: 92)
Âyette “Semâda ve arzda olanı görmüyorlar mı?” şeklinde ki bir ifadeden ziyade “Semâda ve arzda olanın elleri arasında ve onun arkasından gelende olduğunu görmüyorlar mı?” şeklinde çok daha ayrıntılı bir ifade ve kelime seçimi yapılmıştır. Gök ve yer kalıbı dünya hayatının tamamı, gökler ve yer kalıbı da mahlûkat âleminin tamamı manasındadır. Kurân’da “mâ beyne eydîhim” kalıbı ellerinin arasında tutulan kitabı anlatmak için kullanılır. Birebir çevirisi ellerinin arasında olan şey demektir. Ehlikitabın elinin altındaki ilmi anlatır. “Sana, onların ellerindekini tasdik eden kitabı hak ile indirdi. Ve Tevrat ve İncil’i de indirdi.” (Âli İmrân: 3. Ayrıca bkz. Mâide: 46) Halfehum, arkadan gelen demektir. Müfredatta, “birisinden sonra gelmeyi ve onun yerine geçme” anlamı da anlatılır. Allah Resûlü türedi bir resûl değil ve getirdiği de önceki kitaplardan bağımsız ve ilgisiz bir hakikat değildir. (Bkz. Ahkâf: 9) Gökte ve yerde, maddî ve manevî ne varsa elleri arasında tuttukları kitapta ve onların doğrularını tasdik, yanlışlarını revize eden halîfe kitap Kurân’da olduğundan âyet bahsedilmiştir. Vahyin bu nedenle genel adı zikirdir. Zira vahiy hayat ile mutabık bir hakikattir. Muhammed Allah’a iftira atıyor dedikleri halîfe kitap Kurân’ın “İnsan kitabı, tabiat kitabı, tarihi gerçekler ve insanlık tecrübesi ile tam bir uyum içinde olduğunu hâlâ görmüyorlar mı?” sorusunu okuyucunun zihnine bırakmaktadır. Sahip olunan bilgilerin efsanelerden uzak, gerçek hayat ile olan bu uyumunu ancak “münîb” olanların fark edeceği de belirtilmiştir. “Münîb olanlar için âyetler vardır.” Âyet kelimesi burada işaret anlamındadır. Münîb kelimesinin kökü ise nevb’dir. Nevb; bir şeyin gidip gelmesi, dönüşümlü olması, sıra ile dönmesidir. Sürekli gidip tekrar yuvasına döndüğünden bal arısına da nevb denmiştir. İnabe, Allah’a tövbe ve samimi amelle dönüş yapmak demektir. (Bkz. Kâf: 8) Bu kelime Kurân’da Hz. İbrahîm için de kullanılır. (Bkz. Hûd: 75) Sorgulayan, arayan, dönüp dolaşıp o hak noktaya dönen her kul “münîb” sıfatını kazanır. Dünya hayatında yaşarken varlık ve varoluş üzerinde düşünen insan, istikbal bilincine erip âhiret inancına ulaşır; evrendeki varlıklardan hiçbirinin bir rastlantı sonucu olmayıp Allah’ın yaratmasıyla meydana geldiğini anlar ve O’na yani hakikate yönelerek münîb bir kul olur. Hakka yönelenlere neler vaad edildiği, Hz. Dâvut örneği üzerinden de verilecektir. Hz. Dâvut’un bu bağlamda seçilmesi ellerinin arasında tuttukları kitaplarda ve onun halefi olan Kurân’da Hz. Dâvut’un anlatılmış olmasındır. Gök ve yer kalıbının kullanıldığı konunun Hz. Dâvut ve elleri arasında tuttukları kitaba getirildiği âyet şöyledir: “Ve Rabbin, göklerde ve yerde olanları iyi bilir. Doğrusu bir kısım nebileri, diğerlerine fazîletli kıldık. Ve Dâvut’a Zebûr’u verdik.” (İsrâ: 55) Mahlûkatı elindeki kitapla birlikte okuyup yaşayan Hz. Davut ve yaptıkları örnek verilecektir.
10-Ve doğrusu Dâvut’a, bizden bir fazilet verdik. Ey dağlar ve ey kuşlar onunla beraber bana dönün! Ve Biz de ona demiri yumuşattık.
Dağlardan zırh yapımı için demir madeninin çıkarılması ve yumuşatılması, ani baskınlar ile gâfil avlanmamak için kuşların istihbarat ve haberleşmede kullanılması Allah’tan bir fazilet olarak tarif edilmiştir. Bu âyette bahsedilen konu nüzulde daha önce inen Nahl 79-81’de detaylı anlatılmış, burada ise ismen değinilmiştir.
Hz. Dâvut ismi İbrânîcede “en çok sevilen kişi, göz bebeği” anlamına geliyor. Kitab-ı Mukaddes’te Dâvid (Deyvid) veya Dâvîd şeklinde geçtiği ve sadece Hz. Dâvut’a ad olarak verildiği görülmektedir. Hz Dâvut M.Ö. 1010-970 yılları arasında hüküm sürmüş, ikinci İsrâil kralı ve peygamberidir. Ehlikitap kaynakları, onun on birinci dedesi olarak Hz. Yakûp’u gösterir. Bu konuda diğer İslamî kaynaklarda yer alan bilgiler de İsrâiliyat türünden olup Tevrat’taki malumatla büyük ölçüde benzerlik göstermektedir. Ellerinin arasındaki ifade Hz. Dâvut’un onların kaynaklarındaki yaygın kullanımına âtıftır. (Hz. Dâvut ile alâkalı geniş bilgi için bkz. Neml 15, Sâd 17,İsrâ 55, Enâm 84)
Mezmurlarda Hz Dâvut’un mitolojik bir karakter hâline getirildiğini görmekteyiz. Sadece dağlardan demir cevherini çıkarıp zırh yapması ve savunma gücü şöyle abartılıp bir anlatım hâline getirilmiştir: “İsrail Mısır’dan çıktığında, Yakûp’un soyu yabancı dil konuşan bir halktan ayrıldığında, Yahuda Rabb’in kutsal yeri oldu, İsrail de O’nun krallığı. Deniz olanı görüp geri çekildi, Şeria Irmağı tersine aktı. Dağlar koç gibi, tepeler kuzu gibi sıçradı. Ey deniz, sana ne oldu da kaçtın? Ey Şeria, neden tersine aktın? Ey dağlar, niçin koç gibi; ey tepeler, niçin kuzu gibi sıçradınız? Titre, ey yeryüzü, kayayı havuza, çakmak taşını pınara çeviren Rabb’in önünde, Yakûp’un Tanrısı’nın huzurunda. (Mezmurlar:114, 1-8) Ateş yürüyor O’nun önünde, düşmanlarını yakıyor çevrede. Şimşekleri dünyayı aydınlatır, yeryüzü görüp titrer. Dağlar balmumu gibi erir. (Mezmurlar:97;3-5) Kurân “Demiri yumuşattık.” ifadeleri ile Mezmurlar’ın “Dağları balmumu gibi erittik.” ifadeleri aynı hakikatin farklı tasvirleridir. Eriyen demir cevherinin akışkanlığının balmumuna benzetilmesi bile konunun efsanevî boyutta değil gerçek olduğunu göstermektedir. Kurân’a bakıldığında Hz Dâvut’a verilen gerçek faziletler şöyle anlatılır: Bilgi (Neml: 15). Kuvvet (Sâd: 17). Fasl-ı hitap (Sâd: 20) Hatada ısrar etmeyip iyiye, doğruya yönelen, hemen öz eleştiri yapıp tövbe eden ve tövbesi kabul olunan (Sâd: 24-25). Hükümranlık (Sâd: 26). Dağlardan ve madenlerden istifade (Nahl: 79-81, Sebe: 10). Demiri işlemek için yumuşatma bilgisi (Sebe: 10). Edindiği bilgiyi savunma ve yaşatmada kullanması (Sebe: 11). Hikmet (Sebe: 20) ve bunları edindiği ilim olan Zebur (İsrâ: 55. Ayrıca “Şayet seni yalanlarlarsa, şüphesiz senden önce apaçık deliller, Zeburlar ve aydınlatıcı kitapla gelen resûller de yalanlandı. Âli İmran: 184, Nisa: 163) Nitekim onlar “Tuttular da Süleyman'ın saltanatı aleyhine, şeytânların tilavet ettiği şeylere uydular.” (Bakara: 102)
Sebe 10’da emir kipiyle gelen "evvebe" fiili sözlükte "dönme, döndürme, yürüme" gibi manalara gelmektedir. Âyette yer alan “Ey dağlar ve ey kuşlar onunla beraber bana dönün!” ifadesindeki “onunla beraber” ifadesinin anlamı Hz. Dâvut’a verilen faziletler sayesinde “Ona musahhar olun!” emridir. Evvâb vasfı Sâd sûresinde Hz. Dâvut için şöyle kullanılır: “Söyledikleri şeye sabret ve kuvvetler sahibi kulumuz Dâvut’u zikret. Muhakkak ki o, evvâb idi.” (Sâd: 17) Bu vasıf gereği Hz. Dâvut karşılaştığı zorlukları etrafındaki imkânlara, sebeplere yönelerek çözebilmiştir. Hz. Dâvut’a verilen faziletlerden biri de sebeplere yönelip onlara tâbi olmasıdır. “Ve sana Zulkarneyn’den soruyorlar. De ki: “Ondan zikrederek size tilâvet edeceğim.” Muhakkak ki biz, ona yeryüzünde imkânlar sağladık ve ona her şeyden bir sebep verdik. Böylece sebebe tâbi oldu.” (Kehf: 83-85) İki güç sahibi Zulkarneyn, bir isim değil bir lakaptır. Bu lakap Hz. Dâvut’tan önceki birinci İsrail kralı Talût’un bir sıfatı olabilir. Zira Hz. Süleyman’ın “Bize vahyedildi değil de öğretildi.” demesi bu bilgileri tecrübe ile alıp nesiller boyu geliştirdiğini göstermektedir. “Ve Süleyman, Dâvut’a vâris oldu. Ve dedi ki: Ey insanlar! Kuşların mantığı bize öğretildi. Bize her şeyden verildi. Muhakkak ki bu, apaçık bir fazilettir.” (Neml: 16) Zaten Zulkarneyn’de de tıpkı Hz. Dâvut’ta olduğu gibi demir kullanımı ve katran bilgisi şöyle anlatılır. “Artık, fesat çıkaranlarla bizim aramıza bir set yap…” “…Onlarla sizin aranıza çok sağlam bir yama yapayım.” dedi. Bana demir parçaları getirin! İki kenarın arası aynı seviyede olunca üfleyin!” dedi. Nihâyet onu nar hâline getirince “Bana katran getirin, onun üzerine dökeceğim!” dedi. (Kehf: 94-96)
Kurân’da akıllı ve iradeli varlıklar olduğunu gösteren müzekker fiiller kullanılmasına rağmen, geleneksel meallerde ve tefsirlerde, dağlar diye tercüme edilen “cibal” kelimesi tıpkı Mezmurlar’da olduğu gibi dağın kendisi olarak anlaşılmıştır. Fiil çekimleri o dağlarda çalışan ve madeni çıkaran insan topluluklarını anlatır. Âyetteki "cebel" ve "tair" kelimelerine atfedilen fiil müzekker bir fiildir. Arapçanın temel kurallarından biri şudur: Fiil müzekkerse, eylemi yapan varlık, akıllı ve iradeli olmalıdır. Bu durumda şu sonuç çıkar: "Cebel" madenciler ve "tair" de kuşları haberleşmede kullanan kuşçulardır. (Bkz. Hüdhüd kıssası, Neml: 17-30)
Hadîd kelimesi demir cevheri demektir. Demir cevherine “hadîd” denilmesi de onun sertliğinden, bir şeylere engel oluşundandır. Âyette dağlarından ve devamında zırh yapımından söz edildiği bağlamda hadid’in demir olduğu anlaşılmaktadır. Hadde, iki şeyin karışmasını önleyen demektir. Bizim sınır anlamına kullandığımız hudûd buradan gelir. Haddettus-sikkin, bıçağa su verip sertleştirmek ve böylece keskinliğini korumaktır. Buradan yola çıkarak dil için keskin dil (lisanun hadid) , göz için keskin bakışlı ifadeleri de kullanılmaktadır. Türkçede hiddet kelimesi de buradan gelmektedir. Hiddetli, mukavemetli ve inatçı maden cevheri ancak çok yüksek ısılarda hiddetinden, sertliğinden taviz verir.
Elenna kelimesi “lam+ya+nun” kök harflerinden türemiş bir kelimedir ve Kurân’da bu kökten türemiş 5 kelime bulunmaktadır. Cisimlerle ilgili kullanılan bu kelime yumuşak olmak ya da yumuşak hâle gelmek, yumuşaklık anlamındadır. Madenin yüksek ısıda işlemeye uygunluğunu anlatır. Kolay olmak, yumuşak davranmak, boyun eğmek, kolaylaştırmak, esnetmek, iyi davranmak, uysal olmak, iyi huylu olmak gibi yan anlamları da bulunmaktadır.
11- Uzun zırhlar yap! Ve onu iç içe halkalar şeklinde takdir edip sâlih amel yapın! Muhakkak ki ben, yaptıklarınızı görenim.”
Sâbiğât, bütün bedeni örtüp giyenin yaralanmasına engel olacak her ihtimali kapatan zırh veya elbise demektir. Ebu Hayyân şöyle der: Sâbiğât, zırhlar demektir. Bu kelime aslında, “bir şeyi eksiksiz ve tam yapmak” anlamından gelmektedir.
Kaddir, bu emir fiili “kaf+dal+ra” kök harflerinden türemedir ve Kurân’da bu kökten türemiş 132 kelime bulunmaktadır. Gücü yetmek, muktedir olmak, miktarını ve değerini belirtmek, ne fazla ne eksik yapmak, bir şeyi eksiltmemek, çoğaltmamak, tam kararında, tam miktarında ve tam zamanında yapmak kök anlamlarına sahiptir. Zırhın bir matematiksel ölçüye göre takdir edilmesini anlatır. Zırh ne çok ağır ne çok zayıf olmalıdır. Sağlamlığı, hareketi de kısıtlamamalıdır.
Serdi kelimesi, “sin+ra+dal” kök harflerinden türemiştir ve Kurân’da sadece bu âyette kullanılır. Sert, katı ve kaba olan bir şeyi dikme anlamında olan bu kelimenin asıl anlamı; sıralamak, sırayla devam etmektir. Zırhın belirli ölçü (kaddir) ve bir sıra ile üst üste parçaları sabitleyerek (serdi) yapıldığını anlatır. Âyetteki “Onunla vücudu örtecek zırhlar yap; onların işçiliğini de en güzel şekilde yap!” tefsirindeki ifadeden, peygamberden saldırı amaçlı değil, sadece savunma amaçlı bir yol tutulması istendiği anlaşılmaktadır. Yani resûller öldüren bir silah veya bomba değil, yaşatan bir teknik öğretmişlerdir. Hayatı korumaya yönelik her adım âyette hayırlı ve sâlih bir amel olarak tarif edilir. Söz konusu insan hayatı olunca kılı kırk yarmak nebevî bir sünnettir. Ayrıca Hz. Dâvut’un bir meslek edinmesi gerektiği de emredilmiştir. Dolayısıyla bu bağlamda söylenebilir ki imamlar da sadece namaz kıldırarak veya dini anlatarak para kazanamaz. Bize örnek olan her resûlün insanlara faydalı, sâlih, dünyevî meslek ve zanaatları da vardı. Islahı, sulhu, yaşatmayı, mahlûkatı korumayı hedefleyen her meslek dünyalık iaşe temini yanında birer sâlih ameldir. Âyette herkesin ıslahı, sulhu hedefleyen meslekler yapmasına dair işaretler de vardır. Herkes elinin emeğini yemeli, birilerinin sırtından, dinden, diyanetten değil hayatını alın teri ile kazanmalıdır.
Allah Hz. Dâvut'u demiri kullanmada usta kılmış ve özellikle korunma amacıyla ona zırh yapma sanatını dolaylı olarak öğrettiğini gösterir. “Bizden bir fazilet verdik.” ifadesindeki çoğul kullanım bu sürece âtıftır. Yapılanların görülmesi yani hesap makamı ise âyette “Muhakkak ki ben, yaptıklarınızı görenim.” şeklinde tekildir. Zira hesap sorucu ve şâhit olarak Allah yeter.
Hz. Dâvut’un yaptıkları, arkeolojik ve tarihî araştırmalarla da desteklenmektedir. Demir devri M.Ö. 1200 ile 1000’li yıllar arasında tekrar başlamış ve yaygınlaşmıştır. Bu da Hz Dâvut’un yaşadığı dönemdir. İlk önce Suriye ve Anadolu'da M.Ö. 2000-1200 yılları arasında yaşayan Hititler, demiri eritip şekil vermek için bir metot icat etmişler, fakat bunu diğer insanlardan gizlemişlerdir. Bu nedenle de demir yaygın bir kullanıma geçmemiştir. Daha sonra Filistinliler bunu keşfetmiş; fakat yine bir sır olarak saklamışlardır. Hükümdar Seul'den [Talut] önce İsrâiloğullarının Hititler ve Filistinlilere defalarca yenilmesinin sebebi, karşısındakilerin savaşlarda demiri kullanmasıydı. Kitab-ı Mukaddes'te Dâvut'un savaşta kullanılmak üzere demiri eritme ve kullanmada usta olduğunu belirtir. (Bkz. Yeşu, 17: 16 Hâkimler, 1: 19, 4: 2-4) Filistin’in güneyinde demir madenleri bakımından zengin bir bölge olan Edom'da yapılan yeni arkeolojik kazılar, demir eritme ve ona şekil verme işleminde kullanılan ocakları açığa çıkarmıştır. Akabe Körfezi'nde, Elat'ın yakınlarında, Hz Süleyman zamanında bir liman olan "Ezion-Geber"de yapılan kazılarda açığa çıkan bir ocağın, bugünkü modern eritme fırınlarında kullanılan ilkelere uygun bir şekilde inşa edildiği sanılmaktadır. O hâlde Hz. Dâvut’un bu keşfinin ilk önce savaş gayesi ile kullanılmış olması doğaldır. Çünkü kısa bir süre öncesine kadar hükümdarlığının çevresinde yaşayan Kenanlılar halkını rahatsız ediyorlardı. (Mevdudi) Zülkarneyn kıssasında Yecüc ve Mecüc ismi ile sembolize edilen zorba ve yağmacılara karşı savunma sanatı geliştiren resûller sadece demiri kullanmada değil, diğer coğrafyalarda da bunu ulaştırmışlardır. Nerede bir mazlum varsa zâlimlerden nasıl korunacakları bilgisi Hz. Süleyman döneminde de hızlanarak yaygınlaşmış ve şöyle devam etmiştir.
12- Ve sabah gidişi bir aylık, akşam gelişi bir aylık mesafeyi kat eden rüzgâr, Süleyman içindi. Katranı kaynağından onun için akıttık. Ve yabancılardan, Rabbinin izniyle onun elinin altında çalışanlar vardı. Onlardan kim emrimizden çıkarsa ona çılgın bir ateşin azâbını tattırırız.
Hz. Süleyman isminin aslı, İbrânîce olan Salomon’dur. Bu kelime, aklıselîm ve nâzik manalarına gelen “selîm” ile yakın anlamlıdır. Hz. Süleyman, kendisi gibi kral peygamber olan Hz. Dâvut’un oğludur. (Bkz. Neml: 15-44, Sâd: 30-40, Enâm: 84) MÖ 1032 ilâ 975 yılları arasında yaşadığı, 1014 yılında babası Hz. Dâvut’un vefatı üzerine İsrâiloğulları krallığını devraldığı tarihî bilgilerden anlaşılmaktadır. "Sabahleyin" şeklinde çevirdiğimiz "ğudüv" kelimesi genellikle sabahtan öğleye kadarki, "akşamleyin" diye çevirdiğimiz "ravâh" kelimesi de öğleden güneşin batımına kadarki zaman dilimi olarak anlaşılmıştır. İbn Âşûr “ğudüv” kelimesinin "gidiş, “ravâh” kelimesinin de "dönüş" olarak anlamıştır. Görevini yapıp eve dönmenin rahatlığını, huzurunu anlatmak için dönüş yoluna “ravah” denmiş olabilir. Hz. Süleyman babasının geliştirdiği demiri savunmada kullanma teknolojisini gemilerle mazlumlara ulaştırmıştır. Bu limanlardaki demir ocaklarından anlaşılmaktadır. İnsanı yaşatmaya yönelik her adım paylaşılırken yok etmeye yönelik her silah mahkûm edilmelidir. Hz. Süleyman’ın ana akım rüzgârları çok verimli kullandığı “…bir aylık mesafeyi kat eden rüzgâr, Süleyman içindi.” ifadesi ile anlatılmıştır. Rüzgâra ve dalgalara karşı değil, onları arkalarına alarak hızla ilerlemeleri, doğal güçler ile savaşmak değil onlara teslim olarak ağır yükleri verimlilik ile nasıl taşıdıklarına dikkat çekilmiştir. Nitekim Ana Britannica ansiklopedisi de, Süleyman peygamberin denizcilikte ulaştığı noktayı şu cümlelerle aktarır: Hiram ile Hz. Süleyman'ın ortak deniz ticaret filosu, o çağda bilinen denizlerin neredeyse en uç noktasına ulaştı. Düzenli seferlerin bazıları gidiş dönüş üç yıl sürüyordu.
Kıtr, ham petrol, tuba, servi gibi ağaçların öz sularından ve kömürden elde edilen ısındıkça akışkanlığı artan koyu kıvamlı bir karışım olan katrandır. Kıtr kelimesi, aynı zamanda “su, yağmur ve gözyaşı” gibi sıvılar için de kullanılır. İlerleyişi tek sıra hâlinde ve kıvrımlı olduğu için deve kervanlarına da katar katar denilir. Katran olarak meal verilmesi Kurân’daki kullanımlara daha uygundur. Misal olarak “Onların gömlekleri katrandandır ve onların yüzlerini ateş sarar.” (İbrahîm: 50) Muhtemelen katranın hareketi kısıtlaması, saldırgan suçluyu cehennemde zapt etmesi manasında “…gömlekleri katrandandır.” şeklinde bir benzetme yapılmıştır.
Daha çok "su kaynağı" anlamında kullanılan ve birçok manası bulunan "ayn" kelimesi de bu bağlamda ham petrolün doğal olarak fışkırdığı kaynağı anlatır. İbn Âşûr burada ayn kelimesinin "güçlü ve tazyikli biçimde, suyun kaynağından aktığı gibi" manasında kullanıldığı kanaatindedir. Hz. Süleyman’ın yaşadığı coğrafyada topraktan kendiliğinden fışkıran ham petrol, bazı karışımlar ile katran hâline getirilip tıpkı zırh gibi kale duvarlarının aşılmasını önleyen kaygan, yakıcı bir sıvı olarak yine savunma hattında kullanılmıştır. Kaynar katran, saldırgan düşmanı geri püskürtmede, talan ve yağmada caydırıcı olmuştur.
Yabancı şeklinde meal verdiğimiz cinler; Hz. Süleyman’ın farklı kültür ve düşünme yeteneğine sahip, cin fikirli insanları, orijinal bakışlı ustaları, savunma ve sulh konusunda ikna ettiğini ve barış için beraber çalıştıklarını anlatmaktadır. Bu yardımlaşmayı yabancı kavme giden Zulkarneyn kıssasında da şöyle okumaktayız: “Artık bana kuvvetinizle yardım edin! Onlarla sizin aranıza çok sağlam bir yama yapayım.” dedi. “Bana demir parçaları getirin! İki kenarın arası aynı seviyede olunca üfleyin!” dedi. Nihâyet onu nar hâline getirince “Bana katran getirin, onun üzerine dökeceğim!” dedi. Artık onun sırtından aşmaya güçleri yetmez ve onu delmeye muktedir olamazlar.” (Kehf: 95-97)
Hz. Süleyman’ın emrinde “Rabbin izniyle” yani ıslaha yönelik çalışanlardan sulh ve selamet için değil de saldırı ve savaş için bu teknikleri sûistimal edenler çıkmıştır. Bunlar için âyetin sonunda bir uyarı yapılmıştır. O uyarı yapılan ifsadın dünyevî ve uhrevî cehennem ile sonuçlanacağıdır.
13- Ona mihraplar, temsiller, havuz gibi büyük çanaklar ve sabit kazanlardan dilediği şeyi yapıyorlar. Ey Dâvud ailesi, şükrederek yapın! Ve kullarımdan, çokça şükredenler pek azdır.
Cin denen bu yabancı ustaların Hz. Süleyman’a nasıl yardım ettikleri, onun emrinde neler yaptıklarından bu âyette bahsedilmiştir.
Meharib kelimesi mihrab kelimesinin çoğuludur. Mihrabın “köşk, kale” anlamı vardır. Esasında mihrab kalenin sahibinin vasfıdır. Çünkü o kaleyi koruma hususunda başkasıyla savunma savaşını oradan yapar. Zira mihrab, harb anlamına gelen bir kökten gelir. Bu da savaşta öncelikli olarak korunması gerekenin yönetim ve komuta merkezi olduğunu gösterir. Mihrab aynı zamanda camide imamın bulunduğu yere de denir. Namaz kılınan yere -sonradan- mihrab denilmesinin sebebi ise, imamın cemaati kıraat ve tekbirlerle yönlendirmesidir. Evin ön tarafının mihrap diye adlandırılması, mescidin mihrabına benzetilmesindendir. Hz. Zekeriya’nın da kavmini yönlendirdiği, komuta ettiği makam manasında “Mihraptan kavminin karşısına çıktı. Böylece onlara, sabah akşam tespih etmelerini vahyetti.” (Meryem: 11) şeklinde kullanılır. Ayrıca Hz. Dâvut’un yanına giren koyun sahipleri ile ilgili şöyle kullanılmıştır: “Ve o hasımların haberi sana geldi mi? Mihrâbın duvarına tırmanıyorlardı.” (Sâd: 21) Komuta merkezine ulaşmak için mihrabın duvarını aşmak gerekiyordu.
Heykeller" diye tercüme edilen "temâsîl" kelimesi boğa ve aslan gibi hayvanların temsilleri idi. Mitolojik varlıkların Süleyman peygamberin kalesini koruduğuna inanmaya meyyal olan o dönemin düşmanına karşı korkutucu bir savunma olmuşlardır. Tunçtan yapılmış boğa başları böğüren, ses çıkaran Apis öküzü anlatımı ile Samiri kıssasında da karşımıza çıkmaktadır. Heykeller hayvan seslerini simule eden borazan başları olabilir. Aslan ve boğa ikonlarının Eski ve Yeni Ahit’te sıklıkla kullanılması böyle bir fonksiyonel kullanıma dayanmış olabilir. Aslan temasının amacı onların dağların zirvelerinde kükreyerek gezdiğini göstermektir. Onu avlamak için gelen avcıların yaşadığı korkularını hatırlatma maksadı taşırdı. Bu yöntem disiplinsiz güruhları paniğe sürüklemek içindi. Öldürme amaçlı olmayan çavuş oku veya ıslıklı oklar, ayrıca özel mermiler de çıkardığı sesle düşmanın moralini bozma amacına yönelik hâlâ kullanılmaktadır.
Güçlü hayvan ikonları ile alâkalı Eski Ahit’te şu bilgiler vardır: Havuz üçü kuzeye, üçü batıya, üçü güneye, üçü de doğuya bakan on iki boğa heykeli üzerine oturtulmuştu. Boğaların sağrıları içe dönüktü.(1. Krallar 7.25- 2. Tarihler 4. 4) Dikkat edilirse her yönden gelecek olan düşmana yönelik bir konumlandırma yapılmıştır. “Havuz ve havuzu taşıyan on iki boğa heykeli.” (1. Krallar 7.44-2. Tarihler 4.15). “RABB’in Tapınağı için Kral Süleyman`ın yaptırmış olduğu iki sütun, havuz ve altındaki on iki tunç boğa heykeliyle ayaklıklar için hesapsız tunç harcanmıştı.” (Yeremya 52.20) Ayrıca Eski Ahit’te şöyle bir ibare de yer alır: “Ve altı basamak üzerinde iki tarafta 12 aslan duruyordu.” (I. Krallar 10. 20).
Kudur kelimesi tencere manasına gelen “kıdr” kelimesinin çoğuludur. Kıdr, ister çamurdan ister başka maddelerden yapılmış olsun, katranın kaynadığı kapları ifade etmektedir. Hiram, özellikle yıkama islerinde kullanılmak üzere kazanlar ve onları taşımak için on adet ayaklık yapmıştır. Râsiyât kelimesine “taşlar üzerinde sabit” anlamı verilmiştir. Yani bu kazanlar, büyüklüklerinden ötürü taşların üzerinde sabit kalırlar ve yerden yüksek ayakları sayesinde altlarında ateş yakılıp katranı ısıtmada kullanılırdı. Bu katran sabit olmayan havuz gibi büyük çanaklara aktarılır. Cifan kelimesi cefne kelimesinin çoğuludur. Cefne içine konanı muhafaza eden çanaklardır. Havuz manasındaki cevabi kelimesi cabiye kelimesinin çoğuludur ve derleme manasına gelen cibaye kökünden gelir. Hazırlanan ve ısınan katran bu fonksiyonel ve sabit olmayan çanaklarla hedefine boşaltılmaktaydı. Bu kısım Tevrat’ta şu şekilde yer alıyor: Hiram dökme tunçtan on arşın çapında, beş arşın derinliğinde, çevresi otuz arşın yuvarlak bir havuz yaptı. Havuzun kalınlığı dört parmaktı; kenarları kâse kenarlarını, zambak çiçeklerini andırıyordu. İki bin bat su alıyordu. (1. Krallar 7. Bab 23-26) Kurân Tevrat’ta havuz denen ifadeyi düzeltmiştir. “Ke el-cevabi” ile “havuza benzer çanaklar” demiştir. Bu havuzlara benzer çanaklar dökme tunçtan ve kenarları zambağı andıran ağızlar ile içindeki sıvının bir anda doğru hedefe boşaltılmasını sağlamaktadır. Yine sabit kazanlarda ısıtılan sıcak katran bu sabit olmayan fonksiyonel çanaklarla kale kapısını kırmaya çalışanları veya mihrabın duvarlarına tırmananları püskürtmeyi amaçlamış olması muhtemeldir.
“Ey Dâvut ailesi, yapılan her ameli şükrederek yapın!” Emri amelin sâlih olma şartını ifade etmektedir. Islahı hedefleyen her amel ancak şükür ile yapılandır. Şükür, nimetin sahibini tanımaktır. Nimet verenin makamını, yüceliğini, emrini ve ölçülerini kabul ettiğini amellerle belli etmektir. O makamdan gelen teklifleri benimsemektir. “Nankörlük” ile “küfür” Arapçada aynı kelime ile ifade edilir. Allah’ın nimetlerini örtmek, görmezlikten gelmek demek olan nankörlük, Allah’ı örtmek, tanımazlıktan gelmek demek olan küfre basamaktır. Nankörlüğün zıddı olan şükür, öncelikli olarak emanetçi olma bilinci ile başlar, paylaşımlarla ortaya konulur. Şükrün ilk yansıması Allah’ın Rabbliğine, terbiye ve yol göstermesi olan hidâyetine teslim olmaktır.
Hz. Dâvut ile başlayan ve Hz. Süleyman ile devam eden nimeti sulh ve selâmette kullanma iradesini Kurân şükür olarak isimlendirilmiştir. Sulhu sağlamanın ve hakkıyla şükrün, çalışma ve gayret ile olan bağlantısı kurulmuştur. Her şey gibi barış ve sulhun temini de bedava değildir. Nimet ve imkânları görmek, kanaat ve sabır şükürle sonlanan bir süreçtir. Kulların geneli, verilen nimeti bencilce tüketmeyi seçer. Ancak şâkir olanlar tüketmek için değil, üretmek ve yaşatmak için çalışanlardır. Ama maalesef “Allah’ın kullarımdan, çokça şükredenler pek azdır.” Nankör ve bencillerin şükürsüzlüğünden Hz. Süleyman’ın krallığı da zarar görmüştür.
14- Onun ölümüne karar verdiğimiz zaman ölümünün ortaya çıkmasına, sadece bulunduğu yerde debelenerek dayanağını yiyen ağaç kurdu delil oldu. Ancak yere kapandığı zaman, yabancılara belli oldu. Eğer gaybı bilmiş olsalardı, alçaltıcı azabın içinde kalmazlardı.
“Dabbetü’l-arz”, yerde debelenen demektir. Buradaki arz yani yer, dayanağın merkezidir, sistemin içidir. Bu şükürsüzler sistemin içinde, bulunduğu konumu sûistimal ederek devletin altını oymuş, farkında olmadan bindikleri dalı kestikleri için alçaltıcı azâbın içinde kalmışlardır. Âyette geçen “asa, dayanak” Hz. Dâvut ve Hz. Süleyman’ın savunma, sulh ve selâmet temeli üzerine dayanan şükür yönetimidir. İşte ana direği, omurgayı içten içe kemiren “dabbetü’l-arz” ise savunma ve korumak için geliştirilip gemilerle ulaştırılan bu teknolojiyi öldürme ve yok etmede kullanan cinler/yabancı işçilerdir. Yani köstebek, bu temel dayanağı uzun bir süreçte gizli gizli zayıflatan çıkarcı, basiretsiz cinlerdir. Bu durumu önemsemediği için engel olmayan da tahta o dönemde oturan cesettir. “Ve doğrusu! Biz, Süleymân’a fitne kıldık. Ve onun tahtı/kürsüsü üzerine ceset bıraktık. Sonra döndü ve dedi ki: "Rabbim, bana mağfiret et! Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir mülk hibe et! Muhakkak ki sen, sen Vehhâb’sın.” (Sâd: 34-35) ifadeleri buna işarettir. Hz. Süleyman vefat etmeden krallığın sonu ile ilgili yaptığı gözlem burada nakledilir. Onun kurduğu barış ve savunmaya dayanan üretim, zamanla mücadele ettiğinin tam tersine hizmet eder olmuştur. Bundan dolayı Hz. Süleyman mağfiret dilemiştir. Hz. Süleyman’ın getirdiği âyetlere, ilkelere sözde dayanan pasif bir kralın Hz. Süleyman’ın vefatından sonra tahta geçişi “ceset” olarak tarif edilmiştir. Bu benzetme Hz. Süleyman’ın hayırsız oğlu Rehoboam’dan kinayedir. Dâvut ve Süleyman’ın soyundan gelen Rehoboam isminin manası "insanlar için uğraşan" veya "halkın haklarını savunan, onları koruyan" anlamına geliyordu. Ancak Kurân’ın tabiri ile “kral görünümlü bir ceset”tir. Buradaki ceset benzetmesi kralın yaşatma ve korumaya değil, ölüme ve cesetlerin artışına sebep olduğunu anlatan bir gönderme de olabilir. Cinler de krallığın yavaş yavaş öldüğünü anlamamıştır. Süleyman’ın oğlu Rehoboam, edinilen insanı yaşatma, koruma prensiplerini bir kenara bırakmıştır. Bu değerin, bilginin saltanat ve zengin olma uğrunda tüketilmesine göz yummuş, tıpkı bir ceset gibi bunlara tepki göstermemiştir. Cinler de bu kukla ve pasif krallık döneminde bilgiyi ve tecrübeyi satmıştır. Saldırgan zâlimlerin güçlenmesi İsrail Krallığı’nın önce ikiye sonra da işgal edilip MÖ 720'de parçalanmasına sebep olmuştur. İşte, 12. âyetteki “sair ateş” olarak anlatılan azâbın tadılması, yaşatmayı değil öldürmeyi; talanı ve yağmayı hedefleyenleri bekleyen akıbettir. Krallığın diz çöküp yere kapaklanacağını eğer bu yabancılar önceden kestirebilseydi alçaltıcı azâbın içinde sıkışıp kalmayacaklardı. Yaşatan bir tekniğin, malzemenin yanlış ellerde nasıl öldüren bir silaha dönüşebileceğini yaşayarak öğrenmişlerdir.
15- Doğrusu Sebe için meskûn oldukları yerin sağında ve solunda iki cennet âyeti vardır. Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin! Tayyip belde ve mağfiret eden bir Rabb…
İki cennet âyeti; Sebe’nin bahçelerine ilişkin yolun sağında ve solunda kalıntıların, işaretlerin yani âyetin olduğu manasındadır. Sebe’nin cennetlerini besleyen ve günümüze kadar ulaşan sulama kanalları ve baraj duvarı kalıntıları UNESCO Dünya Mirası kapsamında koruma altına alınmıştır. Âyetin, Sebe’nin meskûn olduğu yerdeki kalıntılara dikkat çekmesi Kurân’ın sadece indiği dönemde değil, bundan sonraki asırları da kapsayan ilâhî mahiyetine ve beşerüstü oluşuna delildir.
Sebe/Seba, adını devletin kurucusu olarak bilinen Sebe b. Yeşcüb b. Ya‘rub b. Kahtân’dan alır. Bu kişinin isminin Abdüşems (güneşin kulu), savaşlarda esir olarak ele geçiren ilk Arap hükümdarı olması ve Yemen’e çok sayıda esir (sebâyâ) getirmesi sebebiyle kendisine Sebe lakabının verildiği söylenir (İslam ansiklopedisi). Bu lakap sonradan kurduğu şehrin adı olmuştur. Kurân’da birkaç yer hariç genelde kıssaların bağlamında geçen yerlerin adı verilmez. Mekke, Bekke, Babil, Mısır, Sebe Kurân’da ender olarak geçen yer isimleridir. Sebe kelimesi bu sûrenin haricinde Neml sûresi 22’de de geçmiştir. Müfessirlerimiz Sebe’nin neresi olduğunu elleriyle koymuşçasına tespit etmelerine rağmen, Neml sûresinde anlatılan Sebe kıssası ile Sebe sûresinde anlatılan Sebe kıssası arasında bir bağ kuramamışlardır. Onlara göre Sebe denilen yer aynı olsa da anlatılan olaylar birbirleriyle bağlantılı değildir. Yani Sebe sûresindeki kıssa kendi başına bırakılmıştır. Sebe kelimesi Kurân’da sadece 2 âyette geçer. İlk geçtiği yeri bir hatırlayalım: “Bunun üzerine çok geçmeden (kuşçu/hüdhüd) geldi. Böylece ‘Senin ihata edemediğin bir şeyi ihata ettim. Sebe’den sana kesin bir haber getirdim.’ dedi.” (Neml: 22) Kurân, Neml sûresinde Sebe’nin yükseliş nedenlerini, Sebe sûresinde ise dağılış ve çöküş nedenlerini anlatır.
Sebe, Güney Arabistan’da yer alan ve halkı ticaretle tanınmış bir ülke idi. Başşehri de, şimdiki Kuzey Yemen’in merkezi Sana’nın kuzeydoğusunda, takriben 55 mil mesafede olan Ma’rib kenti idi. Main krallığının yıkılışından sonra, MÖ yaklaşık 1100 yıllarında güç kazandı ve bin yıl boyunca Arabistan’da hüküm sürdü. Daha sonra, MÖ 115 yılında onların yerini Himyerîler aldı. Tevrat, İncil ve Zebur’da Sebe’den bahsedilmektedir. Tevrat’ın I. Krallar ve II. Tarihler kitaplarında kıssa edilmekte ve “Sebe” ile ilgili anlatımlara yer verilmektedir. Sebe’nin meskûn olduğu yer ticaretin ana damarı olan Baharat Yolu’nun üstüdür. Yemen kıyılarına gelen mallar gemilerden boşaltılır ve kara yolu ile Fenike ve Filistin kıyılarına, Mısır'da İskenderiye'ye ve Karadeniz'e farklı ürünlerin eklenmesi ile ulaştırılırdı. Her nimetin şükrü kendi cinsindendir. Sebeliler güneşi bol bir coğrafyada etkin ve doğru bir sulama ile cennet gibi bahçeler yetiştirmiş ve verilen nimetin şükrü ile tayyip bir beldeye kurmuşlardır. Zira şükür verilen nimeti doğru bir şekilde kullanarak başka bir nimete dönüştürme kabiliyetidir. Şükürsüzlük ise nankörlük, israf ve tüketimi artırır. Bir şehirde israf ne kadar aza indirilip kanaat ve şükür/teşekkür artarsa o belde tayyip bir belde sıfatını alır. Böylece Allah’ın nimetleri ve mağfireti o toplumda müşahede edilmeye başlanır. Şükür, paylaşım ve nimetlerin arttığı bir toplumda mağfiret dediğimiz bağışlanma ahlâk hâlini alır. İnsanlar birbirlerinin hata ve kusurlarını daha müsamahakâr karşılar. Ancak değerlere sırt dönerek şükürsüzlük eden Sebe, daha fazlasını istemeye, açgözlülüğe ve tekasüre sürüklenmiştir.
16- Oysa onlar sırt döndüler. Böylece onlara kötü huylu seli gönderdik. Ve onların iki cennetini; acı, meyvesiz ve az sedir ağacına dönüştürdük.
Hamt, acı ve tiksindirici demektir. Zeccâc şöyle der: “Yenilmesi mümkün olmayacak derecede acı olan her bitki hamt'tır.” Müberred de şöyle der: “İştah almayacak şekle dönüşen her şeydir. Süt ekşidiğinde ona da hamt denir. Kısaca dikenli ve meyvesi acı olan her çeşit ağaca hamt denir.”
Esi, meyvesiz bir ağaçtır. Sadece bazı zamanlarda meyve verir. Üzerinde, tadı ve özelliği bakımından meşe palamutuna benzer veya ondan daha küçük bir meyve bulunur. Ferrâ şöyle der: “Esi, tarfâ ağacının bir benzeridir. Ancak o, tarfâ'dan daha uzundur. Resûlullah'ın minberi ondan yapılmıştı.”
Sidr, iki türlüdür. Kendisinden faydalanılmayan ve tüketime uygun olan, su üzerinde biten, meyvesine nibk denilen, yaprakları sabun olarak kullanılabilen sidr ağacı varken meyvesi olmayıp yaprağı da sabun olarak kullanılmaya elverişli olmayan bir türü daha mevcuttur. (Bkz. Necm: 14, Vâkıa: 28) Aşırı ve kontrolsüz su, bu ağaç hürünü arttırmış olabilir.
Değerlere sırt dönmek bir önceki âyette ifade edilen Rabbin rızkından şükürle istifade etme amacını göz ardı etmektir. Tayyib bir yaşamı sağlayacak olan kuralları bir kenara bırakıp zevkusefaya düşmektir. Gizliden gizliye toplumda yaygınlaşan şükürsüzlük hâli bazı felâket ve kriz anlarında aşikâr olmuştur. O felâketin adı da “seylü’l-arim”dir. Arim kelimesi Kurân’da sadece bu âyette geçen orijinal bir kelimedir. Müfredat’ta arim; huyun kötü ve sert oluşunun dışa yansıması olarak tanımlanır. Lisânü’l-ʿArab, “ʿarm” maddesinde, “set, baraj; büyük sel ve şiddetli yağmur” olarak anlatır. Arim’in Sebe vadisinin adı olduğu, tarla faresine arim dendiği, fareler tarafından delinip yıkıldığı için sete bu adın verildiği de nakledilir (Kurtubî). Aslı yıkıcı etkisi olan suyun bir setle engellenmesidir. Sebelilerin cennet gibi olan bahçelerinin verimini sağlayan kurallara, emeğe, onarım ve bakıma sırt dönmüş ve setteki zafiyetler bir felakete sebep olmuştur. Bu orantısız su baskını Sebelilerin yıldan yıla eski saltanatlarını kaybetmelerine sebep olan fitili ateşlemiştir. Sebeliler hâllerinin hâlit kalması ve tekrar bölgenin meliki/söz sahibi olmak için daha verimli topraklara gözlerini dikip komşuları ile savaşlara girmiştir. Sebe hükümdarlarının üçüncüsünün zamanında MÖ 740 yılı civarında komşularıyla başlayan savaşlar, “mukarribü Sebe” unvanı taşıyan, Sebe’ye yakınlığı ile bilinen hükümdarların sonuncusu ve melik unvanı taşıyanların birincisi olan Kariba-il Vitar zamanında şiddetlenmiş ve Sebe’nin yasak ağaçtan yemesi demek olan komşularının hakkına girmesi, krallık için sonun başlangıcı olmuştur. Şükürsüzlük ve tekasür hastalığı hem insanları hem de toplumu içten içe çürütür. Çoraklaşan arazi, toplumun sonunu birden değil, yavaş yavaş bir süreçle getirmiştir. O nedenle “…biz gönderdik.” gibi çoğul bir ifade seçilmiş, Allah’ın yasalarına sırtını dönmenin acı faturası bir ibret olarak hatırlatılmıştır.
17- Örtenlere karşılığını işte böyle veririz. Biz, örtenlerden başkasına karşılığını verir miyiz?
13. âyette “Ey Dâvud ailesi, şükrederek yapın! Ve kullarımdan, çokça şükredenler pek azdır.” 15. âyette de “…şükredin” emrinin arkasından burada gelen “keferu” ifadesi, nimeti şükürsüzlükle ve nankörlükle örtmek anlamındadır. Nasıl ki Hz. Süleyman’ın dayandığı değerlerin (asanın) içi oyulup zamanla İsrail krallığı dağıldı ise Melike Belkıs ile Hz. Süleyman’ın getirdiği değerlere/âyetlere tâbi olan Sebe krallığı, felâketin de etkisi ile değerlerine, üretime sırt dönmüş, savaş seferlerine ağırlık vermiştir. Bu yozlaşma yıkımla sonuçlanacaktır.
Ceza kelimesinin kökü “c-z-y”dir. Yeterli karşılık demektir. Ehlinden alınan dengi vergiye de bu nedenle cizye denmiştir. Burada yine çoğul bir kullanım yapılmıştır. Kurân başa gelen kötü durumların, insanların kendi kötü tercihlerinin tam karşılığı olduğunu sorduğu şu soru ile hatırlatır: “Biz, örtenlerden başkasına karşılığını verir miyiz?” Allah’ın psikolojik, sosyolojik, ekonomik, hülasa mahlûkata koyduğu bu yasalardan hiçbir güç ve yıkılmaz sanılan hiçbir toplum âri değildir. Hakikati örten kim olursa olsun bedelini öder.
18- Ve onlarla bereketli kıldığımız kasabaların arasındaki kasabaları sırt sırta kıldık. Ve orada gece gündüz güvenli seyrüsefer yolları takdir ettik.
Sebeliler ile bereketli beldeler arasındaki güvenli ticaret yolları sayesinde yol üstünde birçok kasaba kurulmuştur. Zâhireten kelimesi bağlamında Katade'den gelen rivayete göre o köyler, kasabalar sırt sırta vermişlerdi ve birbirlerine de yakındılar. Yani o köylerin birinde duran bir insan karşısındaki köyün bir kısmını görürdü. Bu da köylerin birbirlerine çok yakın olması manasına geliyordu. Dolayısıyla Yemen-Suriye yolu üzerinde birbirine yakın, kolayca bulunan ve konaklama ihtiyaçlarına cevap veren seçkin kasabalara işaret edilmiştir. Sebe’nin Melike Belkıs döneminde ülkenin gücüne güç katılmasının, büyüyüp güçlendirmesinin bir sebebi de istişareye dayalı, çevresindeki kabile ve kavimlerle olan dayanışması ve uyumu idi. “Gerçekten ben, onlara melik olan bir kadın buldum. Ona, her şeyden verilmiş ve onun azîm bir arşı var.” (Neml 23) âyeti buna işaret eder. Sebe’nin Selçuklu’daki uç beyleri gibi yakın beldelerle işbirliği içinde büyüdükleri anlatılmıştır. Uç beyi unvanı, sınırın ötesinde bulunan düşmana karşı savaşan komutanlar için kullanılırdı. Sebe’deki bu bereketli dayanışma ve paylaşım, hem ticaret için olmazsa olmaz olan güvenliği sağlamış hem de kasabaların sayısını arttırmıştır. (Belkıs’ın çevresindeki yöneticilerle istişaresi için bkz. Neml:32-34) Ticaret güzergahları için en önemli kriter güvenliktir. Bu emin olma durumu, sadece insanların vereceği zarardan ziyade yolun tabiat olaylarına karşı da nispeten daha güvenli bir rotada seçilmesidir. Bu ifadeler Baharat Yolu’nu tarif etmektedir. Sebe’nin gücüne güç katan yol üstündeki ve sınır boylarındaki bu komşu kabilelerdi. Belkıs’tan sonra bu durum bir süre daha devam etti ancak MÖ V. yüzyıldan sonra Hemdân kabilesi Sebe’nin yaptığı saldırılara karşı etkili bir savunma gösterdi, ülkede çıkan karışıklıklar Reydânlılar, Hadramutlular, Katabânlılar ve Himyerîler’i harekete geçirmiştir. Hânedan mensupları arasındaki hem ihtilâflar yüzünden çıkan iç savaşlar ve sıkıntılar hem de intikam almak isteyen düşmanların sayısı her geçen gün artmıştır. MÖ II. yüzyılın ortalarında iktidarı ele geçiren Hâşidîler çeyrek asır hüküm sürebilmiş, Sebeliler tahtlarını geri almayı başarmışlarsa da ancak on yıl daha dayanabilmişlerdir. Bu defa Sebelilerin akrabalarından olan Himyerî kabilesinin lideri Yeşerha b. Yahdup Sebe’yi ele geçirmiş ve Melikü’s-Sebe ve Zû Reydân unvanıyla Himyerî Devleti’ni kurmuştur. (MÖ 115) Böylece yaklaşık beş yüzyıl devam eden Sebe Devleti’nin yükselişi Melike Belkıs ile altın çağını yaşamış, melikler döneminde parçalanıp sona ermiştir. Şimdi Kurân, meliklerin çöküşünü hızlandıran zihniyetlerini bir ibret vesikası olması için anlatacaktır.
19- Oysa onlar dediler ki: "Rabbimiz, seferlerimizin arasını uzak kıl." Ve kendilerine zulmettiler. Böylece onları efsanelere konu kıldık. Ve onları tamamen parça parça dağıttık. Muhakkak ki bunda, çok sabreden ve çok şükredenler için elbette âyetler vardır.
Seferlerin arasını uzatma isteği savaş seferleri ile daha fazla ganimete konma, yağmalama ve talan etme zihniyetidir. Tarımsal üretime nazaran daha istikrarsız ve ani rant yükselişlerine sebep olan ganimetçi bakışı aslında Sebe için sonun başlangıcı olmuştur. Sebelilerin her yönden darmadağın oluşları ve sonları herkes tarafından bilinmekteydi. Bugün bile Araplar bir topluluğun zirveyi görüp şükürsüzlük ile tamamen dağılışından bahsetmek istese Sebelileri örnek gösterir.
Âyetin metnindeki “ehâdîs” kelimesi “efsane” manasına gelen “uhdus” kelimesinin çoğuludur. Bu kelime Sebe’nin kadim geçmişine âtıftır. Her ne kriz ve felâket olursa olsun ilkeleri terk etmeden onları sabırla savunmak ve mevcut imkânlar ile verileni tüketen değil, üretim demek olan şükürle onları çoğaltan toplumlar başkalarının emeğine göz dikmezler. Oysa savaştan beslenenler, başkasının kaynaklarına göz dikenlerdir.
20- Ve doğrusu İblis'in, onlar hakkındaki zannı doğrulandı. Böylece müminlerden bir fırka hariç ona tâbi oldular.
İblis kelimesi; hayırsız olan, zarara uğrayan, iflas eden, kibrin şaşkına çevirdiği manalarına gelmektedir. İblis kelimesi Kurân’da 11 yerde geçer. İblis zanda bulunan bir mahlûk iken, şeytân bir sıfattır. İblis, şeytânsı düşünce ve duygularına uymuş ve kibirlenmiştir. Onu yoldan çıkaran haksız olması değildir. Zira insan fesat çıkarıp kan dökmüştür. (Bkz. Bakara: 30-34) Bu âyetten de anlaşılmaktadır ki İblis’in zannı doğrulanmıştır. Bu da gösteriyor ki haklı olmak, bizi şeytânî duygu-düşüncelerden veya kibirden her daim korumuyor. Hatta İblis’in bu konudaki haklılığı kibrini beslemiştir. Kişi haklı da olsa bazen haddini bilip geri adım atmalıdır. Bu adım onu kibirden koruyan ve tevazuya yaklaştıran bir ahlâkın meyvesidir.
İblis’in insanlar ile alâkalı diğer zannı için İblis kıssasına bakmak şarttır. Zira Sebe sûresinde bu kıssaya sadece küçük bir âtıf yapılmıştır. İblis kıssasında “Kendisine cennet verilmiş Hz. Âdem ve eşi varken burada kendisine iki cennet verilmiş Sebe toplumundan bahsedilir. Hz. Âdem ve eşi Allah’ın yasakladığı ağaca yaklaşmış ve Allah’ın hudutlarına riayet etmedikleri için cennetlerinden olmuşlardır. Sebe melikesi Belkıs kimsenin toprağına göz dikmemiş, kendi toprakları için gelenlere hediyelerle karşılık vermiştir. Ama Belkıs’tan sonrası iblisi haklı çıkaracak şekildedir. Hz. Âdem ve eşi Arâf sûresi 23’te “Dediler ki: ‘Rabbimiz, biz kendimize zulmettik.’ ” cümlesini kurarken 19. âyette Sebeliler için yine “…kendilerine zulmettiler.” şeklinde bir ifade yer almıştır. İblis’in zannının ne olduğunu anlamak için nüzulde daha önce inen Arâf 17’ye bakmak gerekir: “Sonra, elbette onlara, önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim ve onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.” Sebeliler hem içten hem dıştan dört bir yandan kuşatılıp darmadağın olmuşlardır. “Çok sabreden ve çok şükredenler için âyetler vardır.” şeklinde bir ifade seçilmiş ve Sebe’nin dağılışı, tıpkı Âdem kıssasında olduğu gibi sabırsızlık ve şükürsüzlüğe bağlanmıştır. Zaten 15. âyette Sebeliler için “Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin!” emri ile kıssa başlamıştır. Âdem kıssasında da “Dedik ki: ‘Ey Âdem! Sen ve eşin şu cennette yerleşin. Oradan dilediğiniz yerden bol bol yiyin; ancak bu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz.’ ” (Bakara: 35) ifadeleri yer alır. Sebe 13. âyette ise “Ey Dâvud ailesi, şükrederek yapın! Ve kullarımdan, çokça şükredenler pek azdır.” ifadesine karşılık burada bu azlığı müminlerden bir fırka olarak tarif etmiştir. Bu fırka Hicr 39-40’ta şöyle anlatılır: “İblis dedi ki: ‘Rabbim! Beni azdırman sebebiyle onlara yeryüzünü süsleyeceğim ve onları topluca azdıracağım. Onlardan muhlis kulların hariç!’ “ O muhsin yani ihsan eden kullarda, başkasının ağacında gözü olmayan mümin fırkadır. Hicr sûresi 41 konuya şöyle devam ediyor: “Dedi ki: ‘İşte bu, müstakîm üzere olan yoldur.’ Muhakkak ki -azanlardan sana tâbi olan kimseler dışında- kullarım üzerinde senin bir sultanlığın yoktur.” Bu anlatım Sebe 21’den itibaren aynen devam eder:
21- Ve âhirete inanan kişi ile onda ikilem içinde olanları bilmemiz içindir. Onun onlar üzerinde bir sultanlığı yoktu. Ve senin Rabbin ise her şeyin üzerinde hafîzdir.
Bazı müfessirler "aleyhim" kelimesindeki zamirin Sebe halkına döndüğünü söylemekle beraber bazıları ise mutlak sûrette insanlara döndüğünü belirtir (Taberî). İblis kıssası üzerinden insanlığın ortak zaaflarına, Sebe üzerinden de toplumsal zaaflara dikkat çekildiği anlaşılmaktadır. Âhirete inanan ile ikilem içindeki kişiler arasındaki hayata bakış farkı Sebe üzerinden örneklendirilmiştir. Âhiretten kuşku gelecek, aç kalma korkusu ve umutsuzluktur. Bu durum dünya için her şeyi göze almak ile sonuçlanır. Geleceğe güven yani imânla bakanlar daha paylaşımcı ve emin iken, ikilem ve gitgeller içinde yaşayanlar daha korkak ve saldırgan olurlar. Dünyanın albenisi/süsü insanları hakka girip suç işlemeye teşvik eder. Âhirete inanan kişi; iyiliğin, paylaşmanın, erdemin değerini bilip geleceğe güvenle yürüyenlerdir.
Li-na‘leme “Bir olay gerçekleşsin de ondan sonra bileyim.” anlamına gelir. Allah bir olaydan sonra mı bilir, yoksa hep mi bilir? Âyete bakıldığında “…bilmemiz için” ifadesinin tekil değil çoğul olduğu görülmektedir. Allah’ın mutlak bilgisi değil, meleiala/nahnunun bunu zamanla tıpkı İblis gibi bilmesi, anlaması, öğrenmesi manasındadır. Allah geçmiş ve geleceğin bilgisini unutmaz, bilir. Rabb her şeyin hafızıdır, her şeyi muhafaza edendir. Dolayısıyla zamanla bilgilerin kaybolması el-Hafîz olan Allah için söz konusu değildir. O zamandan münezzehtir. Allah; âlimulgayb, (gaybı bilen) allamülguyuptur (geçmiş ve gelecek bilgisine sahip olandır), varlıkların geçmiş ve geleceklerini bilir. “yalemu ma beyne eydiyhim vema halfehüm” (Bakara 255, Hac 76)” ve Alîm” sıfatları; Hadîd: 22, Fâtır: 11, Neml: 74,75, Enâm: 59, Hac: 70 ve Allah’ın, Kurân’da, geleceğe yönelik bilgiler verdiği diğer âyetler ışığında bu âyet anlaşılmalıdır. Zaten “aleme, ya’limu, ilm, alâmet, alem” formunun anlamı, “yüksek bir yere herkes görsün diye bayrak asmak; göstermek, hayvanları dağlayarak işaret koymak”tır. (Lisan ve Tac.) Bu “biz bilelim diye” ifadesinin içine meleiala girdiği gibi insanın kendisi ve diğer insanlar da girer. Dolayısıyla ifadeyi “Herkes hakikati bilsin.” diye şeklinde çoğul anlamak gerekir. Zaten âyetin sonu “…ve senin Rabbin ise her şeyin üzerinde hafîzdir.” şeklinde bittiği için âyet bu biz kullanımının içinden Rabbi hariç tutmuştur.
Hafîz kelimesi, “herhangi bir şeyi korumak, görüp gözetmek, ezberlemek, ihmalkâr ve gafil davranmayıp uyanık bulunmak” anlamındaki hıfz mastarından isimdir. Hıfz sözlükte “ezberlemek, zihinde tutmak, saklamak, bilgiyi korumak” anlamlarına gelir. (Hûd: 57, Yûsuf: 64, Enâm: 104) İnsanın ve ülkelerin bir arada barış içinde yaşamalarını sağlayan evrensel değerlerdir. İnsanlık hafızası bunları unuttuğunda cennet gibi olan dünyamız savaşlarla cehenneme çevrilmiş ve “Mülk Allah’ındır.” ilkesine şirk koşulmuştur.
22- De ki: "Allah’ın astında olduğunu zannettiklerinizi çağırın!" Göklerde ve yerde zerre-i miskal bir şeye malik değildirler. Onların, o ikisinde bir ortaklığı yoktur. Ve O'nun, onlardan bir arka çıkanı da yoktur.
“Onlar” ifadesiyle kastedilen aracı şefâatçi ilan edilenlerdir. Onların o ikisi arasında yani dünya hayatında insanlar üzerinde zannedilen bir etkisinin olmadığı, Allah ile bir ortaklık anlaşması yapmadıkları ifade edilmiştir. Âyette konu edilen sözde aracıların neler olduğu ise başka âyetlerde bildirilmektedir. Bunlar; putlar, melekler, azizler, bilginler, rahipler, hahamlar, Meryem oğlu Mesih ve ilâhlık niteliği verilen canlı-cansız şeylerdir. Kullar ile Allah arasına giren her şeyin içine kişinin kendi nefsi bile girebilir. Aslında şirkin özü nefsanî menfaatlerdir. Bu kısa süreli çıkarlar, uzun vadede şirk koşana ve topluma çok zarar vermektedir.
İnsanı insana ve eşyaya kul eden herkes ve her şey şirk kavramın kapsamına girmektedir. Hatta hürmet adına Allah’a yalvarıp durulan türbeler ve yatırlar da bunun içine girer. Toplumumuzda birçok kimsenin “Falanca türbeye gittim, filanca hazrete yalvardım, adakta bulundum, çocuğum oldu, kızım evlendi, borçlardan ve sıkıntılardan kurtuldum, totem yaptım, bana şu obje veya şu hareketler uğurlu geliyor.” şeklindeki sözleri herkesin malumudur. Dünyada zerreyi miskal bir etkisi olmayan çocuksu inanç ve tavırların abartılıp Allah’ın katında bile şefâat edeceği inancı da şimdi ele alınacaktır.
23- Ve O’nun katında, izin verdiği kimseden başkasına şefâat fayda vermez. Onların kalplerinden endişe giderilince dediler ki: "Rabbiniz ne buyurdu?" Dediler ki: "Hakkı buyurdu ve O; Âli’dir, Kebir’dir.”
Buradaki diyalog, kalplerinden korkunun giderildiği cennetlikler arasında gerçekleşen bir diyalogdur. “Cennete girin! Size korku/endişe yoktur ve mahzûn da olmayacaksınız.”(Arâf: 49) âyeti bu korku ve endişenin giderileceğine işaret eder. Cennetliklerdeki korku ve endişe aslında onların dünyada edindikleri bir ahlâktır. Zira muttakî, Allah’ın rızasını kaybetmekten endişe eden, kötülüklerden sakınan ve hesap gününde mahcup olmaktan korkan sorumlu kişilerin bir sıfatıdır. Bu âyette cennetliklerin konuşmaları üzerinden dünyadaki şefâat inancı reddedilmektedir. Şefâat; Arapçada ‘’çift’’ anlamına ‘’şef’’ kökünden “bir şeyi ikileme veya çiftleme” anlamına gelir. Geniş anlamında ise “bir işte başka bir kişinin yardımını ve aracılığını isteme” dir. Burada dünyevî aracılıkların ve kayırmaların din gününde kesinlikle olmayacağı hatırlatılır. Kurân Mekkeli müşriklerin, şefâatten kaynaklanan şirk inançlarını ortadan kaldırmak için tevhit dinini inşa etmiştir. Şefâat inancı Mekkeliler tarafından bilinen ve körü körüne savunulan bir inançtı. Oysa İslam şefâat fikrini/zannını beslemez. Tam aksine var olan bu anlayışı ortadan kaldırmaya yönelik âyetler barındırır. Şefâatten bahseden 26 âyetten, 22’si bu nedenle Mekke’de inmiştir ve buradaki gibi olumsuzdur. Bu realite bile tek başına, Mekkelilerin şefâat inancının tamamıyla yok edilerek yerine tevhidin ikamesi maksadını gösterir. İlk inen sûrelerden olan Müddessir 48’de şefâatin konu edilmesi, şefâat inancının temel bir müşrik inancı olduğunu göstermektedir. Maalesef bu âyetlerdeki “izin verilenler” ifadesi, şefâat edecek olanlar şeklinde anlaşılmış ve bu hatalı algı üzerinden meal verilmiştir. Oysa âyetler zannedildiği gibi olsaydı Allah Resûlü Mekkeli müşriklerin şefâat ile alâkalı inançlarını güçlendirmiş olacaktı. Zira Kurân’da şefâat edecek olanların bir listesi yoktur. Böyle muğlak anlayışlar müşriklerin -tevhit gibi net bir konuda bile- kendi inandıklarının Rabbden izin aldığını savunmalarına ve şefâat edeceği zannına destek vermek olacaktır. Ancak burada “Şefâatçiler ne buyurdu?” değil “Rabbiniz ne buyurdu?” şeklinde bir soru vardır. “Rabbimiz hakkı buyurdu.” cevabı “Herkese hak ettiğini verdi.” manasına gelir ki bu anlatım şefâat/yani birilerinin kayırması, desteği veya torpili ile kurtulma inancına aykırıdır. Şefâat inancında ise hak eden hak ettiğini değil, şefâatçiler sayesinde hak ettiğinin fazlasını alır. Bu âyette en önemli nokta “Onun katında izin verdiği kimseden başkasına şefâat fayda vermez.” ifadesidir. İnsanların katında yani dünyada birçok işte aracılar/şefâatçiler olabilir. Bunu zaten Kurân Medenî bir sûre olan Nisâ sûresinde söyler: “Her kim güzel olan için şefâatte bulunursa ona ondan bir nasîb olur, her kim de kötülüğe şefâatte bulunursa ona da ondan bir pay olur, Allah her şeyin azığını verendir.” (Nisâ: 85) Ancak Allah’ın katında insanların cennete gitmesi veya cehennemden kurtulması gibi hükümler sadece Allah’a aittir. Böyle bir durumda zaten aracılık söz konusu değildir, şefâatçilere ihtiyaç da yoktur. Dolayısıyla âyette “izin verilenler müstesna” denirken bunların şefâat edecekler olanlar değil, şefâate nail olup kalplerinden korkunun gittiği cennetlikler olduğu anlaşılmaktadır. Allah hak edene hak ettiğini verdiği için cennetlikler “Rabbimiz hakkı buyurdu.” şeklinde bir cümle kurarlar. O yüzden Allah aracı/şefâatçi put inançlarından âli ve onların haksız ve adâletsiz zanlarından kebirdir. Kişiye şefâat edecek olan sadece ve sadece kulun dünyada yaptığı amelleridir. Niteliğine bakılmaksızın bu ameller cehenneme düşmede şefâat edebildiği gibi cennete girmede de şefâat edecektir. Çünkü “Her nefis, kazancı ile rehinedir.” (Müddessir: 38; Tûr: 21) Dünyada iyi işlerde aracılık/şefâat edenler olduğu gibi kötü işlere aracılık edenler de vardır. Peygamberler dünyada yaşarken iyi, sâlih ve hayırlı işlerde şefâatçi olmuşlardır. Ancak Allah’ın katında bu tarz aracılık ve avukatlıklar, fidye ve torpil asla olamaz. Peki Yûnus 3. âyeti nasıl anlamalıyız? Yûnus 3. âyetteki “Allah’ın izni olmadan hiç kimse şefâatçi olamaz.” ifadesi şefaatçilere referans için okunurken neden başı okunmaz? Aslında bu âyet Kurân’ı doğru anlama açısından ibretlik bir örnektir. “Muhakkak ki sizin Rabbiniz Allah’tır. Gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra arşa istiva etti. Emri düzenler. O’nun izni olmadıktan sonra bir şefâatçi yoktur. İşte bu Allah, sizin Rabbinizdir. Artık O’na kul olun. Hâlâ tezekkür etmez misiniz?” Görüldüğü üzere âyette âhirete ilişkin hiçbir ifade yoktur. Allah’ın emri düzenlemesi dünyevî oluş ve bozuluş gibi irâdelilere verilen seçme hakkını da kapsar. Bu şeçim hakkı gereği, insan iyi veya kötü işlerde şefâatçi olabilmektedir. Ancak imtihanın olmadığı din gününde bu tür seçimlerden ve aracılıklardan asla söz edilemez. Allah hak edene hak ettiğini verdiği için aliyyu’l-kebîr’dir. Ancak bu şuur şefâate iman eden müşriklere ahirette değil dünyada lazımdır. Artık orada bu hakikati anlamanın hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü “Doğrusu hiçbir günahkâr, bir başkasının günahını yüklenmez. Ve muhakkak ki insan için, emeğinden başka bir şey yoktur. Ve muhakkak onun emeği yakında görülecektir. Sonra ona tam karşılığı verilecektir. Ve muhakkak son durak ancak Rabbinedir.” (Necm: 38-42) Bu âyetler âhirette insana yardım edecek olanın sadece ve sadece kişinin kendi çalışması ve amelleri olduğunu net olarak anlatmaktadır. İnsana sadece amelleri cennet veya cehenneme girmede şefâat edebilir. Şefâatçilerin Allah’ın mülkünü idarede söz sahibi olması İslam dışı bir zandır. Allah kendisine bir yardımcı da atamamıştır. Nasıl olur da bu ilâhlar ve şefâatçiler insanın ebedi hayatını belirleyip en hayatî meselede karar mekanizmasına müdahale eder ve sonucu değiştirebilir?
24- De ki: "Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kim?" De ki: "Allah! Ve muhakkak ki biz veya siz, mutlaka ya hidâyet veya apaçık dalâlet üzerindeyiz.”
Mekkeli müşrikler dünyadaki şefâatçilerinin onların rızkını kontrol ettiğine inanırdı. Putlara, azizlere veya uyduruk ilâhlarına yaptıkları tazim ve ibadetlerin sonucunda dünyada rızık kapılarının açıldığına, bunları yapmadıklarında rızkın kesileceğine inanmışlardır. Hatta bu rızıklandırma görevinin âhirette de devam edeceğini savunurlardı. “Ve Allah’ın astında onlara fayda ve zarar vermeyen şeye kulluk ediyorlar. Ve ‘Bunlar, Allah’ın katında bizim şefâatçilerimiz.’ diyorlar. De ki: ‘Yeryüzünde ve semâlarda bilmediği bir şeyi Allah’a mı haber veriyorsunuz?’ O, Subhân’dır, onların ortak koştuğu şeylerden yücedir.” (Yûnus: 18) Sebe 24. âyetin sonundaki “De ki: Biz veya siz, mutlaka ya hidâyet veya apaçık dalâlet üzerindeyiz.” ifadesi son derece manidardır. Müşriklerin akıl dışı şefâat inancına karşı Kurân’ın “ya biz ya da siz dalâlettesiniz veya ikimizden biri hidâyette/haklı demesi” konuyu nasıl ele almamız gerektiğine dair çok kıymetli bir tebliğ usulü öğretmektedir. Yıllardır peygamberlerin, sâlihlerin, duvarın altında kalanın, doğum yapanın, hafızın, şehidin vs. şefâat edeceğine inanmış birini bu emeksiz kurtuluş mantığından uzaklaştırmanın hemen olamayacağını âyetteki üslûp anlatmaktadır. Kendini tevhit gibi net bir konuda bile şirk koşan muhatabından yukarda görmek aslında kibirdir. Böyle bir üstenci bakış müşrikleri düşündürmek bir kenara onların, şefâat inancına daha da sarılıp bu mantıksız ve adâletsiz zannı savunmalarına sebeptir. O yüzden “Dediklerimi bir düşünün!” durumuna âyet konuyu getirerek zihinlere soru işareti bırakmaktadır. “Eğer ben yanlışsam beni düzeltin, eğer siz yanlışsanız kendinizi düzeltin!” kıvamında tartışmanın ilerlemesi sonuç almak bakımından en verimli, fıtrî ve Kurân’î olandır. Şefâate birinin yaptığı hatayı başka birinin af ettirmesi söz konusu olduğundan Kurân şimdi aşağıdaki temel prensibe âtıf yapacaktır.
25- De ki: "Bizim işlediğimiz cürüm size sorulmaz ve sizin amelleriniz de bize sorulmaz."
Kurân "ecreme" (cürüm işledi) fiilini, resûle ve müminlere isnat ederken, onlar hakkında ise “te’lemûn” (yaptıklarınız, amelleriniz), ifadesini seçmiştir. Bu üslûp Kurân’ın suçlayıcı bir dil kullanmamayı müminlere öğretmesi açısından çok kıymetli olan bir iletişim tekniğidir. Bu ifade tartışmada, son derece insaflı ve yumuşak bir ifadedir. “Ona yumuşak söz söyleyin.” (Taha:44) hitabı da buna örnektir. Zemahşerî şöyle der: “Bu ifade öncekinden daha vurgulu ve daha insaflıdır. Çünkü burada, suç işlemek müminlere, amel de müşriklere isnat edilmiştir.”
Müşriklerin aracı, kayırıcı, şefâatçi inancı onların dünyevî suç ve cürümlerinde artışa sebeptir. Doğruluk, dürüstlük ve sâlih ameller ile değil de şefâatçiler eliyle kısa yoldan kurtulma inancı kişinin günaha karşı hassasiyetini öldürür. Din gününde birilerinin gölgesinde, himayesinde kurtulma inancı, dünyada da torpil ve hak etmeyene referans olup adam kayırma olarak karşımıza çıkmaktadır. Kurân’ın tabiri ile torpil yapan ve yaptıran mücrimdir. Kurân kimsenin günah yükünü kimsenin taşımayacağı temel prensibini burada da hatırlatır. Bu bakış, sorgulayıcı ve hesap sorucu bir üslûptan mümini korur. Âhirette birilerinin şefâat edeceğini inkâr edenler de ona iman edenler de bu konuda ne suçlayıcı ne tekfir edici ne de ötekileştirici bir tutum içinde olur. Kurân’dan bîhaber olanlar “şefâati inkâr” diye bir kategori uydursalar da Kurân ehli müminler, cehâletle şefâati savunanları asla müşrik ilan edemezler. Zira onu sadece âlemlerin Rabbi bilir.
26- De ki: "Rabbimiz bizi cem edecek, sonra hak ile fethedecektir. Ve O; Fettah’tır, Alîm’dir.”
Fettâh; eşsiz ve benzersiz açan, tüm kapalı kapıları her tür açan, davaları hakkaniyetle hükme bağlayan demektir. İnsanın sorun çözüp davaları sonuçlandırma kabiliyeti bu esmanın yansımasıdır. Bu isim ayrıca Allah'ın kullarına rahmet ve rızık kapılarını açması, kulların birbirlerine kapattıkları kapıları, ihtilafları ve düğümleri çözmesi manasındadır (Arâf: 89). Fettâh ve Alîm esmalarının yan yana gelmesi, fethin ancak ilimle olacağının beyanı ve işaretidir. İnsanların kalplerindeki kapalı kapıları, akıllarındaki çıkmazları ilmin hakikati ile doğru bir üslûp ve yöntemle açanlarda el-Fettâh esması tecelli etmektedir. Suçlayıcı bir bakıştan uzak durup onları düşündürerek ikna edenler hakikatlerle muhatabını fethedenlerdir. İnsanlara yeni rızık ve düşünce kapılarını açan fatihlere bu ümmetin her daim ihtiyacı vardır.
27- De ki: "Ortaklığa dâhil ettiklerinizi bana gösterin. Hayır, bilakis O Allah; Azîz’dir, Hakîm’dir.”
Kurân’da şirk, insanları bölen ve parçalayan bir inanç olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira şirk, özü itibariyle ortakların, birçok ilâhın içinde olduğu dağınık dimağların oluşturduğu bir inançtır. Tevhit insanlara izzet katan bir adâlet ve eşitlik sunarken, şirk hiyerarşik yapısı gereği köleler, aracılar ve efendiler şeklinde toplumu böler ve sınıflandırır. Tevhitte Allah katında her kul eşit iken, şirk sisteminde kimin ilâhı daha güçlü ise o diğer kabilenin veya grubun üstündedir. İlâhın gücünü kavmin gücü belirler. Güçlü grubun ilâhına zayıf olanlar tapamaz. Zulmedemeyen grupların daha zayıf ve daha aşağıda putları olmak zorundadır. Bu zaafa uğratılan ve ezen, kibirli grupların birbirlerini suçlamaları 31. âyetten itibaren âhiretten sahneler ile verilecektir. Burada resûl hiyerarşik olan ve âdil olmayan bu kast sisteminin kaynağını işaret etmek için sizi darmadağın eden o ilâhları “…bana gösterin!” demektedir. Bir sonraki âyette tevhitle müjdeleyip şirkle uyararak toplumu nasıl bir araya getirmesi gerektiğinden şöyle bahsedilir:
28- Ve biz, seni müjdeleyici ve uyarıcı olup insanları bir araya getirmen dışında başka bir şey için göndermedik. Fakat insanların çoğu bunu bilmez.
Âyete genelde “tüm” insanları müjdelemek ve uyarman için gibi mealler verilmiştir. Ancak bu âyette “küllühüm” değil “kaffeten” kelimesi seçilmiştir. Zemahşerî kelimenin "bütün insanlara" tarzında yorumlanmasını Arap dili kuralları açısından hatalı bulur. Kâffeten kelimesi, “k-f-f” kökündendir. Bu kök Kurân’da 15 yerde geçer. “Müşrikler size karşı birleşip topyekûn savaştıkları gibi siz de onlara karşı birleşip top yekûn savaş açın.” (Tevbe: 36) âyetinden de anlaşıldığı gibi tüm insanlar değil, bazı insanların bir amaç için bir araya gelmesini anlatmaktadır. Dolayısıyla bu emir “insanların tamamı şeklinde değil, insanları birleştir” şeklinde anlaşılmaya daha müsaittir. Yeryüzündeki insanların tamamı manası Yûnus sûresi 99’da şöyle verilmiştir: “Ve şâyet senin Rabbin dileseydi, (men fî-l-ardi kulluhum cemî’â) yeryüzünde olan kimselerin hepsi topluca elbette inanırdı. O hâlde sen insanları, inanıncaya kadar zorlayacak mısın?” İslam’ın hedefi elbette ki tüm insanlıktır. Ancak çölün ortasında 14 asır önce yaşayan Hz. Peygamber’in ne böyle bir imkânı ne de böyle bir görevi vardır. Zira “Bu Kurân sizi ve kime ulaşırsa onu uyarmak için bana vahyedildi.” (Enâm: 19) Resûl çevresindekilere, onlar da kime ulaşabiliyorsa onlara bu Kurân’ı ulaştırmakla mükelleftir. Uyarı ve müjde görevini resûl bu şekilde yapmıştır. Bu yüzden Veda Hutbesi’nde şu cümleleri Hz. Peygamber kurmuştur: “Benim bu sözlerimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse burada bulunandan daha iyi anlar ve itaat eder.” Sonuç olarak "kâffeten li'n-nâs" ifadesi, insanları iyiliğin, doğruluğun, dürüstlük ve adâletin kazandırdıkları ile müjdeleyip kötülük ve suçların acı faturaları hakkında uyararak onları ortak değerler etrafında toplamak, birleştirmek maksadını anlatmaktadır. Resûl müjdeci oluşunu toplumun bir kesimine kendi akrabalarına değil, hak eden tüm insanları müjdeleyerek yapmalıdır. Uyarıları da sadece düşmanlık besleyenlere değil, en yakınından başlayarak çevresindekilere objektif bir bakışla yapmalıdır. Bu üslûp, bölücü ve parçalayıcı olmamasının gereğidir.
29- Ve dediler ki: "Eğer sâdıksanız bu vad ne zaman?"
Buradaki vad, bir önceki âyette “insanların çoğunun bilmezlikten geldiği hesap günü”dür. İnsanlar müjdeden çok uyarıya odaklıdır. Öncelik uyarıldıkları konunun bertaraf edilmesi olduğu için önce vadedilen hesap gününün olmayacağı tezini savunmaktadırlar. Dikkat edilirse Kurân’ın hiçbir âyetinde müjdeye itiraz yoktur. Müşrikler iyiliğin, hayrın, ihsanın doğru olduğunu bilir; ancak bunları yerine getirmek için hiçbir çaba harcamaz. Müşrik kafa her zaman sorumluluklarını erteleme yanlısıdır.
30- De ki: "O günün miadını, kendinize özel bir saat erteleyemez ve öne de alamazsınız.”
Âyetteki cevaptan müşriklerin kendilerine has bir muamele bekledikleri anlaşılmaktadır. “Lekum” ifadesi “sizin için, size özel” bir muamelenin olmayacağını vurgulamak içindir. Bu seçkinci bakışı Nûh kıssasında da görmekteyiz. “Ayak takımından sığ görüşlü kimselerden başkasının sana tâbi olmadığını görüyoruz.” (Hûd: 27; Şuarâ: 111) ifadeleri buna işarettir. Şefaat beklentisi de aslında şefaatçilerin müşriklere özel bir ayrıcalığı anlamına gelmekteydi. Bu ayrıcalık isteğinin ölüm ve hesap günü için de devam etmesi Yahudileşmiş bir bakışın tezahürüdür. Kendisini Allah’ın çocukları gören Yahudiler de ayrıcalık isterler.
31- Ve kâfirler: "Bu Kurân’a ve ellerde dolaşanlara asla inanmayız." dediler. Zâlimleri, Rabblerinin katında tutuklandıkları zaman bir görsen. Birbirlerine lâf atarlar. Zaafa uğratılanlar, kibirlenenlere derler ki: "Eğer siz olmasaydınız, biz muhakkak müminler olurduk."
Bu pasajlarda iki kesimin hesap günü birbirlerini nasıl suçlayacakları konu edilecektir. Müşrik kafa suçu asla kendisinde aramaz. Hep başkasını suçlar. Bu ahlâkın din gününde devam ettiği görülmektedir. Oysa insan için olumlu-olumsuz sadece kendi yaptığının karşılığı vardır.
Müstaz’af’ kelimesi “za’af” kökünden türemiştir. Za’af sahibi kimseye, yani kuvvetli olmayana “za’if” denilir ki, Türkçede “zayıf” şeklinde söylenmektedir. (Bkz. Arâf: 75, İbrahîm: 21, Kasas: 4) Müstekbirlerin kibrini anlamak için müstazafı iyi tanımak gerekir. Çünkü bu iki kavramın kullanılış yerleri ve durumları birbiriyle ilişkilidir. Şirk, özü itibariyle kast sistemine dayanır. Bu sistemde efendilerin yani kibirlilerin varlığı, ezilerek zayıflatılmış/alt tabakanın varlığına bağlıdır. Bir toplumda köle zihniyet olmasa efendiler de türeyemez. Kibirlilerin köle-efendi sistemini menfaatlerine hizmet ettiği için savunmaları anlaşılır olmasına karşın neden köleler efendi ister? Bu sorunun cevabı Rabbin katındaki suçlamalar üzerinden şöyle anlaşılır:
32- Kibirlenenler, zaafa uğratılanlara dedi ki: "Sizlere hidâyet geldikten sonra, biz mi sizi engelledik? Bilakis, sizler mücrimlerdiniz."
İstikbar duygusu, büyüklük kuruntusudur. İstikbar edenlerin hiçbiri aslında büyük değillerdir. Esasen onları büyük ve yüce yapacak bir özellikleri yoktur. O yüzden Casiye 37’de “Kibriya yalnız Allah’a mahsustur.” denir. Müstekbiri büyüten müstazaflardır. O yüzden “müstazaf-müstekbir” âyette birlikte kullanılmıştır. Ezik olanların en büyük suçu, müstekbirlerin kibrini beslemektir. O yüzden “Et-tedebbür ale'l-mütekebbiri sadakatün/Büyüklenene büyüklenmek sadakadır.” (Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, IV, s. 366/5299) Peki kime sadakadır? Bu tutum hem büyüklenene hem de ezilen kişinin kendi onuruna verdiği en önemli hediyedir. Çünkü müminler “Müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. (Mâide: 54) Mısır yöneticilerini firavun yapan İsrailoğullarının zaaflarıdır. Zira “Firavun kavmini küçümsedi. Onlar da ona itaat eylediler, çünkü dinden çıkmış fâsık bir kavimdiler. (Zuhrûf: 54) Müstekbirlerin kibrini beslemek şu âyete de aykırıdır “Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız” (Bakara: 279)
33- Ve zaafa uğratılanlar, kibirlenenlere dedi ki: "Bilakis, gece ve gündüz plânlar kurdunuz. Bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na denkler kılmamızı emrediyordunuz." Azâbı gördükleri zaman pişmanlıklarını saklarlar. Örtenlerin boyunlarına halkalar geçirdik. Onlar amellerinden başkasıyla mı karşılanacaktı?
Boyundaki halka ezilenlerin kulluğu değil, köleliği seçmelerinin bir uzantısıdır. Kendi elleri ile müstekbirlerin köleleri olmuşlardır. Ancak insanlara halkalar takan zâlimler de bir gün o ilmeğin boğazlarına geçeceğini unutmamalıdır. Burada azâbı gören her iki kesimdir. Zira suçlardaki ortaklıkları onları bir arada tutmaktadır. Uhud meydanında Vahşi’nin ve birçok kölenin efendileri için öldürüp ölmeleri buna tipik bir örnektir.
Âyetteki Allah’ı inkâr, onun esması ile vaaz ettiği değerler sistemini inkârdır. Sırâtımüstakîm yerine ikame edilen ise kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde kurgulanan ve plânlanan şirk yoludur. Burada Allah’a denk koşulan kişinin nefsanî arzuları, menfaatleri ve kibridir.
Nedm (pişmanlık) kavramı "bir şeyin yanında bulunmak, ondan ayrılmamak" anlamına gelmektedir. Nedamet ise insanoğlunun kendisine zararı olan her fiilin sonrasında, vicdanında hissettiği “keşkeler” anlamındadır. Nedamet, zaten gizli ve insanın içinde duyulan bir duygu olmasına rağmen âyette gizlenmesinden neden ayrıca bahsedilir. Din gününde kim neyi gizleyebilir? Bu tipler öyle kibirlidir ki kendisinin hata yaptığını dışa yansıtmak istemezler. Dünyada sürekli pohpohlanan ve her kararının doğru olduğuna inanmış narsist müşrikler, pişmanlığı bir zaaf olarak gördükleri için onu saklama ve hep haklı ve güçlü görünme budalası olmuşlardır. Bu tutum; uyarılara kör, uyaranlara da sağır olmalarının temel nedenidir.
34- Ve biz, her karyeye uyarıcıdan başkasını göndermedik. Ancak karyenin mütrefleri dedi ki: "Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi örtüyoruz."
Burada nebi veya resûl değil de “Her karyeye uyarıcıdan başkasını göndermedik.” ifadesi her topluma nebi gitmese de bir uyaranın/şehidin mutlaka gittiğini/dirildiğini anlatır. “O gün, her ümmetin içinden bir şehit üzerlerine dirilttir ve seni de onlara şehit olarak getiririz.” (Nahl: 89) âyeti de bunu anlatır. 28. âyette Hz. Nebi’nin tüm insanları birebir uyarma görevinin olmadığından bahsedildikten sonra burada zaten hiçbir toplumun uyarıcısız bırakılmadığı hatırlatılmıştır. “Sen, sadece bir uyarıcısın ve her kavim için hâdi vardır.” (Rad: 7) El-Hadi olan Allah kişiyi afak ve enfustaki işaretlerle mutlaka uyarmaktadır. (Bkz. Fussilet:53)
Mütref; dilediğini yapan ve nimetleri bencilce israf eden, rahatı ve şımarıklığı için her türlü azgınlığı sergileyen demektir. Arapça “te-ri-fe” den gelir, fiil şekli de “etrafa” dır. Lügatte, “olumlu manada sulu ve taze oldu, kendine has bolluk içinde semirdi, bitkinin suyu bol oldu” manasındadır. Bu fiilden türeyen turfa, az bulunan ve kıymetli olan şey demektir. Türkçede “turfanda sebze veya turfanda meyve” şeklinde hâlen kullanılmaktadır. Turfanda, mevsimin ilk yetişen ürünleridir. Olumsuz manada dünya kaynaklarını bencilce tüketerek semiren, dünyayı çocuklarından miras aldığını unutup kendi mülkü zanneden, ahlâkî bir endişe taşımadan zevke dayalı bir yaşam süren herkes mütreftir. Sosyolojik açıdan bir toplum harcayamayacağından fazlasını emeksiz elde ederse çürümeye başlar. Tıpkı aşırı su verilen bir bitkinin köklerden başlayarak çürümesi gibi. Zevkler bireyi ve insan ilişkilerini çözerken, dert ve sıkıntılar insanları bir arada tutarak olgunlaştırır. Müşriklerin güçlerine rağmen mütref yaşamaları, sıkıntılarla birbirine kenetlenen müminlerin başarısına yardım etmiştir. Birlikte yaşamak için bencilliği bir kenara bırakıp paylaşmak olgunlaşmanın aslî şartıdır. Paylaşmadığımız her nimet zahmete dönüşerek bedenimizi ve insanlığımızı çürüten bir yüke dönüşecektir. Mütref yaşam, ihtiyaçlara değil zevklere dayalı yaşamdır. Hz. Muhammed’e ilk karşı çıkanlar mütref bir hayat yaşayanlardı.
Azgınlaştıran zenginlikten ve bezdiren fakîrlikten kurtulmanın yolu sade bir yaşam tarzını benimsemektir. Dünya kaynakları açısından da bu en ideal olanıdır. Mütref yaşam bir tür bağımlılıktır. Bu bağımlılığın yolu haksız kazançla hakka girmekten geçer. Kurân mütref yaşamım en temel sebebini burada gündeme getirmektedir. Bu sebep her imkânı kendi hakkı zannetme, aslında kendisini olduğundan önemli ve büyük görmenin bir sonucudur. Narsist kişilik bozukluğunun sonucu oluşan müstekbirlik, müstazafların körüklediği bir süreçtir. Bu sadece kişinin kendisi ve iç âlemi ile alâkalı bir sorun olmayıp dışa yansıyan; tüketim, israf ve kirliliği artıran sosyolojik bir salgındır. Müşrik sadece taştan ve tahtadan puta tapan değildir. Müşrik kafa kibirlidir, kendisine tapacak kadar narsistir, mütref yaşam tek amaçtır, hatada ve kusurda suçu kendinde değil başkasında arar. Gücün; paylaşma, sevgi ve merhamette değil, çoğaltmakta olduğuna inanır. İşte müşriklerin sözleri şöyle devam edecektir:
35- Ve dediler ki: "Biz, mal ve evlât olarak daha çoğuz. Ve biz, azâp edilecek değiliz."
İnsanı zulme ve suça sürükleyen mütref yaşam tarzıdır. “Keşke bizim de Kârûn gibi varlığımız olsaydı! Gerçekten o, çok kısmetli biri diye iç geçirdiler.” (Kasas: 79) Oysa bu durum; imrenilen, meyledilen, özenilen değil, uzak durulması gereken bir ateş misalidir. Bu imrenme, mütrefleri çoğaltma yarışına sürükler. Zira ölçü artık ne kadar tüketirsen o kadar başarılısın derekesine evrilmiştir. Oysa ölçü mal, mülk ve buna bağlı yandaşların artışı değildir. Zira şirk bir kısır döngüdür. Önce kişi kendisini ve ihtiyaçlarını varlık hiyerarşisinde en tepeye konumlar. Bunları 31. âyet “mütekebbir” olarak nitelemiştir. Bunlar, sonra diğer insanları kendisinin kölesi gibi görür, zaafa uğrayanları aşağılar ve suçlar. Bunun yanlış olduğunu söyleyenlere karşı mütref yaşamlarını savunurlar. Zengin ve güçlü olan bir şeyleri doğru yapmıştır ön yargısı ile hayatı okumaya başlarlar.
36- De ki: "Gerçekten benim Rabbim, dilediği kimseye rızkı genişletir ve takdir eder. Ve lâkin insanların çoğu bunu da bilmez."
İnsanların çoğunun bilmediği gerçek rızkın ne olup olmadığıdır? Karbon ayak izi devasa olanlara salya akıtanlar değil, dünya kaynaklarını nasıl koruyup başka insanların hakkına daha az girerim endişesinde olmak, Rabbin rızkına mazhar olmaktır. Allah’ın muttakilere arttırdığı gerçek rızık bu iken mütreflere takdir ettiği de maddî dünyanın geçici metaı ve zevkleridir. Takdir manasındaki “yakdiru” verilenlerin bir ölçü ve miktara göre olduğunu izah etmektedir. Rab dünyada meta artışını belirli kurallara bağlamıştır. Bu kurallara uyup imkânları değerlendirme sonucu mal-mülk ve çevre genişleyebilir. Kurân burada zenginleşme ve nüfûz artışının her zaman legal/helâl bir yolla olmadığını ifade etmek için “İnsanların çoğu hakikati, işin aslını bilmez.” şeklinde bir vurguyla bitirir. Kurân erdemsiz bir çoğaltmadansa insanî ilkelerden taviz verilmeden, helâl yoldan ve tayip bir emek ile hak edilmiş rızkın daha makbul olduğu şöyle beyan eder:
37- Ve mallarınız ve evlâtlarınız katımızda sizi, itibarca bize yaklaştıracak değildir. İnanan ve sâlih amel yapanlar başka. Öyle ki amelleri sebebiyle onlar için kat kat karşılık vardır. Ve onlar yüksek değerlere güvenlerdir.
Zülfa; mertebe, yüksek derece, sarsılmaz bir yakınlık ve itibar demektir. Ğurfe kelimesi ise "yüksek olan" anlamına gelir. Bir insanın değerini; kazancı ve çevresi asla ve asla belirlemez. İlâhî ölçüde bunlar değerli değilse bizler neden çevresi ve serveti fazla olanlara haddinden fazla değer verip onları önemsiyoruz? Bunun tek sebebi o servetten ve çevreden faydalanma arzusudur. Menfatperesliğin göstergelerinden biri de mal ve nüfûz sahiplerine karşı tutumumuzdur. Kendisine saygısı olan biri ne kadar nüfûzlu ve güçlü olursa olsun İslamî değerlere aykırı gördüğü isteklere hayır demeyi bilmelidir. Rahmân’ın kullarının ğurfe’de (yüksek ve değerli makamlarda) olmalarından maksat, onların dünyada iken bu duruşu ahlâk hâline getirmeleridir. Bu âyetten başka Furkân 75 ve Ankebût 58 cennetliklerin yüksek derece ve değerlerini ifade etmektedir.
İmân ve salih ameller, insanı güvenli bir mevkiye ulaştıran yüksek bir şahsiyetin meyvesidir. Âyet bunun karşılığının katmanlı olduğuna dikkat çekmektedir. Bu ifade, hayatın her katmanında bu olumlu davranışların mükâfatındaki zenginliğe âtıftır.
“Para ile her şeye sahip olunacağı söylenir! Misalen yiyecek alırsın ama iştah alamazsın. İlaç alırsın ama sağlık alamazsın. Bilgi alırsın ama bilge olamazsın. Gösteriş alırsın ama güzel olamazsın. Eğlence alırsın ama neşe alamazsın. Tanıdık alırsın ama dost alamazsın. Hizmetçi alırsın ama sadâkat alamazsın. Boş vakit alırsın ama huzur bulamazsın. Para ile her şeyin kabuğunu alır ama hiçbir şeyin özünü alamazsın!” (Arne Garborg)
38- Ve âyetlerimizi âciz bırakmak için çalışanlar, işte onlar azâba hazırlanır.
İnsanlığın evrensel ilkeleri olan âyet, işaret ve alâmetleri kastî olarak örtmek, hâlihazırda azâbın içinde bulunmaktır. Sûrenin ilk beş âyetinde tabiat kitabını yalanlayıp onun âyetlerini âciz bırakma girişimi anlatılmışken bu pasajda insan kitabı, ona verilenler üzerinden âciz bırakma girişimi konu edilmektedir. İyiye kötü, güzele çirkin demek nasıl ki âyetleri âciz bırakma girişimi ise burada da zengin ve nüfûzlu olmanın sanki hayatın tek gayesi gibi gösterilmesinin arkasından âyetleri âciz bırakma ifade gelmiştir. Bu durum önemsiz ve değersiz olanın çok önemli ve çok değerliymiş gibi pazarlanmasının bir yansımasıdır. Burada ölçü bir şeylere daha fazla sahip olmak değil, verilenlerin size ne oranda sahip olduğudur.
39- De ki: "Elbette benim Rabbim, kullarından dilediği kimseye rızkı genişletir ve takdir eder. Ve bir şey infâk ettiğiniz zaman O, onun arkasını getirir. Ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
Burada zekât veya sadaka değil de infak kelimesinin seçilmesi manidardır. Zira infakta gösteriş olmaz. İhlaslı paylaşımlara infak denir. Riyadan uzak yapılan bu davranış, insanın olgunlaştığının bir göstergesidir. Aslında infak eden daha bu sâlih ameli yapmadan karşılığını kat kat almıştır. Önemli ve değerli olanın ne olduğunu anlayan riyasız paylaşımlar yapabilir. “O, onun arkasını getirir.” ifadesi hayırlı ve sâlih ameller için atılan ilk adımın arkasından gelen ilâhî yardım ve ikrama bir işarettir. Bu şuuru bizlere öğrettiği için Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. Uyduruk ilâhlardan, şefaatçilerden, kibirli zenginlerden, mütreflerden değil sadece âlemlerin Rabbinden istemek, O’na güvenip dayanmayı sağlayan imân aslında en hayırlı rızık değil midir?
40- Ve o gün onların cümlesini haşredecektir. Sonra meleklere diyecektir ki: "Bunlar mı size kulluk ediyordu?"
Melaikeye kul olmak ne demektir? Mekkeli müşrikler bilmedikleri, anlamadıkları her olay için bir fail belirlemiş, bu güçleri putlar ile sembolize etmişlerdir. Melek güç demektir. Mekkeli müşrikler, yağmur yağdıran, âfetten koruyan, rızık ve ürün veren birtakım güçlere tapıyor, onların şefaatini umuyorlardı. Meleklere kul olmak aslında dünyaya tapmanın bir uzantısı değil midir? Dünyevî menfaatlerden dolayı yeryüzünün güçlerini çıkarcı müşrikler putlaştırmadı mı?
41- Dediler ki: "Sen Sübhân’sın! Onların astındansa bizim velimiz sensin. Bilakis, onlar yabancılara kulluk ediyorlardı. Onların çoğu, onlara imân ederdi."
Veli kelimesinin kökü velâ ve velâyet olup sözlükte “arada bir şey bulunmadan bitişiklik, yan yana olma” manasına gelir. Bu anlamdan hareketle Allah’ın tabiata koyduğu güçleri sanki O’ndan ayrı, onun aşağısında/astında birer güç gibi düşünmenin insanı nasıl şirke sürüklediği burada ifade edilmiştir. Oysa bunlar Allah’ın güçleridir/melekleridir. Allah’ın astında, O’ndan gayrı güçler değildir. Bilakis bunu savunanlar “…yabancılara/cinlere kulluk ediyorlardı.” ifadesi Allah’ın esmasını, Allah’ın güçlerini onun dışında putlar edinme inancının cinlere ait olduğu ifade edilmiştir. Bunlar insucin şeytânlarıdır. Hem kendi içlerindeki şeytânsı düşünceler hem de Mekkeli müşriklere pagan inancını öğretenlerdir. Bu yabancı kâhinler, şairler, şaman ve rahipler ürettikleri tanrı ve tanrıcıklarla şirk dinini kurgulamıştır. Bu zanlar ile menfaatçi insanları kendilerine kul edip onları inançlar üzerinden sömürmüşlerdir. Enâm 100. âyet bu konuya değinir: “Ve cinleri Allah'a ortak kıldılar… “O’nun oğulları ve kızları var.” yalanını uydurdular. O, vasıflandırdıkları şeylerden sübhân ve te’âladır.” Putçular inananlara yeryüzü güçlerinin fayda ve zararı üzerinden zulmederdi. İşin aslını Kurân şöyle ifade eder:
42- Artık o gün bir kısmınız diğerlerine menfaat ve zarar vermeye sahip değildir. Zulmedenlere denir ki: "Yalanlamış olduğunuz ateşin azâbını tadın!"
Bağlamda menfaat ve zarar üzerinden kurgulanan her tür aracı-şefaatçilerin hiçbir beklentiyi karşılayamayacağı ihbar edilir. Kullanılan dil menfaatperest müşriklerin algısına uygundur. Çıkarlar üzerine kurulan her sistem zaten bağlı olduğu şartın ömrü kadardır. Bu âyet şirkin iki temel sacayağına dikkat çeker. Bunlardan ilki menfaatler, diğeri ise zarar ve ziyandır. Putçular, etrafındakileri hep bunlar üzerinden ümitlendirip korkutmuşlardır. Buradan menfaatperest kafanın şirke daha meyal oluşu anlaşılmaktadır. Kişi kendisini Müslüman olarak isimlendirse de menfaatperest, imâna değil aslında şirke daha yakındır. Menfaatperest, Allah’a değil menfaatine kul olan demektir. Bu kişiler karşılıksız, gösterişten/riyadan uzak asla elindeki imkânları paylaşamaz. Bencil olduklarından sadece kendi çıkarını düşünürler. Çıkarına ters ise karşısındaki haklıda olsa o menfaatçinin nazarında hakkı savunan kişi batıldadır, dalalettedir. Menfaatçiler bu tutumları yüzünden sürekli karşısındakilere zulmeden zalimlere dönüşür. Parazit gibidirler. Mekkeli putperest müşriklerin tutumu tamda menfaatleri doğrultusunda şekillenmiştir. Kurân menfaatperest olanlara karşı Hz. Peygamberi şöyle korumuştur “Ve onların söyledikleri şeylere sabret. Ve güzel bir ayrılış ile onlardan ayrıl.” (Müzzemmil 10) Düşman olmadan güzel bir şekilde onlardan uzaklaşmak bu âyette emredilmiştir. Güzel bir şekilde ayrılmak için önce çıkarcılar ile geçirilen zaman azaltılmalıdır. Zira bu durumda zamanla mümin de çıkarcı olup etrafındakileri sömüren birine dönüşebilir. Mesafe konulmazsa menfaatperestler hedefindeki kişilerin zaaflarını öğrenir ve yeri geldiğinde de bunları sûistimal etmekten asla çekinmez. Yüksek duygudaşlık yeteneğine sahip müminlerin bu meziyetleri sûistimal edilmesin diye Kurân’da, “Artık sen onlardan yüzünü çevir!” emirleri defalarca zikredilir (Zâriyat: 54, Secde: 30). Kendini çıkarcının yerine koyan iyi niyetli mümin bir anda inanç ve duygu sömürüsüne maruz kalabilir. Oysa çıkarcıların menfaatlerini önemsememek, onları yok saymak, onlardan yüz çevirmek gerekir. Zira menfaatperestlerin en değer verdiği kendi istekleridir. Bunların değersiz, küçük istekler olduğunu çıkarcıya hissettirmek amacı ile onun menfaatine sırt dönmek, hâl dili ile tebliğ ve muhataba hayır dua bile olabilir. Çıkarcılar vefalı değildir. 40 kez onları taşıyıp bir kez indirdiğinizde artık sizden kötüsü yoktur. El-Emin dedikleri Hz. Peygamber çıkarlarına ters konuştuğu için bir anda “el-mecnûn” olmuştur. 46. âyette okuyacağımız “Arkadaşınız cinnet geçirmiyor.” ifadesi bu nankör tutumu gösteren bir savunmadır. Muttaki, hem sömüren çıkarcıların zararından hem de menfaatperest duygulardan kendisini ve sevdiklerini sakındırandır. Çıkarcılar isteklerini karşılamayan Hz. Peygamber’i aşağılayıp küçük düşürmeye çalışmışlardır. Bu saldırgan tavrı bir sonraki âyette şöyle okumaktayız:
43- Ve onlara âyetlerimizi açıkça tilavet ettiğimizde dediler ki: "Bu sadece babalarınızın kulluk ettiği şeyleri size engelleyen biridir." Ve "Bu uydurmadan, iftiradan başka bir şey değildir" dediler. Ve kâfirler, hakikat geldiğinde dediler ki "Bu, ancak apaçık bir sihirdir."
Her insan menfaatini gözetir. Ancak bu gözetim, hangi noktadan sonra menfaatperestliğe dönüşür? Âyet müşriklerin tavırları ile bu sorumuza cevap vermektedir. Eğer kişi çıkarı gereği başkasını karalıyor, onun omzuna basıp yükselmeyi hedefliyorsa artık menfaati uğruna zulmetmeye başlamıştır. Menfaatçilerin bu yüzden yapamayacağı zulüm ve kötülük, atmayacakları iftira ve yalan yoktur. Çıkarlarına ters olan âyetler karşısında Mekkeli müşriklerin nasıl tepkiler verdiklerini Kurân burada aktarır. Amaç şirkin sadece basit bir putun önünde eğilip doğrulma olmadığı, bu sonucun sebebi olan ve altyapısını oluşturan zihniyeti göstermektir. Kurân bu sûre inmeden önce “Dileyen imân etsin, dileyen inkâr etsin.”(Kehf: 29) demesine rağmen menfaatperest müşrikler, resûlü ataların dinini yaşamaya engel olan yasakçı biri gibi göstermeye çalışmıştır. Bunun için yalan yanlış ithamlarla propagandaya başlamışlardır. Menfaatperest müşrikler, kendi çıkarına ters olan her durumu ve söylemi hatta fikri bile şeytanlaştırıp hedef gösterirler. Müşriklerin öncelikli hedefi Hz. peygamber ardından da getirdiği kitaptır. Zira Kurân’ın hak ve hakikate yaptığı vurgular muhataplarında yankı bulmaktadır. Menfaatperestler bu fıtrî yankıyı da sihir olarak lanse etmiştir. Kurân’daki “sihrunmubîn” iftirasını, menfaatçiler “apaçık büyü, aldatma, kandırma” anlamında kullanıp âyetlerin halkın üzerinde bıraktığı etkiyi de kırmayı amaçlamışlardır.
44- Ve biz, onlara tedris edecekleri kitaplardan vermedik. Ve senden önce onlara bir uyarıcı göndermedik.
Arapça “d-r-s” kökünden gelen tedris "ders edinmektir.” Ders kelimesinin aslı, insanın bir yemeği iyice çiğneyip yediği zaman söylediği bir tabirden gelir. "Derrâs" kelimesi, Şamlıların lehçesinde deyyas (iyice çiğneyip yutan) manasına gelir. İşte "bir sözün tedris edilmesi, iyice ağızda tekrarlanıp öğrenilmesi" manasındadır. “Ve “Ağzında geveliyorsun!” derler diye âyetlerimizi böyle tasrif ediyoruz. Ve onu bilen bir kavme haber veriyoruz.” (Enâm: 105) Sebe 44’de doğrudan “Siz kitaptan mahrumsunuz.” hitabı yerine “…biz göndermedik.” İfadesinin kullanılması manidardır. Burada suçlayıcı “siz dili” değil de kucaklayıcı “biz dili” kullanılması Kurân’î bir tebliğ üslubudur. Âyet, müşriklerin itirazlarının kitabî bir dayanağının olmadığı, sorgulanmamış atalar kültürü ile hareket ettiklerini doğrudan değil, biz dili üzerinden dolaylı olarak ifade etmektedir.
45- Onlardan öncekiler de yalanladı. Ve onlara verdiğimiz şeylerin onda birine bile erişmediler. Oysa resûllerimi yalanladılar. Böylece beni nasıl da inkâr ettiler?
Mi'şar kelimesi “a-ş-r” kökündendir ve manası onda bir gibi bir oran vermesidir. Maverdi, bu kelimeden maksat “Gayet az demektir.” der. Buradaki onda bir ifadesi vahyin çok az bir bölümüne bakarak yorumlar yapanların düştüğü büyük yanılgıyı ifade etmek için olabilir. On yıldır vahye muhatap olan Mekkeli müşriklerin henüz bir yıllık bile ilerleme kaydetmedikleri ifade edilmiş de olabilir. Bu parçacı ve sığ bakışın sonucu da kaçınılmaz olarak resûlü yalanlama ve getirdiğini inkârdır. Bütünü anlamak yerine parçaya bakan müşrik kafa bilmediğine, emek verip anlamadığına düşman olmuştur. Bunlara uzun uzun âyetleri anlatmak yerine Kurân sadece tek bir öğütle öncelikli yapılması gerekeni şöyle özetler:
46- De ki: "Size sadece tek bir öğüdüm var. İkişer ikişer ve fert fert Allah için kalkıp tefekkür edin!" Sizin arkadaşınızda cinnet yoktur. O, ancak sizin için şiddetli azâba karşı ellerinizin arasındaki ile uyarandır.
Kuran vaaz ettiği değerlere o kadar güvenir ki muhataplarını ister topluca ister fert olarak düşünmeye davet eder. Onca âyete rağmen bu kadar sığ anlayanlara artık fazla söze gerek yoktur. Tek bir öğüt vardır ki o da kulluğun başlamasını sağlayan tefekkürdür. Zira asıl kötülük sağlıklı düşünmeme sonucudur. Çünkü “Şüphesiz Allah katında canlıların en şerlisi, akıllarını kullanmayan sağır ve dilsizlerdir.” (Enfâl: 22) Burada menfaatçilerin halkı galeyana getirip Allah Resûlü’ne karşı bir linç girişimi içinde olduğu da anlaşılmaktadır. Kurân bunun önüne geçmek için “bi sâhıbi-kum” yani size sahip çıkan, arkanızı kollayan manasındaki “arkadaşınız” ifadesini seçmiştir. Amaç ötekileştirme ve arkasından yapılacak olan yargısız infazı durdurmaktır. Âyette çoğunlukla önlerinde veya öncesinde diye meal verilen kelime ise “beyne yedey” kelimesidir. Asıl manası “ellerinin arasında, ellerinin altında hazır buldukları ilkeler, âyetler” anlamında vahye işarettir. Burada tartışmaların şahıslar üzerinden değil ortaya atılan fikirler üzerinden ilerlemesi gerektiğine dair ilâhî bir yönlendirme söz konusudur. Eğer tefekkür bırakılıp linç kültürü ile hareket edilirse bunun varacağı son nokta ise “ażâbinşedîd”dir.
47- De ki: "Ben sizden bir ücret istemedim. Artık o sizindir. Eğer ecrim varsa da o sadece Allah’a aittir. Ve O, her şeye şehittir."
Bazı ameller vardır ki onlar sadece gönüllülük esasına göre yapılır. Dinden geçinmek çıkarcı müşriklerin işidir. Müşrik kafa Hz. Muhammed’i de kendileri gibi zannetmiştir. Resûlün âyetleri tebliğ etmesi, insanların önüne geçip namaz kıldırmasının altında mutlaka maddî bir çıkar olduğu sûizannı söz konusu olmalı ki burada “De ki:” şeklinde bir emir gelmiştir. Âyette “Artık o sizindir.” İfadesi ortaya atılan hakikatler olarak anlaşılmaktadır. “Ve biz, onlara tedris edecekleri kitaplardan vermedik.” Şeklindeki Sebe:44’dün devamı olarak “artık kitap size verildi” şeklinde bu ifade okunmalıdır. Burada resûl, ücretsiz olarak vahyin yani insanî erdemleri tebliğ etmiş ve “Artık o âyetler sizindir.” diyerek onları hakikatler ile baş başa bırakmıştır. Hakikati kendi mülkü zanneden zamanla ondan geçinmeye başlar. Âyetten, dinden geçinmenin müşriklere ait bir zaaf olduğu anlaşılmaktadır. Çıkarcı olmak, sürekli menfaatini düşünüp kollamak, kişiyi dinini bile satma derekesine düşüren salgın bir hastalıktır. Günümüzde maalesef parayı aşırı seven, ufacık menfaati uğruna şahsiyetini ve inandığı değerleri üç kuruşa satan geniş bir kitle oluştu. Bu tutum sadece dinde değil, her tür ideoloji ve izmin takipçilerinde gözlemlenen, genel ahlâkî bir sorundur. Peki, çözüm nedir? Çözüm kendimizi hakikatin sahibi ve hâkimi sanmayıp “O, her şeye şehittir." ifadesine imândır. İnsanın bu varlık âleminde başıboş, sahipsiz ve şahitsiz olmadığına inanan bir kulda eş-Şehit esması tecelli eder. Artık o kulun fiyatı değil, amelleri ve duruşuyla her daim değeri artar.
48- De ki: "Gerçekten benim Rabbim hakkı ortaya atandır. Gaybî olanları en iyi bilendir."
Hakkı ortaya atmak ile hakikati apaçık tebliğ etmek arasında ince bir fark vardır. Hakikati apaçık tebliğde muhatabın anlaması öncelenirken burada kimsenin hakikati kendi mülkiyetine geçiremeyeceği, ona herkesin ücretsiz ulaşabileceği bir konumda durması gerektiği vurgulanmıştır. Zira dünyanın en değerli bilgisi gayb bilgisidir. Bilinmesi gerekenler vahiyle ortaya atılmış iken, gaybî olanları en iyi Allah’ın bileceğine imân şarttır. Bu imân, mümini gayb konusunda kandırılma ve sûistimallerden koruyacaktır.
Yakzifu “k-z-f “ kökünden gelir ve manası “atmak” demektir. Kurân’da, “kalbe korku atılması”, “hakkın bâtılın üzerine atılması” (Ahzâb: 26, Enbiyâ: 18) anlamında kullanılmıştır. Rabbin önermeleri akla/kalbe önce bir fikir olarak atılır. Eğer bu önermeler tefekkür ile sulanırsa o fikirler bir anda imân mertebesine yükseltir. Eğer kalplere o hakikat tohumu bir kez olsun düşerse artık orada bâtıl asla kök salamaz. Bu nedenle…
49- De ki: "Hak geldi ve bâtıl ne onun önüne geçti ne de geri döndü."
“B-d-e” kökü bir şeyi öne almayı, herhangi bir şekilde başkasının önüne geçirmeyi, orijinal ve örneksiz olmayı ifade eder. (Müfredat) Hak geldikten sonra bâtıl ne tekrar onun önüne geçebilir ne de kaldığı yerden devam edebilir.
Hak kelimesi burada “değişmeyen gerçek” anlamına gelmektedir (Asr: 3). Bâtıl da hakkın tam zıddı olan “sahte ve tutarsız” demektir. Bâtıl kendi başına bir var oluş hâli değil, hakkın yokluğu hâlidir. Hak aydınlık gibi iken, bâtıl ışığın olmama hâli olan karanlık gibidir. Biri olunca diğeri yok olur. Hakkın aslî unsur oluşu sebebiyle bâtılın geçici oluşu İsrâ 81’de şöyle ifade edilmiştir: “De ki: “Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Muhakkak ki bâtıl geçicidir.” Hakikat gitmeden bâtıl ne onu bastırıp geçebilir ne de karanlığını geri getirebilir. Tevhit karşısında şirkin ne orijinal örneksiz bir versiyonu uydurulur ne de eski düzen zulmüne kaldığı yerden devam edebilir.
50- De ki: "Eğer dalâlette isem nefsimden, hidâyette isem Rabbimin bana vahyi sebebiyledir. Muhakkak ki O; Semî’dir, Karîb’dir."
Es-Semî; her şeyi işiten, eşsiz ve benzersiz duyan, duyurmak istediği zaman herkese duyuran demektir. El-Karîb; çok yakın, yakınlıkta sınır tanımayan, yakınlıkta eşsiz ve benzersiz olan demektir. Neden es-Semî ve yakın manasındaki el-Karîb esmaları yan yana zikredilmiştir? Semî ve Basîr esmaları tercih edilseydi, hidâyet veya dalâleti “duyar-görür” manası ile denetleme vurgusu yapılırdı. Ancak burada, “O size en yakınınızdan seslenir.” anlamı öncelenmiştir. Amaç denetlemeden ziyade aracısız, şirksiz, sağlıklı bir iletişimdir. Bu iki esmanın yan yana gelmesi insanın kendi iç sesini bile el-Karîb olan Allah’ın işitip bildiğini, insana en yakınından sesini duyurabildiğini de anlatır. Burada vahyin mahiyeti ile alâkalı bir bilgi de verilmiş olur. Allah insana içinden seslenir; ancak bu sesi kulaklar değil, gönüller duyar. Peki, âyetin menfaatçi müşriklere hitabı nedir? Es- Semî ve el-Karîb olanın tecellisi ise onlara yakın, kendi içlerinden bir resûl ile Allah’ın seslenmesidir.
Dikkat edilirse sapıtma insanın kendisine, hidâyet ise Allah’a atfedilmiştir. Zira kötülük/şer ve dalâlet, Kurân’ın hiçbir âyetinde Allah’a izafe edilmemiştir (Felâk: 1-4; Nâs: 4; Zilzâl: 8; Sâd: 55; İsrâ: 11; Cin: 10). İnsanın iç sesi eğer onu hidâyete erdiriyor ise rahmânî, dalâlete sürüklüyorsa nefsanîdir. “Kullarım sana benden sual ettilerse de ki: ‘Ben çok yakınım, bana dua edince onların duasına icabet ederim. Artık onlar da benim davetime koşsunlar ve bana hakkıyla inansınlar ki rüşte ulaşırlar.’ ” (Bakara: 186) âyeti bu yakınlığa işaret eder. Rüşte ulaşmak hem kendini bilmek hem de iç sesinin insanı götüreceği akıbete ilişkin basîret gösterebilmektir. Allah’ın insana sürekli yakın olduğu inancı; insanı yalnızlık, ümitsizlik ve endişelerden kurtaran yegâne inançtır.
51-Ve onları endişeli oldukları zaman bir görsen. Artık kaçış yoktur. Ve onlar yakın bir mekândan yakalanmıştır.
Feza; korku, feryat, nefret, keder, insana ârız olan heyecan ve endişe demektir. Bu hâl üzere suçüstü yakalandıkları mekân âhirete göre daha yakın görülen dünya hayatıdır. Onlar; sırları, birilerinin üstüne atıp sıyrıldıkları suçları ile yakalanmışlardır. Henüz dünyadayken bu âyetler muhatabının en derinlerinde sakladığı, yüzleşmekten bile çekindiği endişelerine hitap eder. Zira korkulardan kaçmak, onlar ile yüzleşmemek çözümü zorlaştırır. Kendini beğenmiş müşrikler endişe ve ikilemlerini dışa yansıtmamak, kabullenmemek için elinden geleni yapmışlardır. Aslında korkuları görmezden gelmek bir kaçıştır. Bu aklıselimden uzak tepkisel kaçışlar korkuları daha da büyütür. Zira insan dünyadaki hâli üzere yargılanacaktır. “Artık kaçış yoktur.” ifadesine dünyada imân eden; birçok yük, endişe ve günahtan kurtulacaktır. Dünya hayatı Kurân’da hem “dûn”(aşağıda) hem de “acil” manalarında kullanılmışken (İnsan: 27; İsrâ: 18) 51. âyette karîb/yakın olan, yanı başımızda yaşanılan hayat olarak tarif edilmiştir.
52- Ve dediler ki: "Ona imân ettik." Ancak onlar uzak bir mekândan onu nasıl elde edecekler?
Burada kim neye, nerede imân etmiştir? Bazı müşrikler henüz yaşarlarken mi bu sözleri duyunca Allah ve Resûlü’ne imân etmiştir? Hayır, zira burada âhiretten bir sahne nakledilmiştir. Tebliğ edilen âyetlere imân etmeyenlerin hakikat ile yüzleşince yaptıkları imânın kabul olmadığından burada bahsedilir. Aslında son nefesteki imân da böyledir. Firavun’un imânı hem zamansal hem de mekânsal olarak uzak bir yerden yapılmış bir imân itirafıdır. Âyetteki uzak mekân, tıpkı bir önceki yakın mekân olan dünyanın zıddı olan âhirettir. İmân dünyada lazımdır, âhirette değil.
Tenâvüş, “yakından, çabucak elde etmek” demektir. Zemahşerî şöyle der: “Tenâvüş, yakın olan bir şeyi kolayca almak demektir.”
İmân bâtınî bir ameldir. İçte bu değişim ve dönüşüm oluşmadan kişinin zâhiri amelleri gerçek manada düzelemez (Hucurât: 14). “Uzak bir mekândan onu elde edemezler.” ifadesinin farklı çağrışımları da vardır: İlki öldükten sonra iyi bir insan olma imkânının mümkün olamadığıdır. İkincisi ise imânın gerektirdiği hayat tarzından çok uzak bir yaşamı benimseyenlerin imânlarının sözde kalacağıdır. Zaten imân gayba olmalıdır. Müşahede edilenler imânın değil, şehadetin konusudur.
53- Ve doğrusu daha önce onu örttüler ve gayba uzak bir mekândan atıp tutuyorlar.
Araplar herhangi bir işte yakîn bilgi elde etmeyen kimse için "yakzifü bi'l-gayb" derler. Yani atıp tutmak, demektir. "Uzak bir yerden gayba atıp tutuyorlar." ifadesi açık bir istiaredir. İstiare; bir sözcüğü kendi anlamı dışında kullanarak bir şeyi benzediği başka varlığının adıyla anma sanatıdır. Bu sanat gaybı taşlama olarak da Kurân’da kullanılmıştır (recmen bil gayb, Kehf: 22). Buradaki kazf/atma kelimesi "söz" anlamında kullanılmış, bilgisizce ve sadece zanla konuşan kimse demek olmakla birlikte uzak bir hedefe atış yapıp da isabet ettiremeyen avcıya benzetilmiştir. Bu âyete göre gayba atılan her taş hakikatin üstünü örtmektir. İnsanın görmediği, bilmediği bir alanda atıp tutması Kurân’ın tasvip etmediği kötü bir ahlâktır. Peki, insan neden gayb konusunda bu kadar konuşmaya meraklıdır? Bunun bilinmezliğe duyulan iştiyak gibi birçok sebebi vardır. Ancak gayba ilişkin konuşmak, her konu hakkında fikir beyan edebilecek kadar kendisini yetkin ve hak sahibi görmektir. Bu aslında kibrin de göstergesidir. Kendini beğenmiş ve haddini bilmeyen narsist müşrik kafa gaybı taşlamaya bayılır. Delilsiz fikirlerini sonuna kadar savunup dayatır. Fal bakma, gelecekten haberler verme, el çizgileri veya vücut yapısına bakıp karakter analizleri yapma aslında gaybı taşlamaktır. Kendini bile tanımaktan âciz olanlar bu tür genellemelere maalesef inanır. Aslında karşısındakini tanımadan, sırf avuca, suya, telveye bakarak atıp tutanlar insanı nasıl kendinden daha iyi tanıyabilir? İnsanın kendisine bilmediği ne söyleyebilirler? Oysa aslında kendi içine bakmaktan korkanlar, yaptıkları ve yapmadıkları ile yüzleşmek istemeyenler, falcıların yalanlarına kanıp avunmayı tercih edenlerdir.
54- Ve tıpkı daha öncekilere yapıldığı gibi onlarla arzularının arası açıldı. Muhakkak ki onlar, belli etmedikleri bir ikilem içindeydiler.
Âyet, arzulardan uzaklaşmak manasındaki “ve hile” ile başlamıştır. Kelime “h-v-l” kökündendir. Bu kök bir şeyin değişime uğrayarak ayrılması, uzaklaşması anlamına gelir. “Arzularına kavuşamadılar veya muratlarına eremediler.” cümlesi farklı bir durum iken, burada “Arzu ve istekleri ile araları açıldı.” gibi üst düzey bir ifade seçilmiştir. Burada kavuşamamanın verdiği mutsuzluk değil, geç kalmış bir şuurlanmanın pişmanlığı anlatılmaktadır. Arzu ve istekler ile aranın açılması, onların hakiki değerini görüp onlardan soğumaktır. Ancak bu soğumayı dünyada iken belli etmemek için ellerinden gelen ikiyüzlülüğü sergilemişlerdir. Bu yüzden son pişmanlık ve imânları asla fayda vermemiştir. Şekk, ikilem; murîb ise muğlak, derin, katmanlı olan demektir. “Şekkin murîbin” kalıbı müşriklerin düştüğü ikilemi derinlerde tutup dışa yansıtmadıklarını anlatır. Sürekli kendi arzularını önemseyen narsist müşrikler başta kendileri olmak üzere menfaatlerine hizmet eden kölelere dönüşmüştür. Kurân muhatabının içinde oluşan gelgitleri burada ihbar eder. Amaç, onları kabullenmedikleri ikilemleri ile yüzleştirip manevî hastalıklarına şifalar sunmaktır. Vahiyle sunulan kulluk teklifi başta kendini ve isteklerini doğru tanıma üzerine kurulmuştur. Böylece bâtıl arzularına kulluk etmektense tüm hamdleri âlemlerin Rabbine yönlendirmeyi Sebe sûresi bizlere öğretmiştir. Sûre Allah’a hamd ile başlayıp son âyetine kadar bunun neden önemli olduğunu verdiği örnekler ve önermeler ile izah etmiştir. İnsanın; geçici, nefsanî arzu ve çıkarlarını hayatının amacı hâline getirmesi tam bir hüsrandır. Nefis; iyi, güzel ve doğru yaptığı amellerin sonunda methedilmek, takdir edilmek ve bilinmek ister. Ancak hakkı verilmemiş, altı doldurulmamış övgü kişinin kendine, başkalarına veya maddiyata hamdi ile sonuçlanır. Bu durum kula kulluğa, maddeye veya arzulara tapmaya sürükleyen menfaatperest sürecin başlangıcıdır. Menfaatperestlik zaten arzulara tapmaktır. İnsanın nefsanî arzularının, geçmişte yaşamış sayısız insan ve ölüm hakikati düşünüldüğünde abartılacak kadar önemli ve değerli olmadığı anlaşılır. Sonuç tapılanlar ile aranın açılması ve dost zannedilenlere düşman olunmasıdır. Zira hakikat şudur ki “Nâs toplanıp haşrolunduğu vakit tapındıklarını inkâr edip onlara düşman olurlar.” (Ahkaf:6)
Sebe sûresinden şimdilik anladıklarımız bunlardır. En doğrusunu alîm olan Allah bilir.
|