إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أُوْلَـئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّهِ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

218- Onlar ki; iman ettiler, hicret ettiler (küfürden, günahtan ve yurtlarından), Allah yolunda cihat (ciddi gayret) ettiler. İşte onlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, acıyandır. (Bakara:218)



.





SÂD SÛRESİ


Sâd Sûresi

1-Sâd! Ve zikir sahibi Kurân!

Açılışı olan ’sâd’ harfi, sûrenin adı olmuştur. Dâvud peygamberi konu alan kıssadan dolayı (21–26 ve 30) Dâvud sûresi diye de anılmış, fakat bu isim yaygınlaşmamıştır. ‘Sâd’ harfinin manası Arâf sûresinden sonra izah edilecektir. Arâf sûresi de “Elif, Lâm, Mîm, Sâd” harfleri ile başlar. Amacımız bu harflerin/şekillerin neye karşılık geldiğini anlamaktır. Burada Kurân’ın bir vasfı olarak zikir sahibi ile birlikte sayılmıştır. Zikir sahibi Kurân, unutulanları hatırlatıp gafletten uyandıran öğreti, okuyuş demektir.

Bizce bu sûre muhtevasıyla boykot dönemini yansıtmaktadır. Hatta Eyyüp peygamberin ilk defa bu sûrede hatırlatıldığını düşünürsek boykotun en zor döneminde müminlerin maddî bakımdan çektiği sıkıntının, onları manevî olarak inançsal bir sınavdan da geçirdiğini söyleyebiliriz. Yaşanılan baskı sûrenin başındaki nübüvvet ve resûl savunmasını da açıklamaktadır.

2-Bilakis, örtenler izzet ve ayrımcılık içindedirler.

Hakîkatin üstünü örtenler olarak anladığımız ‘keferû’, yapılması gereken bir tavrı takınmayarak sorumluluklarının üstünü örtmektir. Küfür, aslında bir eylem değil eylemsizlik hâlidir. Bu yüzden beklenen tavrı göstermemek anlamında bazen nankörlük olarak da meallendirilir.

Şikâk; muhâlefet, zıtlık ve düşmanlık demektir. Bunun aslı, yan manasına gelen ‘şıkk’ kökündendir. Yani birisi bir tarafta, diğeri başka bir tarafta olma hâlinden dolayı ayrımcılık olarak meallendirilmiştir. Türkçemizdeki doğru şık veya şık giyinmenin temeli de bu manadır. Yanlışların içinde ayrılan cevap, diğer insanlar içinde giyim kuşamı ile fark edilip ayırt edilebilen demektir.

İzzet kelimesi genelde olumlu bağlamlarda kullanılırken burada olumsuz anlamda bir grubun sıfatıdır. İzzet, haklı veya haksız olsun taraflardan birinin yenilmesine engel olan şeydir. Düşmanı karşısında galip gelen kimse için de ‘izzetli’ denilmiştir. Zelil olmaktan koruyan unsurların tamamıdır. Burada izzet hakîkati örtenlerin müminlere zâhiri üstünlükleri manasında kullanılmıştır. Ancak bu durum onların ayrımcılığını arttıran olumsuz bir sıfat olarak yine kendilerine dönecektir. Bazı meallerde izzet, gurur şeklinde karşılanmıştır. Ancak gurur zaten Arapçadır ve insanı aldatan üstünlük hissi olarak geçer. Bu nedenle, orijinal kelimeyi korumayı tercih ettik. İzzet ve ayrımcılık içinde olmak,hakîkati örtmenin oluşturduğu geçici menfaatlerin sonucudur.

3-Onlardan önce nice kuşakları helâk ettik. O zaman feryât ettiler, fakat kurtuluş vakti geçmişti.

Aynı zaman dilimini paylaşan, ölümlü ve sınırlı insanların birbirlerine üstünlük taslaması yadırganmaktadır. Zîra üstünlük taslayanda, üstünlük taslananda sonunda aynı toprağa gömülecektir. Bu sınıfsalcı bakış hakîkati anlamada ve yaşamada onların önündeki en büyük bariyerdir. Üstün bir melek veya insanüstü mucizeler gösteren elçi beklentisi, kendi içlerinden çıkan elçiyi reddetmelerine sebep olmuştur.

4-Ve onlara kendilerinden bir uyarıcı gelmesini yadırgadılar. Ve örtenler: "Bu sihirbaz çok yalancı." dediler.

Kendi içlerinden ve türlerinden bir elçinin gelmesi aslında insana verilen değer ve güvenin sonucudur. Kâfire örten dememiz, muhatapların kapasitesi ile uyumlu, insan bir resûlün gönderilmesindeki hikmet ve rahmeti görmeyip bunu örtmeleri sebebiyledir. İnsanüstü örnek bir elçinin gelmesi, o elçinin izinden gidenleri ciddi bir şekilde zorlayacaktır. Zîra ölümlü ve âciz insanın kapasitesi bellidir. Niteliğe değil niceliğe bakan kafanın diğer itirazı da şudur:

5- İlâhları bir tek ilâh mı kılıyor? Muhakkak ki bu, gerçekten acayip bir şeydir.

Aceb-te’accüb, bir şeyin sebebini bilmediği zaman insana ârız olan hâldir. Türkçesi garipsemek, sıra dışı, acayip, enteresan ve tuhaf gibi kelimelerle karşılanır. Müşrik kafa, hayatı nicel fazlalıklarla değerlendirmektedir. Onların dünyasında bir şeyin az ama öz olmasının herhangi bir karşılığı yoktur. Zîra az, tek ve yalnız olan her zaman güçsüz ve zayıf görülür. İlâhları artırmayı; gücü, menfaati ve iktidarı artırma olarak görürlerdi. Bunun bir sebebi de sınıfsallığı putlar üzerinden de yansıtmalarıdır. Zîra putların, sahte ilâhların da kendi içinde hiyerarşisi vardı. Tevhid ise tüm bu sınıfsalcı yapıyı yok ederek üstünlüğü sayıya/sürüye değil, ilkelere ve şahsiyete yükseltmekte, bunu da tek olanın karşısında herkesin eşitliğine/adâlet prensibine dayandırmaktadır.   

6-Ve onlardan meleler ayrıldı: “Yürüyün! İlâhlarınıza karşı direnin! Muhakkak ki sizden istenen şey elbette budur."

Ve intaleka,bir yerden başka bir yere geçmek demektir. Burada kalabalıkların içinden sıyrılarak farklı bir yerden kalabalıklara seslenme detayı neden verildiği izah edilecektir.

Mele kelimesi “dolmak” anlamına gelen mil’ kelimesinden türemiş olup kelimenin esas anlamı, doluolandemektir. Bir konu hakkında yeterince bilgisi olan bilirkişiler için de mecâz anlamla mele kullanılır. Bunlara mele denilmesinin sebebi, kendilerininilâhlarla ilgili ihtiyaç duyulan bilgi ile “dolu” olmalarından kaynaklanmaktadır. Konu inançlar olduğu için buradaki meleler, toplumu manipüle ederek yönlendiren ilâhiyatçı sınıfıdır. İlâhiyatçı ruhban sınıfı,inançlar ve ilâhlardan beslenir, yani dinden geçimini sağlar. O dönemde ilâhların teke inmesi onların işlevsizliğine ve maddî çıkarlarına aykırıdır. Bu nedenle halkı galeyana getirmek için öne atılarak “Sizden beklenen ve istenen ataların dininde sabırlı olmaktır.” şeklinde sloganlar atmaktadırlar. Dikkat edilirse halkın içinde değil onlardan ayrılarak bunları söylerler ki, kendi çıkarları için oluşacak bir kargaşada zarar görmesinler. Konuşmalarına şöyle devam ederler:

7-Biz, son millet içinde de bunun gibi bir şey işitmedik. Bu sadece bir düzmecedir.

Millet kelimesi ‘söyleyip yazdırmak veya ezbere yazmak’ manasına gelen ‘imlal’ mastarıyla, yani ‘imla’ manası ile ilişkili bir isimdir. Dolayısıyla ‘el-milel’, kayıtlı dinî kurallara tâbi olanlar demektir. ‘Ehlimillet’ denildiği zaman, bir millete uyan kimseler anlatılmış olur ki, bu hiçbir zaman ‘nation’ manasındaki kavim, ırk, kabile, ulus anlamına gelmez. Müslüman millet deyince, Allah’ın dini İslâm’a inanan ve onun haram ve helallerine uyan topluluklar akla gelir. Türk kavmi, Arap kavmi, Alman ulusu demek doğrudur. Ama -İslâm kültürüne ve Kurân’daki kullanıma göre- Türk milleti, Fransız milleti… demek doğru değildir. Çünkü millet kelimesi; bir inancı, o inanç etrafında bir araya gelen topluluğu ifade eder. Dünya üzerinde yüzlerce kavim ve ırk vardır. Bu kavimlerin fertleri içerisinde İslâm milletine tâbi olanlar bulunduğu gibi Hıristiyan, Yahudi, Budist milletine tâbi olanlarda vardır.

Ahar kelimesi, “son” ve “başka” anlamlarına gelmektedir. Buradaki anlamın, “son” olduğu kabul edilirse, son millet tabiri ile “Hıristiyanlık” kastedilmiş olmaktadır. Meleler “Son dinde de böyle bir tevhîd anlayışı yok, o dinde bile teslis inancı var.’’ demektedir.

İhtilâk kelimesi de bir şeyden bir şeyleri oluşturma, hâlk etme kökünden gelir. Buradaki kasıt her inançtan birtakıp şeyler alıp farklı, duyulmamış bir inanç uydurma demektir.

Hakîkatin peşinde olan insanlar ilk etapta bir bilginin geçmişteki kabulüne değil o bilginin şimdi ve buradaki karşılığına bakar. Meleler tevhidin onlara kazandırdıkları ile değil geçmişteki referans ile ilgilenmektedir. İkinci baktıkları da söylenen hakîkatin ne olduğu değil, bu sözleri söyleyenin statüsü, zenginliği, etiketidir.

8- Zikir, bizim aramızda ona mı indirildi? Bilakis, onlar Benim zikrimde ikilem içindeler. Bilakis, onlar azâbımı henüz tatmadılar.

Şekk kelimesi “ş-k-k” kökünden gelir. Bir şeyin 2’ye ayrılması veya 2 adet olmasıdır. Dolayısıyla ihtimal 2’ye indiğinde bu kelime kullanılır. Yakın anlamdaki  ‘şüphe’ kelimesi de ‘ş-b-h’ kökünden gelir. Benzemek anlamındadır. Benzemek ihtimali 2’den fazla olduğu zaman şüphe kelimesi kullanılır. Burada ya şirk ya da tevhid yolu tercih edileceği için şüphe değil şekk kelimesi kullanılmıştır.

Nitelikten önce niceliğe bakan müşrik kafa, şimdi de din ile ilgili konuşan kişinin etiketine bakmaktadır. Bu tutum günümüzde de aynen devam etmektedir. Din ile ilgili bir cümle kuran biri eğer ilâhiyatçı, prof, molla, şeyh, seyit, efendi hazretleri, gavs veya üstat ise toplum kulak kesilip itirazsız kabul ederken, noktası virgülü bile değişmeden aynı cümleyi kuran sıradan bir beşer olduğunda bir anda itirazlar, eleştiriler yükselmeye başlar. Maalesef insanlık tarihi boyunca kulların birbirine taktığı etiketler, savunulan ilkelerin, hakîkatlerin üzerinde değer bulmuştur. Bu âyetlerde anlatılan, hakîkatlerin nicelik ve etiketler üzerinden reddedilmesidir. Aslında itiraz gelen zikredir, nüfuz ve unvanlar bahanedir.

9- Yoksa Azîz, Vehhâb olan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı?

Vehhâb; karşılıksız vermek, bağışlamak, hibe etmek anlamındaki “v-h-b” kökünden türer. Vâhib kelimesinin mübalağalı şekli olan vehhâb, çok hibe eden demektir. Azîz, izzet ve şeref sahibi demektir. Burada Vehhâb, Azîz oluşunu açıklar. Zîra Allah merhametli olduğu gibi bu sıfatlarını yarattığı mahlûkata da hibe etmiştir. Karşılıksız vermek uhrevî bir haslettir, verene izzet ve şeref katar. Rabbin rahmet hazineleri bir şeyin değerli olup olmadığını belirleme yetkisidir. Bunun sadece ve sadece Allah’a ait olduğu net olarak ifade edilmiştir. Ne mollalar, ilâhiyatçılar, felsefeciler nede gelenek ve görenekler bir şeyin evrensel değerini tayin edebilir. Bir şeyi değerli kılan o şeyi var eden/yaratandır. Bizler karşılıksız vermeyi, merhamet ve izzeti sahiplenmek değil bu değerlere sadece müntesip olabiliriz. Kimse atasını, üstadını, şeyhini, imamını, hocasını değer koyucu/belirleyici bir otorite olarak görmemelidir.

10- Ya da göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkü onlara mı ait? O zaman sebepler bulup yükselsinler.

Sebep kelimesi asıl itibariyle ‘kendisiyle bir şeye ulaşılan her türlü araca’  denir. Hurma ağacına çıkılan ipe de bu yüzden ‘sebeb’ denir. Sarık, başörtüsü ve uzun elbiseye de örtünmeye sebep olduğu için ‘esbab’ kelimesi kullanılmıştır.

Mülkün Allah’a ait olduğu ilkesi, ikinci hayatî ilkedir. İlki değerlere müntesip olma ilkesi iken ikincisi her şeyin emanet olduğu ilkesidir. Yükselmenin tek yolu bu altın ilkeleri sebep bilip bu ilkelere tâbi olma şuurudur.

11- Bir ordu ki hiziplere ayrılmış, burada hezimete uğramış.

Ahzâb, hizbin çoğuludur. Hizb, Râgıb’a göre bir kalabalığı bulunan cemaat demektir. Âyette boş verin bir sebep bulup yükselmeyi, kendi vatanlarında bile hizip ve fırkalara ayrıldıkları için hezimete uğrayacak olan güruhtan, dağınık ordulardan gaybî olarak bahsedilmektedir. Meleler belki Allah’ın elçisini hor ve hakîr görerek getirdiğini reddediyorlar ama hezimete uğramalarının sebebinin de yine kendi bakış açıları, bulundukları ve kendilerini konumlandırdıkları yer olduğu zamanla anlaşılacaktır. Bazı müfessirler, bu âyet metnindeki ‘mâ’ edatının bağlamda küçümseme (tahfif) ifade ettiğini belirtirler. Buna göre ilgili bölümü ‘sıradan, önemsiz bir topluluk’ şeklinde anlamak gerekir. Zîra asıl değer; ordu, kalabalık ve kelleyle değil kalite ve değerlere müntesip olmakla alâkalıdır.

12- Onlardan önce Nûh’un kavmi, Ad kavmi ve kazıklar sahibi Firavun da yalanlamıştı.

Evtâd, ‘veted’ kelimesinin çoğulu olup kazıklar demektir. Kurân’da “Dağları birer kazık yaptık.”(Nebe:7) buyrularak dağlara da ‘evtad’ denilmiştir. Kazık, kuvvetli ve sabit olma vasıtaları olduğu için ‘zü’l-evtad-kazıklar sahibi’ vasfı da kuvvetli ve sabit olmayı ifade edebilir. Ayrıca âyette Firavun için kullanılan kazıklar sahibi tanımlaması, dağa benzeyen dev mezarlar olup geride bıraktıkları piramitlere de bir gönderme olabilir. Piramitlerin hepsi bir Firavun’a ait olmasa da her Firavun onlara sahip olduğu gibi Mûsâ’nın Firavun’u da bütün firavunluğun temsilcisi olarak söz konusu mirası sahipleniyordu (Bkz.“Mısır mülkü benim değil mi?” Zuhrûf:51) Bu iki kavim ve bir yönetimin helâkı, su ile olduğu için bir arada sıralanmıştır.

13- Ve Semûd ve Lût’un kavmi ve Eyke ashabı, işte onlar da hiziplerdir.

Ahzâb; parça, kısım, silâh ve harp aleti gibi anlamlara gelen hizb kelimesinin çoğuludur. Burada özellikle üç farklı nüfusa sahip bu toplulukların bir arada zikredilmesinin bir sebebi hakîkat karşısında hizipleşmeleri ve ortak akıbetleridir. Şöyle ki Semûd da, Lût kavmi de, Eyke arkadaşları da bölgesel volkanik patlama ve tektonik hareketlilikler sonucu helâk olmuşlardır. Eyke kelimesi ağaçları çok sık olan ormanlık bölge anlamına gelir. Ayrıca Eyke’nin, Tebuk’un eski ismi olduğu da söylenir. İsimlendirmeler nüfusa göredir. Şöyle ki; Semûd sadece ismen sayılırken, Lût kavmi kullanılmış, Eyke içinde ‘Eshabu’lEyke’ ormanlık alandakiler manasında daha küçük bir topluluk oldukları ifade edilmiştir. Eyke’ye, Hz. Şuayb’ın kendilerine peygamber olarak gönderildiği kavimlerden biri olan Medyen halkıdır diyenler de olmuştur.

14-Onların hepsi, resûlleri sadece yalanladı. Böylece akıbetlerini hak ettiler.

İkâb, sözlükte ‘bir şeyin arkasından gelmek, yerine geçmek’ manasına gelen ‘a-k-b’ kökünden türemiş bir kelime olup ‘yapılan kötü işlerin ardından gelen sonuç, akıbet’ demektir. İkâbın hak olması, gelen felâkete karşı resûlleri sadece yalanladıkları için âfetin yıkıcı sonuçlarına maruz kalmalarıdır.

15-Ve bunlar, kendileri için bir an bile gecikmeyen tek bir sayhadan başka bir şey beklemiyorlardı.

Fevâk kelimesi, klâsik Arapçada bir deyim olup ‘devenin iki sağımı arasındaki zaman’ manasındadır. Bu kelime, kısa zaman dilimlerini anlatır. Sayhada basınçlı lavların yeryüzüne fışkırırken oluşturduğu ve tabiatın çıkardığı en yüksek ses olan yanardağ patlamasıdır. Buradaki anlam akışı önceden bir kanun ve düzene bağlanan tabiat olaylarının, onları beklemedikleri bir anda yakalaması ve sebeplerin olgunlaşması sonucu bunun ertelenip durdurulamayacağıdır.

16-Ve dediler ki: "Rabbimiz, hesap gününden önce bizim payımızı acele ver!"

Bu ifade dünyevî felaketleri, yapılan günahlara karşı ilâhî cezalandırma, intikam olarak anlayanların bakışıdır. Aslında bu bakış nüzul ortamındaki müşriklerin helâk olan kavimleri ve akıbetlerini birer ibret ve uyarı olarak değil de bir tehdit olarak anladıklarını göstermektedir. Bu sığ ve intikamcı bakış Allah Resûlü’nü üzmektedir. Zîra âyetin devamı…

17- Söyledikleri şeye sabret ve kuvvetler sahibi kulumuz Dâvud’u zikret. Muhakkak ki o, evvâb idi.

Ze’l-eydi, eller sahibi demektir. Bu ifade kuvvetler sahibi anlamına gelir ve burada mecazen kullanılmıştır. Evvâb kelimesi “tevvab” vezninde “evb“den mübalağalı ismifâildir. Evb, Rağıb’ın açıkladığına göre, dönüşün iradeye bağlı olan bir çeşididir. Dönülmesi gereken yere dönmek demektir. Bu manada Hz. Dâvud’un gücü hatada ısrar değil zamanında hatadan dönmesidir. Zaten anlatılacak olan kıssa bunun bir örneği olacaktır.

18-Muhakkak ki Biz, dağları ona musahhar kıldık. İşrak ve akşam vakti onunla beraber tesbih ederlerdi.

Musahhar olarak meallendirdiğimiz sehhare-teshir, bir şeyi zorla hizmete koşmak, itaat ve boyun eğdirmek demektir. Musahhar, ismifâil olup işi hizmete hazır hâle getiren demektir. Rağıb bu kelimeyi  ‘bir şeyi ait olduğu amaca doğru zorla sevk etmek’ şeklinde tarif eder.

İşrak, güneşin doğup doğu ufkunda biraz yükselerek ışıklarının safiyetle parlamaya başladığı vakte denir. Dağlardaki tesbih güneşin hareketlerine göre yapıldığı için buna günlük yapılan ibadetler diyebiliriz. Dağların musahhar kılınması ile alâkalı İbrânî tarihinden alınan bilgilere göre, Dâvud peygamber hayatının bir kısmını dağlarda geçirmiştir. Dağların ona musahhar kılınması savaşlarda oralardan da nasıl istifade edileceği konusunda ona bir güç/üstünlük/kuvvet sağlamasıdır. Ayrıca Hz. Dâvud’un dağlardan istifadesi, oralardan demir madenini elde etmesi olarak da anlayabiliriz. Zîra Kurân şu bilgiyi verir: “Ve and olsun ki Dâvud’a, Bizden bir fazl verdik. Ey dağlar, onunla beraber yönelin! Ve ey kuşlar! Ve Biz de ona demiri yumuşattık. (Sebe:10)

19- Ve kuşların hepsi toplanmış olarak ona dönerdi

Hz. Süleymân’ın Neml sûresinde anlatılan haberci kuşları kullanmayı babası Hz. Dâvud’dan öğrendiği anlaşılmaktadır. Zîra Hz. Süleymân şöyle demiştir: Ve Süleymân, Dâvud’a vâris oldu. Ve dedi ki: "Ey insanlar! Kuşların mantığı bize öğretildi. Bize her şeyden verildi. Muhakkak ki bu, apaçık bir fazldır."(Neml:16)

Kuşlardan oluşan istihbarat ağı ile Hz. Dâvud’un uzak yerlerden sağlıklı bilgi alması sağlanmış, böylece yönetimini daha sağlıklı kararlarla yönetip mülkünde hükmünü güçlendirilmiştir.

20- Ve onun mülkünü güçlendirdik. Ve ona, hikmet ve faslıhitâp verdik.

Hikmet kelimesi ‘hükm’ kökünden gelmektedir ve aynı kökten gelen kelimeler içerisinde en zengin anlam sahasına sahiptir. Kısaca hikmet, en uygun şekilde hakkı teslim etmek demektir. Rağıb’ın açıklamasıyla bilgi ve akılla hakka isabet etmektir. Hikmet, hem ilimdir, hem de isâbetli, tutarlı iş yapmadır. (Krş.için Meryem:12, Şuarâ:83, Kamer:5)Âyetteki faslıhitâb ifadesinden anlaşılmaktadır ki, Dâvud peygamber çok fasih ve beliğ konuşan, hükümlerini açık ve net bir şekilde dile getiren ve muhataplarına ne demek istediğini gâyet anlaşılır olarak aktaran bir kişidir. Faslıhitâb deyimi ayrıca, hükümlerdeki tereddütsüzlük, kesin kararlılığı ve kararlardaki isâbeti de ifade eder. Hz. Dâvud’un bu vasıfları, ileride devleti yönetecek olan Hz. Muhammed’in de yetiştirilmesinde ona örneklik teşkil etmektedir.

21- Ve o hasımların haberi sana geldi mi? Mihrâbın duvarına tırmanıyorlardı.

Âyetin soru cümlesiyle başlaması ve nebe kelimesinin kullanılması verilecek haberin, anlatılacak kıssanın basit bir koyun anlaşmazlığını göstermek değil, yönetim makamındakileri uyarmak içindir. Tesevveru, ‘sûr, yüksek duvar’ iken, tesevvür de, ‘yüksek yere çıkmak’ demektir. Âyette geçen iz tesevverû, iz dehâlû, minhûm ve kâlû kelimelerinin hepsi çoğul olarak ifade edilmiştir. Bundan da anlaşılıyor ki, Hz. Dâvud’un makamına çıkanlar sadece iki davacı değil, bir gruptur. Ancak, Hz. Dâvud karşısında kendisi ve halkın sıkıntılarını dile getiren, konuşan bir kişidir.

Mihrâb kelimesi, ibadet yeri anlamına gelir. Bu yüzden camilerde en önde imam için hazırlanan ve namaz kıldırılan özel yere mihrâb denir. Ancak mihrâb kelimesi bu âyette, cemaatin önünde değil yerden yüksek olarak çok basamaklı merdivenle çıkılacak şekilde inşa edilen ve kendini ibadete veren kimseler için hazırlanmış özel odaları veya hücreleri belirtmek için kullanılmıştır. Bu yerler genellikle mabetlerin kemerli duvarlarının içerisine gizlenmiş olarak inşa edilirdi. Tarihî binalarda bu tarz odacıklara rastlanır. Ancak zaman içinde mihrâp cemaatin önünde, onları gören açık bir konumda olmuştur. Olması gereken de budur. (Bkz. Meryem 11.) Hz. Dâvud dağlarda işrak ve akşam vakti yaptığı tespihi, yönetici olduğunda kendisi için yaptırdığı ve herkesten uzak yüksek bir mihrâpta devam ettirmiş de olabilir.  

22- Dâvud’un yanına girdikleri zaman onlardan korktu. "Korkma! Biz birbirinin hakkına giren iki hasımız. Artık aramızda sen, hak ile hükmet! Aşırı gitme! Bizi düz yola ulaştır!"

Bir davacı resûl olan bir hâkime neden “Aşırı gitme!” der? Hz. Dâvud’un aşırı gittiği konu kıssanın sonunda ifade edilecektir.

Feza; korku, feryat, nefret, keder, insana ârız olan heyecan demektir. Hz. Dâvud korkmuştu, çünkü o misafirlerini kapıdan (legal olan yerden) beklemektedir. Bu tepki, onun ummadığı bir yerinden davalıların yanına girdiğini gösteriyor.

Teşeddüd; haktan uzaklaşmak, haksızlık ve zulümde bulunmak, yalanı tercih etmek demektir. “Artık aramızda sen, hak ile hükmet! Aşırı gitme!” cümlesi Hz. Dâvud’dan beklentiyi ortaya koymaktadır.

Bağy,  hased ve zulüm demektir.  Bu kelimenin aslı fesat manasındadır. Yara kötüleştiğinde, ‘beğiye’l-cerh’ denilir. Bu âyette sosyal yaşam alanında, birbiri ile yakın ilişkileri olan kişilerin arasında haklara riâyet etmeme sonucu hasedin, hakka tecavüzün oluştuğunu haber vermek için kullanılmıştır.

23-Gerçekten bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var ve benim bir koyunum var. Buna rağmen "Onu bana ver!" dedi. Ve bana hitabı ile üstün geldi.

Na’ce kelimesi dişi koyuna ve dişi sülüne denildiği gibi koyunun, keçinin ve vahşi sığırın dişilerinin çoğulu için kullanıldığı ifade edilmiştir. Âyetteki na’ce kelimesi ile o günkü tarım toplumunun gözde ticaret emtiası olan, üreyip çoğalan koyunlar kastedilmektedir.

Ikfâl; kefil etmek, kabul ettirmek, verip başkasından alâkasını kesmek gibi manalara gelmektedir. Âyetimizdeki‘ekfilnîha’ fiilini İbn Kisan “Onu bana pay kıl!”İbn Abbas ve İbn Mesud “Benim için ondan vazgeç!” gibi manalar vermişlerdir. Dikkat edilecek olursa, Hz. Dâvud karşısında konuşma yapan şahıs, davacı olduğu kimse için, “Benim koyunumu zorla aldı.” dememiştir. Buradaki, kardeşimin doksan dokuz koyunu var, benimse bir tek koyunum var ifadesi, kardeşler arasındaki gelir ve nüfûz gücü farkını ve zengin-fakîr arasındaki uçurumu ifade etmektedir. Bu emsal olay, toplumdaki fakîrlerin zenginler tarafından sûistimal edildiğini haber vermektedir. Zengin sözleri ile fakîre teminat verip onu zor kullanmadan, kitabına uygun olarak aldatmıştır. Günümüzde onlarca dairesi, arsası olan bir müteahhidin yoksul köylünün elinden ileride değerlenecek tarlasını yok pahasına alması gibi. Bu örnek dava aslında o toplumda yaşanan haksızlıkları da ihbar etmektedir. Mesele altı üstü bir koyunun el değiştirmesi değildir. Kıssa nüzul ortamı bağlamında, Mekke’nin servet ve iktidar sahiplerinin durumuna işarettir. Onların da böyle koyunları, develeri, bahçeleri vardı. Elinde bir koyunu, devesi, bahçesi, olup kendi kendine yetenlerin olmasını istemeyen Mekkeli müşrik kodamanlar, o malları da bir şekilde alıp kendi kendine yetenleri muhtaç, onlara karşı ezilen, saygı ile eğilen, kölelere çevirmek istiyorlardı. İşte Hz. Peygamber’e, Hz. Dâvud üzerinden bu durum hatırlatılarak Dâvud gibi işbaşına geldiğinde ne yapması ve yapmaması gerektiği öğretilmektedir. Şimdi hikmet sahibi Dâvud peygamber kendinden beklenen doğru ve net tespitlerini sıralayacaktır.

24-"Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmayı isteyerek sana zulmetmiş ve muhakkak ki ortaklardan çoğu, mutlaka birbirlerinin hakkına tecavüz eder. Ancak inanan ve sâlih amel yapanlar müstesna. Onlar da ne kadar az!’’ dedi. Ve Dâvud, imtihanını anladı. Böylece Rabbinden mağfiret istedi ve rükû ederek yere kapandı ve yöneldi.

Hz. Dâvud’un hükümleri doğru tespitlerdir. Ancak bu hükümleri beyan ettikten sonra Rabbinden neden mağfiret dilemiştir? Kendi fitnesini yani imtihanını zan da olsa anlayan Hz. Dâvud, yönetmekte olduğu halkın durumunu bu küçük anlaşmazlık üzerinden fark etmiştir. İbadete kapanıp aşırı gitmiş, halkı ile arasına duvarlar örmüş yani mesafeler koymuştur. Belki de kraldan çok kralcılar yüzünden halk ona legal yolla ulaşamamaktadır. Yönetiminde, zengin-fakîr uçurumu derinleşmiş ve zengin tekâsür krizinde olduğu için fakîrin elindekine de göz dikmiştir. Fırsat eşitliği ortadan kalkmıştır. Yönetim ve iktidarla sınanan Hz. Dâvud bu emaneti ve sınavı kaybetmek üzere olduğunu anlayarak hatadan dönmüş, istiğfar etmiş, iyiye,doğruya,sâlih olana yönelmiştir. Hz. Dâvud’un davacıların hemen yanında yere kapandığına dair bir ifade yoktur. Onlar çıktıktan sonra hatasını anlayıp takip eden günlerde doğru adımları atmış olması daha muhtemeldir. Zîra verdiği karar, davayı fakîrin lehine çözmüş, mağduriyeti gidermiştir.

25-Artık bu konuda ona mağfiret ettik ve muhakkak ki onun, katımızda elbette yüksek bir değeri ve güzel bir geleceği vardır.

Bu âyette zelefe kökünden, zülfâ kalıbında gelen kelime  ‘yüksek makam, Allah katında kulun iyi amelleri ile edindiği manevî değer’ manasını ifade etmektedir. Bu makam ve güzel geleceğin kulların dünyada yaptıkları amellere, verilen emanetleri verenin rızasına göre kullanmaya ve hatadan dönme iradesine bağlanması önemlidir.

26- Ey Dâvud! Muhakkak ki Biz, seni yeryüzünün halîfesi kıldık. Bunun için insanlar arasında hak ile hükmet! Ve hevâya tâbi olma! Aksi hâlde seni, Allah’ın yolundan saptırır. Muhakkak ki Allah’ın yolundan sapanlar için hesap gününü unutmaları sebebiyle şiddetli azâp vardır.

Halîfe kelimesi, dilsel olarak ‘arka’ demek olan ‘h-l-f’ kökünden ismifâil kalıbında bir kelimedir. Aslı halîfetün olan kelimenin sonundaki ‘te’ harfi mübalâğa için olup kelime halk arasında halîfe şekline dönüşmüştür. Kelimenin anlamı, ‘arkadan gelen’ yani ‘zaman itibariyle bir başkasının arkasından gelip onun yerine geçen’ demektir.  (Lisânül–Arab)Hevânın, Kurân metninde hiç değişmeyen anlamı, insanı doğru yoldan saptıran, kaçınılması gereken, şerlere sebep olan bir temayüldür. Hz. Dâvud’a verilen emaneti layıkıyla, verenin rızasına uygun kullanma ve yeryüzünün halîfesi olma makamına yükselmesinin şartı bu âyette sayılmıştır. Hz. Dâvud’dan öncelikle insanlar arasında hak ile hükmetmesi gerektiği istenmiştir. Hak ile hükmetmek; insanların hak ettikleri yaşamı onlara sağlayacak, kimsenin hakkının kimseye geçmediği, âdil, güvenli, mutedil bir yönetim oluşturmaktır. Bunun önündeki en büyük engel ise yöneticilerin makam ve güce kavuştuklarında hevâlarına tâbi olmalarıdır. Hevâya/bencil arzu ve isteklere tâbi olmak Allah’ın ilkeleri olan adâlet,liyâkat, ehliyet, meşveret, paylaşma ve dürüstlükten taviz vermektir. Zîra dünyevî istek ve arzular uhrevî hedeflerin unutulmasına, güç zehirlenmesine sebep olabilir.

27- Ve gökyüzünü, arzı ve ikisi arasındaki şeyleri bâtıl olarak yaratmadık. Bu, örtenlerin zannıdır. Artık ateş sebebiyle örtenlere veyl olsun.

Bâtılkelimesi “be-ta-le” fiil kökünden gelir. Bu kelimenin betile kalıbı sözünde saçmalamak demektir. “Ebtale” kalıbı da bir şeyi bozmak, heder etmek, bâtıl ise zatında sebat ve hakîkat olmayan şey, aynı kökten gelen “iptal”de, bir şeyi geçersiz ve hükümsüz kılmak demektir. Bâtıl’, yapılmış da olsa, meydanda bulunsa da hiçbir hükmü ve geçerliği olmayan şeyler manasında hakkın zıddıdır. Burada gökler şeklinde çoğul gelmemiştir. Gök ve yer dünyanın ekolojik dengesinin olmazsa olmazıdır. Zîra biri atmosfere diğeri canlılığa karşılık gelir. Bu ikisi arasındaki alan da yaşamın ta kendisidir. Hayatı anlamından soyutlamak, hayatın bir sahibinin ve amacının olmadığını düşünmek, dünya gezegenini yok etmek için yeterli bir sebeptir. İnsan yeryüzünün halîfesi olmak istiyorsa dünyayı babadan alınan bir miras değil çocuklarının emaneti olarak görmek zorundadır. Yoksa yeryüzü bir ateş ve savaş meydanına dönecektir. Elindeki potansiyeli heba ederek hayatın anlamını ıskalayanlara Kurân veyl olsun demektedir.

28- Hiç inanan ve sâlihamel yapanlarla, yeryüzünde fesât çıkaranları bir tutar mıyız ya da muttakî kılınanlar ile fâcirleri bir tutar mıyız?

Kurân’da fesât kelimesi genel olarak Allah’ın belli bir ölçüye göre yaratıp öylece sürmesini dilediği tabiî ve evrensel düzenin herhangi bir şekilde bozulmasını, bir biçimde kargaşaya sürüklenmesini ifade eder. Burada imân ve sâlih amelin zıddı olarak kullanılmıştır. Yeryüzünün tabiî dengesini kendi çıkarları için bozanların, öncelikle kendi imânlarını sorgulamaları gerekmektedir. Islâh edici amel yapanlar dünyayı daha yaşanılır bir yer kılan muttakîler iken, doğal düzeni bozan/ifsâd edenler bunu ne adına veya hangi inanç, ideoloji uğruna yaparsa yapsın Kurân buna fücûr; yapanlara dafâcir demektedir.

Fücûr kelimesi dilciler tarafından “şakkusetri’d-diyanet (diyanet örtüsünün yırtılması, çatlaması)” olarak ifade edilmiştir. Bu şekilde din-imân örtüsünü yırtıp atanlara fâcir denir. Bu kelimenin çoğulu da füccâr veya fecere şeklinde ifade edilir. İmânın dışa yansıması nasıl ki takva veamelisâlih ise, küfrün dışa yansıması da fücûrdur. Füccâr kelimesi bu âyette muttakînin zıddı olarak gelmiştir.

29- Onun âyetleri ile tedbir alsınlar ve ulûlelbab tezekkür etsin diye bu mübarek kitabı sana indirdik.

Bir önceki âyette imânın, burada da bu imân ve şuuru bize kazandıran kitabın amacı ve indirilme hikmeti ifade edilmektedir.Mübârek kelimesinin kökü olan berk/bereket, genellikle hayırlı olan bir şeyin bolluğu olarak ifade edilir.Tedbîr, bir işin iyi şekilde yapılabilmesi için, ardını ve akıbetini, önünü ve sonunu gözetmek demektir. Tedebbür arka plânını görerek tedbir üretilmesini sağlayan düşünme çeşididir.Elbâb, lübb kelimesinin çoğuludur ve “özler” demektir. Bir şeyin lübbü, onun özü ve hülasâsıdır. Çünkü ‘lüb’ün asıl anlamı hâlis, katıksız, konunun özünü anlama, parçadan bütüne ulaşabilme yetisidir.Elbâb, ülfiyet ve histen meydana gelen evhâmlardan uzaktır. Zîra kuruntu ve evhâmlar kişiyi özden uzaklaştırır. Kendine özel, has işlevleri olan beyindeki algı ve düşünce merkezlerine de “lübb” adını verebiliriz. Sonradan gelişen akıllar için de bu tabir kullanılmıştır. Lüb tabiri Kurân’da daima ‘elbâb’ şeklinde çoğul olarak gelmiştir.“Ûlû” kelimesi de sahip manasını ifade eder. Bu kadar açıklamadan sonra ulûlelbabaortak aklın istikâmetinde bir düşünceye sahip olanlar, işin özünü yakalayanlardiyebiliriz. Sâlih amel yapması için âyetler ile tedbir almak,gelecekteki tehlikelere karşı elzemdir. Bu da geçmişteki tecrübeyi bilginim, tezekkür edilmesine bağlanmıştır.Bu sorumluluk, işin özünü yakalamış ululelbaba yüklenmiş bir ödevdir. Yaşadığı dönemde yeryüzünü ifsâttan koruyup sâlih amel yapan, yöneticilik sorumluluğunu üstlenen Hz. Dâvud ve Hz. Süleymân’ın örnekliği ile konu devam etmektedir.

30-Ve Dâvud’a oğlu Süleymân’ı hibe ettik. Ne yararlı bir kuldu. Muhakkak ki o evvâbdı.

Ni’mekelimesinin asıl anlamı iyi hâl, güzel hayata vesile olan demektir. Bu kelimenin dil bilgisi açısından kuruluşu insanın tutum, hâl ve davranışlarının olumlu olması manasındadır. Aynı kökten gelen nimet, eşyanın kendisinden değil insana getirmiş olduğu iyi hâl ve yarardan dolayıdır. Bu kökten gelen ne’am, develere mahsus bir isimdir ve çoğulu en’amdır. Deveye bu kelimenin verilmesinin nedeni insanların yararına önemli bir nimet oluşundandır. Âyette ‘ne güzel kuldu veya ne iyi kuldu’ şeklindeki manalar,ni’me kelimesinin doğrudan değil dolaylı manasıdır. Zîra güzel; hüsn, ahsen, hasen gibi kelimelerle karşılanırken iyi; berr veya ebrar şeklinde ifade edilmiştir. Burada Hz. Süleymân’ın çevresindekilere yararını konu edileceğinden “Ne yararlı bir kuldu.” şeklinde meallendirme uygun görülmüştür. (Hz. Süleymân hakkında bilgi için iniş sürecinde ilk geçtiği yer olan Neml Sûresinin 15–44. âyetlerine bakınız. Ayrıca krş. Sebe:12–14, Enbiyâ:78–82)

Allah’ın her insana hibe ettiği nimetler ve imkânlar vardır. Önemli olan verilenler değil onlara karşı tutumumuz ve onları nasıl değerlendirdiğimizdir. Hz. Süleymân da, tıpkı babası Hz. Dâvud gibi hata, ifsâd ve bâtıldan hemen dönme yeteneğinde olduğu için evvâb ile ifade edilmiştir. Şimdi Hz. Süleymân’ın bu vasfının ona kazandırdıkları ile ilgili bir örnekten bahsedilecektir.

31-Ona akşam vakti, cins, eğitimli atlar sunuldu.

Sâfin, bir ayağının tırnağı üzerine diken ve üçayak üstünde duran demektir. Bu ifadeden maksat atların yabanî değil bir eğitimden geçtiklerini ifade etmek içindir.Ciyâd kelimesi de “cevâd”ın veya “cevd“in çoğulu olup “hızlı koşan” demektir. Nitekim insanların çok ve çabuk para harcayanına da “cevâd” denir. Cömertler için kullanılan bir sıfattır. Âyette ifade edilmiş olan akşamüstü ayrıntısı, atları sunanların bazı şeyleri gizleme çabasına işaret eden önemli bir detaydır.

32-Böylece "Muhakkak ki, hayır sevgisini Rabbimin zikrinden sevdiğimden perdenin arkasındakileri…

33- "Bana geri getirin" dedi. Böylece bacaklarını ve boyunlarını sıvazladı.

Hayr; istenilen, arzu edilen, dünya ve âhirette faydalı, değerli,yarayışlı olan her şeydir. Mal da özünde hayırdır. Bizler maldan infâk ettiğimizde ona da hayır yapmak denir. Eğer amacına binaen kullanılmazsa bu hayr tersine döner ve şer olur. Dünyalıkları sâlihat ve bireysel imar için emanet bilmek, onu hayırlı bir imkâna çevirirken, dünyayı mülkiyet için fırsat bilerek amaç edinmek onu şerre dönüştürür. Dünyalıklara Rabbin gör dediği yerden bakmak Rabbin zikrinden onu tanımaktır. Burada Hz. Süleymân’ın kendi üzerinden verdiği mesaj dünyalıklara Rabbin zikrinden bakarak bir paye biçmesidir. Ne yazık ki Hz. Süleymân’ın karşısında ona atları sunanlar bu bakışta değildir. Cümleler yine hatalı bölünmüştür. Oysa âyetteki son cümle 33. âyete dâhil edilmelidir. Şöyle ki“Muhakkak ki ben, hayır sevgisini Rabbimin zikrinden sevdiğimden perdenin arkasındakileribana geri getirin dedi.”şeklinde tek âyet olmalıdır.

Akşam vakti sunulan iyi cins ve eğitimli atlardaki kusurları anlamak için Hz. Süleymân atları perdenin arkasından çıkarttırmış ve elleri ile sıvazlayarak kontrol etmiştir. Eski dönemlerde, savaşlarda atlı süvariler çok kritik rol oynamaktadır. Göğüs göğüse çarpışan savaş atlarının hasta veya zayıf olması savaş kaybettiren önemli bir faktördür. Eski Yunan ve Roma imparatorluğunda savaş atı hekimliği ve cerrâhisi bu nedenle çok ilerlemişti.

34- Ve doğrusu! Biz, Süleymân’a fitne kıldık. Ve onun kürsüsü üzerine ceset bıraktık. Sonra döndü.

Fitne, cevheri cürufunden ayırıp saflaştıran baskı ve elemedir. Bu nedenle imtihanın en ağırı için kullanılır. Hz. Süleymân yönetimi altındaki her şeyi en ince ayrıntısına kadar kontrol eden, görevinin başında yönetim koltuğunun hakkını veren bir liderdi. Ancak bu duruma tıpkı babası Dâvud peygamber gibi, zor ama birtakım eğitici süreçlerden geçerek geldiği anlaşılmaktadır. Buradaki dönüş evvâb değil, enâbe kelimesi ile ifade edilmiştir. Hz. Süleymân’ın tahtı arş iken burada denetleme makamı manasında kürsü kullanılmıştır. Hz. Süleymân’ın işin başına, denetim makamına tekrar döndüğü anlaşılmaktadır. Tarihî kaynaklar İsrail krallığının Hz. Süleymân’ın vefatından sonra oğlu Rehaboam’ın idaresine girdiği ve parçalandığından bahseder. Dâvud ve Süleymân’ın soyundan gelen Rehaboam isminin manası  "insanlar için uğraşan" veya "halkın haklarını savunan" anlamına geliyordu. Ancak Kurân’ın tabiri ile ‘kral görünümlü bir ceset’tir. Hz. Süleymân yaşarken kısa süreliğine kürsüsünü oğluna veya güvendiği birine bırakmıştır. Ancak yerine bıraktığı; görünüşte makamı işgal etmesine rağmen yöneticilik, kontrol ve liderlikte pasif kalmıştır. Bir insanın iyi biri olması doğru bir yönetim ve denetleme yapacağı manasına gelmez. Buradaki ceset benzetmesi bu nedenle hikmetli bir kullanımdır. Hz. Süleymân, emâneti liyâkate göre değil farklı kriterlerle devretmesi sonucu yaşanan mağduriyetlerden dolayı Rabbinden şöyle mağfiret diler:

35-Dedi ki:"Rabbim, bana mağfiret et! Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir mülk hibe et! Muhakkak ki Sen, Sen Vehhâb’sın.”

Hz. Süleymân kendine emânet edilen mülkün/gücün yanlış ellerde hizmet değil, zulüm üreteceğini anlamıştır.Bu nedenle kendisinden sonra yönetim makamına geçme adayı olanlar yüzünden böyle bir mülke kimsenin ulaşmamasını istemektedir. Geçici de olsa emânetin saltanata dönüşmesinden dolayı da Allah’tan mağfiret dilemiştir. El-Mucîb olan Allah duaya icâbet etmiştir. (Bkz. Bunlar bizim verdiklerimizdir. Artık dilediğine ver veya tut hesabı olmaz.'' (dedik) Sad:39)

36- Böylece rüzgârı ona musahhar kıldık. Onun emri ile belirlediği yöne hafif hafif akardı.

Ruhâen, yumuşaklık manasına gelen “rehâvet” kökünden gelir. Rabbimiz başka âyette rüzgârı, şiddetli manasına gelen “asife” kelimesiyle isimlendirmiştir. Çok şiddetli rüzgâr fırtınalara sebep olduğundan orada musahhardan bahsedilemez,bu durum istifadeyi de en aza indirir. Rüzgâr ve akmak, yüzmek anlamındaki “tecri” kelimesinin aynı cümlede kullanılması, rüzgâr enerjisinin yelkenli gemilerde etkili kullanıldığına dair bir göndermedir. Tecri; akmak,yüzmek kelimesi Kurân’da çoğunlukla gemilerin veya suyun akması manasında kullanılmıştır. (Bkz. İbrahim:32, Rûm:46 ) Bazı rivâyetler Süleymân peygamberin denizcilikte ulaştığı noktayı şu cümlelerle anlatmaktadır: Hiram ile Hz. Süleymân’ın ortak deniz ticaret filosu, o çağda bilinen denizlerin neredeyse en uç noktasına ulaştı. Düzenli seferlerin bazıları gidiş dönüş üç yıl sürüyordu. Tevrat'ta Süleymân mabedinin inşasına da dâhil edilen Hiram adlı kişiye referanslar bulunmaktadır. Kitab-ı Mukaddes de Süleymân peygamberin büyük bir deniz ticareti geliştirdiğini ve ticaret filosunun yanı sıra Tarsis adı verilen donanmasının da bu denizlerde etkin olduğunu kaydetmektedir.Böylece Hz. Süleymân büyük bir mülke sahip olma duası ile koyduğu hedefe ulaşmaktadır. Mülkün artmasındaki başka bir faktörde şudur:

37- Şeytânlaşmış bütün yapı ustaları ve dalgıçları da…

Şeytân, İblis gibi özel bir isim değil genel bir sıfattır. Kötülüğün sıfatını kim kendi üzerinde gösterirse o şeytânlaşmıştır. Hz. Süleymân kötülük ve suç işlemeyi ahlâk hâline getirenleri zindanlarda besleyip çürütmemiş,yeteneklerine uygun(dalgıç veya yapı ustası gibi) kamu hizmeti cezasına çarptırmıştır. Karada atlar, denizde gemilerle ticaretini geliştiren Hz. Süleymân, sûr ve kalelerle ayrıca liman inşası ile savunmasını da güçlendirmiştir.

38- Ve sonrakiler zincirlerle birbirine bağlı.

Asfâd kelimesi safed kelimesinin çoğulu olup “demir zincir ve halkalar” demektir. Âyette geçen zincire vurulmuş ifadesi, onların bildiğimiz zincirlere bağlandığı anlamıyla beraber daha çok,  onların kontrol altında tutulduklarını ifade etmek içindir.

39- Bunlar bizim verdiklerimizdir. Artık dilediğine ver veya tut, hesabı olmaz.

Arapçada vermek kelimesi i’tâ veya îtâ kelimeleriyle ifade edilir. Bu âyetle Hz. Süleymân’ın ölümünden sonra kendisine verilen mal, mülk ve iktidarın kime kaldığı, nasıl kullanıldığı konusunda herhangi bir sorumluluğunun olmadığı vurgulanmaktadır. Zîra ölen insanın kendi mirasının nasıl kullanıldığı konusunda bir irâdesi veya tasarrufu olamaz. Sadece vasiyet edebilir. Bu vasiyet de ne derece yerine getirilir veya kaç kuşak uygulanabilir? Resûllerin hiçbir zaman dünyevî makam ve mevki dertleri olmamıştır. Evlâtlarına bıraktıkları miras, mal-mülk değil zikir ile şekillenmiş bir ahlâk ve insanlıktır. Allah Resûlü de vefatına yakın halîfelik için hiçbir kişiyi belirlememiştir, en ufak imada bile bulunmamıştır. Allah’ın katındaki güzel yer için dua buyurmuştur. Refîk-i â'lâda, yüce dostların yanında olma arzusunu taşımıştır. Tıpkı Hz. Süleymân’a vaat olunduğu gibi...

40-Ve muhakkak ki onun, katımızda elbette yüksek bir değeri ve güzel bir geleceği vardır.

Hz. Dâvud yönetim ile, Hz. Süleymân mal-mülk ile, şimdiki anlatılacak olan Hz. Eyyûbda maddî ve manevî sıhhat ile imtihan edilmiştir. Rabbimiz her insanı kendi şartları içinde bir fitneye tâbi tutar. Kimi bu zor potada eriyip gider, kimi cüruflerinden kurtularak özündeki cevheri keşfeder. (Benzer kullanım için Bkz. Sad:25)

41- Ve kulumuz Eyyûb’u zikret! Rabbine şöyle seslenmişti: "Muhakkak ki şeytân, bana dert ve azap dokundurdu."

İbrânîceKitâb-ı Mukaddes’te adı İyyôb (İyyôv) şeklinde geçer. Kelime eski Güney Arabistan ve Semûd dilinde ʾyb, eski Babilonya dilinde Ayyâbum, Tel Amarna tabletlerinde Ayâb (A-ia-ab) şeklindedir. Arapça olmayan Eyyûb kelimesinin Arapçada “dönmek, yönelmek” anlamındaki ‘evb’ köküne yakınlığı da ifade edilmektedir. Hz. Dâvud, Hz. Süleymân gibi sıkıntılardan, hata yapmaktan zamanında dönen kul manasına gelmesi muhtemeldir. Kurân’da iniş sürecinde ilk kez bu sûrede yer alanEyyûb peygamber, daha sonra Enâm:84,Enbiyâ: 83-84’de,birde ismen Nisa:163’te zikredilecektir.

Nusb kelimesi, “meşakkat, bedende zahmet” demek iken, azâb kelimesi de, mahrûmiyet sonucu oluşan acı olarak yorumlanmıştır.“Kulumuz Eyyûb’u zikret!” ifadesi ‘bu örnekliği kendine ve çevrendekilere hatırlat, gününe taşı’ uyarısıdır.Ayrıca kıssa, onun hâline düşenler için doğru bir tavır da belirlemektedir. Burada Hz.Eyyûb’un dert ve azâbışeytâna fatura etmesi, sizce doğru bir davranış mıdır, yoksa çözümü aramada engel olan bir kaçış mıdır? Yapılan nidâya el-Mucîp olan Allah şöyle icâbet edecektir:“Bunun üzerine ona icâbet ettik. Böylece zarar veren şeyi giderdik. Kullara bir zikir ve katımızdan bir rahmet olsun diye. Ona ehlini ve onlarla beraber bir mislini daha verdik.”(Enbiya:84) Zararın Allah’ın sünneti gereği nasıl giderilmesi gerektiği şöyle öğretiliyor:

42-Ayağını yere vur! Bu serin, yıkanılacak ve içilecektir.

Urkud kelimesi, ‘ayağını yere vur’ demektir.Aynı kökten olan ve Enbiyâ 12’de geçen ‘yerküdu’ kelimesi ise, “süratle hareket etmesi için hayvanı mahmuzlamak” anlamına gelmektedir. Urkud emri Hz. Eyyûb’un zaman kaybetmeden şifa araması için harekete geçmesi,yollara düşmesidir. Allah’ın icâbeti, mucizevî bir şekilde Hz. Eyyûb’un bir anda iyileşmesi olmamış, Allah’ın yasaları çerçevesinde sebepler araması biçiminde gerçekleşmiştir. Yollara düşmesi ile serin yıkanılacak bir yeraltı suyu veya maden suyu gibi bir kaynağa ulaşmış olmalı ki “haza” denilerek o sıvıya işaret edilmiştir. Baridun ile ateşli hastalıklarda soğuk, serin uygulamanın önemine ve ateşin doğal yollarla düşmesine bir gönderme yapılmış olabilir.Yoksa miskin miskin oturmak sabır değil, mucizevî bir şekilde iyileşmek örnekdeğildir.

43- Ve Bizden bir rahmet ve ulûlelbâba zikir olarak, ona ailesini ve onlarla beraber bir mislini daha hibe ettik.

Ulûlelbab 29. âyette ayrıntılı anlattığımız gibi“ortak aklın istikâmetinde bir düşünceye sahip olarak işin özünü yakalayanlar” demektir.Hz. Eyyûb’un zorluklar içinde geçirdiği dönemde çevresindekilerin dağıldığını bu ifadelerden anlamaktayız. Zîra şifaya kavuştuğunda kaybettiklerinden daha sağlam bir aileye ve çevreye sahip olmuştur. Bundan sonraki âyet Hz. Eyyûb’un güç ve kudret kazandıktan sonra ne yapması gerektiğini anlatacaktır. Hz. Muhammed ve çevresindekilerin boykot döneminde çektikleri sıkıntılardan sonra kazanacakları güç ve kudrete dair Eyyûb peygamber üzerinden yine bir örnekleme yapılmaktadır.

 44- Ve eline bir demet, al böylece vur ve haktan sapma. Muhakkak ki Biz, onu sabırlı bulduk. Ne yararlı bir kuldu. Muhakkak ki o, evvâbdı.

Hıns kelimesinin asıl anlamı, “haktan bâtıla kaymak, günah işlemek ve kararsızlık” anlamlarına gelmektedir. (Lisanü’l-Arab) Yemin eden birisinin yemininden caymasına da, “haktan bâtıla kaymak” manasında hânis olma denir; ancak bu yine doğrudan değil, dolaylı manadadır. Âyetteki, bir dizi emrin sonuncusu olarak Eyyûb peygambere verilen “ve lâ tahnes” ifadesi, ‘’karasız olma, haktan sapma, günah işleme!” anlamlarında değerlendirilmelidir. Nitekim hıns kelimesi Kurân’da bir kez daha geçmekte ve orada da, “haktan bâtıla sapış, günahın bir çeşidi” anlamında kullanılmaktadır. (Bkz. Vâkıa:46)Dığs, yaş-kuru karışık ot veya başka şeylerin demetidir. Asıl itibariyle bu, karışık, karma şeylerin bir araya gelmesidir. Bu manada karışık rüyalar için kullanılmıştır. (Dediler ki: Karmakarışık demet demet rüyalar, hayaller Yusuf:44; ayrıcaEnbiya:5.) Özetle bir araya getirilmiş yaş-kuru ot ve otların üzerindeki tohumlardır. Darb, bir şeyi başka bir şeye sertçe vurmaya denir. Yeryüzünde yürümek ve ayakları yere vurma anlamından yola çıkarak sefere çıkmaya da darb denmiştir. “Darbulardi bil matar,” yere vuruş temel alınarak yağmurun yere düşmesine denmiştir. “Darbu-derehim,” çekicin vurduğu nokta-i nazarından para basımına denmiş, Türkçemize de darphane olarak geçmiştir.

Hz. Eyyûb’un hatası hastalık ve sıkıntılarını şeytânın dokunması olarak okumasıdır. Bu tarz metafizik gaybî sebepler hastalığı iyileştirmek yerine daha da kökleştiren psikolojik rahatsızlıkları da tetikler. Esasen bu, egzorsizm olarak tanımlanan ve görünmeyen bir varlığın etkisi altına girdiği sanılan kimseyi çeşitli yöntemlerle bu etkiden kurtarmaya çalışan kadim bir sapmanın sonucudur. Terim, yüksek bir otoriteye başvurularak musallat olan varlığın engellenmesini ya da lanetlenmesini ifade etmek üzere, eski Yunanca’da “lanet” anlamına gelen “exousia” sözcüğünden türetilmiştir. Eski uygarlıkların çoğunda, birtakım tuhaf davranışlar gösteren kimselerin içine cin ya da şeytân girdiği sanılır ve bu yaratığı o kimsenin bedeninden kovmak üzere, genellikle ayin şeklinde çeşitli uygulamalar yapılırdı. Bu tür uygulamaları yapanlar da genellikle okültizmden anlayan uzmanlar veya rahipler olurdu. Hıristiyan Avrupa’da bunu yapanlara egzorsist adı verilmiştir. Egzorsistler, böyle bir yaratığın musallat olduğu düşünülen, hasta olduğu kabul edilen kimsenin vücudundan çıkması için, görünmez yaratığa çağrılarda bulundukları ayinler düzenlerlerdi. Kötü kokuların, tütsü, tuz, kutsal su, kutsal ot gibi maddelerin ve dans öğesinin kullanıldığı bu ayinlerde ya lanet okuma ve küfürler etme yoluna ya da dua ve trans yöntemine başvurulurdu. Şifalı ot ve sular ile yapılan bazı tıbbî tedaviler zamanla bu tarz mistik gösterilere evrilmiştir. İlaç olarak bitkilerin kullanımı, yazılı insan tarihinin öncesine kadar dayanır. İnsanlar tarafından kullanılan baharatlar ve otlar birçok tıbbî ilaç ve hastalığın panzehiridir. Çeşitli ot ve baharatların kullanılması gıda kaynaklı patojenlerin tehdidine bir tepki olarak kısmen geliştirilmiştir. Baharatların antimikrobik olduğu, bazı otlarında ağrıları azalttığı tıbben de kanıtlanmıştır. Tarihte baharat yolunun önemi de buradan gelmekteydi.Âyette, Hz. Eyyûb’un tedaviyi yeraltı suyundan bulduğu ve direncini desteklemek için otları kullandığı, ot ve tohumlara vurarak elde ettiği özle gelenşifadan fazla detaya girmeden bahsedilmiştir. Havanda dövülen tohum, baharat, bitkive özlerinin açığa çıkarılma işlemi hâlâ uygulanmaktadır.İnsanlar tarih boyunca sebebini tam bilemedikleri hastalık, belâ, şer ve kötülüklerin kaynağını hep görünmeyen, bilinmeyen âlemlere fatura etmiştir. Bu atâlet onlara şifa değil, hastalıklarının artmasına, bulaşıcılığın yayılmasına sebep olmuştur. Batıda şeytân çıkarma, doğuda cinci hocalar,sahtekârlıklarına sürekli inançlardan destek aramış ve dini sûistimal etmiştir. Hz. Eyyûb’un evvâb oluşu, çevresinin bâtıl inançlarından hemen doğru olana dönmesidir. Tabiî ki isim yapmış cinci bir hoca veya başrahibin yapamadığını her zaman üzerine basıp geçtiğimiz basit bir otun yapması kabul edilmesi zor bir durum, mücadele ve sabır gerektiren bir süreçtir.

45- Ve güç ve basîret sahibi kullarımız, İbrâhîm ve İshâk ve Yakûb’u zikret!

Bilindiği gibi, insanın bir bedensel bir de zihinsel gücü vardır. Bedensel güç, genellikle el yardımı ile yapılan işlerle ortaya konduğu için el kelimesi güçten kinâye olarak kullanılır. İnsanın zihinsel gücü ise görüş, görme ve göze izafeten basîret kelimesiyle ifade edilir. Basîretteki gücün fizikî güçten önce gelmesi örnek olarak verilen nebîler üzerinden hatırlatılmıştır. Burada dede, oğul ve torunun isimleri sayılmıştır. Ortak yanları, resûllerin bulundukları ortamı yaşanabilir bir yurt hâline getirmek için karşılaştıkları sorunları, âhiretteki ideal hayatı merkeze alarak çözümler getirmeleridir.

46- Muhakkak ki Biz, onları hâlis olarak o yurdu zikreden ihlâslılardan kıldık.

Belirlilik takısı ile gelen “ed-dar” âhiret yurdunu ifade eder. Âhiret anlatımı en ideal yaşam alanını bize sunan, örnek alınacak model (numuneyi imtisal) bir hedeftir. Bütün resûller karşılaştıkları zorluklara rağmen çevrelerini o ideal örnek yaşam alanı olan cennete çevirmek için çaba göstermişlerdir. Hz. İbrâhîm ve çocukları bu ideali tek bir yurda bağlı kalarak değil birçok yere ulaşarak, gittikleri her bölgeye götürmeye çalışmış örnek bir ailedir. Bunu da ihlâs sahibi olarak yapmışlardır. İhlâs sahibi kılınmak; nereye giderse gitsin, hangi kültürün içinde kimlerle yaşarsa yaşasın, ilkelere, sabitelere müntesip olmaktır. Bunu başarmak da dışarıdan, atadan, aileden veya kültürden yüklenenleri bir elekten geçirmek; beşerî öğreti, ideoloji veya akımların etkisinde kalmadan kendini hâlis tutmaya bağlanmıştır.

47- Ve muhakkak ki onlar, katımızda, gerçekten en hayırlı seçkinlerdi.

Mustefeyne kelimesinden maksat insanlar arasında seçilmişler demektir. Ahyâr ise bu seçimin gerekçesi hükmündedir. O da beşeriyette, insanî ilişkilerde iyi, doğru ve insanlığın faydasına hayırlı kullar olmalarıdır. Âyet en hayırlı olanın seçildiğini ifade ederek seçimi sebep-sonuç ilişkisi ile gerekçelendirmektedir.

48- Ve İsmail’i ve Elyasa’yı ve Zülkifli’de zikret! Hepsi en hayırlı olanlardandı.

45. âyetteki İbrâhîm, İshâk ve Yakûb peygamberlerin akabinde İsmail, Elyasa ve Zülkifl sıralanmıştır. Bu peygamberlerin de tıpkı Hz. İbrâhîm, İshâk ve Yakûp gibi bir soy veya ortak coğrafya birlikteliği olduğunu söyleyebiliriz. İsmail peygamber, Kurân’da ilk defa Meryem sûresinde anılmaktadır. (Bkz. Meryem:54) Ayrıca Sâffât 102’de babası Hz. İbrâhîm ile yaşadıkları aktarılmış ve sabrına dikkat çekilmiştir. Elyesa; biri burada, diğeri de Enâm 86. âyetinde olmak üzere Kurân’da 2 kez geçmektedir. Her iki âyette de bu isim diğer peygamberlerle birlikte zikredilmiş, başkaca bir açıklama yapılmamıştır. İbrânîcede “Tanrı benim kurtuluşumdur.” anlamına gelen Elişa kelimesi Grekçeye Elisaios, Latinceye Elisaeus şeklinde geçmiştir. Zülkifl de; yine biri burada, diğeri de Enbiyâ 85 olmak üzere Kurân’da 2 kez ismen geçmektedir. Zülkifl isminin, sorumlu olan, ant ile bağlanan, bir şeyden veya kişiden sorumlu olmak anlamına gelen ‘keffele’den geldiği ifade edilmektedir. Kelime ‘Onun bakımına kefil oldu.’ şeklinde Kurân’da Âli İmrân 37, 44’te Hz. Zekeriya’nın da bir sıfatı olarak kullanıldığından Zülkifil’in Hz. Zekeriya’nın lakabı olma ihtimali yüksek görünmektedir. Kurân’da biri adı, diğeri sıfatı olmak üzere iki isimle anılan daha başka peygamberler de vardır. Hz. İsa-Mesih, Hz. Yûnus-Zu’nnûn ve Hz. Muhammed’in Ahmed sıfatları ile anılması gibi. Hz. İbrâhîm, İshâk ve Yakûp kan bağı olmasına rağmen farklı yerleri yurt edinmişler. Hz. İsmail, Elyesa ve Zulkifil’in aralarında yüzyıllar olsa da ortak coğrafyayı paylaşma ve Kurân öncesi tanınmaları sebebiyle bu kullanım seçilmiş olabilir.

49- Bu bir zikirdir ve muhakkak ki muttakîler için en güzel gelecektir.

Kötülüklerden kendisini ve çevresini koruyan, bilinçli, sorumlu kullar için geleceğin umut verici olduğu hatırlatılmıştır. Motivasyon âyetleri muhatabını sıkıntılara karşı güçlendiren, onlara bir hedef ve ideal belirleyen âyetlerdir.

50- Kapıları onlara açılmış olan adn cennetleri vardır.

Adn cenneti, en belirgin anlamı ile ikâmet etme, ikâmet edilen yer demek olup 11 yerde kullanılmıştır. Bir şeyin yatağı, merkezi anlamındaki maden kelimesi de bu kökten gelmektedir. Bu anlamda cennetüadn; yaşam alanları, kalınacak yer anlamında kullanılır. Nüzul ortamındaki muttakîlerin önüne, yaşadıkları sıkıntılı hayatın adn cennetleri gibi bir ortama döneceği umudu ve hedefi konmuştur. Dikkat edilirse pasajın hiçbir yerinde ölümden bahsedilmemiştir. Bunun hikmeti bu idealin henüz ölmeden yakalanması gereken bir görev ve ödev olması gerektiğindendir. Dünyayı cehenneme çevirenlere adn cennetlerinin kapıları ebediyen açılmayacaktır.

51- Orada yaslanıp oturarak pek çok meyve ve içecek dileyecekler.

Müttakî; bir yere dayanıp itimat eden, yaslanan kimse demektir. Kurulan sistem o kadar güven vermelidir ki insanlar ona dayanıp güvenerek ihtiyaçlarının karşılanacağını bilmelidir.

52- Ve onların katında bulunduğu tarafa dikkatle yönelen yaşıtlar vardır.

Kâsırât kelimesinin kökü olan ‘kasera’ kısaltmak anlamına gelir. Bu manada âyet karşısındakine bakışları ile yoğunlaşma manasına gelir. Kelimenin ikinci manası men etme veya korumak olan, ‘kasr’ kökünden olursa dikkatlerini başka şeylerden men edip sadece karşısındakine bakanlar, ilgilenenler demektir. Tarf ise uç, taraf demektir. Bir şeyin yanı, kenarı anlamına da gelir. Tarafulayn, göz kapağı demektir. Göz kapakları gözün üst ve alt taraflarıdır, göz kapağının hareket ettirilmesiyle kaçınılmaz olarak bakış meydana gelir. Bu kelimenin vurgusu kısık, dikkatli bakış demektir. Bakışı kısarak bakmaktaki mana ise yine kâsırât kelimesini desteklemek içindir ki dikkatlerini dağıtmadan karşısındakine odaklanmak manasındadır. Yukarıdaki cennet sahnesinde cennetliklerin birbirlerine duydukları saygı gereği, bulundukları tarafa yönelerek birbirlerini dinlemeleri aslında o ortamda saygı ve sevginin yoğun şekilde yaşandığını göstermektedir. Hz. Muhammed de konuşan biri olduğunda ona doğru yönelerek dinlerdi. Bu ahlâk cennetliklerin ahlâkıdır ve karşıdaki insana değer verildiği, söylediklerinin değerli olduğu imajını verir.

Etrâb kelimesinin lügat anlamı “aynı zamanda doğmuş, birbirinden farkı olmayan” demektir. (Lisanü’l-Arab) Hepsi bir ayarda, bir seviyede demektir. Bazen cennet nimetlerini,(Nebe:33, Vakıa:37)bazen de buradaki gibi cennetlikleri niteler. Bir ortamı cennet yapan; gelir seviyesi, kültür, bilgi, kalite vs. gibi niteliklerde uçurumların olmamasıdır. Dünyada da insanlar, genelde kendilerine yakın kişilerle arkadaşlık yapmak ister. Zîra kişilik ve dünyaya bakış olarak birbirlerine yakınlık ve denklik aranır. Ortak payda artıkça paylaşım, arkadaşlık ve sonuç olarak mutluluk artar.

53-İşte bu hesap günü için size vaad edilendir.

Yapılan iyiliğin bir gün karşısına çıkacağı veya kötülüğün hesabının mutlaka sorulacağı şuuru, hayatı adn cenneti yapmak için yeterli bir bakış açısıdır.

54- Muhakkak ki bu, gerçekten bizim tükenmez rızkımızdır.

İnsanları usulsüzlüklere, aldatmaya ve zulme iten en tehlikeli duygu rızkın tükenmesi korkusudur. Muttakîler, kaynağı er-Rezzâk olan rızkın tükenmediğini, sadece mahiyet değiştirdiğini çok iyi bilenlerdir. Bir konuda mahrûm kaldığını düşünen birinin başka bir konuda nasıl normalin üstünde rızıklandığını görmesi ona güç katan bir basîrettir.

55- Bu böyledir! Ve muhakkak ki haddi aşanlar için elbette şerli bir gelecek var.

Tâğîn kelimesi tağut ile aynı köktendir. Haddi aşan her şey manasına gelir. Su kanalından çıkıp taşmasına denir. Tâğîn de tuğyan edenler, haddi aşanlar demektir. Yaşam alanlarının adn cenneti olması etrâb olarak tesmiye edilen denklik, eşitlik ve adâlete bağlanmış iken burada insanların hudutlarını aşarak, başkalarının haklarına taşmak manasında tağa kullanılmıştır. Bu aç gözlü tutum cenneti cehenneme çevirmek için yeterlidir.

56-Cehenneme yaslanırlar. Artık ne kötü bir yerdir.

Mihâd, beşik ve karyola gibi döşenmiş döşek, yeryüzü ve semâ anlamlarına gelir. 49 ve 50. âyetlerde hayırlı muttakîler için cennetvarî bir yaşam alanı vaad edilmişken, burada haddi aşıp zarar veren, hak yiyenlerin şerli bir geleceğe ve cehennem gibi bir döşeğe düşecekleri hatırlatılır.

57- Bu böyledir! Artık hamîm ve ğassakı tatsınlar.

Hamîm, çok sıcak olan sudur. Ter de teşbih yoluyla hamîm diye adlandırılmıştır. Türkçedeki hamam ve ateşli bir hastalık olan humma buradan gelir. Ğassak kelimesinin aşırı derecede soğuk anlamı vardır ki, âyette kelimenin bu anlamda kullanıldığı düşünülürse, cehennemde hamîm‘in karşıtı olarak soğuk ile de azâp edileceği anlaşılır. (Lisanül-Arab) İnsan yaşamı genelde dünyanın orta kuşağı olarak adlandırılan, iklimin daha ılıman olduğu bölgelerde gelişmiştir. Dünyanın güneşe yaklaşması hamîm, uzaklaşması ğassaktır. İki durum da dünyayı cehenneme çevirmek için yeterlidir. Küresel iklim dengesizlikleri de buna sebep olmaktadır. İnsan had ve hududunu bilmezse er ya da geç buz gibi bir karanlık içindeki yakıcı bir pişmanlığı tadacaktır. Cehennemi farklı alanlara da yansıtma sebebimiz bir sonraki âyettir.

58-Ve onun şeklinde başka eşler vardır.

Ezvâc kelimesi zevc’in çoğuludur. Bu âyette geçen ezvâc kelimesi, birbirine zıt veya muhtelif azâp türlerini anlatmaktadır. Ebu Amr, başka diye meallendirdiğimiz âharu kelimesini uhrâ kelimesinin çoğulu olarak elif‘in zammesi ile uharu şeklinde okumuştur. Buna göre mana; çeşitli, farklı azâplar şeklindedir.

59- Bu grup sizinle beraber kalkışanlardır. Onlara merhabâ yoktur. Muhakkak ki onlar ateşe yaslanacaktır.

Muktehimün kelimesinin kökü, daha önce Beled sûresinde de geçmiş olan iktihâm kelimesidir. İktihâm, kendisi için zor ve meşakkatli bir işe yönelmek, çetin bir işe girişmek demek olup bu kelimeden türemiş olan ifadelerin hepsi de, kişinin büyük işlere giriştiğini, zor görevlere teşebbüs ettiğini, zorlukları göğüslediğini ifade eder.(Lisânü’l–Arab)

Merhabâ kelimesi genişlik manasına gelen “rahb” kökünden gelip ‘darlık ve sıkıntı olmayan, rahat bir yere geldin veya sen yurduna geldin’ manasında olur (Râzî). Mescidin ve başka yerlerin rahbesi onların geniş yeri demek olup buradan gelmektedir. Merhabâ yok “lâ merhaben” deyimi ‘Size rahat yüzü yok!’ demektir. Kaostan beslenenler, sevdikleri için rahat hareket edecekleri toplumları seçer, orada kümeleşir ve böylece ateşe yaslanırlar. ‘Onlara merhabâ!’ yok mottosu, toplumu cehenneme çevirmek isteyenlere karşı düstur edinilmelidir.

60- Dediler ki: ‘’Bilakis, size merhabâ yoktur. Onu bize siz takdim ettiniz. Artık ne kötü bir karar yeridir.’’

Birinci grup buradakileri kışkırtan, uçurumu arttırarak cennet gibi yaşam alanlarını aç gözlülükle cehenneme çevirenlerdir. Buradakiler de azmettiricilerine menfaatleri gereği uyanlardır. “Onu bize siz takdim ettiniz.” cümlesinden sanki kötülüğü değerli bir şeymiş gibi sundukları anlaşılmaktadır.

61- Dediler ki: ‘’Rabbimiz, bunu bize kim takdim ettiyse onun ateşte azabı kat kat arttır!’’

Ateşe, kaosa, savaşa yaslanarak ona arka çıkanlar bunu kötü bir durum gibi değil olumlu, matah bir şeymiş gibi takdim ederek kitleleri arkalarından sürüklerler. Cehennemlikler suçu hep başkalarına yükler ve onlardan intikam almak için yanıp tutuşur.

62-Ve dediler ki: “Biz niçin, şerlilerden saydığımız kişileri görmüyoruz?”

Azdıran ve azanlar burada bir itirafta bulunmaktadır. Dünyada şerli kişiler olarak görülen ve gösterilen (lanse edilen) kişilerin aslında öyle olmadıklarını itiraf etmektedirler. Sulh için canını dişine katıp savaşan birinin şerli olarak görülüp gösterilmesi, bakılandan değil bakılan yerden ve bakandan kaynaklanmaktadır. Zîra yanlış yerden yanlış bakan doğruyu göremez.

63-Biz onları küçümserdik. Yoksa onları gözden mi kaçırdık?

Küçümsemek ve alay, hakîkî hüviyeti dışında muhatabı daha hafif ve aşağıda gösterme gayretidir. Buradaki alay ve aşağılama şerden beslenen, ona yaslananlarca çıkarlarına karşı çıkan hayırlı insanların kötü lanse edilmesi, olmadıkları gibi görülüp gösterilmesi gayretidir.

64-Muhakkak ki bu elbette haktır, ateş ehlinin tartışmalarıdır.

Cehennemlikler arasındaki bu suçlamalar Rabbimiz tarafından “davalaşma” olarak isimlendirilmiştir. Çünkü bu kişilerin birbiri aleyhinde taleplerde bulunması ve yapılan karşılıklı suçlamalar, birbirini dava etmiş kişilerin mahkeme salonundaki çekişmeleri ve tartışmalarına benzetilmektedir. Suçu sürekli başkasına fatura etme huyu dünyada edinilen öz eleştiriyi ve gelişmeyi baltalayan bir zaaftır.

65-De ki: Ben sadece uyarıcıyım. Vâhid, Kahhâr olan Allah’tan başka bir ilâh yoktur."

Vâhid ismi nuzül sürecinde ilk defa bu âyette geçmiş olup zâtında ortaklığı olmayan, kesreti, çokluğu bulunmayan, böyle bir ihtimal olmayan anlamındadır. Eşi, parçaları, cüz’iyyatı da yok demektir. Allah’ın isimlerinden biridir. Kurân’da Allah’ın ismi-sıfatı olarak el-vâhid şeklinde de geçmiştir: (Sâd 65, Ra’d 16, Yûsuf 39, Zümer 4)

Kahhâr ismi, nüzul sürecinde ilk bu âyette geçmiş olup “vâhid” ismi ile birlikte toplam 4 âyette geçmiştir: ” (Sâd 65, Ra’d 16,Zümer 4, Mü’min 16) Kurân’da “kâhir” kelimesi, Allah’ın sıfatı olarak iki âyette geçmiştir: (Enâm 18, 61). Kahr; hem boyun eğdirme, hem zelil kılma demektir. Ayrı ayrı her iki manada da kullanılır. Allah’ın Kahhâr oluşu, kulları üzerinde mutlak otorite sahibi oluşu demektir. Arâf 127’de Firavun’un “Biz onlar üzerinde kahiriz.” derken kastedilen mana, istediğimizi yapabileceğimiz güce sahibiz demektir. (Krş. Arâf 27) Yine Duhâ 9’daki ‘yetime kahretme’ ifadesi, sahipsizlere otorite kurup onları ‘sûistimal etme’ emridir.

Kurân-ı Kerîm’de peygamberlerin vasıflarından biri de “münzîr” sıfatıdır. Burada ‘’innema/sadece’’ ile gelmesi önemli bir nükteye sahiptir. Zîra resûlün ve onun izinden gidenlerin sadece ve sadece uyarı görevleri vardır. Onlar insanları zorlayıcı, hesap sorucu ve kahredici olamazlar. Dinden döneni öldürmek veya dindar birini din ve inançlarla ilgili uyarı dışında haddi aşıp zorlamak, bir anlamda vâhit ve kahhâr olan Allah’a şirk koşmak demektir. Zîra hesap sorup cezasını vermek sadece ve sadece vâhit ve kahhâr olan ilâhın hakkıdır. İnsanlara inanç dayatan, kendini rab ilan eden ve onları kahruperişan etmeye çalışan Firavun buna tipik bir örnektir. Ayrıca putlar konusunda baskı yapan müşrikler de bilinçaltında kendilerini ulûhiyet makamında görmektedirler.

Bir olanı bir bilmek ve herkesin onun ilkeleri karşısında denk olduğuna inanmak, yaşam alanlarını adn cennetlerine çevirirken haklara girildiği, kötülüğün bir yaşam tarzı gibi takdim edildiği yerler, cehennemin şubeleri olmaktan kurtulamayacaktır.

66-Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi, Azîz’dir, Ğaffâr’dır.

Azîz, mağlubiyete mani olan üstünlük ve izzettir. Ğaffâr, sürekli bağışlayan demektir. Gökler, yer ve mahlûkatın tamamının tek sahibi ve efendisinin Azîz, Ğaffâr olan Rab olduğu hatırlatılmıştır. İnsanları mutlak cezalandırma yetkisi nasıl ki Allah’ta ise onları mutlak bağışlayacak olan da sadece ve sadece Ğaffâr olan Allah’tır.

67-De ki: O azîm haberdir!

Arapçada “habîr” haber demekken;“nebe” önemli, hayatî haber anlamındadır. Habîr, önemli veya önemsiz olmakla birlikte nebeyi de kapsar. Nebeyi getirene “muhbir-i sâdık” denir. Kesin olarak doğru haber veren demektir. Nebenin azîm ile birlikte kullanılması, kesin olacak olan, insanın hayatını, öncelediklerini ve ertelediklerini etkileyen azâmetli mahiyetine dikkat çekmek içindir. Vahiyle insanları haberdar edene de nebî denir. Kurân-ı Kerîm, geleceğe ve geçmişe dair hayatî haber ve kıssalar ihtiva eder. Yukarıda sayılan anlatımlar bireysel ve toplumsal önemli tespitleri barındırmaktadır. Bu bakımdan insanların menfaatlerine aykırı bu pasaja “nebeunazîm”, azâmetli haber demektir.

68- Siz ondan yüz çevirenlersiniz.

Mu’ridûn kelimesi; yüz çevirmek, delillerden yüz çevirmek, itibar etmemek anlamındadır. Hayatî önemi olan haberlere itibar etmemenin cezasını haberi getirenin vermesine zaten gerek yoktur. Zîra bu azâmetli habere uyulmamasının sonucunu önce birey sonra toplum çekmektedir.

69- Meleyilâlâ tartışırlarken benim bir ilmim yoktu.

İlim; bilinenden gizlilik ve kapalılığın kalkmasıdır. Cürcânî’ye göre ilim, gerçeğe ve vâkıaya uygun düşen inanç, bilgi ve kanaattir. Bir şeyi olduğu gibi idrak etmektir. Burada resûle, bu konunun detayları ile ilgili şimdilik bir ilminin olmadığı itirafı yaptırılmıştır.

Mele’ kelimesinin esas anlamı, dolu olan  demektir ve zaman içerisinde bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri için de mecâz anlamda kullanıldığını ifade etmiştik. (Bkz. Sâffât:8) Toplumumuzda bazı kişilere mele’ denilmesinin sebebi onların bilgi, deneyim ve anlayışla dolu olduklarına inanılmasıdır. Tefsirciler, mele’ kelimesinin “reisler, ileri gelenler” (konsey)  şeklindeki mecaz anlamından yola çıkarak âyetteki, meleyilâlâ tamlamasını, içindeki âlâ/yüce sıfatından dolayı “yüce konsey” olarak değerlendirmişlerdir. Genel kabule göre meleyilâlâ’dan maksat, Allah’ın âlâ/yüce melekleridir. Kurân’da meleklerin derece derece olduğu bize şöyle bildirilmiştir. ‘’Hamd, gökleri ve yeri yarıp ortaya çıkaran Allah’a aittir. Melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlara sahip resûller kıldı. Yaratmada dilediğini arttırır. Muhakkak ki Allah, her şeye kâdirdir.’’ (Fatr:1) Bu anlamıyla melek Allah’ın her tür yönetim, sevk ve idare gücünü temsil eder. Kanat da kadîm dönemlerden beri güç ve hızın sembolüdür. Bitkiler, bakteriler de canlıdır. İnsan, gök ve balina da canlılar kategorisindedir. Melek de, meleyilâlâ melekleri de; demir, bakır, hidrojen ve atomun içindeki enerji de, tabiattaki diğer güçler de melekler kategorisindedir. Buradaki meleyilâlâ bizlere Allah’ı, cenneti, cehennemi, âhireti, hesabı, hülâsa bizi bize anlatan Allah’ın bilgi ile doldurduklarıdır. Mahiyeti bizlere gayptır. Sadece Kurân’daki hitap zamirlerini anlamamızda bu mübarek âyetler bize ışık tutmaktadır. Buradan gelen bilgi, ‘kerîm resûlün kavli’ne (sözüne) dönüştürülerek ‘beşer resûlün idraki’ne tenzil edilmektedir. Rûh kazanan ‘insan resûlün’ görevi, bu mesajı eylem ve söylemleri ile değiştirmeden aktarmaktır.

70- Benim sadece apaçık bir nezîr olduğum bana vahyolunuyor.

Vahyedilme bilginin sessiz bir şekilde iletilmesi, aktarılmasıdır. Allah resûlünün buradaki çekişme, tartışma konusunda bilgisi yoktur ve devam eden âyetlerde birbirleri ile hasım olma derecesine gelen tartışmadaki ilmî eksiklik şöyle giderilecektir:

71-Rabbin meleklere: "Muhakkak ki Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım." demişti.

Bu kıssa, bu sûredeki son kıssadır. Tâhâ, Arâf, Kehf, Hicr, İsrâ ve Bakara sûrelerinde de farklı yönleri ile zikredilmiştir.

Rabbin meleklere bu bilgiyi yine melek resûlleri aracılığı ile emretmesi doğrudan bir ortamda konuşmasından daha muhtemel gözükmektedir. Zîra melek elçilerinden Hac 75’te şöyle bahsedilir: “Allah, meleklerden de insanlardan da resûller seçer. Muhakkak ki Allah, semîdir, basîrdir.”(Hac:75) Rab bu bilgiyi meleklere neden vermiştir? Zîra basit ve âciz yaratılan beşerin eksikliği eşyanın melekûtunun ona boyun bükmesi ile bir nebze giderilecektir.

Kurân'da beşerin yaratılış süreçleri 7 farklı kavram kullanılarak şöyle sıralanır:

Minsalsâlinke'l-fahhâr: “Ses veren pişirilmiş balçık türünden” (55/Rahmân:14)

Mintîninlâzibin: “Yapışkan bir balçık türünden” (37/Sâffât: 11)

Minsalsâlin: “Ses veren balçık türünden” (15/Hicr:26)

Minhameinmesnûnin: “Yoğunlaşmış çamur türünden.” (15/Hicr:28)

Minsulâletinmin tinin: “Konsantre bir balçık türünden.” (23 Mü’minun:12)

Mintînin: “Çamur türünden” Sad:71 (6/En’am:2).

Minturâbin: “Toprak türünden” (22/Hac:5)

Bataklıkvarî bir çorbadan aşama aşama beşerin de özü olan o ilk canlı hücre yaratılmıştır. Kurân da o öze ilk ata canlıya ‘nefsinvâhide’ demiştir. ''Ey insanlar, Rabbinize karşı takva sahibi olun. O ki, sizi bir tek nefisten yarattı. Ve ondan zevcesini yarattı ve ikisinden birçok erkek ve dişi üretip yaydı…'' (Nisa:1) Bu âyetlerde Hz. Âdem’in ismi zikredilmediği hâlde, müfessirlerimiz yüzyıllarca âyeti Hz. Âdem ve Kurân’da isim olarak zikredilmeyen Hz. Havva olarak okumuş ve anlamışlardır. Kurân’ın bu âyetlerde isim vermemesi hikmetsiz değildir. Zîra insanlığın ötesinde burada ilk canlılığın oluşumuna âtıf vardır.  Kurân’da her şey tabiat kitabına uygun olarak birden değil, tedricî bir süreç içinde bizlere anlatılır. Tedricîlik Allah’ın yaratma sanatıdır.''Ve O, sizi hâlden hâle (etvâr) geçirerek yaratmıştır.'' (Nûh:14)Etvâr, her bir halkası diğerinden farklı olan "çok zamanlı ve çok aşamalı süreçlere" delâlet eder. Bu, insanın tâbi olduğu aşamalı yaratılış kanununu ifade eder. İnsan sûresi 28'deki tehdîl, tebdîlen ile birlikte okunmalıdır. Bu iki âyette, gökler ve yerin yaratılışı gibi insanın da aşama aşama yaratıldığı ifade edilmektedir. Nûh sûresinin devam eden âyetleri şöyledir: ''Ve Allah, sizi yerden bir nebat olarak yetiştirdi.'' (Nûh:17) Âyetin orijinal metninde misli-gibi şeklinde bir ifade olmamasına rağmen meal müellifleri bu kelimeleri ekleyerek burada Kurân’ın bir benzetme yaptığını düşün(dür)müşlerdir. Ancak âyette bir benzetme yapılmamıştır.  Allah ilk beşerleri, hâlden hâle çevirmek için önce topraktan, o ilk canlıyı sonra canlılığın bitki aşamasından ve ondan sonra beşer denen et ve deri aşamasından geçirerek son kemâl hâline ulaştırmıştır. Ahsenitakvîm tam da budur. Zîra takvimde, derecelendirme ile bir sürecin cüzlere ayrılmasıdır.

72-Böylece onu sevva ettiğim ve onun içine rûhumdan üflediğim zaman, derhal ona secde ederek kapanın!

Ka‘a, insanın dizlerini karnına çekip ellerini yere dayayarak ve sırtını bir yere yaslamışçasına oturmasıdır. Kurtubî bunu “selam ve saygı” olarak açıklar (Krş. Hicr:29).

Seviye;  eşit, eş değer olmak anlamına gelir. Sevvâ kalıbından alınınca düz yapmak, düzlemek, tesviye etmek; elbise ile kullanılınca elbisedeki kırışıklıkları, buruşuklukları gidermek anlamına gelir. Sâvâ kalıbı denk, eş değer olmak anlamına gelir.  İstevâ kalıbı düz hâle gelmek, doğrulmak, dik durmak;  ‘alâ cer harfi ile de yerleşmek, kurulmak, oturmak, sağlam bir şekilde binmek, iyi pişmek, olgunlaşmak manasını ifade etmektedir. Özetle ham olanı, tam olmayanı belirli bir seviyeye, olgunluğa çıkarmak demektir.

Nefahtu fiili “nefh” kökünden gelir. Nefh ise, ağızla veya bir aletle, hava almaya ve onunla şişmeye elverişli olan içi boş bir cisme üflemek, nefes vermek demektir. Burada gerçek bir nefh (üfleme) yoktur, sadece temsili bir benzetme yapılmıştır. Zîra Allah’a bir akciğer, gırtlak veya dudak isnât etmek, onu bir şeylere benzetmek olur ki bu ‘O’nun misli gibi yoktur.’ âyetine ters bir yorum olur. Zaten bir amacı yerine getirmek için üflemek her zaman Kurân’da maddî bir anlamda kullanılmamıştır.  Tıpkı şu âyette olduğu gibi: “(Onlar) Allah’ın nûrunu ağızları ile söndürmek istiyorlar.”(Bkz.Tevbe:32 Saff:8). Nefesleri yettiğince, insanlara ışık tutan bilgileri karalamak, söndürmek istemektedirler.

Rûh kelimesi Kurân-ı Kerîm’de 21 yerde, “Rûhu’l-Kudüs” 4 yerde, rûh kelimesi ile aynı kökü paylaşan kelimeler de toplam olarak 57 yerde geçer. İlk geldiği Kadîr sûresinin bağlamında olduğu gibi rûh hayata anlam ve amaç katan vahyedilen ilâhî bilgidir. Kurân da muhatabına yaşama amacı ve anlamı katan vahyedilmiş bir rûhtur. “Ve işte böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik. Ve sen, kitap nedir ve imân nedir bilmiyordun ve lâkin O'nu “nûr” kıldık. Kullarımızdan dileyeni onunla hidâyete erdiririz…” (Şura:52)

Hz. Âdem’e lafzen üflenen, aktarılan rûh/ilâhî bilgi şudur: “Ve, Âdem’e, isimlerinin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek dedi ki: “Haydi sâdıklardan iseniz bunları isimleri ile bana haber verin!” (Bakara:31) Secde emri bu öğretilen/üflenen rûhun ardından gelir. Soru şudur: Bakara 31. âyetteki ‘…sâdıklardan iseniz…’  ifadesi ne demektir? Melekler sadâkatsizlik yapabilir mi? Allah meleklere değil de Âdem’e esmâyı öğretmişken melekler onu nasıl bilebilir? Zîra meleklerin cevabı devam eden âyette şöyledir: “Sübhânsın Ya Rab! Bizim için senin bize bildirdiğinden başka bir ilmimiz ne mümkün, şüphesiz sen alîmsin, hakîmsin, dediler.’’ (Bakara:32) Âdem’e meleklerin secdesine sebep olan bütün isimlerin öğretilmesi ne demektir? Bütün esmânın Âdem’e öğretilmesine rağmen meleklere arz edilme sebebi nedir? Pasaj şöyle devam eder: "Ey Âdem! Bunlara onları isimleriyle haber ver! Âdem onlara isimleriyle onları haber verince de buyurdu ki: Size göklerin ve yerin gaybını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim, dememiş miydim?" dedi. (Bakara:33) Bu pasaj konumuz olan Sâd sûresindeki meleklerin topluca secdesinden önce yaşananlardır. Bu nedenle iki anlatım birleştirilip anlaşılmalıdır. Bakara sûresinin devamı şöyledir: “Ve meleklere:’ Âdem’e secde edin!’ dediğimiz zaman İblis hariç, hemen secde ettiler. O direndi ve kibirlendi. Ve kâfirlerden (örtenlerden) oldu.’’ (Bakara:34)

Şimdi sorularımıza cevaplar arayalım. Öncelikle Âdem yeryüzünün halîfesi makamına yükseltilmiştir. İç dünyalarında bu makamı bekleyen melekler ve İblis, yeryüzünde fesât çıkaran, kan döken bir türün neden halîfe kılınacağını açığa vurmak için sormuşlardır. Allah geleceği ve içlerinde olanı ve İblis’in kibrini bildiğini ifade ederek soruyu cevaplamıştır. Âdem’e öğretilen esmâ, yücelik ve üstünlük sıfatlarıdır. Semâ da esmâ ile aynı köktendir. Semâ, ‘yükseklik, yücelik’ anlamındaki ''es-sümüvv'' kelimesinin türevlerindendir. Her yüksek ve yüce şeye ''es-semâ'' denilir. Gökyüzüne semâ denilmesinin sebebi, yeryüzünden yukarıda olmasındandır. Ad ve isim arasındaki fark da böyledir. Esmâ bir şeyin üstün, yüce sıfatlarının adıdır. Âdem’e öğretilen isimler onun kendi isimleri, kendi özellikleri, kendi potansiyeli, neleri başarıp neleri başaramayacağı bilgisidir. Zîra esmâ, varlığı tanıtan ve tanımlayan üstün sıfatlardır. Melekler Âdem’in üstün sıfatlarını bilmemektedir. Bu nedenle Âdem ve soyunu sadece fesât çıkaran, kan döken vasfıyla tanımlamıştır. Onlara arz edilen gizli-aşikâr bütün üstün sıfatlar (esmâe kullehâ) Allah’ın takdirinin gerekçesidir. Melekler hemen kabullenerek secde etmiş; ancak İblis kendisine arz edilen Âdem’in esmâsını/özelliğini/potansiyelini beğenmeyerek kendisinin yaratılış üstünlüğünü (ateş sıfatını/esmâsını) öne sürmüştür. Eğer ‘sâdıklardansanız’ ifadesi, meleklerin; Âdem’in sadece ‘fesât çıkarıp kan dökmekten başka bir şey yapmadığı iddiasına cevap hükmünde olup bunun hakîkati tam olarak yansıtmaktan uzak olduğunu ifade etmek içindir.

68-69’daki pasajda  ‘O azîm haberdir! Ondan yüz çeviriyorlar’ denilerek bir kıssa anlatılmış, 87’de de ‘O sadece âlemlere bir öğüttür.’ denilerek konu bütünsellik içinde bağlanmıştır. Bu 19 âyetlik pasaj, meleiâlâ ‘dan bahsetmiş sonra İblis’in ve meleklerin içinde bulunduğu ve Âdem karşısındaki sınavları ile devam etmiştir. Âdem’e üflenen rûh onun bilgilenmesidir. Bu bilginin içinde esmânın da olması vahyin hem yaratanı hem de yaratılanı bize aktaran mahiyetindendir.

73-Böylece meleklerin hepsi topluca secde etti.

Beşere ilâhî bilgiden/rûhtan üfürüldüğü, aktarıldığı andan itibaren yeryüzünün güçleri/yeryüzünün melekleri ona musahhar kılınmıştır/secde etmiştir.  Beşer ya bu potansiyeli tüm canlılar için yeryüzünü daha yaşanılır bir ortam olarak kullanacaktır ya da kendine emanet edilenlere ihanet edip insanlığını ve tabiatın güçlerini, dinamiklerini ifsâd edecektir. Dağların Hz. Dâvud’a musahhar kılınması, rüzgârın Hz. Süleymân’ın emrine verilmesi, Hz. Eyyûb’un yaptığı uygulamalarla hastalığa sebep olan etkenleri yenmesi, aslında Âdem ve Âdemoğullarına eşyanın melekûtunun boyun bükmesine küçük birer örnektir. (Secde ve Melaike için ayrıca bkz. Tâhâ:116) Ancak insana ve insanlığa başkaldıran unsur hariç.

74-İblis hariç ki, o kibirlendi ve örtenlerden oldu.

İblis; İblis; hayırsız olan, zarara uğrayan, iflâs eden, şaşkınlığa düşen manalarına gelmektedir. İblis kelimesi Kurân-ı Kerîm’de 11 yerde geçer. Öncelikle İblis, görünmeyen varlıklardandır. (Bkz. “İblis, Cinden idi…” Kehf:50) İblis ile şeytân kelime ve mahiyet olarak birbirinden farklıdır. İblis’in bir insanla konuştuğuna dair tek bir âyet yoktur. Hatta İblis, ihlâslı kullara hiçbir şey yapamamaktadır. “Hâlbuki İblis’in onlar üzerinde hiçbir sultânlığı yoktur.” (Sebe:21) Ancak içlerinden ihlâs ile seçilmiş has kulların müstesna (Sad:82) Resûl ve nebîler ihlâs sahibi has kullardır. İblis onlara zarar veremez, ancak şeytân verebilir. “Biz senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki o bir şey temenni ettiği zaman, şeytân onun arzusuna şüpheler karıştırmasın. (Hac:52) Şeytân insanlara apaçık bir düşmandır. (Yasin:60) Buna karşılık İblis’in düşman olduğunu söyleyen tek bir ayet var mıdır? Nasıl ki Karun veya Haman sadece Hz. Mûsâ dönemine ait bir karakter ise, İblis de Kurân’da sadece ve sadece Âdem öncesi anlatımlarda vardır. Kurân görünen kullara insan, görünmeyen kullara cin demiştir. “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. (Zariyat:56) Melekler de kuldur ve cinlerden yani görünmeyenlerdendir. Cin bir tür ismi değil, bir sıfattır. Tıpkı şeytân gibi. İblis ise tıpkı Âdem gibi özel bir isimdir. Kim kötülüğe hizmet eder, şeytânî duygu ve düşüncelere boyun eğerse ona kul olmuş demektir. (Bkz. “Ey âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin,” Yasin:60) Bu hâlin sürekliliği insanı da şeytânlaştırır. Ya beşer ilâhî bilgi olan rûhu kullanıp yeryüzünün halîfesi olacak ya da insana boyun eğmeyen güce/şeytânsı duygu ve düşüncelere boyun eğerek İblis’in düştüğü hataya düşecektir. İnsan, kendisinde var olan akıl, irâde, bellek, dikkat, merak, korku, düşünce gibi zihinsel melekleri (güçleri) arasında, sadece şeytânî olanlar üzerinde tam kontrole sahip değildir. Yani şeytân; bazen, insanın kontrol edemediği bir unsurdur. Kurân, İblis’i de yoldan çıkaran şeytânî duygu ve düşüncelerinden bahsederek şeytânın/kötülüğün bir tanrı değil, bir düşman olduğunu şöyle ifade eder: “Muhakkak ki o, size apaçık bir düşmandır.” (Yâsîn:60). İblis, şeytânî vasıfları üzerinde bulundurarak karakter hâline getiren sembol isim iken; Âdem, ilâhî bilgi ile meleklere boyun eğdiren ilk adamdır. İblis’i şeytânlaştıran vasıflardan biri de âyete göre kibirdir.

İstikbâr, kibir kökünden türeyen bir kavramdır. ‘İstikbâr’ sözlükte büyüklenme, kendini büyük görme, böbürlenme, başkalarını küçük görme anlamlarına gelir. İblis’in içindeki kibri örtmesinden dolayı Rab onu Âdem imtihanına tâbi tutmuştur. İlk adamdan öncesinde de İblis’in içindeki büyüklenme duygusu onun tevazu içinde bir kul olmasına engel olmuştur. ‘İblis ilk kâfirdi.’ yerine ‘Kâfirlerden/örtenlerden oldu.’ detayı da önemlidir. İblis içindeki kibre yenilip şeytânlaşarak hak ve hakîkatleri örten kâfirler kervanına katılmış, hak etmediği değerli makamı kaybetmiştir. Şeytânına uyan İblis ne ilktir, ne de son olacaktır.

75- Dedi ki: ‘’Ey iblis! İki elimle halk ettiğim şeye secde etmenden seni men eden nedir? Kibirlendin, yoksa sen ululardan mı oldun?’’

İki el ile yaratılmadan kastın beşerin iki güç ile desteklenmesidir. Bu konu zaten 72. âyette izah edilmiştir. “Böylece onu sevva ettiğim ve onun içine rûhumdan üflediğim zaman…” Ellerden biri basit bir hammaddeden yaratılan beşerin bir seviyeye getirilmesi; bedenî ve zihnî bir alt yapı, donanım ve potansiyelle desteklenmesidir. Diğeri ise ilâhî bilgi olan rûh ile güçlendirilmesidir. Hâlık’ın mahlûka yakınlığını da ifade eden bu kullanım Allah’ın esmasını nasıl kendi üzerimizde tecelli ettirebildiğimizi de açıklamaktadır.

76- Dedi ki: ‘’Ben, ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten ve onu çamurdan yarattın.’’

İblisleşen kafa; hayrı ve üstünlüğü ırkta, yaratılıştan getirilen ve seçilmemiş olanlarda arar. İblis’in ateşten yaratılmasında bir emeği, tercihi, hak edilmişliği yoktur. Ancak onunla övünerek bunu bir üstünlük, hayır kriteri olarak sunmaktadır. Annesinden babasından güzel, güçlü, uzun, yakışıklı vs. şekilde doğmasına rağmen bu hâlinde hiçbir etkisi, tercihi, çaba ve gayreti olmamasına rağmen bunu diğer insanlardan bir üstünlük kriteri olarak görmek ve göstermek iblis kompleksidir, tevazuya engeldir. Önemli olan nereden geldiğimiz değil, ne yaparak neye dönüştüğümüzdür. Zîra kimse ırkını, ailesini, soy-sopunu seçemez. Müdahil olunmayan bir alanda övgü beklemek İblis’in en büyük mantık hatasıdır.

77- Dedi ki: "Artık oradan çık! Böylece sen, muhakkak ki kovulmuş olanlardansın."

Racîm kelimesi “recm“den fâildir; taşıdığı anlama göre özne de olabilir, tümleç de. “Recm“, taşlamak demektir. Taşlamak söz ile de olur. “Recmenbi’l-ğayb” (gaybı taşlama) deyimi de buradan gelir. Kendisi ile atılan her şeye isim olur. Taş atma veya sözle taşlamanın bir amacı da onu uzaklaştırmak, kovmaktır. Bize göre buradaki racîm kelimesi âyetin başındaki “Artık oradan çık!” ifadesinin delâletiyle “kovulmuş” uzaklaştırılmış anlamındadır. Konunun meleyiâlâ’dan buraya getirilmesi âlâ/yüce bir makama yükselme hedefinden mahrûmiyet anlamında oradan çıkması, gözden düşmesi ve kovulmasıyla mekânsal değil makamsal bir düşüşü ifade etmesi daha muhtemeldir.

78- Ve muhakkak ki din gününe kadar lânetim üzerinedir.

La’net kelimesi, yapılmakta olan bir eylemden uzaklaştırmak, iyilik ve faydadan mahrûm bırakmak anlamındaki la’n kelimesinden türemiş bir isimdir. Eski Araplar bu kelimeyi “ailenin veya sülalenin bir ferdinin dışlanması” anlamına kullanırlardı. Emek ve gayretle ulaşılan o yüce ve dolu makamdan dışlanma, uzaklaştırılma, melekler ailesinden kovulup mahrûm bırakılma, lanetin üzerine olması ile ifade edilmiştir. Din günü verilenlerin hesabının sorulacağı borçluluk günüdür. “Din gününe kadar lânetim üzerinedir.” ifadesi İblis’in hesap gününe kadar ölümsüz kalacağı manasına gelmez. Bu onun cehennemlik olduğunun tescillenmesi manasındadır. Zira Araf:18 şöyledir; Dedi ki: “Kınanmış ve mahrum olarak oradan çık! Elbette onlardan kim sana tâbî olursa, mutlaka hepinizi cehenneme dolduracağım.”

79- "Rabbim, öyleyse dirilme gününe kadar beni gözet!" dedi.

Ba’s, burada ölülerin dirilmesi demektir. Enzir ‘n-z-r’ kökünden gelir. Kurân’da bu kelime, bakış ve gözetme anlamında 129 yerde kullanılmıştır. Nazar, bir şeyi algılamak ve görmek için gözü ve bakışı ona çevirmektir. Bununla bazen düşünme ve araştırmadan sonraki bilgi de kastedilir. ‘Türkçemizdeki bu konu hakkında görüşün nedir?’ sorusundaki gibi kişide hâsıl olan kanaati de ifade eder. Kelimeye mühlet manası vermek doğrudan değil dolaylıdır. Şöyle ki ‘Ona göz açtırmayacağım.’ ifadesi ‘Ona fırsat/mühlet vermeyeceğim.’ demektir. Bu olumsuz ifadenin olumlu şekle dönüştürülmesi ile ifade ‘Ona mühlet/izin vereceğim.’ şeklinde anlaşılır duruma getirilmiştir. Oysa burada İblis’in ‘Bana mühlet ver!’ demesi abestir. Zîra imtihanda olan tüm kullara, Rabbimiz yaşadıkları sürece mühlet vererek onları sınamaktadır. Hayatları bitip dirilme gününde hesap için huzura geldiklerinde, kendileri için tanınan imtihan süresi biter. El- Halîm olan Allah’ın vaadi İblis’i de kapsar. Allah kullarının kazandıkları yüzünden hemen onları hesaba çekip cezalandırmaz. (Bkz. “Ve lâkin belirlenmiş bir zamana kadar onları ertelediği için ecelleri geldiği zaman onlar, anlar ki muhakkak Allah kullarını görendir.” Fâtır:45) Allah günah işleyen hiçbir varlığı cezalandırmada acele etmez. Zîra acele edenler, cezalandırma fırsatını elinden kaçırma ihtimali olan âciz varlıklardır. Sonuç olarak İblis için ‘Din gününe kadar lanetim üzerinedir.’ ifadesinin kullanılmasının akabinde İblis’in dirilme gününe kadar bu kovulmanın, dışlanmanın getireceği zarara ve kısıtlamaya karşı gözetilme talebinde bulunması mühleti de kapsayan bir anlamdır. Aynı zamanda ‘…gözet!’ ifadesi, el-Halîm esmâsı gereği verilen mühlet ve fırsat sonucu ‘İzle beni, neler yapacağıma bak!’ anlamına da mündemiçtir. En doğrusunu Allah bilir.

80-Dedi ki: "Öyleyse muhakkak ki sen, gözetilenlerdensin!"

Bu âyetteki ‘gözetilensin’ değil de ‘gözetilenlerdensin’ ifadesi Allah’ın zaten geçmişten geleceği böyle bir sünnetinin olduğunu ifade etmek içindir. Bu ifadeden de anlaşılmaktadır ki İblis ne ilktir, ne de sondur. Allah’ın mülkünde Allah’ın emaneti ile Allah’a isyan edenler, dün olduğu gibi bugün ve gelecekte de var olmaya devam edecektir. Buna Allah’ın izin vermesi, kullarına verdiği özgür irâde imkânından kaynaklanmaktadır.

81-Vakti malum güne kadar.

Malum vakit hesap günüdür. Burada malum vakit, ölüm ve dirilmenin ne zaman olacağını değil eninde sonunda olacağı hakîkatine işâret etmektedir. O güne kadar Allah; imânlı-imânsız, zâlim-mazlûm tüm kulları gözetmekte, izlemekte, ne ödül için ne de azap için acele etmektedir. Zîra dönüş de ancak Allah’adır. (Bkz. Nûr:42)

82- Dedi ki: "Artık Senin izzetine onları topluca mutlaka azdıracağım."

İblis ‘Senin izzetine onları azdıracağım.’ derken Allah’ın izzetini sûistimal ederek kulların O’na layık olmayacaklarını imâ etmiştir. ‘Uğviyenne-hum ecmain’ ifadesi azmanın topluca olacağı, sürü güdüsü ile hareket eden kalabalıklardan etkilenenlerin İblis’in düştüğü hataya düşebileceği uyarısını taşır. Bir sonraki âyette ihlâslı ve şahsiyetli kulların istisna edilmesi çoğunluğun hakta olabileceği zannı ve yanılgısına Kurân’î bir işâret ve vurgudur.

İğvâ kelimesi, “aşırı derecede sapıklık isteğinin kalbe yerleştirilmesi” demektir. Bu kısım Arâf 16’da ‘fe bimâ ağveyteni…’ (Artık beni azdırman sebebiyle…) şeklinde geçer. (Ayrıca Bkz. Hicr:39) Orada İblis, “İçime yerleştirdiğin bu saptırma yetisi sebebiyle…” diye bir çıkarım yaparak aslında irâde nimetini, azgınlık yapma sebebi olarak Allah’a yüklemiştir. Aslında azan kendisidir. Zîra kibirden kendini hâlis kılabilmiş ihlâslı biri olmadığını bir sonraki ifadesinden dolayı kendisi de çok iyi bilmektedir.

83-Onlardan Senin muhlis kulların hariç!

Muhles, ihlâs sahibi demektir. İhlâs kelimesi “saf, arı, katıksız” anlamına gelen el-hulûs kelimesinden türemiştir. İhlâs da “bir şeyi, başka bir şeyin karışmasından korumak, arı, saf ve katıksız hale getirmek için damıtmak” anlamına gelmektedir. İblis kendini/ırkını üstün görme, başkalarına tepeden bakma ve kıskançlık gibi şeytânî duygu ve düşüncelerden kendini hâlis tutamadığı için azmıştır. Sâd sûresinde Hz. Dâvud, Hz. Süleymân, Hz. İbrâhîm ve Hz. İsmâil’in muhlis kullar olduğu ifade edilerek bu ideal durum örneklendirilmiştir. Hayatta, belâ ve musibetlerle bir fitneden geçen, sabreden, arınma isteğiyle kendini eğitip olgunlaştıran, tefekkür ve akıl etme gibi zihnî donanımlarını güçlendirerek kendini yetiştiren herkes muhlis olup İblis’in düştüğü iğvadan korunabilir.(Krş. Hicr:40)

84-Dedi ki: "Artık bu Hak’tır ve Ben, hakkı söylerim."

Hak; olacak söz, hak edilmiş hüküm, son karar manasındadır. Bir sonraki âyette hak edilen akıbet şöyle ifade edilmektedir:

85-Cehennemi mutlaka senden ve sana tâbi olanların hepsiyle dolduracağım.

Âyetteki ecmain/topluca vurgusu, insanların büyük bir kısmının -çoğunluğa uyarak- İblis’in düştüğü hataya düşecekleri ihbarıdır. Kendi ailesini, toplumunu, ırkını, yaratılışını, üstün görüp kalabalıkların haklılığına inanan, tek başına olan Âdemlere tepeden bakanlar, yaşadıkları ortamı cehenneme çevirecektir.

86- De ki: "Sizden ona karşılık bir ücret istemiyorum. Ve ben külfet yükleyenlerden değilim."

Mutekellif ifadesi esas olarak, ister fiiliyatta isterse düşüncede olsun, üzerine çok fazla yük alan veya yükleyen kimseye denir. Külfet, genellikle kişinin bilmediği, anlamadığı konularda kendisini zorlaması demektir. Tekellüf, kendi isteğiyle külfete girmek, zorluğa katlanmak, gösterişe kapılmak, özenmek, yapmacık hâl ve hareketlerde bulunmak, zoraki hareket anlamlarına gelir. İnsanların çevrelerini ve yaşadıkları ortamları adn cennetlerine çevirip hayatı cehenneme dönüştürmemeleri için gerekli olan reçeteler, formül âyetler, ücret karşılığı alınıp satılan bir metâ olamaz. Dinden, inançlardan geçinmek, bundan bir çıkar ve üstünlük devşirmenin İblis kıssasının akabinde anlatılması manidardır.

87- Ancak o, sadece âlemlere zikirdir.

Konu 67. âyetteki “O azîm haberdir!” ifadesinden başlamış, buraya kadar bütünsellik içinde getirilip sonlandırılmıştır. Bu nedenle ‘meleyiâlâ ile İblis kıssası’ tarafımızca bir bütün olarak değerlendirilmiştir. Zikir; anma, hatırlama, bir şeyi zihinde hazır etme, bir şeyi dile getirme, hatırlatma demektir. Kurân bireyi ve toplumu bekleyen tehlikelere karşı onları uyaran bir hatırlatmadan ibarettir. Resûl ceza kesemez, kâhir olamaz. Zîra tebliğ ettiği öğütlerden yüz çevirmenin faturasının zamanla ödeneceğini bilir. İşte son âyet…

88- Ve onun haberini bir süre sonra mutlaka öğreneceksiniz!

Hin; zamanın az veya çok, sınırlı bir süresine denir. İyileri şerli lanse eden kötülerin (Bkz. Sâd:62), işlediği suçları başkalarına yüklemeleri, toplumun bir kısmının İblis’in adımlarını izleyerek seçemedikleri, hazır buldukları ile böbürlenerek kendilerini yüce/ulu görecek kadar kibirlenmeleri hayatı cehenneme çevirdiği gibi, muttakîlerin kötülüklerden kendilerini hâlis kılarak sergiledikleri ilkeli ve ihlâslı duruş yaşadıkları yerleri adn cennetlerine dönüştürecektir. Vahiy, tecrübe ile sabit bu hakîkati sadece muhataplarına hatırlatan bir zikirdir. Buna itibar etmeyenler hayatı cehenneme çevirerek cennete ulaşamayacağını tecrübeyle zaman içinde mutlaka öğrenecektir.

Sâd sûresinden anladıklarımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu Vâhid ve Kahhâr olan Rabbimiz bilir.


 
Eklenme Tarihi : 20.11.2020 14:31:39
Okunma Sayısı : 3703