فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

24- O halde yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten sakının. O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır. (Bakara:24)



.





Sâffât Sûresi


                                                                                Sâffât Sûresi

1-Ve saflara, o saf tutanlara.

Sâffât hem sıraya dizenleri,  hem de sıraya dizilenleri ifade eder. Saf, birden fazla şeyin aynı hizaya gelmesi, bir bütünü oluşturan parçaların yan yana dizilmesi anlamına gelir. Namaz ibadeti ifa edilirken imamın arkasından yan yana gelip aynı cepheye yöneldiğimiz hâle de saf tutma diyoruz. Sûrenin muhtevası, boykot döneminde müminleri ve resûller örneği ile Hz. Peygamberi destekleyici tarzdadır. Bu nedenle sûre nübüvvetin 8 ile 9. yılları arasında nazil olmuş olabilir. Tûr sûresinin son âyetleri ile Sâffât sûresinin ilk âyetleri bağlam itibariyle birbirinin devamı niteliğindedir. Şöyle ki sûreler “Ve her kalktığın zaman Rabbini hamd ile tesbih et! Ve gecenin az bir bölümünde artık O’nu tesbih et ve yıldızların kaybolmasında. (Tûr:48-49) Ve saflara, o saf tutanlara (Sâffât:1) şeklinde biter ve başlar. Bu âyetlerde saf saf dizenlerin ve dizilenlerin kimler veya neler olduğu Tûr sûresinin sonundaki âyetlere baktığımızda görebiliriz. Tûr sûresindeki bireysel yapılan ibadetin saf sistemi ile toplu şekilde kılınması gerektiğine dair ilk yönlendirme bu bölümün başı ve devam eden âyetlerde ifade edilmiştir. Saf sisteminin arkasındaki zihnî inşa; müminleri bir araya getirmesi, kast sistemiyle oluşan piramit toplum düzenini, tevhidî saf sistemi olarak tanzim etmesidir. Âyetteki “saflara” tevhidî sisteme, “saf tutanlara” da bu sistemi yaşatacak, ayakta tutacak âdil, muttakî kullara göndermedir.

2-Bu yüzden sesi ile alıkoyanlara.

Zâcirât kelimesinin kökü olan zecr, tasallut etmek ve bağırmak sûretiyle bir şeyi müdafaa etmek demektir. “Zecr“, deve ve koyun gibi hayvanlar için kullanıldığında çobanın bağırarak sürüsünü koruması manasına gelir. Bizim tercih ettiğimiz yoruma göre bu âyet kötü fiillerden men eden, şirk sisteminin oluşturduğu kula kulluğu engelleyip toplumu tevhidî, âdil, saf sistemine kavuşturmayı ifade etmektedir. Zaten bir sonraki âyette de,  bu eşitlik ve adâletin duyurulup hatırlatılması istenmiştir.

3-Böylece o tilâveti zikredenlere.

Birinci âyetle kastedilen nasıl ki bir amaca ulaşmak için yan yana dizilmekse,  tâliyât da “bir mana oluşturmak için yan yana gelmektir”. Bu kelimenin kökü olan ‘telâ’ fiili “gerek cismen, gerekse yaptıklarına uymak sûretiyle birinin ardına düşmek, ardından gelmek” demektir. Türkçede kullanılan ve ‘ikinci derecede’ anlamına gelen ‘tâli’ kelimesi de ‘telâ’dan türemedir. (Bkz. Fâtır:29) Zikir, anma, hatırlama, bir şeyi zihinde hazır etme, bir şeyi dile getirme, hatırlatma demektir.

Başka ilâhlar edinmek sûreti ile toplumu sınıflara ayırarak bölmek, efendi ve köleler peyda etmek, fıtrata, insan onuruna aykırıdır. Buradaki zikir bu fıtrî alt yapının tilâvet edilen âyetlerle ortaya çıkarılması ve hatırlatılmasıdır.

4-Muhakkak ki sizin ilâhınız, mutlaka birdir.

Bu âyet başta sıralanan cümlelerin-üç âyetin- bağlanma noktasıdır. Dolayısıyla ilk 3 âyette sayılanlar bu âyette verilen mesaja delil olmak zorundadır. Kurân sürekli yaratanın aynı ve tek olduğunu, köken ve (nemli toprak Bkz. Sâffât:11) ata birlikteliğini, aynı basit sudan gelindiğini öne çıkarıp zihnî alt yapıyı oluşturmaktadır. Bunun sebebi kimsenin kimseye üstünlük taslamadığı, ilkeler ve kurallar karşısında herkesin saf sistemiyle eşit bulunduğu, birlik ve beraberliğin adâlet ile sağlandığı bir toplum modeli inşa etmektir. Bu örnek toplumun inşası için ikinci altın ilke bir alttaki ayette şöyle ifade edilir…

5-Göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların Rabbidir. Ve doğuların Rabbidir.

Gökler ve yer kullanımı yaratılan her şeyin Rabbinin, efendisinin, sahibinin tek olduğunu belirtmek içindir. Bu ilkenin önemini şöyle özetleyebiliriz: Tüm mülk Allah’ındır (Bkz. Nûr:42). İnsan sadece onun mülkünde emanetçidir. Bu şuur bir arada yaşamayı baltalayan ihtirasın, açgözlülüğün, paylaşmamanın, cimriliğin önüne geçen; birlikte mutlu, huzurlu bir şekilde yaşamayı temin eden, tüm savaşları bitiren hayatî bir ilkedir.

“Rabbü’l-meşârik” şeklindeki ‘doğuların rabbi’ kullanımı bir yönü ifade etmekten ziyade yeni doğuş ve başlangıçların sahibi olması manasındadır. Zîra Kurân’da nehâr ve leyl ile bildiğimiz güneşin sağladığı gün kastedilirken, (Bkz. Leyl:1) yevm ile başı sonu belli zaman dilimleri, dönemler kastedilir. Allah’ın ilkelerini insanlara tilâvet edilip fıtratlarındakinin hatırlatılması onların yeni bir başlangıç yapmaları için yeterlidir.

Sosyolojik değişimler şansa bırakılamaz. Bireyi ve toplumu değiştirerek geleceği inşa eden bu ilâhî ilkeler kâhinlerin, müneccimlerin kehânet ve falları ile karıştırılmamalıdır. Zîra yıldızlar geleceği veya karakterimizi tayin eden bir fal aracı değil sadece gecemizi süsleyen bir ziynet mesabesindedir.

6-Muhakkak ki Biz; dünya semâsını, yıldız kümelerini ziynet kılarak süsledik.

Dünya semâsı insanın görebildiği alandır. Âyette ‘en yakın veya en uzak’ diye doğrudan bir katmandan bahsedilmez. “Es semâed-dünyâ” şeklindeki sıfat tamlaması uzayın görebildiğimiz kısmını ifade eder. Bu ifadenin 1. veya 2. kat semâ ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Bu yüzden ‘En yakın göğü yıldızlarla süsledik.’ şeklindeki meal hatalı çağrışım ve sonuçlar doğuran yanlış bir mealdir. Zînet,  “elbise, takı, hoşa giden, güzel bulunan nesneler, insanı maddî veya manevî olarak güzelleştiren şeyler” için kullanılır. “Zeyyena” ve “bi ziynetin” kelimelerinin ikisinin aynı cümlede kullanılması yıldızların kendileri ile değil dışa yansıyan ışıkları ile gecenin süslenmesinden dolayıdır. Ancak ‘En yakın göğü yıldızlarla doldurduk.’ denseydi yıldızların bize ulaşan ışıkları değil 1. kat semâda yıldızlar var diyebilirdik. 1. kat semâda yıldızlar varsa ‘2 ve devam eden katları bilemiyoruz.’ diyerek bilinmezliğin arkasına sığınmak yerine âyetin, gece gökyüzünde yıldız kümelerinin oluşturduğu güzelliği anlattığını savunmak bizce daha makul ve tutarlıdır. Zîra müşrikler bu yıldız kümelerine farklı anlamlar yükleyerek bilinmezliği kullanıp gaybı taşlıyorlardı.

7-Ve mârid şeytânların hepsinden muhafaza ettik.

Mârid, ‘m-r-d’ kökünden gelir. Türkçede bozulmuş olarak “meret” diye telaffuz edilir. Bir şekilde insanı kandırıp aldatarak sıkıntı veren her şey için kullanılır. Arapçada “soyunmuş” ile ilgili kullanılır. Bu kökten gelen “mürdaa“; ot bitmez, kumsal yer, “şecere-i mürda“; yaprağı dökülmüş çıplak ağaç demektir. Araplar sakalı bitmeyen köseye de ‘emred’ derler Mârid kelimesi de murîd kelimesi gibi bütün, doğru, hakîkî, sahih bilgilerden soyulmuş, uzaklaşmış demektir. Kurân’da bu manada kullanılmıştır. “Ve insanlardan öyle kimseler vardır ki ilmi olmaksızın, Allah hakkında mücâdele eder ve bütün merid şeytânlara tâbi olur.” (Hac:3) Ayrıca Mülk:5, Cin:8–10, Hicr:17, Fussilet:12 ve Enbiyâ:32. âyetlerle altı ayrı yerde az farklı anlatımlarla açıklanacaktır. Mârid şeytânları hiçbir hakîkî, sahih bilgiye dayanmayan kâhinler, falcılar, cinci hocalar, astrologlar, sahte şeyh ve ruhbanlardır. Yıldızlara bakmak, aslında sizin gidip kontrol edemeyeceğiniz gaybî bir alan açmak içindir. Bunlar gayba dayalı birtakım zanlar üreterek söyledikleri palavralarla menfaat devşirmeye çalışanlardır. Aslı astarı olmayan, hiçbir ilmî değer taşımayan, doğruluğu kontrol edilemeyen zanlarla gaybı taşlayarak rant devşirirler. Maalesef geçmişte olduğu gibi günümüzde de ünlü astrologlar, falcılar, sahte şeyh ve cincilerden oluşan büyücü sınıfı sürekli müşteri bulmakta ve rağbet görmektedir. Şirk tasavvurunun ürünü olan bu şarlatanlar aslında en büyük zararı ona tâbi olanlara ve kendilerine vermektedir.

8-‘Meleyiâlâ’ya kulak veremezler ve her cenâhtan uzaklaştırılırlar.

Tesemmû  dinlemeyi, duymayı istemek demektir. Nitekim Arapçada ister duyabilsin, ister duyamasın, kulak kabartan hakkında bu fiil kullanılır. Meleyiâlâ olarak bıraktığımız ifadedeki ‘mele’ kelimesinin esas anlamı “dolu olan” demektir ve zaman içerisinde toplumun ileri gelenleri, toplumun bilgi, anlayış ve deneyimle dolu olmaları anlamında mecâz olarak da kullanılmıştır. (Bkz.Sâd:6) Terkipteki ikinci ifade olan âlâ; yüce, üstün demektir. “Meleyiâlâ” yüce ilkelerle dolu ilâhî bilgilerdir. (Meleyiâla için ayrıca Bkz. Sad:69) Zîra âyetin devamında bu bilgileri dinlemekten bahsedilir. Mârid şeytânları olarak nitelendirilen ve bâtıl, spekülatif bilgiden beslenenlere, yüce, insanî, fıtrî ve gaybî ilâhî emirlerle dolu tavsiyeler, sûistimal edecekleri bir alan açtığından, saf sistemindeki müminlerin bu tiplere ve söylediklerine itibar etmemeleri tavsiye edilmiştir.

9-Dışlanmış olanlara kesintisiz azâp vardır.

Duhûr, ”kovmak ve uzaklaştırmak” demektir. Yani meleyiâlâ’dan dışlamak anlatılmıştır. Vâsıb ise, vesabe fiilinden türemiştir ve “devamlı oluşum, süreklilik” ifade etmektedir. Bu tiplerin sahih bilgiden, âlâ değerlerden mahrûmiyetle, öldükten sonra da dünyadaki azâplarının kesintisiz azâp olarak devam edeceği haberi verilmiştir.

10-Ancak kim kapıp kaçarsa, artık yakarak delen alev ona tâbi olur.

Hatf, çalmak, süratle almak, hemen kapıp kaçınmak manasındadır. Şihâb ise “ateş alevi” demektir. (Bkz.Neml:7) Parıltılarından dolayı yıldızlara ve süngüye de denir. Sâkıb, “oyan, delik deşik eden, bir alevdir (Lisân). Kelimenin belirsiz olması, bu delen alevin maddî değil manevî, caydırıcı mahiyetine bir işârettir. (Maddî manası için bkz. Tarık:3) Buradaki kapıp kaçma teşebbüsü, hakîkatin bilgisini (Âlâ ilkeleri) yaşamak için değil de bâtıla bulayıp insanların inançlarını sûistimal etmek için kullananlara uyarıdır. Bu tarz insanları yine kendi argümanları vuracaktır. Yapılması gereken, yüce değerlerle dolu “Rabbin rahmet hazinelerine” bir metâ muamelesi yapıp hakîkatin hırsızı değil, yaşamı onlarla doldurmak için yüce değerlerle tâbi olmaktır. (Bkz.İsra:100)

11-Artık, onlardan açıklama iste! "Onlar mı yaratılış bakımından daha kuvvetli, yoksa Bizim yarattıklarımız mı?" Muhakkak ki Biz, onları yapışkan nemli topraktan yarattık.

Buradaki kıyas gayb ile ilgili doğru yanlış zanlarla insanları kandıranların sınırlı ve âciz olduklarını hatırlatmaktadır. “Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Fakat insanların çoğu bunu bilmez.” (Mümin:57) Festeftihim, “Onlardan haber, açıklama iste!” demektir. Yani gelen bir emrin bilgisini onlardan iste ki, neyi bilip neyi bilemeyeceklerini anlasınlar. “Onlardan” zamiri insanları yıldızlardan haberler aldığına, sesler işittiğine ikna etmiş mârid şeytânlarına göndermedir. Gaybı bildiğini iddia edenler her zaman sorgulanmalıdır. Yine her insanın aynı özün çocuğu olduğu hatırlatılarak kendisini olağanüstü güçler üreterek diğer insanlardan üstün görme ve gösterme gayretinin önüne geçilmiştir.

12- Bilakis, sen hayret ettin ve onlar alay ediyorlar.

Kurân’ın kazandırdığı ferâsetle olay ve olgulara bakanların, hakkı bâtıla bulayıp ciddi konuları alaya alır gibi metotsuz, usulsüz saptırılışını hayret ve şaşkınlıkla karşılaması bize aktarılmıştır.  Rabbimiz bu konuda bir başka âyette de, şaşma işini yine Hz. Peygamber’e isnat ederek şöyle buyurmuştur: ”(Onların nasıl yalanladıklarına) şaşıyorsan, asıl şaşılacak/hayret edilecek şey onların: “Biz toprak olduğumuz zaman yeniden mi yaratılacağız?” demeleridir”. (Rad:5)

13-Ve hatırlatılınca tezekkür etmezler.

Konular düşünsel zeminden duygusal zemine indiğinde savunulan tez bir saplantıya dönüşebilir. Aklî delillere rağmen çok uzun yıllar haklılığına inanılmış olan görüşü bir kenara bırakmak ciddi bir fedakârlıktır. Konu derhal aklî zeminden alayın, aşağılamanın olduğu duygusal zemine çekilir.

14-Ve bir âyet gördükleri zaman alay ederler.

Bir âyet ‘işittiklerinde değil de gördüklerinde’ şeklindeki ifade bu yaşananların yüz yüze bir mülahazadan ziyade arkadan yapılan alayları haber verme, gaybî bir bilgilendirme olduğunu göstermektedir.

15-Ve: "Bu sadece apaçık bir sihirdir." dediler.

Sihr konusunda daha önce açıklama yapmıştık. Müşrikler Peygambere gelen vahyi ve bu vahyin insanları değiştirme gücünü hep sihir olarak nitelendirmişlerdir. (Bkz. Müddessir:24) Ayrıca (Sâd:4, A’râf:112, Zâriyât:52) Dikkat edilirse konuyu sihir, büyü, mucize ve olağanüstülüklerle açıklama refleksi aklî değil duygusal bir kaçıştır.

16-Ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman gerçekten biz, mutlaka dirilecek miyiz?

17-Ve evvelki babalarımız da mı?

Hesapsız, sorumsuz, haz ağırlıklı bir hayat için gerekli zihnî tasavvur bu âyetlerde deşifre edilmiştir. Ölümün bir son olduğunu düşünmek, ölmeden yapılması gerekenler listesini hevâ ve heves istikametinde sıralamaktır. Yaşlanıp ölen önceki nesilleri bir ibret vesikası (âyet) olarak değil, yok oluş olarak kabul etmek hesapsız, sorumsuz, haz ağırlıklı bir hayat için gerekli zihnî tasavvurun özüdür.

18-De ki: Evet! Ve siz hor görüleceksiniz.

Dâhırûn,  “hakîr, başları önde” anlamına gelmektedir. Türkçede kullandığımız “hor görmek” ifadesi buradan gelmektedir.(Krş. için bkz. Neml:87, Nahl:48) Hesapsız, savruk bir gençliğin akıbeti henüz dünyada iken kendini gösterir. Bu tarz yaşlılar genelde bir köşeye itilir. Zîra gençliğinde âhirine zihnî, manevî ve insanî bir yatırım yapmamıştır. Yapılan maddî birikim ise sadece menfaatçi akraba ve arkadaşların, samimiyetten uzak, göstermelik ilgisi olarak karşılığını bulur.

19-Artık, sadece korkunç bir sestir. İşte o zaman onlar bakakalacaklar

Sâffât 2. âyette ses olarak meallendirdiğimiz ‘zecr’ burada korkunç ses olan ‘sûr’un sesidir. (Bkz. Nâziât:13)

20- "Ve dediler ki: Veyl olsun bize! Bu din günüdür."

Din, ‘d-y-n’ kökünden gelir. Deyn kelimesinin ilk anlamı borç demektir. Aslında din kelimesi de başlangıçta inançla ilgili değil borç anlamında kullanılmaktaydı. Fakat zaman içerisinde insanlar arasındaki alma-verme işlemleri kapsam olarak genişleyince, buna bağlı olarak bu ilişkileri ifade eden kelimenin de anlamı genişlemiştir. “Din” kelimesi, Kurân’da 92 yerde geçmektedir. Din, “insanın Allah’a karşı fıtrî borçluluğu” anlamına gelen genel bir ifadedir. Yevmiddin, -din günü kavramı- "gün" anlamına gelen "yevm" kelimesiyle; "borç ve hesaplaşma" gibi anlamlara gelen "ed-din" kelimesinden oluşur. Buradaki "gün"; ay, yıl, asır, çağ gibi bildiğimiz başı sonu belli bir dönem anlamındadır. Din gününü Kurân şöyle tanımlar: “Sonra din gününün ne olduğunu bilir misin? O gün bir kişi, diğer bir kişi için bir şeye mâlik değildir. Ve o gün emir Allah’ındır. (İnfitar:18-19) Bu âyet bağlamında "din günü" kavramının ifade ettiği başlıca anlamlar şunlardır: Yapılan işlerin karşılığının tam olarak verileceği "ceza günü". İnsanların yaptıkları işlerin, Allah tarafından takdir edilip hesabının görüleceği "hesap günü". Ayrıca hayrın hayır, şerrin de şer olarak görüleceği iyinin kötüden ayrılacağı" ayrım günüdür’’. Bu mana da devam eden âyette şöyle ifade edilmiştir:

21- İşte bu ayrım günüdür ki siz onu yalanlıyordunuz.

Fasl, aralarında bir boşluk oluşuncaya kadar iki şeyden birini diğerinden uzaklaştırmak demektir. Türkçede kullandığımız fasıla (ara), mafsal (eklem) kelimeleri de aynı köktendir. Fasl sadece bir bütün hakkında söz konusudur. Toplu olarak yaşayan insanların hakları birbirine geçer. Toplu yaşamın getirdiği avantajlara karşı uyulması gereken kuralları da vardır. Kanunsuzluk, kamuya karşı borçluluk bilincini unutanların yaptığı bir zulümdür. Bunlar âdil yargılanıp sosyal yaşam alanlarından ayrılmalıdır. İşte fasıl günü sıfatıyla verilen mesaj da bizce budur.

22-Zulmedenleri ve onlara eşlik edenleri toplayın! Ve onların kulluk ettikleri şeyleri de.

Buradaki “uhşurû” kelimesi, “haşr‘dan gelmekte olup “toplamak” demektir. (Bkz. Tekvir:5, Nâziât:23) Eş (karı / koca) anlamındaki ‘zevc’ kelimesinin çoğulu olan ‘ezvâc’, bir kişi veya grupla aynı inancı, eylemi paylaşan, diğerlerine uyan, onların yolundan, peşinden giden, eşlik, yoldaşlık eden herkesi kapsar. Zâlimler zulümleri için yandaş ve zulüm araçlarına ihtiyaç duyar. Kulluk edilen ve zulme alet edilen her şey ve buna eşlik eden herkes mahkemeyikübrada bir araya getirileceklerdir. Suçlu, suç ortağı ve suç aleti hepsi oradadır.

23-Allah’ın astı! Onları cahîm yoluna yönlendirin.

Allah’ın astı olduklarını iddia edenlerin yönlerdirdiği cahim yolundan bahsedilmektedir. Sırât, dünya hayatında başlayıp âhirete dek ve hatta âhirette de devam eden bir yoldur. Sırâtilcahîm’in zıddı sırâtımüstakîm’dir. Cahîm, maddî manada çok kızışmış ateş kelimesinden gelir. Çukurda yanan alevli ateşe de denir. Manevî manada ise cahîm kıskançlık, şehvet, tutku, bencillik gibi zulümâtı destekleyen insanın karanlık yüzüdür. Âyetin sırâtilcahîm ile sonlanması manidar bir benzetmedir. Zîra hırs, kıskançlık ve açgözlülükle sonuçlanan durum -cahîm-,  bir anda değil bir süreç ile kat edilen olumsuzlukların ta kendisidir.

24-Artık onları tevkif edin. Muhakkak ki onlar, mesuldürler.

Burada geçen ‘vekıfûhum’ -tevkif edin, durdurun- buyruğu, genellikle “hapsedin” şeklinde açıklanmıştır. Eskiden Türkçede de hapsetme anlamında tevkif kelimesi kullanılırdı. Zâlimlerin dünyada yaptıklarından mesul tutularak durdurulmaları, tevkif edilip hapsedilmeleri huzurlu bir hayat için elzemdir. Ancak zulüm sistemleri ile bireysel mücadele edilemez.

25-Size ne oldu ki yardımlaşmıyorsunuz?

Pasaj cehennemliklerin yaptıkları ve akıbeti üzerinden devam edecektir. Biz dipnotlarda dünyadayken bu örnek adâletten nasıl ilkeler çıkarabileceğimizin üzerinde duracağız.

Zâlimlerin henüz dünyadayken yaptıklarından mesul tutulmaları, tevkif edilip hapsedilmeleri gerekir. Bu meselede özellikle sorumluluk sahibi muttakiler birbirleri ile yardımlaşmalıdır. Zîra bu bireysel değil, sistemsel bir hazırlık ve mücadele ister.

26-Bilakis onlar bugün teslim olanlardır.

Değer ve ilkelere teslim olmayıp onları teslim alanların akıbeti ile şimdi ve buraya verilen mesaj özetle şöyledir: Toplumsal dayanışma ve yardımlaşma ile zâlimlerin sulha/selâmete teslim olmaları sağlanmalıdır.

27-Ve birbirlerine dönüp sorarlar.

Devam eden pasajın tamamı düşünüldüğünde buradaki soru, suçu kendi dışındakilere atmak için sorgulayıcı ve suçlayıcı bir ahlâkın devamı mahiyetindedir.

28- Dediler ki: ‘’Siz bize muhakkak ki sağdan gelirdiniz’’

Eski Arap kültüründe sağ taraf uğurlu, sol taraf uğursuz sayılırdı. Bir şeyin sağdan gelmesi uğur ve hayır olarak yorumlanırdı. Kurân’da iyilerin amel defterlerinin sağ, kötülerin amel defterlerinin de sol taraftan verileceğini bildiren ifâde tarzı da sağ ve sol kelimelerinin simgesel kullanımına dayanmaktadır. Dolayısıyla âyetteki “Sağ taraftan gelirdiniz.” ifadesi yön değil mecazî bir anlatım olup “Bize hak sûretiyle, faydamıza olacak zannı üzerinden yaklaşırdınız.” manasına gelmektedir. Zaten âyette “min” yerine “ ‘an” gelmesi de “sûretihaktan” anlamını verir. Burada iyiliği, hayrı, insanlığın ortak doğrularını ve ilâhî ilkeleri kullanarak insanların önce kendilerini sonra da başkalarını kandırmaları söz konusudur. Zîra sûretihaktan görünen ve iyi zannedilen ameller kötülük kadar zarar verebilir. Şeytânlar iyi bilir ki cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir. Yapılan hiçbir kötülük yoktur ki yapan tarafından, iyi, hayırlı, kârlı bir kılıfa sokulmasın.

29- Dediler ki: ‘’Bilakis siz güven verenlerden değildiniz.’’ 

Bu itiraf hükmündeki suçlamaların bize aktarılma sebebi henüz dünyadayken, ölmeden önce karakterimizi doğru yönlendirmektir.  Mümin, iman eden demektir. İman “e-me-ne” kökünden türemiştir. Emin, emân gibi kelimeler de bu köktendir. Birine inanmak için ona güvenmek şarttır. Kurân’da imân ve akaid birbirinden ayrılmıştır. Akaid daha çok inanca karşılık gelir. ‘Siz mümin değilsiniz.’ şeklinde meallendirmeyişimiz imân ile inanç ayrımına dayanmaktadır. Hz. Muhammed’in ‘Mümin elinden ve dilinden emin olunan kişidir.’ sözü imânın bu kök manasına dayanan Kurân’î bir okumadır.

30-Ve bizim, size bir sultânlığımız olmadı. Bilakis siz hadsiz bir kavim olmuştunuz.

Sultân kelimesi “se-la-ta” kökünden gelir. Selata, nüfuz ve etki altına almak demektir. Tâğîn kelimesi tağut ile aynı köktendir, haddi aşan her şey manasına gelir. (Bkz. Alak:6, Fecr:11, Nâziât:17, A’râf:186) Zâlimler, mücrimler, ahlâksız sorumsuzlar yaptıklarına sürekli bazı gerekçeler üretmek zorundadır. Onları suça iten bu uyduruk gerekçe ve bahaneleridir. Her yanlışta başkalarını suçlayan tevbe edemez, tevbe etmeyen (iyi ve doğru olana yönelmeyen) gelişip ilerleyemez. Bizlere verilen süre bahaneler üreterek hebâ edilmemeli, kemâle doğru ilerlemek için daha verimli kullanılmalıdır.

31-Böylece Rabbimizin sözü üzerimize hak oldu. Muhakkak ki biz, onu mutlaka tadacak olanlarız.

Burada tadılan ölüm hakîkatidir. Zîra “Kullu nefsin żâ-ikatu-lmevt” Her nefis, ölümü tadacaktır. (Ankebût:57) 38. âyette “elîm” sıfatı ile birlikte gelen azâp ise cehennem azâbıdır.

32-Bu yüzden sizi kudurttuk. Muhakkak biz de kudurmuştuk.

İğvâ kelimesi “aşırı derecede sapıklık isteğinin kalbe yerleştirilmesi” demektir. (Bkz. Sâd:82, A’râf:16) Ğavîn kelimesi “el-ğayyu” kökünden türetilmiştir. “Ğayy” rüştün zıddıdır. Aklın istikâmetini veya yolun doğrusunu yitirmek manasını ifade etmektedir. Rağıb ise bu kelimeyi, cehâlet şeklinde açıklar. Yine bu kelime aşırı davranışlarda bulunmak, taşkınlık göstermek demek olan kudurmak, azgınlık, sapma şeklinde açıklanır. İnsanların duymak istediğini söyleyen 7. âyetteki “mârid şeytânları” ile konu başlamış, bu âyette onlar ve onlara uyanların akıbetleri üzerinden konu devam ettirilmiştir. İnsan bir kere seçimini hevâ ve heves yönünde yapmışsa, onu bu yönde kışkırtarak kudurtan, azdıran birtakım tipleri bulması pek de uzun sürmeyecektir.

33-Artık o gün onlar, muhakkak ki azâpta müşterektir.

Suçu işleyen kadar azmettiricilerin de cezâdan pay alacağına dair evrensel hukukî ilke Kurân tarafından cehennemlikler üzerinden örneklendirilmektedir.

34-Muhakkak ki Biz, suçlulara işte böyle yaparız.

Mücrim kelimesi cürüm/suç işleyen demektir. Mücrimin ismifâil oluşu, bu işi devamlı yaptığını bildirir. Yani cürüm işlemek onun bir vasfı, karakteri olmuştur. Burada biz kullanımı Allah’ın yasaları sonucu birçok faktörün rol oynadığı bir süreç sonunda bu akıbete duçar olunduğunu bizlere hatırlatmaktadır. Rabbimiz “Biz mücrimlere işte böyle yaparız.” diyerek dünyevî adâlet sisteminde de bu âdil tutum ve davranışı “Siz de yapın!” der gibidir.

35-Onlara: "Allah’tan başka İlâh yoktur." denildiği zaman, onlar mutlaka kibirleniyorlardı.

“La ilâhe illallah” nefiy (red/inkâr) ve ispat (kabul) olmak üzere iki kısımdan meydana gelmektedir. “La ilâhe”, ilâhlığı canlı-cansız ne varsa her şeyden çekip almak, “İllallah” ise, ulûhiyete (ilâhlığa) ait ne varsa sadece ve sadece Allah’a tahsis etmektir. Şirk sistemi insanın içindeki büyüklenme ve kibrin bir ürünüdür. Kendini daha fakîr, daha güçsüz, daha bilgisiz, daha yaşlı insanlardan sürekli üstün gören müşrik kafa onlarla aynı kıble, ilke ve ilâha yönelip eşit sayılmayı bir türlü sindirememiştir. Kavminden küfrün ileri gelenleri "Senin sadece bizim gibi bir beşer olduğunu görüyoruz ve aramızdaki sığ görüşlü ayak takımının dışında kimsenin sana tâbi olmadığını da görüyoruz. Sizin bizden herhangi bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz.’’ (Hûd:27) diyordu. Tevhide sahip olduğunu iddia ederek kendi görüşünün dışındakileri hakaret ve aşağılamalarla ötekileştiren ve toplumu bölenler gerçek muvahhid değildir. Mütevazı bir usul ve üslûpla ilkeler üzerinden birleştirici ve bütünleştirici düşüncelerini ifade eden, tevhide müntesib olduğunu hâl dili ile gösterenler ancak gerçek muvahhidlerdir. Eğer kişi Allah’ı tek ilâh olarak bilmezse paraya, hazlara, eşine, çocuğuna, mesleğine, konforuna, takımına, partisine tapan bir müşrike dönüşür. Kendini bu nesne veya kişiler önünde aşağı bir konuma koyar; ancak bunu içindeki kibir yüzünden bir meziyet zanneder. Müşrik kafa kendilerine değer katacak olan ilkelere karşı yine ilkesel seviyede değil şahıslar düzeyinde karşı çıkar.

36- Ve derler ki: "Mecnûn bir şâir için, gerçekten biz, ilâhlarımızı bırakacak mıyız?"

Müşrik kafa beğenmediği görüşü bu âyette de görüldüğü gibi aşağılayıcı ve alaycı cümleler ile reddeder. Dinî veya siyasî hangi alanda olursa olsun bir kişiyi aşağılayan, kendini o kişiden üstün görüp onu alaya alan bir tutum tevhitten uzak şirk kafasının tezahürüdür. Hz. Peygamber’e niçin şâir dendiğini anlamak için Kurân’ın indiği dönemde Arapların şiir anlayışlarının nasıl olduğunu bilmek gerekir. (Bkz. Şuarâ:224) Araplar, görünmeyen dünya hakkında ilk elden bilgi sahibi olan kimseye “şâir” derlerdi. Onlara göre şâir, bu bilgiyi “cin” denen gizli varlıklarla rûhsal ilişki kurarak alırdı. O yüzden şiir, cinlenmiş manasındaki mecnûn ile birlikte kullanılmıştır. O zamanlar şiir bir sanat değil, görülmez varlıklarla ilgi kurarak elde edilen bir bilgi idi. Her şâirin, zamanla gelip kendisine ilham veren bir cininin var olduğu kabul edilirdi. Şâir bu cinin ilhamını yukarıdan aşağı gelen bir ses şeklinde hissederdi. Cahiliye insanı cinlerin Allah’la nesep bağı olduğuna da inanıyorlardır. Bu yüzden melek-peygamber ilişkisini cin-şâir ilişkisine benzetirlerdi. (Bkz. Hâkka:41, Tûr:30)

37-Bilakis, o hakkı getirdi ve mürselleri tasdik etti.

Hak; gerçek, sabit, doğru ve varlığı kesin olan şey anlamına gelir. Bu kelime bâtılın zıddıdır. (Bkz. Asr:3, krş. Rad:17, Tûr:35, İbrâhîm:19) Burada mürselleri tasdik; ilâhî kaynaklı evrensel ilkelerin karşı çıkılması gereken farklı bir bilgi olarak muhataba ulaştırılmadığını, bilakis tüm mürsellerin insanlığın başlangıcından beri aynı ilkeler etrafında muhataplarını hak ve hakîkate çağırdıkları ifade edilmiştir.

38-Muhakkak ki siz, elîm azâbı mutlaka tadacaksınız.

39-Ve yapmış olduklarınızdan başka bir şeyle karşılaşmayacaksınız.

Dünyamız tam olarak anlayamadığımız bir sebep-sonuç prensibi ile yaratılmıştır. İnsanları aşağılayan ve ötekileştirenler zamanla aşağılanır ve yalnızlaşır. Allah’ın bireysel ve toplumsal sünneti din, dil, ırk ayrımı gözetmez. Zîra tevhid adâlet, şirk; adam kayırma/tarafgirlik ve zulüm üretir. Şirk sisteminin içinde yaşam mücadelesi vermek başlı başına hayatı elîm bir azâba dönüştürür. Zîra ne ekersek onu biçmekteyiz. İhsân eken ihsân, iyilik ve merhamet eken iyilik ve merhamet bulur. Hemen olmasa bile mutlaka karşılığını görür ve alır.

40-Allah’ın muhlis kulları hariç.

Muhlasîn kelimesi arınmak, saflaşmak, kurtulmak manasındaki hulûs/halâs kökünden türetilmiştir. Beşerî ve nefsanî olanlardan teberrî/uzaklaşma, ayrılık ve kurtuluş anlamı da vardır. Kelime, hem seçkin hem de ihlâslı kişi anlamına gelir. (Krş. için bk. Meryem:51, Sâd:46) “İbâdullahi’l-muhlasîn” ifâdesi Allah’ın evrensel ilkeleri olan hak ve hakîkatler uğruna tüm kişisel menfaat ve çıkarlardan, nefsanî arzu ve isteklerden, kin, nefret ve haset gibi insanı insanlıktan uzaklaştıran tüm duygu, düşünce ve amellerden arınanlar demektir.

41- İşte onlar! Onlar için malûm bir rızık vardır.

Malûm rızık; bilinen, belirlenmiş bir rızık demektir. Bununla ne kastedilir? Vakti bilinen rızık, niteliği bilinen rızık, verileceğinden emin olunan rızık, hak edilen rızık manalarına gelmektedir. Buğday ekenin arpa biçmemesi malûm rızıktır. Sebep-sonuç ilişkisi malûm rızıktır. Mutlu edenin mutlu olması malûm rızıktır. Öfke ekenin fırtına biçmesi, düşmanlık yapanın düşman bulması, güven vermeyenin güven bulamaması vs. bu tarz olumsuzlukların hevâ ve hevesi, şeytânî duygu ve düşünceleri beslemesi gibi.

42-Mutluluk verici şeyler ile ikrâm olunanlardır.

Fâkihe kelimesi incir, elma gibi insanların yediği meyvelerdir. Râzi’nin aktardığına göre “fâkihe” ihtiyacı karşılamak için değil de, zevk almak için yenilen şeyler demektir. Bu kelimenin asıl anlamı mutluluk verici şeylerdir. Bu nedenle mealde kök manası tercih edilmiştir. Sevinç ve neşe de bu kökten kelimelerle ifade edilir. En büyük ikrâm, mutluluk ve huzurdur. Bunlar varsa her şey insanın gözüne nimet olarak görülür. Artık kişi naîm cennetindedir.

43-Naîm cennetlerinde.

Cennâtü’n-na’îm ifadesi 13 âyette geçmektedir. Arapçada “refâh, huzur, mutlu hayat” anlamına gelen nimet kelimesinden daha kapsamlı bir muhtevaya sahip olan na’îm, insana mutluluk veren maddî ve manevî bütün güzellikleri ifade etmektedir. Buna göre “cennâtü’n-na’îm” mutluluklarla/nimetlerle dolu cennetler anlamına gelir. Önemli olan nimetleri çoğaltmak değil ona olan bakış açısını düzeltmektir. Nimetin tadını arttıran diğer unsur ise bunu sevdiklerimiz ile paylaşabilmektir.

44- Karşılıklı tahtlar üzerinde.

Önce saf aklın saadeti olan iç huzur, sonra bunu paylaşacak dostlar, şimdi de sıra teşvik edici duyusal lezzetlere gelmiştir.

45- Onların etrafında kaynak sularından doldurulmuş kâseler.

Tıbbî tedavide kullanılan seruma ‘mai’ denmesi de akan berrak temiz bir sıvı olmasındandır ve buradan gelir. Şimdi dünyada içme suyunun özelliklerini yine Kurân cennet nimetleri üzerinden tarif edecektir.

46- Berrak, içenler için lezzetli.

Şarap Türkçemize alkollü ve zararlı bir içki türüne isim olarak geçmiştir. Aslında Arapçada şarap içilebilen tüm içecekleri kapsayan bir mahiyete sahiptir. Zaten şarabın bildiğimiz alkollü içkilerden olmadığı şöyle ifade edilir:

47-Onun içinde aklı gideren bir şey yoktur. Ve onlar, ondan sarhoş olmazlar.

Ğavl kelimesi Rağıb’a göre belli etmeksizin bir şeyi helâk etmek demektir. İçki, aklın sağlıklı çalışmasına engel olarak insanın insan olmasını sağlayan irâdeyi pasifleştirir, anlayışı tüketir. Zaten cümlenin devamı ‘yunzefûn/sarhoş etmek’ ile devam etmektedir. Bunun aslı ‘kuyuların suyu tükendi’ anlamına gelen “enzefû” fiilidir. Anlayışı tamamen tükettiği için sarhoşluk da bu kelimeyle ifade edilmiştir.(Rağıb) Alkollü içeceklerin irâdeye vurduğu diğer darbe de bağımlılık oluşturan bir mahiyete sahip olmasıdır.

48- Ve yanlarında bulundukları tarafa dikkat kesilerek bakanlar…

Kâsırât kelimesinin kökü olan ‘kasera’ kısaltmak anlamına gelir. Bu anlamda âyet karşısındakine bakışları ile yoğunlaşma manasına gelir. Kelimenin ikinci manası menetme veya korumak olan ‘kasr’ kökünden olursa dikkatlerini başka şeylerden menedip sadece karşısındakine bakan ve ilgilenenler demektir. Tarf ise uç, taraf demektir. Bir şeyin yanı, kenarı anlamına da gelir. Tarafulayn, göz kapağı demektir. Göz kapakları gözün üst ve alt taraflarıdır. Göz kapağının hareket ettirilmesiyle kaçınılmaz olarak bakış meydana gelir. Bu kelimenin vurgusu kısık, dikkatli bakış demektir. Bakışı kısarak bakmaktaki mana ise yine kâsırât kelimesini desteklemek içindir ki dikkatlerini dağıtmadan karşısındakine odaklanmak demektir. Yukarıdaki cennet sahnesinde cennetliklerin birbirlerine duydukları saygı gereği bulundukları tarafa yönelerek birbirlerini dinlemeleri aslında o ortamda ‘saygı ve sevginin yoğun şekilde yaşandığını’ göstermektedir. Hz. Muhammed de konuşan biri olduğunda ona doğru yönelerek dinlerdi. Bu ahlâk cennetliklerin ahlâkıdır ve karşıdaki insana değer verildiği, söylediklerinin değerli olduğu anlamını taşır. Cennetliklerin hayat tarzları anlatılarak ideal olan ve bizlerden istenilenler örneklendirilmiştir.

49- Muhakkak ki onlar tertemiz korunanlardır.

Meknûn kelimesi örtülü, kapalı, saklı demektir. Nitekim ‘Örttüm, gizledim ve sakladım.’ manasında kullanılır. Biyz kelimesi ise yumurta, beyaz, yumurta rengi demektir. Bu kelimenin beyzâe kalıbı, aşırı beyazlık ve parlaklığı ifade eder. Güneşe, beyaz yüzlü lekesiz kadına, üzerinde hiç bitki olmayan toprağa, kamerî ayların 14–15. gecedeki görünümlerine beyzâ’ denir. Yumurtaya “beydun” denmesi onun renginden ve üzerinde tozun toprağın duramayışı ve temiz kalmasından dolayıdır. Türkler yuvarlak şeklinden dolayı “yumur” (top haline getirmek) fiilinden kelimeyi türetmişlerdir. Araplar ise kelimeyi rengi ve pürüzsüzlüğünden dolayı böyle isimlendirmişlerdir. Bu açıklamalara göre kelimeye, “bembeyaz” karşılığı verilebilir ki bu da, temizlik, berraklık ve saflıktan kinayedir. Zaten 46. âyette suyun sıfatı olarak kelimeye berraklık manası verilmiştir. Buradaki sıfatlar karşılıklı oturan cennetliklerin sıfatlarıdır. Cennetlikler, nefsânî ve şeytânî arzu ve isteklerden kendilerini koruyarak temiz kalmışlardır.

50- Artık karşılıklı birbirlerine sorarlar.

Cennetliklerin birbirlerine yönelerek saygı ve sevgi içindeki konuşmaları şöyle aktarılır:

51-Onlardan konuşan birisi şöyle dedi: "Muhakkak ki benim bir yakınım vardı."

Karîn kelimesi yakın, hısım, akraba, arkadaş ve yaşıt anlamlarına gelir. Türkçedeki “akran” kelimesi de buradan gelmiştir. Cennetlik bu kişinin dünyada iken yakını ile olan diyalogu şimdi aktarılacaktır. Yakının ona sorduğu sorular devam eden âyetlerde şöyle ifade edilmiş:

52- Derdi ki: "Muhakkak ki sen gerçekten tasdik edenlerden misin?"

Tasdik; bir durumun, olayın doğru olduğunu bildirme, doğrulama, onay, onaylama gibi manalara gelmektedir. Buradaki sorular öldükten sonra bir hesap günü olacağına dair bilgiyi onaylayıp onaylamadığının beyânı ile ilgilidir. Bu tasdik sadece dil ile yapılan bir beyân değil tüm hayatı baştan sona değiştiren çok kritik bir bakış açısıdır.

53- Öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman, gerçekten biz hesabı ödeyecek miyiz?

Medînûn kelimesi ‘d-y-n’ kökünden gelir. Deyn kelimesinin ilk anlamı borç demektir. Bu bağlamda borcun, hesabın görüleceği gündür. Dünyada hesabı ödemeden çekip gitmenin hırsızlık, adâletsizlik ve zulüm olduğunu savunanlar ne hikmetse dünya misafirhanesinden çekip giderken hesap verilmeyeceği gibi garip, anlaşılması güç bir zanna kapılmaktadırlar.

54- Dedi ki: "Siz ona muttali miydiniz?"

Muttali olmak; bir işi haber almış olan, bilen, öğrenen, vâkıf ve haberdâr olan demektir. Burada diğer cennetlikler, hatırasını anlatan arkadaşlarına yakınının akıbetine dair bir ön görüsünün olup olmadığını sormaktadır.

55- Bu yüzden onu artık ‘cahîm’in ortasında gördü.

Sevâ kelimesinden maksat “orta” demektir. Buradaki görüş ilk etapta cennetliklere cehennemliklerin gösterilmesi şeklinde algılansa da bizce dünyada yapılan konuşmanın sebep ve sonucu hükmündedir. Şöyle ki, hesap ödememe niyet ve plânı ile restorana giren ve israf edercesine her yemeği isteyen, başkalarının emek ve haklarını önemsemeyen birinin bulunduğu hâl ‘cahîm’in tam ortasıdır. Zîra cehenneme sıfat olan cahîm, maddî manada çok kızışmış ateş kelimesinden gelir. Çukurda yanan alevli ateşe de denir. Manevî manada ise cahîm; kıskançlık, şehvet, tutku, bencillik gibi zulümâtı destekleyen insanın karanlık yüzüdür. Naîm ise; kanaat, tevekküldür. Hesapsız, fütursuz bir hayat, insanı insan yapan sınır, ilke ve kuralları yakar ve yok eder. (Cahîm-Naîm ikilisi için bkz. Tûr:18) Hesap vermeme ilk etapta insana güzel, olumlu ve kârlı bir avantaj gibi görülebilir. Ancak vicdân ve merhameti ölmediği için âhiretten bakanlara bu hâl derin bir pişmanlık çukuru olarak görülür.

56- Dedi ki: "Allah’a yemin olsun, az daha beni de gerçekten o çukura düşürecektin!"

Leturdîn kelimesinin üç harfli kök mastarı “redy” kelimesidir. Kelime tefe’ul babına sokulduktan sonra “dağdan aşağıya düşerek helâk olmak, kuyuya ve çukura düşmek” gibi anlamlar kazanmaktadır. Yüksek yerden yuvarlanan ya da düşüp ölen hayvana da “el-mutereddiye” denir. (Bkz. Mâide:3) İnsanlığını kaybetmeyenler için alın teri ve hak edişle kazanılan az bir nimet, birilerinin hakkına girerek, omzuna basarak elde edilen her tür metâdan daha büyük bir iç huzur ve mutluluk verir.

57- Ve eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, mutlaka ben de hazır edilecektim.

Âyetin sonundaki “el-muhdarîn” kelimesi azâp için hazır edilmişler demektir. Azâp için hazır hâle getirilmek, aslında dünyada iken bu sona kendi elleriyle, yaptıkları yanlış tercih ve isteklerle, bir süreç sonucu ulaştıklarını ifade eden öz bir kullanımdır. Rabbin nimeti, insanlara âhiret bilincini aşılayarak başkalarının haklarını hatırlatan, fütursuz ve sorumsuz bir hayat yaşamalarına engel olacak tasavvuru inşa eden ilâhî önermelerdir.

58- Artık biz ölmeyeceğiz değil mi?

İnsanı öldüren yaptığı haksızlıklarken; onu yaşatan ve ölümsüz kılan ise sâlih amelleridir. O yüzden “Allah yolunda ölenler ölüler değildir.”(Bkz. Bakara:154) Ulvî bir değer için hayatını kaybetmek o değerin içinde dirilmektir.

59-Bizim ilk ölümümüz hariç. Ve biz azâp görecek değiliz.

"Ölür ise ten ölür / Canlar ölesi değil." 

"Ölümden ne korkarsın/ Korkma! Ebedi varsın."

“Yunus öldü diye salâ verirler/ Ölen hayvan imiş âşıklar ölesi değil.”

60-Muhakkak ki bu gerçekten en muazzam kurtuluştur.

Fevz kelimesi kurtuluş, başarma ve zafer demektir. Necât, kötülükten kurtuluştur. Fevz ise, arzu edilene ulaşarak istenmeyenden kurtuluştur. Bu nedenle Rabbimiz cehennemden necât bulmaları ve cennete nâil olmaları sebebiyle müminleri fâizun (kurtuluşa erenler) diye isimlendirmiştir. (Bkz.Tevbe:20) Kurân’da ‘el-fevzu’l-mubîn’ iki yerde, ‘el-fevzu’l-azîm’ 13 âyette, ‘el-fevzu’l-kebîr’ de bir yerde geçiyor. Kurân’da Burûc:11’de “el-fevzu’l-kebir” büyük kurtuluş şeklinde kullanıldığı için ‘el-fevzu’l-azîm’ kullanımına büyük kurtuluş, zafer, mutluluk şeklinde meallendirmek bu ince farklı kullanımları yok saymak olacaktır. Bu nedenle muazzam kurtuluş ifadesi tercih edilmiştir. Muazzam ile alışılagelenin dışında, beklenmedik ve çok etkileyici, azâmetli demektir. Kişiler sâlih niyetler ile insanlığın yararına ıslâh edici ameller ortaya koymak için sarf ettikleri emeğin ne kadar muazzam farklar oluşturduğuna şâhit olacaktır. Bu fark en başta şahsî kabiliyet, yetenek ve olaylara bakışta kendini gösterir. Sürekli sorun çıkaran bir bakış çözümü değil çözümsüzlüğü görür. Zîra karanlığa küfre odaklanan bir mum yakmayı bile akledemez.

 61-Artık çalışanlar, bunun misli için çalışsınlar.

Bu âyet, cennet tasvirlerinin dünya yaşantısına bir ideal oluşturduğuna dair görüşümüzün delil âyetidir. Zîra bu pasaj, sulh ve ıslâh istikametinde amel edenlerin böyle bir hayata/kurtuluşa ulaşmasını idealize ederek bunun mislini gerçekleştirme konusunda muhatabına bir hedef belirlemektedir.

62-Bu sunulan mı yoksa zakkum ağacı mı daha hayırlı?

Nüzulen kelimesi “lütuf, ikrâm” demektir. Misafir için hazırlanarak özenle sunulan yemeğe de nüzul denilmektedir. Bir şeyden hâsıl olan hakkında da kullanılır. Nitekim “Bal yerin nüzulünden değildir” denir. Yani yerden hâsıl olmuş değildir. Zakkûm kelimesi sözlükte “yutmak, bir şeyi nahoş şekilde yemek” gibi anlamlara gelir. Arap yarımadasının Kızıldeniz tarafındaki Tihâme bölgesinde yetişen bir bitki türü olan zakkûm ağacı, kendiliğinden yetişen, kışın yapraklarını dökmeyen bodur bir ağaçtır. Renkli ve alımlı çiçekleri olan türleri süs bitkisi olarak da yetiştirilir. Zakkum albenili olmasına rağmen, zehirli bir öz su içerir. Dünya hayatının zakkuma benzetilmesi manidârdır. İlâhî ve fıtrî ilkelerin dünya misafirhanesinde konuk olan insana sunulan bir gök sofrası gibi oluşu karşısında adâletsizlik ve zulümle başkalarının hakkını yemenin başta câzip olduğu; ancak sonunun zehir zıkkıma dönüşeceği uyarısı veciz bir kıyas ile anlatılmıştır.

63-Muhakkak ki Biz, onu zâlimler için fitne kıldık.

Fitne kelimesinin aslı ‘fetn’dir. “Fetn” sözlükte, altın ve gümüş gibi değerli madenlerin sahte olup olmadığını anlamak için onları ateşte eritmek demektir. Bu saflaştırma işlemi yüksek basınç ve sıcak olmadan olmaz. Bu nedenle fitne imtihanın en ağırı ve en zoru için kullanılır. Tüm kötülük ve günahların başının dünyevîleşme olduğu düşünüldüğünde dünya ile imtihan en ağır imtihandır. Üzerinde birlikte yaşadığımız yaşam ağacı olan dünya hayatı, imkânları bencil ve zâlimce sömürenler için zakkum ağacına dönüşmektedir.

64-Muhakkak ki o, cahîm’in dibinde çıkan bir ağaçtır.

Zakkum ağacına dönüşen dünya ve zehir zıkkıma dönen meyveleri cahîmden kök bulur. Cahîm 55. âyette belirttiğimiz gibi kıskançlık, şehvet, tutku, bencillik gibi zulümâtı destekleyen insanın karanlık yüzüdür.

65-Onun meyveleri şeytânların başları gibidir.

Tal’uhâ kelimesi “onun yükü” yani “meyveleri” demektir.

Şeytânın başını kimse görmemiş ve bilmemektedir. O zaman bir şey bilinmeyen bir şeye benzetiliyorsa orada kastın maddî değil manevî olduğu açıktır.

Şeytân bir sıfattır ve kötülüğün beden bulmuş hâlidir. Şeytân ve özellikle şeytânın başı denildiğinde ilk ve sonraki muhatabın aklına gelen kötülük, zulüm haksızlık, aldatma ve her tür istenmeyen tiksinç hâlin meyvesi sonucu ve hâsılatıdır.

Burada zakkum ağacı, meyveleri, cahîm, şeytânın başları ifadeleri ile dünya hayatının aldatıcılığı arasında kurulan ilişki üzerinden çok güçlü ve etkileyici edebî tasvirlerle canlandırma yapılmaktadır. Kurân’da yapılan bu mecazî cehennem tasvirlerinin hayatta birebir karşılığı olduğu unutulmamalıdır.

66- Muhakkak ki onlar, mutlaka ondan yiyecek, böylece onunla karınlarını dolduracaklardır.

Karnın tıka basa doldurulması açgözlülüğün, hırs ve bencilliğin yansımasıdır.

67-Sonra muhakkak ki onlar için onun üstüne, mutlaka kaynar su kokteyli.

Şevben kelimesinden maksat, şiddetli harareti bulunan bir su ile karıştırılan bir nevi şaraptır. Bunun bazı âyetlerde ğassâk sıfatından da bahsedilir. (Krş. için bkz. Nebe:25, Sâd:57)  Sadece burada kullanılan şevben, “karışım, kokteyl” anlamına gelir (Rağıb ve Ferrâ).

68-Sonra muhakkak ki onların mercileri, kesinlikle cahîmdir.

Allah’ın zararlı olduğu için haram kıldığı içecekleri tüketme, başkalarının haklarını helâl-harâm demeden yemenin sonucu, cahîme dönüşen bir hayat ve bu hayatın şekillendirdiği olumsuz bir karakterdir. Şimdi bu akıbete duçar olmanın bazı sebepleri üzerinde durulacaktır.

69- Muhakkak ki onlar babalarını dalâlette buldular.

Elfâ fiili; bulmak, görmek, rastlamak, karşılaşmak, bilmek gibi anlamlara gelmektedir. Kurân’da dalâlet, gayeye ulaştıran yoldan ayrılmak veya istenilen sonucu sağlamayan bir yola girmek şeklinde karşılanır. Her insan seçmediği bir aile ve kültürün içine doğar. Yapılması gereken, 73. âyetteki muhlis bir bakışla emek vererek gelenekleri sorgulayıp tahkik etmektir. 74. âyetten itibaren resûller örneği üzerinden bize anlatılacaktır. Özellikle seçilen resûller geleneği sorgulamada örnek bir duruş sergileyen resûllerdir. Kurân’ın eleştirdiği, geleneklerle şekillenen kültürün tamamen yalanlanması değildir. 71. âyet bu ayrımı yapacaktır.

70-Bu yüzden onlar, onların izleri üzerinde koşuyorlar.

Yühra’ûn kelimesi şiddetli bir sûrette koşuverirler manasınadır. Ferrâ da şöyle demiştir: Titreyişli bir şekilde hızlıca koşmak. Bir kimse, teşvik edilip hızlıca koştuğunda denilir. Buna göre mana “Onlar, öylesi bir aşk ve şevkle atalarına tâbi olurlar ki adeta onlar atalarına uymada yarışıp birbirlerini teşvik ediliyorlar!” şeklinde olur. İşte Kurân’ın eleştirdiği, tahkik etmeden körü körüne biat ve taklittir. Bu mantık çöl bedevisinin mantığıdır. Eğer bir yerde çok iz varsa buradan geçenlerin kurtulduğu ve bu izler takip edildiğinde kurtulacağı ön yargısına dayanır. Ancak yoldan ayrılıp yüksek bir yere çıkarak, izlerin akıbetini kuş bakışı görmek emek ve risk istese de getirisi paha biçilmezdir. Kapalı bir odada havanın hissettirmeden bozulduğunu dışardan gelen daha net fark edecektir. İçine doğduğumuz kültürün yaptıklarının doğruluğunu, hârici ve kuşatıcı bir bakışla (vahyin örnek yönlendirmeleri ile) sorgulamaya başlayabiliriz.

71-And olsun ki, onlardan önce, evvelkilerin çoğu dalâlette idiler.

Âyet ‘çoğu/ekserisi’ dediği için biz geleneğin, ataların tamamen yanlış olmadığını, içinde az da olsa tecrübe ve bilgiye dayanan doğruların olabileceğini düşünüyoruz. Peki, dalâlette olan atalara hiç uyarıcı gitmemiş midir? Onların doğruyu seçme imkânları olmamış mıdır? Olmuştur, Zîra..

72-Ve and olsun ki, onlara nezîrler gönderdik.

İnzâr kavramı adakta bulunma, üzerine borç olmayan bir şeyi herhangi bir münasebetle kendi üzerine borç kılma manasına gelen ‘ne-ze-ra’ kökünden türemiş bir kelimedir. Sözlük anlamı, bir şeyin sonucundaki tehlikeyi haber verip sakındırmak, dikkati çekmek, uyanık kılmak demektir. Bu anlamıyla inzâr, sevinçli haber vermek, müjdelemek anlamına gelen tebşir‘in zıddıdır. Kurân’da peygamberin nezîr olduğu çok kez ifade edilir. (Bkz. Fâtır:23–37,  Şu’arâ:115) Uyaranın/nezîrin mutlaka Allah’ın elçisi olmasına gerek yoktur. Basîret ve ferâsetli sâlih kullar da bu uyarı görevini yerine getirebilir. Hatta iradesiz âyetler olan tabiat âyetleri bile doğru okuyanlara birer nezîrdir.

73- O zaman uyarılanların akıbetleri nasıl oldu, bak!

Hatada ısrar, hatadan daha kötüdür.

74- Ancak Allah’ın muhlis kulları hariç.

Âyette “illa” denerek Allah’ın muhlis kullarının, uyarılara kulak asmayanların akıbetinden kurtulacağı ifade ediliyor. Zîra kendini sîgaya çeken, başkaları tarafından sîgaya çekilmekten kurtulur. Yavaş giden bir şoför için hız limiti tabelaları önemini yitirebilir. (Muhlas için bkz. Sâffât:40)

75-Ve and olsun ki Nûh bize nidâ etti. Böylece ne güzel icâbet etmiştik. 

Buradaki “nidâ” kelimesinden maksat imdâda çağırma, yardım istemedir. Bu anlam “Ben yenik düştüm, yardım et!” (Kamer:10) âyetinden de anlaşılmaktadır. Duâ ile nidâ kelimeleri birbirinden farklıdır. Nidâ kelimesi tek başına anlamlı bir eda ile sesi yükseltmeye denir. Duâ ise yüksek veya kısık sesle de olabilir. Dolayısıyla burada nidâ kelimesinin kullanılmasından Hz. Nûh’un iç dünyasında yaşadıklarının artık dışarı taştığını anlayabiliriz. Nitekim Hz. Zekeriya’nın da böyle bir yakarışı vardı. (Bkz. Meryem:3) Ayrıca âyette bize denmesi Hz. Nûh’un bir süreç sonunda seslendiğini göstermektedir. İcâbetin güzelliği, sünetullaha aykırı olmayan, sebepler ve ilâhî yasalara uygun, mucizelere gerek kalmadan, Hz. Nûh ve inananların kurtarılmasından dolayıdır. Hz. Nûh ve Tûfân ile ilgili geniş bilgi için Nûh sûresinin ilk âyetlerine bakılabilir.

76- Ve O’nu ve O’nun ailesini azâmetli bir alt üst oluştan kurtardık.

Ehl kelimesi ilk olarak aile anlamına gelir. Bu âyette olduğu gibi birçok âyette geçen ehl sadece kan bağıyla oluşan aile değil, benzer sonucu hak eden, aynı yolda yürüyen arkadaş grubu anlamına da gelmektedir. Zîra Allah Nûh’un oğlunu, eşini ailesinden saymamıştı. (Krş. için bkz. İnşikâk:9, Neml:57) Kerb kelimesinin aslı, yerin eşilmesi, toprağın alt üst edilip sürülmesi anlamına gelen ‘kirb‘ sözcüğüdür. Üzüntü de insan nefsini bu tür bir alt üst oluş durumuyla yüz yüze bırakır. Buna göre, üzüntünün ‘el-kerb’ olarak isimlendirilmesi, duygu ve düşüncelerin bu alt üstün sonunda çözümsüz kalıp düğümlenmesinin sonucudur. Kerbela, üzüntü ve sıkıntı veren belâ manasında bu köktendir. Tûfân azâmetli bir alt üste sebep olmuş, sadece tedbir üreten Hz. Nûh ve ona güvenenler kurtarılmıştır.

77- Ve O’nun zürriyetini bâki kıldık.

Buradaki zürriyet Hz. Nuh’un çocuklar mı, yoksa onu takip eden, onun yolundan giderek sâlih ameller yapanlar mı? Nûh’tan doğanı “zürriyet” olarak manalandırırsak, o zaman sadece onun çocuklarının Tûfân sonunda neslinin devam ettiğini söylemiş oluruz. Fakat zürriyet kelimesi bir önceki âyette geçen ehl kelimesi gibi “inananlardan oluşan silsileyi”  kastetse gerekir. Yani bu kelimenin “onun peşinden gidenler, ona uyanlar” anlamında kullanılan mecazî bir ifade olduğu söylenebilir. Zîra zürriyetinden olan oğlunun boğulmasını yine Kurân anlatmaktadır. “Ey Nûh! Muhakkak ki o(oğlun), senin ailenden değildir. Muhakkak ki onun yaptığı sâlih olmayan bir ameldir. Öyleyse senin hakkında bir ilmin olmayan şeyi, Benden isteme. Muhakkak ki Ben, câhillerden olursun diye sana öğüt veriyorum.” (Hûd:46)

78- Ve sonrakiler arasına onu bıraktık.

Eski Yunan, Mısır, Hint ve Çin edebiyatlarında da, Hz. Nûh’un kıssasına benzer rivâyetler vardır. Bunların dışında, çok eski zamanlardan beri Burma, Malaya, Doğu Hint Adaları, Avustralya, Yeni Gine, Avrupa ve Amerika’nın çeşitli bölgelerinde anlatılagelmiş olan rivâyetler de o kıssaya çok benzemektedir. Nûh peygamber kıssasına Tevrat’ın özellikle Tekvin kitabında geniş yer verildiği gibi, Matta ve Barnaba İncil’lerinde de yer yer Nûh Tûfânı misal gösterilmektedir. Bundan dolayı dünyanın dört bir yanına gönderilen resûllerin anlattığı bu kıssa ile Hz. Nûh’un mücadelesini bilmeyen kalmamıştır. Sâlih amellerin bâkî kalacağı da bu âyetlerde işlenmektedir. Zîra Hz. Nûh’un ailesinden olan; ancak insanlığın faydasına işler, sâlih/ıslâh edici ameller yapmayanların bâki kalamayacağı zımnen anlatılmıştır. ‘’Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal/ Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş’’

79-Âlemler içinde Nûh’a selâm olsun!

Âlemin, Kurân’da şu manalarda geçer: İnsanlar ve tüm insanlık (Tekvir:27, Furkân:1, A’râf:140…) Kendi zamanlarındaki insanlar (Âli İmran:42, Câsiye:16…) Tüm kâinat (Fâtiha 1…) Bu âyette geçen fi-l âlemîn’den maksat “insan toplulukları, medeniyetler, uygarlıklar içinde” demektir.

80- Muhakkak ki Biz, muhsinlere işte böyle karşılığını veririz!

Muhsin kelimesi ahsene fiilinin ismifâilidir. ‘Husn’ ve bu kökten türeyen hasene, hasen, husnâ, ihsân, ahsen, muhsin gibi kelimeler Kurân’da sıkça kullanılır. Husn; değerli, seçkin ve kendisine rağbet edilen, ilgi gösterilen her şeye denmektedir. Aynı kökten gelen hasene, kişinin ulaştığı her türlü sevindirici nimettir. İyi ve güzel olan şeylere de hasene denilmektedir. İhsân hassaten faydalı ve hayırlı şeyler için kullanılır ve iyilik kastı olmaksızın yapılmaz. (Bkz.Mürselât:44, krş. A’râf:56, Zâriyât:16) Muhsin, insanlar içerisinde güzel davranışların, iyi ve ıslâh edici güzel amelleri yapanların sıfatıdır. Nitekim kelime bu sûrede 5 yerde geçip muhsinlere örnekler verilecektir. Sonuç olarak iyi ve güzel amelleri Allah bâkî kılarak yapılanı ve yapanları mükâfatlandırmış olur.

81- Muhakkak ki o, Bizim inanan kullarımızdandır.

İyiliği, ihsânı, sâlih amelleri dünyevî bir çıkar, mal, mülk veya makam için değil sadece ve sadece o değerlere inandığı için yapanlara selâm olsun. ‘Bizim inanan kullarımızdandır.’ cümlesindeki ‘bizim’ ifadesi, dolaylı ve bir süreç içinde farklı (çoğul) unsurlarla makbul bir kulluğa erişilebileceğine dair bir âtıf olabilir.

82- Sonra diğerlerini boğduk.

İyiliği, ihsânı, sulhu/barışı hayatında öncelemeyenler; savaşın, kavganın içinde boğularak unutulup gideceklerdir. Kurân şöyle bir ayrım yapar: İzi silinenler ve iz sürülenler. Dinin yaşaması, o inancın değerlerini yaşayan müntesiplere bağlıdır. Din zaten sürdürülebilir ve hayatta karşılığı olan kavram ve kelimeler üzerinden hayatını sürdürür. Hz. İbrâhîm kelimelerle imtihan edilmiş, yani tasavvuru inşa edildikten sonra insanlara imâm kılınmıştır. (Bkz.Bakara:124)  Eğer dinin içindeki sürdürülebilirliği sağlayan kavramların içi boşaltılırsa o din ölüler dini olur. Kavramları satanlar aslında dinin ve resûllerin izini yok edenlerdir.

83- Ve muhakkak ki, İbrâhîm de onun şîasındandı.

Şî‘a kelimesi, yayılmak ve güçlenmek anlamındaki ‘eş-şiya‘ mastarından türetilmiş, yandaş ve taraftar anlamını kazanmıştır. Dildeki kullanımı nötr olan kelime bazı yerlerde olumsuz vurgu taşısa da (Krş. Rûm:32) burada olumlu manada kullanılır. Kelimeyle Hz. İbrâhîm’in, Hz. Nûh’un iyilik ve ihsân soyundan olduğu, yani onun izinden gittiği ifade edilmiştir. Hz. İbrâhîm’in nüzul sürecinde ilk olarak A’lâ sûresinin 19. âyetinde sadece ismi geçmiş, daha sonra sırasıyla Meryem:41–50, Şuarâ:69–87 sûrelerinde hayatından kesitler verilmiş, Sâd:45, Zâriyât:24, İbrâhîm:35. âyetlerde de Hz. İbrâhîm anlatılmaya devam edilecektir.

84- O, Rabbine selîm bir kalp ile gelmişti.

Kalbiselîm terkibi; selâmete ulaşma, teslim olup sükûna/huzura erme manasındaki selîm ile kalp kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. Bizce buradaki “kalbiselîm” ile hareket; körü körüne ataların izinden gitmemek için onları sorgulamak (Dalâletteki atalarının izinden koşanlar için Bkz. Saffat 69-70), aklını ve duygularını şirk sisteminden selâmete çıkarmak, kâinat ve yaratılış üzerine düşünüp duygu ve yargılarda inkılâp gerçekleştirmek, ahlâk ve edep yönünden gayriahlâkî ve gayriinsanî tutum ve davranışlardan yüz çevirmektir. Şimdi selîm bir düşünce ve bakış nasıl kazanılacağı ‘Genç İbrâhîm’ örnekliği üzerinden anlatılacaktır.

85- Babasına ve kavmine demişti ki: "Nedir bu sizin taptıklarınız?"

Hz. İbrâhîm’in yaşadığı döneme göz attığımızda, toplumun bütün siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatının şirk esası üzerindeki kast sistemi ile kurulduğunu anlaşılmaktadır. O dönemde putlara, güneşe, aya, yıldızlara kısaca Allah’la beraber çevrelerinde gördükleri, kendilerine câzip gelen, üstte ve yüce olarak gördükleri her şeye tapan, çok tanrılı bir toplum yapısı vardı. Aslında bu yapı o toplumun taklitçi bir bakış ve sürü güdüsü ile hareket eden beşerlerden oluştuğunu göstermektedir.

86- Allah’ın astında ilâhlar uydurmayı mı irâde ediyorsunuz?

İfk kelimesi aslından uzaklaştırılmış, hakîkati tahrif edilmiş yalan, dolan, iftira ve bâtıl için kullanılır (Bkz. Furkân:4) Bu yüzden “ifk” kelimesi uydurma şeklinde meallendirilmiştir.

87- Yani siz âlemlerin Rabbini ne zannediyorsunuz?

Zan kelimesi, tercih edilen inanç ve kanaat demektir. Bu kanaat, bilgisizlikten kaynaklanan şek, kuşku ve sanı olabileceği gibi, yakîn’e (kesin bilgiye)  de dayanabilir. Kurân’da her iki şekilde de kullanılmıştır. (Bkz.Necm:23, krş. Kıyamet:25, Hâkka:20, Sâd:24, Kehf:36) Bu kavim örneğinde de görüldüğü gibi mahlûkatı anlayamamak, kişiyi yaratanı da anlamamakla sonuçlanan bir sürece sürüklüyor.

88- Böylece yıldızlara bir bakışla baktı.

89-Bunun üzerine dedi ki: "Muhakkak ki ben bitkinim."

Bu âyetleri önce hastalık/maraz şeklinde meallendirip sonra da Hz. İbrâhîm’in yalan üzerinden sinsi plânlar kurduğuna dair açıklamalar yapılmışsa da bunlar Tevrat kaynaklı iftiralardır. Zîra sakîm, maraz/hastalıktan farklıdır. Sakîm; yanlış, hatalı, bozuk, sakat gibi manalara gelmektedir. Türkçemizde sakâmet olarak geçmiştir. Efkârısakîme; bozuk, sakat fikirler demektir. Bu kelime Kurân’da sadece Saffat:145’te ikinci kez, ıssız bir sâhile bitkin hâlde çıkan Hz. Yûnus için de tekrar kullanılacaktır. Genç İbrâhîm, ailesinden başlayarak çevresindekileri uyarmaya, düşündürmeye çalışmış, yaptıkları akıl dışı kullukla mücadele etmiş ve en sonunda sorgulama yapmamalarından yorulmuştur. Burada bitkinliğini ve tükenmişliğini ifade ederek bu mantıksızlıktan bıktığını da itiraf etmiştir. Bu onları uzaklaştırmak için uydurulmuş bir hastalık beyânı değil, içinde bulunduğu hâlin itirafıdır.

90- Böylece arkalarını dönüp ondan yüz çevirdiler.

Genç İbrâhîm’in isteksiz ve mukâvemetsiz tavrı tartışmaya mahal vermemiştir. Zîra çoğu çekişme zıtlaşmalardan beslenir.

91- Onların ilâhlarına gizlice gidip dedi ki: ‘’Yemiyor musunuz?’’

92- Size ne oldu da konuşmuyorsunuz?

Râğa kelimesi; üzerine varmak, ilâ harf-i cerri ile  gizlice karşılamak, yönelmek, temayül göstermek gibi anlamlara gelmektedir. Kelimenin temelinde bir gizlilik vardır. Buradan Genç İbrâhîm’in legal yollar ile mücadeleden erken bıkıp tükendiği ve illegal olarak mabede gizlice girdiği anlaşılmaktadır. Yemeyen, içmeyen, hareket edemeyen insanların kendi elleri ile şekillendirdiği heykellerin önünde saygı ile durmak, onlardan medet ummak tam bir akıl tutulmasıdır. Kurân konulara pragmatik ve akılcı yaklaşarak idolleştirilen nesnelerin zihinde oluşturduğu hiyerarşik dizilimi alt üst etmektedir.

93- Böylece üzerlerine gizlice gidip sağ eliyle vurdu.

Âyette geçen yemîn ifadesinden dolayı sağ eliyle yani var gücüyle, sağlam bir darbe indirdiği anlaşılmaktadır. (Bkz. Enbiya 63)

94- Bu yüzden hızla onun üzerine üşüştüler.

Putlara yaptığı sorgulamada zarar görmeyen Genç İbrâhîm görüşlerini cebir ile ifade ettiği anda cebirle karşılık bulmuştur. Bu anlamda Genç İbrâhîm’in buradaki hareket tarzı örnek alınması değil, ibret alınması gereken bir hareket tarzıdır. Esasen bu hamle, o putlara kulluk edecek kimse kalmadığında yapılması gereken bir hamledir. Zîra kalpteki putları kırmadan fizikî putlara saldırı yanlıştır. Hz. Muhammed Mekke’yi fethedip Kâbe’nin çevresinde müşrik kalmayıncaya kadar putlara dokunmamıştır.

95- Dedi ki: "Siz yonttuğunuz şeylere mi kulluk ediyorsunuz?"

Genç İbrâhîm haklı olmasına rağmen başarıya ulaşamamıştır. Tıpkı kardeşini öldüren Kabil’e karşı Habil’in hayatını kaybetmesinde olduğu gibi. Her zaman haklı olmak, haklı bir söylem ve tasavvura sâhip olmak yetmeyebilir. Bir de bu erdemleri yaşatabilecek güce de sâhip olmak gerekir. Burada bahsettiğimiz güçlülerin erdemi değil erdemin gücüdür. Kurân Enfal 60’da “Savaş için besili atlar hazırlayın!” diyerek haklı olmanın mutlaka savunma ile desteklenip güç kazanması gerektiğini öğütler.  

96-Ve sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah yarattı.

97- Dediler ki: ‘’Onun için yüksek bir bina inşa edin! Böylece onu alevlerle yanan ateşin içine atın!"

Linç kültüründeki ilkel kabile; hiyerarşisiz biçimde hak ve hakîkatler etrafında, tek yaratıcı önünde birleşeceğine Genç İbrâhîm’i infaz edip intikam almaktan başka bir şey düşünmemektedir. Buradaki yüksek bina aslında âciz putları korumak için ona inananların bakış açısını göstermektedir. Değerler üzerinden kendini ortaya koyan inançlar, varlığını sürdürmek için cebre ihtiyaç duymaz. Bağnaz kafa kendileri gibi düşünmeyen genç İbrâhîm’in infazından sonra bile infazın binasını kullanarak düşünen ve sorgulayanlara sürekli gözdağı vermeyi amaçlar.

98-Böylece ona plân hazırlamayı irâde ettiler. Bunun üzerine onları esfelîn kıldık.

Esfel; sefil, pek bayağı, pek alçak, aşağı taraf, alçak gibi anlamalara gelmektedir. Bu âyette itibarın düşmesi, azalması manasındadır. Zîra; aşireti, gücü, zenginliği olmayan tek bir genci bile infaz etmeyi becerememişlerdir. Kurân’da “İbrâhîm’i ateş yakmadı.” veya “İbrâhîm yanmadı.” şeklinde bir ifade yoktur. Onun yerine Enbiya 69’da: “Biz de ‘Ey ateş! İbrâhîm’e serin ve esenlik ol!’ dedik.” Ankebût, 24’de ise: “Allah onu ateşten kurtardı.” şeklinde buyrulmuştur. Bu âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre, Genç İbrâhîm ateşe atılmak istenmiş ve bu istikâmette plânlar yapılmış, yüksek bina inşasına başlanmış; ancak bu plânlar gerçekleşmeden yarım kalmıştır. İbretiâlem için yapılan, ancak abartılan hazırlıklar Genç İbrâhîm’in kaçması için ona zaman kazandırmaya vesile olmuştur. Onu yakmak için kurulan plân ve düzenek onun kaçışını kolaylaştıran, ona esenlik sağlayan bir sebebe dönüşmüştür.

99- Ve dedi ki: ‘’Muhakkak ki ben, Rabbime gidenim. O, beni hidâyete erdirecek."

Tuzaktan kurtulan Genç İbrâhîm yaptığının yanlış olduğunu, az kalsın ölümüne sebep olan bir dalâlet olduğunu itiraf etmiş ve dileğini, umudunu, duasını “O, beni hidâyete erdirecek." sözleri ile tamamlamıştır. Genç İbrâhîm’in ikinci isteği yeni bir yuvadır.

100- Rabbim, bana sâlihlerden hibe et!

Hibe, kişinin kendine ait malı veya başka bir şeyi, herhangi bir karşılık düşünmeden başkasına vermesi anlamına gelir. Kelime fiil olarak ve-he-be kökünden türer. El- Vehhâb, Kurân’da Allah için kullanılır ve kullarına hiç karşılık beklemeden bolca veren anlamına gelir. (Bkz. Furkân:74)

Sâlih kelimesinin kökü ‘sulh’tur. Sulh ve salâh, Arap dilinde; bozgun, nefret, kötülük, kavga, çekişme ve didişmenin zıddı demektir. Sâlih amel de ıslâh hedefi olup hem kendisine hem başkasına faydası olan ameldir. Genç İbrâhîm, şirkin oluşturduğu köle sistemi ve faydasız amellerden, boş ritüellerden o kadar bıkmıştır ki insanlığın faydası için ıslâh eden bir evlât istemiştir.

101- Böylece onu, halîm bir oğulla müjdeledik.

Bu ifadeden Allah’ın Hz. İbrâhîm’e hemen müjde verdiği şeklinde bir anlam çıkartmak doğru olmaz. Nitekim “İhtiyarlık çağımda bana İsmâil ve İshâk’ı hibe eden Allah’a hamd olsun. Şüphesiz Rabbim duayı işitendir.” (İbrâhîm:39) âyetinden de anlaşılacağı üzere, Hz. İbrâhîm’in dua ettiği zaman ile kendisine müjde verildiği zaman arasında yıllar süren bir süreç vardır. Zaten ‘Müjdeledim değil de müjdeledik.’ ifadesi çoğul bir kullanımdır. Farklı unsurlar ile müjdenin bir süreç sonunda gerçekleştiğini ifade etmek için çoğul kullanıldığını söyleyebiliriz. Bu oğlun İshâk mı, İsmâil mi olduğu tartışılmıştır. 112. âyette ayrıca İshâk’a yapılan âtıf, 101’den itibaren önce İsmâil’in anlatıldığını gösterir. 102. âyet kurban edilen oğlun “sabredenlerden” olmayı istediğini de söyler. Enbiyâ 85’te “sabredenlerden” olarak nitelenen üç nebîden biri de İsmâil’dir. Kurân-ı Kerim’de Hz. İbrâhîm’in iki oğlundan bahsedilirken, isimleri de zaten şu sıra ile anılmıştır: “Bana ihtiyarlığımda İsmâil ve İshâk’ı bahşeden Allah’a hamd ederim.” (İbrâhîm:39)

Hilm; rahmeti, merhameti, yumuşak başlılığı, hoşgörüyü, affı çağrıştıran bir kelimedir. Kısaca bu kelime için, “kendisine yapılan kötülükten dolayı intikâm alma veya cezâ kesme hedefi olmayan, zamana yayarak acele ile karar vermeyen kimse” diyebiliriz. Kurân’ın tamamında 15 kez geçer. Bunlardan üçü hariç diğerlerinin hepsinde Allah’ı niteler. İnsan için ilk olarak bu âyette kullanılmaktadır. Hûd sûresinde Hz. İbrâhîm için de bu vasıf kullanılacaktır. Halîm bir babadan halîm bir evlât yetişmiştir. Bu iki âyetten, sâlihlerden olmanın ilk şartının halîm olmak olduğu anlaşılmaktadır. İnsanlar hakkında acele ile olumsuz hükümler vermek, onları yaptıkları yüzünden tekfir edip aşağılamak, hiziplerin oluşmasına, tefrika ve nizalaşmaya sebep olacaktır. Artık bu tür insanlardan sulhu, selâmeti destekleyen sâlih ameller sâdır olmayacaktır.

102- Böylece onunla beraber çalışma çağına eriştiği zaman dedi ki: "Ey oğulcuğum! Gerçekten ben, uykuda seni boğazladığımı görüyorum. Artık bak, görüşün nedir? Dedi ki: Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap! İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın!"

Âyetteki diyaloga dikkat edilirse Hz. İbrâhîm ‘Allah bana bir rüya gösterdi demeyip ben görüyorum.’ diyor. Gördüğü rüyayı Allah’tan bir âyet olarak değil de konuşulup tartışılacak, görüş alınacak bir durum olarak değerlendiriyor. Resûller Allah’tan bir emir aldığında bu emri uygulamak için başkalarından izin istemez. Sadece Rabbden gelen emri uygulamak zorunda olduğunu beyân eder. ‘Görüşün ne? Bir bak, düşün!’ gibi cümlelerle ilahi emirleri sorgulamaya ve tartışmaya açmazlar. Hz. Muhammed’e savaş öncesi şöyle söylenir: ''Allah, sana uykuda onları az olarak gösteriyordu.'' (Enfal:43) Âyetteki ifadeler ile bu âyetteki kullanım -görmek ve göstermek- farkı net olarak ortaya koymaktadır. Âyetlerdeki özlü ve parçacı anlatım fark edilmektedir. Yukarıdaki birkaç âyette Hz. İbrâhîm’in ateş sayesinde ateşten kurtulması anlatılırken, burada oğlu İsmâil ile ilerlemiş yaşındaki diyalogu bizlere aktarılmıştır. Peki, Allah ileride resûl olacak halîm bir evlâdı boğazlama yolu ile öldürme emrini verir mi? İnsan kesilerek mi kurban edilir? Oysa kurban kurbiyetten gelir ve kurbanın temel anlamı yaklaşmak demektir. İnsan boğazlayarak Allah’a yaklaşılmaz. Bu bağlamda hayvan kesilir, insan kurban olur, Allah’a yaklaşır. Hz. İbrâhîm döneminde uzun süre çocuğu olmayan ve bir süre sonra birden çocuğu olan kişiler doğan ilk çocuğunu, tanrılarına vahşi bir biçimde kurban ederdi. Nil taşmasın diye her sene nehre bir kız, ayinler ile atılırdı. Böyle bozuk bir kültürde Hz. İbrâhîm’in bilinçaltındaki kaygıları rüyada bilinç üstüne çıkması gayet tabidir ve insanidir. Zaten âyette ‘Biz gösterdik denmiyor, ben görüyorum.’ deniyor. Henüz çocuk yaşta olan İsmâil de bunu Allah’ın bir emri zannedebilir. ''Emrolunduğun şeyi yap!'' diyerek teslimiyetini sergiliyor. Yapılması gereken rüyayı birebir taklit değil tabir etmektir, yorumlamaktır.

103- Böylece ikisi de teslim olunca onu alnı üzerine yatırdı.

Âyette Allah’a teslim olunca şeklinde bir ifade geçmemesine rağmen maalesef meallerin çoğu parantezli veya parantezsiz olarak “Allah’a, Allah’ın emrine, Allah’ın takdirine teslim oldular.” şeklinde ilaveler yapmışlardır. Doğrusu, Hz. İbrâhîm ve oğlu rüyaya teslim olmuşlardır. Evlâda hasret Hz. İbrâhîm’e ilerlemiş yaşında hediye edilen oğlan çocuğu, hele de bu çocuk erdemli ve ileride nebî olacak bir evlât ise tam bir göz aydınlığıdır. Halil olan İbrâhîm’e bu güzel hediyeyi verenin uğruna evlât adanmalı, kurban edilmelidir. Kurban, çocuğun Allah yolunda yetiştirilmesi, kullanılmasıdır. Mesela Hz. İsmâil’i kullanarak Kâbe’nin temellerinden yükseltilerek inşa edilmesi çocuğu Allah yolunda kullanmasıdır. Görülen rüyanın sembolik karşılığı yani tabiri şöyle de yapılabilir. Halillulah olan İbrâhîm’de sanki çocuk sevgisi gereğinden fazla olmaya başlamıştır. Artık o sevgiyi Allah rızası için biraz azaltması veya kesmesi gerektiğine dair yorumlanabilirdi. Hz. Yûsuf dönemindeki yöneticinin gördüğü yedi besili ineğin yedi zayıf ineği yemesi sembolü, yedi bolluk yılı kurak yılların tüketmesi olarak tabir edilmesi gibi. (Bkz. Yûsuf:46)

104- Ve ona nidâ ettik. "Ey İbrâhîm!"

105- Sen rüyaya sâdık kaldın. Muhakkak ki Biz, muhsinlere karşılığını işte böyle veririz.

Hz. İbrâhîm; kayıtsız şartsız rüyaya değil, Allah’a sâdık kalmalıdır. Muhsin bir kul olduğundan Allah tarafından Biz denilen melekleri ile nidâ edilerek bir cinâyet işlemesine, evlât kâtili olmasına engel olunmuştur. Buradaki seslenme Hz. İbrâhîm’in anlayacağı bir lisân ve ses tonu ile olduğundan âyette Allah’a isnatla ‘ben’ değil meleklere isnatla ‘biz’ kullanılmıştır.

106- Muhakkak ki bu, elbette açıklığa kavuşturan bir belâdır.

Belâ kelimesi sıkıntı, dert, külfet manasındadır. Kurân-ı Kerîm’de, Firavun’un İsrâiloğullarına yaptığı korkunç işkenceler bağlamında kelime “Azîm belâ” (belâün azîm) olarak ifade edilmiştir. “Ve sizi Firavun ailesinden kurtarmıştık ki (onlar), size kötü mahrûmiyet yaşatıyor, oğullarınızı kesip kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. İşte bunda azîm bir belâ vardır. (Bakara:49) Ayrıca A‘râf:141; İbrâhîm:6) Belâ bu âyette olduğu gibi mubîn sıfatı ile de birlikte gelir. (Açık belâ (belâün mübîn) için ayrıca bkz. Duhân:33). Mubîn kelimesi sözlükte kapalılığı ortadan kalkıp açıklığa kavuşmak anlamındaki beyn (beynûnet) kökünün if‘âl kalıbından türeyerek “vuzuha kavuşan, açık seçik olan, açıklığa kavuşturan, açıklayan’’ manalarına gelir. (Lisânü’l-ʿArab, “byn” md) Bu olay insan kurban geleneğini bitirmek için yaşanmış bir sıkıntı, yani belâ olmuştur. Belâya imtihan demek yanlıştır; zîra bir âyet içinde bu iki kelime yan yana sıralanır: “Onları siz öldürmediniz ama onları Allah öldürdü ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı ve Allah, mü’minlere Kendisinden ahsen belâ ile imtihan(yubliye) eder. Muhakkak ki Allah, işitendir bilendir.” (Enfâl:17) Bir de Kurân’da “güzel belâ” (belâün hasen) olarak tarif edilmiştir. Bu manada Bedir Gazvesi ve sonucunda kazanılan zafer, “güzel bir belâ”, bir sıkıntının başarı ile neticelenmesidir. Eğer çekilen sıkıntılar, külfetler güzel ve hayırlı şeylere vesile oluyorsa ona ‘belâün hasen’ denir.

107- Ve ona azâmetli bir kurbanı fidye verdik.

Âyette geçen zibh (Kurbanlık), kurban edilen şeyin adıdır. Çoğulu da “zebûh” diye gelir. Tıpkı “tahn (öğütülmüş)” lafzının “methûn (öğütülen) şeyin adı olması gibi. Kelimedeki “zel” harfi “zebih” şeklinde üstün olursa, mastar olur. Azîm, kebirden/büyükten farklıdır. Bu kelime ile kurbanlığa kazandırılan “kadru kıymetidir” yoksa bedenen, fizikî büyüklük değildir. Kadrinin, değerinin büyüklüğü, fidye olmasından yahut da kabule mazhar oluşundan ötürüdür. Hz. İbrâhîm’in rüyasına teslimiyeti örnek alınması gereken değil, ibret alınması gereken bir hata olduğundan mükâfat yerine âyette fidye kullanılmıştır. Fidye, tutsaklıktan kurtulmak için verilen bedeldir. Hz. İbrâhîm ve o dönemin insanlarını, bozuk geleneğin pençesinden açıklığa kavuşturan bu belâ ile kurtarılmıştır. Geleneğin esâretinden kurtulmak için ödenmesi gereken fidye de Hz. İbrâhîm tarafından ödenmiştir.

108- Ve sonrakiler arasına onu bıraktık.

Sûrenin 78. âyetinde Hz. Nûh için kullanılan ifadenin aynısı burada Hz. İbrâhîm için de kullanılmıştır. Zîra Hz. İbrâhîm de birçok kültür ve inançta bilinen, değer verilen örnek bir şahsiyet olmuştur. Çoğu din mensubu, Hz. İbrâhîm’i kabul edip bir şekilde kendilerini ona isnat eder. (Bkz. Âli İmrân:67) İbrâhîm veya başka dillerdeki ismi ile Abraham'ın yaklaşık olarak MÖ. 2000 yıllarında yaşadığı düşünülmektedir. İslam'a göre bir nebî ve resûldür. Yahudilik ve Hıristiyanlığa göre ise din büyüğüdür. 

109-İbrâhîm’e selâm olsun!

Buradaki selâm bizim dilimizde kullandığımız merhabalaşma değildir. Bu kullanımı Yâsîn sûresi şöyle tefsir eder: “Rahîm olan Rabb’den "selâm" sözü onlara” (Yâsîn:58) Selâm; barış, huzur, esenlik, saadet, af, mağfiret manalarını kapsar. Cennetin diğer bir adı dârusselâmdır. “Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm” Ve Allah selam yurduna çağırır. Dileyeni sıratımustakîme hidâyet eder. (Yûnus:25) Hz. İbrâhîm insan onuruna aykırı olan inançlardan kendini hâlis kılmış ve ihsânı, halim olmayı önceleyen bir barış insanı olduğu için o ve onun yolundan gidenler selâm ile mükâfatlandırılmıştır.

110-  Muhakkak ki Biz, muhsinlere işte böyle karşılığını veririz!

111- Muhakkak ki o, Bizim inanan kullarımızdandır.

Sûrede tekrar gibi görünen bu âyetler pasajda anlatılan olaylarla birlikte okunmalıdır. Başkalarına ihsânın, iyiliğin, erdemin üstünlüğüne inanan kullar, başlarına gelen belâları, sıkıntıları ibretlik bir ders gibi görüp hatadan dönme erdemini gösterecektir. Hatada ısrar değil hatadan dönme, halim sıfatı ve ihsânın bu dünyada iken bizleri çok daha büyüyen günahlardan ve kötülüklerden koruma fonksiyonudur.

112- Ve Biz, onu sâlihlerden bir nebî olan İshâk ile müjdeledik.

İshâk ismi ilk defa Meryem sûresinin 49. âyetinde geçmektedir. Daha sonra Sâd 45, İbrâhîm 39’da gelecektir. İlk anlatılan kıssa Hz. İsmâil iken burada ikinci çocuk olan Hz. İshâk’a değinilmiştir. İshâk kelimesi İbranîcede “gülüyor” manasında “Yashak”dan gelir. Bunun nedeni, resûl meleklerin annesine İshâk’ı müjdeledikleri zaman, doğurma devresini aşmış olan annesi Sara’nın, bu habere gülmesindendir. (Bkz. Hûd:69-71) Bundan dolayı İshâk’a “Yashak” ismi verilmiştir. Dikkat edilirse isimler fiillerden türeyen sıfatlardır. Bunun en tipik örneği Saf sûresi 6. âyettir. Âyette Hz. İsa’nın kendinden sonra gelecek ve ismi Ahmet olan bir resûlü müjdelediği şeklinde meallendirilir. Ancak kendinden sonra resûl olarak ismi Kurân’da 4 kez geçen Hz. Muhammed gelir. Kurân’da ve sahabeden gelen rivayetlerde Hz. Muhammed’i Ahmet ismi ile çağıran yoktur. Zaten “Ey Ahmet!” şeklinde hitap eden bir âyet de yoktur. Müfessirler bu çıkmazı çözmek için Hz. Muhammed’e Ahmet-Mahmut gibi göbek isimler veya lakaplar üretmek zorunda kalmışlardır. Aslında Ahmet de, Mahmut da, Muhammed de “ha-me-de” kökünden türeyen ve övülen manasına gelen isimlerdir. Aynı manalardaki isimlerin göbek ismi, ikinci isim olarak konmasının ne rivayetten ne de mantık açısından bir delili vardır. Yapılması gereken bu isimleri meallendirerek çevirmektir: “Ve Meryemoğlu İsa şöyle demişti: “Ey İsrailoğulları! Muhakkak ki ben, elimdeki Tevrat’ta olan her şeyi tasdik eden ve benden sonra gelecek, ismi çok övülen bir resûl ile sizi müjdeleyen Allah’ın Resûlü’yüm.” Fakat onlara beyyineler getirdiği zaman onlar: “Bu apaçık sihirdir.” dediler. (Saf:6) Gülümsemeye vesile olan İshâk’tan sonra onun oğluna takip eden izleyen manasında Yakup denmiştir. Onun ardından Yusuf gelmiştir onunda manası zaten ilave edilecek olan, eklenecek olan demektir. Buradaki ‘Biz müjdeledik.’ ifadesi müjdenin melek elçiler ile verilmesindendir. (Bkz. Hûd:69-71)

113- Ve O’na ve İshâk’a bereket verdik. Ve ikisinin zürriyetinden hem muhsin olan hem de kendine apaçık zulmedenler var.

Bereket kelimesi genellikle “hayırlı olan bir şeyin bolluğu” olarak ifade edilir. (Bkz. İsrâ:1) Allah’ın çocukla müjdelemesi asıl bereket değildir. Zîra zürriyetten muhsinler çıkabileceği gibi zâlimler de çıkabilir. Burada Kurân zihnî bir inşa gerçekleştirmektedir. Dikkat edilirse âyette, muhsin ile kendine göz göre göre zulmeden karşılıklı/zıt olarak yerleştirilmiştir. Zîra yapılan her iyilik ve güzellik aslında en başta insanın kendine yaptığı iyilik ve güzellikken; cimriler, kıskanç egoistler en büyük zulmü yine kendilerine yaparlar.

114- Ve and olsun ki Mûsâ’yı ve Hârûn’u nimetlendirdik.

Yukarıda bereket olarak nitelenen ilâhî yönlendirme ve yardım burada hayatî önem taşıyan bir nimet olarak isimlendirilmiştir.

115- Ve ikisini ve onların kavimlerini azâmetli bir alt üst oluştan kurtardık.

76. âyette Hz. Nûh’un ve ailesinin doğal âfet olan tûfândan kurtulması için “el-kerbil azîm” kullanılmışken, burada da tağutlaşmış Firavun’un tuğyanından kurtulmaları manasında yine aynı kelimelerin seçilmesi manidardır. Zîra su gibi iktidar da bir nimettir. Bu imkânı doğru kullanmak insanların hayatını kurtarabileceği gibi had ve hududu bilmemek onları zulüm ve haksızlığa gark edebilir.

116- Ve onlara yardım ettik. Böylece gâlip gelenler onlar oldu.

Nasr kelimesi, elde edilmek istenen şeyi elde etmek için yapılan yardımı ifade etmektedir. Kurân yardımcı olarak Allah’ın yeteceğini söyler. (Bkz. Furkân:32) Neden? Zîra yaşamın saadet içinde geçmesi için gerekli yasaları da belirleyen yine Allah’tır. Önceden Allah tarafından belirlenen yasalara, sünnete uygun tercihler yapmak insanı hem nefse, hem de iç ve dış şeytânlara gâlip kılacaktır. Gâlib ise, galebe fiilinin fâil ismidir. Gâlib; galebe çalan, üstün gelen, yenen, muzaffer, güçlü, kudretli, hükmeden, üstün olan demektir. Mekke’de bir avuç Müslüman, bu ilâhî vaatler sonucunda zafere ulaşmış, kısa zamanda Arabistan’ın sınırlarını aşan İslâm toplumu, dünyanın büyük bir kısmına hâkim olmuştur.

117- Ve ikisine açıklayan kitabı verdik.

El-mustebîne; beyân eden, açıklayan demektir. Buradaki ‘el-kitap’ verilen veya öğretilen âyetlerin tamamıdır. Âyetlerin özelliği değişmeyen alâmetler olmasıdır. Âyetler sadece kitapta yazan değil tabiattaki mahlûkatı da kapsar. Dolayısıyla âyetleri doğru okuyanlar hayatı, ölümü ve imtihanı açıklığa kavuşturmaktadır. Hayatın amacını öğrenen Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn köleleşmiş, ezilen İsrailoğullarını yine Allah’ın yasalarına uygun olarak hem maddî, hem de zihnî kölelikten kurtarmak için mücadele etmişlerdir.

118- Ve ikisini sıratımustakîme hidâyet ettik.

Zulmü engellemek, köleleşmiş insanların sırtından saltanat devşirenlere karşı yine Allah’ın yasaları ölçüsünde mücadele etmek, dosdoğru yolu bulup orada ilerlemektir.

119- Ve sonrakiler arasında ikisini bıraktık.

Bencilce yapılan ameller sadece yapanı bağladığından ne kalıcı olur, ne de örneklik teşkil eder. Ancak kendi menfaatine ters olsa da başkalarını kurtarmak için yapılan ıslâh edici ameller bâkî kalmaktadır. (Bkz.“Kim izzet istiyorsa ki izzet tamamen Allah’a aittir. Ona temiz kelimeler erişir. Onu, sâlih amel yükseltir.”Fâtır:10)

120-Mûsâ ve Hârûn’a selâm olsun.

Hz. Nûh ve Hz. İbrâhîm gibi sıkıntılardan kurtularak selâmete ulaşan diğer resûller de Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Hârûn’dur.

121- Muhakkak ki Biz, muhsinlere işte böyle karşılığını veririz!

122- Muhakkak ki ikisi Bizim inanan kullarımızdandı.

İhsânın, iyiliğin, paylaşmanın doğru olduğuna, sıratımüstakîm olduğuna inanan kullar mutlaka bu güvenlerinin karşılığını henüz dünyada iken almaya başlayacaklardır.

123- Ve muhakkak ki İlyâs, elbette gönderilenlerdendir.

İlyâs, Kurân-ı Kerim’de 2 yerde 3 kez zikredilmiş olan bu isim, tefsirlerde Hârûn peygamberin torunlarından birisi olup Balebekkeye gönderilmiş bir peygamber olduğu ifade edilmiştir. İbranicede “Elijahu” 'Tanrım Yahova’dır.' manasında ifade edilip İncil’de Elias ismiyle zikredilmiştir. İlyâs ismi “el-Elsu” kökünden türemiş olup “fī’āl” vezninde Arapça kökenli bir kelime olduğu belirtilmiştir. Ayrıca ”ifʿāl” vezninde olduğunda “elyese raculun” "cesur, kaçmayan, korkusuz" anlamına gelmektedir. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden birisidir. Hz. Süleymân’dan sonra peygamber olarak gönderildiğine inanılır. Kurân’da bu sûrede iki defa ve En’am 85’te bir defa olmak üzere toplam üç yerde adı geçer. Enâm sûresinde onun adı on yedi peygamberle birlikte “sâlihlerden biri” olarak anılır. Bu ismin Yunanca ve Latincedeki Elias, Etiyopya dilinde Elyas şeklinde okunduğu, bu son okunuşunun Arapçaya İlyâs şeklinde geçtiği belirtilir. Kitabı Mukaddes’te İbranî Peygamberi Elijah’ın, M.Ö. 9. yüzyılda Kuzey İsrâil Krallığı’nda yaşadığı ve arkasından Elisha’nın (Arapçada el–Yese’) geldiği anlatılır. Yahudi ve Hıristiyan kültüründe İlyâs’ın ölmediği, bedeni ve ruhuyla semâya yükseltildiği kabul edilmektedir.

124- Kavmine demişti ki: "Siz takvalı olmayacak mısınız?"

Kavim önce imâna değil de takvaya çağrılıyorsa burada ya doğal âfetler ya da yönetimsel bir zulüm söz konusudur. Devam eden âyetlerde toplum düzenini temelden etkileyen inançlar gündem edilecektir.

125- Bırakıp o en güzel Yaratanı bir ba’le mi yalvarıyorsunuz?

Tezerûn, “ve-ze-ra” kökünden gelir. Değer vermeyerek terk etmek, ihmal etmek anlamına geliyor.

Ahsenelhâlikîn, en güzel yaratıcı demektir. Dilimizdeki yaratma sıfatının sadece Allah’a izafe edilmesinden dolayı buradaki kıyas bir çelişki olarak algılanabilir. Hz. İsa’nın halk etme fiilinin fâili olarak Âli İmran 49, Mâide 110. âyetlerinde kullanılması gibi bir şeyden bir şey icat etmek, yapmak manasında kullar için de kullanılmıştır. (krş. Fâtır:3, Ra’d:16)  Allah basîrdir, insanlar da görür, Allah semîdir, insanlar da işitir, Allah hâlıktır, insanlar da icat eder, ortaya bir şeyler koyar. Ancak Allah bedîdir, oysa insanlar yoktan var edemez. Akıl, kıyas ile çalışır Hz. İlyâs insanların elleri ile halk ettiği ba’l putu ile kendilerini halk eden mutlak yaratıcının eser ve müessir farkını ortaya koymaktadır.

Ba’l kelimesinin aslı “yağmurun senede ancak birkaç kez düştüğü yüksek arazi” demektir. (Lisanül-Arab) Arapların anlayışında, bir başkasına herhangi bir açıdan üstün olan her şeye bu isim verilmiştir. Örnek olarak eşlerden erkek olanın bir konudaki fazîleti kastedilecekse “ba’l” kullanılır Bu kelimenin türevleri Kurân’da Bakara:228, Hûd:72, Nûr:31.  âyetlerinde toplamda 6 yerde hep “koca” kocaları, kocam, kocasının şeklinde kullanılmıştır. Misal olarak boşanmış kadınların 3 ay hâli beklemesinden bahseden Bakara 228’de bekleme süresi zarfında ve kadınların da istemesi durumunda eski eşlerinin onları almada diğer erkeklere göre öncelikli olduğunu ifade için ba’l kullanılmıştır. Hûd 72'de Hz. İbrâhîm’in eşi kocasını göstererek bu sıfatı kullanmıştır. Nûr 31'de de kadınların ziynetlerini dışarıda açmamaları; ancak kocalarının yanında daha serbest olabileceklerini ifade için kullanılmıştır. Kocanın eşine teması ile yeni bir neslin çmeydana gelmesini bu puta bağladıkları için ona Ba’l ismini takmış olabilirler. Zîra bâtıl inançlar insanoğlunun anlamlandıramadığı, sebep-sonuç ilkesini kuramadığı alanlarda kendini gösterir.

Bilhassa “Ba’l” Lübnan’daki Fenikelilerin en büyük erkek tanrısı olarak şöhret bulmuştur. Şam yakınlarındaki bu şehre bu nedenle Ba’lebek denmektedir.

Fenikeliler de tanrıları Ba’l sayesinde edindikleri ve seçtikleri genç çocukları yine ona kurban eder, böylelikle denizlerde onun himayesini sağlamaya çalışırlardı. Fenikelilerin ilk doğan çocuklarını (bazı kaynaklara göre ilk erkek çocuklarını) tanrılara kurban ettikleri iddia edilmektedir. Bu iddianın en büyük kaynağı ise yapılan arkeolojik kazılarda çok sayıda bebek kemiğinin bulunması ve eski Yunan kaynaklarının da bu fikri desteklemesidir. Yine taptıkları bal putunun karnının fırın şeklinde olduğu tespit edilmiştir. Uzmanların bu konudaki ifadesine göre buralarda çocuklar yakılarak kurban edilmektedir. Çocuk kurban geleneği 102. âyetten itibaren Hz. İbrâhîm örneği üzerinden de Kurân’da aktarılmıştır. Bu zâlim inanç kadîm bir geçmişe sahiptir.

126- Allah, sizin ve evvelki babalarınızın Rabbidir.

Bâtıl inançlar toplumda çok büyük zulümlere yol açabilir. Her sahte inanç masûm veya önemsiz gerekçelerle başlar ve kökleşir.

127- Böylece onu yalanladılar. Artık muhakkak ki onlar, gerçekten hazır bulundurulacak olanlardır.

Muhdarun, hâlihazırda o hâli yaşayanlar demektir. Bu kelime genelde dünyevî ve uhrevî azâplar bağlamında kullanılmıştır. Saffat sûresinde sayılan tüm resûllerin ortak yanı maddî ve manevî her tür azâptan sakınmaları ve sakındırmalarıdır. Ataları körü körüne taklidin doğurduğu mantıksız şirk sistemi hayatı yaşanmaz hâle getirir. Hak ve hakîkatleri yalanlamak sadece ve sadece zulüm üretir. Hâlihazırda zulüm sisteminin içinde bulunmanın istisnası muhlis olmaktır.

128- Allah’ın muhlis kulları hariç.

Muhlis, içinde yaşadığı toplumun şirk kültüründen bir şekilde kendini hâlis kılan, ondan arınıp arındıranlar demektir.

129- Ve sonrakiler arasında onu bıraktık.

Böylece İlyâs peygamber de tıpkı diğer resûller gibi görevini lâyıkıyla yerine getirmiştir. Bu resûllerin sonrakilere bırakılmaları tamamen yaşadıkları coğrafya ile alâkalıdır. O bölgede tanınan/bilinen resûllerin örneklik teşkil eden yaşamlarından kesitler anlatılmıştır. Yoksa sayılan bu resûllerin ismen sayılmaları ismi sayılmayan resûllerden imân bakımından herhangi bir üstünlüklerinin olduğu manasına gelmemektedir.

130- İlyâslara selâm olsun

İlyâsîn okunuşu İlyâs’ın çoğulu olarak anlaşılmıştır. “İlyâslar”, yani “İlyâs ve onun yolundan gidenler” anlamına gelir (Ferrâ). Kurân isimlere değil bu isimlerin savunduğu manalar üzerinden maksatçı bir anlatım sunar. İlyâsîn şeklindeki kıraati tercih ederek, bununla Hz. İlyâs’ın ve onun yolundan gidenlerin kastedildiğini düşünmekteyiz.

131- Muhakkak ki Biz, muhsinlere işte böyle karşılığını veririz!

132- Muhakkak ki o, Bizim inanan kullarımızdandır.

133- Ve muhakkak ki Lût, elbette gönderilenlerdendir.

Burada, Hz. Lût’un kıssasından bir bölüm anlatılacaktır. Hz Lût’un ismi ilk defa Kâf sûresinin 13. âyetinde geçmektedir. Burada sıralanan resûller tecrübeleri bakımından bir şekilde birbirleri ile irtibatlıdır. Hz. İbrâhîm ve Hz. İlyâs insan kurbanı ve putçulukla mücadelede ortak iken Hz. Lût’a Hz. İbrâhîm’e ilk tâbi olan ve yoldaşlık yapan, aynı dönemde yaşamış resûllerdendir.  (Bkz.Kâf:13)

134- Onu ve onun ailesini, topluca kurtarmıştık.

Aile kelimesinin anlamı biri olmadan diğeri ayakta duramayan demektir. Yine buradaki ehl/aile kullanımı Hz. Nûh’ta olduğu gibi onun yolundan gidenler, dayanışma içinde olanlar manasındadır. Ecmain kullanımı felâketten toplu olarak/ailece kurtulduklarını anlatır. Şimdi bir istisna konulacaktır.

135- Geride kalanlar içinde acûze bir kadın hariç.

'Acûz' kelimesi yaşlı, âciz demektir. Âyetteki geride kalıp batanlar içinde kalan bahtsız, zavallı kadın ifadesi ile felâketten hicret edemeyen; kavmini, oradaki malı mülkü, rahatı, akraba ve çevresini tercih ederek âciz kalması manasındadır. (Bkz. Şuarâ:171) Ahlâkî yozlaşma o kadar önemlidir ki maddî konfor, kurulu düzen böyle ciddi bir sebepten dolayı kolayca gözden çıkarılmalıdır.

136- Sonra diğerlerini dumura uğrattık.

Demmera fiili, dumura uğratmak, bir şeyi yok etmek, yerle bir etmek anlamlarına gelir. Âyette sözü edilen azâbın tektonik çökme sonucu volkanik patlamaya bağlı bir taş yağmuru olduğu daha önce de ifade edilmişti. (Bkz.Neml:58)

137-Ve muhakkak ki siz, sabahları onlara mutlaka uğruyorsunuz.

138-Ve gece de. Hâlâ akıl etmez misiniz?

Bu ifâdelerden Lût kavminin yaşadığı bölgenin ticaret veya yolculuk güzergâhında bir kavşak olduğu anlaşılmaktadır. Her sabah ve akşam; yolcuların, kervanların çöllerin arasındaki kavşağa uğramak zorunda olmaları bölgede hayatî önemi olan su kaynaklarına işaret etmektedir. Kurân aklın parçadan bütüne ulaşarak kıyas yapmasını, sürekli faal kalmasını ister. (Bkz Yâsîn 62, Furkân 44, Meryem 28, A’râf 169, Ra’d 4, Mülk 10) Felâketten toplu olarak kaçan ve tedbir üreten Hz. Nûh ile pasaj başlamış, yine doğal felâketten ve ahlâkî bozulmadan kendini hâlis tutan Hz. Lût örneği ile devam etmiştir. Sayılan resûllerin; Hz. Nûh, Hz. İbrâhîm, Hz. Mûsâ, Hz. Hârûn , Hz. İlyâs  ve Hz. Lût’un  ortak yanı bir şekilde yaşadıkları bölgeden hicret etmek zorunda kalan resûller  olmasıdır. Hz. Nûh  “el-kerbil azîm” denen tûfandan, Hz. İbrâhîm yanan ateşten, Hz. Mûsâ  ve Hz. Hârûn  “el-kerbil azîm” denen Firavun'un zulmünden, Hz. İlyâs  azabın içinde hazır bulunmaktan (Muhdarun), Hz. Lût da altı üste getiren (demmera) ûfetten kendini ve ailesini kurtarmıştır. Pasaj son resûl olan Hz. Yûnus ile sonlanmaktadır. Burada Hz. Yûnus’un kıssasının yer alması yukarda sayılan resûller  ile ortak bir yanının olduğunu bize göstermektedir. Zaten cümleler ortak seçilmiştir. Saffat sûresi 123 ve 133. âyetlerinde Hz. İlyâs  ve Hz. Lût  için kullanılan cümlenin aynısı burada Hz. Yûnus  için de kullanılmıştır.  

139- Ve muhakkak ki Yûnus, elbette gönderilenlerdendir.

İbrânîce Yonah (güvercin) kelimesi Grekçe’ye Ionas, Arapça’ya Yûnus, Batı dillerine Jonas ve Jonah şeklinde geçmiştir. Kelimenin Arapça’da “görmek” anlamındaki ens veya “dostluk” anlamındaki ünsiyet kökünden türediği yolundaki görüşler mevcuttur. Ahd-i Atîk’in “Peygamberler” (Neviim) bölümünde yer alan ve “on ikiler” denilen peygamberler grubuna ait yazıların beşincisi olan Yûnus kitabında Yûnus’un hikâyesi anlatılır. Buna göre Yûnus, İsrâil krallarından II. Yeroboam’ın saltanatında (m.ö. 793-753) yaşamış ve ona bazı olayları önceden haber vermiştir (II. Krallar, 14/25). Yahudilikteki kıssa şöyledir: Yûnus, Tanrı tarafından peygamber olarak Ninevâ (Ninova) halkına, kötü yoldan dönmedikleri takdirde kırk gün sonra helâk edileceklerini bildirmek üzere gönderilmiş, fakat Yûnus, İsrâilliler’in düşmanı olan Ninevâ halkını uyarmak istememiş, böylece ilâhî emre uymayıp Tarşiş’e gitmek amacıyla Yafa’dan bir gemiye binmiştir. Denizde büyük bir fırtına çıkınca gemideki ağırlıklar denize atılmış, bu felâketin kimin yüzünden başlarına geldiğini anlamak için gemi yolcuları arasında kura çekilmiş ve kura Yûnus’a isabet etmiştir. Yûnus, İbrânî olduğunu bildirerek gerçeği anlatmış ve fırtınanın sebebinin Ninevalıları uyarmadan kaçmak olduğunu itiraf etmiş ve denize atılmasını istemiştir. Yûnus denize atılınca fırtına dinmiş, Rabb’in emriyle onu büyük bir balık yutmuş, Yûnus üç gün üç gece balığın karnında kalmıştır (Yûnus, bab 1). Balığın karnında iken Allah’a niyazda bulunmuş, Allah duasını kabul etmiş ve balık onu karaya kusmuştur (Yûnus, bab 2). Tekrar Ninevâ’ya gönderilen Yûnus, halka yakında kendilerine ilâhî azâbın geleceğini bildirmiş, ancak itibar görmemiştir. Azâp günü gelince olacakları görmek için şehrin dışına çıkmış ve bir çardak yaparak orada oturmuştur. Fakat bu sırada Ninevâ halkı Tanrı’ya iman etmiş, kötülüklerden vazgeçmiş, oruç tutup affedilmeleri için dua etmiş, Tanrı da onları affetmiştir (Yûnus, bab 3). Tanrı’nın bu iradesi Yûnus’un gücüne gitmiş, bu defa da yalancı çıktığı için ölmek istediğini bildirmiş ve canını alması için Tanrı’ya yalvarmıştır. Tanrı da Yûnus’u kötü durumdan kurtarıp yanında ona gölge olması için “kikayon” bitkisi (Kurân’da yaktîn ağacı) yeşertmiş, fakat ertesi sabah bitki kurumuştur. Bitkinin kurumasına üzülen ve güneşin etkisiyle bayılan Yûnus, yine ölmek istemiş, Tanrı ona, “Sen emek verip büyütmediğin bir kikayon otuna acıyorsun da ben Ninevâ’ya acımayayım mı? O şehirde sağını solundan ayırt edemeyen 120.000’den fazla insan ve çok sayıda hayvan var.” demiştir (Yûnus, 3/1-4/11). Ayrıca o dönemde Asurlular çok tanrılı bir inanca sapmışlardır. Bâtıl ve hurâfelerden biri de su tanrısı Enki dir. Denizdeki fırtınaları ve diğer doğal âfetlerin sebebini günahlara ve Tanrı'nın azâbına bağlarlardı. Zîra insanlar anlamlandıramadığı, sebep ve sonuç bağlantısı kuramadığı doğal olayların bir anda oluşmasını sürekli ezoterik, mistik mitlerle tanımlamaya çalışmıştır. Yûnus kıssasında da fırtınaya yakalanan geminin batmaması için çekilen kura sonucu Yûnus’un suya atılarak enkiye kurbanına ve enki’nin gönderdiği bir balığın onu yuttuğuna inanılmıştır.

Görüldüğü gibi bu anlatıların içinde hakîkat bulunmasına rağmen olağanüstülükler ve tabiat olaylarının oluş mekanizmasındaki bilinmezlikler kıssayı fantastik bir efsaneye dönüştürmüştür. Kurân’da Hz. Yûnus’tan bahseden diğer bir âyet şöyledir: İsmail'i, Elyesâ'yı, Yûnus'u ve Lût'u âlemlere fazîletli kıldık.” (Enam:86) Hz. Yûnus’un yaşadığı dönem insanlarından fazîletli kılınması bir süreç sonucu gerçekleşmiştir. Şimdi Yûnus'u  nebî ve resûl  yapan o sürecin bir kısmı bizlere aktarılacaktır.

140- Dolu gemiye kaçtığı zaman.

Fülk, gemi anlamına gelir, meşhûn ise içinde insanlarınb ve erzakın dolu olduğu mekân, doldurulmuş yer demektir. “Fülkilmeşhûn” tâbiri bu âyetin dışında iki yerde daha geçmektedir. Şuarâ 119'da Hz. Nûh ve beraberindekilerin dolu bir gemide olmalarıyla ilgili kullanılır. Yâsîn 41'de zürriyetin dolu gemi ile taşınmasının bir âyet olduğundan bahsedilir. Kurân’ı İsrâiliyattan ve mitlerden uzak, yine Kurân’ı Kurân ile okuduğumuzda bu âyette dolu gemi detayının neden verildiği ortaya çıkmaktadır. Zîra pasaj Hz. Nûh ile başlamış ve Hz. Yûnus anlatımı ile sonlanmıştır. Hz. Yûnus’un yaşadığı bölgede büyük bir tûfan kopmak üzeredir. Bunun işâret ve alâmetlerini doğru okuyan Yûnus apar topar kaçmıştır. Zîra âyetteki kaçma kelimesi ebeka ile karşılanmıştır. Bu kelime “köle efendisinden kaçtı” anlamına gelir. (Lisân) Peki, Hz. Yûnus neden bu yolu tercih etmiştir? Cevabı daha önce anlatılan Kalem sûresindedir. “Artık Rabbinin hükmüne sabret. Ve balık sahibi gibi olma. O, çok hüzünlü, gamlı olarak nidâ etmişti. Rabb’inden ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış olarak çorak bir araziye atılacaktı. Fakat Rabb’i onu seçti, böylece onu sâlihlerden kıldı.” (Kalem:48-50) Buradaki nimet Hz. Mûsâ ve Hz Hârûn’a verilen ilâhî yönlendirme ve yardımdır.(Bkz. Saffat:114) Vahiy nimeti ile Hz. Yûnus’un sâlihlerden olduğu Kalem 50'de özellikle belirtilmiştir. Sâlih, kendisi dışındakilerin iyiliği, sulhu ve barışı için gayret eden, insanlığın faydasına ameller ortaya koyan kişilere denir. Hz. Yûnus âfetten önce çevresindekilere kızdığı ve öfkelendiği için onları uyarmadan bölgeden kaçması tutumu ile bize anlatılmıştır.

141- Artık kura çekti. Bu yüzden ayağı kaydı.

Sâhame kelimenin kökü “sehm” kelimesidir. Sehme, bazen “nasip, haz” anlamında kullanılsa da, kelimenin esas anlamı  kumarda, kura çekiminde kullanılan “ok” demektir. Konumuz olan sâheme ise, aynı kök fiilin 'mufaale' kalıbından gelen bir kelimedir. Mufaale kalıbı fiile “müşareket [işteşlik]” anlamı kazandırdığından, sâheme fiili de bu kalıpta “karşılıklı ok çekişti” anlamına gelmektedir. Uzun çöpü çeken kazanır veya en kısayı çeken kaybeder kurası gibi özetleyebiliriz. Müdhadîn kelimesinin kökü 'd-h-d' fiili olup “kaygan bir mahalden ayağı kaydı” demektir. Konumuz olan müdhadîn kelimesi bu fiilin if’al kalıbından gelmiştir ve anlamı “ayağın kaydırılması” demektir. Kelime atın, devenin ayağının kayması anlamında kullanıldığı gibi, kişinin tezi için ileri sürdüğü delillerin iptal edilmesi, işe yaramaması anlamında da kullanılır. (Lisanül-Arab) Hz. Yûnus’un tezi tek başına dolu gemi ile sâhiliselâmete çıkacağı üzerine bina edilmişti. Ancak insanların hayatı üzerine yaptığı tasarruf onun hayatını riske atan bir kumara dönüşmüştür. Yalnız kendisi için yaşayan ve sadece kendini korumaya çalışan insan iyi bir hayata hiçbir zaman ulaşamaz. En iyi insanlar bile bencil düşüncelerden uzak değildir. Zîra biyolojik beden kendini koruma ve hayatta kalma güdüleri ile neslini devam ettirmiştir. Bu en temel güdü karşısında durabilmeyi öğrenenler ancak başkalarına bunu öğretebilir. Hz. Yûnus bunu yaşayarak öğrenmektedir.

142- Böylece kendini kınarken balığın azında kaldı.

Mulîm kelimesi “kınamaya dâhil olan” demektir. Yani kınanmayı gerektiren bir şey işlediği için kendini kınamakta bir nevi öz eleştiri yapmaktadır. İlgili âyette “yutma” anlamına gelen 'ibtele’a' fiilinin değil, “ağzında kalmak” manasındaki 'iltekame' fiilinin kullanıldığı açıktır. Ayrıca Kurân’da bu manayı doğrulayacak sarîh bir ifadenin mevcût olmadığı için buradaki mana 'yuttu değil ağzında kaldı veya ağzına aldı' olmalıdır.

143- Eğer o gerçekten tesbih edenlerden olmasaydı.

Tesbih, bir varlığın yaratılış gayesi istikâmetinde hareket etmesinin adıdır. Sebbih kelimesi sebbeha fiilinin emir kipidir. Bu kelimenin sülasi kökü ‘se-be-ha’ fiilidir. 'Se-be-ha' sözlükte yüzmek, uzaklaşmak, kulaç atmak gibi bir kök anlama sahiptir. ‘Es-Sebhu’ suda ve havada hızlı yayılışı ifade eder. Atların hızlı koşması ‘sebh’ (sebhan) fiili ile anlatılmıştır. Bu manada, göklerde ve yerde ne varsa tüm varlıklar Allah’ı tesbih eder. Gülün kokuşu, suyun akışı, ateşin yakışı, bülbülün ötüşü, güneşin doğuşu, ayın batışı, bulutun yağmur yağdırması, ağacın meyve vermesi tesbihtir. Allah’ın yaratış gayesi istikâmetinde rolünü icra eden her şey ve her varlık Allah’ı tesbih ediyor demektir. Âyette Hz. Yûnus’un kendini kurtarma gayreti ve hayatta kalma içgüdüsüyle yaptığı çaba ifade edilmektedir. Kurân bencillik ile hayatta kalma gayretini birbirinden ayırmaktadır. Eğer balığın azından kurtulmak için çaba göstermese idi…

144- Muhakkak ki diriliş gününe kadar onun karnında kalırdı.

Kurân ölüm ve diriliş arasındaki zamansal farkı yok sayar. Zîra ölen için zaman durmuştur. Hz. Yûnus’un balığın batınına/karnına inmesi, sindirilmesi ve hayatını kaybetmesi demek olduğundan tekrar diriliş gününe kadar kendinde olmayacağı gayet sade ve basit bir şekilde ifade edilmiştir.

145- Böylece onu, bitkin halde boş araziye attık.

Sakim, bitkinliği ve tükenmişliği ifade eder. (Bkz.Saffat:89) Nebz bir şeyin herhangi bir değeri olmadığından gözden çıkarılmasıdır. (Bkz. Hümeze:4) El’arâ kelimesi boş yer, çıplak arazi demektir. Yani herhangi bir ağacın, herhangi bir bitkinin gölgesinin olmadığı bir yer demektir. Bu konu Kalem sûresinde şöyle geçmişti: “Eğer Rabbinin katından ona bir nimet ulaşmasaydı muhakkak aşağılanmış bir halde araziye atılacaktı. (Kalem:49) Şimdi o nimet açıklanmaktadır:

146- Ve onun üzerine geniş yapraklı bir ağaç bitirdik.

Ağaç sünnetullah gereği bir anda büyümez. Ayrıca güneşten gölgelemek için ağaç değil Kurân’da bulut kullanılmıştır (Bkz Bakara:57). Kısa süreli gölgelenmede bulut yeterli iken kabak cinsi ağaç niye? Yaktîn kelimesi, bir yerde ikâmet etmek manasına gelen “katn” kökünden gelir. Taberi’ye göre geçici olarak bir yerde ikâmet etmektir. Hz. Yûnus belirli bir süre bu arazide kalarak barındığı bir gölgelik/sığınak bulmuştur. Bu ağaç veya bodur bitki Hz. Yûnus’un belirli bir süre tarımla uğraştığı bilgisini de anlatıyor olabilir Allahuâlem. Başından geçenleri düşünmesi için toplumdan uzaklaşarak inziva hayatı sonucu vahiy alarak nimetlenir. Şimdi Allah’ın resûlü sıfatı ile görev yeri belirlenmiştir.

147- Ve onu yüz bin hatta daha fazlasına gönderdik.

Âyetteki ev edatı genellikle “veya” diye tercüme edilmiştir. Hâlbuki bu edat, burada olduğu gibi “hatta” anlamında da kullanılır. (Suyûtî) Sabit bir rakam değil de yüz bin hatta daha fazla denmesinin nedeni etki edeceği nüfusun sadece şehir ile sınırlı kalmayacağına, davetin kabulü ile bu sayının bir anda çevre şehirlere hatta ülkeye yayılma potansiyeline, katları ile artabileceğine dair bir göndermedir. Önce somut hedef, sonra o hedefi aşan bereket payı…

148- Artık inandılar. Böylece onları kısa bir süre metâlandırdık.

Bu inanma muhtemelen şehri bekleyen dünya hayatının aşağlayıcı azâbıdır ve muhtemelen komşu ülkelerin talanı ve istilasını ifade etmektedir. Hz. Yûnus’un vahiy destekli gaybî bilgilendirmeleri ülkenin kısa vadeli dünyevî refahını ve uhrevî huzurunu tesis etmiştir. “Ancak Yûnus’un kavmi inanınca, onlardan dünya hayatında aşağılayıcı azâbı kaldırdık ve onları belli bir zamana kadar metâlandırdık.” (Yûnus:98)

149- Artık onlardan açıklama iste: "Kızlar Rabbinin de, oğlanlar onların mı?"

Festeftihim fiilinin manası, onlardan haber iste demektir. Gelen emir ile onlardan gaybî haberin istenmesi, gaybı bildiğini iddia edenlerin mutlaka sorgulanması prensibine dayanır. (Bkz. Saffat:11) Yukarıda özellikle Hz. İbrâhîm ve Hz. İlyâs üzerinden, verilen evlâdın Allah’a kurban edilmesi örnekliği üzerinden Mekkeli müşriklerin evlâtları bağlamında ortaya attıkları bâtıl inançlar soru formatında eleştirilmektedir. Kızları diri diri gömerek, sonra onların melekler olduklarını iddia edip kendini ve çevresini avutan müşrik kafa bunu cinâyetine bir kılıf uydurmak için yapmaktadır. Daeş ve diğer dinsel terör örgütleri kendi ideolojileri uğruna insanları ölüme sürüklerken de sürekli âhiret hayatı ve Allah ile onları kandırmaktadır. Kurân’ın indiği dönemde Mekkeli müşrikler, özellikle de Cuheyne, Huzaa, Benî Muleyh, Benî Seleme ve Abdudüddaroğulları, meleklerin Allah’ın kızları olduğunu iddia etmekteydiler. Bu inanç baba/erkek ve güçlü tanrı tasavvuruna dayanmaktadır. Güç, cinsiyet ve cinsellik odaklı bu sapkın bakış Yunan mitlerinde de kendini gösteren kadîm bir sapmadır.

150 Yoksa Biz, melekleri dişi olarak yarattık da onlar şâhit mi oldular?

Farklı boyutun varlıkları olan meleklerin dişilik ve erkeklik gibi cinsiyetinin olmadığı burada net olarak ifade edilmiştir. (Bununla alâkalı yine bkz. Necm 27.) Zaten enerjinin/nûrun cinsiyeti olmaz. Burada biz kullanımı dolaylı bir sürece atfendir. Yani meleklerin de cinsiyetinin olduğu, anne baba oldukları ve nesep bağları ile yeni melek nesillerin oluştuğu/yaratıldığı iddiası kesin bir dille reddedilir.

151- Dikkat edin! Onlar uydurmalarından dolayı mutlaka derler ki:

152- "Allah’a evlât!" Ve Muhakkak ki onlar, kesinlikle yalancıdır.

İfk kelimesini uydurma olarak meallendirme sebebimiz Kurân’da “meniftera” şeklide iftiranın zaten kullanılmış olmasıdır. (Bkz. Enâm:21)  Burada iftiraya yakın ancak farklı bir anlam tercih edilmelidir. Gayb âlemi vahiy ile izah edilmezse boşluğu bâtıl inanç ve hurafeler doldurur. Bu da küçük kızların gömülerek öldürülmesi veya erkeklerin tanrılara kurban edilmesi vahşetiyle sonuçlanır. O yüzden Kurân, başta zararsız durduğu için pek önem verilmeyen bâtıl inançların çıkış noktaları üzerinde önemle durur. Gaybî uydurmaların, uyduranlar üzerindeki olumsuz etkisine dikkat çeker. Yoksa sübhan olan Allah’a kız veya oğlanları atfetmek, melekleri/kızları hâşâ Allah’ın haremi olarak lanse etmek, Allah’a değil sonuçları itibariyle topluma zarar verir.

Âyetteki “vilade” mastarından türevli müzekker/erkekle ilgili kelimeye “doğurdu” demek bizce doğru değildir. İhlâs sûresindeki ‘vilade’ mastarından türevli iki kelimede olduğu gibi burada da “Allah erkek ve kız evlâdı olmadı, baba olmadı.’’ şeklinde anlaşılmalıdır. Müşrikler kızları Allah’a yakıştırdı; Yahudi ve Hıristiyanlar da Allah’a oğul yakıştırdı. Her iki sapmanın sebebi; kibri ile ilâhlığa kalkışan beşerin ona yetişemeyeceğini anlayınca tanrıyı kendine benzetme gayretidir.

153- Kızları seçti mi oğlanların üzerine?

Estafâ fiili “bir şeyin iyisini almak/tercih etmek” seçmek manasına gelen “istifa” kökünden gelir. Mustafa da bu köktendir, seçilmiş demektir.

154- Size ne oluyor? Nasıl hükmediyorsunuz?

Küçük kızlarla harem kuran, erkek evlâtlarla çetesini artıran müşrik kafanın rab tasavvuru bu yamuk kafanın tezahürü olmuştur.

155- Hâlâ tezekkür etmez misiniz?

Verilen hatalı hükümlerin tek sebebi tezekkür etmemektir. İnsanın imânı aklı ölçüsündedir. ‘Aklı olmayanın imânı olmaz.’ şeklindeki hadis bunun bir göstergesidir. Ancak İslam’a müntesip olduğunu iddia edenler akıl ve düşüncenin önüne sanki birbirleri ile zıt şeylermiş gibi imânı, inancı ve gaybı koymuşlardır. Aslında tüm bu kavramlar ve inanç ilkeleri akıl olmadan hiçbir anlam taşımamaktadır.

156- Yoksa sizin apaçık bir sultânınız mı var?

Sultân; se-le-ta kökünden gelir, nüfuz ve etki altına alma manasındadır. Burada gayb âlemi ile ilgili, insanları yönlendiren etkili bilgiye sahip olunmadığı bildirilmiştir. Akıl bilgi ile çalışır. Tezekkürün şartı sağlıklı ve etkili bilgidir. Şimdi sultân olarak tesmiye edilen etkili bilgi ile kitabın bağı kurulacaktır.

157- Eğer siz sâdıklardansanız, o takdirde getirin kitabınızı!

Kitap, iki şeyi birbirine dikmek anlamına gelen “ketb” mastarından türetilmiştir. Harfleri bir birine tutarak anlamlı kelimeler oluşturma sonucunda elde edilen metnin tümüne denir. Bir araya gelip toplandığından dolayı askerî birliğe de "ketîbe" denilir. Bu âyette kitap, iddia edilenlerin yazılı olarak mı yoksa şifâhî olarak mı bilindiğini sorgulamak içindir. Kurân sürekli yazıya önem vermiştir. Zîra sözün zamanla tahrifi yazıya göre çok daha hızlıdır. Söz uçar ama yazı kalır.

158- Ve onunla cinler arasında neseb kıldılar ve and olsun ki cinler, mutlaka hazır bulundurulacaklarını bildi.

Öncelikle 149’da ‘Kızlar Rabbine!’ dendikten sonra 150’de ‘melekleri dişi olarak niteleyen’ müşrik akıl hâşâ yaratana bir harem uydurmuş, sonra bundan evlâtlar türetmiş, bu ilişkinin uygunsuzluğundan dolayı doğan çocuklara cin diyerek onları cehennemde hazır bulundurulacağını iddia etmiştir. Okuduğumuz âyet bunu üretenlerin bu akıbete uğrayacağını ifade eder. Kurulan nesep ilişkisinin sebebi de kendi menfaatleridir. Görünmeyen, bilinmeyen varlıklar uydurup kurulan nesep iftirası ile bu varlıkların ilâhî güçleri olduğunu savunuyorlardı. Bu gücün gaipten bilgi almak, şerlerden muhafaza etmek, nimet ve bolluk getirmek gibi pragmatik sahte karşılıkları ile insanların duyguları sûistimal ediliyordu. Bu durum, dün olduğu gibi bugün de maalesef devam etmektedir. Allah’ı gereği gibi takdir edemeyenler menfaatleri için hâlâ cinci, muskacı hocalardan medet ummaktadır. Buna mukabil Allah’ın oğlu değil de onun velisi gibi üstünlükler üretenler, sınıfsalcı bir toplum düzeni hayal etmektedirler.

159- Allah, onların vasıflandırmalarından Sübhan’dır.

Sübhân kelimesi  “gufrân” gibi mastardır. Şu halde sübhân kelimesi, noksanlıklardan ve acz sıfatlarından uzaklaşmak, arınmışlık anlamına gelmektedir. Bu nedenle sübhân kelimesi için tenzih, teşbih ve takdis anlamında sadece yüce Allah için kullanıldığından Allah’ın fiillerinden bir sıfat diyebiliriz. Sonuç olarak insanın Rab tasavvuru onun şahsiyetini, kişiliğini yansıtan bir ayna gibidir. İnsanlara tepeden bakan, güce ve iktidara tapan birinin Rabbi zâlim bir kral iken, şehvetini ilâh edinen bir ahlâksızın ilâh tasavvuru sınırsız ahlâksızlığı yapabilen, teşvik eden veya buna izin veren bir ilâhtır. Bunun amacı, ahlâksızlığı ve kendi zulmünü en yüce değer koyucu seviyesine çıkarıp meşrulaştırmaktır.

160-Allah’ın muhlis kulları hariç.

Kendi ilgi, meyil ve algıları nasıl olursa olsun Yaratan konusunda tasavvurunu ihlâs ve münezzehlikle arı duru tutanlar zamanla inandıkları Rabbin esma ve fiillerinden nasiptâr olurlar. O yüzden bu âyette onlar hariç tutulmuştur.

161- Artık muhakkak ki siz ve sizin taptıklarınız.

162-Onun aleyhinde, kimseyi fitneye düşürecek değil.

Bu iki âyet beraber tek cümle gibi okunmalıdır. Sultân olan kitap indikten sonra gayb ile ilgili bâtıl inançların oluşturduğu baskı/fitne hafiflemiştir. Çocukların kurban edilmesi ve sûistimalinden tutun, karışık nesep ilişkilerini din kisvesi içinde meşrulaştırmaya çalışanlara kadar, insanın insana yaptığı rabblik girişimleri ile hayatın cahîme dönmesi azalmıştır. Neden bitmemiştir? Zîra…  

163- Cahîme yaslanan o kimseler hariç.

160. âyetten sonraki 3 âyette Allah’ın ilkelerine ihlâsla bağlı olanlarda baskı/fitne ile onları yollarından ayıramayacakları ifade edilirken, sadece cahîme yaslanan ve ondan nemalananları kullanabilecekleri beyan edilmiştir. Cahîm, maddî manada çukurda yanan ateş iken manevî manada kişiyi ateşe sürükleyen insanın karanlık yüzüdür. Şehvet, kıskançlık, açgözlülük, kibir ve azgınlık bunlardan sadece bir kısmıdır. İyiliğe, sulha ve insanî erdemlere dayanmayan ve cahîm denen bu olumsuz sıfatlara sırtını dayar. Zîra bunlara yaslanmadan insanları fitneye düşüremez, inanç ve korkuları sûistimal edemez. Şimdi cahîme sırtını dayayanların iddiaları ve bahaneleri 169. âyete kadar bizlere aktarılacaktır.

164- Ve bizden kimse yoktur ki, onun malum bir makamı olmasın.

Âyetin “ve” ile başlaması, bir grubu işaret etmesi, bu grubun “bizden kimse yoktur ki” ifadesiyle istisna bırakmadan topluca değerli bir makamda olduğu iddia edilmiştir. Bu ifadeler müminlerin kuracağı ifadeler değildir. Zîra hiçbir mümin Allah’ın katında kendilerinin bir makamı olduğunu iddia etmez. Kendini, inancını, hizbini cennette görme; diğerlerini cehennemlik ilan etme, hemen hemen her inançta olan bir hastalıktır.  “Bir de, Yahudi ve Hıristiyanlardan başkası Cennet’e girmeyecek dediler. Bu, onların kuruntuları! De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz getirin delilinizi.” (Bakara:111) Fakat gerçek mümine yakışan “korku ve ümit” içinde olmaktır. (Bkz. Secde:16) Gerçek mümin tavrı, âhiret makamını garantilemiş bir tavır değil “Bana ve size ne yapılacağını da bilmem.”(Ahkâf:9) diyen bir resûlün tavrıdır.

165-Ve muhakkak ki biz, mutlaka saf saf duranlarız.

Sûrenin ilk âyetindeki saflar hâlinde dayanışma ve eşitliği ifade eden âyetlerle birlikte kendilerini de öyle gören müşriklerin iddiaları devam etmektedir.

166-Ve muhakkak ki biz, mutlaka tesbih edenleriz.

Zaten Tûr sûresinin akabinde Saffat sûresi başlamıştır. Tûr sûresinin sonu şu şekildedir: “Ve her kalktığın zaman Rabbini hamd ile tesbih et! Ve gecenin az bir bölümünde artık O’nu tesbih et ve yıldızların kaybolmasında da… (Tûr:48-49) ‘’Ve Saflara, o saf tutanlara!’’ (Saffat:1)

167- Ve elbette diyorlardı ki:

168- Keşke bizim katımızda evvelkilerden bir zikir olsaydı da.

Âyetteki “zikir“den maksat, Allah tarafından gönderilmiş uyarıcı, aydınlatıcı, yol gösterici metinlerdir. Âyette müşriklerin, Allah’a nesep isnat eden Yahudi ve Hıristiyanlara özendikleri deşifre edilmiştir. Putperestlerin meleklerin Allah’ın kızları olduğu iddiası veya Allah’la bir nesep bağı kurması çok kadîm bir inançtır ve bu inanç Yahudi ve Hıristiyanları da etkilemiş ve onlar da kitaplarına bunları eklemiştir. “Ve Yahudiler: “Üzeyir Allah’ın oğludur.” dediler ve Nasranîler: “Mesih Allah’ın oğludur.” dediler. Onların ağızlarıyla söylediği bu sözler, daha önce inkâr eden kimselerin sözlerine benziyor. (Bkz.Tevbe:40) Müşriklerin beklentisi Hz. Muhammed’in de Kurân’a bu tür bir nesep bağı kurmasıdır.

169-Mutlaka biz de, Allah’ın muhlis kullarından olurduk.

Kendilerine kitap verilse idi Allah’ın ihlaslı kullarından olacakları iddiası yine suçu başkasına yükleme hatasıdır. Hayatı böyle okuyup sürekli mazeretlerini kendi dışındaki faktörlere bağlayanlar hiçbir zaman sağlıklı bir öz eleştiri yapıp kendilerini düzeltemezler.

170- Böylece O’nu örtbas ettiler. Bu yüzden yakında bilecekler.

Küfr, bir şeyi örtmek anlamına gelir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye küffar denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da kâfir denilmiştir. Bazı ibadetler ve tevbe de bir takım günahları örttüğü için bunlara da keffaret denilmiştir. Tekfir, bir şeyi hiç yapılmamış gibi örtmek kapatmaktır. Bir Müslümanı tekfir etmek onun imanının üzerini kapatmak istemektir. Fâil olarak gelen “ellezîne keferu” kalıbı hakîkatin üstünü sürekli örtenler demektir. Gerek “kâfirûn” şeklinde ismifâil olarak gelsin, gerek mazi kalıbında “keferu” şeklinde gelsin, bunların Türkçeye çevirisi “örtmek için ısrar edenler” şeklinde anlaşılması daha uygun olur.

171- Ve and olsun ki, gönderilen kullarımız için Bizim kelimelerimiz geçmişti.

 

Kelimenin önceden geçmesi gönderilen resûller için sünnetin değişmediğini ifade etmek içindir. Her resûle imân eden ve onun getirdiğini inkâr ve örtbas etmek isteyenler çıkmıştır ve çıkmaya devam edecektir. Buna Rağmen Rabbin kelimeleri onlara yardım etmektedir.

172- Muhakkak ki onlar, mutlaka yardım edilenlerdi.

Hayata karşı ve önceden belirlenmiş Allah’ın sünneti ile savaşmak, intihardır. Zîra…

173-Ve muhakkak ki gâlip olanlar, mutlaka Bizim ordularımızdır.

Burada na zamiri ile çoğul kullanılması “benim” değil de “bizim ordularımız” denmesi ilâhî yasaları ve tabiat güçlerinin dâhil edildiği bir süreçle galibiyetin gerçekleşmesinden dolayıdır. Saffat sûresi bunun örnekleri ile doludur. Hz. Nûh’un, suyun ve tûfânın kanunlarına uygun ürettiği tedbir karşısında tabiatın melekûtuna kafa tutan kavminin akıbeti ve mağlubiyeti; Hz. Yûnus’un hayatını kurtaran tesbihi; Hz. Lût ve ona inananların, kavmini bekleyen felaketten doğru zamanda uzaklaşması ve diğer kavimlerin helâkına sebep olan şiddetli deprem, fırtına ve sel gibi doğa olaylarının tamamının Rabbin ordularına dâhil olmasıdır. Orduyu oluşturan askerler, sadece maddî değil insanın içine yerleştirilmiş manevî ve psikolojik yasaları da kapsar. Bunlar Rabbin güçleri, yani ordularıdır. Bu güçleri doğru okuyan Hz. İbrâhîm’i kibir abidesi bir infazdan, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’u kendini ilâh zanneden bir zâlimden, Hz. İlyâs’ı putların önünde ahmaklaşan kavmin elinden Allah, kelimeleri ile seçip âlemlere fazîletli kılmıştır. Şimdi de Allah’ın psikolojik ve sosyolojik kuralları olan orduları Hz. Muhammed’i düşmanlarından nasıl koruduğu ifade edilecektir.

174- Artık bir süre kadar onlardan yüz çevir.

Allah Resûlü’ne verilen bu emrin sebebi sözün bittiği yerde olmalarıdır. Allah’ın insana ve topluma koyduğu psikolojik ve sosyolojik yasalar/Allah’ın orduları, herkesin gözleri önünde işini yapacaktır.

175- Ve onları gözle! Yakında onlar da görecekler.

Resûl’ün yaptığı “Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker”dir. Bununla savaşmak fıtratla savaşmaktır. Bu anda yapılması gereken muhatabın iç hesaplaşması için ona zaman tanımak, bu süreçte de onlardan gaflette olmadan yüz çevirmek, ancak terk etmemektir.

176- Hâlâ azabımızı acele mi istiyorlar?

Allah’ın orduları olan yasalarla savaş bir anda değil, onlara karşı savaşanı yavaş yavaş eriterek mağlup eden bir süreçtir. Ancak müşriklerin beklentisi gökten inerek azabı getirecek olağanüstülüklerdir.

177- Onların sahasına indiği zaman, artık uyarılanların sabahı ne kötü oldu!

Bağlamda doğal bir âfetle helâk olan bir kavimden bahsedilmemektedir. Burada uyarılan Hz. Muhammed’in çevresindekilerdir. Onların sahası yaşadıkları bölge ve mecazen gündemleridir. Sabah kelimesi muhatapların ölümünün ardından dirilip gafletten uyanacakları hesap gününe bir göndermedir. Buna göre âyetin ilgili cümlesi ‘uyarılmış olmalarına rağmen aydınlanmayı tercih etmeyenlerin âhiretin sabahında aydınlanmalarının çok kötü olacağı’ anlamını taşır.

 178-Ve bir süreye kadar onlardan yüz çevir.

174. âyet ve devamında yer alan “Artık bir süre kadar onlardan yüz çevir. Ve onları gözle!”  emri dünya hayatındaki hâllerine ilişkin iken, buradaki ise eğer dünyada düzelmezlerse bunun âhiret sabahında olacağına dair bir anlatımdır.

179-Ve gözle! Yakında onlar da görecekler.

180-Rabbin izzet sahibi. Onların vasıflandırdığı şeylerden de Senin Rabbin sübhândır.  

Okuyacağımız bu âyetler, Allah’ı takdis ve tenzih ederek övgüyle anmanın ve resûlleri yâd etmenin güzel bir örneğidir. Bu yüzden özellikle Kurân’dan bir parça tilavet edildikten veya dua edildikten sonra bu üç âyetin okunması gelenek hâlini almıştır. Bu cümlelerle Saffat sûresinin sonlanması konuyu kapatmakta ve kendisinden sonra gelecek olan bölümün hurufumukatta ile başlayacağını da göstermektedir.

İzzet,  kişinin izzet ve değerini anlatır. Onu zillete düşmekten alıkoyan bütün üstünlükler, yücelikler ve sahip olunan imkânlardır. Bu ifade yukarıdaki bağlamla anlam bütünlüğü taşımaktadır. İnançlara, kişilerin izzet ve şereflerine, haysiyet ve onurlarına uzanan eylem ve söylemler sözün bittiği noktadır. Yapılması gereken onların seviyesine inmek değil, onlardan yüz çevirmektir. Taşa-puta, ölümlü ve hatalı şahıslara, güce-paraya, nefse-hevaya tapanlar, bunların peşinde bir ömür harcayanlar aslında kendi izzet ve onurlarının seviyesini açığa vurmaktadırlar. İzzet sahibi Rabb inancı, kişinin haysiyet ve onurunu daima diri tutup kendisine yakışmayan tutum ve davranışlardan uzak durmasını ve böylece de Yaradan’ı fiilen tenzih etmeyi sağlamaktadır.

181- Ve gönderilenlere selâm olsun!

İzzet ve şeref sahibi Rabbe iman ederek hayatında sulhu ilke edinen örnek insanlar olan resûllere ve onun izinden giden barış elçilerine selam olsun.

182-Ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun!

Hamd, övgü demektir. Âlemlerin Rabbine övgülerin tamamını tahsis etmek kişinin yukarıda saydığımız her tür tapınma aracına köle olup izzet ve onurunu kaybetme tehlikesini ortadan kaldıracaktır. Bu nedenle mutlak övgüyü Rabbe tahsis hayatî bir ilkedir.  Kişi her şeyin emanet olduğunu unutup emanet edene hamd etmezse emanet edilenlerin önünde izzetini kaybedecek kadar nesneleşir.

Saffat sûresinden şimdilik anladıklarımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu tüm hamdleri tahsis ettiğimiz, izzet sahibi, sübhân olan Rabbimiz bilir.

 

 


 
Eklenme Tarihi : 31.10.2020 18:13:37
Okunma Sayısı : 5730