TARIK SÛRESİ
وَالسَّمَاءوَالطَّارِقِ
1-Semâya ve Târık’a and olsun.
Semâ, ‘yükseklik, yücelik’anlamındaki 'es-sümüvv' kelimesinin türevlerindendir. Her yüksek ve yüce şeye es-semâ denilir. Gökyüzüne semâ denilmesinin sebebi, yeryüzünden yukarıda olmasındandır.
Târık, “bir ses işitilecek şekilde şiddetle vurmak, çarpmak” anlamına gelen 'tark' kökünden türemiş bir ismifâildir. Târk, üzerinde yürüyenin ayak vurması ile açılan “patika yol”anlamında kullanılmıştır. Tarîkât da bu manadadır. Bunlarla birlikte, geceleyin kapıyı çalarak yürek hoplatan ziyaretçi manâsında özelleştirilerek “gece gelen”anlamında da kullanılmıştır. (Lisanü'l-Arab)
----------------
وَمَاأَدْرَاكَ مَا الطَّارِقُ
2-Ve Târık’ın ne olduğunu bilir misin?
----------------
النَّجْمُالثَّاقِبُ
3- Delen bir yıldızdır.
Târık, geceleri ses çıkararak biranda düşen ve insanları korkutan delen bir yıldızdır. Necm, yıldız demek olup çoğulu 'nücûm'dur. Araplar En-Necm ile Süreyya yıldızını kastederlerdi. Aynı kökten olan teneccüm, yıldızlarla hükmetmektir. Müneccim, yıldızlarla uğraşan kişidir. Sâkıb, aydınlığı ve ışığıyla üzerine düştüğü şeyi delen aydınlatıcı demektir. Araplar “Ateşini alevlendir.” anlamında “Eskib nârake” derler. Karanlığıdelen gök taşına da sâkıb derlerdi.
Târık; müfessirlerce ''necm'' kelimesi bağlamında melek, vahiy, vicdan/sağduyu, bağışıklık sistemi vb. biçimlerde anlaşılıp yorumlanmıştır. Oysa kanaatimizce târık sebebinüzûlde insanların olağanüstü güçler atfederek korktukları, yanarak semayı delen göktaşları ve meteorlar(delen yıldız) olarak anlaşılabilir. Bu olay insanlara zarar vermeden gökyüzünün yapısından dolayı kayan bir yıldız gibi müşâhade edilmekteydi. Ancak müneccimler, bu doğa olayını suistimal ederek insanları aldatmaktaydı. Zirâ bu taşlardan bazıları küçük veya büyük olarak yeryüzüne ulaşmakta idi. Rabbimiz ''Ve Târık’ın ne olduğunu bilir misin?'' diyerek o dönemde kayan cisimlerin gerçek mahiyetini gösterip ''Hiçbir nefis yoktur ki üzerinde koruma olmasın.'' diyerek korkulacak bir şey olmadığını haber vermektedir. Bunun gökteki hayali ilahların, tapınılan yıldızların, ayın,güneşin saikiyle değil, semâya yüklenilen görev ile doğal bir tabiat olayı olduğundan bahsederek dünyanın üzerini kaplayan semânın koruyucu(hâfiz)fonksiyonuyla berhava edildiği devam eden âyetlerde ifade etmektedir. Benzer bir ayet; “Ve semayı muhafaza edilmiş bir tavan kıldık.” Enbiya 32. Bununla bağlantılı olarak 5. âyette bahsedilen insanın yaratılış aşamasında zayıf bir suyun anne rahminde koruma altına alınmasının imâsı 4. âyette ifade edilen Allah'ın tabiat, insan ve hayata koyduğu yasalar vasıtasıyla gerçekleşen koruyucu(hâfiz) fonksiyonun başka bir alemdeki görünümü olarak anlaşıldığında âyetler arasındaki konu bütünlüğü de dosdoğru anlaşılmış olacaktır.
----------------
إِنكُلُّ نَفْسٍ لَّمَّا عَلَيْهَا حَافِظٌ
4- Hiçbir nefis yoktur ki üzerinde koruma olmasın.
Âyetteki tüm nefisler sadece insanları değil dünyadaki tüm canlıları da kapsar. Âyetteki ‘Hâfız’ kelimesi,nefiy edatından sonra kullanılmış olup nekiradır ve bu şekilde kullanıldığı için “genellik” ifade eder. Bundan dolayı da sadece “bir koruyucu” değil,“birtakım koruyucular” anlamında atmosfer, gezegenler ve manyetik çekimler,anne rahmi, bağışıklık sistemi, vücudun dirençli yaratılması, iklim ve şartlara uyum sağlayabilme melekelerinin tamamını kapsayan genel bir sistemle korumaya âtıftır. Bu koruma insanın ana rahmine düşmesi ile başlar. Bu misallerin amacı, insanın Allah’ın kurduğu sistem ve plân olmasa bir an bile hayatta kalamayacak kadar âciz olduğunu hatırlatmak içindir.
Birçok müfessirin üzerinde kafa yorduğu ilk 4 âyetten bizim anladığımız bu olmakla birlikte en doğrusunu Allah bilir.
----------------
فَلْيَنظُرِالْإِنسَانُ مِمَّ خُلِقَ
5- Artık insan neden yaratıldığına baksın.
Âyetin başında yer alan ibarenin“velyenzuril’insan” olarak değil “felyenzuril’insan” şeklinde gelmesi, yani ibarede 'vav' değil de 'fe' edatının gelmesi bu âyetin konu başı olmayıp önceki âyetlerle bir bağının olduğunu gösterir. İnsanın daha yaratılışının başında nasıl maddî bir koruma kalkanıyla dünyaya geldiğine işaret etmektedir.Buradaki ‘İnsan baksın!’ emri, insanın nereden gelip nereye gideceği üzerinde tefekkür etmesi gerektiği şeklinde anlaşılmalıdır.
----------------
خُلِقَمِن مَّاء دَافِقٍ
6- Atılan meninin bir kısmından yaratıldı.
Min edatı, içinde bulunduğu cümleye (teb’iz,) kısmîlik katar. Bu da meninin içindeki spermaya veya anne hücresi ile birleşip nutfe olmasına işarettir. Dâfik, ismifail olup “atan”demektir. “Su” demek olan 'mâ' kelimesi ile birlikte oluşan 'mâ-i dâfik' tamlaması ise “atan su” anlamına gelir. Bu kelime hızlı mânasını da içermektedir.Kuşkusuz bu olay bir fizyoloji ile gerçekleşir. Meninin doğru oranda olması ve dişi hücreyi döllemesi birçok sistemin aynı anda sağlıklı çalışmasına bağlıdır.Bu organlar ve organeller de sulb ve teraib denen bölgeye yerleştirilmiştir.
----------------
يَخْرُجُمِن بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَائِبِ
7- Sulb ve terâib arasından çıkar.
Sulb kelimesinin esas anlamı“sertlik, katılık, taş gibi katılaşmak” demektir. Genelde insanın dik durmasını sağladığı, sert, sağlam ve katı olduğu için, kuyruk sokumuna kadar uzanan omurgaya da 'sulb' denmiştir. (Lisanül-Arab) Bu âyette omurganın üst kısımları değil, daha sert ve mukavemeti fazla olan kuyruk sokumu manasındadır. Terâib,toprak (turab) kelimesiyle aynı köktendir. Bârihun terib, içinde rüzgâr olan toprak demektir. (Rağıb) Bu sebeple 'terâib' insanın oturunca toprağa gelen yeri anlamına da gelebilir. Ancak yaygın görüşe göre kaburga kemikleridir. Eğer kaburga kemikleri ise basit bir spermle döllenen yumurtanın anne rahminde bebeğe dönüşüp kaburga ve oturak arasından çıkışı/doğumu kastedilmiş olabilir.Yok eğer hâlâ meniden bahsediliyorsa meninin oluşup hacim kazanması içintestisten sonra erkeğin içine doğru yaptığı yolculuktan ve hızla atılması kastedilmiş olabilir. Testislerde üretilen sperm ducdus deferans denen 50 cm uzunluğundaki kanalla vücûdun içine girer ve idrar torbası olan mesanenin arkasından dolanıp oradan prostat beziyle volüm kazanır. Bu sistem olmazsa sperm içinde yüzdüğü sıvı gereken miktara ulaşamaz ve dolayısıyla üreme gerçekleşemezdi. Bunların asırlar önce bilinme ihtimali bile yoktur. Bu denli ayrıntılı anatomik bir izah Kurân’ın beşer üstülüğünü göstermektedir. Elbette nüzûl ortamında amaç anatomik izah yapmak değildir, buna gerek de yoktur.İnsanın değersiz bir sudan, hatta vücudun alt kısımlarından dünyaya geldiği hatırlatılarak eşitlik vurgusu yapılmakta, aynı zamanda insanın âcizliği ve Allah'ın koruyuculuğu hatırlatılmaktadır. Herkesin geldiği ve öldükten sonra döneceği yer aynıdır.
----------------
إِنَّهُعَلَى رَجْعِهِ لَقَادِرٌ
8- Muhakkak O, onu geri döndürmeye elbette kâdirdir.
Rac, “geri dönmek” demektir. El-Kâdir olan Allah’u Te’âlâ nasıl ki yoktan bir sistem ve kuralla insanı yarattı ise yine başka bir sistemle ölenleri toprağın rahminden tekrar çıkarmaya kâdir olandır.
Buradaki geri dönüşü bedenin yaşlılık zamanı ile güç ve kuvvetten düşmesi, aklî melekelerin zayıflaması olarak da düşünebiliriz. “Ve sizden bir kısmınız, sonradan ilimden bir şey bilemez hâle gelsin diye ömrünün ihtiyarlık çağına döndürülür. Ve arzı kurumuş görürsün.Fakat ona su indirdiğimiz zaman hareketlenir ve kabarır ve bütün güzel çiftlerden bitkiler yetiştirir. (Hacc:5)(Ayrıca Bkz. Nahl:70)
----------------
يَوْمَتُبْلَى السَّرَائِرُ
9- Sırların ortaya çıkacağı gün.
Tublâ; denenir, imtihan edilir,ortaya çıkar ve açığa kavuşur demektir. Serâir, insanın gizlediği şey anlamına gelen 'serire' kelimesinin çoğuludur. Kelimenin anlamı; iyi ya da kötü, eyleme geçmiş ya da düşüncede kalmış bütün sırları kapsasa da, kelimenin başında bulunan harf-i tarif (belirlilik takısı), bu sırların sâdece gizli yapılmış,Allah’tan başka kimsenin görmediği, bilmediği eylemler olduğunu belirtmektedir.
Bir şey bilirken bilmez hâle gelineceği, güçlü zamanda yapılanların yüze vurulacağı, suçların gizlenemeyecek bir dönemin geleceği hatırlatılmaktadır. Bugün amel defterlerinin okunduğu hesap gününe de bir âtıf içermektedir.
----------------
فَمَالَهُ مِن قُوَّةٍ وَلَا نَاصِرٍ
10- Artık onun ne kuvvetti ve ne de bir yardımcısı vardır.
Kuvvet kelimesinden maksat, insanın kendi bünyesindeki güçtür. Nâsir ise dışarıdan gelebilecek yardımdır. Hem fizikî hem sosyal zayıflama kastedilmektedir. Öyle bir gün gelir ki dizde derman çevrede insan kalmaz.
----------------
وَالسَّمَاءذَاتِ الرَّجْعِ
11- Ve döngü sahibi semaya and olsun!
Buradaki “zâti’r-rac” terkibi,“dönüşlü, dönüp duran” anlamına gelir. Bu ifadenin Türkçemizdeki en güzel karşılığı ‘döngü’ dür. Arapçada bu terkiple, dönüp dönüp yağmur yağdıran veya yerden yükselen su buharını yine yere döndüren “göğün”, ya da “yağmurlu bulutun”anlatılması aslında maddî ile manevî olanı bütünleştirmek için olabilir.
Yağmurla bitki, canlı hayatın birer misalidir. Kuran’ın burada anılan misalleri zikretmesi de çok yerindedir.Çünkü gökten inen yağmur, babanın sulbünden dökülen suyu; yerden çıkan bitki de ana rahminde oluşup doğan çocuğu akla getirmektedir. Demek ki yeniden dirilme,inkârı imkânsız bir gerçektir. Zirâ bu gerçeğe, insanın üstündeki gök ve altındaki yer şâhitlik eder. Ayrıca insanın yokluktan varlığa çıkışı veya her bahar ölü topraktan yepyeni bir hayatın fışkırması, bu hakikati en açık şekilde göstermektedir.
----------------
وَالْأَرْضِذَاتِ الصَّدْعِ
12- Ve yarıklara sahip arza and olsun!
Sâd’; cam, demir ve benzeri sert cisimlerdeki yarılmadır. “Zâti’s-Sâd’’” terkibi ise, “yarılan yer” anlamına gelir. Bu terkiple de filizler, çiçekler ve bitkiler çıkaran yahut kıyâmette yarılıp içindekileri dışarı atacak olan “yere” işaret olabilir.
----------------
إِنَّهُلَقَوْلٌ فَصْلٌ
13- Muhakkak o, mutlaka ayıran bir sözdür.
Fasl, aralarında bir boşluk oluşuncaya kadar iki şeyden birini diğerinden uzaklaştırmak demektir. Ayırmak olumlu manada “Faslu’l-husumât” şeklindedir ve “düşmanlık ve anlaşmazlıkları,verilen hükümle sona erdirmek”; spekülasyon, münakaşa ve düşmanlıkla arayı açmaya, onlardan ayrılmaya denir. Mufassal da ‘fasl’dan gelir. Kur’an konuları ayırarak örneklerle açıklayan bir mahiyete sahiptir.
----------------
وَمَاهُوَ بِالْهَزْلِ
14- Ve o, boş bir söz değildir.
Hezl ciddiyetin tersidir, bâtıl ve anlamsız lakırdı demektir. “Hezele, yehzilu”, “Şaka yaptı, yapar.” denilir.Şaka, alay, boş lakırdı, vs. hezl kapsamına girer. Dilimizde kullandığımız hezeyan da buradan gelir. Yukarıda anlatılanların birbirinden kopuk, anlamsız değerlendirenlere cevap hükmünde bir ifadedir. Bu uyarıdan dolayı ilk 13 âyeti hikmetli bir bütün şeklinde anlamak gereklidir. Yaratılış ve yeniden diriliş ciddiye alınması gereken hayati meselelerdir.
----------------
إِنَّهُمْيَكِيدُونَ كَيْدًا
15- Muhakkak onlar, plân kurarlar.
Keyd; aldatmak, kötülük etmek,hile yapmak, bir başkasına gizlice zarar vermeyi istemek için plânlar kurmak anlamlarını taşımaktadır. Türkçede keyd’in karşılığı olarak hile, hıyanet,desise, fenalık, düzen, oyun, dolap, tuzak sinsi plânlar da kullanılmaktadır.16. âyet geçmiş ve günümüzde vahyin bayağı ve hâşâ basit bir söz olduğunu iddia edenlerin kurdukları plânlardan ve onların boşa çıkarılacağını ifade etmektedir.
----------------
وَأَكِيدُكَيْدًا
16- Ve Ben de plân kuruyorum.
Kur’an’da kötülüklerin misli ile karşılanacağı ifade edilir. “Kim de bir kötülük yaparsa, o da sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır ve onlara zulmedilmez.” (En’am:160) Hile kuran, tuzaklar hazırlayıp insanları gâfil avlayan zâlimlerin, misli ile cezalandırılacağı ifade edilmektedir. Tuzak ve sinsi plânlara misli ile mukavele edilmesi ‘Kazdığı çukura kendi düştü.’, 'Ava giden avlanır.' deyimleri ile Türkçemizde de yer etmiştir.
----------------
فَمَهِّلِالْكَافِرِينَ أَمْهِلْهُمْ رُوَيْدًا
17- Artık kâfirleri kendi hallerine bırak, onlara biraz mühlet ver.
İmhâl, mühlet vermek anlamına gelir. Emhilhum, bir mühlet veya belli bir vakit onları terk et demektir. Rüveydâ, kısa bir zaman anlamındadır. “Ruveyden” aslında mühlet mânasına “rûd”mastarının küçültme ismidir. “Bir mühletçik ver.” demek gibidir.
Rabbimiz hesap sormayı kendi üzerine almış, Resûlü'ne de hakîkati ısrarla örtmeye çalışanları kendi hâllerine terk etmesini emretmiştir. “Artık senin üzerine düşen, sadece tebliğdir. Hesap, Bizim üzerimizedir.” (Rad:40) (Ayrıca Bkz. Meryem:84)
Rabbimizin el-Hafîz diye bir esması vardır manası; her şeyi koruyup gözeten, Korumada eşsiz ve benzersiz olan demektir. “Zatından başkasını sığınacak dost edinenlere karşı Allah Hafîz’dir; sen onların tercihinden asla sorumlu değilsin” (Şûrâ 42:6) Bu nedenle onları kendi hallerine bırak…
----------------
Sûrenin bütününde el-Hafîz olan Allah'ın maddî ve manevî semânın, ana rahminin koruması, ölümden sonra yeniden dirilişe kadar varlığın korunması, sırların korunması, doğruyu yanlıştan ayıran söz olan Kur’an’la hakikatin korunması, bu söze karşı kurulan tuzaklardan onu korumasının yaratılışın her boyutunda olduğu mesajı dip dalga olarak hissedilmektedir. Târık sûresinden bizim anladığımız bu olmakla birlikte en doğrusunu Allah bilir.
|