Lüğavi çerçeve de El-Esma-ül Hüsna;
Arapça da El-Esma-ül El-Hüsna sıfat terkibi olarak; isim kelimesinin çoğulu olan esma (isimler, nitelikler, yücelikler) ile güzel ve en güzel anlamına gelen gerek sıfat, gerekse ism-i tafdil olarak kullanılan El-hüsnâ kelimesinden oluşmaktadır. Bu anlam çeşitliliği içerisinde Esma-ül Hüsna; Güzel isimler, güzel nitelikler ve ya en üstün yücelikler Allah’a aittir manasına gelmektedir. Günlük hayatta kullandığımız esma-i Hüsna ise Farsçadan dilimize geçmiş bir kullanımdır. Günlük dilde istimali çok olduğunda halk arasında Esma-i Hüsna olarak yer bulmuştur.
Rivayet açısından El-Esma-ül Hüsna;
Kur’an da Allah’ın isim ve sıfatlarının sayısı konusunda bir sınırlama yoktur. Bununla beraber tarihsel süreçte bize kadar ulaşan çeşitli rivayetlerde de herhangi bir ittifak olmamak ile beraber, belli bir sayıda da ittifak edilmemiştir. Tarihsel rivayetlerin başında Ebû Hureyre‟den nakledilen “Allah'ın doksan dokuz ismi vardır; kim bunları sayarsa cennete girer…” hadisinde doksan dokuz kaydı vardır. Ancak hadisteki doksan dokuz rakamı çokluktan (kesretten) kinayedir. Bu itibarla Allah'ın isimlerini doksan dokuz sayısıyla sınırlandırmak uygun da değildir. Tirmizî ve İbn Hibbân‟ın kaydettiği rivayetteki doksan dokuz isim, Allah ism-i celîli ile başlayıp es-Sabûr ismiyle sona erer. İslam âleminde en çok benimsenen ve en yaygın hale gelen de bu isim listesidir.
Elimize ulaşan Rivayetlerde Esma-ül Hüsna ile ilgili herhangi bir sınırlamanın olmadığının apaçık belirtisi ibn-i Mace’nin rivayetinde yer alan 22 ismin Tirmizi ve İbn-i Hibba’nın rivayetinde yer almayışıdır. İbn Mâce‟nin rivayetinde olup da Tirmizî ve İbn Hibbân‟ın listesinde yer almayan 22 isim şunlardır: “ el-Kâfî, er-Rab, ed-Dâim, el-Burhân, el-Kâim, el-Fâtır, el-Vitr, et-Tâmm, en-Nâzır, el-Ebed, el-Ehad, el-Mubîn, el-Vefiy, el-Mu’tî, el-Kadîm, el-Cemîl, el-Karîb, el-Vâki’, Zü’l-Kuvve, el-Kâfî, eş-şedîd, es-Sâdık. Bundan başka şu yedi isim, aynı kökten olup fakat farklı kip (çekim) ile bulun-maktadır: el-Kâhir, el-Âlim, es-Sâmi„, el-Âdil, el-Hâfiz, el-Bârr, er-Râşid.”
Hâkim‟in rivayetindeki yirmi yedi isim de Tirmizî, İbn Hibbân ve İbn Mâce‟nin kaydettikleri listede bulunmamaktadır. Bu isimlerin yerine başkaları zikredilmektedir. Farklı olan 27 isim şunlardır: el-İlâh, el-Hallâk, el-Allâm, el-Melîk, el-Muğîs, el-Fâtır, el-Vitr, en-Nasîr, el-Ehad, el-Mubîn, el-Hannân, el-Mennân, el-Kadîm, el-Cemîl, el-Muhît, ed-Dâim, el-Kâfî, el-Kefîl, el-Ekrem, en-Nasîr, es-Sâdık, el-Mevlâ, er-Rabb, el-Karîb, Zü’l-Fadl, Zü't-Tavl, Zü'l-Meâric.
H.II. yüzyıldan itibaren doğrudan doğruya Kur’an'dan Esmâ-i Hüsnâ listeleri çıkarma çalışmalarına başlanmıştır. Bazı âlimler meşhur Esmâ-i Hüsnâ hadisinde olup da Kur‟an'da bulunmayan bazı isimleri tespit etmişler ve bunları Kuran'dan tamamlamaya çalışmışlardır. Bir kısmı da kendi belirledikleri ölçülere göre Kur’an'dan yeni tespitler yapmışlardır. İbn Hacer, Tirmizi'nin listesinde olduğu halde Kur’an'da bulunmayan yirmi yedi isim belirlemiş ve bunların yerine Kur’an'dan aynı sayıda isim bularak yeni bir isim listesi belirlemiştir. Zeccâcî de Kur’an'dan 99 isim çıkarma çalışmalarına ilk dönemden itibaren başlamış ve belirlediği isimleri sureleri ile birlikte kitabında belirtmiştir. Ca'fer es-Sadık da Fatiha'dan İhlâs sûresine kadar 111 isim belirlemiştir. İbnu'l-Vezîr ise Kur’an'dan 155 isim tespit etmiştir. Fiillerle beraber bu rakamın bine kadar çıkabileceğini de ifade etmiştir. Şii âlimler de Kur’an'dan belirledikleri isim sayısını 127'ye kadar çıkarmışlardır.
Esmâ-i Hüsnâ ile ilgili olarak çalışma yapanlar Allah'ın isimlerini kendi ilgi alanlarına ve branşlarına göre tasnif etmişlerdir. Genel olarak isimleri teknik, muhteva ve ilgilendikleri alanlar açısından üç ana grupta incelemişlerdir.
A-Teknik açıdan yapılan sınıflandırmanın ilk örneği olarak alfabetik sıralama yöntemini söyleyebiliriz. Abdulkadir el-Bağdâdî, el-Esmâ ve's-Sıfat adlı eserini alfabetik sıralama yöntemiyle kaleme almıştır. Ayrıca Allah'ın isimlerini şekil bakımından isim, fiil, mastar, sıfat ve zarf olarak sınıflandırma yapanlar da olmuştur. Esmâ-i Hüsnâ'yı sarf ve nahiv ilimleri açısından tasnife tâbi tutanlar da vardır.
B-Bazı Alîmler de Esmâ-i Hüsnâ'yı zat-ı ilâhiyyeyi nitelediğinden dolayı sadece Allah'a verilen, münhasır kılınan isimler ve Allah'tan başkalarına da verilebilen isimler şeklinde sınıflandırmışlardır.
C-Esmâ-i Hüsnâ'yı muhteva yönünden Allah'ın zat, sıfat ve fiillerine göre sınıflandırmışlardır.
Tarihin akışı içerisinde esma-ül hüsna’nın böyle bir tarihçesi bizlere kadar gelen rivayetlerde yer almaktadır. Peki, biz Esma-ül Hüsna konusunda hangi yolu takip edeceğiz. Tüm bu rivayet ve dirayet kültürlerini bir araya getirilerek incelendiğinde hiç şüphesiz ki vardığımız sonuç şu oldu: Bize Allah’ı Allah’tan daha güzel hiç kimse tanıtamaz. Fakat ne yazık ki biz insanlar Allah’ı, Allah’tan başka herkesten ve her şeyden tanıdıkta bir Allah’ı Allah’tan tanıyamadık. Sonuç olarak; Allah’ı Allah’tan tanıma adına esma-ül hünsa listemizi Kur’an’ı kerimden oluşturduk. Çünkü kur’an esman’ın tefsiri, Esma ise tevhidin tefsiridir. Kur’an’dan aldığımız bu esmalarda ise takip ettiğimiz metot şu oldu:
1: Kur’an’dan aldığımız esmaların tamamını Mushaf yani tertip sırasına göre Fatiha ile Nas sureleri arasında ayetlere de geçtikleri yere göre sıraladık.
2: Kur’an da fiil formu ile gelip, isme dönüşmeyen fiillerden esma türetmedik. El-Müzill gibi.
2: İzafet (tamlaması) ile gelen isimlerden aynı kökten türeyen müstakil ismi varsa müstakil ismi esma listesine almakla yetindik. Allamul ğuyub gibi. Allam yerine Alîm ismini aldık.
3: Kur’an’da çoğul kipi ile kullanılıp, müfret hali ile gelmeyen esmaları esma listesine dâhil etmedik. Mursilîn gibi.
4: Aynı kökten türeyip farklı sığlarla gelen esmaları yukarıdaki şartlar doğrultusunda farklı farklı esmalar olarak esmaya listesine aldık. Mâlik, Melik ve Melîk gibi.
Bu aynı kökten gelip farklı sığalarla kullanılan isimlerin her birini farklı bir esma olarak değerlendirmemizin sebebi “esma’da eşanlamlılık yoktur” düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Allah’ın isimleri arasında aynı kökten gelen fakat değişik sığalarla kullanılan isimlerden bazıları: el-Ğafûr, el-Ğaffâr ve el-Ğâfir gibi. Ayrıca aynı kökten gelmediği halde eş anlamlı gibi görünen isimler de vardır. el-Azîm, el-Kebîr ve el-Aliyy gibi. Bu isimlerin hiçbiri hakkında terâdüf (eş anlamlılık) ve tekrar olduğu düşünülemez. Örneğin, el-Ğafûr, el-Ğaffâr ve el-Ğâfir isimleri mağfiret yani Allah’ın günahları bağışlamasını ifade eder. Fakat el-Ğafûr ismi, günahların çokluğu oranında Allah’ın mağfiretinin fazlalığını gösterir. Miktarı ne kadar olursa olsun, sadece bir çeşit günahı örtene el-Ğafûr denmez. el-Ğaffâr ise, günahların çeşidine ve miktarına bakmaksızın tekrar tekrar affedene denir. Günahların tümünü örtüp affettikten sonra, yine günah işleyeni bağışlamayana el-Ğaffâr denmez. Başka köklerden olup da eş anlamlı görünen el-Âlim, el- Habir ve el- Latif isimleri de farklı anlamları ifade ederler. el-Alîm sadece bilmeye işaret ederken el-Habir ise uzmanca bilmeye delalet eder. el-Latif ise en ince ayrıntısına kadar bir şeyi bilmeyi ifade eder. el-Azim, el-Aliyy ve el-Kebir arasında da bir ince fark olduğu şüphesizdir. el-Hâlık, yaratma ve proje çizmeyi ifade ederken el-Bari ismi, mahlûkatın özünü kusursuz bir şekilde var etmeye işaret eder. el-Musavvir ise yaratıkların zatındaki sureti var edene delalet eder. Rahmân ve Rahîm isimleri de rahmet kökünden türemesine rağmen anlam bakımından birbirinden farklıdır. Rahman ismi Kur’an’da çoğunlukla özel isim olarak kullanılırken Rahîm ismi ise sıfat olarak geçmektedir. Bütün bu isimler hakkında eş anlamlı (müteradif) tabiri yerine yakın anlamlı (mütekarib) ifadesini kullanmak daha uygun olur.
Nazari Çerçevede El-Esma-ül Hüsna;
İnsanların büyük çoğunluğu kâinatın bir yaratıcı ve yöneticisinin bulunduğunu kabul etmektedirler. Fakat bu yaratıcı madde özelliği taşımadığından O'nu duyularıyla idrak etmeleri mümkün değildir. Bundan dolayı da yaratıcı ancak kâinat ve insan ile olan ilişkisi bakımından tanınabilir. Şunu da belirtmek gerekir ki evrenin bir parçasını oluşturan insan, aklî istidlallerin yanında gönül hayatı bakımından da yaratıcı ile münasebet kurmak zorundadır. Bu münasebetin sağlanmasında esmâ'ul hüsnâ vazgeçilmezdir. İsimlerin; kelimeler, ses ve mana ile ifade edilmesi ve bu manaların kalplerde yankılanması söz konusu iletişimi geliştiren ve güçlendiren sebeplerdir. Mesela; su denilince akla gelen herkes tarafından aynıdır. Peki, Allah denilince akla kim ve ne gelir? Allah’ı tanımanın yolu kevni ve kitabi ayetlerden geçer. Yani insan Allah’ı ya kâinatta okur ya da kitapta okur. Kâinatta zerreden küreye ne varsa hepsi Allah’ı gösteren birer işarettir. Bundan dolayı kâinattaki her varlık bir âlemdir. Yani Allah’ı işaret eden bir alamettir. Nasıl ki her iz insanı varacağı noktaya götürmek için bir ipucu ise aynı şekilde Âlemlerde Allah’a giden yolun ipuçlarıdır. Biz bu ipuçlarını ya kâinat ayetlerinde ya da kitabın ayetlerinde okumak suretiyle ancak Allah’ı tanıya biliriz. Şimdi âcizane Fatiha suresindeki “Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur.” Ayetini size sormak istiyorum. Kullar Allah’a nasıl hamd eder? Ve ya Allah’a hamd etmenin yolu nedir? İşte Esma-ül Hüsna bu soruların cevabıdır. Yani kul ancak esma-ül Hüsna ile Allah’ı över ve O’na hamd eder. Bunun dışında bir övgü ile Allah’ı övemez. Esma-ül Hüsna ise ancak kur’an ile bilinir. Yani kur’an esma-ül hüsna’nın tefsiridir. Kur'an’ı gereği gibi okuyan insan, manen aracısız bir şekilde Allah ile iletişim kurar ve konuşmaya başlar. Bu karşılıklı konuşma imanı engelleyen küfür perdesini ortadan kaldırır. Kişi ile Allah arasındaki perdeler ortadan kalktıkça kişi Allah’ı tanır. İnsan’ın Allah bilgisi (marifetullahı) arttıkça imanı da artar. Kişide marifetullahın meydana gelebilmesi içinde kişinin esma-ül hünsayı tanıması ve bilmesi gerekir. Çünkü tanınmayan gereği gibi takdir edilemez. Uzaktan gafletle bulanık, önyargılı ve varsayım ile bakan kimse Allah'ı gereği gibi takdir edemez ve gereken alakayı da gösteremez. Hz. Yusuf’u kervandakiler tanımadıkları için onu çok düşük bir fiyata, birkaç dirheme sattılar. Satanlar da satın alanlar da onun değerini bilmiyorlardı. Kur'an insanlardaki gaflet, cehalet perdesini yırtar. Akıl ve ruhu harekete geçirir. Kulaklardaki ağırlıkları atar, gözlerin önündeki perdeleri kaldırır. Her insana kabiliyeti ve gayreti ölçüsünde Allah'ı tanıtır ve imanın artmasını sağlar. Esmâ-i İlâhiyeyi ifade eden Esmâ-i Hüsnâ’nın insanlara bakan yönü itibariyle basite indirgemeden Allah’ın azametine ve aşkınlığına uygun olarak mütalaa edilmesi gerekmektedir. Zira Allah, her türlü tecsîm, teşbîh, kemiyet ve keyfiyetten münezzehtir. İnsan, her ne kadar Yüce Allah'ı, azametine layık olarak idrak ve ihata edemese bile, Onun zâtı hakkında bildirdiği isim ve sıfatlar ile ilâhî marifete ulaşa bilir. Bu ilahî isim ve sıfatlar vasıtasıyla insan, hayatın her anında ve her türlü durum da Allah ile bir irtibat kurma imkânına kavuşur. Esmâ-i Hüsnâ’nın en önemli işlevi, Allah ile insan, insan ile Allah arasındaki muhabbeti en ideal bir seviyeye getirmektir. Bu ideal seviyeyi yakalan kimsede Marifetullah oluşur. Marifetullahı elde ettikten sonra bir Müminin yanında Allahın dışındaki tüm süper güçler bir hiç hükmünde kalır. Onun ruhu artık Allah'la beraberdir. Allah'tan başkasına asla itaat etmez. Çünkü tevhidin anlamı her şeyde ihlâs ile bir tek Allah'a teslimiyettir. Allah sevgisinin nihai anlamı da budur.
Esma-ül hüsana hem Allah bilmeyi hem Allah’ı tanımayı hem de Allah’ı anlamayı doğurur. İnsan da oluşan bu Marifetullah da ilahi muhabbeti meydana getirir. Allah'ı bilen O’nu tanımaya çalışır, Allah’ı tanıyan da O’nu anlamaya çalışır. O’nu anladıkça da O'nu daha çok sever. İnsan, Allah'ın gücünü, fiillerini, otoritesini, isim ve sıfatlarını tanıdıkça O'na olan sevgi ve saygısı artar. Çünkü İnsan, Allah'ı tanıdığı kadar sever. Fazla tanıyan fazla sever. Az tanıyan az sever. Ma'bud en çok sevilendir. Bununla beraber insanoğlu mutlak manada Allah’ı asla idrak edemez. Çünkü insanoğlu sınırlı bir varlıktır, Allah ise sınırsız olandır. Sınırlı olan, sınırsız olanı nasıl kuşatabilir ki? Ziya paşanın dediği gibi: “İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez. Zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez. “ Kendisinde olup bitenden, her saniye kendisin de milyonlarca olay ve olgudan habersiz, kalbinin her saniye nasıl hareket ettiğinden, beynin, gözlerinin kulaklarının işleyişinden habersiz olan insan nasıl sınırsız ve sonsuz olan Allah’ı mutlak manada kavraya bilir ki? Allah derken bile dilinin nasıl hareket etiğini ve ne şekil aldığını bilemeyecek kadar zavallı ve aciz insan mı Allah’ı mutlak manada idrak edecek. Meçhuller içerinde meçhul olan insan! Ey insan sen küçüklüğünü idrak ettiğin kadar Allah’ın büyüklüğünü anlaya bilirsin. Kur’an’da Allah’a mahsus zikredilen isim ve sıfatlar, bizim idrak ve anlayışımızın çok ama çok ötesindedir. Fakat her şeye rağmen bizler onun rahmet deryasında O’nu gereği gibi takdir edebilmek için kulaç atmaya devam edeceğiz. Biliyorum kulaç attığımız derya çok derin, ama bu deryada boğulmamak bile onun sonsuz rahmetinin tecellilerinden sadece biridir. Allah’a giden bu yolda mücadelemize devam edeceğiz. Ya kara’ya varır cennete nail oluruz, ya da bu yolda can verip hakkın yeryüzündeki şahidi ve şehidi oluruz. Selam olsun yeryüzünde ki hakkın şahitlerine ve şehitlerine. Selam olsun Allahtan başkasına boyun eğmeyip bu yolda idam edilenlere, Selam olsun bu yolda yusufça direnen yusufi medresedekilere, selam olsun iman eden gönüllere, selam olsun esma’ya gönül verenler, selam olsun tüm peygamberlere ve selam olsun Allah’a adanmış ruhlara.
Ey Rabbimiz! Bize gerçeği gösterdikten sonra kalbimizi kaydırma. Kendi katından bize rahmet eyle, Hiç şüphesiz ki sen karşılıksız hibe edensin.
Ey Rabbimiz! Biz, Rabbinize iman edin diye çağrıda bulunan bir çağırıcıyı iştik ve hemen icabet edip iman ettik. O halde Rabbimiz sen de bizleri bağışla, günahlarımızı ört ve bizi sana yakın olan kullarınla beraber haşir eyle. |