فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

24- O halde yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten sakının. O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır. (Bakara:24)



.





Teğabun Suresi

Teğâbun Suresi

Sure adını, 9. ayette geçen “teğâbun” kelimesinden alır. “Teğâbun” kelimesi Arapçada “birilerini aldatma, hileye düşürme, farkına varmadan bu aldatmadan dolayı zarar etme” anlamlarını taşır. Kurân’da ise, insanların mal ve dünya sevgisi yüzünden birbirlerini aldatmaları, yanlış hesap yapmaları ve ahirette gerçek durum ortaya çıkınca hayal kırıklığına uğramaları anlamında kullanılır. Mutaffifin aldatanlar iken teğâbun hile ile aldatılanlar anlamındadır. Bu nedenle sure Medine döneminde, Mutaffifin suresinin ardından inmiştir.

Surenin muhtevasında inanç esaslarını açıklama, toplum düzenine dair hükümler, müminleri aldatanların onları nasıl zor bir durumda bıraktıkları ve Teğâbun Günü’nde akıbetlerinin nasıl olacağı gibi konulara odaklanır. Teğâbun suresi de bu çerçevede iman, sosyal düzen ve aile konularını birlikte işler.

1-Göklerde ve yerde olanlar Allah’ı tesbih eder. Mülk O’nun ve hamd O’na aittir. Ve O, her şeye kadîrdir.

“Göklerde ve yerde olanlar” ifadesi, mahlûkatın tamamını kapsar. Tüm mahlûkatın bir yaratılış amacı vardır ve her şey bu amaç doğrultusunda ilerleyerek/tesbih ederek varlığını sürdürür.

Surenin girişinde, mülkü emanet görmeyen müteaffifinlere, aslında kendi varlıklarının bile maliki olmadıkları hatırlatılır.  Her şeyin gerçek sahibine hamd etmek yerine, çıkarları doğrultusunda sahte değer ve otoritelere övgüde bulunanlar, hem yaratılış amaçlarından -tesbihten- hem de hamdden uzaklaşmışlardır.

“O, her şeye kadîrdir.” ifadesi, muhatabın içinde bulunduğu çıkmaz karşısında bir umut ışığı yakar. Allah, zerreden kürreye her şeyin bir ölçüyle/kaderle var olduğunu hatırlatır. Bu hatırlatma, özellikle ölçüsüz davrananlara yöneliktir.

İlk ayet, gökleri ve yeri anlam ve amacından koparan bir zihne verilmiş cevapları barındırır. Bu kopuş, mülkü araç değil tek amaç hâline getirmekle sonlanır.

2- Sizi yaratan O’dur. Buna rağmen bir kısmınız kâfir ve bir kısmınız mümindir. Ve Allah, yaptıklarınızı görendir.

Neden önce kâfirler, sonra müminler zikredilmiştir? Ayette önce kâfirlerin zikredilmesi, ilk ayetteki ifadelerin öncelikli muhatabının hakikati örtenler/kâfirler olduğunu göstermek içindir. Sonraki ayette “Kiminizin suretini ahsen yaptı.” denilerek müminlere bir hitabın geleceğini haber verir.

“Sizi yaratan O’dur.” ifadesinden sonra “Bir kısmınız kâfir, bir kısmınız mümin oldu.” denilmesi, yaratılma ile inanç tercihleri arasında bir bağ kurar.

Buradaki “yaratma”, sadece yoktan var etme (bedî‘) değil, aynı zamanda var olan bir ham maddeden yepyeni bir sonuç ortaya çıkarma (halk) anlamını taşır.

İnsanın tercihleri ve seçimleri onun hangi yönde yaratılacağını belirler. Zira yaratılma; olmuş-bitmiş bir durum değil, her an devam eden bir süreçtir. Kimi, küfür ve yalanla yoğrulup bâtıl yönde suretini şekillendirir. Kimi ise “abıhayat” olan vahiy ile yoğrularak ahsen bir surette değişip dönüşür.

3- Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Ve size suret verdi. Böylece sizin suretlerinizi güzel yaptı. Ve varış, O’nadır.

Gökler ve yer bir amaç için yaratılmıştır. Bu amaç, kulun kemâline hizmet ettiği sürece anlam kazanır. Kulun sureti ham kalırsa gökler ve yerin o kişi için bir amacı olmaz. İndirilen ayetler insanın sîretini değiştirirse bu onun suretine de yansır. Zaten ayetin sonundaki mesîr ifadesi, bir hâlden diğerine geçişi ve nihai varışın Allah’a olacağını anlatır. İnsanın hayat yolculuğundaki amacı bu hâl değişimini güzel ve kâmil olana doğru yapabilmesidir. Bir önceki ayette geçen “Allah yaptıklarınızı görüyor.” ifadesi ise kimin mümin kalabilmek için hicret edip bir çaba içine girdiğini, kimin de küfrü seçtiğinin bilindiğini hatırlatır.

4- Göklerde ve yerde olanları bilir. Ve gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bilir. Ve Allah, sinelerde olanı da bilendir.

Göklerde ve yerde olan şey(ma)  nedir? Göklerde olan ilahi ve ulvi emirlerdir, yerde olan ise kâfirlerin öncelikleri sonucu o ilahi değerlerin üstünü örtmeleridir. Allah göklerde olanı da/olması gereken emirleri de yerde olanı yani o emirlerin nasıl tahrif edilip bir şirk düzeni kurulduğunu da bilir. Gizlenen ve açığa çıkarılan ise sîretin surete yansımasıdır. 

5- Daha önceki kâfirlerin haberi size gelmedi mi? Çünkü onlar, emirlerinin vebalini tattılar. Ve onlar için elim azap vardır.

Ayette, gökte olanı örtüp helâk olan önceki kavimler hatırlatılmıştır. Örtmeye çalıştıkları hakikat, resullerin getirdiği helâk haberidir. O toplumlar resullerine uyup onların getirdiği habere iman ederek bölgeyi terk etmek yerine, hakikati menfaatleri ölçüsünde örtmeyi seçmişlerdir. Helâk olan kavimlerin seçimleri ayette emir kelimesi ile ifade edilmiştir. Bu emirlerin vebali onların inanç ve tercihlerini çevrelerine dayattıklarını ve insanları zorladıklarını göstermektedir. “Vebali tatmaları” ifadesi azabın dünyevi yönüne işaret ederken, ayetin devamındaki “Onlar için elim azap vardır.” sözü ise ahiretteki cehennem azabına işaret etmektedir.

6-İşte bu, resullerin onu belgelerle getirdiğinde “Bir beşer mi bize doğru yolu gösterecek?” demelerindendir. Böylece örttüler ve yüz çevirdiler. Ve Allah, müstağnidir ve Allah Ğâni’dir, Hamîd’dir. 

Bazen en karmaşık sorunların çözümü en basit olandır. Kurtuluşun kendileri gibi bir beşer eliyle geleceğini beklemeyenler, aslında insanlıktan ümit kesenlerdir. Müşrik dindar kafa her zaman çözümü ve kurtuluşu olağanüstülükte, mucize ve kerametlerde arar. Hatta onların dindarlığı arttıkça mucize beklentileri de artar. Bu durum, onları gerçeklikten uzaklaşır. Bir hayali yaşamalarının sebebi sünnetullaha sırtlarını dönmeleridir. Zira cahil dindar, ibadet ve taatinin karşılığını tıpkı bir ticaret veya alışveriş gibi düşünür. Ancak Allah’ın onların ibadetine ve tapınmalarına ihtiyacı yoktur. Allah’ın Ğani ve Hamid olduğuna iman eden bir mümin, ne kendini müstağni görür ne de kulluğunu ve inancını haddinden fazla övünerek dayatır. Bunu yapmak, aslında anı mutlaklaştırarak kişinin kendini hayatın merkezinde zannetmesinin sonucudur.

7- Örtenler, asla diriltilmeyecekleri zannında bulundular. De ki: “Bilakis Rabbim mutlaka sizi diriltecek. Sonra amellerinizden sizi haberdar edecektir.” Ve bu, Allah için kolaydır. 

İnsan neden muhtaçtır? Çünkü öldükten sonra tekrar dirilip tüm yapıp ettiklerinin boşa gitmesini engelleyecek bir gücü yoktur. Mutlak yok oluştan kurtulma imkânını sadece kadirimutlak bir güç vadedebilir. Kurân, yapılan amellerin boşa gitmediği ve mutlaka insanın karşısına çıkacağı gerçeği üzerinden, muhatapları kötülüklerden alıkoyup iyilik yapmaya sevk eder. O nedenle bu kitap, insanlık yolunda ilerlemek isteyen herkes için bir nurdur.

8- O hâlde Allah’a, onun resulüne ve indirdiğimiz nura iman edin! Ve Allah, yaptıklarınızdan haberdar olandır. 

El-Habîr, hem bir önceki ayette ifade edildiği gibi haber veren hem de bu ayette ifade edildiği gibi haberdar olan anlamına gelmektedir. Allah’ın resulleri ile gönderdiği nur, bu dünyaya sorgulayanların yollarını kaybetmemeleri için tutulan ışıktır. Uçsuz bucaksız karanlık uzayda zerre kadar bir cirmi olmayan insana tutulan ışık, onun hayatına anlam ve amaç katması açısından çok değerlidir. Bu amaç onun ölümsüzlük duygularını tatmin eden en tutarlı izahtır. Her aklı başında olan kul, Tegâbun Günü için hazırlık yapmalıdır.

9- Sizi toplanma günü için bir araya toplayacağı gün, işte o, teğabun günüdür. Ve kim Allah’a iman eder ve salih amel işlerse onun kötülüğünü örter. Ve ebediyen halit kalanlar olarak altından nehirler akan cennetlere koyar. İşte bu azametli bir kurtuluştur.

Sureye ismini veren teğâbun kelimesi Kurân’da sadece bu ayette geçer. “Alışverişte birbirini aldatmak” anlamına gelen Tegābün suresi, Mutaffifin suresinin ardından inmiştir. Mutaffifin olanlar, yani ölçü ve tartıda kendi çıkarlarına uygun olarak eksiltenler, mağdur ettikleri ile işte bu Tegābün Günü yüzleşecektir. Teğâbun Günü, yapılanların hesabının sorulacağı bir gün/bir dönemdir.

Dürüstlük, ticarette alan ve satana kâr sağlar. Bu hâlin değişmeden sürdürülmesi, yaşam alanlarını cennetin şubesi kılarak nimetlerin artışına vesile olur. Bunun sonucu oluşan bolluk ve bereket, altlarından akan nehirler ile ifade edilir. Zira yeraltı suları, yukarıdaki çölü bir vahaya çevirebilir. Gözden, yani riyadan uzak işlenen salih ameller, cehenneme dönen çölün kuraklığını yok edip orayı cennete çeviren bir mahiyettedir.

10- Ayetlerimizi örtenler ve yalanlayanlar, işte onlar, ateş ehlidirler. Orada halittirler. Ve bu, ne kötü bir varış yeridir!

İnsan kemâl yolcusudur. Bu yolu örtüp hedefini yalanlarsa yaşadığı yeri hızlı bir şekilde cehenneme çevirme potansiyelindedir. Önce küfür denilen hak ve hakikati örtme, ardından kezzebû/örtbas girişimi/yalanlama ifade edilmiştir. Mutaffifin olanların yaptıkları usulsüzlükleri yalanlarla örtmeleri Teğâbun Günü’nde açığa çıkacaktır. Salih kullara düşen ödev, Teğâbun Günü’nü dünyada gerçekleştirip mutaffifinlerin verdiği zararı en aza indirmektir. Bunu yapmayanların başından musibet eksik olmaz.

11- Allah’ın izni olmadıkça bir musibet isabet etmez. Ve kim Allah’a iman ederse onun kalbine hidayet eder. Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.

“Allah’ın izni olmadan” ifadesi sünetullaha aykırı din ve inanç adı altında hicret edenlere bazı musibetlerin isabet edeceği kehanetine verilmiş bir cevaptır. Bu sureden önce inen Ankebut 10’da, bu algıyı insanların fitnesini Allah’ın azabıymış gibi gösterdikleri ifade edilmiştir.

Mekke’den hicret edip yeni yurt edinenlerin başına gelen her türlü olumsuzluk ve musibet Allah Resulü’ne ve onun getirdiği inanç sistemine fatura edilince, ister istemez şikâyet ve itaatsizlikler başlamıştır. İşte bu durumda bir sonraki ayet tam bir itaat beklendiğini şöyle ifade eder:

12- Ve Allah’a itaat edin. Ve Resul’e itaat edin. Eğer hâlâ yüz çevirirseniz bundan sonra resulümüze düşen sadece apaçık tebliğdir.

“İtaat edin!” manasındaki “ve etîʿû” kelimesinin kökü “t-v-a”dır. Bu kök, kerhen yani isteksiz ve zoraki bir boyun bükme değil, gönüllü yapılması gereken bir kabul ediştir. Zaten itaatin kalp işi olduğunu bir önceki ayet ifade etmiştir. “İtaat” kelimesi iki kez tekrar edilmiştir.

Bir elçi, geldiği otoriteye itaat edilmesi gerektiğini tebliğ ettikten sonra bir daha elçi olarak kendisine de itaati bekler mi? Bu mantık hatası olur. Ayette sadece Allah’a itaatin ifade edilmesi, elçinin de O’nun muradını tebliğ etmesinden dolayı kendine değil, Allah’a itaati beklemesi gerektiğini gösterir. İki ayrı otoriteye itaat gibi duran bu ayet nasıl anlaşılmalıdır?

Allah’a itaat, bir önceki ayette de ifade edildiği gibi, Allah’ın sünnetine; tabiat ve sosyal hayata koyduğu yasalara itaattir. Resule itaat ise onunla gelen vahye itaattir. Zaten Resul’ün görevi bu vahyi duyurmaktır. Ancak dindarlar öncelikli olan Allah’a itaati bir kenara bırakarak Allah’ın yasalarına yabancı bir dindarlık oluşturmuştur. Yoksa Allah’a itaat Kurân’a itaat, Resule itaat onun hadislerine itaat değildir.

13-Allah ki O’ndan başka ilah yoktur. Ve bundan dolayı müminler Allah’a tevekkül etsinler.

Bu ayet Mekki değil, Medeni’dir. Peki, Medine’de neden “O’ndan başka ilah yoktur.” denmiştir ve bunun bağlamla ilişkisi nedir? Bu izah, bir önceki ayetin iki farklı otoriteye itaat şeklinde anlaşılmasını önlemek içindir. Tek ilah ile varlığın kaynağı ve düzenleyicisinin tek olduğu hatırlatılmıştır.

Dikkat edilirse “Resule itaat edin!” denir ama “Resule tevekkül edin!” denmez. Müminler resule güvenerek bir yolculuğa çıkmıştır. Bu yolculuk sırasında ve sonrasında başlarına gelen musibetlerde sorumlu resul değildir. Her şey Allah’ın sünnetine göre cereyan etmektedir.

O hâlde Allah’a tevekkül, O’nun en başta belirlediği ölçüye ve takdire saygılı üst değerleri -esmâ- hedefleyip güvenerek yapılmalıdır.

14- Ey iman edenler! Muhakkak ki, sizin zevcelerinizden ve evlâtlarınızdan size düşmanca davrananlar vardır. Öyleyse onlardan sakının. Ve eğer onları affeder, barıştırır ve mağfiret ederseniz o takdirde muhakkak ki Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.

Öncelikle buradaki düşmanlık hasımlık değil, adavettir. Hasîm kelimesi; “savunmacı ve tartışmacı kişilik, azılı hasım, dişli muhalif ve güçlü rakip” anlamına gelir (Lisân ve Râğıb). Hasmın aduv’dan farkı; düşmanlığın herkese değil, sadece hasmına oluşudur. Adâvet ise daha genel bir azgınlığı, had hudut tanımamayı anlatan bir kelimedir. Bu nedenle şeytan, apaçık bir hasım değil, düşmandır şeklinde genel bir düşmanlıktan ayetlerde bahsedilir (Yâsîn: 60, Fâtır: 6). Zira şeytani duygu ve düşünceler, insanlığın genel zaaflarıdır.

Hasım; biraz daha kişisel rakibe işaret ederken aduv; yapılan düşmanlığa, fiillerdeki aşırılığa ve kötülüğün sebeplerine dikkat çekmek için kullanılır. Bu ayetteki düşmanlığın kaynağı, hasımdaki gibi kişisel değil; tamamen bencillik, cimrilik, empati azlığı ve sabırsızlık gibi temel şeytani duyguların sonucudur. Bu nedenle affedecek olan kişi, konunun şahsi değil, genel bir zaaf olduğunu bilerek en yakınlarına ilk adımı atmalıdır. Bu da affı kolaylaştırır.

13. ayet, “Allah’a tevekkül edin!” diyerek hicret eden muhacirleri yönlendirirken, bu ayette ise ev sahibi olan ensara seslenilir. “Eşlerinizden ve evlatlarınızdan size düşmanlar vardır.” ifadesi, münafıkça bir tavrın haberi de olabilir. “Öyleyse onlardan sakının!” ifadesi, ensarın tedbir alması gereken öncelikli konunun aile içi huzur olduğunu öğretir.

Peki, aile içi huzuru nasıl temin edebiliriz? Kaba kuvvetle, baskı ve mahrumiyetle mi? Ayete göre cevap daha yapıcıdır.

“Affetmek” olan ta‘fû kelimesinin kökü “a-f-v”dir. Bu kök Kurân’da 35 yerde geçer. Müfredat’ta “bir şeyi almayı kastetmek, yanındakini almak için ona yönelmek, rüzgârın evin izini silmeye yönelmesi, nemin onun izlerini silmesi” şeklinde açıklanmıştır. Af, günah ve kötülüklerin izlerinin silinmesi ve ortadan kaldırılmasıdır.

O hâlde burada ensarın, yeni gelen misafirleri huzur içinde ağırlaması için ilk yapması gereken, aile içi düşmanlıkların oluşturduğu yaraları, izleri ve zararları silmesi, yani geçmişe takılıp kalmamasıdır. İlk aşama, geçmişi silip geleceğe yönelmektir.

Şimdi ikinci aşamaya geçilir. Bu aşama safhan hâlidir. “Safhan” kelimesi, “musâfaha” kelimesinden gelmektedir. Safha/musâfaha, Türkçede görüşmek, tokalaşmak, sohbet etmektir. Uzlaşma, barış içinde birlikte yaşama, genişlik ve hoşgörüdür. Bu uzlaşıdan sonra gelecek olan aşama ise mağfirettir.

Ayetteki “tağfirû” kelimesinin kökü “ğ-f-r”dir. Bu kök, bir şeye onu kirden koruyacak elbise giydirmektir (el-Müfredât). Miğfer de buradan gelir. Bu son aşamadır. Eşler birbirinin hatalarını örten birer elbise olursa orada musâfaha dediğimiz barış ve uzlaşma daimi olur. Bunun da temelinde küçük şeyleri büyütmeyip affetmek yatar.

Ayetin sonundaki iki esmadan biri olan Rahîm, fiillerinde merhamet edendir; Ğafûr ise muhafaza edip koruyan bir bağışlamadır. Bu iki esmâ, aile içi ilişkilerin temelini oluşturması açısından konuyu özetlemektedir.

Peki, ensarın yaşadıkları sıkıntılara nasıl bir perspektifle bakılmalıdır ki bu süreçler başlayabilsin? Onu da bir sonraki ayet şöyle izah eder:

15- Muhakkak ki mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir. Ve Allah ki azimli ücret O’nun katındadır.

Fitne kelimesinin aslı fetn’dir. “Fetn” sözlükte, altın ve gümüş gibi değerli madenlerin sahte olup olmadığını anlamak için onları ateşte eritmek demektir.

Aslında bizler öncelikle ailemizin içinde terbiye olmaktayız. Çocuklarımızı eğitirken bizler de eğitilmekteyiz. Burada mal, dünyevi kazanç ve imkânlar iken; evlatlar, nüfuz ve gücü temsil eder.

Bize verilen nimetleri en ufak fikir ayrılığında ve düşmanlıkta bir külfet görmemek; af, saff ve ğaf süreçlerini kolaylaştırır. Musibeti, bizlerdeki cevheri ortaya çıkaran; eksik ve noksanımızı törpüleyen bir pota gibi görürsek o zaman cürüfümüzden kurtulabiliriz.

Aile içi muhalefeti kendi eksiklerimizi fark etme vesilesi olarak görmek hem bizleri kemâle doğru pişirir hem de bu süreçleri hızlandırır. Azimle bu duruşu sergileyenlerin ücreti, başkalarının beğenisi veya dünyevi çıkar değil, Allah’ın katında olandır.

Allah’ın katındaki rıza hâline talip olanlar, en yakınlarına menfaati olduğu için katlanmaz. Allah’tan razı olandan Allah da razı olur. Bu rıza hâline ulaşmak için yapmamız gereken nedir?

16- Bu yüzden Allah için gücünüzün yettiği kadar takvalı olun! Dinleyin ve itaat edin! Ve kendiniz için hayır olarak infak edin. Ve kim kendi içindeki cimrilikten korunursa işte onlar felaha erenlerdir. 

“Dinleyin ve itaat edin!” ifadesi, muhatabın hicret eden muhacirlerden ziyade ensara hitap olduğunu gösteriyor.

Herkesin maddi gücü aynı olmaz. Herkes kendi imkânları ölçüsünde misafirini ağırlayabilir. Kiminin gücü birkaç aileyi ağırlamaya yeterken, kiminin gücü tek bir kişiye bile yetmeyebilir. Burada belirleyici olan cimrilik değil, takva olmalıdır.

Ayetteki enfus ve infak ifadeleri, aile içi cimriliğin paylaşmakla giderileceğini öğretir. Bu paylaşım ruhu, şeytani duyguları potada eriteceği için en hayırlı olandır. Yapılan infaka ailenin diğer üyeleri de katılırsa bu asıl kurtuluş/felâhtır. İnsanın içini kemiren o hasetten, cimrilikten ve dünyevileşme arzularından kurtulmak felaha ermektir.

17- Eğer güzel bir borçla Allah'a borç verirseniz onu size kat kat öder ve sizi mağfiret eder. Ve Allah Şekûr’dur, Halîm’dir.

Burada “borç” anlamındaki “d-y-n” değil de “kredi” anlamındaki karz ifadesinin seçilmesi manidardır. Karzen hasenen, güzel borç demektir. Hadîd 11’de, malın en iyisini seçip Allah rızası için ihlâs ile en uygun yere harcama manası da vardır.

Aslında “karz”, bizdeki kredinin karşılığıdır. Kredi, bir tarafın vererek hemen geri ödeme beklemediği borç ve güvendir. Bu, kişinin gözümüzdeki kredisi yüksek tabirinde olduğu gibi geçmişte yaptıkları ile kazandığı güveni işaret eder. Burada Allah’a verilen güzel bir krediden bahsedilir. Bu açılmış kredi, ensarın mümin muhacirlere harcadıklarıdır. Başka bir ifadeyle Allah’ın değerler sistemine alan açmaktır. Haddizatında Allah’ın krediye ihtiyacı yoktur. Zira her şeye muhtaç olan insanlardır.

Besledikleri muhacirler, onlar için ileride çok boyutlu bir kazanç sağlayacak ve açılan kredi katbekat geri ödenecektir. Ensar ve muhacirin kardeşlik ruhu içerisinde bir ve beraber olmaları, gaybi alanda büyümekte olan Mekkeli müşriklerin düşmanlıklarına karşı çok değerli bir savunma hattı kurmalarını sağlayacaktır. O nedenle Allah’a verilen borç, yani yapacakları fedakârlıklar, aslında kendi güvenlikleri ve özgürlükleri açısından çok değerliydi.

Şükür, teşekkürdür. Lügatte, beslenilen hayvanın semizliği ve sütüyle sahibine karşılığını vermesidir. Zıddı ise nankörlük olan küfürdür. Hz. Peygamber’in ve müslümanların Medine’ye yerleşecek olması, oradaki müslümanlar için çok büyük ve kıymetli bir nimettir. Bu nimetin şükrü, onları ağırlayacak olan aile fertlerine halim olmaktan geçmektedir. Halim, hoşgörü sahibi olmaktır. Ensar ne kadar muhacirlere hoşgörülü olursa birlik ve beraber olmanın verdiği güce ve imkânlara o kadar çabuk ulaşarak verilen bu imkân ve fırsata şükretmiş olacaklardır.

18- Gaybı ve şehadeti bilendir. Azîz’dir, Hakîm’dir.

Şehadet, yaşanılan hayatın zorlukları iken; gayb, müslümanları bekleyen akıbet ve Mekkeli müşriklerin müslümanları yok etmek için kurdukları tuzaklardır. Bunları bilene tâbi olmak, aslında aziz hükümlere tâbi olmaktır.

Tegâbun suresi, iman edenlere hayatın içindeki imtihanları hatırlatır. Mal ve evlatların birer fitne oluşu, aile içi huzurun affetme, uzlaşma ve mağfiretle sağlanacağı, gerçek kurtuluşun cimrilikten arınarak infakla elde edileceği anlatı. Ensar ve muhacir örneği üzerinden fedakârlık, tevekkül ve kardeşlik ruhu öne çıkarılıp hatırlatıldı. Sonunda ise gaybı ve şehadeti bilen, azîz ve hakîm olan Allah’a teslimiyetin tek güvenli yol olduğu vurgulandı.

Teğâbun suresinden anladıklarımız şimdilik bunlardır. En doğrusunu, gaybı ve şehadeti, Azîz ve Hakîm hükümlerle haber veren Allah’u Teâla bilir.

 
Eklenme Tarihi : 9/22/2025 9:43:46 AM
Okunma Sayısı : 64