يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

21- Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk (Emir ve yasaklarına riayet) ediniz. Umulur ki, böylece kendinizi (İlahi azaptan) korumuş olursunuz. (Bakara:21)



.





TÂHÂ SÛRESİ

TÂHÂ SÛRESİ

1- Tâ, Hâ.

Bu sûre adını da aldığı Tâ ve Hâ kesik harfleri ile başlamıştır. Kur’an’da Tâ kesik harfi (hurufumukattası) ile başlayan sûreler şunlardır: Tâhâ, Kassas, Neml ve Şuara. Şimdi bu sûrelerin hangi konu ile başladıklarına bir bakalım: “-Hâ Kur’ân’ı sana meşakkat olsun diye indirmedik. (Tâhâ:1-2) “Sana Mûsa’ın haberi geldi mi?” Bir ateş gördüğü zaman ailesine şöyle demişti: “Durup bekleyin!” (Tâhâ:9-10)

sîn mîm. Bunlar,Kitab-ı Mübîn’in âyetleridir. Mûsa ve Firavun’un haberlerinden,mümin bir kavim için hak ile sana okuyacağız. (Kassas:1-3) 

, Sin, Mim. Bunlar, Kitab-ı Mübin’in âyetleridir.” (Şuarâ:1) “Ve Rabbin, Mûsa’ya zâlimler kavmine gitmesi için nidâ etmişti.” (Şuarâ:10)

, Sîn. Bunlar, apaçık bir Kitap olan Kur’ân’ın âyetleridir.” (Neml:1) Mûsa, ehline:"Gerçekten ben bir ateş fark ettim. Size ondan bir haber veya bir (parça)kor getireceğim, böylece siz ısınasınız diye." demişti. (Neml:7)

Çok net olarak görüldüğü gibi“Tâ” hurufumukattası ile başlayan tüm sûreler mutlaka ilk konu olarak Hz. Mûsa ve hayatını anlatmıştır. Bu nedenle Tâ’nın Hz. Mûsa örnekliğini anlatan bir kategorizasyon için kullanıldığını söyleyebiliriz.

2- Kurân’ı sana meşakkât olsun diye indirmedik. 

Burada belirlilik takısı ile gelen Kur’an, Allah’ın kitabının özel adı olarak kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de,Kur’an için birçok isme daha yer verilmekle birlikte; en çok bu ad geçmektedir.Bu ad Kur’an’da 70 defa geçer. Genellikle müminlere hitaben kullanılır. Kâfirlerin muhatab alındığı yerlerde genellikle tezkire, zikr, zikra gibi sıfatlarla gelir. Müminleri Kur’an okumaya teşvik ve inançsızları da ne kaybettiklerini gösterip imrendirmek için de Furkân, Nûr, Rûh, Mecîd, Azîz, Hakîm, Hak, Besair (basiretler), Kitab-ı Mübin,Kitab-ı Kerim, Rahmet, Muheymin gibi isim ve sıfatlar her zaman bağlama uygun olarak seçilmiş ve kullanılmıştır.

Teşkâ, saadetin zıddı anlamındadır. Kelime, mutluluğu azaltan ya da yok eden “meşakkât” manasındadır. Meryem sûresinin son âyetleri ile Tâhâ sûresinin bu ilk âyetleri bir bütünlük ve devamlılık oluşturmaktadır. Kur’an anlaşılır bir lisanda, kolay anlaşılır olarak indirilmiştir ki muhatapları meşakkât çekmesin. Din; sıkıntı ve üzüntü aracı değil, rahmet ve umut kaynağıdır, huzurdur. Her em­ri hikmet, her prensibi rahmet, her tavsiyesi feyiz ve berekettir. Zımnen şu anlatılır: ‘’Ey İnsan! Biz bu Kur’an’ı senin mutluluğun için, düşünmen için, öğüt için indirdik.’’

3- Huşû duyanlara öğüt olsun diye.

Huşûnun müşrik zihninde olumlu bir karşılığı vardı. Hudu; baş ve boyun eğme anlamına gelir ki korku ile birlikte olması gerekmez. Putlara yapılan tâzimin sebebi olarak bilinirdi. Kur’an bu duyguyu doğru makama kanalize etmek için muhataplarını vahye yönlendirmektedir. Havf’tan Kur’an sayesinde bilgiye, şuura ulaşma ile oluşan haşyet/çekinme gerçekleştirilmiş olacaktır. 

Tezkira, zikir kökünden gelen bir kelimedir. Hatırlatma, öğüt, hatırlatan şey demektir. Önce Kur’an’ın ne olmadığı, sonra da ne olduğu açıklanmıştır. Böylece Yüce Allah, önemli bir eylemin önce ne olmadığından hareket ederek ne olduğunu anlatma metodunu bize öğretmektedir.

4- Arzı ve yüksek semâları yaratan tarafından indirilmiştir.

Arz, şahit olunan yeryüzü; yüksek semâlar ise uzayın tamamı ve henüz şahit olunmamış olan âlemlerin tamamıdır. Bu muazzam âlemi yaratanının sizi muhatap alması, bilgisi ve şuuru bile muhatabında bir haşyet oluşmasına için yeterlidir.

5- Rahmân arşın üzerine istiva etti.

Neden Rahmân? Zira Allah merhamet temelli bir yönetim şeklini kendine yazmıştır.
“Âyetlerimize iman edenler yanına geldikleri zaman de ki: “Selâm sizlere, Rabbiniz kendine rahmeti yazdı.” (Enam: 54)

Arş, nüzul sürecinde ilk kez Tekvir sûresinde geçmiştir. Lâfzen taht, tavan ve yüksek mekân; mecazen deşan, şeref, onur, itibar ve hükümranlık gibi anlamlara gelir. Arş bir binanın en değerli, en yük­sek yerini teşkil eder. Bu sûretle “arş”kavramı­nın en kesin anlamı değerlilik ve yükseklik ifade etmesidir. “Sellüarş“, mülkü yıkıldı dağıldı demektir. Mülkü kıvamında, işleri yolunda ve mülkünün işleyişi muntazam ve sağlıklı olduğunda “istave ale’l-arşi ” veya“istekare ala şeri­ri mülkih” denilir. Bu ifade Kur’an’da yedi yerde geçer vehep âlemin yaratılışıyla ilgili mülkün yönetilmesi bağlamda kullanılır. (Bkz. Furkân:59, A’râf:54, Ra’d:2,  Secde:4, Yunus:3, Hadîd:4). İstiva kelimesi,aynı şekilde olmak, istikrar etmek, yüksek olmak başka bir deyişle üstün olmak,eşit, denk veya benzeri olmak, dosdoğru varmak, kastetmek manalarına gelir. İstiva mecazen “egemenlik kurdu, kontrolü altına aldı” demektir.Bu âyetle arşa istiva etme yani mülkünde mutlak tasarruf hakkı gerekçelendirilmiştir.

6- Semâlarda ve arzda ve ikisinin arasında ve de nemli toprağın altında olanlar da O’nundur.

Müfessirlerden çoğuna göre “sera”, ıslak toprak veya daha çamur haline gelmemiş toprak demektir. Gök ve yerin dışında nemli toprak ile zâhiren görünmeyen, bâtındaki hayat ve canlılığa ayrıca hayatın devamlılığı ile bu mülkün devamlılığına bir göndermede bulunulmuş olabilir.

7- Ve sen, sözü açıklasan da muhakkak ki O, sır olanı ve daha gizli olanı da bilir.

Arş ile tasavvurda gerçekleşebilecek uzak ve çok yüksek ilah düşüncesi; yarattıklarından gafil olan, uzak tanrı inancına evrilmesin diye zihnî bir düzeltme yapılmaktadır.

Kavl; söz, düşünce, görüş anlamlarına gelir; ancak bizce burada kast edilen fikir anlamıdır. Zımnen şu manaya gelir: Allah seni senden iyi bilir ve bu yüzden seni senin şerrinden de korur. (İslamoğlu)

8-Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler, O’nundur.

El-ilah; ulûhiyetin kaynağı, eşsiz ve benzersiz mabut manasındadır. Kur’an’da bu kelime “el-ilah” şekli ile hiç kullanılmaz. Bunun sebebini Allah’ın esması olması açıklar. İlah esması, genelde sahte ilahların reddi sadedinde gelir. Kur’an’da mücerret olarak genellikle nefiy-ispat cümlesi içinde yer alır ve Hakk mabudun sadece Allah olduğunu belirtir. (Bkz.Müzzemmil:9) Bundan önceki üç âyeti de katarak bu âyete baktığımızda, tevhîd inancına götüren anlatımda Yüce Allah’ın uzaktan yakına meto­dunu kullandığını söyleyebiliriz. Dış âlemden, gökten, yerden ve ara­sındakilerden, nemli toprağın altından insana gelen bir metodu buluyo­ruz. Genel öğretim metotlarında buna “uzaktan yakına metodu” denmek­tedir.

El-Esmau’l-Hûsna, Rabbi bilme/tanıma için bizlere uzatılmış sebeplerdir. Esmalar, insan zihnini katı maddeler dünyasından soyut âlemlere yükselten birer sebeptir. El-Esmau’l-Hûsna, Allah’tan kula inzal edilen sağlam iptir (habl-i metin). Bu ipi imân ve sâlih amel ile sımsıkı tutmamız gerekmektedir. İmân ve sâlih amel; biri olmadan yükselmenin, yücelmenin mümkün olmadığı iki el gibidir. Esma, Allah’ın zâtını anlamada bir vesiledir. El-Esmau’l Hûsna bir sıfat tamlamasıdır. Türkçede kırmızı yaprak, uzun ağaç, güzel çiçek gibi... El-Esma, isimler; El-Hûsna, en güzel, tüm mükemmelikler manasındadır. Esma; isim, nişan, alâmet manasına gelebileceği gibi yücelik, üstünlük, özellik belirtme manasına da gelir. Birincisi; nişân, alâmet manasında “sima” ve “sim” kökündendir. Ayırt edici özelik manasındadır. İkincisi yücelik, üstünlük manasındadır. Semâ kelimesi bu anlam alanına örnektir. Allah’ın isimleri bağlamında düşündüğümüzde bu iki kutuplu mananın birincisi nişan, alâmet, sonsuz ve sınırsızın esma ile bilince nüzûlünü, ikinci manadaki yücelik ile de hiçbir beşerin ulaşamayacağı zâtî yücelik ile ilgili olmasıdır. Terkipteki husna en güzel anlamında ismitafdildir. Tafdil; üstün tutma, mühim görme demektir. İsmitafdil; kelimenin taşıdığı anlamın zirvesini, enleri ifade eder. En iyi gören, en iyi işiten, en iyi bilen gibi. Kur’an’da güzel manasında ahsen de geçmektedir. Tîn sûresinde en güzel kıvamda insanın yaratılmasından bahsedilir. Bu terkip ahsen yerine hûsna kalıbıyla gelmiştir. Zira ahsen dış güzellik, estetik, potansiyel güzellik manasında tekil bir kullanıma sahiptir. Türkçedeki güzel kelimesi de göze elvermek kök manasından türemiş fiziki bir durumu ifade etmektedir. Ancak hûsna özellikle de el-Hûsna maddî-manevî, iç-dış, iyilikte, hayırda, doğrulukta kalıcı ve mutlak güzelliği anlatmaktadır. El- Hûsna aşkın güzelliğin zirvesi ve kaynağı manasındadır. Allah bu isimlerle zâtını nitelediği için güzel olmamış, güzelliğin mutlak ve aşkın kaynağı olduğu için bu isimlerle zâtını nitelemiştir. Özetle El-Esmau’l Hûsna en güzel nitelikler, tüm güzellik ve mükemmellikler demektir. Bu nedenle Kur’an’da geldiği tüm yerlerde tahsis lamı ile gelir. Yani tüm güzellik ve mükemmellikler yalnız O’na tahsis edilmiştir, O’na mahsustur anlamını verir. Bu bağlamda Allah dışında hiçbir varlığa, davranışa, söyleme, olguya mükemmellik yakıştırılmamalıdır. Zira mükemmellik son noktadır. Mükemmel bir insan olamaz, sadece kâmil bir insan olur. Zira tekâmül yolculuğu sürekli devam etmelidir. Taha sûresi 8’e geri dönersek kimse sizin gizlinizi, kalbinizden,aklınızdan geçenleri bilemez; yalnız O bilir ve yalnız O bunu sûistimal etmez. Zira sırlar kişinin aynı zamanda zaaflarıdır. Bu âyet ondan başka ilah yok diyerek muhatabında tevhidî bir Allah tasavvuru inşa etmektedir.

9- Ve sana Mûsa’nın hâdisesi ulaştı mı?

Âyette geçen hadîs kelimesi geçmişte yaşanan bir olgunun haberi veya bir hâdisenin aktarılması olarak kullanılmıştır. Kur’an’da kavl, tasavvurda olan ve gelecekle alâkalı biraz daha soyut bilgi için kullanılır. (Bkz. Müzemmil:5). Nebe, haber manasında hayatımızı etkileyen önemli haber olarak Nebe sûresinde kullanılmıştır. (Nebe:2)‘Ani-nnebe-i-l’azîm’ O büyük haberi mi?

Görüldüğü gibi Kur’an’da kelimelerin anlamları kullanıldığı bağlama göre farklılaşmaktadır. Kur’an’da eş anlamlı kelime olmadığından, bu incelikleri meale yansıtmak gerekmektedir. Bu gerekçeden ötürü hâdise ifadesi kullanılmıştır.

Bu âyetten itibaren Mûsa Peygamber ile ilgili kıssa başlamaktadır. 9–36. âyetlerde Hz Mûsa’nın peygamberlikle görevlendirilişi, 37–40. âyetlerde Hz Mûsa’nın Peygamber olmadan önceki hayatına dair yapılan hatırlatma, 41–98. âyetlerde de Mûsa Peygamberin Firavun ve İsrailoğulları ile yaşadığı olaylar nakledilmektedir.

Sana Mûsa’nın hâdisesi ulaştı mı?şeklindeki soru, cevap almak üzere değil, dikkat çekmek ve bu anlatımlardaki örneklik ve tecrübenin öğrenilmesi için sunulan, içinde tavsiye barındıran bir sorudur.

10- Bir ateş türü gördüğünde ailesine dedi ki: “Bekleyin! Kesinlikle ben, bir ateş türü gördüm. Umulur ki ondan, size bir kor getiririm veya ateşin yanında yol gösteren bulurum.”

Kasas sûresinden öğrendiğimize göre Hz. Mûsa Medyen’den ailesi ile ayrılıp emin beldeye doğru belki de hac görevini yapmak için bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta vahiy alma tecrübesini yaşayıp Mısır’a Allah’ın Resûlü olarak gönderilmiştir. Eskiden çöl yolculuğu yapanların yolunu bulmaları için bölgede yaşayan bedeviler tarafından belirli tepelerde kılavuz ateşleri yakılırdı. Bu yolculukta Hz. Mûsa ailesinin ısınması için bir kor, ayrıca yolun tarifi için birilerine rastlama umudu ile bu kılavuz tepelerinden birine tırmanır. Tüm resûller; vahyi toplumdan uzak, tek başlarına kaldıklarında alırlar. Zira onların resûl olup olmadıkları da imânın konusu olacaktır.

11- Böylece oraya geldiğinde“Ya Mûsa!” diye seslenildi.

Nûdiye meçhûl fiili, seslenildi anlamına gelir. Meçhûl fiil kullanımı, muhatabın dikkatini failden çok fiilin kendisine çevirmeyi amaçlar. Yüce Allah bir beşerle 3 meşrû yolla iletişime geçeceğinden şöyle bahseder: “Allah’ın hiçbir beşerle konuşması olmamıştır, illâ vahiy ile veya perde arkasından veya dilediğine izniyle vahyetsin diye elçi göndererek. Allah, bilir ve hikmet sahibidir.”  (Şura:51)Bu âyette Allah Hz. Mûsa ile bir perde aracılığıyla konuşmuştur. O perde deağaçtır. Konuyla ilgili âyet şöyledir: “Böylece oraya geldiği zaman vâdinin sağ tarafından, mübarek yerdeki ağaçtan nida edildi: "Ey Mûsa! Muhakkak ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah’ım." (Kasas:30)Bunun sebebi bizce Hz. Mûsa ve yaşadığı dönem olabilir. Zira soyut düşünme yetilerinin az olması, mesajın biraz daha somutlaşarak iletilmesine gerekçe olabilir. Sonsuz nûr olan Allah’ın, elçileri ile bu tarz iletişime geçme sebebi hem âciz, ölümlü beşer elçileri korumak (Zira buna dayanamazlardı, Hz. Mûsa’nın Allah’ı görme talebinde olduğu gibi bkz. Araf:143) hem de elçinin anlayabileceği bir metodu imtihan perdesini kaldırmadan uygulamak içindir. Ayan beyan görünen bir kudrete imân ve bundan dolayı imtihandan söz edilemez.

 

12- Muhakkak ki Ben, Ben senin Rabbinim! Şimdi ayakkabılarını çıkar. Şüphesiz sen, mukaddes vâdi Tûvâ’dasın. 

Kur’an’da iki âyette geçen Tûvâ vâdisi detayının Kur’an’da neden verildiği üzerinde biraz düşünmek gerekmektedir. Bir hâdise anlatılırken zaman ve mekân verilmesi olayın gerçekliğini arttıran önemli detaylardır. Bir zamanlar bir yerlerde şeklinde başlayan anlatımlar gerçeklikten uzak kurgusal bir izlenim verebilir. Zemahşeri ise Tûvâ kelimesinin anlamının “iki kere” demek olduğundan yola çıkarak cümleye ‘’Sen iki kere temizlenmiş bir vâdidesin.’’anlamını vermiştir. “İki kez” in mânası, hem Hz. İbrahim hem de Hz. Mûsa’nın aynı bölgede vahiy aldığı içindir. Bu kelime “Tûvan, Tiyvan ve Tiyva” şeklinde de okunmuştur. “Bil vadil mukaddesi tûvâ’nın; belirlilik takısıyla gelmesi bilindiğine işaret eder. En baştan itibaren yüce Allah’ın sınırlarını,haramlarını, ritüellerini belirleyip ilk olarak Hz. Âdem’e ikinci olarak da Hz. İbrahim’e bildirdiği, insanların da bilip akın akın gittiği Harem bölgesi olup iki kere mukaddes kılınmış Mescidu’l Haram’da, ilk günden itibaren insanlığa sunulmuş ve temizlenmelerine vesile kılınmış olan Kâbe ve çevresidir. Mukaddes temizlenmiş demek iki kez temizlenmiş üzerinde yaşanan kötülüklerin resul ve vahiy gönderilerek temizlenmesidir. İlki Kâbe’yi inşa eden Hz. Âdem ile gerçekleşmişken ikincisi beyti temellerinden yükselten Hz.İbrahim’e atıfladır.

Arap yarımadasının kuzeyinde Batnımekke (Bekke) adı verilen bir vâdi üzerinde kurulmuştur. Tûvâ vâdisi ihrama girilen ve kuzeyde Medine’ye doğru bir uzantı yapan bölgenin genel adı olabilir. Merkezinde Kâbe’nin yer aldığı bu vâdinin ortasındaki çukur alana “Bathâü Mekke” (sel yatağındaki kumluk) denir. Kur’an’da Tûvâ vâdisi kullanımı bir de Naziat 16’da “Hani Rabbi ona kutsal Tûvâ vâdisinde şöyle seslenmişti.” şeklinde zikredilmektedir. İhram yasaklarından biri de üstü ve topukları kapalı ayakkabı giymektir. Bu yasak âyetteki ifadeden mülhemle yapılıyor olabilir. Ayakkabıların çıkartılması emrinin sebebi iddiasızlığın dışa yansıması olarak baş açık, yalın ayak; sadece bir bezle tüm rütbe ve makamlardan arınmışlığın, talim ve terbiyenin, hâlden/dıştan içe doğru başlaması arzusu olabilir.(Allahualem)

13- Ve Ben, seni seçtim. Öyleyse vahyedileni dinle!

Allah Hz. Mûsa’yı seçmiştir. Bu seçimde Hz. Mûsa’nın olaylar karşısında vahiy olmaksızın verdiği kararlar etkili olmuştur. Meryem sûresi 51’de, Hz. Mûsa’nın muhlîs oluşu bu kriterlerden biri olarak ifade edilmiştir. Fıtrat üzere olan ve bir seviyeye gelen Hz. Mûsa artık vahye tâbi olarak daha da yükselecek ve Rabbi nazarında değer kazanacaktır. Ona verilen ilk ders de tevhittir.

14- Muhakkak ki Ben, Ben Allah’ım. Benden başka İlâh yoktur. Öyleyse Bana kul ol ve Beni zikretmek için salâtı ikâme et! 

Tevhidî duruş olan salâtla rabbe yönelme emri vücût bulur. Salâtın eda edilmesi/kılınması değil de salâtın ikâme edilmesiyle aslî konumuna getirilip dosdoğru kılınması, ayağa kaldırılıp doğrultulması anlamındadır. (bkz Fâtır 18–29) Salâtın ikâme edilmesi, aynı zamanda Allah’a karşı dik/esas duruşu ve bu esas duruşun yeniden ayağa kaldırılması gibi genel bir anlamı da ihtiva eder.

Zikir; anma, hatırda tutma ve gündemine almaktır. Burada salâtın ikâme edilmesinin gerekçesi ifade edilmektedir. O gerekçe mutlak gaybolan Allah’ı günlük yaşamda unutma, o yokmuş gibi yaşama tehlikesidir. Manası bilinerek kılınan namaz, aslında Allah’ın emir, tavsiye ve yasaklarını hatırlamak için önemli bir talimdir. Allah var deyip yokmuş gibi yaşamamanın bir yolu da budur. Bu tevhidî duruş insana bir şuur kazandıracaktır. Salât ile Allah’ın gündemde tutmanın, günaha karşı duyarsızlığı ve gafleti önleyen bir fonksiyonu da olmaktadır. Salâtını ayağa kaldıran bir kul Allah’tan başkası önünde eğilmeyecektir. Firavun’a gitmeden önce zâlimin değil, sadece âlemlerin Rabbi önünde eğilmenin önemi ve değeri öğretilmektedir.

15- Muhakkak ki o saat, tüm nefislere, gayretlerinin karşılığının verilmesi için gelecektir. Neredeyse onu, kendimden bile gizleyeceğim.

Kur’an’da 40 yerde geçen “sâ’at” kelimesiyle kozmik sonun ansızın geleceği ve kısa da olsa bir süreçle gerçekleşeceğini ifade eder. (Bkz.Furkân:11) Hesap günü gündeme getirilirken son gün denmeyip de son saat denmesindeki hikmet bu olsa gerektir. Verilen görev ve sorumlulukların yerine getirilmesinin önemine binaen son saat, ölüm ve ötesi, hesap günü iması yapılmıştır. Zira Allah’a inanmanın olmazsa olmazı ve tamamlayanı âhirete imandır. Deistler de bir yaratıcıya inanır, ancak o yaratıcı önünde hesaba çekilme düşüncesi bir inanca dönüşmediğinden hayatlarında Allah’a imânın somut bir karşılığı olmamaktadır. Allah’ı dinleyip gereğini yapmak yerine nefsî arzuların peşinde ömrü heba etmek insanlığı kemirip tüketen manevî bir ölümdür.

16- Öyleyse ona inanmayanlar ve hevesine tâbi olanlar, sakın seni ondan alıkoymasın! Böylece değersiz olursun.

Değersizlik diye meallendirdiğimiz “terda” kelimesinin üç harfli kök mastarı redy kelimesidir.Kelime sadece helâk olmayı değil, düşerek helâk olmayı ifade etmektedir. Tefe’ul babına sokulduktan sonra “dağdan aşağıya düşerek helâk olmak, kuyuya,çukura düşerek helâk olmak” gibi anlamlar kazanmaktadır. Burada ulvî bir görevi alan değerli bir makamdan düşme, kendi değerini kaybetmeyi ifade eder.

Hevâ, nefsin şehvete meyli demektir. Keyf de denir. Hevâ, aynı zamanda boş ve anlamsız olana düşme, sonuçsuz, değersiz manasındadır. Türkçedeki hava da buradan gelir. Âhirete iman Allah’a imandan sonra gelen en önemli husustur. Hesap verme şuuru; insanın hayatını, tercihlerini, önceleyip ertelediklerini etkilemektedir. Hesap gününün olacağına imân aslında adâlete imândır.

17- Ve sağ elindeki nedir, ya Mûsa?

Âyetteki soru bilgi almak için sorulmuş bir soru değildir. Çünkü Allah onun sağ elinde bir asâ tuttuğunu bilmektedir. Ayakkabıdan sonra ikinci sırada asâ vardır.

18- Dedi ki: ‘’O asâmdır, ben ona dayanırım. Ve onunla koyunlarımın üzerine yaprak silkelerim. Benim için onda, daha başka menfaatler de vardır.”

Etevekkeû; dayanırım, yaslanırım demektir. Muttakî; ittikâ eden, yani bir yere dayanıp itimat eden kimse demektir. Tevekkee alel asâ, ‘’Sopaya dayandı ve onunla kendisini güçlendirdi.’’ demektir. (Bkz. Furkân:58) Allah’a tevekkül etmenin bir sebebi de insanın destek arayışıdır. Asâ, fiil olarak ‘’Baş kaldırdı, boyun eğmez oldu.’’ anlamına gelmektedir. Sopa mânasına gelen asâ kelimesi de buradan gelir. Bu sözün asıl anlamı kişinin asâsıyla kendini savunmasıdır. (Rağıb) Asâ aynı zamanda bir savunma silahıdır. “Ve sağ elindeki nedir, ya Mûsa?” diye sorul­duğunda asâyı kendisine izafe ederek ‘’O benim asâmdır.’’ demiştir. Hâlbuki uygun olan ‘’O bir asâdır.’’ demesiydi. Burada sopayı kendine izafe ederek kullanması Hz. Mûsa’nın kendi kimliğini, yani çobanlığı da iyice benimsediğini göstermektedir.

19-Ya Mûsa! Onu at, dedi.

İlka, bir şeyi bulduğu gibi fırlatıp atmaya denir. (Rağıb) Allah Hz. Mûsa’ya ‘’Asânı elinden at!’’ diyerek ona yepyeni bir görev ve kimlik kazandırmaktadır. Hayvanlar ile ilgilenen bir çobandan, sürü psikolojisi ile hareket ederek köleleşmiş İsrailoğullarını Firavunlar’a kul köle olmaktan kurtarıp onlara Allah’tan aldığı vahiy ve yönlendirmelerle şahsiyet kazandıran bir model olacaktır. Dünyevî menfaatler taşıyan asâ gitmiş, yerini dünyevî ve uhrevî faydalar sağlayacak hakîkatin bilgisi almıştır.

20- Bunun üzerine onu attı. O zaman o, hızla koşan bir yılan olmuştu.

“Hayye” kelimesi tür adı olup küçük büyük, erkek dişi, yılana benzeyen bütün sürüngenler için kullanılır.“Su’bân” ve “cân” kelimeleri arasında ise fark vardır. “Su’bân” yılanların büyüğü; “cân” da incesi ve kıvrak olan küçüğüdür. Firavun’la karşılaştığında büyük yılan su’ban kullanılmıştır. “Bunun üzerine Mûsa asâsını attı. O zaman o,apaçık (su’bânun mubîn) bir yılan oldu.” (Şuara:32) Buna karşılık Hz. Mûsa Allah ile konuştuğunda “cân” kıvrak küçük yılan olarak kullanılmaktadır. “Ve asânı at!" Bunun üzerine onun yılan gibi hareket ettiğini görünce, (ke ennehâcânnun) arkasına bakmadan geri dönüp kaçtı. "Ya Mûsa! Korkma, muhakkak ki,benim yanımda resûller korkmazlar." (Neml:10)

Tâhâ 20’de bir kertenkele gibi koşmasından, Neml 10’da Hz. Mûsa’nın koşarken hareketsiz düz sopanın birden kıvrılmasından, Şuara 32’de ise büyük ve korkutucu oluşundan bağlama uygun olarak bahsedilmektedir. Bu değişiklikler, asâ ve karşılaşılan durum ile alâkalı olabileceği sonraki âyette izah edilecektir.

21-Dedi ki: ‘’Onu al ve korkma! Onu önceki sûretine döndüreceğiz.’’

Sîratehe’l-ûlâ terkibi “ilk hâli” demektir. Demek ki değneğin yılan hâline, yılan hâlinden değnek şekline dönüşeceğine ve dönüştüğüne dikkat çekilmektedir.

Asânın kıvrılmasının ne gibi bir fayda sağlayacağı konusunu anlamak için o dönemi ve yapılan göz boyama sanatlarını iyi bilmek gerekir. Firavun halkı kendi rabbliğine inandırmak için kimya ve fizik ilmine vâkıf âlim/bilgin kişilerin yaptığı icatları kullanarak onlar vasıtasıyla göz boyayıp algı oluşturuyordu. Bir tür algı operasyonlarıyla toplum mühendisliği yapıyordu. Bu bilginler, boyadıkları ejderha gibi bağırsakların içini cıva ve benzeri ısıda genleşen maddelerle doldurup onları kızgın sacın üstüne atıp sopalarla yönlendirerek bir gösteri sergiliyorlardı. Bu konjonktürel duruma bağlı olarak Hz. Mûsa’ya bu âyet öğretilmiştir. Hz. Mûsa’ya verilen teknik bilgi veya teknoloji bunların sahte gösterilerini silip süpürme anlamında daha ileri idi. Hz. İsa zamanında tıp ilminin ileride olmasından dolayı ona da bu alanda âyet/işâret/alâmetler öğretilecektir. Hz. Muhammed zamanında da söz ve kelâm âyeti sahneye çıkarılmıştır. Amaç düşmanın silahı ile ona karşılık verip Firavun’un oluşturduğu bu sahte algıyı dağıtmaktır. Bu nedenle sünnetullaha uygun olarak Hz. Mûsa’ya öğretilen teknik bilginin detaylarına girilmemiştir. Burada anlatılan talim sürecini anlayabilmek için, her şeyden evvel bunun bir anda ve tek bir defada gerçekleşmediğini göz önünde bulundurmak gerekir. Bu çok mühim bir noktadır. Kıssaları doğru anlamanın önündeki en önemli nokta da bu ön bilgidir.Burada anlatılanı bir sinema sahnesi olarak düşünmek anlamayı kolaylaştırır. Buna bağlı olarak buradaki talim sürecinin günler, haftalar ve belki de aylar aldığını, ancak anlatım gereği kısa fragmanlar olarak anlatıldığını söylemek gerekir. Başka bir deyişle, hiçbir şey bir anda olup bitmemektedir. Tefsir geleneğimizde bu önemli nokta göz ardı edildiği ve buna bağlı olarak âyetlerde bu süreçlerin atlamalı bir şekilde anlatıldığı hesaba katılmadığı için yaşananların sanki birkaç dakikada/bir anda olduğu algısı hâkim olmuştur. Hicri 2. asırdan sonra âdeta bir uyuşturma görevi gören ve İsrailiyat, Mısır, Helen, Sümer, İran ve Hint kültürünün de etkisiyle ortaya çıkan ve bir bakıma kafa konforunu bozmama anlamına gelen mucize kavramıyla sünnettullah çerçevesinde açıklanabilecek, emeğe ve talime dayanarak gerçekleşen doğal bir olaya son derece olağanüstü bir nitelik kazandırılarak kıssanın anlaşılması önünde büyük bir bariyer oluşturulmuştur. Oysa Allah muarızlarını yine onların silahıyla ikna etmeyi murat etmiş ve Hz. Mûsa’yı bu anlamda belli bir sürece yayılan zorlu bir eğitime tâbi tutmuştur.

Hz. Mûsa’nın asâyı, Allah ile birlikte olduğunda kıvrılan küçük bir şekilde görmesine karşılık Firavun’un sihirbazlarının önünde büyük bir yılan manasında su’ban olarak isimlendirmesinin nedeni Allah’ın Hz. Mûsa’ya âyetin bir kısmını göstermesi, sonra da bu maketin hayata geçirilmesi sebebiyle olabilir. Zaten pasajın sonunda bunun 23. âyette “Sana büyük âyetlerimizden bir kısmını gösterelim.’’ diye yapıldığından bahsedilecektir. Hz. Nûh’a öğretilen gemi yapma sanatı burada Hz. Mûsa’nın düşmanlarına karşı kullanacağı teknikleri Allah’tan öğrenmesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

22- Elini, koynunun yan tarafına sok, kusursuz ve temiz başka bir âyet olarak çıkar.

Sûin; her şeyin düşüğü, çirkini demektir. Bu kelime Hz. Mûsa’nın elinde maddî bir çirkinliğin, lekenin, arazın olduğunu veya manevî bir kötülük,suç ve kirin izlerini taşıdığını gösterir. Ancak biz bu kusurun maddî değil manevî olduğu kanaatindeyiz. Zira Kur’an’da bunun ne olduğundan söz edilmektedir. İlgili âyetler şöyledir: “Elini koynuna sok, onu kusursuz beyaz olarak çıkar. Korkudan (emin ol), kanatlarını kendine çek. Bu ikisi, senin Rabbinden, Firavun’a ve onun ileri gelenlerine iki burhandır. Muhakkak ki onlar, fâsık bir kavimdir. (Mûsa): "Rabbim, ben gerçekten onlardan birisini öldürdüm. Bu sebeple beni öldürmelerinden korkuyorum." dedi. (Kassas:32-33) Hz. Mûsa birini öldürmüş ve bundan dolayı Mısır’a dönmekten korktuğunu başka bir âyette şöyle ifade eder: “Ve onlara göre ben, günahkârım. Bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum.” (Şuara:14), Bu kaza cinâyeti, kusurlardan arınmış temiz el âyetinden önce şöyle anlatılır: “Ve şehir halkı gaflette olduğu bir zamanda (Mûsa) şehre girdi. Orada dövüşen iki adam buldu. Biri kendi tarafından, diğeri ona düşman taraftan. O zaman onun (Mûsa’nın) tarafından olan, düşmanına karşı ondan yardım istedi.Bunun üzerine Mûsa tek yumrukla onun işini bitirdi. Böylece o kişi öldü. Mûsa:"Bu şeytanın işidir. Muhakkak ki o, apaçık dalâlette bırakan bir düşmandır." dedi. (Kasas:15) Hz. Mûsa’nın kavga sırasında yaptığı müdahale ‘vezeke’ kelimesi ile ifade edilmişti. Bu kelime, “parmak uçları ile itmektir”. Bu itmenin bütün avuçla olduğu da söylenmiştir. Tokat vurmak da bu kelimeyle ifade edilmiştir. Bazıları “vekz“in, önden, döşten itmek, “lekz“inde sırttan itmek olduğunu söylemişlerdir. (Râzî) “Vekeze” kelimesi daha çok “eli yumruk haline getirip vurmak”şeklinde anlaşılmıştır. İfadeden anlaşıldığına göre Kıptî bir tek yumrukta veya Hz. Mûsa’nın onları ayırma amacıyla itmesi ve kişinin düşüp başını vurması veya hayatî organlarına bir zarar gelmesi sonucu ölmüştür. Bu kelime olayın bilerek ve kasten öldürme olmadığını göstermektedir. Bu durumda; bir kaza cinâyeti işlemiş, eli kana bulanmış, yani elleri kirli, kusurlu biri kalkıp halka on emrin 6.’sı olan ‘’Öldürmeyeceksin!’’emrini ve bunun haram olduğunu ne kadar anlatabilir? İşte Hz. Mûsa’nın endişesinin sebebi can korkusundan ziyade, yüklenilen misyonun kötü sicil nedeniyle sekteye uğraması ve bu misyonun yerine getirilememesi de olabilir. Böylece Allah burada hem Hz. Mûsa’ya hem de ona kâtil diyenlere yüreğindeki iyi niyet ile o elin (yedibeyza) temizlendiğinin haberini ve dahi müjdesini vermektedir. Nitekim ülkemizde dahi kabul edilen evrensel hukuk kurallarına göre de meşru savunma ve zorunluluk hâllerinde, istemeden taksirle işlenen suçlarda fâile ceza verilmez. Bu anlamda yedibeyza, Hz. Mûsa’nın gidip mücadele etmesi için, gıyabında halk tarafından kâtil ve suçlu olarak bilinmediğinin, görülmediğinin bilgisi, âyeti, işâreti, alâmetidir. Yani yedibeyza Hz. Mûsa’nın kendi ve toplum vicdanında temize çıkma âyeti/işâretidir. Tıpkı Hz. Yusuf’un, Efendisi’nin eşine yaptığı bir yanlışının olmadığı mahkemede kanıtlandıktan ve zindana girme sebebinin toplum tarafından da doğru anlaşıldıktan sonra Melik ile görüşmeyi kabul etmesi gibi. Zira toplum nazarında resûllerin temizliği/iadeyi itibarı gerçekleştikten sonra yaptıkları tebliğ başarılı olacaktır.

Günümüze ne der? Geçmişteki hata ve kusurlara takılmak insanı yeni hayırlardan alıkoyabilir. Zaten kasıt olmadan birini öldüren, tıpkı bir köleyi hürriyetine kazandırmak gibi yeni kişileri manen diriltmeli, böylelikle fiilî tevbesini yapmalıdır. Her hatanın özrü misliyle olmalıdır. Geçmişte zina yapan; ahlâklı ve erdemli bir hayatın önemini anlatıp her tür fuhşiyatla savaşmalıdır. Geçmişte alkol ve uyuşturucu madde alanın tevbesi, halkı buna karşı bilinçlendirmek ile olmalıdır. Faize bulaşan biri, söylem ve eylem ile faize destek veren kurumlarla elinden geldiği kadar mücadele içinde olmalı, mağdur ettiği fakîrlere yardım etmelidir. Tevvab, Ğafûr ve Ğaffar olanın bağışlanmasını hak etmek, ancak fiilî tevbeyle yani sâlih amellerle olmaktadır. Zira yapılan özürleri sâlih ameller Allah’a yükseltir.(Bkz. Fatır:10)

23- Sana büyük âyetlerimizden bir kısmını gösterelim.

Âyet, “alâmet, delil, ders” anlamlarına gelir. Her ne kadar meallerin birçoğunda âyet kelimesi mucize olarak tercüme edilse de Kur’an’da mucize kelimesi hiç geçmemektedir. Arapça bir kelime olan mucize, acz kökünden türemiş, if’al babından ismifâil, müfred, müennes bir kelime olup “insan aklını ve kudretini âciz bırakan şey” demektir. Bu kavram Batı dillerine Lâtince “miraculum” kelimesinden, “harika şey, şaşılacak şey” anlamıyla “miracle” olarak geçmiştir. Mucize kelimesi, ehli kitabın olağanüstü, abartılı mitolojik dinî anlatımlarının etkisiyle Hicri 2. asır itibariyle İslam literatürüne girmiştir. Emevi halife adaylarını eğitmek için Hicri ilk asırda yazılan siyer kitaplarında mucize kelimesine rastlamamaktayız. Âyetelkübra kullanımı; işâret, delil veya alâmetin büyüğü, herkes tarafından kolaylıkla müşahede edilen olabildiği gibi özel uzmanlık ve araştırma isteyen kevnî âyetlerin varlığını da hatırlatmaktadır.

24- Firavun’a git! Çünkü o, haddi aştı.

Firavun, zannedildiğinin aksine özel değil, cins isimdir. Firavun, Mısır’da hüküm süren Amelika krallarına verilen unvandır. Türkler’in hükümdarlarına Hakan, Bizanslılar’ın krallarına Kayser, İranlılar’ınkine Kisrâ denildiği gibi.

Tuğyan; taşkınlık, azgınlık,sınırı aşmak demektir. İyice azan, yani insanlara zulmeden, onları iliklerine kadar sö­müren, toplumun bir grubunu tutup diğerini köleleştirici bir siyaset izleyen yönetim, yıkılmaya mahkûmdur. Zira yönetimler küfürle değil zulümle yıkılır. Islah niyetiyle yapılacak önemli görev öncesi yapmamız gerekenler bize dua formatında aşağıdaki âyetlerde sunulmaktadır.

25- Dedi ki: “Rabbim sadrımı genişlet!”

İnşirah sûresinin tefsirinde de belirttiğimiz gibi, sadrın genişlemesi “ferahlık, rahatlık, metanet ve cesaret sahibi olmak” demektir. Sadr, Kur’an’da organ (göğüs) anlamında kullanılmaz. Daha çok insanın iç âlemi ile alâkalı kullanılır. Şerhısadr tamlamasının anlamı akıl/zihin ve kalp/gönül âlemindeki sıkıntıların dağılması ve bunun sonucunda insanın kendi iç âleminde düşünecek ve hissedecek alan bulabilmesidir. Ön yargı, evham, aslı astarı olmayan vesvese, kuruntu ve korkular insanın sağlıklı kararlar vermesini engelleyen duygusal durumlardır. Bu duygusal durumlar, makul davranmanın önündeki en büyük içsel engellerdir. Önceden hazırlanma, tedbirli olma insana güven vereceği için, insanın makul ve dengeli hamleler yapmasını sağlayacaktır.

26- Ve kolaylaştır işimi!

Kendine güven ve icra edilecek görevde başarılı olunacağına dair inanç, esasen bir adım önde başlamak demektir ve bu avantaj görevin zorluklarını kolaylaştırmaktadır.

27- Ve dilimdeki düğümü çöz!

Kaygıların, yersiz korkularındile yansıması tehlikesinden dolayı Hz. Mûsa, içini ferahlatma isteğinin gerekçesini ifade etmektedir. Buradaki düğümden kasıt; telaş, panik, heyecan ve korku sebebiyle insanın kendini yeterince ifade edememesi sonucu oluşabilecek yanlış anlaşılmalardır. Haklı olmak yetmez, bir de bunu insanlara doğru olarak aktarmak gereklidir.

28- Sözlerimi idrak etsinler!

Hz. Mûsa’nın dilinin fizikî olarak sorunlu olduğu tefsir geleneğimizde savunulmuştur. Bunun sebebi de Yahudi dinî kaynaklarından olan Talmut metinlerindeki şu anlatımdır: ‘’Mûsa çocukken, Firavun’un sakalını tutup onu yoldu. Firavun da, onu öldürmeyi kafasına koyarak: ‘Elinde mülkümün ve kudretimin zail olacağı kimse budur.’ dedi. Bunun üzerin Asiye: ‘O, akledemeyen bir çocuktur. Bunun emaresi ise, senin ona hurma ve ateşi yaklaştırmanda.’ dedi. Sonra da, bu iki şey onun önüne konuldu;o, ateşi aldı ve ağzına koydu.’ (Talmut) Ne yazık ki, bu saçma hikâye birçok klâsik kaynakta sanki gerçekmiş gibi yer almıştır.

Âyetin ifade ettiği cümlenin yüklemini oluşturan “fekuhe” fiili Arap dilinde sıradan bir anlamayı de­ğil, konunun inceliklerine inerek anlamak ve derin bir idraki ifade etmek için kullanılır. Şu hâlde burada sırf fonetik bir kusura ve bunun yol açacağı işitsel bir anlaşılma so­rununa değinildiğini söylemek isabetli olmaz.

29- Ve ailemden bana bir yardımcı kıl!

Vezir; ağır yük, vebal, sığınak anlamına gelen ‘vizr’ kökünden gelir. Vezir kelimesi sultanın yükünü aldığı için yardımcısına denmiştir. Mûsa İsrailoğulları’ndan bir İbranî idi ve dili de Kıptîler’in dilinden farklıydı. Firavun’un sarayında büyümesinden dolayı Kıptîce biliyordu, fakat doğal olarak ana dili olan İbranîce gibi konuşamıyordu. Hz.Mûsa en az 10 yılda Mısır’dan uzak kalmasından dolayı halkın durumunu iyi bilen ve saray dilindense Kıptîler’in literatürüne hâkim kardeşini yardımcı olarak istemesi doğru bir taleptir.

30- Kardeşim Harûn.

31- Onunla, gücümü artır!

32- Ve onu, işimde ortak kıl!

Buradaki “el-emru” kelimesi “nübüvvet”tir. Bu ortaklık Hz. Harûn’un nebî kılınması ile sonuçlanacaktır.

33- Seni, çok tesbih edelim diye.

Tesbih,  Allah’ı her türlü noksan sıfattan tenzih etmektir. Asıl anlamı Allah adına hareket etmektir. Zira kelimenin kökeni olan ‘sebbeha’ fiilinin anlamı “suda ve havada hareket etmek” demektir. (Bkz. A’lâ:1)

34- Ve Seni, çok zikredelim!

Zikir; düşünme hatırda tutma, anma demektir. Önce tesbih sonra zikir sayılmıştır. Kur’an’da bu sıralama genelde bu şekildedir. Şöyle ki tesbih her şeyin ve herkesin doğasında bulunduğu için daha fıtrî iken; zikir sadece insana has bir düşünme ve akletme yeteneğidir. Tesbih yapanı korurken, zikir yapanla birlikte toplumu korur ve sorunlara çözümler sunar. Bu nedenle Allah’ın gönderdiği kitapların tamamının ortak adı zikir olarak isimlendirilmiştir.

35- Muhakkak ki Sen, bizi görensin!

Basîr, nüzûl sıralamasına göre ilk kez Furkân sûresinin 20. âyetinde geçer. “Basîr” ismi, Kur’an’da 51 kez kullanılır. Bunlardan 43 âyette Allah’ı niteler. Basîr ismi çoğunlukla tek başına, bazı âyetlerde de ulûhiyeti niteleyen diğer isimlerle birlikte kullanılır. Böylece Allah’ın tüm varlıkları görüp murakabe ettiği mesajı verilir. Bu şuur, tesbihin zikir aşamasına çıkmasında çok önemlidir.

36- Dedi ki: “Ya Mûsa! Sana istediğin verildi.”

Görevinde başarılı olması için Hz.Mûsa’nın gerekli gördüğü maddî ve manevî imkânların tümü kendisine verilmiştir.“İstediğin her şey sana verildi, fiilen verilmiştir.” deniyor. Yoksa “Verilir ya da verilecek.” denmiyor.

37- Ve and olsun ki, seni bir kere daha nimetlendirmiştik.

Allah Hz. Mûsa’nın sadece şu anlık isteklerinin değil geçmişte de nimetlendirildiğini anlatmaktadır. Önemli olan nimeti fark edebilmektir. Bu âyetten sonra anlatılanların detaylandırılması, Hz. Mûsa’nın bebeklik dönemi ile alâkalı yaşananları derinlemesine bilmediği izlenimini vermektedir. Muhtemelen annesine Allah’ın vahyettiğini Hz. Mûsa bilmemektedir. Zira bazı bilgiler onun Firavun’un sarayında yaşamasının zorlaşmasına hatta hayatına mal olabilirdi.

38- Vahyolunanı annene vahyetmiştik.

Vahiy; dışarıdan belli olmayacak şekilde fısıldamak, o kişiyi bir konu hakkında bilgilendirmek demektir. İlhamdan farklıdır. İlhamda, tecrübe sonucu aşama aşama edinilen bilgi ile yeni sonuçlara ulaşma söz konusudur.(İlham ve vahiy ayrımı için bkz. Şems:8). O hâlde âyetteki vahyolunanın vahyedilmesi ne demektir? Kanaatimizce vahyolunan, genel bir bilgi olan annelik güdüsüdür. Hz. Mûsa’nın annesine koruma içgüdüsünün doğmasıyla, annesi o ana özel daha güçlü bir şekilde yönlendirilmiş ve ona vahyedilmiştir. Buradaki vahiy kullanımı Nahl 68’deki arıya vahyedilmesi gibidir. Zira Hz. Mûsa’nın annesinin az kalsın kendini açığa vuracağı âyette şöyle ifade edilmektedir: “Ve Mûsa’nın annesi gönlü boş olarak sabahladı. Müminlerden olması için onun kalbini Bize bağlamasaydık, az daha (durumu) açığa çıkaracaktı. (Kassas:10) İçe doğan vahye rağmen tevekkülün tam gerçekleşmemesi, hem bu vahyin bir his gibi yönlendirme olmasından hem de soyut düşünme yetisinin sınırlı olduğu bir dönemde yaşamalarından olabilir.

39- Onu tabuta koy, sonra nehre bırak. Böylece nehir, onu sahile atsın, Benim ve onun düşmanı, onu alsın. Ve göz önünde yetiştirilmen için sana muhabbet verdim.

Meallerde tabut, sepete; akan su,durgun denize dönüştürülmüştür. Ancak âyette sepete değil bir tabuta konmasından bahsediliyor, zira tabutun akan suda devrilmesi, alabora olması daha zordur. Bir de deniz (bahr) değil, akan su manasındaki ‘yemm’ kullanılmıştır. Tabut sahile vurmuş, Firavun da onu almıştır. Bütün bu olayların gerekçesi şu şekilde ifade edilebilir: Allah’ın Hz. Mûsa’ya verdiği fıtrî sevimlilik sayesinde Firavun onu almış; kırsalda, gözlerden uzak büyümek yerine, sarayda, göz önünde daha bilgili ve donanımlı olarak yetiştirilerek tanınan/bilinen biri olması sağlanmıştır.Tüm mealler son cümleyi Allah’ın gözü önünde yetişmesi için şeklinde meallendirmiştir. Ancak bu Kur’an’a, mantığa ve iç bağlama aykırıdır. Zira Allah el-Basîr’dir, Allah’ın her yeri gördüğü 35. âyette ifade edilmiştir. Allah’ın görmesi, gözetmesi için bebek Mûsa’nın mutlaka sarayda yaşaması gerekmemektedir. Burada göz önünde büyümesi demek, Hz. Mûsa’nın nehirde kaybolup gitmemesi, annesinin ve akrabalarının gözünün önünde sağlıklı bir şekilde yetişmesi manasındadır ve bu bir nimettir, lütuftur.

40- Ablan gidip dedi ki: “Size,ona kefil olacak birisini bulayım mı? Böylece seni, annene döndürdük. Onun gözü aydın olsun ve o mahzûn olmasın diye. Ve birisini öldürmüştün. O zaman seni,gamdan kurtarmıştık. Ve seni, sınavlarla imtihan ettik. Böylece Medyen halkı içinde senelerce kaldın. Sonra takdir gereği geldin ya Mûsa!”

Hz. Mûsa’nın ablası, annesinin isteği ile yüzen tabutu takip etmiştir. “Ve onun ablasına: "Onu takip et." dedi. Böylece onlar farkında değilken, onu uzaktan gözetledi.” (Kassas:11)Sonra Hz. Mûsa süt emmediği için ağlamaya başlamıştır. Bu durumu gören kız kardeşi çocuğa bakacak birini getireceğini şöyle beyan etmiştir: “Ve daha önce ona (başka) süt annelerini haram kıldık. (Onun ablası, Firavun’un ailesine):"Ona kefil olacak (bakımını üstlenecek) bir aileye sizi ulaştırmak için yardım edeyim mi? Ve onlar, onu (bebeği) iyi yetiştirir." dedi. Böylece onu annesine geri verdik, gözü aydın olsun ve mahzûn olmasın ve Allah’ın vaadinin hak olduğunu bilsin diye. Ve lâkin onların çoğu bilmezler. (Kassas:12-13)

Kur’an; kıssaları, önemli noktalara değinerek parçacı, atlamalı ve farklı detayları farklı bağlamlarda kullanarak anlatır. Böylece aynı kıssayı farklı sûrelerde anlatmasına rağmen okuyucusuna sürekli yeni detaylar sunarak mesajını zenginleştirir. Âyetin devamında “Ve birisini öldürmüştün. O zaman seni, gamdan kurtarmıştık.” ifadesi ile sûrenin 22. âyetine bir gönderme yapılmaktadır. Allah, Hz. Mûsa’nın endişelerini yukarıda (Yedibeyza) temsili anlatım ile gidermiştir. Hz. Mûsa hayatın zorlukları ile imtihan edilmiş, bu imtihanları kazanması ile Allah’ın takdiri gerçekleşmiştir. Bu sınavların bir faydası da Hz. Mûsa’nın zaaflarından kurtulmasını sağlamasıdır. Zira fitne, metaldeki cevheri cürufundan yüksek sıcaklıklarla ve basınçla ayırmaya denmektedir. Hayatın zorlukları Hz. Mûsa’yı olgunlaştırmış, vahiy alarak Allah’ın elçisi olma kıvamına getirmiştir. Bu kıvama gelmek bir bakıma kişinin tercihleri ile doğru orantılıdır. Allah hak edenleri, sıkıntılar karşısında sabredip sözüne sadık olanların olgunlaşacağını takdir etmiş, bu genel ilkeyi bir kader olarak belirlemiştir. Hz. Mûsa bu takdire uygun davrandığı için Allah’tan vahiy alma seviyesine yükselmiştir.

41- Ve Ben, seni Kendim için yetiştirdim. 

Âyetteki nefis ifadesi kendi manasındadır. Sanıldığının aksine nefis kötü, zararlı, şeytanî bir unsur değil,kişinin bizâtihi kendi zâtını ifadede kullanılan nötr bir kavramdır. Allah’ın nefsi; Allah’ın dini,insanların selameti, kurtuluşu özetle İslam davası için yetiştirilme manasındadır.

İstınâ,  “bir sanat edinmek ve bir sanayi mamulü yapmak” anlamına gelir. Bizdeki sanayi kelimesi de buradan gelmektedir. Hz. Mûsa hayatın içinde acılarla hamlıklarından arınmış, böylece kâmil bir insan yetişmiştir.

42- Sen ve kardeşin, âyetlerimle gidin ve Benim zikrimi ihmal etmeyin. 

Tenîyâ, mastar olarak gevşeklik anlamına gelen “venyen” kökünden gelmektedir. “Zikrim” lafzıyla kastedilen Allah’ın desteğinin sürekli yanlarında olduğu şuurudur. Allah’ı sürekli gündemde tutan, en zorlu görevlerde bile yılgınlık ve bezginlik göstermeyecektir. Haddizatında 46. âyet elçilerine hitaben şöyledir: (Allahû Teâlâ) dedi ki: “İkiniz (de) korkmayın! Muhakkak ki Ben, sizinle beraberim, işitirim ve görürüm.”

43- Firavun’a ikiniz gidin. Muhakkak ki o, haddi aştı.

İnsanlığın, insanlıktan çıktığı dönemlerde Rahmân olan Rabbimiz elçiler göndererek kullarına merhametini göstermiştir. Bu rahmet eli, son resûl Hz. Muhammed’e kadar şahıslar üzerinden uzanırken, iletişimin artması ile kişi bazlı uyarıdan kitabî, ilkesel uyarı  dönemine bizzat Hz. Muhammed döneminde yazılan davet mektupları ile geçilmiştir.

44- Ama ona, yumuşak söz söyleyin. Umulur ki tezekkür eder veya huşû duyar.

Leyn, sertlik anlamına gelen “huşuneh” kelimesinin zıddıdır. Genelde cisimler için kullanılan kelime istiare yoluyla ahlâk, söz ve benzeri şeyler için de kullanılmaktadır. (Rağıb) Allah neden ‘’Umulur ki!’’ der? Allah aslında kendi söylemi üzerinden elçilerini eğitmeye devam etmektedir. Şöyle ki bu ibare ‘’Siz karşınızdakine sözü en güzel şekilde ve hikmetle, yumuşak bir üslûpla söyleyin, sonra onların huşu duymalarını, hidâyete ermelerini umut edin!’’anlamını taşır.

Yetezekkeru kalıbının özelliği külfet içermesidir. Bu kalıptan gelen tedebbür, teakkul, tefakkuh ve tefekkür, üzerinde zihin teri dökmeden gerçekleşmeyecek zihnî süreçlerdir. Tezekkür; bu anlamda düşünüp öğüt ve ibret almak, ders çıkarmak için gösterilen çaba ve gayrettir. Bu kelime “zikir” kökünden gelmektedir. Bu âyetlerde, tebliğde etkili olmak için yumuşak bir dil kullanılması gerektiği belirtilir ve yumuşak sözün hikmetine işaret edilir. Önce zikri yumuşak bir üslupta sunmak, sonra düşünme ve en sonunda bilgiye dayalı bir saygı ve çekinmeyi/haşyeti oluşturmak gerekir. Yumuşak söz, muhatabın içindeki kibri, kini ve gururu uyandırmadığı için tahriki önler,hiddetin sönmesine vesile ve şiddetin ortaya çıkmasına da engel olur. Böylece daha olumlu, uyarıcı ve ibret verici bir netice sağlanır. Gerçek müminler şartlar ne kadar kötü olursa olsun, inancını ve ümidini yitirmeden zulmü önleme adına haklı mücadelesini sürdürmelidir.

45- Dediler ki: “Rabbimiz! Gerçekten bize fırsat vermemesinden veya azgınlaşmasından korkuyoruz.”

Âyetteki “Dediler ki:” kullanımından, Hz. Mûsa’nın Mısır’a dönüp Hz. Harûn’la bir araya geldiği anlaşılmaktadır. Kur’an’ın atlamalı üslûbü burada da kendini göstermiştir. Zira Allah 47. âyette Tûr’da Hz. Mûsa’ya verdiği emri burada her ikisi için tekraren yineleyecektir. Bu, Hz. Mûsa’nın görevi tebliğden sonra aralarındaki istişare sonucu Rabbe münacatları sebebiyle olabilir.

46- Dedi ki: ‘’Korkmayın! Muhakkak ki Ben, sizinle beraberim, işitirim ve görürüm.”

Zira önemli bir iş yaparken, hayatî kararlar alırken, Rahmân beni görüyor, söylediklerimi işitiyor şuuru çok önemli bir motivasyon ve iç disiplin kaynağıdır.

47- Artık ikiniz ona gidin ve ona şöyle söyleyin: “Muhakkak ki biz, senin Rabbinin iki resûlüyüz. İsrailoğullarını artık bizimle beraber gönder ve onlara azap etme! Sana Rabbinden âyet getirdik. Ve hidâyete tâbi olanlara selâm olsun.”

Âyetlerden, Mûsa ve Harûn peygamberin Firavun’u hakka davet etmek ve İsrailoğullarını kölelikten kurtararak Mısır’dan çıkarmak gibi özel bir görevle gönderildiği anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Hz. Mûsa’ya verilen asânın, peygamberliği ispat ve halkı imana davetten ziyade öncelikle halkı köleleştirmek için kurulan düzeni deşifre edip bu düzenin halk üzerindeki tahakkümünü kırmak için verildiği anlaşılmaktadır. Bu yüzden yedibeyza ve asayı Mûsa Allah’ın yasalarına aykırı birer mûcize değil, tarihsel ve konjonktürle alâkalı iki âyettir. Bu iki âyetin Hz. Mûsa’ya psikolojik ve fiziksel destek için verildiği ve esasen muhataplarca da mûcize olarak görülmediğinin kanıtı şu âyettir: “(Firavun) Yoksa ben, o âcizden daha hayırlı(değil miyim) ki, o neredeyse sözü açıklayamıyor. Ancak ona takılmış altından bilezikler olmalı veya onunla beraber ona yakın olan melekler gelmeli değil miydi?” (Zuhruf:52-53) Bu sözler Firavun’un Hz.Mûsa’yı fakîr ve sıradan gördüğünün Kur’an’î delilidir. Eğer Hz. Mûsa’da zâhiren okunduğunda olağanüstü, harikulâde, insanüstü zannedilen bir mûcize olsa idi Firavun onu sıradanlıkla, âcizlikle suçlayıp bunları istemezdi. Yedibeyza Hz. Mûsa’nın suçsuzluğunun tahkimi ve iç rahatlığı içindi. Asâ ise direkt olarak peygamberlikle ilgili değil, sahte düzenin deşifresi için öğrenilmiş/öğretilmiş bir tekniktir. Bu da maddî destektir. Peygamberliğin deşifresi ise, her peygamberde olduğu gibi apaçık âyetlerle/vahiyle yapılmaktadır.

48- Muhakkak bize vahyolundu ki azap yalanlayan ve sırt dönenlerin üzerinedir.

Burada Hz. Mûsa ve Hz. Harûn karşıdakini direkt suçlamak yerine genel ifadelerle ortaya konuşmaktadır. Bu üslûp, yumuşak konuşmanın nasıl olmasına dair bize örnekler sunmaktadır. Karşıyı direkt hedefe koyup suçlamak yerine ortaya konuşmak, onun savunmaya geçip kendini kapatmasını da engellemektedir. Buradaki genel ilke kişinin önce yalanlayacağı, sonra bu yalanın davranışlara yansımasıyla sürekli dünyevî ve uhrevî bir eleme duçar olacağıdır.

49- Dedi ki: “Öyleyse Rabbiniz kim, ya Mûsa?”

Aynı soru şekli az bir farklılıkla Şuarâ 23’te sorulmaktadır: “Firavun şöyle dedi: Âlemlerin Rabbi dediğin de ne­dir?” Firavun, Tâhâ 49’da men soru edatını kullanırken tanrıyı canlı bir varlık, Şuarâ 23’te de mâ soru edatı kullanarak cansız varlık ola­rak düşünmüş ve sormuştur. Çünkü kullanılan edatlar bunu ifade etmektedir. Bunun sebebi, aynı olayın farklı detaylarının verilmesi ve Kur’an’ın parçacı anlatımıdır. Taha’da Rabbin kim olduğu sorularak fiilleri, yaptıkları ve yapacakları ile alâkalı bir soru sorulurken, Şuara 23’te onun ne olduğu sorusu ile Rabbin zâtı hakkında bir bilgi istediği anlaşılmaktadır. Aslında bu soru, öğrenmek için değil alay etmek için sorulmaktadır. Kendisini insanların rabbi/efendisi olarak gören birinin başka bir Rabbi kabul etmesi pek de mümkün görünmemektedir.

50- Dedi: “Bizim Rabbimiz ki O her şeye yaradılışını veren sonra da hidâyete erdirendir.” 

Cevap, aslında Firavun’un insanlar üzerinde kurduğu tahakkümü kırmaktadır. Şöyle ki, sadece insanları yaratan, onların ne yapıp ne yapmayacakları konusunda bir yönlendirme ve söz hakkına sahip olabilir. Bu âyet “Rab ne demek?” şeklinde bir soruya cevap değil,  "Rabbiniz kimdir?” sorusuna verilen bir cevaptır. Bu soruya iki esma ile cevap verilmektedir. İlki Hâlık/mutlak yaratıcıdır. Diğeri Hâdi/ yarattıklarını yönlendirendir.Firavun kendisinin hâlık/yaratan olmadığını çok iyi bildiğinden onlara dilediğini yapamayacağını, onları yönlendirme hakkının da olmadığını anlamıştı.

51- Dedi ki: “Öyleyse önceki nesillerin durumu nedir?”

Aslında Firavun, bu sorusuyla saray adamlarını ve diğer Mısırlıları Hz. Mûsa’ya karşı kışkırtmak istemiş, ama Hz. Mûsa, Firavun’un tuzağına düşmemiştir. Zira Mûsa: “Önceki kuşakların hepsi akılsız ve sapıktı.” diyerek sert ve suçlayıcı bir cevap vermek yerine,onların amel ve niyetlerini değerlendirecek bir ölçüye sahip olmadığını, onlara ne yapılacağını asla yanılmayan ve unutmayan Allah’ın bilebileceğini söylemiş, böylece Firavun’a geçmiş gitmiş olanların durumundan ziyade kendi sonunun ne olacağı sorunuyla ilgilenmesi gerektiği mesajını vermiştir. Tabiî ki Firavun’un oynamak istediği bu ve benzeri oyunlar, hakka davet eden herkese karşı her asırda oynanmış ve aklı ermeyen çok sayıda insanı kışkırtmakta da çoğu zaman bir hayli etkili olmuştur. Her hareket kendine uygun bir sonuca yol açacağından İslam’ı tebliğ makamında olanlar, içinde bulundukları ortamın şartlarını ve tebliğe muhatap olacak dimağların durumunu dikkate almalıdır.

52- Dedi ki: “Onun ilmi, Rabbimin yanında bir kitaptadır. Benim Rabbim yanılmaz ve unutmaz.”

Allah önceki nesillerin yapıp ettikleri ile alâkalı yargılanmaları bir yasaya bağlanmıştır (Bkz. Bakara:134).Kimsenin hakkı yenmeyecek, kimseye zulmedilmeyecek veya iltimas/kayırma yapılmayacaktır.

53- O ki yeryüzünü size beşik kıldı ve orada sizin için yollar açtı ve semâdan su indirdi. Böylece onunla, farklı farklı nebattan çiftler çıkardık.

Yeryüzünün beşik gibi sallanması depremlere bir göndermedir. Depremler yeryüzünün şekillenmesinde dağlar gibi kırıklara da sebep olmasıyla yol ve geçitlerin oluşmasında çok önemlidir. Yer kabuğundaki bu rakım farklılıkları, yükselti ve alçaltılar, iklim ve yağışı etkileyip muazzam bir bitki çeşitliliği sağlamaktadır. Bu âyet kesinlikle rastgele nimetlerin sayıldığı bir cümle değil, sebep-sonuç barındıran bilinçli bir cümledir.Bu ve devamındaki cümleler Hz. Mûsa’nın konuşmasının devamı değil Allah’ın Hz. Mûsa ve Firavun örneği üzerinden verdiği nimet ve nankörlük karşıtlığının gözler önüne serilmesi içindir. Bundan sonraki âyetlerde Allah’ın tüm insanlara hitabı devam edecektir.

54- Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın! Muhakkak ki bunda, akıl sahipleri için elbette âyetler vardır.

Âyetin sonunda gelen “Nühâ”kelimesi “Nuhye” kelimesinin çoğuludur. Bu tâbir akla isim olarak verilmiştir.Çünkü akıl, sa­hibini bâtılın yoluna gitmekten alıkoyar, çirkini yapmasına en­gel olur. Bu yüzden insanın ayağının kaymasına mâni anlamında akla bağlayıcı denmesi manidardır.

55- Sizi, ondan yarattık. Ve sizi, oraya döndüreceğiz. Ve sizi, oradan bir kez daha çıkaracağız. 

İnsanın topraktan yaratılması,onun beslendiği hayvansal ve bitkisel tüm gıdaların topraktan elde edilmesindendir. Sözün özü, insan yeryüzünün çocuğudur, burası onun beşiğidir.Günü gelince insanın döneceği yer de yine burasıdır. 

56- Ve and olsun ki, âyetlerimizin hepsini ona gösterdik. Buna rağmen yalanladı ve direndi.

Âyetlerin hepsi ifadesi hem İsra 101’deki 9 âyet hem de yılana çok benzeyen asâ teknolojisinde bulunmaktadır. Ebâ; imtina etmek, diretmek, razı olmamak, dayatmak anlamlarına gelir. Firavun’da kevnî ve kavlî tüm işaretlere tam bir körlük ve sağırlık söz konusudur.

57- Dedi ki: “Ya Mûsa sen bizi, sihrin ile yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?”

Firavun’un bu düşüncesi,öncelikle Hz. Mûsa’nın ortaya koyduğu asânın yılan şeklinde kıvrılmasından etkilendiğini göstermekte ve onu makamından edeceğinden korktuğunu düşündürmektedir. Zira zulmünü bilgin sihirbazlara yaptırdığı gösterilerle sağlamlaştırmakta idi. Firavun’un olay sonrası kurmayları ile aralarında yaptığı konuşma şöyledir: “Sizi sihri ile yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Bu takdirde ne emredersiniz? “Onu ve kardeşini beklet. Ve şehirlere toplayıcılar gönder!” dediler. Bilgin (alîm)sihirbazların hepsini sana getirsinler. Böylece sihirbazlar, bilinen bir günün belli bir vaktinde bir araya getirildiler.  Ve insanlara: “Siz toplandınız mı?” denildi. (Şu’ara:35-39) Bu âyetlerden anlaşıldığı üzere hem insanların hemde sihirbazların Firavun’un zorlaması ile bir şekilde bu mücadeleye katılımları ve şahit olmaları sağlanmıştır.

Sihr kavramı, nüzûl sürecinde ilk defa Müddessir sûresinde geçmiştir. Kurân’ın belağatinin etkileyiciliğini göstermek ve arttırmak için vahiy düşmanının dilinden bir itham olarak kullanılmıştır. Türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de 60 yerde geçer. Dilde, gizli bir sebeple insanın gözünü ya da aklını yanıltan şey demektir. Günümüzdeki karşılığı illüzyondur. İllüzyon, seyreden kişinin bir sihirbazın/illüzyonistin yaptıklarını farklı yorumlayıp algılaması temeline dayanır. Bu kelime aynı zamanda aldatmak manasına gelir. “Seharehu.’’, ‘’Onu aldattı.” demektir. Eğer Hz. Mûsa İsrailoğullarını alıp çıkarsa bu haber Mısır’da  yayılacak ve Firavun emeklerini sömürerek köleleştirdiği tebasını kaybedecektir ki, bu da Firavun’un iktidarının zayıflayarak saltanatını kaybetmesiyle sonuçlanacaktır. Bunu engellemek için Firavun ve kurmayları aşağıdaki teklifle gelir.

58- Öyleyse biz de sana mutlaka onun misli bir sihir getireceğiz. Bizim ve senin, ihtilâf etmeyeceğimiz, şartların eşit olduğu uygun bir zaman ve mekân tayin et.

Sivâ ve süvâ “adâletli, âdil” demektir. Yani “İnsaflıca belirlenmiş, iki yer arasında adâletli olan bir yer” anlamında olur.Bu kelime ile anlatılmak istenen söz konusu yerin her iki tarafa da avantaj sağlamayan niteliği olsa gerektir. Şartlar ne kadar denk olursa, mücadele o kadar âdil olur.

59- Dedi ki: “Sizinle buluşma zamanınız, ziynet günü ve insanların toplandığı kuşluk vakti olsun.”

Ziynet günü, insanların güzel ve temiz elbiseler giyerek bir araya geldikleri bayram günleridir. Günümüzdeki bayram kutlamaları İbrahimî bir gelenek olarak çok eski zamanlara dayanmaktadır. Zira bugünü Firavun ve adamları değil Hz. Mûsa belirlemiştir. Hz. Mûsa belki ilahi yönlendirme ile bir bayram sabahını buluşma yeri olarak belirlemiş de olabilir.(Allahualem)

Firavun’un kurmayları, Hz. Mûsa’ya bu öneriyi yaptığında bayram günü yakındı. O gün imparatorluğun her yanından akın akın insanlar gelecekti. Bu nedenle bu büyük buluşma, herkesin şahitlik edebilmesi için meydanlık bir yerde ve aydınlık bir zamanda gerçekleşmeliydi.Nitekim öyle oldu. Taraflar, herkesin toplanacağı bayram günü, kuşluk vaktinde buluşmaya karar verdiler.

60- Böylece Firavun dönüp hilelerini topladıktan sonra geldi.

Keyd; öncesinde ön tedbir, düşünüp değerlendirme sonucu gerçekleşir. Düşmanlarını yenmek amacı ile savaş kurmaylarının başvurdukları savaş hileleri, plânları uzun değerlendirme ve düşünce sonucu oluştuğu için makâyid (hileler/planlar) diye isimlendirilmiştir. Bu plânlardan bir kısmını şöyle okumaktayız: “Onu ve kardeşini beklet! Ve şehirlere toplayıcılar yolla.” dediler. (Araf:111) “En iyi sihir bilenlerin hepsini sana getirsinler.” (Araf:112) “Ve Firavun: “Bütün bilgin sihirbazları bana getirin!”dedi.” (Yunus:79). Kurmaylarına danışan Firavun bilginlerin zorla toplatılıp yanına getirilmesini emretmiştir. Bu zoraki toplatılmayı sihirbazların tevbesi olarak şöyle okumaktayız: Muhakkak ki biz, hatalarımızı ve ona karşı sihirden bize zorla (istemeyerek) yaptırdığın şeylerden (dolayı) bizi, mağfiret etsin diye Rabbimize imân ettik. Ve Allah, daha hayırlıdır ve daha bâkidir (Taha:73)

61- Mûsa onlara şöyle dedi:“Size yazıklar olsun! Allah’a yalanla iftira atmayın! Bu yüzden sizi azapla yok eder ve iftira eden hebâ olur.”

Hz. Mûsa neden bir anda sinirlenip onlara size yazıklar olsun demektedir? İşte bu bağlam Kurân’ın atlamalı ve parçacı üslûbuna güzel bir örnektir. Zira kıssanın farklı boyutları ve boşluklar Kurân’ın başka sûrelerinde tamamlanmaktadır. Şu an konu Firavun ve eski inançlarından ziyade Hz. Mûsa ve mücadelesi üzerinde yoğunlaştığından dikkatler o noktaya çekilerek devam edilmektedir. Yani burada olaylar Hz. Mûsaüzerinden/bakışından anlatılmaktadır. Tıpkı bir filmde aynı olayın farklı kişilerin bakış açısından anlatılması gibi. Hz. Mûsa’nın kızma nedenini Yunus sûresinden şöyle okuyoruz: “Sonra onların arkasından Mûsa ve Harun’u âyetlerimizle Firavun ve onun ileri gelenlerine gönderdik. Fakat onlar kibirlendiler. Ve mücrim bir kavim oldular. Böylece onlara katımızdan hak geldiği zaman: “Muhakkak ki bu, apaçık bir sihirdir.” dediler. Mûsa şöyle dedi:“Size hak geldiği zaman onun hakkında mı konuşuyorsunuz, bu bir sihir midir? Ve sihirbazlar (insanları aldatarak eğriyi doğru gösterenler) felâha ermez.”Dediler ki: “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden bizi çevirmek için ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Ve biz, siz ikinize imân edecek değiliz.” Ve Firavun: “Bütün bilgin sihirbazları bana getirin!” dedi. (Yusuf:75-79)Öncelikle Allah’ın elçisine atılan iftira ve yalanlama direkt o elçiyi gönderen makama bir yalanlamadır. O yüzden Allah’a imân, resûle iman ile hep yan yana zikredilir. Ataların şirk dininde ısrarları, gelen mübîn âyetlere karşı tutumları,üstelik onu ve kardeşini saltanat ve makam düşkünü bir hırsız olarak tanıtmaları, Hz. Mûsa’yı ister istemez üzmüş ve ona hayal kırıklığı yaşatmıştır. Hz. Mûsa’nın bu cesur çıkışı onları korkutarak kendi aralarında tartışmaya sürüklemiştir.

62- Böylece işlerini, kendi aralarında tartıştılar ve gizlice konuştular.

Necvâ, iki veya daha çok kimse arasında yapılan gizli konuş­ma olup fısıltı demektir. Hz. Mûsa’nın metodu dürüstçe ve objektifken, Firavun’un metodu gizli kulislere dayalı ikiyüzlü bir tavırdır. Güçlü olan kulise ihtiyaç duymaz. Dış ve iç siyasette Hz. Mûsa usulünce mi, yoksa Firavunca mı davranıyoruz? Bunu düşünmek gerekmektedir.Kulisle çıkan sonuç, korkaklıkla yapılan bir iftiradan ibarettir.

63- Dediler ki: “Bu ikisi gerçekten iki sihirbazdır. Sihirleri ile sizi yurdunuzdan çıkarmak ve üstün olan tarîkatınızı yok etmek istiyorlar.”

Tarîk; bir ses işitilecek şekilde şiddetle vurmak, çarpmak anlamına gelen “tark” kökünden türemiş bir ismifaildir. “Çekiç” ve “tokmak”anlamındaki mıtraka kelimesi de bu kökten türemiştir.  Tarîk kelimesi zaman içinde bu asıl anlamı genişletilerek başka manalarda da kullanılır olmuştur. Meselâ, tarîk kelimesi, üzerinde yürüyen yolcuların ayak darbeleri ile açılan “patika yol” anlamında kullanılmıştır. Türkçemizdeki keçi yolu buna bir örnektir. Firavun yönetimi için “sırât” veya “sebil” gibi bir kelimenin değil böyle bir kelimenin seçilmesi de manidârdır. Firavun’un sistemi zaman içinde insanları ezip sindirerek oluşmuş; dolambaçlı, saltanat merkezli bir yolunu bulma sistemi idi. Firavun bir tarîkat, yani sistem/yol kurmuştur. Bu yol, entrika ve kulislerle çok yüzlü bir yönetime dönüşmüştür. Halkın önünde kendini bir tanrı gibi gösterme çabasına karşın, arkada korkak, sinsi bir zavallı olduğunu kendi de çok iyi bilmektedir. Bu âyetlerde, Firavun siyasetinin en bariz yönüne işaret edilir. Zira bu siyaseti benimseyenler,kendi gelecekleri ve politik çıkarları için, onları uyaranları veya rant sistemi açısından tehlikeli gördükleri kişileri, gizli hedefler veya büyük menfaatler peşinde koşmakla suçlayıp iftira ve karalamalarla halkın gözünden düşürmeye çalışırlar.

64- “Artık plânlarınızı toplayın. Sonra saf saf gelin. Ve o gün üstün gelen, felâha ulaşmış olur.”

Hz. Mûsa bu cümlesiyle meydan okumaktadır. Burada saf saf olmak, plânların sistematik bir şekilde profesyonel olarak uygulanacağının şuurunda olduğunu ifade içindir. Bir işi başarmak için ön bilgi ile gelen öz güven, sizi her zaman bir adım önde ve güçlü kılacaktır.

65- Dediler ki: “Ya Mûsa, sen mi atacaksın yoksa önce biz mi atalım?”

Bu teklif aslında bir sisteme göre yapılacak illüzyon gösterisinin yarıda kalmaması, bozulmaması için önemlidir.Bunun bir düellodan ziyade bir gösteri olduğu unutulmamalıdır. Önce yapan veya hızlı yapan değil en gerçekçi yapan kazanacaktır. Bilgin illüzyonistlerin,sistemin ayakta kalmasını sağlayan gösterilerinde mağlup olmaları, devletin dininin ve Firavun’un hak ve hakîkat üzere olmadığı izlenimini halkta uyandıracağı için bu karşılaşma önemseniyordu. Günümüzde sömürgeci ülkeleri desteklemek için kalemşörlük yapanların kimin safında yer aldıklarına bakıp ne pahasına olursa olsun sihirbazların tevbesini yapmaları gerekmektedir. Aksi takdirde felaha ulaşamayacaklardır.

66- Dedi ki: “Hayır, siz atın!”Böylece onların ipleri ve asâları, sihirlerinden dolayı kendisine hızla koşuyor gibi göründü.

Habl, ip ve bağ de­mektir. Yuhayyelu fiili, “tahayyül etmek, hayal kurmak, benzetmek ”anlamlarına gelir. İllüzyonistler çok parçalı ve kıvrılmaya müsait asâlarınıı içlerinden geçen ve görünmeyen bir ip yardımı ile bir anda doğrultup bir anda gevşetiyorlardı. Bu hareketi çok hızlı ve el çabukluğuyla yapıp asânın kıvrılan bir yılan gibi görünmesini sağlıyorlardı. Aynı zamanda izleyicinin dikkatini yerdeki boyanmış bağırsakların rastgele hareketleri ile dağıtıyorlardı. Bu plânlanmış, saf saf sıralı, komplike gösteri karşısında seyirciler etkilenmiş, bu etki Hz. Mûsa’ya da sirayet etmiştir.

67- Bu yüzden Mûsa içinde bir korku hissetti.

Evcese, “korku duymak” anlamındadır. Rağıb’ın ifadesiyle vecs, insanın aklına, hatırına ilk gelen şeyden sonra nefsinde oluşan hâldir, ürpertidir. Hz. Mûsa’nın bu korkusu bilgini illlüzyonistlerin işini çok iyi yaptıklarını ve Hz. Mûsa’nın ortaya koyacağını ile çok benzerlikler göstermesinden dolayı olabilir. Hz. Mûsa’nın asâsı, kanlı-canlı bir yılana/ejderhaya dönüşseydi Hz. Mûsa illüzyonistlerin gösterisinden bu kadar korkar mıydı?

68- Söyledik ki: Korkma! Muhakkak ki sen, sen üstünsün!” 

Allah Hz. Mûsa’ya öğrettiği âyetin, işâret ve alâmetin onların ürettiği tekniklerden ve misalden daha üstün olduğunu hatırlatarak elçisini vaad ettiği gibi manevî olarak da desteklemektedir. Bu da şunu gösterir ki, sunumunuz ne kadar güzel olursa olsun onun başarısına öncelikle siz inanmalısınız.

69- Ve sağ elindekini at! Onların yaptığı şeyleri yutacak. Onların yaptıkları sadece sihirbaz hilesidir ve sihirbazlar, nereden gelirse gelsinler, felâha eremezler.

İnsanları aldatan sihirbaz ve büyücülerin nereden yaklaşırlarsa yaklaşsınlar asla ve kat’a felah bulamayacaklarını, onların yaptığının faydasız ve boş olduğunu âyet ifade etmektedir. Bu kadar mübîn/açık âyetlere rağmen günümüzde maalesef hâlâ sihre,büyüye ve büyücülere inananlar vardır. Bu ilkel, sahte bakıştan tasavvurumuzu Kur’ânî bakışa yükseltmeliyiz. Hz. Mûsa örnekliğine bakarak şunu demeliyiz: “Dünyanın en güçlü sihirbazları, büyücüleri bir araya gelse ve bize büyü, sihir yapsalar saçımızın bir tek telini dahi oynatamazlar.” Gerçek bir mümin hayalperestlikten uzak, metafizikle kandırılmayacak kadar aklı başında, şuurlu, ayakları yere sağlam basan kişi olmak zorundadır. Yoksa inancından dolayı suistimal edilir, sömürüye açık hâle gelir. İsrailoğullarının başına gelenler buna güzel bir örnektir. Cinci hocalara, muskacılara, büyücülere itibar etmemek; itibar eden ve inananları da yumuşak bir dil ile uyarmak gerekmektedir.

Hz. Mûsa’nın asâsı ve sihirbazların mücadelesini anlamak için günümüz dünyasıyla şöyle bir örnek verebiliriz: Bir tarafta iplerle oynatılan bir kukla ile, diğer tarafta ipe ihtiyaç duymadan güçlü motorlarla kendi hareketini kendi üreten bir robotun karşılaşması gibi. Biri ayakta, dengede duruyormuş gibi görünürken diğeri kendi ağırlık merkezine uyarak gerçekten ayakta durmaktadır. Bu karşılaşmada, esnek ve yalnızca görüntüden ibaret olup iplerle oynatılan kuklanın robot karşısında şansı olmayacaktır.

Telkaf; yutmak, silmek, süpürmek manasındadır. Burada maddî olarak sihirbazların sopalarını, iplerini yutmak değil, onlar üzerinde üstün gelmek, onları yenmek manasındaki üstünlüğü ifade için kullanılan mecazî bir kelimedir. İpe ve gizli el çabukluklarına ihtiyaç duymayarak onların aslında sıradan malzeme ve düzenek olduğunu göstermesidir. “Sizin getirdiğiniz şey sihirdir. Muhakkak ki Allah, onu bâtıl (boş,değersiz) kılacaktır.” (Yunus:81) Ve onların yapmış oldukları şeyler bâtıl oldu… (Araf: 118) Yani hak sûretindeki maskeleri düştü.

70- Bunun üzerine sihirbazlar secde ederek ileri atıldılar. Dediler ki:  “Biz, Harun ve Mûsa’nın Rabbine imân ettik.”

Bu âyet ve sonrakilere birkaç soru sorarak tedebbür etmemiz gerekmektedir. Öncelikle bir asânın kıvrılması,bir kişiyi ölümle neticelenecek bir imâna nasıl ulaştırır? Âyette neden önce Hz. Harûn ve sonra Hz. Mûsa sayıldı? Bu sorulara cevap vermek için aynı olayın başka bir sûrede nasıl anlatıldığına bakmak gerekir. “Sihirbazlar hemen secde ederek ileri atıldılar. “Âlemlerin Rabbine îmân ettik.” dediler. Mûsa ve Harun’un Rabbine.” Şuara:46-48 İki ayrı sûrede sihirbazlara ait iki farklı söylem var. Hangisi doğru? Bunun cevabı, ikisinin de doğru olduğudur. Zira ortamda tek bir bilgin sihirbaz veya tek bir tip yoktur. İlki söylemin gücünden etkilenenlerin, diğeri cesaret ve Mûsa’nın dik duruşundan etkilenenlerin sözleridir.Bir tebliğde eylem ve söylem birlikteliği olursa aşılamayacak engel yoktur. Âlim olana sürü değil şahsiyet olmak yakışır. Onların alîm/bilgin/usta olduğunu Kur’an şöyle ifade eder: ‘’Bilgin sihirbazların hepsini sana getirsinler.(Şuara:37)

“Böylece iplerini ve asâlarını attılar. Ve ‘Firavun’un izzeti için muhakkak ki gâlip gelenler elbette bizleriz.’ dediler.” (Şuara:44) Burada sihirbazlar Firavun’un izzetini temsil ediyorlardı. Sihirbazların yenilmesi Firavun’un imajının zelil olması demekti.Bu yüzden böyle diyerek numaralarını gerçekleştirmek zorundalardı. Bu söz sihirbazların gönüllü, severek dediği bir söz değil, yapılan sihrin Firavun’a isnadı için zorunlu söylenen bir başlama cümlesi idi. Günümüzde de resmî törenlerde mevcût ve hâkim sistemin protokol kurallarına uyulmasının zorunlu olması gibi.Her sistem bu tür şekilsel zorunluluklar icat ederek bunları insanlara dayatır.

71- “Size izin vermeden önce ona imân mı ettiniz? Muhakkak ki o, gerçekten size sihir öğreten sizin büyüğünüzdür. Bu durumda mutlaka sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. Ve sizi mutlaka hurma ağacına asacağım. Ve böylece hangimizin azabı daha şiddetli ve daha kalıcı gerçekten bileceksiniz.” dedi.

Sihirbazlar bir anda işkence ile ölümü göze alacak müthiş bir imâna nasıl ulaştılar? Firavun sihirbazların yüzüne onları öldüreceğini söylediğinde sihirbazlar çok kısa sürede, Allah’ın esmasını, bağışlamasını, âhireti, cenneti, cehennemi, dünyanın fâniliğini bilmek gibi ayrıntılı bilgiyi nasıl edindiler? Dikkat edilirse Firavun’un sarayındakiler veya halkın tümü değil bilenler imân ediyor. Bu da onların pasif bir imâna sahip olduklarının işaretidir. Aynı zamanda bu derin ve samimi imânın bir anda değil, belli bir süreçte oluştuğunu da daima göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü Kur’an, kıssa anlatımında daima sinematografik bir dil kullanır.Bu sebeple akış hızlı olsa da oluşum zaman alır.

Alîm/usta sihirbazlar Firavun’dan izin almadıkları için inançlarını hür bir şekilde yaşayamayan İsrailoğullarından müminlerdir. Ancak baskı ve zulümden dolayı imânlarını ilan edemeyip gizliyorlardı.Tıpkı Firavun’un sarayında imânını gizleyen, Hz. Harûn ve Hz. Mûsa’nın hayatını kurtaran mümin kişi gibi. Hz. Mûsa ve Harûn’un dik duruşu, sürekli ölüm tehditleri ile sindirilen alîm/bilgin/usta sihirbazların imânlarını ilan etmeleri ile sonuçlanmıştır. İlgili pasaj şöyledir: Ve Firavun dedi ki: ‘’Bırakın beni, Mûsa’yı öldüreyim ve o, Rabbine dua etsin.” (Mümin:26) “Ve Firavun ailesinden imânını gizleyen mü’min biri şöyle dedi: "Bir adamı, ‘Rabbim Allah’tır.’demesinden dolayı mı öldüreceksiniz? Ve o, Rabbinizden size beyyineler(belgeler, deliller) ile geldi. Eğer yalancı ise yalanı kendi aleyhinedir. Ve eğer sadık (doğru söyleyen) ise vaad ettiklerinin bir kısmı size isabet edecektir. Muhakkak ki Allah, çok yalan söyleyen, haddi aşan kişiyi hidayete erdirmez.” (Mümin:28) Bu imânını gizleyen kişi halka dönüp Nuh, Ad ve Semûd, kavimlerinden ve onların sonlarından bahsederek, kimliğini gizleyerek korkularını dile getirecek, Hz. Yusuf’un getirdiği beyyinelerden bahsedecek ve Yusuf’tan sonra resûl gelmez söylemlerinin kesin olmadığını, Hz. Mûsa ve Hz. Harûn’un üzerinden düşündürmeye çalışacaktır. (Bkz. Mümin: 30-34)

72- Dediler ki: “Bize gelen beyyineler karşısında seni asla tercih etmeyiz ve O bizim içimizdekini ortaya çıkardı. Bu durumda sen, yapacağını yap. Muhakkak ki sen, ancak bu dünya hayatında yaparsın.

Beyyine, açık ve kesin delil demektir. Beyyine; açık, apaçık olup başkasını da aydınlatan, açıklığa kavuşturan demektir. Onun için, iddia sahibinin davasını açık sûrette ispat eden şâhide, sağ­lam delile de beyyine denir. (Bkz. Fâtır:25)   İbni Abbas’a göre âyetteki “beyyinât” kelimesinden maksat “yakîn ve ilimdir.”

Bu âyetin mealinde halk/yaratma kelimesi geçmemesine rağmen çoğu mealde sihirbazların “Bizi yaratana seni asla tercih etmeyeceğiz.gibi bir çeviri yapılmıştır. Oysa sihirbazların burada ifade etmek istediği yaratılış meselesi değildir. Çünkü burada “fatarana” kelimesi geçmektedir ve fatarana, ‘’içte olanın bir müdahale ile dışarı çıkması, potansiyelin kinetize olması’’ demektir. Fatara kelimesi ilk olarak “parmak uçlarıyla devenin memelerinden süt sağmak” eylemi için kullanılmış, ancak zaman içinde bu anlam genişleyerek “bir şeye müdahale etmek sûretiyle bir oluşum sağlamak” anlamında yerleşmiştir. (Lisanül Arab) Bu anlama göre fatr kelimesi “içinde gizleneni ortaya çıkarmak için yarıp açmak, meydana gelmek’’ demektir. Fatara,daha çok uzunlamasına yarılmak demektir. Yarılmak kimi zaman yapma, kimi zaman bozma yoluyla olur. (Rağıb) Kur’an insanın fıtrat üzerine yaratıldığını söyler.Buna göre Allah’ın, insanı üzerinde yarattığı fıtrat yaratılıştan her insanın özüne nakşedilen, insanı insan yapan değerlere ve hakîkate olan eğilimdir.Kula kulluk, izzet ve şeref sahibi bir insanın en son yapacağı şeydir. Zira fıtrata yani yaratılış kodlarına aykırıdır. Firavun’un el ve ayakları çapraz olarak kesip hurma ağacına asarak uyguladığı ceza, aslında ölümün işkence ve kan kaybı ile saatler sonra geldiği, toplumu sindirmek için yapılan ibretiâlem bir ceza idi. Âlim sihirbazlar yıllarca bu tehditlerle sindirilmiş, ancak Hz.Mûsa ve Harun’un zulüm karşısındaki fıtrî duruşları ve açık sözleri/beyyineler, âlim sihirbazların içlerinde korkularla gölgelenen imanın üzerindeki örtüleri yarıp ortaya çıkarmıştır, Hz. Mûsa ve Harun gibi imanın gereğini yapmaya başlayarak içlerindeki inancı iman mertebesine yükseltmişlerdir. Bundan sonra okuyacağımız âyetler, dünya hayatını âhirete değiştirmeyen, ölümüne bir imanın bir anda olmadığı, emek ve bilgi birikimi ile oluştuğunun delilidir.

73- Muhakkak ki biz,hatalarımızdan ve ona karşı sihirden bize zorla yaptırdığın şeylerden dolayı bizi mağfiret etsin diye Rabbimize imân ettik. Ve Allah, daha hayırlıdır ve daha bâkidir.

Hasan el-Basrî şöyle demiştir:“Sihirbazlar, Hz. Mûsa’ya muarazada bulunmak için şehirlerden toplanıp gelmişlerdi. Dolayısıyla onlar, bu toplanma konusunda gönüllü değillerdi, zorla toplanmışlardı. Ve onlar, sihirlerini izhar etme hususunda da mecbûr edilmişlerdi.” (Râzî) İmanın gereğini ölüm korkusu ve tehditler yüzünden hakkı ile yerine getiremeyen sihirbazlar, imanlarını ilan ederek fiili tevbelerini yapmışlardır. İçte olan inancın dışa yansımaması kişiyi pasif konuma düşürüp kötülüklerde bir maşa gibi kullanılmasına sebep olacağından içerdeki inancın mutlaka sâlih ameller ile dışa yansıyıp iman mertebesine yükselmesi gerekmektedir. (Bkz. Tâhâ:75)

74- Muhakkak ki kim Rabbine suçlu olarak gelirse, o takdirde mutlaka cehennem onun içindir. Orada ne ölür ve ne de yaşar.

Mücrim; cürüm, suç, günah işleyen demektir. Mücrim kelimesinin ismifail oluşu bu işi devamlı yaptığını bildirir. Yani cürüm işlemek onun bir vasfı/karakteri olmuştur. Yoksa bir-iki suç işleyene bu isim verilmez. Âlim sihirbazların kitap yüklü merkep derekesinden cennetlik bir mümin olma derecesine yükselmelerinin tek sebebi, inandıkları değerleri ölümü pahasına yaşama, hayata geçirme gayretleridir. Belki de Allah bazı kötülüklerde kullanılan bu şahsiyetli insanların dualarına icabet olsun diye Hz. Mûsa’ya öncelikli olarak asâ âyetini öğretmiştir. “Firavun’a git çünkü o haddi aştı.” âyetine bu mazlûm insanlara yapılan zorlamalar da dâhil olabilir. (Allahualem)

75- Ve kim sâlih ameller yapmışsa ve O’na mümin olarak gelirse artık onlar için yüksek dereceler vardır.

Sâlih, kelimesinin kökü sulh’tur. Sulh ve salâh Arap dilinde;bozgun, nefret, kötülük, kavga, çekişme ve didişmenin zıddı demektir. Barışı önceleyerek başkalarını ıslâh etmeyi hedefleyen tüm amellere sâlih amel denir. Sâlih amel yapanların imanlarının kabul edileceği ve bunların mümin olarak isimlendirilerek Allah’a geleceği ifade edilmiştir.

76- İçinde hâlid kalacakları,altından nehirler akan adn cennetleri vardır. Ve işte bu, arınanların mükâfatıdır. 

Adn cenneti en belirgin anlamı ile ikâmet edilen yer demek olup 11 âyette kullanılmıştır.

Hâlid kelimesi“huld” kökünden türemiş olup “dışarı çıkmadan sürekli evde kalan, bekası devam eden, kalıcı olan” anlamlarına gelir. Araplar değişimi ve bozulması uzun zaman alan her şeyi“hulud” sıfatı ile nitelerler. Havalid, sacın üzerine konduğu taşlara denir. Bu, hâlini uzun süre bozmadan korumasından dolayıdır. (Rağıb) Bu kelime,bulunulan hâlin kesintiye uğramadan devam ettiğini anlatır. Yaşlanma, yıpranma ve bozulmanın olmayışıdır. (Bkz.A’râf:176, Krş. Nebe:23)

Tezekke kelimesi tefa’ul babındandır. Bu kalıp tekellüf, azîm, sebat ve gayret ister. Zekât kelimesi de bu kökten gelmektedir. Suç ve günah işlemekten uzak durarak arınmayı ifade eder. Sihirbazların ölümüne imanları, sebep oldukları zulüm sisteminin vebalinden onları arındırmıştır.

77- Ve and olsun ki Biz, Mûsa’ya vahyettik ki: “Kullarımla gece çıkıp yürü! Sonra da vurarak onlar için denizde kuru bir yol aç! Yetişmelerinden korkma ve endişe etme!”

78- Böylece Firavun ordusuyla onları takip etti. Bunun üzerine akan su, onları çepeçevre sarıp kuşattı.

Hz. Mûsa’nın denizi geçmesi olayı büyük bir problematiktir. Bu sebeple Hz. Mûsa’nın denizi yarması/infilak ettirmesi olayı çeşitli spekülasyonlara konu olmuştur. Kimisi mucize diyerek kafa konforunu bozmamış, kimisi gel-git, kimisi ise hızlı esen rüzgârların denizi yarması gibi tabiat olaylarıyla açıklamaya çalışmıştır. Bizimse bu kıssa ile ilgili Kur’an’dan hareketle genel kanaatimiz şudur: Öncelikle genel olarak bir cümleyle şunu belirtelim. Kurân’ın bütünlüğü göz önünde bulundurulduğunda bu olayla ilgili kullanılan ‘’bahr,yemm, tavdi, infeleka’’ kelimeleri dil bilimsel açıdan önemli işaret taşları olup olayın Nil nehri üzerinde kurulan bir baraj seddinde gerçekleştiğini göstermektedir. Hızlı esen rüzgârların denizi yarması doğru olsaydı denize yaklaşan bütün insanları da fırlatıp atması gerekirdi. Bu aklen mümkün görünmemektedir. Bölgenin coğrafî konumu ve gel-git olayının 12 saatlik periyotlarla gerçekleştiği dikkate alındığında olayı açıklayamamaktadır. Mucize bakışı ise, Rabbimizin sünneti gereği kullarından istediği ve öncelediği emek, çaba ve gayreti saf dışı bırakmakla birlikte en başta aklı durdurup, düşünmeyi iptal eder. Olayı mucize olarak açıkladığımızda ister istemez tahkik ehlinin aklına şu sorular gelmektedir. Mesela Rabbimiz İsrailoğullarını suyun üzerinde de yürütebilirdi veya karşı kıyıya ışınlayıp Firavun’u yatağında basit bir nefes darlığı veya bir virüsle öldürebilirdi. Fakat onun yerine tabiat yasalarıyla izah edilebilecek birâyet/tabiat olayı/işâretle, dakik zamanlamasıyla ve imtihan perdesini kaldırmadan Mûsa ve İsrailoğullarının emeği,çabası ve gayretiyle gerçekleştirmiş olması asıl mucize değil midir? Neden Hz. Mûsa’nın emeği, çabası ve gayretinden bahsediyoruz?Zira burada da denizin açılıp kapanmasında uzun bir uğraş, çaba ve hazırlıkla elde edilen bir mekanizma söz konusudur ve kontrol Hz. Mûsa’nın elindedir. İşte delil olan âyet: “Hemen gece yürüyüşü yapmak üzere kullarımla (beraber) yola çık! Muhakkak ki siz takip edileceksiniz. Ve denizi açık olarak bırak! Muhakkak ki onlar, boğulacak olan bir ordudur.” (Duhan:23-24) Suyun akışını, hareketini Allah Hz. Mûsa’nın kontrolüne vermiştir. Elbetteki bu kontrol mekanizması da uzun hazırlıklar sonucu elde edilmiştir. Hz.Mûsa’nın fiilî duasına/isteğine/gayretine/çabasına Allah’ın cevabı sünneti gereği gerçekleştirmek olmuştur. Her olayda olduğu gibi Hz. Mûsa’da da karşılıklı bir etki tepki söz konusudur ve bunda da şaşılacak bir durum yoktur.

Rabbimiz bir durumu, bir olayı anlatırken kelimeleri özenle seçmiştir. Yukarıdaki değindiğimiz dört kelimeyi hatırlayalım. Bizim de özellikle buna dikkat etmemiz gerekir. Bu anlamda seçilen her kelime bizim için hakîkatin kodunu taşır. İşte bu bağlamda Hz.Mûsa’nın denizle ilgili olayı anlatılırken Kur’an’ın bütünlüğünde tekraren belirtelim ki dört anahtar kelime kullanılır: Bahr, yemm, tavdi ve infeleka. Bahr“ister tatlı ister tuzlu olsun çok su”demektir. Eski Arap şiirlerinde de Fırat nehri için de bahr kelimesi kullanılmıştır.Büyük, tuzlu sulara (denizlere) bahr denmesi yaygındır. (Lisânu’l-Arab) Yemm ise;akan su, nehir demektir. Buradaki su‘’bahr’’ kelimesi ile ifade edilir.Hz. Mûsa ‘bahr’e vurur, Firavun ve askerleri ‘yemm’de boğulur. Deniz, infilak ederek(infeleka) yarılır. Dalgalar dağ gibi olmaz, duvar(tavdi) ortaya çıkar. Baraj seddi üzerinde akan su, alttan bir infilakla kesilir ve duvar meydana çıkar. Mûsa ve İsrailoğulları bu seddin/duvarın üzerindeki kuru yoldan karşıya geçer. Barajın alt tarafındaki zayıf bir noktada ikinci infilakta ani bir boşalmayla duvar yıkılır ve Firavun ve askerleri hızla akarak boşalan baraj gölünün sularında boğulur. Bu ince detaya dikkat edilmediğinde olay anlaşılamaz. Bunun yanı sıra bir mekanizma ile Firavun’un boğularak öldüğünü gören İsrailoğullarının Hz. Mûsa’dan talepleri şu olacaktır: “Ve İsrailoğullarını denizden geçirdik. Kendilerinin olan (yalnız onlara ait)putlara devamlı tapan bir kavimle karşılaştılar. Şöyle dediler: “Ey Mûsa!Onların ilâhları gibi bize de ilâh yap.” Mûsa: “Muhakkak ki siz, cahillik eden bir kavimsiniz.” dedi. (A‘râf:138) İsrailoğullarının hâlâ Hz. Mûsa’nın defaatle yanlışlığını anlattığı taştan heykellerden medet ummaları yaşadıkları tecrübeyi sıradan karşılamalarının bir sonucudur.

Aynı zamanda Kurân’ın bütünlüğünü göz önünde bulundurduğumuzda diğer âyetlere göre de Firavun ve orduları “bahr” denen durgun suda değil “yemm” denen akan suda ölmüşlerdir. “Sonunda onu ve ordularını yakaladık ve böylece onları kınanmış olarak akan suya (fî el yemmi) fırlatıp attık.” (Zâriyat:40) “Âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil olmaları sebebiyle, böylece onlardan intikam aldık ve onları akan su ile boğduk. (Araf:136) Zaten bebek Mûsa bir tabutun içinde akan su olan nehre bırakılmıştı “Onu tabuta koy, sonra nehre/akan suya (fî el yemmi) bırak.”(Tâhâ:39) Bu âyetlerin ve detayların da (bahr,yemm, tavdi, infeleka) tamamından anlaşıldığı üzere, akan su olan sazlık nehri yani Nil nehri üzerinde yapılmış bir baraj gölünün/bahr’ın birikmesini sağlayan seddin/duvarın/tavdin Hz. Mûsa’nın yaptığı mekanizma sayesinde infilak etmesiyle (infeleka) sedd zayıflatılmış, Firavun ve askerlerinin geçişi anında sedd tamamen yıkılmış, Firavun ve askerleri bu yüksek debili akan suda/yemmde boğularak helâk olmuştur.

İsrailiyat kaynaklarında da bu tecrübe anlatılır. Ancak Kitab-ı Mukaddes'in, İbraniceden İngilizceye tercüme edilmesi sırasında kelimeler üzerinde oynamalar yapılmıştır. Mûsa peygamberin kavmini Mısır'dan çıkarması konusu İsrailoğulları tarafından çok değişik görüş ve inanışlara sahip olmuştur. Bazıları Kızıldeniz’i geçtiklerine inanırken bazıları da "Yam Suf'" saz/kamış denizi geçtiklerine inanırlar. İsrailiyat baskısından dolayı İbraniceden İngilizceye "Reed" (kamış,saz) kelimesi, bile bile "Red" (kırmızı) olarak çevrilmiştir. Hz. Mûsa’ya mucize isnat edebilmek ve ‘’Kızıldeniz’i ikiye ayırdı.’’ diyebilmek için bu kurgulanmıştır. Bu sebeple İbrânice "Yam Suf'’un İngilizceye neden "Saz" (Reed) Denizi yerine Kızıl(Red)deniz olarak çevrildiği gayet açık hâle gelir.  

Tâhâ sûresindeki atlamalı üslûp yüzünden sihirbazların Firavun’a karşı sergiledikleri onurlu duruşun hemen arkasından Hz. Mûsa ve Harun’un İsrailoğulları ile gece yola çıktıkları yanlış algısına sebep olabilir. Oysa bu gece yürüyüşü yapılmadan önce Hz. Mûsa veHarun yıllarca Mısır’da kavmin içinde kalmıştır. “Ve and olsun ki! Firavun’un ailesini yıllarca ürünlerden kıtlığa uğrattık. Böylece onlar tezekkür etsinler diye. Artık onlara bir güzellik geldiği zaman: “Bu bizimdir.” dediler. Ve onlara bir kötülük isabet edince (onu) Mûsa ve beraberindekilerin uğursuzluğu sayıyorlardı.” (Araf:130-131) Yıllarca süren bu süreçte birçok imtihandan geçirilmişlerdir. “Bundan sonra, onların üzerine ayrı ayrı (zaman zaman, dönem dönem) âyetler, tufan, çekirge, kımıl zararlısı, kurbağa ve kan gönderdik. Buna rağmen kibirlendiler ve mücrim bir kavim oldular.” Ve azap üzerlerine geldiği zaman: “Ya Mûsa seni sahip kıldığı ahd hürmetine bizim için Rabbine dua et.Eğer bizden azabı kaldırırsan, biz sana mutlaka inanırız ve mutlaka İsrailoğullarını seninle beraber göndeririz.” dediler.  (Araf:133-134) Demek ki İsrailoğulları hemen gönderilmiyor, zorla alıkonuyor. “Ve (onlar): “Ey sihirbaz, senin Allah’a olan ahdin hürmetine, Rabbine bizim için dua et (bu azabı kaldırsın)! (O takdirde)gerçekten biz, mutlaka hidâyet üzere oluruz.” dediler. (Zuhruf:49) Fakat sözlerinde samimi değillerdi. “Fakat onlardan azabı kaldırınca, o zaman onlar (verdikleri sözleri) bozuyorlardı.” (Zuhruf:50) Yıllarca Hz. Mûsa ve Harun’a Firavun’un korkusundan çok az insan inanmıştı “Firavun ve ileri gelenlerinin kötülük yapmaları korkusu ile kavminin küçük bir bölümünden başkası Mûsa’ya iman etmedi. Çünkü Firavun, o yerde zorba bir kişi idi. O, gerçekten aşırı gidenlerdendi. (Yunus:83) Bu sıkıntılı süreç Hz. Mûsa’nın dualarına da yansımaktadır “Ve bizi, Senin rahmetinle kâfirler kavminden kurtar.” (Yunus:86) “Ve Mûsa şöyle dedi: “Rabbimiz, muhakkak ki Sen, Firavun ve onun ileri gelenlerine dünya hayatında ziynet (süs eşyası)ve mallar verdin. Rabbimiz, (o mallar) onları Senin yolundan saptırsın! Rabbimiz, onların mallarını mahvet, onların kalplerini sıkıştır. Artık elîm azabı görünceye kadar onlar, mü’min olmazlar.” (Yunus:88) (Allahû Teâlâ) şöyle buyurdu: “İkinizin duasına icabet edilmiştir. (Yunus:89) Bu icabeti Yunus 87’den şöyle okuyoruz: “Mûsa ve kardeşine vahyettik: “İkinizin kavmi için Mısır’a evler yapın ve evlerinizi kıble kılın ve salâtı ikame edin ve müminleri müjdele!” (Yunus:87) Dikkat çekicidir ki bu evler için kullanılan kelime ise dâr değil beyttir. Dolayısıyla yapılan bu evler, sadece içinde barınılan ev/dâr değil bir misyonu olan ve karargâha çevrilen evler/beytlerdir. Yıllar sonra Hz. Mûsa’ya Tâ-Hâ:77 ve Şuara:52’de “Kullarım ile gece yola çık” diye vahyedilir. Zira Firavun bir soykırım yapmayı planlamaktadır. “Bunun üzerine Firavun o yerden onların kökünü kazımak istedi. Biz de onu ve beraberindekileri hep birden boğduk. (İsra:103) Hz. Mûsa bu kıyımdan haberdardı ve gece yapacağı kaçış planında Firavun’un takip edeceğini de çok iyi biliyordu. “Ve Mûsa’ya kullarım ile gece yola çık. Muhakkak ki siz, takip edilecek olanlarsınız.” diye vahyettik. (Şuara:52) Hz. Mûsa önemli kararları vahiyle almıştır. Takip edilmek Hz. Mûsa’da bir korku/havf hissine sebep olmuştur. Takip edileceğini önceden bilen Hz. Mûsa’da bir tedbir alma düşüncesi gelişmiş olmalıdır. Yetişmesinden korkma ve endişe etme!”(Tâ-Hâ:77) Firavun’un yetişmesinden korkmaması gerektiği ifade edildikten sonra bir de neden endişe etme deniyor? Zira endişesi yaptığı mekanizmanın çalışmaması ve zamanlamayı tutturamaması olabilir. Ancak bu endişe hâli de yürüyüş esnasında zamanla sükûnete ve teslimiyete inkılâp ediyor. “Böylece güneş doğarken, onların peşine düştüler. İki topluluk birbirini gördüğü zaman, Mûsa’nın ashabı: “Gerçekten bize yetiştiler.” dediler.”(Hz. Mûsa’nın cevabı) “Hayır, muhakkak ki Rabbim benimle beraber, bana yol gösterecektir” dedi. (Şuara:60-63) Böylece kendinden ve Rabbinden emin bir şekilde net bir cevap veriyor. “O zaman Mûsa’ya: “Asanı denize vur.” diye vahyettik. Hemen deniz infilâk etti (feinfeleka). Böylece fırka/parça dik bir duvar (et tavdi) oldu.” (Şuara:64) Bu âyette Hûd 42’de Nuh kıssasındaki gibi dağlar (cibal)  gibi (dalgalar)kelimesinin kullanılmayıp tavdi/dik duvar kelimesinin kullanılması çok önemli bir detaydır. Zira yukarıda da söylediğimiz gibi buradaki yapı akan bir suyun bir engelle durdurulması demek olan bir barajdır. Tavdi günümüzdeki ismi ile tower; piramit gibi yaygın değil dik ve kesik yükselen yapılar için hâlâ kullanılır. Aynı zamanda buradaki yapı akan bir suyun bir  engelle, duvarla durdurulmasıdır ve bu düzenek sıradan olmalıdır ki Firavun ve askerleri oraya yaklaşabilsin. “Ve arkadakileri de oraya yaklaştırdık.”(Şuara:64) Doğal bir kaçış yolu açılacak ki arkadaki grup yaklaşsın. Fantastik bir olayda arkadaki grup denize yaklaşamaz, korkarak geri kaçardı. Bununla birlikte suya yaklaşan İsrailoğullarının da olağanüstü bir olayla karşılaştıklarına dair sözlerine yansıyan en ufak bir emare yoktur.

Firavun’un cesedi sudan çıkarılıp doğal bir ölüm gibi Mısır kaynaklarına geçirilip titizlikle mumyalanmıştır. Yunus:90–92. âyetlerden Firavun’un boğulurken Allah’a iman ettiğini, fakat Allah’ın onun imanını kabul etmediğini ve ona, cesedinin gelecek nesiller için ibret olmak üzere muhafaza edileceğinin söylendiğini öğreniyoruz. Firavun mumyalarından günümüze kadar en iyi muhafaza edilenin 2. Ramses’in mumyası olduğu bilimsel olarak da kanıtlanmıştır “Ve Mûsa’yı ve onunla beraber olanların hepsini kurtardık. Sonra diğerlerini boğduk. Muhakkak ki bunda gerçekten âyet (ibret, ders) vardır…” (Şuara:65-67)

Tarihi ve arkeolojik kayıtlardaki bu barajların varlığı da ileri sürdüğümüz tezimizi desteklemektedir. Şöyle ki dünyanın en uzun nehri uzunluğu 6.650 km olan Nil nehridir. Nehirde yağmur sularının fazla yağması sonucu sel baskınları, su taşkınları olmaktadır. Bu taşkınlar, nehrin hemen kıyısında yaşayan insanları tedbirsiz yakalayıp ölümlere, şehirlerin yıkılmasına ve harap olmasına sebep oluyordu. Hz. İbrahim’den önce bu taşmaları durdurmak için her yıl belli zamanlarda Nil’e bir bakire kız kurban edilirdi. Böylece tanrılar kızdırılmayacaktı ve taşkınlar olmayacaktı. Firavun, nehri kollara ayırarak ve bu kollara setler/barajlar yaparak bu taşkınların şehri yerle bir etmesini belli oranda engelledi. “Ve Firavun, kavmi içinde seslendi: “Ey kavmim, bütün Mısır benim mülküm değil mi? Ve altımdan akan bu nehirler? Hâlâ görmüyor musunuz?” dedi. (Zuhruf:51) Nil tanrısını dizginleyen en yüce Rab olduğunu iddia eden Firavun ‘’Ben sizin en ala en yüce Rabbiniz değil miyim?’’ (Naziyat:24) diyebilmiştir. Baraj kelimesi Fransızcadan dilimize geçmiştir ve engel anlamını taşır. Araplar baraja “sedd” derler. Bilinen en eski baraj, M.Ö.3000 civarında Ürdün’de yapılan ve 1970’te ortaya çıkartılan Jawa Barajı’dır. Mısır’da M.Ö.2650’de yapılan Sadd el-Kafara Barajı (Kâfir engeli seddi), Mısır’ın kuzeyinde Nil kıyısındadır. Barajın yeri Alman botanikçi G. Schwein Furth tarafından 1885’te keşfedildi. Baraj, su taşkınlarını önlemek ve su depolamak amacıyla yapılmıştı. Toprak ve kaya doldurularak 12 yılda yapılan barajın uzunluğu 110metre, yüksekliği ise 14 metreydi. Baraj gövdesinin dış yüzeyleri kireç taşından yapılmış bloklarla kaplıydı. Ancak, baraj tamamlanıp kullanıma açılamadan sel baskınları sonucunda yıkıldı. Barajı yapan köle işçilerle Mısır’daki karargâh evlerinde istikamet belirleyerek istişareler yapan ve tıpkı asâ ve sihirbazlar konusunda olduğu gibi uzun hazırlıklar yapan Hz. Mûsa barajın zayıf yanlarını ve toplu miktarda düşmanı bertaraf etme stratejisini geliştirmiş olabilir. (Allahualem). Hz. Mûsa ve İsrailoğulları baraj gölünü (bahr) tutan engeli (tavdi) bir infilak (yarma parçalama) ile zayıflatmış ve seddin üzerinde kuru bir yol açmıştır.(Tâ-Hâ:77)Firavun ve askerleri buradan geçerken zayıflayan set, Hz. Mûsa’nın ikinci müdahalesi ile (Duhan:24) tamamen yıkılarak Firavun ve askerleri akan su(yemm) ile (Zuhruf:40) etkisiz hâle gelmiştir. Bizim anladıklarımız bundan ibaret olup yine en doğrusunu Allah bilir.

79- Ve Firavun, kavmini dalâlette bıraktı ve hidayeti engelledi.

Bu âyet Firavun’un boğulma nedenini özetliyor. Firavun, halkını yoldan çıkarmış ve onların doğru yola dönmelerini de engellemiştir.

80- Ey İsrailoğulları! Sizi düşmanınızdan kurtarmıştık. Ve Tûr’un sağ tarafında sizinle vaadleştik ve size kudret helvası ve bıldırcın indirdik.

Hz. Mûsa’nın kılavuzluğunda zâlim Firavun’dan kurtulan İsrailoğulları emin belde olan Mekke’ye doğru yaptıkları seferde Tûr’un sağ tarafı ile anlatılan mikat sınırına girerken sağlam bir söz vermişlerdi. Ancak bu kulluk sözleşmesine çok kısa bir süre sonra ihanet edeceklerdir.

Menn sözlükte “bazı çöl bitkileri tarafından salgılanan tatlı ve sakızımsı bir madde” anlamına gelir.Bu kelime dilimize “kudret helvası” diye çevrilir. Ancak “menn” kelimesi aynı zamanda insana, elde etmek için bir çaba göstermeden lütuf ve ikram olarak bahşedilen şeyleri ifade etmek için de kullanılır. Yine menn, fidye almaksızın “esiri salıvermek”demektir. Zahmetsizce elde edilen her gıda için kullanılacağını sevgili Peygamberimiz’in “Mantar ‘men’ dendir.” sözünden anlıyoruz.

Selvâ ise, “bıldırcın”anlamı ile meşhûrdur. Bu kelime de sadece anılan anlamla sınırlı kalmayıp ayrıca “mahrumiyetten sonra insanı doyuran ve mutlu eden şey” manasına da gelir. Şu hâlde bu iki kelime deyimsel olarak, emek ya da çaba karşılığı olmaksızın Allah’ın insanlara kendiliğinden bahşettiği rızıkları ve nimetleri ifade etmektedir. Allah, önce onların bu kötü durumlarını ve ihtiyaçlarını giderdi ve sonra onlardan yapmaları gerekeni istedi. Bir kişinin karnını doyurmadan, temel ihtiyaçlarını karşılamadan, ondan sağlıklı bir kulluk beklemek yanlış olur.

81- Sizi rızıklandırdığımız temiz şeylerden yiyin. Ve onda sınırı aşmayın. Aksi halde üzerinize gazabım iner. Ve kimin üzerine gazabım inerse, artık o hevâsına düşmüştür.

Yüce Allah kullarına her zaman tayyibattan (maddî ve manevî temiz olanlardan) yemelerini ve haramlardan uzak durmalarını emretmiştir. (bkz Bakara 172)

Hevâ; maddî olarak çukur, uçurum, manevî olarak ise insanın şehvete meyletmesi, düşmesi demektir. İçinde bir şey olmayan boşluktur. Değersizliği ifade eden hava kullanımında olduğu gibi. Kur’an’ın baktığı yerden bakınca helal ve hijyenik olan besinlerden sınırı aşmadan tüketmek asıl olandır. Hevâsına tâbi olarak sırf zevk aldığı için haram-helâl demeden tüketmek, mutlaka dünyada ve âhirette yapana azap olarak dönecektir. Başkasına ait olan bir malı yemek veya insan vücuduna zararlı yiyecek ve içecekleri tüketmek mutlaka dünyevî bir zarar vererek âhireti hâviyeye yani derin ve dipsiz bir çukura çevireceği tehlikesi hatırlatılır.

82- Ve muhakkak ki Ben, tevbe eden ve imân eden ve sâlih amel yapanlar için mutlaka Ğaffâr’ım. Sonra onlar, hidâyete erdirilir.

Tevbe, hatayı bırakmak; iman, iyi olana inanmak; sâlih amel de bu inancın ispatlanarak imana dönüşmesini sağlamaktır. Ancak bu aşamalardan geçen, Allah’ın sürekli bağışına (Gaffar)mazhar olacaktır. Peki, Allah’ın henüz bu dünyada kullarını bağışladığının en büyük göstergesi nedir? Kulun hidayet üzere bir hayat yaşamasıdır. Zira “Sonra onlar, hidayete erdirilir.”

83- Seni, kavminden aceleyle getiren nedir? Ya Mûsa!

Hz. Mûsa İsrailoğulları’nın başına Harun’u yerine halef bırak­mış ve sırf Allah’ın rızası için ilk vahiy aldığı yere tabiri caizse ödevini yapmış bir talebenin heyecanı ile çıkmıştır. “Mûsa ile otuz gece vaad ettik ve onu on ile tamamladık. Böylece onun Rabbinin kararlaştırdığı zaman, kırk geceye tamamlandı. Ve Mûsa, kardeşi Harun’a şöyle dedi: “Kavmimde bana halef ol ve ıslâh et ve müfsidlerin yoluna tâbi olma!”(Araf:142) Hz. Mûsa’nın Allah’u Te’âlâ’nın sorduğu soruya cevabı şu olmuştur:

84- Dedi ki: “Onlar benim izim üzerindeler ve Rabbim ben, Senin rızan için acele ettim.” 

Hz. Mûsa İsrailoğullarını dışsal olarak değiştirmiş ancak içsel dönüşümlerini beklemeden onlardan ayrılmıştır. Dışsal değişimlerine bakıp onların da artık dosdoğru yolda olduğunu zannetmektedir. Ancak içsel devrim olmadan dışsal teslimiyet ve kabullenme sağlam bir imân değil sadece konjonktürel, güce boyun eğme anlamında basit bir teslimiyettir.(Bkz. Hucurat:14)

85- Dedi ki: “Muhakkak ki Biz,senin kavmini, senden sonra imtihan etmiştik ve Sâmiri, onları dalâlete düşürdü.”

Sâmirî kelimesi tıpkı Mekkî/Mekkeli, Rumî/Romalı kelimeleri gibi Sâmirli demektir. Buna göre “Sâmir” ya bir ülkenin, ya bir kentin, ya da bir kavmin (oymağın) adıdır. Ayrıca bu kelimenin “Sümer”kelimesinden bozulmuş olduğu ihtimali de vardır. Sâmirî kelimesi, Tevrat’ta “Sâmiriye” şeklinde geçmektedir. Ayrıca Sâmiri’nin, Filistin’de yaşayan Sâmire kabilesine mensup bir kişi olduğu belirtilir. Etnik ve dinsel gruplardan oluşan bu kabile, sonraları Sâmiriler olarak anılmıştır. Bunlardan küçük bir grubun, Filistin’de Nablus çevresinde hâlâ varlığını sürdürdükleri söylenir. Ayrıca Sâmiri’nin Kirmanlı veya Samerralı olduğu da bildirilir. Sâmiri, Hz. Mûsa’nın dinini benimseyen ve Mısır’dan çıkışlarında İsrailoğullarına katılan pek çok Mısırlı’dan biridir. Zira İsrailoğulları kavramı, Yahudiler tarafından olabildiğince kullanıma açık hâle getirildiği için yaygın olarak sanılanın aksine tek bir ırkı değil karma bir grubu ifade eder ve o dönemde mevcut Firavun yönetimine muhalif Mûsevilerin ortak ismidir.

Âyetteki imtihan süresini şu âyette ayrıntılı olarak okumaktayız: “Mûsa’ya otuz gece vaad ettik ve onu on ile tamamladık. Böylece onun Rabbinin kararlaştırdığı zaman, kırk geceye tamamlandı. Ve Mûsa, kardeşi Harun’a şöyle dedi: “Kavmimde bana halef ol ve ıslâh et ve müfsidlerin yoluna tâbi olma.” (Araf:142). Otuz geceye on gece daha eklenmesinin sebebi ve bu âyetin günümüze verdiği mesaj bizce şöyledir: Hz. Mûsa’nın kavmi tam inanmış bir kavim değildi. Bir ayı devirince imtihan/fitne başlamıştır. “Biz Mûsa ve Harun’a inandık, yerimizden yurdumuzdan çıktık, çölün ortasında bize kim yardım edecek?” duygusu ve terk edilmişlik psikolojisi, on günlük gecikmeyle sığınılacak bir put arama zeminini oluşturmuştur. Kişi bazlı din algısı; lider gidince kendi ayakları üzerinde duramayan, hep velisine muhtaç çocuk zihniyetine bir örnektir. Günümüzde bile evham ve suizanlar insanı sahte dayanakların tutsağı ederek insanın gücünü azaltmaktadır. Sâmirî, yaptığı put ile bu konjonktürü kullanarak efendisini arayan köle zihniyetlere ikinci Firavun olma hevesindedir.

86- Böylece Mûsa, kızgın ve üzgün olarak kavmine döndü. “Ey kavmim! Rabbiniz size, güzel bir vaadle vaad etmedi mi? Buna rağmen ahit süresi size uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizin gazabının üzerinize inmesini mi istediniz de vaadimi yerine getirmediniz?” dedi.

Âyette Hz. Mûsa, hem madde önünde nesneleşen kavmine kızgın, hem de Rabbine mahcup olduğu için üzgündür. Bu âyetten İsrailoğullarının imtihanının ahit süresi olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır. Ayrıca burada Hz. Mûsa örnekliği hem inançsal hem de siyasi/yönetimsel dersler barındırmaktadır.İnancı; şeyh, kutup, imam, gavs, veli, evliya, üstat gibi kişi odaklı algılayanların zamanla bölünüp parçalanma veya önder olarak gördüklerini putlaştırma riskleri vardır. Siyasette de tek kişilik yönetim şekilleri, her an istikrarsızlığı ve çatlak sesleri bastırmak için diktatörlüğe evrilebilir.İlkeli ve sistemli değil de kişi bazlı köle toplumlarda yöneticinin devrilmesi veya ölmesi ile oluşan yönetim zafiyeti çok kısa zamanda iç karışıklıklara ve dağılmalara sebep olmaktadır.

87- Dediler ki: “Sana sözümüzden kendi isteğimizle dönmedik. Ve lâkin bize, o kavmin ziynetleri yüklenmişti. Bu yüzden onları attık. Sonra Sâmirî de attı.”

Evzâr, “ağırlıklar, ağır yükler” demektir. Bunlara “ağırlıklar (evzâr)”deniliş se­bebi bunların hepsinin günah oluşlarıdır. Çoğul geldiği hemen her yerde “günah, vebal” anlamında kullanılmıştır. Peki, İsrailoğullarının bu günahı ne idi ki ondan kurtulmak istemişlerdi? Tevrat’taki anlatıma göre, İsrailoğulları Mısır’dan ayrılmadan hemen önceki günlerde Mısırlılardan altın,gümüş, eşya ve giysiler istemiş ve almış ama bu aldıklarını geri ödeme niyeti taşımadıklarından aslında Mısırlıları bir nevi soymuşlardır. Çöl hayatında ağırlıktan başka pek de işe yaramayan ziynet eşyalarını elden çıkarma eylemi “Kaldırıpattı.” anlamına gelen ‘kazefe’ fiiliyle ifade edilirken, Sâmirî’nin eylemi ‘’Almak için attı, bıraktı.’’ anlamına gelen ‘elka’ fiiliyle ifade edilmiştir.

88- Böylece onlar için böğüren bir buzağı heykeli çıkardı. Ve onlara: “Bu, sizin ilâhınız ve Mûsa’nın da ilâhı, fakat o unuttu.” dedi.

İcl, buzağı demektir. Bilindiği gibi, buzağı sığır yavrusuna denir. Huvâr kelimesi, Leys tarafından “boğa sesi” olarak, İbn-i Side tarafından “sığır, koyun, geyik ve havada uçanların sesi” olarak açıklanmıştır. Huvâr kelimesi, Lîsânül-Arab’da şöyle açıklanır: Avcı geyik yavrusunu yakalar, onu bir yere bağlar ve onun kulaklarını ovalar. İşte o zaman geyik yavrusu böğürür(bağırır). Bunu duyan yavrusunu kaybetmiş olan ana geyik, yavrusunun yanına koşar ve avcıya yakalanır.  (Lisanül Arab) Firavunlar eski Mısır inancında tapılan Apis öküzünün temsilcileri idi. Firavun’u bir Apis öküzü önünde diz çökmüş olarak resmeden hiyeroglifler günümüze kadar ulaşmıştır. Muhtemelen gözleri önünde ölen (Bkz. Bakara:50) Firavun’un veliahdının, yeni ilahın tekrar gelmesi arzusu böğüren bir buzağı heykeli yapmayla sonuçlanmıştır. Sâmirî bu mistik arka planı kullanarak onları aldatmış ve gelecek olan bakarayı kendi firavunluğuna gerekçe olarak sunacaktır. Yani güçlü bir efendi ve sahip arayanlara istedikleri verilmiş olacaktı. Bu bağlamda yönetilenlerin, insanlıklarını kaybederek aşağılık kompleksi ile yöneticilerini üstün görmeleri yöneticiyi daima firavunlaştırmaktadır.

89- Onlara sözle cevap vermediğini ve onlara zarar ve fayda vermeye sahip olmadığını hâlâ görmüyorlar mı?

Yüzyıllarca süren bir tutsaklıktan sonra, siyasî, iktisadî ve sosyal bağımsızlığına kavuşmuş olan bir halkın, geçmişin yozlaştırıcı ve olumsuz etkisinden bir anda kurtulması mümkün değildir. Atalar inancını körü körüne takip etmenin en büyük zararı, çok basit aklî kıyasları bile yapamayacak kadar körlük yaşamadır. Peki, bu duruma Hz.Harun müdahale etmemiş midir?

90- Ve and olsun ki Harun daha önce, onlara şöyle dedi: “Ya kavmim, siz onunla sadece imtihan edildiniz! Ve muhakkak ki Rahmân, sizin Rabbinizdir. Artık bana tâbi olun ve emrime itaat edin.”

Bu âyet, İsrailoğulları tarafından Hz Harun’a çalınan karaları temizlemektedir. Çünkü Tevrat’a göre İsrailoğullarını yoldan çıkaran Sâmirî değil, Hz Harun’dur. Bu âyette imtihan konusu olarak Hz. Mûsa’nın gecikmesi sonucu dönülen putperestliğe bir gönderme yapılmaktadır. Hz. Harun dönme olasılığını da “Rahmân, sizin Rabbinizdir.” Diyerek, Allah’ın merhametini vurgulayarak ifade etmiştir.

91- Dediler ki: “Mûsa bize dönünceye kadar, ona kendimizi sevgiyle bağlanmaktan asla geri durmayacağız.”

‘’Len nebreha’’ fiili istimrara (devamlılığa) işarettir. Yani “Bu işi asla bırakmayacağız.” demektir. ‘’Âkifin’’kelimesi bir şeye saygıyla yönelip ona bağlanmak anlamına gelen “u’kuf”kökünden gelir. İ’tikaf, Allah’a yaklaşmak amacıyla mescitlere kapanmaktır. (Rağıb)

Bu âyette ‘âbidin’ yerine ‘âkifin’ kullanılması ilginçtir. Burada put üzerinden eski köle yaşantılarına duydukları özlem,bir vefa gibi heykele gösterdikleri sevgiden anlaşılmaktadır. Akıl devre dışı kalınca sevgi ve duygular, insanı insanlıktan çıkaran çok saçma şeyler yaptırmaktadır.Ve yapılan bu çocuksu ısrarlar günümüzde de gözlemlenmektedir. Nostaljik duyguları depreştiren türbe, yatır sevgisi ve oralara duyulan saygı; sevenlerini ölen atadan bir şeyler isteme, ondan medet umma derekesine düşürmektedir. O türbe, yatır veya babalar, insana fayda ve zarar veremeyecek olsalar bile duygusallık insanın bunu görmesine engel olmaktadır.

Buradaki mesele Hz. Mûsa’nın varlığı veya toplumun peygambersiz kalması değildir. Zira Hz. Harun gibi bir peygamber zaten aralarındadır. Hz. Harun, Mûsa’nın dediklerinin aynısını yapmasına rağmen kavmi bunu bir bahane olarak kullanmıştır. Mesele kişisel değil ilkeseldir. Ancak Hz. Mûsa kızgınlık ve üzüntü ile geldiği için aklıselim düşünemeyerek Hz. Harun’a yönelip şöyle hitap eder:

92- Dedi ki: “Ey Harun! Onları dalâlette gördüğünde seni ne engelledi?”

93- Niçin bana tâbi olmadın? Yoksa emrime asi misin?

Burada suç Hz. Harun’un değildir. Yıllarca dikta rejimi ile yönetilmiş, sürekli başlarına vurularak sindirilmiş halkları bir anda özgür bireyler haline getirmek, onlara inisiyatif vermek, bu köle zihniyetteki, şahsiyet ve güvenleri tam gelişmemiş sürüyü her türlü ahlaksızlığı, kötülüğü yapmaya eğilimli hâle getirecektir. Hz. Harun’u ölümle tehdit edip onu güçsüz bırakmaları buna bir örnektir. (Bkz. Araf:150) Aynı zamanda yakın tarih bunun örnekleri ile doludur. Çözüm, tedrici bir eğitim süreci ile bireysel değişim ve dönüşümün ardından, kişiler üzerinden değil kaide, kural ve emirler üzerinden bir yönetime geçmektir. Aksi halde birey olmayı sindirememiş olanlar kendi başlarına buyruk, özgür düşünmeyi ve farklılığı düşman gören, tefrika budalası fırkaların oluşması kaçınılmaz olacaktır.

94- Dedi ki: “Ey annemin oğlu!Saçımı ve sakalımı çekip durma. Gerçekten ben, senin ‘İsrailoğulları arasında tefrika oluşturdun ve sözümü tutmadın.’ demenden korktum.”

Bu âyette geçen ‘’lıhye’’ sakal, ‘’ra’s’’ ise baş demektir. Türkçemizdeki saçımı sakalımı yolma manasında kullanılmıştır. Ferrakt fiili de tefrika(ayrılık) çıkarmak demektir. Hz Harun’un âyetteki ifadesi, ilk bakışta sanki tefrika çıkarmamak için kavminin altından buzağıya tapmasına göz yummuş olduğu anlamına geliyor gibi görünse de, A’râf sûresi’nin 150. âyeti böyle bir anlayışın doğru olmadığını göstermektedir. Zira orada bildirildiğine göre,Harun kavmi tarafından zayıf düşürülmüş, tabiri caizse eli kolu bağlanmış,hatta ölümle tehdit edilmek sûretiyle etkisiz hâle getirilmiştir. “Ve Mûsa, kızgın ve üzgün olarak döndüğü zaman onlara şöyle dedi: “Benden sonra bana ne kötü halef oldunuz. Rabbinizin emrine acele mi ettiniz?” Ve levhaları bıraktı.Kardeşinin başını tuttu. Onu kendine doğru çekti, (Harun) şöyle dedi: “Ey annemoğlu! Muhakkak ki; bu kavim, beni zayıf düşürdü. Neredeyse beni öldürüyorlardı. Artık benimle, düşmanlarımın yüzlerini güldürme ve beni, zâlim kavim ile beraber kılma.” (A’râf:150). Levhaları, yani âyetleri bir kenara koyarak yapılan fevri ve duygusal çıkışlar kişiyi yanıltabilmektedir. Ancak burada Hz. Mûsa kavmine dönmeden önce onları dalâlete düşürenin Sâmirî olduğunu bilmesine rağmen (Bkz. Tâ-Hâ:85) Hz. Harun’a böyle sert çıkması, kavme bir gözdağı verme niyetiyle olabilir ve bunda da başarılı olmuştur.

Özgürlüğü ve şahsiyet olmayı sindirememiş ilkel toplumlarda bazı otoritelerin tahakkümünü kaldırırsanız her kafadan bir ses çıkmaya ve bu tipin birbirini ötekileştirip düşman edindiğini görebilirsiniz. Günümüzde de geleneğin baskılama üzere kurduğu din algısı Kur’an ile kaldırılınca şahsiyet olmayı henüz başaramamış ilkel beşerler üzerinde tefrika ve parçalanmaya sebep olmaktadır. Bunun çözümü günümüzdeki diyanet veya bazı ilahiyatçıların savunduğu gibi şirk de olsa birlik beraberliği korumak olmamalıdır. Çözüm kişiden ziyade hastalıklı fikri tespit edip tedaviye yönelmektir.

95- Dedi ki: “Öyleyse ey Sâmirî! Senin söylemin ne idi?”

Hatb, “üzerinde konuşma yapılan mesele, mevzu bahis, söylem, asıl iş” demektir. Bu âyette söylem/hitap, düşünce ve fikrin dışa yansıması olduğundan, amaç Sâmirî’nin derdinin, niyetinin ne olduğunu anlamaktır. Eğer bu patolojik niyetin asıl sebebi anlaşılırsa, çözüm daha kesin ve hızlı bir şekilde üretilecektir.

96- Dedi ki: “Ben, onların görmediği şeyi gördüm. Resûl’ün izinden bir avuç aldım. Sonra da onu attım. Ve nefsim beni buna sürükledi.

Sevvele “sürüklemek, teşvik etmek” anlamına gelir. Bu kelimenin kökü nefsin çok fazla arzuladığı istek anlamına gelmektedir.

Eser kelimesi genellikle iz anlamıyla ele alınmış ve bunun “ayak izi” olduğu yönünde yorumlar yapılmıştır. Hâlbuki yukarıda 84. âyette yer alan Mûsa peygamberin konuşmasına dikkat edilirse, bu kelimenin “öğreti, risâlet, onlara tebliğ edilenler” anlamında olduğu görülür. Söylem, Hz. Mûsa’nın izinden gittiği, elçinin de bu puta inandığı söylemidir. 88. âyette Sâmirî bunu şöyle kullanır: “Bu, sizin ilâhınız ve Mûsa’nın da ilâhı, fakat o unuttu.” Burada yer alan “basartu” fiili, hem bir şeyi gözle görmeyi hem de onu zihnen kavrayıp iyice anlamayı ifade eder. Bu durumda Sâmirî, Hz. Mûsa’ya “Ben senin söylediklerinin bazılarının yanlış olduğunu anladım, halkın geri kalan kısmınında onları anlamadığının farkına vardım.” demek istemiştir. Zira Sâmirî, aşkınve görünmeyen bir Allah fikrine karşı çıkıyor, halkın görünen ve elle dokunabilen somut bir tanrıya inanması gerektiğini düşünüyordu. Sâmirî’nin cevabında sözü edilen elçi Mûsa peygamberdir. Müfessirlerin bir kısmına göre, İsrailoğullarının görmeyip de Sâmirî’nin gördüğünü ve izinden bir avuç toprak aldığını iddia ettiği elçi, Cebrail’dir. Bu görüşte olanlar, denizin yarılması veya Hz. Mûsa’nın dağa gitmesi sırasında Sâmirî’nin Cebrail’i at üzerinde gördüğünü, onun atının bastığı yerden bir avuç toprak alıp sakladığını, sonra bu toprağı yaptığı ve taptığı buzağı heykelinin hamuruna kattığını, böylece ses çıkaran bir heykel yaptığını söylemişlerdir ki bizce bu anlatım doğru değildir.Başta Ebu Müslim olmak üzere müfessirlerin bir kısmı ise, bu âyetteki elçi kelimesiyle, Hz. Mûsa’nın kastedildiğini belirtmişlerdir.

Günümüze almamız gereken ders çok önemlidir. Bu da, insanlar kendi görüşlerini ne kadar Kurân’ın âyetlerine, Resûl’ün izine dayanıyorsa dayansın bir din gibi çevresindekilere dayatmamaları gerektiğidir. Aksi takdirde, mutlaka her fırkanın bir Sâmirî’si ve her Sâmirî’nin sağa sola sataşan, hakaret eden, böğüren bir idolü peyda olacaktır.

97- Dedi ki: “Artık git! Doğrusu sen, hayat boyu ‘Bana dokunmayın!’ diyeceksin. Muhakkak ki senin için asla vazgeçilmeyecek bir vaad vardır. Ve ona, ısrarla kendini sevgiyle bağlandığın ilâhına bak! Onu mutlaka yakacağız. Sonra da elbette onu, toz haline getirerek savurup denize atacağız.”

Dikkat edilirse Sâmirî’ye dokunulmamıştır.Zira, asla şirkin dünyevî bir cezası olamaz. Ancak âyette hiç geçmemesine rağmen Sâmirî’nin bir anda cüzam hastalığına kapıldığı ve bu bulaşıcı hastalıktan dolayı ölene kadar onun yanına kimsenin yaklaşmadığı ve tedriç edildiği yazmaktadır. Kur’an her zaman inanç özgürlüğünü savunur. Kâfirun sûresindeki‘’senin dinin sana benim dinim bana’’ vurgusu bunu tesis içindir. Burada Sâmirî’nin ölene kadar inancından dolayı herhangi bir müdahaleye, baskıya uğramayacağı ifade edilerek aslında Hz. Mûsa’nın kişiyi değil onun düşüncesini hedefe koyduğunu göstermektedir. Şirk düşüncesi yaptığı put idi. Onu yakıp küllerini savuracağından bahseder. Aslında bu Hint kültüründe ve bazı uzak doğu kültürlerinde ölen birinin cesedinin yakılarak külünün Nil’e veya Ganj nehrine savrulmasına bir gönderme içerir. Yani ‘’Âciz ilahın kendini bile savunamadı ve bu şirk düşüncesi öldü.’’ mesajı İsrailoğullarına verilmiştir. Aksi halde kalpteki şirk kültürüne duyulan sevgi sönmeyecektir.

98- Sizin İlâhınız sadece Allah’tır ki, O’ndan başka İlâh yoktur. İlmi her şeyi kapsar.

İlmin genişliği aslında sahte ilahların veya onları yapanların akıbetlerini bile bilemediklerine bir âtıftır. Sadece Allah’ı ilah olarak kabul etmek kişiyi malın, servetin, gücün,alışkanlıkların önünde nesneleşmekten kurtarıp gerçek değerine ulaşmasında olmazsa olmaz bir ilkedir.

99- İşte böylece sana geçmişte olan önemli haberlerin bazılarını kıssa ediyoruz. Ve sana katımızdan bir Zikir verdik.

Kıssa, “izlemek”, “izi tâkip etmek” anlamına gelmektedir. Kehf 64 ve Kasas 11’de bu anlamda kullanılmıştır. Kıssa;daha çok bir haberi nakletme, bir olayı anlatma, hikâye etme demektir. Bu, Arapçada ‘kassa’ (hikâye etti) kelimesiyle ifade edilir. Anlatılan hikâye ve olaya da “kıssa” denilir. Kasas (anlatmak) ise, sözü ardı arkasına söylemek demektir Kıssa dilimize de girmiş bir kelimedir. “Kıssadan hisse” ve“bir kıssa bin hisse” gibi tabirler Türkçede sıkça kullanılır. “Kıssa“edebiyatta “hikâye” anlamında kullanılır. Hikâye ise, olmuş veya olması muhtemel olayları belirli birtakım noktaları ön planda tutarak atlamalı,parçacı anlatan edebiyat türüdür. Kurân’daki kıssalar, meydana gelmiş olayları anlattığı için masaldan farklı yaşanmış olaylardır. Zikir Kurân’ın bir adıdır.Hak ve hakîkati hatırlatmadır. Hak olandan yüz çevirme, bâtıla yönelme,yönelene bir vebal yükler.

100- Kim ondan yüz çevirirse,o zaman muhakkak ki o, kıyâmet günü bir yük yüklenir.

Kıyamet, kalkmak,dikilmek, doğrulmak ve dirilmek” anlamlarına gelir. Burada sorgulamak için dirilme manasında hesap gününü ifade eder. Vizr, yük, ağırlık,vebal, anlamına gelir.

Gerçeğe sırt dönmek aslında yalana yönelmektir. Böyle bir hayat yapanın omuzlarına sorumluluk, vebal yükleyen bir hayat geçirmesine sebep olacaktır.

101- Onlar, onun içinde hâliddirler. Ve kıyâmet günü yüklendikleri, onlar için ne kötüdür.

Yalanlarla dolu bir hayatın sonu vardır. Zira insan yaşlanır ve ölür; ancak âhiret azabında olan biri için yaşlanma ve ölme söz konusu değildir. Orada hâlin korunmasının anlamı, yüklenilen günah yükünün hafifletilmeden devamlı olmasıyla zaman geçtikçe yapanı ezen bir azaba dönüşmesidir.

102- O gün sûra üfürülür. Ve mücrimleri, mosmor kesilmiş olarak o gün haşrederiz.

Sûr, üflenerek çalınan ve korkunç ses çıkaran boru anlamına gelir. Bu ses, yıkım sûru olan ilk sûr değil, kalk sesi olan ikinci sûrdur. Zürkan, korkudan veya zayıflıktan dolayı gözlerin donup kalması, ağırlık altında zorlanma ile tenin kırmızı ve mavi arasında bir renk alması demektir. Bu durum Türkçede “mosmor kesilmek, kanı donmak, kanı tutulmak” deyimlerinde ifade edilmektedir. Burada ise işlediği suçların altında ezilen, korkudan dehşete kapılan mücrim resmedilmektedir. Manevî azab bir anda maddî bir azaba dönüşmektedir.

103- Onlar aralarında: “Sadece on gün kaldınız.” diye gizlice konuşacaklar.

İşledikleri suçların altında kalan mücrimler, toplandıkları mahşer meydanında kendi aralarında kabirde kaç gün kaldıklarını fısıltı ile konuşmaktadırlar. Zira anlamaya çalıştıkları bu yeni ortamda korkudan ses ve solukları da pek çıkmamaktadır.

104- Onların söyledikleri şeyleri Biz, daha iyi biliriz. Yol bakımından onlara örnek olan “Sadece bir gün kaldınız.” diyecek.

Bu kötü akıbete sürükleyen elebaşı onlara daha az kaldıklarını ifade etmektedir. Aslında onun verdiği süre de sadece bir zandır. Bu şaşkınlığın sebebi, dünyada iken suçluların hesabı yalanlamaları yada uzak bir ihtimal olarak görmeleridir. Yaptıkları suçlarda elebaşı olanlar bunu dünyada uzak görürken, âhirette tam tersine yakın bilip yaşayacak ve çevrelerindekilere böyle anlatacaktır. Aslında mezarda ne kadar kalındığına dair doğru olan, ölümden son saatin kopup yeniden dirilişin olacağı mahşer gününe kadar geçen uzun zamandır. İşte ilgili âyet: “Ve o saatin geldiği gün, mücrimler bir saatten fazla (mezarda) kalmadıklarına yemin ederler. İşte böyle döndürülüyor. Ve ilim ve imân verilenler: "And olsun ki Allah’ın kitabındaki diriliş gününe kadar (mezarda) kaldınız." dediler.  (Rum: 55-56) Asıl hakîkat bu iken ölenlere mezardaki bekleme süreleri ya bir saat, ya bir gün, ya da on gün gibi görece ama hakîkate göre çok kısa zamanlar olarak gelmektedir. Bunun sebebi, zamanın ölüm ile algılanamamasıdır.Uyuyan birini kaldırıp gözünü açmadan kaç saat uyuduğunu sormak gibidir. Bozuluş ve oluştaki büyük zamansal süreçleri insanlar çok kısa algılayacaktır. “Ve semaların ve yeryüzünün gaybı Allah’a aittir. O saatin emri ancak göz kırpmak kadar veya ondan daha hızlıdır. Muhakkak ki Allah, her şeye kâdirdir.” (Nahl:77) Allah’ın hesabı seri sorması ile alâkalı bkz. Mumin:17, İbrahim:51

105- Ve sana dağdan soruyorlar. O zaman onlara hemen de ki: “Rabbim onları savurup atacak.”

Kur’an’ın bir bölümü sorulan sorulara ait âyetler barındırır. Kur’an; önemli-önemsiz, ciddi-gayrı ciddi veya alay niyetli bile olsa hiçbir soruyu cevapsız bırakmamıştır. Zaten “fekul, söyle!” emrinin başındaki “fa” harfi, ceva­bın derhal verilmesi, ertelenmemesini ifade etmekte olan takip eda­tıdır.

Bu âyetlerden mahşer meydanındaki o toplanma ve tüm insanların bir araya gelmesi ile ilgili u ade etmekte olan takip eda­tadüzlüğün nasıl olacağı, yüksek ve oynamaz dev kütleli dağların buna engel olacağı şeklindeki basit soruya bile cevap verilmiştir. Son saatte dünyamıza dev bir asteroit veya kuyruklu yıldızın çarpması sonucu oluşacak olan depremlerden Zilzal sûresinde bahsedilmiştir. Çok şiddetli depremlerle yer üstüne çıkan lavlar, tekrar inşa için dünyanın üzerindeki tüm coğrafî şekil ve oluşumları sıfırlayacaktır.

106- Böylece onu boş bir düzlük olarak bırakacaktır.

Cevheri, âyette geçen “kâ’an” kelimesinin dümdüz olan yere denildiğini söyler. Ferrâ “Bu kelime suyun biriktiği ve kuruması ile oluşan düzlük de­mektir” der. Kelbî’ye göre bu kelimenin mânası bitkisiz yer demektir. Üçü de doğrudur. Zira yer kabuğunun parçalanması sonucu bu üç hâl de gözlemlenecektir.

107- Orada eğrilik ve tümsek görmezsin.

Bu kozmik sonun mutlak bir “yok oluş” anlamına gelmediğini gösteren başka bir âyette “O gün yer başka bir yere,gökler ise (başka bir göğe) dönüştürülür.” (İbrahim:48) Var olanın yok olması değil, değişim ve dönüşümü söz konusudur. Gelecek ile alâkalı bu kadar net veilmî veriler ortaya koyan bu âyetler, maalesef tarihin bazı döneminde cildin pürüzsüzlüğü için siğil tedavisinde bile kullanılmıştır.  Siz ne kadar derin bilgi verirseniz verin muhatabın algıladığı kadar tesir edebilirsiniz. Tıbbî, ilmî sebeplerin peşine düşme yerine âyetleri uzuvlara okuyup üfleme ile şifa arama buna tipik bir örnektir.

108- O gün, kendisinde eğrilik olmayanlar çağırıcıya tâbi olurlar. Rahmân’a karşı sesler saygıyla kısılır. Bu yüzden ayak sesinden başka bir şey işitmezsin.

Burada yer alan “lâ’ivece lehu” ibaresi, çağıranın/davetçinin sıfatı olabileceği gibi,çağrılanların durumunu belirten bir cümle de olabilir. Biz çağırılanların sıfatı olarak anlıyoruz. Zira bir sonraki âyette şefaati hak eden cennetliklerden bahsedilmektedir. İbn Abbas, Hasan el-Basrî, İkrime ve İbn Zeyd ‘’hems’’ kelimesinin anlamından hareketle âyetin, “Ayakların basması,yeri çiğnemesi, yani ayakların çıkardığı yürüme seslerinden ve mah­şere gelişlerden başka ses duymazsın.” anlamına geldiğini söylemişlerdir. Biz de aynı kanaatteyiz. Herkes derin bir saygı ile merhametin kaynağı olan Rahmân’ın huzurunda toplanacaktır. (Buradaki davetçi için bkz. Yunus:25 Enfal:24)

109- O gün, Rahmân’ın kendisine izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasına şefaat fayda vermez. 

Hatırlanacak olursa, bu âyetin bir benzeri de Meryem 87’dir. “Rahmân’ın katında, ahitleşenden başkası şefaate sahip olamaz.” Rabbimizin her iki âyetinde yer alan istisna cümlelerinden anlaşılan odur ki, iman eden ve sâlihatı işleyenler dışında hiç kimse şefaat beklentisinde olmamalıdır. Kulluk sözünde duranlardan Rahmân razı olmuş,cennete girmeleri için onlara izin verilmiş, yani şefaat edilmiştir. Kur’an’a göre şefaat, sadece Allah’ın yapabileceği bir tasarruftur. İnkârcı müşrikler ise, bu tasarrufu Allah dışındakilerden de beklediklerinden bu âyetler sürekli olumsuz cümle kalıplarıyla gelmiştir. Kur’an’da Hz. Muhammed’in ümmetine şefaat edeceğinden değil,ümmetinden şikâyet edeceğinden söz edilmiştir. (Bkz. Furkân:30) Peki neden Allah’tan başkası şefaat edemez? Zira…

110- Onların önündeki ve arkasındakileri O bilir ve onu, onlar ilim ile kuşatamaz.

İhata, kuşatma demektir. Bu kelime cisimler için kullanıldığı gibi ilim, güç ve kudretle kuşatmayı da ifade eder. Allah’ın el-Muhid diye bir esması da vardır. Her şeyi kuşatan, ilim, kudreti ve sıfatlarıyla varlığı kuşatan demektir. “Önlerindeki, arkalarındaki ile kuşatamazlar.” daki zamir­ler şefaatçilere aittir. Yani yüce Allah bu şefaatçilere, ibadet edenlere, onların hiçbir şeyi bilmediğini açık bir şekilde ifade etmiştir. Allah dışındaki hiçbir güç, kişi, otorite kulların geçmiş ve gelecek hâl ve günahlarını bilemez. Bu sebeple hiçbir güç bu ilme ulaşamayacağı ve kulların yaptıklarını bütünü ile kuşatıp kavrayamayacağı için Allah’tan başka şefaatçi olamaz.

111- Yüzler Hay ve Kayyum olana boyun eğdi. Ve zulmü yüklenenler heba oldu.

Vücûh/yüzler kelimesi insanlardan kinayedir. Zira Araplarda güç kast edilecekse el/eyd, zat kast edilecekse yüz/vech, söz kastediliyorsa ağız/fem kullanılır. El-Hay, mutlak diri, ebedî hayat sahibi, her canlıya hayat veren demek iken; el-Kayyum, varlığı sevk ve idare eden, varlığın ayakta olması idaresine bağlı olan demektir. Hayatımızı bize veren el-Hay olan Allah, bu imkânı doğru kullanmamız için bizi Kayyum esması gereği yönetir. Bu yönetime razı olmayanlar sâlih amel ve sulh yerine zulüm üreterek ağır bir vebal altına girer. Bu bağlamda Allah’tan başka şefaatçi aramak o sahte şefaatçilere Hay ve Kayyum muamelesi yapmaktır. Bu da ne yazık ki en büyük zulüm olan şirk ile sonuçlanır.

112- Ve kim inanarak sâlih ameller yaparsa, artık zulüm ve haksızlıktan korkmasın.

Allah cehennemliklere bile zulmetmediğini,onlara dahi haksızlık edilmeyeceğini defaaten Kur’an’da bildirir (Bkz. Hud:101, Zuhruf:76). Bu âyet ise ilahî yargılamanın olduğu âhiretten ziyade dünyaya bakan bir mahiyete sahiptir. Topluma faydalı işler olan sâlih ameller yapanlar ortak ıslâhı yükselterek zulmü azaltıp kişiler arasındaki haksızlıkları da en aza indirmiş olurlar. Rabbimiz bu konudaki sünnetini açıklamaktadır. Zulmün ve haksızlığın panzehiri; inanarak güven duygusu ile ıslâh edici, barışı güçlendirici eylem ve söylemlerde bulunmaktır. Bu dediklerimizden inanarak insanlığın yararına işler yapanların haksızlığa uğramayacağı gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Âyet onların âhiret bilinci ile zâlimin zulmünden ve ölümden korkmayacağını ifade etmektedir. Zaten Firavun’un sihirbazları üzerinden verilen temel mesaj da budur. İman, insana güç veren(Âli İmran:139), onu her durumda destekleyen (Enfal:19) bir özelliğe sahip olmalıdır. Eğer inancınız gereği insanlığın faydasına işler yapmanıza karşı hâlâ farklı şeylerden korkuyorsanız burada imandan söz edilmez. Gerçek iman sadece ve sadece Allah’tan korkan, çekinen yiğitlere nasip olan bir mertebedir. 

113- Ve böylece Kur’ân’ı apaçıkolarak indirdik ve onda vaad edilenleri türlü biçimlerde ifade ettik. Umulur kitakvalı olurlar veya onlar için bir hatırlatma olur.

Arap, kelimesi çölde,açıkta yaşayanlar demektir. Arapça ise kırsalın sade anlaşılır dilidir. Ayet birlisandan çok bedevinin bile anlayacağı apaçık bir mesaj gönderildiğini ifadeeder.

Sarf, bir şeyi bir hâlden başka bir hâle çevirmek veya onubaşkasıyla değiştirmektir. Kinaye olarak “açık-seçik or­taya koymak, beyan etmek, tekrar etmek, türlü biçimlerde,farklı yönleri ile ifade etmek” mânalarına da gelmektedir. (Bkz. Furkân:19)Ayette insanların konuştuğu bir lisan olan Arapçadan ziyade anlaşılırlık kastıvardır. Arap kelimesinin lügat manası olan açık manasında meallendirilmiştir. (Bkz.Şuara:195) Bu bağlamda Kur’an’ı anlamak isteyen herkes âyetleri kendi anadilinde okumalıdır ki muttaki olmayı ve hatırlatmalarla muttaki kalmayıumabilsin. 

114- İşte Hakk ve Melik olan Allah’u Te’âlâ’dır. Ve Kurân’ın sana vahyinin tamamlanması için acele etme. Vede ki: “Rabbim, ilmimi artır!”

Kur’an’da Allah’ın yüceliğini dile getirmek için kullanılan kelimelerden biri de, “te’âla” fiilidir. Bu fiil, “Allah’ın, insan tasavvurunun tahayyül edeceği her şeyin ötesinde ve üstünde olduğunu bildirir. Tefeul formunun getirilmesi mübalağa içindir. Allah ismi anıldığı zaman, halk arasında hürmet ve tazim için söylenen Arapça “cellecelaluhu” ifadesi Kur’an’da hiç geçmemektedir. Allah’ın kendini övdüğü gibi ona tazimde bulunmak çok daha doğru bir tasavvur inşa edeceğinden, hak olan İslam dinini Kur’an dili ile ifade etmek son derece önemlidir. 

El-Hak, mutlak gerçek, hakîkatin eşsiz ve benzersiz kaynağı demektir. El-Melik, mükemmel yönetici, idaresinde eşsiz ve benzersiz olandır. 111. âyette Hayve Kayyum burada ise Hak ve Melik esmaları bir hikmete binaen kullanılmıştır. Hay ve Kayyum esmasından önce yeniden diriliş, hayat bulma ve kulların sevk ve idaresi anlatılırken bu âyette gelmeden önce iman, sâlih amel ve Kur’an’ın hak hükümleri, vaatleri ile kulların yönetilmesi anlatıldığı için bu esmalar mucizevî bir uyum ve sıralanışa sahiptir. İlkinde hayat ve ölüm ile yaşam üzerinden bireysel yönetim,burada ise hak ve sorumluluklarla toplumsal yönetim söz konusudur. Bireysel yönetimde Hay ve Kayyum, toplumsal yönetimde Hak ve Melik. Te’âlâ ile olan bağlantısı nedir? Kendini hakîkatin yönetimine teslim eden yücelecektir. Rabbim ilmimi arttır deyince ilim artar mı? Hayır. Peki bu âyette ilmin nasıl arttırılması anlatılmış mıdır? Evet. Yükselmek ve yücelmek zaman isteyen bir süreçtir. Vahyin zamana yayılarak parça parça inzal olmasının hikmeti de budur. “Ve hakîkati örtenler dediler ki: “Kur’an ona, bir defada toplu olarak indirilse olmaz mıydı?” Oysa ki onu senin idrakine tespit etmemiz için, ağır ağır tertipledik.” (Bkz. Furkan:32) İlminin artmasını isteyenler her şeyi bir an önce öğrenmek yerine zaman içinde hakîkati farklı yönleri ile görüp hayatını onunla şekillendirmeli ve hakîkatin ışığında hayatını yönlendirmelidir. Taha 83. âyette kavminin değişim ve dönüşümünü beklemeden vahiy almaya gelen Hz. Mûsa üzerinden Hz. Muhammed’e de verilen mesaj bu âyette net bir şekilde kendini göstermektedir.

115- Ve and olsun ki daha önce Âdem’le de ahitleşmiştik, fakat o unuttu ve onu azîmli bulmadık.

Ahd; söz vermek, emir, talimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülük,itimat veren söz, yemin, misak, bir şeyi korumak anlamlarına gelir. Bir şeyiher durumda koruyup gereğini yerine getirmek demek olan ahitte hem yemin, hemde kesin söz verme anlamı vardır. Yemin, ahdin dinî ve kutsî yönünü; söz vermede ahlâkî yönünü teşkil eder. Âyette geçen ‘ahidnâ fiili’ “vahyini, mesajlarını ulaştırmak” anlamında yapılan ‘gönüllü sözleşme’ şeklinde anlaşılmalıdır. Zira Allah’ın elçiliği zorla gerçekleşen bir görev değil, bir tekliftir. Bu teklifin kabul edilmesi Allah’la yapılan ahittir. Bu ahdin temeli Allah’ın emir ve yasaklarına öncelikle resûlün uymasıdır. Hz. Âdem’in ‘yasak ağaca’ Allah’ın “Yaklaşmayın!” demesine rağmen yaklaşması bu ahdin tek taraflı bozulması manasındadır.

El-‘azm kelimesi, “kararlılık, sebat ve ısrar” demektir. Risâlet; sorumluluk, kararlılık ve sebat isteyen meşakkatli bir görevdir. Bu nedenle teklifin kabulünden ziyade,gerekliliklerini yerine getirmek zorlayıcı olmaktadır. Hz. Muhammed’in resûl seçilme sebeplerinden biri de kararlı, yani azîmli bir karakterde olması idi. (Bkz.Kalem:4) Şimdi Hz. Âdem’in kıssası bize özet olarak anlatılacaktır.

116- Ve meleklere demiştik ki: “Âdem’e secde edin!” Hemen secde ettiler. Ancak İblis yanaşmadı.

Melâike, melek kelimesinin çoğuludur. Arap dil bilim uzmanları “melek” sözcüğünün kökeni ile ilgili olarak “kuvvet, yönetim gücü” anlamındaki “melk” kökünden türemiş olduğunu söyler. “Mim” ek olmayıp sözcüğün aslındandır. “Mülk, milk, mâlik ve melik” sözcükleri de bu kökten türemiş ve anlamlarını da bu kökten almıştır. Meleğin bir şeyi yönetmekle görevli güçler olduğunu söyleyebiliriz.

Secde, bir anlamda üstün bir varlığın önünde, onu büyüklemek ve kendini o varlığın karşısında küçük görmek üzere saygıdan eğilmektir. Sihirbazların Hz. Mûsa’nın önünde eğilmesi, meleklerin Hz. Âdem’in önündeki secdesi gibidir. Secde kelimesinin ilk ortaya çıkışı, “devenin sahibini üstüne çıkarması için boynunu eğmesi” ve “meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli olarak eğilmesi” anlamındadır. Günümüzde ise secde denince ilk olarak, namazın erkânından olan ve ibadet kastı ile alnın yere konulması şeklinde yapılan eylem akla gelmektedir. Dolayısıyla da secde etmek eyleminden“ibadet etmek” anlamı çıkarılmaktadır. Hâlbuki secde kelimesinin esas anlamı,boyun eğmek, itaat etmek demektir. İbadet ve saygı için alnın yere konması ise,itaat ve boyun eğmenin sadece bir simgesidir. “Harrû sücceden” ifadesi bu saygının yere kapanarak yapılmasıdır ki Kur’an’da da geçer. “Onlara, Rahmân’ın âyetleri okunduğu zaman secdeye kapanır ve ağlarlar.” (Meryem:58) Râzî, Âdemoğlu’nun emrine amâde olan meleklerin özellikle “yeryüzü melekleri”olduğunu söyler. Hz. Âdem’in yeryüzünün halifesi olabilmesi için yeryüzünün güçlerinin/meleklerinin kendisine boyun eğmesi gerekmektedir. Bu güçlere yani tabiat kanunlarına boyun eğdirmenin tek yolu da ilahî bilgi ile donanmaktan geçer. Kur’an bu bilgiye hayata anlam ve amaç katan ‘rûh’ demektedir.

İblis; hayırsız olan,zarara uğrayan, iflas eden, şaşkınlığa düşen mânalarına gelmektedir. İblis kelimesi Kur’an-ı Kerim’de 11 yerde geçer. İblis tıpkı Âdem gibi özel/sembol bir isimdir. Kim kötülüğe hizmet eder şeytanî duygu ve düşüncelere boyun eğerse ona kul olmuş demektir. Bu hâlin sürekliliği insanı da iblisleştirecektir. Ya beşer ilahî bilgi olan rûhu kullanıp yeryüzünün halifesi olacak ya da insana boyun eğmeyen güce/şeytansı duygu ve düşüncelere boyun eğerek iblisleşecektir.

İnsan, kendisinde var olan akıl,irade, bellek, dikkat, merak, korku, düşünce gibi zihinsel melekleri (güçleri)arasında, sadece İblis üzerinde tam kontrole sahip değildir. Yani İblis; bilinçdışı, insanın kontrol edemediği bir unsurdur. Bu iki unsur ne yazık ki zamanla ilahlaştırılmıştır. Eski İranlılar iki tane ilahın varlığına inanırlardı.Birine iyilik tanrısı Yezdan; ötekine de kötülük tanrısı Ehremen (şeytan)derlerdi. Kur’an, İblis’i de yoldan çıkaran şeytanî duygu ve düşüncelerinden bahsederek şeytanın/kötülüğün bir tanrı değil, bir düşman olduğunu şöyle ifade eder: ‘’Ey Âdemoğulları! Ben, sizlerden şeytana kul olmayacağınıza dair ahd almadım mı? Muhakkak ki o, size apaçık bir düşmandır.’’ (Yasin:60) İblis, şeytanî vasıfları üzerinde bulundurarak karakter hâline getiren sembol isim iken; Âdem, ilahî bilgi ile meleklere boyun eğdiren ilk adamdır.

117- Böylece dedik ki: “Ey Âdem! Muhakkak ki bu, sana ve zevcene düşmandır. Sakın ikinizi cennetten çıkarmasın. O zaman şâkî olursunuz.”

‘Ragıb, “adüv” kelimesini,başkasına zarar vermek için fırsat kollayan, onun iyiliğine olan işlerin tersini yapmaya çalışan kimse şeklinde tanımlar.

Cennet kelimesinin esas anlamı, yeşili ve ormanı toprağı örten, sulak arazi parçası demektir. Bu kelime bitki örtüsünün yoğunluğu ile içinde yaşayanları ve toprağı örten mânasında “c-n-n”kökünden türemiştir. Ağaç­larla örtülmüş bahçe ve bostan manasında yeryüzü bahçesi olarak Kalem 17, Kehf 32–40, Sebe’ 15–16 ve Bakara 265’te ve daha birçok âyette de bu anlamda kullanılmıştır. Diğer taraftan, âhiretteki yaşam alanlarına da Kur’an genel isim olarak cennet demektedir. Kur’an âyetlerinde verilen bu açıklamalara göre, âhiretteki cennet öncelikle ebedîlik yurdu olup nimetleri tükenmez. Ayrıca orada boş lâkırdı, yalan, kandırma, günaha girme olmadığı gibi, herhangi bir şeyin yasaklanması da söz konusu değildir. Oysa Âdem’in yerleştirildiği cennette/bahçede her şey geçicidir ve Âdem orada yasaklarla imtihana tabi tutulmuştur. Bu bahçenin dünya bahçesi olduğunun delili hem bunlar hem de Bakara sûresindeki “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım.” ifadesidir. Ayette ahiret cennetinde bir halife denmemekte yeryüzü ifadesi yoruma mahal bırakmayacak kadar açık bir şekilde kullanılmıştır. Aynı zamanda âhiretteki cennette, öncelikle yaşlanma olmadığı için kimse ebedî yaşama vaadine kanmazdı. Ayrıca âhiret cennetinde yasak ve imtihan olmadığı için cennetliklerin günahsızlık manasındaki melek olma isteği de olmazdı. Zira cennette müminlere melekler hizmet edecektir. Şeytansı duygu ve düşüncelerin cennete girmesi mümkün olmadığından bu cennet kesinlikle dünyadaki has bahçedir.

Buradaki şekavetten maksat,bedenin zorluk çekmesidir. Çünkü Rabbimiz bunu takip eden âyetlerde “Cennette acık­mayacaksın ve güneşin hararetine maruz bırakılmayacaksın” demektedir.

118- Muhakkak ki senin için orada acıkmak ve çıplak kalmak yoktur.

Bu sık orman, insanın ihtiyacı olan tüm besinleri karşılamaktadır. Zaten Hz. Âdem dönemi toplayıcılıkla hayatın idame edildiği bir dönemdi. Bu nedenle verimli bir bölgeye sahip olmak çok hayatî bir önem taşımaktadır. Allah ilk insandan son insana kadar verdiği nimetleri Kur’an’da sürekli hatırlatmaktadır. Çıplak kalmamak, güneşin yakıcı etkisinden korunmak, zaten bir sonraki âyette sıcaktan rahatsız olunmayacağı ifadesi ile açıklanmıştır.

119- Ve muhakkak ki sen, orada susamazsın ve sıcaktan rahatsız olmazsın.

Su kaynaklarının kolay ulaşılır bir yerde olması ve sık ağaçların etkisi ile yaşanılır bir ortam sağlanmaktadır.Kendi cennetinden/bahçesinden mahrumiyet, şekavet denen bedenî sıkıntıları ve dar bir geçimi (maîşeten denkâ) beraberinde getirecektir. (Bkz.124)

120- Böylece şeytan, ona vesvese verdi. Dedi ki: “Ey Âdem! Seni, ölümsüzlük ağacına ve sona ermeyen bir mülke ulaştırayım mı?

Buradaki vesvese alçak bir sesle,fısıltı ile gizli bir düşünceyi aşılamaktır. Dikkat edilirse Hz. Âdem’e vesvese veren İblis değil, şeytandır. Bu ifadelerden dolayı şeytanın duygu ve düşünceye tekabül eden bir sıfat olduğunu net olarak ifade edebiliriz. İblis ise bu şeytanî duygulara uyan, mahiyeti bize gayb olan bir varlıktır. Bu bakış, bağlamın ilahî akışına uyması, konunun ayakları yere basan gerçek bir kıssa olması bakımından önemlidir. Aksi hâlde bu kadar detaylı anlatımlar hâşâ bir masaldan,farazi misallerden öte geçemeyecektir.

Hz. Âdem’in iki tane zaafı vardır. “Rabbiniz sadece “iki melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz” diye bu ağaçtan sizin ikinizi menetti.” (A'râf:20) Bu zaafı kullanarak ortaya atılan görüş şu ölümsüzlük ağacına ve sona ermeyecek bir mülke ulaştırma iddiasıdır. Bu has bahçede Hz. Âdem hastalık ve yaşlanma ile karşı karşıya olmasaydı ölümsüzlük ile kandırılmazdı. Aslında bu insanoğlunun en temel zaafıdır. Daha fazla malı biriktirmenin onu ölümden kurtaracağı ve bu dünya imtihanının hiç bitmeyeceği zannına düştüğüne âtıfla şu ilkeyi hatırlayalım: “Malının onu hâlid kılacağını hesap eder.” (Hümeze:3)

Tüm özgürlükler başkasının özgürlük alanında sonlanmalıdır, yoksa birlikte yaşamak mümkün değildir. Hz. Âdem dönemi bu nedenle fesât ve ifsâdın olduğu, kanın döküldüğü bir dönemdi. ''Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım.” demişti.(Melekler de): “Orada fesât çıkaran ve kan döken birisini mi (Halife)kılacaksın? Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz.” dediler. (Rabbin de): “Muhakkak ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurdu. (Bakara:30)Yeryüzünün halifesi olacak olan insanın sosyal yaşamda hak ve hukuka dikkat etmesi, eski orman kanunlarını yani kimin gücü kime yeterse zihniyetini bir kenara bırakması gerekmektedir. Bunu yapmazsa zayıf düşüp mahrumiyet yaşayacaktır.

Yeryüzünün halifesi olma önündeki engeller Hz. Dâvut örneğinde şöyle ifade edilmiştir. “Ey Dâvut! Muhakkak kiBiz, seni yeryüzünün halifesi kıldık. Bunun için insanlar arasında hak ile hükmet!” (Sad:26) Beşerî isteklerin şeytansı olanları, insanın hevâ ve hevesleridir. Bu istekler belirli ölçüde meşrû iken, fazlalaşması insanlar arasındaki adâleti bozan bir sistem doğurur. Zira nefsin istekleri sonsuz iken, dünyadaki imkânlar sınırlıdır. Halife olan insan sınırlı imkânları tüketmek değil, onları üretmek ve imar ile sorumludur. Aynı zamanda Hz. Âdem döneminde başka beşerler de vardır. Hz. Âdem bunlar içinden seçilmiştir. Tabiî ki elçi seçilmeden önce eski alışkanlıkları giderilip terbiye edilmelidir. “Allah birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem'i, Nûh'u, İbrâhim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. Allah Semi’dir. Âlim’dir.” (Âli İmran:33) Hz.Âdem’e bu ortamda öğretilmesi gereken en öncelikli ders yerleşik hayata geçmesi ile birlikte yaşamanın olmazsa olmazı olan mülkiyet hakkıdır. Hz. Âdem cennet varî bir bölgede eşi ile yaşayarak göçebe/toplayıcılıktan yerleşik hayata geçmiştir.Bu alanın bir sınırı vardır, o sınır da yasak ağaçtır. Kendisine o kadar imkân verilmesine rağmen, başkasına ait bu ağacı da istemesi insanoğlunun açgözlülüğüne bir âtıftır. “Ve ey Âdem! Sen ve zevcen cennette yerleşin. Sonrada, dilediğiniz yerden yiyin ve bu ağaca yaklaşmayın. O zaman zâlimlerden olursunuz.” (A'râf:19) Eğer kendilerine ait olmayan bu maldan yerlerse onu izinsiz gasp etmiş ve komşularına da zulmetmiş olurlar. Mülkiyet hakkına riayet etmemek başkasının imkanını gasp etmek dolaylı olarak kişinin birlikte yaşama nimetini kaybederek, kendine zulmetmesi ile sonuçlanır.İkisi şöyle dedi: “Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, şâyet Sen bize mağfiret ve rahmet etmezsen, biz mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz.” (A’raf:23)

121- Bunun üzerine ondan yediler. Böylece ikisinin de örtülen yerleri kendilerine açıldı. Cennet yapraklarından üzerlerine örttüler. Ve Âdem, Rabbine âsi oldu, böylece azdı.

Dikkat edilirse Âdem ‘isyankârdı ve azgındı’ yerine ‘âsi oldu ve azdı’ denilmiştir. Bu önemli bir ayrıntıdır ki düşülen durumda sürekliliğin olmadığına işaret eder. Ğava,kullanımı yoldan çıkmak veya şaşırmak demek değildir. Bu manalar olsa olsa dolaylı manalarıdır. Zira Necm 2’de dalâlet olan şaşırma/yoldan çıkma ile ğava/azma kelimeleri aynı cümle içerisinde kullanılmıştır. “Arkadaşınız dalâlete düşmedi ve azmadı.” (Ayrıca “ğava” ile alâkalı bkz. Kassas:63) Bizim açımızdan bakınca peygamberler günahsız görülebilir, ama Allah tarafından bakınca günahsız kimse yoktur.

Cennet sayesinde açlık, susuzluk ve çıplaklığa maruz kalmıyorlardı. Ancak cennetten/bahçeden mahrumiyet,savunmasızlık manasında örtülerini yitirmeleri şeklinde mahrumiyeti ifade etmektedir. Cennet yaprakları ile üzerini örtme daha ilkel bir yaşantıya âtıf gibi durmaktadır. Zira günümüze kadar ulaşan bazı Afrika kabilelerinde bitkiler ve yapraklar kullanılarak yapılan örtünme şekillerine rastlamaktayız. Hz. Âdem kendine öğretilen bilgi ile ilk evi yapmış (Âli İmran:96), toplayıcılıktan kurtulup yerleşik hayata geçmiş (Bakara:35) ve toprağı ekip biçmeye, kendi ürününü kendi yetiştireceği cennet gibi bir bahçeye kavuşmuştur (Araf:19).

‘Yasak ağaç’ ve ‘örtülen yerlerin açılması ve bunların cennet yapraklarıyla örtülmesi’ ifadeleri gerçek ve mecazî olmak üzere iki şekilde de açıklanabilir. Gerçek anlamda,başka insanlara ait yasak ağaca/mala/toprağa el konulmasıyla baş gösteren düşmanlığın getirdiği mahrumiyettir ve bu mahrumiyetle her şeylerini kaybettiklerine ve ancak zar zor örtülmesi gereken yerlerine yetecek kadar maddî imkânlara sahip olduklarına işarettir. Mecazî anlamı ise, kendi sınırını aşarak başkasının malını gasp etmeleriyle içlerindeki hırslarının/ayıplarının ortaya çıkması ve bu hırslarını birtakım süslü sözlerle örtmeye çalışılmasıdır. Tıpkı günümüzde de güçlü birey, aile ve devletlerin güçsüzlerin her türlü kaynağını gasp etmeleri ve bunu da demokrasi, insan hakları gibi cafcaflı ifadelerle süsleyerek gerçek yüzlerini saklamaya çalışmaları gibi.

122- Sonra Rabbi, onu kendine getirdi. Böylece onun tevbesini kabul etti ve onu doğruya ulaştırdı.

İctebâ, “kabul etti,derleyip toparladı, seçme ve seçkin kılma manasına gelmektedir “Ve onlara bir âyet getirmediğin zaman “Onu derleyip toplasaydın (lev lâ ictebeyte-hâ) olmaz mıydı?” dediler.”  (A’raf:203) Bu âyetlerde, Hz. Âdem’in yaptığı hatayı anlayıp pişmanlık duyduğu, Rabbinin ise onu rahmetiyle kendine getirip toparlayarak sağlıklı düşünmesini sağladığı, böylece yaptığı tevbeyi nasıl kabul ettiği de haber verilmiştir.

Hıristiyanlıktaki aslî suç anlayışı, yani Hz. Âdem’in işlediği hata nedeniyle bütün insanların günahkâr oldukları şeklindeki yaygın ve yanlış anlayış bu ayetlerle düzeltilmiştir. Allah’ın onu nasıl toparlayıp kendine getirdiği bundan sonraki pasajda detaylandırılacaktır.

123- Dedi: ‘’ikiniz oradan inin! Bazınız bazınıza topluca düşman olacak. Artık Benden size mutlaka hidayet gelecek. O zaman kim hidayetime tâbi olursa o, böylece dalâlette kalmaz ve şâkî olmaz.”

Hebeta/Hebit, dişi deve ve benzeri hayvanların yetersiz beslenme ve bakımsızlık yüzünden zayıflamış olanlarına denir. (Rağıb) Bu kelime fiil olarak“düşmek, inmek, zayıf düşmek, konaklamak, mahrum kalmak” anlamlarına gelmektedir. Hubut, zor kullanarak bir şeyi yuvarlamaktır. Bu âyette geçen ‘İhbitâ/İkiniz inin!’ emri görüldüğü gibi sadece yukarıdan inmeyi değil, bir yeren başka bir yere gitmeyi ve imkanlardan mahrumiyeti, düşüşü ifade eder. Nitekim Türkçemizde “köyden şehre inmek” tabiri kullanılır. Bakara sûresinde de bu mânada geçer: “O halde şehre inin (ihbitû); orada istediğiniz şeylere kavuşabilirsiniz! (Bakara:61) Hz. Âdem ve eşi medeni olup birlikte yaşama imkânını kaybederek kendisine verilen verimli ve sulak bölgeden mahrum olmuşlardır. Birlikte yaşama, dışsal tehlikelere karşı bir savunma gücü katarken ferdî yaşamada elinizdekileri almaya gelenlere karşı birlikte olmanın verdiği güç olmayacaktır. Ülkeler kendi içlerinde ne kadar huzurlu yaşarlarsa dışardan gelen ve kendilerini yurtlarından çıkmaya/inmeye zorlayanlar için o kadar iyi bir savunma gösterebilirler. Topluca (cemîan) insanların bir kısmının bir kısmına yaptığı düşmanlıklar, dünden bugüne savaşlar olarak kendini göstermiş ve maalesef hiç değişmemiştir. Bunun en büyük sebebi, eldeki ile yetinmeyip sürekli başkalarının haklarına göz dikmek ve açgözlülük olarak karşımıza çıkmaktadır.

Allah, bu genel kurallara/zikre, kulak asmayanların yaşamını şöyle ifade etmektedir:

124- Ve kim zikrimden yüz çevirirse, o takdirde mutlaka onun için sıkıntılı bir geçim vardır. Ve kıyâmet günü onu kör olarak haşredeceğiz.

Buradaki ‘an zikrî’ den maksat, Allah’ın uyarı ve hatırlatmalarıdır. Rabbimizin anlattığı tüm kıssalar, kullarının iyiliği, saadeti ve güzel bir dünyevî yaşam ile âhirete intikal etmeleri içindir. Bu âyet Kur’an kıssalarına yaklaşmada bize bir üslûp öğretmektedir. O da, Kur’an’ın öğütlerini; kötü yaşamın, dar ve sıkıntılı sosyal düzenin panzehri olarak ele almaktır. ‘Maîşeten denkâ’ ibareside, lâfzen “dar bir geçim” anlamına gelmektedir. Bununla kastedilenin ise, kötü yaşantı ve illegal yollarla eldee dilen haram kazançtır. Burada geçen sıkıntılı yaşam ifadesi, yanlış yorumlarla açıklanmaya çalışılmış ve kimileri bu sıkıntının kabirde yaşanacağını ileri sürerken, kimileri de âhirette çekileceğini iddia etmişlerdir. Ancak bu görüşlerin ikisi de doğru değildir. Çünkü Kur’an’a göre kabir hayatı diye bir hayat söz konusu olmadığı gibi, âhirette yaşanacak sıkıntılar da zaten âyetin devamında ayrıca yer almaktadır. Bu sebeple bu pasajda konu edilen sıkıntılar dünya hayatındaki sıkıntılar olup Rabbimiz bu sıkıntıları birçok âyette açıklamıştır. (Bkz. A’râf:96, Nahl:97, Nuh:10–12, Cin:16–17, Bakara:61, Mâide:66) Allah’ın hatırlatmalarına karşı kayıtsızlık, umursamama ve  körlükle gerçekleşir.

125- Dedi ki: “Rabbim, beni niçin kör olarak haşrettin? Halbuki ben görüyordum.”

Bu âyette her şeyi görüp bildiğini zannedenlere bir gönderme söz konusudur. Rabbimiz bu akıbetin sebebini sonraki âyette ifade etmektedir.

126- “İşte böyle, âyetlerimiz sana geldi; fakat sen onları unuttun. Ve aynı şekilde, o gün sen de unutulursun.” dedi.

Kur’an’da geçtiği şekilde nisyân, sıradan unutma değil; daha çok, ihmal ve umursamazlığın sonucu olan yarı kasıtlı bir unutmadır. Bu sebeple Kur’an, Allah’ı unutan insanın da Allah tarafından gözden çıkarılacağını açıklar. Kur’an’daki bütün nisyân kelimeleri için daima “umursamamak, ağza almamak, önemsememek” anlamı itibara alınmalıdır. (Lisânü’l–Arab) Çünkü nisyân kelimesi Allah’a da izafe edilmiştir,Allah ise asla unutmaz. (Krş. “Benim Rabbim yanılmaz ve unutmaz.” Taha:52. Ayrıca bkz. Furkân:18, A’râf:51, Secde:14). Nisyânın karşıtı ve nisyândan kurtulmanın yolu zikirdir ki, o da hatırda tutmak için anmak, gündeme getirmektir. Rabbimizin bizim için belirlediği kaide ve kuralları unutmamak, unutulmamanın ve insanlık tarihine kalıcı, hayırlı ve güzel eserler bırakmanın da bir yoludur.

127- İsraf edenleri ve Rabbinin âyetlerine güvenmeyenleri işte böyle cezalandırırız. Ve âhiret azabı daha şiddetli ve bâkidir.

İnsanlığın ortak doğrularından yüz çevirmek dünya hayatında bir azaptır; ancak asıl fatura âhirette kesilecektir. İsraf, ‘serefe’ kökünden türemiştir. Bir değeri boşa harcamak ve aşırı gitmek demektir. Allah; sağlık, akıl ve bu akıl ile uyumlu,hayatta karşılığı olan hatırlatmalar yapmasına rağmen bu değerleri boşa harcamak en büyük israftır. Bu âyette israf ve güvensizlik, dünyevî ceza olarak konumlanmaktadır. Hz. Âdem’e verilen nimetler(Cennet);daha fazlasını isteme arzusu (yasak ağaç) ve vesvesesi (zanlar) ile güvensiz bir ortama sebep olmuş, bu da mahrumiyet denen azapla sonuçlanmıştır.

128- Onlar hâlâ hidayete ermediler mi ki onlardan önce nice nesilleri helâk ettik? Şimdi, onların meskenlerinde dolaşıyorlar. İşte bunda akıl sahipleri için mutlaka âyetler vardır.

Rabbimiz geçmişte yaşamış nesillerin izlerinin araştırılıp bulunmasını ve bu kalıntıların gezilip görülerek onlardan ibret alınmasını istemektedir. “Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce gelenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar kendilerinden daha çok, daha güçlü ve onların yeryüzündeki eserleri daha üstündü. Fakat kazanmakta oldukları şeyler onlara bir fayda vermemişti.” (Mümin:82) (Ayrıca bkz. Rum:9) Tarih ve bununla irtibatlı Arkeoloji ilminin önemi bu âyetle ortaya çıkmaktadır. Buradan anlıyoruz ki, bir mümin tarihi bilmelidir. Mezarları ziyaret ediyoruz da medeniyetlerin/toplumların sonlarının görülmesini tavsiye ediyor muyuz? Zira, ülke ve imparatorlukların sonları ve arkada bıraktıkları eserler ve saltanat, bu nazarla bakıldığında dünya tutkumuzu bir nebze azaltabilir. Tarihî bir yapıyı gezerken bizlerde hayranlık yerine bu hissiyatların uyanması kalplerimizin dirilmesi için önemlidir.

129- Ve eğer Rabbinden daha önce bir kelime ve belirlenmiş bir müddet olmasaydı, olması gereken olurdu. 

Lizâm; lazım olma, ayrılmamak,yakayı bırakmamak, olması gereken, elzem olan demektir. Zımnen Rabbimizden bir kelime olan halîm olma sözü/ilkesi olmasa idi ve ecel için bir sünnet (ecelimüsemma) belirlenmeseydi, onların yaptıkları yüzünden bir eser, iz bırakmalarına bile fırsatları olmazdı ve yaşadıklarına dair bir delil bile bulunamazdı. Özetle anılmaya değer hiçbir şey ortaya koyamayacaklardı. (Bkz. İnsan:1)

Ecel; bir vakit, bir za­man dilimi, süre veya bir vaktin sonu demektir. Misalen “Şu borç bir sene süreyle sınırlandırılmış­tır.” denildiğinde bir sene, bir ecel­dir. “Ecel geldi.”denildiği zaman da senenin sonunun geldi­ği anlaşılır. “Ecelin müsemma”da takdir edilmiş, belirlenmiş ecel demektir. Bu zaman dilimi körü körüne,kaderci bakışla değil, Allah’ın; bireyin ve toplumun hayatını devam ettirebilmesi için elzem olan sünneti/yasaları kanunları ile açıklanmalıdır. Ecel, insan için kullanıldığı gibi, bir ümmet, bir topluluk için de kullanılabilir. Bir insanın eceli olduğu gibi bir toplumun da eceli vardır. Sürelerini dolduran ümmet ve uluslar, tarih sahnesinden silinir ve egemenliklerini kaybeder, başka ulus ve yönetimlerin egemenliği altına girerler. (Bu konuyla ilgili bkz. A’râf:34, Yunus:49, Hicr:5, Mü’minûn:43)

130- O hâlde söylenen şeylere sabret! Ve Rabbini, güneşin ortaya çıkmasından önce, güneşin iyice kaybolmasından önce ve gecenin bazı kısımlarında hamd ile tesbih et. Ve gündüzün etrafında da tesbih et. Umulur ki böylece razı olursun.

Tesbih, Kur’an’da eğer bir zamana bağlı olarak geçerse ve fâil insansa namaz ibadetinin bir sıfatına dönüşür. Bu durumda bu emrin namaz dışında bir karşılığı bulunmamaktadır. Zaten hemen arkadan gelen 132. âyet“Yakınlarına salâtı emret!” talimatı da namazın farklı bir sıfatını ifade içindir. (Tesbih konusunda geniş bilgi için A’lâ sûresinin ilk âyetine bakınız.)

Namaz vakitleri konusunda ilk ayrıntılı âyet budur. Namazın teşri sürecinde bundan bir önceki adımı Kâf 39–40 teşkil eder. Bu sûrenin peygamberliğin 6. yılında indiği hatırlanacak olursa, Allah’ın bizden istediği asgari beş vakit namazın yaygın kanaatin aksine çok daha erken yıllarda farz kılındığı anlaşılır. Daha öncesinde ya fazla vakitle (7 vakit gibi) ya da daha az vakitlerle (2-3 gibi) kılınıyordu. Bu uygulama farkları günümüzde Süryaniler’de hâlâ görülmektedir. Kur’an bu ifadesi ile standardı belirlemiştir. Ayrıca sonraki süreçte 5 vakit; Hûd sûresinin 114, İsrâ sûresinin 78 ve Rûm sûresinin 17 ve 18. âyetlerinde de gündüzün tarafları denerek öğle ve ikindi namazları detaylı olarak tarif edilecektir. Kur’an’ın bu tarz detayları zamana yayarak emretmesi, namaz konusunda tedrici bir alıştırma metodu izlediğini gösterir. Bizler de namazlarını düzenli kılmakta zorlanan çocuklara veya namaza yeni başlayanlara öncelikle evde bulunduğu gece vakitlerindeki namazları kılmalarını, sonraki süreçte daha fazla meşgul olunan gündüzün etrafındaki namazlara vakit ayırmasını tavsiye edebiliriz.  Kur’an beş ayrı âyette, Allah’ı beş vakit gündemde tutmak için namazı emretmiştir. Bu âyette geçen ve neredeyse tüm mealler tarafından güneşin doğuşundan ve batışından önce şeklinde çevrilen “kable tului’ş şemsi” ve “kableğurubiha” cümlesinde geçen “tulûi” ve “ğurûbi” kelimeleri tekil değil çoğul kelimelerdir. Normal olarak her iki kelimenin anlamı doğmak ve batmak değil, görünür olmak ve görünemez olmaktır. Bu durumda âyette geçen “kable tului’ş şemsi” ve “kable ğurubiha” ifadesi “güneşin ortaya çıkıp aydınlatmaya başlamasından önce ve onun ışıklarının atmosferde süzülerek kaybolmalarından önce” şeklinde olması gerekmektedir. Bu kelimelere tekil manalar verilmesi durumunda, âyette emredilen şeyin sadece bir kereye mahsus olması manasına gelir ki güneşin herhangi bir doğuş ve batışında bir kereye mahsus olmak üzere namaz kıl şeklinde anlaşılması sonucunu doğurur. Oysa âyet açıkça beş vakitten söz etmektedir: 1-Kable tulû‘i’şşems 2-Ve-kable ğurûbihâ, 3- ve minânâi’l-leyl, 4–5. Ve etrâfe’n-nehâr.

Âyetteki ‘’Allah’ı hamd ile tesbih et!’’ emri namazda hamd ile başlayan Fatiha sûresinin okunması ile yerine getirilmektedir. İnsanların tesbihinde hamd olmazsa olmazdır. Âyetin sonundaki “Terdâ” kelimesi “Turdâ” şeklinde okun­muştur ki o zaman “Razı olunursun.” demektir. Peki burada neden razı olunacaktır? Eğer buradaki razı olma günlük yapılan 5 vakit namazın âhiretteki karşılığı ise bunda ‘umulur ki’ denmez. Zira Allah’ın rızasına uygun hareket edenler mutlaka(yüzde yüz) razı edilir. O zaman buradaki razı olunma hâli dünya için geçerlidir. Dünyalıklarla alâkalı kanaat ve bunların emanet olduğu şuuru rıza hâlini ve iç huzuru oluşturacaktır. Bireysel eğitim ve talim olan namaz, günlük hayatın içine zamansal olarak yayılmalıdır. Bu eylem, dünyanın emanet olduğu, bir yaratana ait olduğu hakîkatini sürekli hatırlatacaktır.

131- Ve bazı çiftleri imtihan etmek için onları metalandırdığımız dünya hayatının zînetlerine gözlerini dikme. Ve Rabbinin rızkı daha hayırlı ve bâkidir.

Burada göz dikilmemesi gereken dünya hayatı veya imkanları değil, bu imkanların süs/zînet için kullanılması, gösterişe harcanmasıdır. Metâ, “uzama, yükselme”anlamındaki el-mutu’ kökünden türetilse de, “geçici haz” anlamına gelir. Daha çok “kısa vadeli geçici lezzetleri”ifade için kullanılır. (Rağıb) Li neftinehum (Onlarlı sınamak için). Fitne, deneme ve imtihana tâbi tutmak manasındadır. Fitnenin en önemli faydası,bu imtihanı hakkıyla geçenlerde olumsuz yanların, istenmeyen zaafların temizlenmesi, meziyete çevrilmesidir. “Zehre”kelimesinin mânası, süs ve alımlılık demek olup mastar siğasındadır. (Râzî) Dünya nimetlerini gösteriş için isteme,insanı çoğaltma tutkusuna (tekâsüre),  kibir,gurur ve enaniyete (istikbâra), maddeye olan ilgi yüzünden manaya, âhirete isteksizliğe (istiğnaya)  ve hadsizliğe (tuğyana) sürüklemektedir.Dünyadaki nimetleri gösteriş, kendini üstün göstermek için kullanmanın insanı alçaltacağı; ancak bunları bir araç ve emanet olarak görmenin de insanı yücelteceği âşikardır. (Bkz. Karun kıssası) Kur’an bu şuuru Rabden gelen rızık olarak ifade etmektedir ve bu şuurun/bilincin kişide olmasının cebinin riyaya harcanmak üzere dünyalıklarla şişmesinden çok daha hayırlı ve kalıcı olduğunu ifade etmektedir. Âyette geçen “velâ temüdenne ‘ayneyke”, ‘’gözünü dikme’’emri, Hz. Peygamber özelinde onun getirdiği mesaja tâbi olma iddiasındaki herkese bir uyarıdır.(Ayrıca bkz. Ahzâb:28) Sürekli başkasının süs ve gösterişine tav olma, hem kişinin kendi rıza hâlini/huzurunu bozacak, hem de gösteriş yapanın bu olumsuz duygularını besleyecektir. Başkasının malına gözünü dikme emri ve yaşananlar Hz. Âdem ve yasak ağaç örneği üzerinden verilmiştir. (Bkz.120) Ayrıca zînetleri yüklenen ve sonra kalplerinde bir sevgi ve muhabbete dönüşen Samirî’nin buzağısı da buna güzel bir örnektir. Samirî ve İsrailoğulları anlatımı sosyolojik zaafa, Âdem kıssası ise bunu besleyen bireysel zaafa âtıftır.

132- Ve ehline salâtı emret ve onun üzerinde sabırlı ol. Senden rızık istemiyoruz. Seni, Biz rızıklandırıyoruz ve akıbet muttakîlerindir.

Sabır kelimesinin iftial kalıbından gelen ‘vastabir’ kelimesi “çok sabretmek, ziyade tahammül etmek” anlamına gelir. Salât burada ibadetlerin tümü ile “kulluk” vurgusunu da taşır. Yukarıda tesbih ile namazın tekrarına, burada sabırla yapılan hatırlatmaların kişiyi manen ve madden nasıl desteklediği salât ile ifade edilmiştir. Toplumsal inşa aileden, yakın çevreden başlamalıdır. Ailesi ve çevresi ile uyum içinde olmayanların başkalarının sorunlarına uzanmaları,başkalarının yüklerini almaları pek de sağlıklı sonuçlar doğurmamaktadır. ‘’Veehline salâtı emret ve onun üzerinde sabırlı ol!’’ Zira bu meşakkatli ve uzun yıllara yayılan bir eğitim sürecidir. Hemen kısa vadede sonuç beklememek gerekir. Tâhâ 83’teki Hz. Mûsa’ ya hitaben ‘’Seni acele ile getiren nedir ya Musa?’’ anlatımı da bu dönüşüm ve değişimin zaman istediğine dair bir örnektir. Herkes ailesi ile ilgilense, toplumda ilgiye muhtaç kimse kalmaz. Eğer toplumda muhtaç insanlar varsa, bu onlardan sorumlu olan yakınlarının bencilliği ve sorumsuzluğunun sonucudur.

133- Ve dediler ki: “Bize Rabbinden bir âyet getirse olmaz mı?” Önceki sahifelerdeki beyyineler, onlara gelmedi mi?

Âyet; işâret, delil manasındadır. Buradaki işâret, elçinin Allah’ın elçisi olduğunun olağanüstü mucizevî ispatını kavmin beklemesidir. Beyyine; açık ve kesin delil, başkasını da aydınlatan, açıklığa kavuşturan demektir. Burada değinilen önceki ilahî kitaplarda bulunan kanıttan maksat, Hz. Muhammed’in peygamberliğine dair onlarda yer alan işâretler olabilir. Ayrıca Hz. Peygambere vahyedilen Kur’an’ın, önceki peygamberlere indirilen vahiylerdeki aynı temel gerçekleri dile getirmesi de olabilir. Zaten peygamberliğin ıspatı için âyet(burada mucize anlamında)bekleyenlere Kur’an şöyle cevap verecektir: “Dediler ki: “Ona Rabbinden âyetler indirilseydi ya!” De ki: “Âyetler ancak Allah katındadır ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Şüphesiz bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır.” (Ankebut:50-51)Suhuf, sahifeler demektir. Sahife, yazılı veya yazılacak kâğıttan, kâğıt tabakasından bir parçadır. “Sahife”nin çoğulu “sahâif” ve bir de kütüb (kitaplar) kalıbında “suhuf” gelir. Bu şekilde sahife ve suhuf; mektup, risale ve kitaba da denilir. Nitekim peygamberlere inmiş olan küçük kitaplara da suhuf denilir. Mushaf,Kur’an sahifelerinin bir arada toplanıp ciltlenmiş olduğu kitaba denir.

134- Ondan önce gerçekten Bizonları, azapla helâk etmiş olsaydık, muhakkak şöyle derlerdi: “Rabbimiz, bize resûl gönderseydin olmaz mıydı? Böylece biz de zelil ve rezil olmadan önce senin âyetlerine tâbi olsaydık.”

Nezille, “alçalmak” demektir. Zillet; “zelillik, horluk ve hakîrlik” demektir. Nahzâ ise “rezil olmak” demektir. Nahzâ’nın türetildiği hızy kökü, insan onurunun bir dış müdahaleyle ya da bir iç muhasebeyle kırılışını ifade eder.

Kulların günah üzere ölmemesi,onursuz bir hayat yaşamaması için Rabbimiz âyetlerini bir teklif gibi sunmasa idi, o zaman resûlün gelmediği bahanesine sığınacaklardı. Resûlün teklifini de bir sonraki âyette aşırı bir yol olarak gördüklerini okumaktayız.

135- De ki: “Herkes beklemekte, öyleyse siz de bekleyin! Artık kim sıratıseviyye ehlidir ve kim hidâyete ermiştir, yakında bileceksiniz.” 

‘’Küllün müterabbıs’’, “Herkes gözetlemektedir.” ibaresi “Herkes geleceğin kendilerine getireceği şeyi ümitle beklemektedir.” anlamını taşımakla birlikte ince bir tehdit de içermektedir. Âyette geçen es-seviyy kelimesi “vasat, normal’’ manasına gelmektedir. Burada Hz. Peygamber ve onun öğretisi karşısında kendilerini normal, düzgün yolda gören bir gruba cevap verilmektedir. Sûre; yapılacak tebliğin tamamen yumuşak bir biçimde, hikmetle ve dayatma olmadan yapılması gerektiğine dair örnekler barındırmaktadır.Hikmetli teklif bize, sonuç ve hesap Allah’a düşer. 

Tâ-Hâ sûresinden anladıklarımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu Allah bilir.


 
Eklenme Tarihi : 22.09.2019 10:36:49
Okunma Sayısı : 7853