يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِمَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَّ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خُلَّةٌ وَلاَ شَفَاعَةٌ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ

Ey iman edenler! Kendisinde hiçbir alış verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan (Allah yolunda) harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerdir ta kendileridir. (Bakara: 254)



.





YASİN SURESİ

YASİN SURESİ

---------------------------------

1-Yâ Sin. 

Birinci âyeti oluşturan “Ya-sin” harfleri, Kur’an sûrelerinin bir çoğunun başındaki kesik harfler (hurufumukattaâ) kategorisine girer. (Bu konuda geniş bilgi için Kâf sûresinin girişine bakınız.). “Yâ” nida edatı olarak alınırsa“sin” harfi; “Ta. Sin. Mim” ile başlayan Şuara ve Kasas sûrelerinde, “Ta. Sin”ile başlayan Neml sûresinin başında da yer almaktadır. Bu da gösteriyor ki Yâsin sûresi ile bu sayılan sûreler, bir başlıkta olsa konusal bir bütünlüğe sahip oldukları görülmektedir. “Sin” harfi 5 sûreyi birbirine bağlayan tam köprü bir harftir. Bu harfi, resûl ve risâletin konu başlığı olarak algılayabiliriz.O zaman tıpkı Müddessir ve Müzzemil sûrelerindeki gibi bir hitapla sûre şöyle başlamaktadır. “Ya sin (Ey resul) hakîm Kur’ân’a and olsun ki sen, gerçekten gönderilen elçiler densin. Sıratımustakîm üzerindesin.” Zaten sûrenin devamında resûl örnekleri verilerek resûllerin mücadelelerinden bahsedilecektir. “Ha. Mim. Ayın. Sin. Kaf” ile başlayan Şura sûresinde “Ta. Sin. Mim”ile başlayan Şuara ve Kassas sûreleri, “Ta.Sin” ile başlayan Neml sûresinde de ağırlıklı olarak resûllerin risâlet örneklerinden bahsedilir.

---------------------------------

2- Hakîm Kurân’a and olsun!

Hakîm; ‘h-k-m’ kökünden türeyen bir ismi fâildir. Bir şeyi ıslah etmek için men etmek, herhangi bir yanlışı önlemek, dengeli davranmak, isabetli karar vermek manalarına gelir. Hakemetun; ata vurulan demirden gem anlamındadır. Sahibinin atı kontrol altına alıp dizginlemesi, maksadına uygun bir şekilde kullanmak için onagem veya yular vurulması demektir. Kur’an nefsî arzuları ve şeytanî istekleri dizginleyen, insanı dosdoğru yolda tutan hakîm/hikmetli bir kitaptır. Hakîm Rabbimizin de bir ismidir. Hep hikmetle hükmeden, her hükmünde tam isabet kaydeden, her şeyi yerli yerince hikmetle yapan demektir. “Zira gökte de ilah olan yerde de ilah olan yalnızca O’dur; ve O Hakîmdir, Âlimdir.”(Zuhruf43:84) Allah’u Te’âlâ gökteki ilahlığını, yarattıklarına hâkimiyeti olan uluhiyetiyle, yerdeki ilahlığını da sonsuz ilminden bir cüz olan kelâmıyla göstermiştir.

---------------------------------

3- Muhakkak sen, gerçekten gönderilen elçilerdensin.

Elçinin Allah’ın resûlü olduğunun delili, getirdiği hakîm Kur’an ile dosdoğru bir yol üzere olmasıdır.

---------------------------------

4- Sıratımustakîm üzerindesin.

Sırât lügatte; cadde, ana yol, işlek ve büyük yol anlamına gelir, çoğulu yoktur.“Essırât“ “Allah’ın yolu” demektir. Sırât, kolay yol anlamına da gelir. Tarîkise ayakla basılarak oluşan ince patika yol anlamındadır.

Müstakîm,‘ka-me’ fiil kökünden gel­medir. Bu fiil ve kendinden türeyen “kıyam, makam,ikamet, istikamet, müstekim” gibi kelimeler KurA3nî kavramlardandır. Mustakîm; istikamet verilerek yönlendirilmiş demektir. “Sıratımüstakîm” den maksat da doğru bir istikamete hikmetle yönlendirilmiş dosdoğru yol manasındadır. Bu yolun yolcusu olmak kişiye izzet ve merhamet katacaktır. Zirâ o;

---------------------------------

5- Azîz, Rahîm tarafından indirilmiştir.

Tenzîl, inzal gibi indirmek anlamına gelir. Ancak “tenzîl” çokluk ifade eder. Bu nedenle birdenbire indir­meyi değil parçalar halinde tedrîci bir indirmeyi ifade eder.

Aziz; izzet, şeref, değer ve üstünlük gibi anlamlar taşıyan 'a-z-z' kökünden türemiş bir sıfatır. Allah’ın bir esması olan el-Azîz; sonsuz şeref kaynağı, gücü mükemmel, şerefi yüksek olan manasına gelmektedir. Rahîm; mübalağa ile ismi fâil olup merhametin hayata dönük oluşunu anlatır. Er-Rahîm; daima merhamet eden, işinde çok merhametli olan demektir.

Allah Kur’an’ı kullarına izzet katsın diye göndermiştir. Bu da O’nun merhametindendir. Kur’an hem izzetli,şerefli bir hitap hem de Allah’ın merhametinin muşahhas bir örneğidir. Merhamet ve izzet bir anda oluşmadığı için Kur’an muhatabını aşama aşama, verilen emek oranında daha izzetli ve merhametli kılacaktır. Merhametin ilk şartı izzettir. İzzetsiz bir merhametten maraz doğabilir. Ayrıca kulların birbirine gösterdiği merhamette izzetin ve şerefin zedelenmemesi gereklidir.

---------------------------------

6- Babaları uyarılmasına rağmen kendileri gâfil kalmış bir kavmi uyarman içindir.

'Mâ ünzira' ifadesindeki 'mâ' sadece olumsuzlama değil, ismi mevsul (ilgi zamiri) de olabilir. O zaman mana şöyle olur: “Babaları/ataları uyarılmış fakat kendileri haktan gafil kalmış bir topluluğu uyarman için.” (Râzî). Katâde, Zeccac ve cumhura göre ‘mâ’ nefiy’dir. Yani, “Babaları uyarılmamış” manasındadır. Ancak uyarılmayan bir kavmin gaflette olması daha doğal ve akla daha uygundur. Uyarının olmadığı yerde imtihandan da söz edilemeyeceği için bize göre buradaki ‘mâ’ olumsuz anlamda değildir. Mukatil’e göre ‘mâ’ ismi mevsuldur. Yani, “Atalarının uyarıldığı şeyle…” anlamındadır. Zira ‘mâ’ ‘şey’ manasında da kullanılmıştır. O zaman; gâfil kalmış bir kavmi babalarının uyarıldığı şeyle uyarman için… şeklinde de anlayabiliriz. En doğrusunu Allah bilir.

---------------------------------

7- Yemin olsun söz onların çoğunun üzerine hak oldu. Zirâ onlar inanmazlar.

İfade atalarla alâkalı değil uyarılmaya rağmen gaflet içinde olanlarla ilgilidir. Bu hâlin sebebi alttaki âyetten itibaren açıklanacaktır.

Hak; ’h-k-k’ kökünün türemiş şeklidir. İsim olarak, “gerçek, sabit, doğru ve varlığı kesin olan şey”anlamına gelen bu kelime, bâtılın zıddı olarak kabul edilir. Hak kelimesi, câhiliye döneminde hem “Allah” hem de “bir kimsenin sahip ve mâlik olduğu şey”anlamında kullanılmaktaydı.

Sözün hak olması gafletin oluşturduğu psikolojik hâldir. Zirâ bu hâl fıtrî olan kulluğu yanlış yerlerde arama ile sonuçlanır. Yanlış kapının kulu olan kişi artık kula ve nefse kulluk,sahte otoritelere bağlanma sonucu oluşan bir esaret hayatı yaşamaktadır. Bu tasmadan kurtulmanın yegâne yolu Allah’ın değerler sistemine boyun bükmektir.

---------------------------------

8- Muhakkak Biz, onların boyunlarına, çenelerine kadar halkalar kıldık. Bu yüzden kafaları dik durur.

Mukmehûn kelimesinin mastarı olan ‘ikmah’ kelimesi, dik başlılık edip küstahça böbürlenmeyi simgeler. Bu yüzden âyetlerde hem inkârda kararlı ve ısrarlı benliklerin adeta değişmez hâle gelmiş olan kötü huylar hem de ferdin fıtrî güvenme ihtiyacını yanlış hedeflere yönlendirmesi sonucu elleriyle boynuna taktığı esaret tasması olarak tasvir edilmiştir. Psikolojik bir tahlil ve tasvir göze çarpmaktadır. İnsanların büyüklenmeleri, aynı zamanda sonraki âyetle birlikte düşünüldüğünde ön yargıları  gözler önüne serilmiştir.İnsanın hakikate burun kıvırarak, boyun bükmemesinin onu nasıl dosdoğru yolda engelleyeceğini devam eden âyette ifade edilecektir. (Günahların kişinin elini kolunu bağlaması anlamındaki benzer bir ifade için bkz. İnsan:4)

---------------------------------

9- Ve onların önlerine bir set ve arkalarına bir set kıldık. Böylece onları perdeledik. Artık onlar görmezler.

Sed; sonradan yapılan engel,duvar demektir. Ğaşeye ise, örtmek, sarmak, bürüyü vermek, perdelemek, kuşatmak anlamlarına gelmektedir. Kur'an'ın varlığın diliyle konuşması önemli bir üslubudur. Bu ve üsteki âyetlerde fâilin Allah olmasının sebebi, Allah’ın en başta belirlediği psikolojik ve sosyolojik genel kaide ve kurallardan dolayıdır. Çünkü bu cümle bir sebep değil sonuç cümlesidir. Dosdoğru yoldan sapma nefsin isteklerini dizginleyememek ile başlar. Bu tip ne önündeki geleceği görüp tedbir üretebilir ne de arkalarında bıraktıkları geçmişten bir ders çıkarabilir. Sonuçta basîreti perdeli, anı yaşamayı hedef haline getirmiş biri orta çıkmaktadır.

---------------------------------

10- Ve onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir. Onlar inanmazlar.

Bu âyette uyarmanın uyaran açısından değil hakîkate kendini kapatanlar açısından bir ve aynı olduğu ifade edilmektedir. Çünkü ''Senin için değil onlar için birdir.'' denilmiştir. Resûlve inananlar, insanların iman edip etmeyeceğini bilmediği için uyarmak zorundadır. Bu konuda şunlar iman edecek, şunlar uyarılacak, uyarıyı kabul edecek ama bunlar etmeyecek diye kimsenin elinde bir liste yoktur. Onun için herkesi uyarmak Allah’ın resûl ve kullarından istediği bir vazifedir. Uyarılara müspet cevap vermek isteyenlerin özellikleri 11. âyette ifade edilmektedir.

---------------------------------

11- Sen ancak zikre tâbî olanı ve gayb ile Rahmân’a huşû duyanı uyarırsın. Böylece onu müjdele, mağfiret ve "kerim ecir" ile.

Gayb ve haşyet için Bkz. Kaf:33. Kur’an’da “zikir” kelimesi 52 âyette geçmektedir. Bazı yerlerde zikir Kur’an’ın bir sıfatı olarak da kullanılmıştır: Yasin:11, 69, Furkan:18, 29, A’râf:63, 69,Şuara:5, Sâd:8, Yusuf:104, Hicr:6, 9, Nahl:44, Enbiya:2, 7, Fussilet:41, Âliİmrân:58

Rahman; rahmetin sonsuz kaynağı,özünde sonsuz merhamet sahibi olan demektir. Gayb ile Rahman'dan haşyet duymak;kavrayışımızın ötesinde olsa bile Allah’ın merhametinden mahrumiyet korkusudur.Bu bilinçli korku sonsuz merhametin verdiği güvenle oluşan günaha karşı gafletin de önüne geçecektir. Gayb olan Rahmân’a duyulan haşyet, ilahî merhamete layık olabilecek bir şuuru da geliştirir.

Mağfiret, 'ğ-f-r' fiil kökünden türemiştir. Câhiliye döneminde, herhangi bir şeyi örtmek anlamından alınarak,Kur’an’da, “Allah’ın, kulun günahlarını örtmesi” mânasında aktarılmıştır.Mağfiret avf’tan farklı olarak günahın sadece cezasını affetmek değil; üstünü tamamen örtmek, çizmek mânasına gelir.

Ecir, dünyevî veya uhrevî amellerin kişiye dönmesini anlatan bir kelimedir. Türkçede kullanılan ücret kelimesi bu mânadadır. Mükâfat anlamına gelir. Kerim, ikram eden ve ikramında en iyisini veren demektir. Zikre tâbi olarak geliştirilen merhamet ve huşu,günahların kefâretine karşılık geldiği gibi el-Kerim olan Allah’ın ikramına mazhar olmayla da sonuçlanır. Rabbim bizleri o kullardan eylesin.

---------------------------------

12- Muhakkak Biz, Biz ölüleri diriltiriz. Ve takdim ettikleri şeyleri ve onların eserlerini yazarız. Ve her şeyi İmam-ı Mübin’de saydık.

İmâm sözlükte; önde olan,kendisine uyulan, lider, önder demektir. “İmâm” kelimesi, anne demek olan“el-ümm” kelimesinden türemiştir. “Ümmet” kavramı da aynı kökten türer. Kur’an’ın adlarından biri de ‘Ümmü’l Kitab’tır. Yani kitapların anası, kaynağı,kökü vardır. (Bkz. Zuhruf:1-4).

Mübîn “ibâne“den ismifâildir.“İbâne” ise geçişsiz ve geçişli olur. Lazım olunan (geçişsiz) mübin, beyyin(açık) demektir. Geçişli olunca 'mübeyyin' gibi 'beyan(açıklayıcı) veya ayırıcı demektir.

Bu âyette yer alan “fi-imamin mübîn” ibaresi, İslâmi gelenekte “her şeyi kuşatan ve açıklayan Allah’ın bilgi hazinesi” şeklinde yorumlayarak “Levhimahfuz” diye isimlendirilmiştir. Ayrıca bu ibarenin, “insanların yaptıkları işlerin yazıldığı sicil defterleri-ameldefteri de olabileceği söylenmiştir.

Bizce imam-ı mübin’den maksat Kurân-ı mübindir. Çünkü Rabbimiz, insanlar için gerekli yol haritasını; iyiyi,kötüyü, güzeli, çirkini, hakkı, bâtılı, imanı, küfrü, cennete veya cehenneme götüren sebepleri apaçık olarak Kur’an’da bir bir sayıp dökmüştür. İmam öncü olan önderlik eden manasındadır. Amel defteri ve levhimahfuz gibi bilgiler de yine bize klavuzluk eden mübin Kur’an ile öğrendiğimiz bilgilerdir. Bu hitaba mazhar olan, sâlih ameller takdim edip zikri insanlara ulaştıracak kişilerde iz/eser bırakacaktır. (Bkz. Adiyat: 4)

Âyette bahsedilen kişi vahye tâbi olmuş ve gayp ile Rahman'dan huşu duyuyorsa onu uyarmaya gerek var mıdır? Bu âyet imanın stabil olmadığına güzel bir örnektir. Kişi vahye uysa da Allah’ın merhametini kaybetmeye dayalı bir korkusu da olsa uyarılmaya muhtaçtır. Bu yüzden her cuma bir araya geliriz, günde 5 vakit Rabbim bizi sıratı mustakîm üzere hidayet etdiye niyaz ederiz. Zirâ uyarı ve öz eleştiri bir ömür boyu devam etmelidir. ''İnsanlar, inandık demeleriyle bırakılıp da imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar?'' (Ankebût:2)

---------------------------------

13- Ve onlara, elçiler gönderdiğimiz kasaba halkını misal ver.

Mesel kelimesinin temel mânası “bir şeyi anlatırken onu çağrıştıran ve aralarında benzerlik olan bir başka şeyin yardımına başvurmaktır.”(Rağıb) Buna temsili veya dolaylı anlatım tarzı da diyebiliriz. Arapçada kısaca mesel; içindeki parlak tasvir ve sağlam incelik dolayısıyla akılları esir alıp dimağlara hâkim olan özlü ve akıcı söz anlamına gelir. Darbımesel, vaktiyle bir olay ve tecrübe münasebetiyle söylenmiş olup atasözü diye dilden dile dolaşan güzel sözlere, etkileyici misallere denir.

Karye, dildeki yaygın kullanımıyla şehirden küçük kasaba anlamına gelmektedir. Bu kelime esasen toplanma manasından alınmıştır. K-r-e kelimesiyle iştikak tabirdir. Nasıl ki harfleri bir araya getirince okumak oluyor, insanları  bir araya getirince de 'karye' olmaktadır.Kur’an’da bu kelime “topluluk” mânasında kullanılmıştır. (A’râf:4,İsra:58,Hicr:4)

Kur’an bu kıssada, şehrin neresi olduğunu, halkın kim olduğunu, gönderilen elçilerin ve onlara iman eden zatın kim olduğundan söz etmemektedir. Bunun sebebi, ilk muhatabın tanımadığı uzak bir topluluk ve dünyanın farklı bir coğrafyası olması ihtimalinin yüksekliğidir.

Allah insanlar arasından bazılarını seçer ve onları özel bir görevle gönderir. Bu gönderme işine“irsal“, gönderilen elçiye “resûl“, resûllerin görevlerine de “risâlet” denir.“Risl” bazen de yumuşaklık manâsına gelir. “Naka risl”, güdülmesi kolay deve;“ibil merasil“ kolayca yürütülen develer anlamındadır. Rağıb da bu kelimenin aslının teenni ile hareket etmek olduğunu söyler. Bütün bunlar hem elçinin yumuşak olmasını hem de elçinin işinin kolaylaştırma olduğunu ortaya koyar.Türkçede resûl elçi, nebi ise Farsçadan gelen “peygamber” kelimesi ile ifade edilir.

Âyette bu resûllerin ve şehrin adının zikredilmemesi, bunların ilk muhatap olan Arap coğrafyasının bilmediği uzakdoğu veya batıya gönderilen elçilerin işâreti olduğu kanaati oluşturmaktadır. Bu 'karye ve şehrin' Sümer, Çin veya antik Yunan medeniyetine ait olma ihtimali kabule daha yakın bir ihtimaldir. Zirâ Kur'an'da Arapların bildiği kabile ve resûllerin adları zikredilir. İlk muhatapların hiç duymadığı resûl veya beldelerin adları zikredilseydi garip karşılanabilirdi. Bu sebeple birçok müfessirin bu yerle ilgili öne sürdükleri Antakya şehrini, ilk muhatapların bildiği bir şehir olması sebebiyle uzak bir ihtimal olarak görmekteyiz.

---------------------------------

14- Biz onlara iki elçi göndermiştik. Fakat ikisini de yalanladılar. O zaman üçüncüsü ile azîz kıldık. Böylece dediler ki "Muhakkak biz, size gönderilmiş elçileriz."

Azzeznâ, aziz ve izzet kelimeleriyle aynı köktendir. Eyyedne/güçlendirdik, denmeyip ‘azzeznâ’ denmesinde bir nükte olsa gerektir. Burada iki elçiyi izzetli ve aziz kıldık demekle aslında zelil olmaktan, onlara kötülük etmelerinden kurtardık manası vardır.

---------------------------------

15- Dediler ki: "Siz, bizim gibi beşerden başka bir şey değilsiniz ve Rahmân bir şey indirmedi. Siz sadece yalan söylüyorsunuz."

Beşer kelimesinin aslı cildin dışına verilen isimdir. İnsana beşer denmesinin sebebi bakıldığında derisinin gözükmesidir. Hayvanların derileri ise ya yün ya da tüylerle örtülüdür. Mübaşere yakınlaşma, beşir insanın yüzünün rengini değiştirdiği için “müjde”demektir. Âyet, resûllerin tıpkı kendilerine benzeyen, hiçbir olağanüstülükleri olmayan sıradanlıklarını ifade etmektedir.

Hakka tâbi olmak istemeyen,hayata zahiren bakan beşerler Allah’ın elçi olarak seçtiği kişileri kabul etmeleri için somut delil isterler. Ancak somut delilin olduğu yerde imandan söz edilemez. Bu şehâdetin konusudur. Buradaki beşerler Allah’ın ilahlığını kabul ederken hayata müdahil olmasını istemiyorlardı. Rahman ismi, Allah’ın hayata rahmetiyle muamelesi ve müdahalesini ifade eder. Onun için âyette özellikle Allah veya İlah değil de Rahman ismi kullanılmıştır. Rahman ismini giden resûllerin tebliğlerinde kullanmalarından dolayı cevaben müşriklerin kullandığını da düşünebiliriz.

---------------------------------

16- Dediler: “Rabbimiz biliyor ki biz, gerçekten size gönderilmiş elçileriz.”

Bu âyette lâm-ı te’kid ile “lemurselûn” (gerçekten resûlleriz) şeklinde gelmesi aslında resûl olduklarına yemin ettikleri manasına da gelir. Beşer üstü resûl bekleyenlere verilen cevap şudur:

---------------------------------

17- Ve bizim vazifemiz apaçık tebliğden başka bir şey değildir.

Yani bizim görevimiz Allah’ın mesajını size ulaştırmaktır. Mesajı ulaştırma bize, kabul edip etmeme size aittir.

---------------------------------

18- Dediler ki "Muhakkak siz bize uğursuzluk getirdiniz. Eğer vazgeçmezseniz, sizi mutlaka recm edeceğiz. Ve mutlaka bizden size elîm bir azap dokunacak."

Tetayyarnâ “kuş” mânasına gelen tayr’dan gelmektedir. Araplar kuş uçurur, onun sağa veya sola uçmasına bakarak bir şeyin uğurlu olup olmadığını belirlerlerdi. Atâ, bunun kuşlarla açılan faldan geldiğini söyler. Bu falcılık, kader ve kısmeti belirlemek, geleceği okumak için yapılırdı. (Râzî). Araplarda da bir kişiyi, bir hayvanı uğurlu veya uğursuz sayma bâtıl inancı da vardı.

Recm, taşlamak demektir. Şayanı dikkattir ki Kur’an’da bu ilkel infaz şeklini kafirler ve müşrikler tarafından bir tehdit olarak resûllere karşı kullanıldığını görmekteyiz. Asıl amaç onları uzaklaştırmak, uzaklaşmazlarsa öldürmektir. Taşlama istiare yoluyla zan, evham, sövme ve kovma anlamlarında da kullanılır. (Kovulmuş şeytan manasında bkz Tekvir:25) Özetle hakikate karşı söyleyecek sözü olmayanlar hemen kaba kuvvete başvururlar.

---------------------------------

19- Dediler ki "Uğursuzluk size bağlıdır. Size zikri hatırlattık diye mı? Bilakis, siz müsrif bir kavimsiniz."

“Tâiruküm” ve “meakum”ifadelerinin yan yana gelmesi talih kuşunun kişiyle beraber olduğunu ifade eder. Bununla anlatılan aslında bir şeyin uğur veya uğursuz olmadığı, kişilerin kendi yükledikleri ve yamuk değerlendirmelerinin buna sebep olduğu hakîkatidir.“Biz her insanın kuşunu/talihini kendi boynuna dolamışızdır…” (İsra 13) Bu bakış mealde yansıtılmaya çalışılmıştır.

İsraf ‘serefe’ kökünden türemiştir. Kelime anlamı, herhangi bir değeri boşa harcamaktır. Ayrıca,ihtiyaçtan fazla tüketmek, gereksiz yere harcama yapmak, savurganlık yapmak gibi anlamlara da gelir. Bu âyette müsrif, gelen resûlleri ve en önemli değer olan vahiy imkanını ellerinin tersi ile iterek israf etme manasındadır. İsrafın temelinde had ve hududun aşılması, kişiye haddinden fazla değerli ve önemli olduğunu zannettiren kibir ve enaniyet yatmaktadır.

Yâsin sûresini anlamadan taziyelerde ölülerin arkasına Arapça okumak da resûlün getirdiği bu hikmetli hitabı israf etmek değil midir?

---------------------------------

20- Ve şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi. Dedi ki"Ey kavmim, gönderilen elçilere tâbi olun!"

Medine, şehir demektir. Din ve borç anlamına gelen 'deyn' kelimesiyle aynı köktendir. Bu anlamda medine; borcun üzerine yatılmayıp tahsil edildiği, hukukun câri olduğu,bir yasası ve mahkemesi olan yer demektir. Yukarıda karye burada medine kelimesinin kullanılması, resûllerin ilk önce insanların toplandığı bir yer veya kasabada onlara/bir topluluğa hitap ettikleri, sonra bu yerleşim yerinin büyük bir şehre dönüştüğü ihtimalini akla getirmektedir.  Zirâ Kurân'ın kıssa ve mesel anlatımındaki zaman akışı tekniğini göz önünde bulundurmak kıssaları doğru anlama noktasında zaruriyet arz etmektedir.

Aksa kelimesi, uzaklık ve uzak olan, en uzak yer anlamındadır. Medine’nin aksâsı, şehrin en ucu, en uzağı demektir. ”Medine’nin aksâsından” demek, o memleket idarecilerinin ileri gelenlerinden biri anlamına da gelebilir. (Elmalılı) İçinde yaşadığı toplumun düşünce, anlayış ve yaşam biçiminden farkı ve kendisine göre seviyeli bir hayat tarzı olan bir kişi manasında da olabilir. (El-Meydanî) Yönetime yakın bir kişi veya idareci manasını şu âyet desteklemektedir. “Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak gelip dedi ki: “Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında görüşüyorlar. Derhal (buradan) çık! İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim.” (Kasas 20) Bu âyetteki kişinin muhtemelen Firavun'un sarayında veya başka bir yerde soylular tarafından yapılan bir toplantıdan ve konuşulan gündemden haberdar olduğunu anlıyoruz. Dolayısıyla bu kişinin şehrin uzağından gelmesinin haricinde şehrin ileri gelenlerinden biri olma ihtimali veya yönetimdekilere yakın biri olma ihtimali vardır. Şehrin vicdanı dirileri(aydın/âlim/yönetici vb.) insanlarından, insanlardan uzak bir yerden gelen bir adam olarak anlaşıldığında daha kapsayıcı bir anlayış elde edilecektir.

Racül, erkek adam demektir. Bu kelime temelde “amellere güç yetirme” anlamını ifade eder. Bu nedenle birine övgü sadedinde racul (adam) ifadesi kullanılır. Türkçemizde adam gibi adam ifadesi bunu karşılar.

Say, aslında hızlı yürümektir.Bu kelime ister hayr ister şer olsun bir konuda gayret sarf etmek için kullanılır. Safa ve Merve arasındaki yürümeye de say denir. (Ayrıntı için bkz.Leyl:4). Şehrin öteki ucundan gelen kişinin endişeli bir halde oraya ulaşma arzusunu göstermektedir.

Bu âyet başta ilk muhatap Hz. Muhammed olmak üzere Allah’ın âyetlerini kullarına ulaştıran tüm mü’minlere şu altın ilkeyi vaaz eder: Yakınındaki amcan iman etmez, ama Habeşli Bilal iman eder. Kâbe’ye evi en yakın olan Ebu cehil iman etmez, Bizans’tan gelen Süheyl bin Rumi iman eder. Utbe ve Şeybe iman etmez, İran’dan destansı bir hikâyeyle gelen Selman-ı Farisi iman eder. Dahası bu Mekkeliler seni korumasa da Medineliler seni korur. Vahiy nimetinden istifade etmenin şartı, kaynağa yakınlıktan ziyade hak edilmişliktir. Bazen yakınlık, israfla sonuçlanan bir dezavantaja dönüşebilir.

“Sizler benim ashabımsınız(arkadaşlarımsınız). Benim kardeşlerim de beni görmedikleri hâlde bana inananlardır. Hak Dini IV, 2731, Ramûzu’l-Ehadis s. 361

---------------------------------

21- Tâbi olun sizden hiçbir ücret istemeyen kişilere! Ve onlar,hidâyettedir.

İttiba, bir kimsenin izini takip etmek anlamına gelir. Kelime bazen bedenle izlemeyi bazen de örnek almayı ifade eder. Elçilerin ücret istememesi, yaptıkları işin karşılığını Allah'tan beklemesi, Kur’an’da peygamberlerin dilinden ortak parola olarak aktarılır.(Bkz Şu’arâ 106–109) Elçilerin yaptıkları görev karşılığında herhangi bir ücret istememeleri, onların elçiliğinin gerçek bir kanıtıdır. Bir mü’min ilahî rızayı hedefliyorsa dünyevî bir ücret düşünemez. Zirâ menfaatin tebliğe bulaşması savunulan davaya zarar verecek, din ve iman satılıp alınan bir metaya dönüşecektir. Mümin zat, davasının dünyevî kazançlarla ölçülemeyecek kadar yüce olduğu şuurunda olan er kişidir.

---------------------------------

22- Ve ben, niçin beni fıtrat üzere kılana kul olmayayım ki? Siz, O’na döndürüleceksiniz.

Fetara; içinde gizleneni ortaya çıkarmak için yarıp açmak, meydana getirmek yaratmak manalarına gelmektedir.Aynı kelimeden türeyen 'eftara' fiilinin mastarı olan iftar, ‘orucu açmak’demektir. Kelimenin ‘infial’ babından gelen mastarı olan infitar ise,‘yarılmak, açılmak’ anlamındadır. Yine, fatr ‘yarık’, çoğulu olan fütur ise‘yarıklar, çatlaklar’ anlamına gelir. Fıtrat, dolaylı manada yaratılış anlamına gelen bir kelimedir ve aynı köktendir. Kur’an insanın fıtrat üzerine yaratıldığını söyler. Buna göre Allah’ın, insanı üzerinde yarattığı fıtrat yaratıştan her insanın potansiyel olarak özüne yerleştirdiği hakikate olan eğilimdir. Bu potansiyel ve eğilim doğru ortamda çatlayıp filiz veren bir tohuma benzer. Resûller ve fıtrata uygun vahiy bu ortamı sağlamaktadır.

Râzî bu âyette geçen “fetaranî”kelimesini “Beni fıtrat üzerine kıldı. “ mânasında olabileceğini söylemiştir.Rum sûresinin 30. âyeti de bu noktayı şöyle işaret eder: “O halde sen, yüzünü bâtıl olan her şeyden uzaklaşarak Allah’ın insanın özüne nakşettiği fıtrata çevir ; (ki) Allah’ın yarattığında bir değişme olmasın… (Rum:30)

---------------------------------

23- Ben, O’nun astında ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahmân bana bir zarar dilerse, onların şefaati bana bir fayda vermez. Ve onlar beni kurtaramazlar.

Şefaat, aracılık yapmaktır. Allah ile kulunu yaklaştıran, kullara ilahî katkı sağlayan, kıyamet günü Allah’tan başka dost ve şefaatçi aramayla sonuçlanan her tür inanç,düşünce ve zannı Kur’an reddeder. “Sizin O’ndan başka dostunuz ve şefaatçiniz yoktur.” (Secde:4) Bu âyet Rahman’dan başka kayırıcıları, yardımcıları, dost ve şefaatçileri reddeder. (Ayrıca bkz Müddessir:48)

İnkâz kelimesi, tehlikeden kurtarmak; nakz kelimesi ise bu şekilde tehlikeden kurtulan kişi demektir.

---------------------------------

24- Eğer öyle olsaydı muhakkak ben, mutlaka apaçık dalâlette olurdum.

Dalâlet kelimesinin temelindeki mâna “çölde yolunu kaybetmek”tir. Hüdânın karşıtıdır. Hidâyet ise “çölde yolunu bulmak”tır. Kur’an bu maddî manayı inanç sahasına taşımış; hak ve hakikati bulamamak, yolu şaşırmak manasında kullanmıştır.

Âyetlerdeki üslûp muazzamdır.Koşarak gelen kişi kavmine 'Siz dalâlettesiniz, müşriksiniz, şefaatçiler edinmişsiniz, kâfirsiniz.' demeyip kendi üzerinden muhatapların öz eleştiri yapma fırsatı tanımaktadır. Direkt suçlamada muhatap savunma psikolojisi ile karşılık verecekken, bu üslûpta muhatap kendine bir tehdit hissetmeden düşünme imkanı bulacaktır. Hz. Muhammed de bu uslûbu kullanmıştır. ''Bana ne oluyor da sizi cahiliyeye sanki geri dönmüş gibi görüyorum.''

---------------------------------

25- Muhakkak ben, sizin Rabbinize îmân ettim. Artık duyun!

Bu açıklama imanın ilan edilmesi gibi görünmektedir. “Sizin Rabbiniz” derken sadece aracı/şefaatçileri reddettiğini beyan etmektedir. Yine amaç muhatabın ön yargılarla savunmaya ve suçlamaya geçmesini önlemek olabilir.

---------------------------------

26- Denildi "Cennete gir!". Dedi ki "Ah keşke kavmim bilseydi."

Yukarıdaki anlatımdan direkt cennet sahnesine geçilmesinden dolayı, bu zatın kavmi tarafından öldürüldüğüne dair çıkarımlar yapılmıştır. Kavmin onunla alay ve eziyet ettiği alttaki âyetlerden okumaktayız. (Bkz:30) Ancak öldürüldüğüyle alâkalı net bir bilgi bulunmamaktadır. Bizce burada sinematografik bir üslûpla akışkan bir anlatım kullanılmıştır. Bu üslûbun amacı, okuyucuya kişinin gayretinin karşılığının mutlaka verileceği hissiyatını uyandırmaktır. Zirâ Kur’an tasavvurun inşası için ilgiyi dağıtmadan önemli anları hikmetle anlatan parçacı bir üslûba sahiptir.

Bu zatın “Ah keşke kavmim hayırlı sonumdan haberdar olsaydı” gibi bir temennide bulunması kavminin vahyin mesajını kabul etmediğini göstermektedir. Buna rağmen o inkârcı kavmine karşı bir intikam duygusu beslemeyerek onları Allah’a şikâyet etmemiştir. Bizlere davetçide olması gereken önemli bir ahlâkî prensibi de hatırlatmaktadır. O da merhamettir. Bu zatın cennetteki sözleri bir alttaki âyette devam ederek cennete girmesinin sebebi de ifade edilmektedir.

---------------------------------

27- Bu sebeple, Rabbimin bana mağfiret ettiğini ve ikram edilenlerden kıldığını.

Ferrâ; âyetteki “bimâ gaferalî”ifadesini teaccüb (hayret) anlamını ihtiva eden bir soru olmasının da mümkün olduğunu söylemiştir. O zaman mâna şöyle olur: “Keşke kavmim, Rabbimin beni ne sebeple bağışladığını bilmiş olsalardı”. İbni Abbas der ki: O hem hayatta iken hem öldükten sonra kavmine samimiyetle öğüt vermiş bir kimsedir.

Olayın kahramanı olan elçiler ile sâlih kulun olay sonundaki akıbetleri hakkında Kur’an’da bilgi verilmemiştir. Ancak bir alttaki âyette bir ordudan bahsetmesi bu kavmin elçiler ve sâlih kullara karşı düşmanca bir tutum beslediklerini göstermektedir.

---------------------------------

28- Ve onun arkasından, kavmin üzerine gökten bir ordu indirmedik,indirecek de değiliz.

Cünd; esasında sert ve kaba,taşlı arazi mânasındadır. Asker de düşmana karşı sert olduğundan dolayı bu ismi almıştır. Âyetin zahirinden bunun, meleklerden müteşekkil bir ordu olduğu anlaşılmaktadır. Yani “onları helak etmek için meleklerden oluşan bir ordu gökten indirmedik”.

Bu âyet ilahî bir sünneti ifade etmektedir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın işaret ettiği gibi Rabbimizin bin melekle yardımı müminlere iç ferahlatıcı müjde, moral, destek vermek; kâfirlere ise korku salmak içindir. Meleklerin yardımı, meleklerin göğüs göğüse çatışmaya katıldığı şeklinde anlaşılamaz. Zaten bunu söyleyen bir tek âyet yoktur. (Bkz.Enfal:10) El-Halim olan Allah cezalandırmada acele etmez. Sur borusunun ardından gerçekleşen yargılama ile ödül ve ceza başlatılır.

---------------------------------

29- Sadece bir sayha oldu. O zaman onlar sönüverdiler.

Yani insanların ölümü ve tekrar dirilmesi bir sünnet dahilindedir. Sayha olan sûru herkes eninde sonunda duyacak ve hesap vermek için huzurda toplanacaktır. Rabbimiz cezayı âhirete erteler, dünyada ise bir ordu gönderip helak edici olmamıştır.

Hâmidûn, “hamedetin-nâruhumuden” sözünden alınmıştır ki, ateşin alevi söndü demektir. Bu âyette sönüverdiler, hakikate karşı öfkelenip elçileri yalanlayan kızgın bir kavmin durumunu beliğ biçimde anlatmak için kullanılmıştır. Onlar Allah’ın dinine duydukları öfkeden dolayı âdeta ateş püskürüyorlardı. Allah’ın huzurunda bu hallerinden eser kalmadı.

---------------------------------

30- Ah! yazık o kullara ki alay etmedikleri hiçbir resûl olmadı.

Hasret, Rağıb’ın ifade ettiğine göre elden kaçırılan bir şey için üzülmek, pişmanlık duymaktır. “Yâ hasretenalel ibâd” kalıbı, hem şefkat ve acıma hem de hayret ifade eder.

---------------------------------

31- Ondan önceki nicelerini helâk ettiğimizi, görmediler mi?Kesinlikle onlar geri dönemezler.

Helak kelimesi ve helak olan kavimlerle ilgili açıklama için Kâf sûresinin 36. âyetine bakınız.  Bu âyetteki helak, daha genel manada önceki nesillerin ölüp berzah engelinden dolayı geri gelemeyecekleri, son pişmanlığın fayda vermeyeceği anlamındadır.

Kurûn “karn” kelimesinin çoğuludur. Karn kelimesinin iki anlamı vardır. Birisi, zamansal olarak birbirine yakın olan aynı zaman diliminde yaşayan insan topluluğu anlamındadır.(Bkz. Kâf:36) Diğer anlam ise, zaman diliminin kendisine denilir. Asır veya nesiller gibi… Mealde “nicelerini” ifadesi ile bu iki anlam da verilmeye çalışılmıştır.

---------------------------------

32- Ve herkes toplandığı zaman katımızda hazır bulunacaklar.

Bu âyetler, öldükten sonra dünyaya, daha önce yaşadıkları gibi tekrar döneceklerine bilgisizce inanan Dehrîlik (Ateizm) ve Reenkarnasyon/Tenasüh (ruh göçü) inançlarının tamamını reddetmektedir. Eğer âhiret olmasaydı, ölüm istirahat olurdu, oysa mahşer bütün safhalarıyla onları beklemektedir. Tekrar dirilmenin misali topraktır.

---------------------------------

33- Ve ölü toprak onlara bir âyettir. Onu ihya ettik ve ondan habbeler çıkarttık. Böylece ondan yerler.

Topraktan çıkanların yenmesi aslında topraktan yaratılmanın devam etmesidir. Enerji kaybolmamaktadır, sadece mahiyet değiştirmektedir. Aslına bakılırsa dünyada kaybolan ne vardır ki? Toprağın ihyası onun tohumları çıkaracak verime ulaşmasıdır. Çorak toprağın zıttı verimli toprak manasındadır.

Âyet sözlükte, açık alâmet(belirti) demektir. Her şey kendi alâmetiyle bilinir. Bu açıdan âyet,duyuların, düşüncelerin veya akılla bilinen şeylerin dışa vurmuş şeklidir denilebilir.Yüzü kızaran bir kimsenin kızdığını anlarız. Yüzü kızarmak kızgınlığın âyetidir. Bir şeyin, bir nesnenin ayırt edici özelliklerine eskiden “alâmet-ifarika“, yani “ayırt edici belirti” denirdi. Bu belirtiler o nesneyi bize tanıtan, o şeyin ne olduğunu bilmemize yardım eden özelliklerdir. Âyet, bu şekilde, açık alâmet, nişan, belirti, iz, eser ve işaret anlamlarına gelmektedir. Âyet kelimesinin çoğulu “âyât”tır. Âyet kelimesinin “alâmet”kelimesinden farkı ise âyet’in sabit bir işaret olmasıdır. Yani bazı şeyler alâmet olmaktan çıkabilir, fakat âyet olan alâmet olmaktan çıkmaz. Âyet delil anlamında kullanılır. Allah’ın varlığına ve yüceliğine işaret eden deliller için bkz. Bakara:164, Yunus:5, En’âm:95–99, Nahl:65–69, Rum:22 Yâsin sûresindeki “âyetun lehum” ifadeleri de ahirete inanmayanlar için birer delil mahiyetindedir. Âyet ayrıca ibret ve alınacak ders anlamında kullanılır. Furkân37. âyetinde helak olan Nuh kavminin insanlık için birer âyet, yani ibretvesikası olduğu söylenir. Yine Tâhâ 54’de bu mânada geçer. Alâmet, nişan,işaret anlamında İsrail oğullarına başkan (hükümdar) olarak gönderilen Talût’un bu görevinin âyeti (alâmeti), Tabut’un onlara getirilmesiydi. Burada âyet;alâmet, belirti, nişan anlamında kullanılmıştır. (Bakara:248) İşaret anlamında kullanıldığı yerlerden biri Meryem sûresi 10. âyettir. (Ayrıca bkz. Hûd:64)Âyet, Kurân’ın tümü veya belli bölümleri anlamında da kullanılır. Kurân’ın tümü âyet olduğu gibi, her sûrenin belli bölümleri de âyettir. Kur’an âyetleri kastedildiğinde genelde çoğul kalıbıyla “âyât” şeklinde gelir.

Ölü toprağın dirilmeye örnek oluşunu Kurân sık sık dile getirilmiştir. (Bkz. Kâf:9–11, Fâtır:9,Zuhruf:11)

Yeniden diriliş; kıştan sonra baharın gelmesi gibi bir şeydir. Sanki “Ey insanlar, kıştan sonra baharın geleceğine inanıyorsunuz da öldükten sonra dirilmeye niçin inanmıyorsunuz” der ve kıyas yapmamız istenir. Kâinat açılmış bir kitaptır. Kitaptaki âyetlere“tenzîlî âyetler”, kâinata yazılan, tabiat kanunları haline getirilen âyetlere de “tekvînî âyetler” diyebiliriz.

---------------------------------

34- Ve orada, hurma ve üzüm bahçeleri kıldık ve orada pınarlar fışkırttık.

Ölü topraktan dirinin çıkmasının muazzam bir nimet olduğu ve şükür gerektirdiği bir alttaki âyette şöyle ifade edilir:

---------------------------------

35-Onun ürünlerinden ve elleriyle ürettikleri şeyden yesinler diye.Hâlâ şükretmezler mi?

33. âyetteki ölü topraktan habbelerin çıkışı kendiliğinden doğal olarak tabiatta yetişenler iken 34.âyette insanların ektiği hurmalık ve bağlar kastedilerek bunların da şükre değer nimetler olduğu hatırlatılmıştır. Semer, ürünlerinden fayda sağlanan her şeydir. Bu bağlamda ilmin semeresi, ameli sâlihtir, ameli sâlihin semeresi de cennettir. Şükür; nimeti verene yapılan karşılık ve teşekkür manasındadır. Allah’a yapılacak teşekkürün nasıl olacağı bir alttaki âyette açıklanmaktadır.

---------------------------------

36- O Sübhandır. Arzın yetiştirdiği her şeyden, onların nefslerinden ve bilmedikleri şeylerden çiftler yarattı.

Sübhâne, Allahu Teâlâ’nın niteliğidir. Manası eksik ve noksanlardan münezzeh/uzak tutmaktır. Tenzih temizlik ve kutsallık gibi anlamları işaret eder. Ezvâc, “zevc”in çoğuludur.“Zevc” kelimesi de hem “çiftlerden birini” hem de “erkek dişi iki cinsin oluşturduğu bir çifti” ifade etmektedir. Ragıb’a göre, iki yakının her birine de ve bir diğerine benzer veya zıt olarak ilgili bulunan şeye de “zevc” denir.Bu itibarla dünyadaki şeylerin hepsi, bir zıddı, benzeri, çoğulu, herhangi bir terkip ve karşıtı bulunması nedeniyle çifttir. Mesela, cevher ve araz, iç ve dış, dünya ve ahiret, gece gündüz, iyi kötü, görünen görünmeyen gibi. Yaratılanların çift kutupluluğu Allah’ın yarattıklarına benzemekten münezzeh oluşunu güçlendirmek içindir. Zirâ ne ki yaratan o tek, ne ki yaratılan o çoktur.

Kur’an’ın indiği dönemde evrenin eşler ve zıtlar halinde yaratılışı günümüzdeki kadar detaylı bilinmemektedir.Kim bilir gelecekte bu eşli ve zıtlı yaratılmanın detayları daha da belirgin hale gelebilir. Evrendeki çiftli yaratılışları incelediğimizde itme-çekme kuvvetlerinden, proton-anti protonların, nötron-anti nötronların dengesine kadar her şeyin taneciklerden oluştuğunu, zıtlıklarla uyumun sağlandığını görmekteyiz.

Bu âyetler ile bizlere, bir olanı bir bilme olan tevhid ve tenzihle Allah’a şükrün gerçekleşeceği öğretilmiştir. Şimdi çift yaratılışa bir örnek verilecektir.

---------------------------------

37- Ve gece onlar için bir âyettir. Ondan gündüzü ayırırız. O zaman onlar karanlıkta kalanlardır.

Selh, hayvanın derisini çekip soymaktır. Derisini soyup attığı için yılana da “esvedun salihun” denir.Kelime, bu anlamlarıyla soyulan şeyin yuvarlaklığına da  işaret eder. Bir ay bitip diğer ayın başlaması da bu kelime ile anlatılır. (bkz Tevbe 5)

Muzlimûn, karanlıkta kalanlar demektir. Zulmetin çoğulu 'zulumât' şeklinde gelir ki; aydınlığın olmamasıdır. Kurân’daki 'nur ve zulmet' kelimeleri, benzetme şeklinde ve daha çok iman ve küfür anlamında kullanılmaktadır. Karanlık bir âyet/işarettir. Karanlık aslında bizatihi varlık değil ışığın yokluk hâlidir. Nimetlere şükürsüzlük karanlık âyetini iyi okuyamamanın bir tezahürüdür. Çünkü varlığın değerini yokluğu görenler daha iyi bilecektir. Ölümü, hesabı unutturan nimetlerin soyularak altındaki yokluğu fark ettiren Rabbimize şükürler olsun…

---------------------------------

38- Ve güneş, karar kılmak için akar gider. İşte bu Azîz, Alîm olanın takdiridir.

Cerâ fiili Türkçemizde cereyan şeklinde kullanılmıştır. Bir yöne doğru akma, akış, akıntı manasındadır.

Müstekar kelimesinin  slı,“soğukluk” anlamındaki karre‘den gelmekte olup, sükûnü/durağanlığı gerektiren anlamındadır. Bu kelime bir yerde durma mânasına mimli mastar, ismi zaman veya ismi mekân olabilir. Güneşin soğuyarak bir yerde karar kılmasını çarpıp,gömülüp, yok olmasını da anlatıyor olabilir. Zirâ Güneş saatte 700.000 kilometreden daha büyük bir hızla Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı’na doğru hareket etmektedir. Dünyanın hem kendi ekseni etrafında hem güneşin etrafında dönerken, aynı zamanda güneş sistemiyle beraber hareket ettiği de unutulmamalıdır. Tarihin çok uzun bir döneminde insanlar dünyayı sabit, güneşi ise dünyanın etrafında dönüyor zannettiler. Sonra Kopernik,Kepler, Galileo ile başlayan süreçte ise insanlar güneşin sabit bir şekilde ortada durduğunu, dünyanın ise sabit bir güneşin etrafında döndüğünü zannettiler. Bilimde devrim sayılan bu keşif çok önemliydi ama güneşin bu modelde sabit, durgun sayılması yanlış bir kanaatti. Daha sonra ise gelişmiş teleskopların sayesinde ve kozmoloji biliminin oluşturduğu birikimle güneşin dehareket ettiği, dünyanın hareket eden bir güneşin etrafında döndüğü anlaşıldı.Oysa güneşin bu hareketi Kuran’da 1400 yıl önceden açıklanmıştır. Gerek güneşin dünya etrafında kısır döngü yaptığı ve gerekse güneşin hareketsiz bir şekilde durduğu fikrine karşın bu âyet, güneşin bir hedefe doğru akıp gittiğini söyleyerek doğru modeli ortaya koymuştur. Böylece Kur'an birçok konuyu olduğu gibi güneşin hareketini de doğru şekilde açıklayan bilinen ilk kaynaktır.

Takdir, kelimesi, bir şeyin nasıllığını açıklamaktır. Kudreti ile takdir, hikmetinin gereği olarak eşyayı özel bir miktar ve özel bir şekil üzere yaratmasıdır. Dev kütleli yıldızların,yörünge ve dönüş hızına kadar ince matematiksel hesapların yapılması, Allah’ın yaratılışının bu matematiksel hesaplarla gerçekleştirdiğini göstermektedir.Kur’an Allah’ın, evrende kullandığı matematiğe ‘kader’ kelimesiyle dikkat çekmiştir. (bkz Kamer:49) El-Aziz, izzet ve şerefin kaynağı, el- Alim ise her şeyi mükemmel bilen demektir. Allah sonsuz bilgisiyle izzetine yaraşır bir sistem var etmiştir. ‘Eşhedü’ Aziz ve Alim olan Allah’ın muazzam sistemine şahit olunmaktır.

---------------------------------

39- Ve Ay, kurumuş hurma salkım dalı gibi dönünceye kadar ona evreler takdir ettik.

Menâzil, konak mânasına gelen menzilin çoğuludur. Bundan maksat ayın kat ettiği mesafedir. Ayın dünya etrafındaki yolculuğu ayın halleri olarak müşahede edildiğinden bu kelimeye ayın evreleri manası verilmiştir. Ay, bir uyduya göre oldukça büyük hacmi ve ayarlanmış uzaklığıyla dünyamızın dönme merkezini sabitleştirmektedir. Bu da gezegenimizin yaşam için elverişli iklim koşullarını milyarlarca yıldır korumasını sağlamaktadır. Bazı bilim adamları, ayın çekim gücü sayesinde dünyanın merkez çekirdeğinin sıvı konumunu koruduğunu söylemektedirler. Bu da gezegenimizin manyetik alanını güvence altına almaktadır. Eğer bu manyetik alan olmasaydı kozmik radyasyonlar dünyaya doğrudan ulaşacaklardı. Bu da yeryüzünde yaşamı yok edecekti. Yine ay olmasaydı dünyanın kendi çevresinde 10 saat içinde döneceği tahmin edilmektedir. Ay okyanusları kendisine çekerek, dünyanın dönüş hızını yavaşlatmış ve bugünkü şekline getirmiştir. Ay, dünya etrafındaki eliptik yolculuğunu 27 gün, 7 saat, 43 dakika, 11 saniyede tamamlar. Ay (Kamer)kelimesinin Kuran’da 27 kez geçmesi ise Kur'an’ın ayrı bir mucizesidir.

Urcûn; kuruyup incelmiş,bükülmüş hurma dalı, üzerinde dalların bulunduğu salkım çöpüdür. Bu da eğilip bükülmek (meyletmek) demek olan “in’irac“den “fu’lun” veznine gelmiş bir kelimedir.(Zeccâc) Kadîm; bu âyette eskimiş, çürümeye yüz tutmuş demektir.

Ay, dünya etrafında kıvrılan,sarılan bir yörüngede hareket eder. Dünyanın güneş etrafındaki dolaşımı gerçekleşirken ay da dünyanın etrafında bazen önünde, bazen arkasında olmak üzere sarmal bir yol izler. Böylece ay, dünyanın yörüngesi boyunca kıvrım kıvrım dönerek yol alan bir yörüngeye sahip olur. Tıpkı kıvrılan ve bükülen bir dal gibi. Âyette, ayın yörüngesine urcun kelimesiyle işaret edilir. Urcun,hurmanın eğri, “salkım dalı’nı” ifade eder. Âyette bu eğri salkım dalı, eski ifadesiyle de tasvir edilmiştir ki, hurma çöpünün eskisi daha ince ve daha eğri olmaktadır.

---------------------------------

40- Güneş’in Ay’a yetişmesi ve gecenin gündüzü geçmesi mümkün olamaz.Ve hepsi feleklerinde yüzerler.

Felek, daire veya yuvarlak cisim anlamına gelir. Yün eğireceğinin yörüngesinin de, yuvarlak olduğu için, “felek”diye adlandırıldığı, yine yuvarlak bir yüzey olan ve çadırın direğinin çadırı delmemesi için direğin ucuna konan yuvarlak, odundan yapılmış düz nesneye de,“Çadırın feleği” denildiği söylenmektedir. (Razi) Felek, dairevi ve küresel herşeyi kapsar. (Taberî) Felek kelimesi gemilerin seyri sefer rotasına benzediği için gemi mânasına gelen fulk’ten türetildiği söylenmiştir.(Rağıb)

S-b-h kelimesinin kökeni suda ve havada hareket etmek demektir. (Bkz. Enbiya:33) Âyetlerdeki yes behûn kelimesini“kendi öz hareketiyle yer değiştirmek dairesel yörüngelerinde/feleklerinde yüzmeleri” şeklinde anlamak doğru olacaktır.

Âyette “hepsi” diye çevirdiğimiz kelimenin Arapçası “küllü“dür. Bu kelime “her biri” anlamlarına gelmektedir. Küll, dilde asıl anlamı itibariyle “tekellelehu” (onu kuşattı) ifadesinden alınmıştır. Bundan dolayı başı kuşattığı için koçboynuzu “iklil” diye isimlendirilmiştir. Küll, cem anlamına gelir. Cem kelimesinden farkı cümle başlarında olmasıdır. Ve küll bölümleri kapsarken cem parçaları kapsar.

Arapçada adedi iki olan nesneler için “tesniye” denilen ayrı kelimeler kullanılır. Âyette, güneş ve ay olmak üzere iki gök cisminin yörüngedeki hareketlerinden bahsedilir. Oysa âyette“tesniye” kullanılmaması en az üç tane gök cismine işaret edildiğini akla getirmektedir. Gece ve gündüzün oluştuğu yerin dünya olduğu düşünülürse, âyetinişaret ettiği diğer gök cisminin dünya olduğu net bir şekilde anlaşmaktadır.

Dünyamız içinde canlıların olduğu uzay denizinde kendine belirlenmiş yörüngeyi izleyen bir gemi gibi…Rabbimiz her varlığa bir rota belirlediği gibi insana izleyeceği bir yol belirlemiştir… Bu insanlık yolu 51. âyet olan yolun sonuna kadar örnekleri ile tarif edilecektir.

---------------------------------

41- Ve onların zürriyetlerini dolu gemide taşımamız onlar için bir âyettir.

Fülk, gemi anlamına gelir.  Felek kelimesi gemilerin seyrüsefer rotasına benzediği için gemi mânasına gelen 'fulk’ten türetildiği söylenmiştir. (Rağıb)Meşhûn, içinde insanların dolu olduğu mekân, doldurulmuş yer demektir.“Fülki’l-Meşhûn” ifadesi, dolu gemi mânasına gelmektedir. “Fülki’l-Meşhûn”tabiri bu âyetin dışında iki yerde daha geçmektedir. Biri Hz Nûh’un bindiği gemi, diğeri ise Hz Yunus’un görevinden kaçma teşebbüsünde bulunurken bindiği gemidir. Hz. Nûh bağlamında âyet şöyledir: “Biz de onu ve onunla beraber olan kimseleri dolu gemiyle, kurtardık. Sonra, onların ardında kalanları suda boğduk! Muhakkak bunda bir âyet vardır ve onların çoğu inanmadılar.” Şuara:119-121

Bizce zürriyetlerin dolu gemiyle taşınması, Hz. Nûh ve onunla birlikte olanların tufandan kurtulup yepyeni bir medeniyetin temellerini atmalarıdır. Devam eden âyetlerde bu hakîkatin açıklandığı anlaşılmaktadır.

---------------------------------

42- Ve onlar için, onun benzeri binecekleri şeyler yarattık.

Gemilerin yüzebilmesindeki ilâhî kuralın bir nimet ve delil olarak gösterilmesi, başka âyetlerde de verilmiştir:“Gemilerin denizde Allah’ın ni’metiyle seyrettiğini görmedin mi? Âyetlerinden size göstermek için. Muhakkak ki bunda, çok sabredenlerin ve şükredenlerin hepsi için elbette âyetler vardır.” (Lokman:31) “Sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyler kıldı.” (Zuhruf:12) “Ve onun fazlından istemeniz için onda (suyu) yarıp giden gemiler görürsünüz. Umulur ki böylece şükredersiniz.” (Fâtır:12)

---------------------------------

43- Ve dilersek onları boğarız, o zaman onlara yardım edilmez ve onlar kurtarılmaz.

Sarîh; feryat eden, imdat isteyen kimse ya da birinin imdadına koşan, yetişen kimse demektir. Yani onları boğulmaktan kurtaracak herhangi bir kuvvet sahibi bulunmazdı. Allah önceden belirlediği yasalar çerçevesinde Hz. Nûh’u uyarmasaydı kavminde yaşayan kimse kurtulamaz, herkes boğulup giderdi. Ancak Allah rahmeti kendine yazdığı için bunu dilememiş ve kullarının tamamını gelecek tufana karşı resûlü ile uyarmıştır. Bu uyarıyı dikkate alanlar kurtulmuş, yalanlayan veya önemsemeyenler boğulmuştur.

---------------------------------

44- Bizden bir rahmet ve belli bir zamana kadar metalanmaları hariç.

Metâ’, kendisinden hemen lezzet alınan menfaattir. Herhangi bir müddete kadar kendisinden faydalanılan,devamında sona erip yok olan her şeye meta’ denir Kısaca meta’; sabit, kâmil vedaim olmayandır. Zıddı ‘naim’dir. Hîn, zamanın az veya çok, sınırlı bir süresine denir. Bu âyetin bir benzerini yine Hz. Nuh bağlamında şöyle okumaktayız: “(Şöyle) denildi: “Ey Nuh, sana ve seninle beraber olan ümmetlere Bizden bir selâmetle, bereketlerle (gemiden) in! Ve (bazı) ümmetler (olacakki), onları metâlandıracağız. Sonra onlara Bizden elîm azap dokunacak.”(Hûd:48) Hz. Nuh’un “Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dolaşan bir kimse bırakma.”(Nuh:26) şeklindeki isteğine verilen cevap bu âyettir. Zirâ kötüler yok olup gitse de kötülük imtihan dünyasında mutlaka varlığını devam ettirecektir.

---------------------------------

45-Ve onlara denildi: "Önünüzde ve arkanızda olan şeylerden sakının. Umulur ki böylece rahmet olunursunuz."

Buraya kadar anlatılanlar,birbirlerinden kopuk alâkasız konular değildir. Anladığımız kadarıyla zürriyetleri dolu gemiyle taşınan insanlar, zamanla tekrar bir medeniyet kurmuş, ancak ilahlar ve şefaatçiler edinerek şirk batağına düşmüşlerdir. Bu kavme Rahman olan Rabbimiz tekrar resûller göndermiştir ki bu resûllerin bir üçüncü ile desteklenmesi Yâsin sûresinin 13. âyetinden itibaren ayrıntıları ile anlatılmıştır. Âyette bahsedilen “önünde olandan sakınma”, Hz. Nuh’un inkârcı kavminin başına gelenler gibi bir sonla karşılaşmamaktır. Ömür kredisinin,hataları telafi etme fırsatı bulamadan bitmesinden ve sur borusu ile hesap gününe uyanmaktan sakınmaktır. Arkalarındakinden sakınma ise, gelenek haline gelen Allah’ın astında ilahlar edinerek onlardan şefaat umma inancıdır. Aslında bu âyet geçmişte olandan ibret alarak geleceğe yönelik tedbirler üretme demek olan tedebbürü emretmektedir.

---------------------------------

46-Ve Rabblerinin âyetlerinden hiçbir âyet gelmez ki, ondan yüz çevirenler olmasınlar.

Mu’ridûn kelimesi, “yüz çevirmek, delillerden yüz çevirmek, itibar etmemek” anlamındadır. Âyetlerden yüz çevirmenin ne olduğu da bir altta izah edilmektedir.

---------------------------------

47- Ve onlara "Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden infâk edin" denildiği zaman hakikati örtenler güvenenlere: "Allah dileseydi doyuracağı kişiyi biz mi doyuracağız? Siz ancak apaçık bir dalâlettesiniz." dediler.

Paylaşmak fıtrî bir âyettir ve insanı hayvandan ayıran üst bir meziyettir. Âyetlerden yüz çevirmenin altında yatan asıl sebep beşerî yanın bencillikle insanî yana galip gelmesidir.

İnfakın, nüzul sürecinde ilk geçtiği yer muhtemelen burasıdır. Kur’an’da türevleriyle birlikte 73 yerde geçmektedir. Usulümüz gereği bu tarz Kurânî kavramların ilk geçtiği yerlerde geniş bilgi veriyoruz.

Bu kelime; ne-fe-ka kökünden türemiştir. Elden çıktı, bitti, tükendi anlamlarına gelir. “Nafaka”; harcanan para veya ihtiyaçların tamamı için gerekli kazanç anlamında kullanılır. İnfakise; malı veya benzeri ihtiyaç maddelerini hayır yolunda harcamak anlamındadır.Allah yolunda harcamaya infak denir. Kur’an’da sadece üç şey “fi sebilillah”denilerek Allah yoluna nispet edilir: Bunlar cihat, infak ve hicrettir. İnkârcı tavır, sadece vereceğine takılmıştır. Alacağını düşünmemektedir. Onun için de diyor ki “Allah istese doyuracağını biz mi doyuralım”. Gariplerin,ihtiyaç sahiplerinin hakkını vicdanını örterek vermeyenlerin cevabı, Allah’ın kendilerine doyacağından fazlası ile rızıklandırmasını görmezlikten gelerek verilen bir cevaptır. Er-Rezzak olan Allah rızkı yeterince yaratmıştır, ancak açgözlüler bu pastadan büyük payı kaparak başkalarını açlığa ve yoksulluğa sürüklemektedir. Bu kamusal adaletsizliğin birey açısından bir nebze olsun dengelenmesinin yolu, infak denilen ve içine sadaka ve zekâtı da alan karşılıksız paylaşmaktır.

---------------------------------

48-"Ve derler ki eğer siz doğru söyleyenlerseniz, bu vaad ne zaman?"

Buradaki soru, gerçekten öğrenmeye yönelik bir soru değil, şişmiş bir egonun yönlendirdiği inkâr ve isyan barındıran bir karşı çıkıştır. Buradaki vaad, resûllerin her kavmi uyardığı ölüm ve sonrasındaki hesap günüdür.

---------------------------------

 49- Onlar tartışırken, onları alacak olan tek bir sayhadan başka bir şey gözlemiyorlar.

Âyette dikkatli bakılırsa bir sayha ile helak olduklarından değil helak olma ihtimalinden bahsedilmektedir.Yani geçmiş kavimler bağlamında hayatlarının pamuk ipliğine bağlı olduğu ifade edilerek âcizlikleri hatırlatılmaktadır. Âyette sayhanın es-sayha şeklinde marife olarak gelmesi bunun herkes tarafından bilinen, malum yıkımın habercisi olan ilk sûrun sıfatı şeklinde anlamamızın gerekçesidir. Zaten Kur’an’da ikinci sûr, ‘sayha’ şeklinde şöyle ifade edilmiştir: “O gün hak olan sayhayı işitirler. İşte bu, çıkış günüdür.” (Kâf:42) Bu anlatım 51. âyetten itibaren detaylandırılacaktır. İnfaktan hemen sonra âhiretle ilgili bir âyetin gelmiş olması, karşılıksız paylaşmak olan infakın Allah’a güvenmek olduğunun açık bir kanıtıdır.  Allah’a iman eden bir kişi bu dünyada verdiğinin karşılığını âhirette fazlasıyla alacağını bilir ve bu nedenle isteyerek, gönül rızasıyla verir. Verirken, içinde bir burukluk hissetmez.

---------------------------------

50- Artık vasiyet etmeye güçleri yetmez ve ailelerine dönemezler.

Son saatin çok şiddetli ve beklenmedik bir anda gerçekleşeceği “tavsiye” kelimesi ile ifade edilmiştir.Tavsiye Başkasına yapacaklarını daha önceden öğüt yollu bildirme ve öğüt verme anlamlarındadır. Buradaki son saatten kasıt, bu dünyanın sonu veya kişinin son saati de olabilir. Yarın yaparım diye, ahlâkî sorumluluklarını erteleyen herkese âyet, kendi küçük kıyametinin her an kopabileceğini, dolayısıyla yapması gerekeni bugün, hemen şimdi yapması gerektiğini tavsiye edilmektedir.

---------------------------------

51- Ve sûra üfürülmüştür. İşte o zaman onlar, yerlerinden Rab’lerine akın ederler.

Sûrun üflenmesi ifadesi, tıpkı eski devirlerde kullanılan ve toplanmayı veya tehlikeyi haber vermek için genellikle büyükbaş hayvan boynuzundan yapılma bir borunun öttürülmesine benzer şekilde, bir borunun veya sirenin çalınacağını, bir hakemin oyunu başlatan veya bitiren düdüğünü, bir okulda dersin başlayıp bittiğini bildiren zili çağrıştırmaktadır. Sûra üfleme iki sefer olacaktır. Birincisi ölüm, ikincisi de kabirden kalkış içindir. (Bkz. Hâkka:13, Tâhâ:102, Neml:87–90, Nebe:18,Kehf:99, Müminûn:101, Zümer:68, En’âm:73… 

Ecdâs, kabir mânasına gelen cedes kelimesinin çoğuludur. Kabir de Arapça bir kelimedir çoğulu kubûr şeklinde gelir. Bu şekilde Âdiyât sûresinde geçmiştir. Kubûr için kabirler mânası verdiğimizden ''ecdas' için de kabirler mânası vermek kanaatimizce doğru olmayacaktır. Zirâ Kur’an’da eş anlamlı kelime kullanılmamaktadır. Eğer kelimeler farklı seçilmişse bu mutlaka bir hikmete mebnidir. Burada bulundukları yerlerden, mevzilerinden Rabbe doğru bir yönelme söz konusudur.

Nesele-yensilu, bir şeyin birşeyden ayrılması anlamına geliyor. Mesela nusâle, saçın dökülenine denir. Nesl,babasından soyutlanıp geldiği düşünüldüğü için çocuğa da bu adı vermişlerdir.Bu yan anlamları da ihtiva eden nesl burada gitmek, ayrılmak, hızlı koşmak,akın etmek gibi anlamlarına gelmektedir.

---------------------------------

52- Dediler ki: "Eyvahlar olsun bize, yattığımız yerden bizi kim diriltti? Bu, Rahmân’ın vaad ettiği şeydir. Ve resûller doğru söylemişler."

Veyl, Kalem sûresi 31. âyetinde detaylı bir şekilde açıklanmıştır. Burada derin pişmanlığı yansıttığı için“eyvah” anlamında da çevrilebilir. Ba’s, genel olarak ölülerin dirilmesi demektir. Merkad kelimesi müfrettir, fakat cemi mânasını ifade eder. Bu kelime kökeni itibariyle tatlı kısa yatmaya denir. Kehf sûresinde mağara ashabının pasif kalması, yatması da bu kelimeyle ifade edilir. (bkz. Kehf:18) Rahman kullanımının sûrenin 15. âyetindeki “Dediler ki: "Siz, bizim gibi beşerden başka bir şey değilsiniz ve Rahmân bir şey indirmedi. Siz sadece yalan söylüyorsunuz." sözünü söyleyenlerin söylemleri bağlamında anlaşılması iç bağlama daha fazla uymaktadır.

Bu âyetlerden anlaşıldığına göre,ölüm ile ba’s (diriliş) arasında uzun bir zaman yoktur, “an” diyebileceğimiz kadar bir süre vardır. Dolayısıyla, bazı rivâyetlerde yer aldığı gibi “kabir hayatı” diye bir hayat ve orada cesetlere azap edilmesini Kurân'ın onaylamadığı anlaşılmaktadır.

---------------------------------

53- Sadece tek bir sayha! İşte o zaman onlar, hepsi huzurumuzda hazır bulunanlardır.

Nasıl insanların helâkine bir tek “sayha” çığlık sesi yetmişse, dirilmelerine de bir tek “sayha” yeter.İnsanların tümü bir anda kendilerini Allah’ın huzurunda bulacaklardır.

---------------------------------

54- İşte o gün hiçbir nefse, hiçbir şeyle zulmedilmez ve amellerinden başka bir şey ile karşılanmazlar.
Zulüm; “aleyhinde hareket etmek, zulüm yapmak, işkence, eziyet etmek,bir şeyi asıl yerinin dışında bir yere koymak” anlamlarında kullanıldığı gibi,hak kelimesinin karşıtı olarak da kullanılır. (Zulüm ve şerrin Allah’a hiçbir şekilde izafe edilemeyeceğine dair Bkz. Kalem:29)

Nefs; nefes alan, canlı manasındadır. İnsan mânasına ve tüm canlılar anlamına da gelir. Çoğulu“nüfus”tur, “enfus” formunda da gelir. “Külli nefsin zaikatul mevt“ âyetinde her nefes alan, yani her canlı ölmek zorundadır manası da vardır. Nefes,canlılık belirtisidir. Nifas, kadının nefes olan bir canlı dünyaya getirmesi manasında doğum yapmasıdır. Bir de bu âyetteki gibi ahiretteki insanı anlatan âyetlerde de 'nefs' kavramı kullanılır. Özetle nefs kişinin bedenle oluşturduğu bütün yani kendisi demektir.

---------------------------------

55- Muhakkak ki cennet ehli, o gün zevkli bir meşguliyet içinde olanlardır.

Şuğl, faydalı faydasız her işle meşgul olmak mânasına gelir. İnsanı oyalayan ve sonradan ortaya çıkan bir şeydir. Fâkihûn kelimesinin ilk anlamı meyvedir. (Bkz. Rahman:11). Meyveye böyle denmesinin sebebi meyveden alınan lezzet ve mutluluk olmasındandır.Sevinç ve neşe de bu kökten kelimelerle ifade edildiği için biz kök manasını burada tercih ettik. “Şugulin fâkihûn” tamlaması keyif veren meşguliyet anlamında kullanılmıştır. Yorgunluk veren bir meşgale değil, yaptıkça huzur veren bir uğraşı. Bu âyet “cennette her türlü nimetten istifade ettikten sonra sıkılırız” diyeceklere bir cevap mahiyetindedir.

---------------------------------

56- Onlar ve eşleri, gölgeliklerde yataklara kurulurlar.

Âyetteki ezvaç/eş sadece karı koca olarak düşünmemek gerekir. Dünyada iken hoşça vakit geçirilen dostlar,hayatta cennetlik olan kişiye eşlik eden tüm çevresi, arkadaşları manasında çoğul bir kullanıma sahiptir. (Erâik, için bkz. İnsan:13)

---------------------------------

57- Onlar için orada zevkler ve murad ettikleri şey vardır.

Yedde’un; İstemek, dilemek, çanı çekmek, arzu etmek anlamlarına gelir.Bu kelime yapısı “itibariyle arzu edileni söylemeye gerek kalmaksızın” anlamını ima yollu içerir. (Râzî) En geniş anlamıyla kişinin muradını/istediği asıl olanı ifade eder. Peki maddî ikramlar dışında cennetliklerin asıl murad ettiği şey nedir?

---------------------------------

58- Rahîm olan Rab’ten "selâm" sözüdür.

Selam; barış, huzur, esenlik,saadet, af, mağfiret mânalarını kapsar. Kavl; söz, düşünce, görüş anlamlarına gelir. Kelimenin nekre ve merfu olması, selamın yüceliğine ve devamlılığına işarettir. Burada Rabbi Rahim şeklinde gelmesi Allah’ın merhameti ile selamın yani barışın devamlılığı vaadini içermesindendir. Zira cennettin diğer bir adı daruselamdır, “Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm” Ve Allah selam yurduna çağırır.Dileyeni sıratımustakîme hidayet eder. (Yunus:25) Yaşadığımız yurdun selam yurdu olmasına en büyük engel suç ve suçlulardır.

---------------------------------

59- Ve ey mücrimler! Bugün ayrılın.

Temyiz, iki şeyi birbirinden ayırmaktır. Cürüm suç, mücrim suçlu demektir. Dünyada suçlu suçsuz bir arada yaşıyorsa kimin suçlu kimin masum olduğu anlaşılmıyorsa orada selam/barış yurdu tesis edilemez. Mücrim kelimesinin ismi fail oluşundan dolayı suçu karakter haline getiren, ıslah olmaya yanaşmayan azılı suçlular manasındadır ve bu şeytana kulluk etmelerinden kaynaklanır.

---------------------------------

60- Ey Âdemoğulları! Ben, sizlerden şeytana kul olmayacağınıza dair ahd almadım mı? Muhakkak ki o, size apaçık bir düşmandır.

Ahd; emir, talimat, taahhüt,antlaşma, yükümlülük, itimat veren söz, bir şeyi korumak anlamlarına gelir.Kur’an’da ayrıca yemin ve misak da kullanılır. Bağlamlarına göre farklı nükteler barındırır. Bir şeyi her durumda koruyup gereğini yerine getirmek demek olan ‘ahid’de kesin söz verme vardır. Yemin, ahdin dinî ve kutsî yönünü;söz verme ise biraz daha ahlâkî ve sosyal yönüne yakındır. Çevresini imar veinşa edip güzelleştirmeyen, tüketip kirleten ve zarar verenler insanlıktan çıkmış, ahdini bozmuş olur. Allah’a verilen söz, beşerin insan olup yeryüzünün halifesi olma potansiyelinden gelir. Bu donanımı suç ve kötülükte kullanmak ahdi bozmak, şeytana kul olup sratımustakîmden uzaklaşmaktır.

---------------------------------

61- Ve Bana kul olun. Bu sıratımustakîmdir.

Allah’a gerçek manada kul olan,insanın içine yerleştirilen kulluk sözleşmesine riayet etmiş olur. Aksi takdirde fıtratında olan kulluk potansiyelini şeytani ve nefsani istekleri yerine getirmekte kullanmak zorunda kalacaktır. Bu da nefsine veya şeytansı kullara kulluk ile sonuçlanan bir dalâlettir.

---------------------------------

62- Ve yemin olsun ki sizden birçoğunuzu dalâlette bıraktı. Hâlâ akletmez misiniz? 

Allah’ın yemin etmesi bu yasanın değişmezliğini ifade içindir. İnsanı şirkten, şeytana ve kula kul olmaktan koruyan en önemli unsur akıldır. Aklı, onu Yaratanın istediği şekilde kullanmamak, akletmemektir.

Akl, muhtemelen nüzul sürecinde ilk burada geçer. Akıl kelimesi, Kur’an’da 49 yerde ve bu kelimenin tümü fiil halinde geçer. İsim olarak hiç gelmez. Bundan yola çıkarak diyebiliriz ki,Kur’an anlayışında salt akıl, kullanılmadıkça potansiyel olarak bir anlam ifade etmez. Aklı devamlı olarak fiil/eylem halinde kullanan Kur’an âyetleri, akletmenin, yani aklı verenin rızasına uygun kullanmanın ve doğru düşünmenin önemine dikkat çekmektedirler. Sözlükte, mastar olarak; engellemek, alıkoymak,bağlamak gibi anlamlara gelmektedir. Ukal, bağ demektir. Dilde ilk olarak develeri bağlamak için kullanılmıştır. Akale’l be’îra, devenin ön ayağını bağladı demektir. Olayları, parçaları, sebep ve sonuçları birbirine bağlayıp sağlıklı bir muhakeme yapabilmek akletmektir. Akl, dilimizde isim olarak;idrak, diyet, muhakeme yeteneği, kavrayış, zekâ gibi manalarda da kullanılmaktadır. Ancak Kurân’ın akletmek dediği zekadan farklıdır. Zekâ anlık bilgiyi kullanma yeteneği iken ‘akıl’, bilgiyi yorumlama, üretmeye yarayan güç,bu güç ile elde edilen sağlıklı bakıştır. Bu bir anlamda düşünme, kavrama,anlama ve bilgiye ulaşma yeteneklerinin nihai halidir. Araştırmayan, düşünmeye nakıl, görevini yerine getirmemiş akıldır ki, sahibini hayvandan daha aşağı duruma düşürerek bir taklitçiye çevirir. Taklit, araştırma ve düşünmenin baş düşmanıdır. Allah, kitabında taklit ve donukluğu kınarken; araştırıcı aklı, tahkiki övmektedir. İslam taklitçiliğe karşı çıkmıştır. Çünkü taklitçilik, Allah’ın insana en büyük nimetlerinden olanaklı kullanmamak, başkalarına körü körüne uymak şahsiyeti yitirip köle konumuna düşmektir. Aklı kullanmamak cehennemlik hâlidir.

---------------------------------

63- Size vaad edilmiş olan cehennem budur.

---------------------------------

64-İnkâr etmeniz sebebiyle bugün ona yaslanın.

Tekfur ifadesindeki küfür,küfran, inkarcıların nimetlere karşı nankör olduklarını, verilen aklı,gönderilen elçileri ve hakikat nimetini görmezlikten gelmelerini beyan eder. Bu ifadelerde örtbas etmek sebep, cehenneme giriş adeta bir sonuçtur. (Yaslamak için bkz. Tebbet:3)

---------------------------------

65- Bugün onların ağızlarını mühürleriz. Kazanmış oldukları şeyleri Bize, onların elleri anlatır, ayakları şahitlik eder.

Burada “ağza mühür vurulması”bizce mazeretlerin artık geçerliliğinin kalmadığı, sözün bittiği noktayı ifade eden özlü bir anlatımdır. Suçlunun suçunu kabullenmekten başka çaresinin kalmadığı, itirazların sonlandığı aşamayı anlatmaktadır. “Elleri konuşur ve ayakları şahitlik eder” buyruğunda elin yapacağını “konuşmak” diye nitelendirilirken,ayağın yaptığını “şahitlik” olarak nitelendirilmesinin sebebi nedir? Elin dile gelmesi bağlam gereği burada işlenen suçların daha çok doğrudan ellerle işlenmesine, ayağın şâhitliği ise suça götüren bir vasıta olmasına atıf olabilir. Eller dünyada da işlenen bir suçta konuşturulabilir. Bir cinayet işlendiğinde ellerde barut izi, kan, mağdura ve suçluya ait doku örneklerinin incelenmesiyle cinayet aydınlatılmaya çalışılır. Bulunan her kanıt aslında ellerin/fiilerin/yapılanların konuşturulmasıdır. Ayaklar ise suç mahalinde bulunan şahitleri sembolize edebilir. Nur sûresi 23, Fussilet 19-23. âyetlerde bağlam gereği gözlerin, kulakların, ellerin, dillerin, ayakların ve derilerin şâhitliğinden söz edilir.

---------------------------------

66- Ve eğer dileseydik, elbette gözlerini silerdik. O zaman yolda koşuştururlardı. Bundan sonra nasıl görürler?

Tams, kök olarak “silmek, ortada iz bırakmamak, imha etmek,uzaklaştırmak” anlamlarına gelmektedir. Nitekim Arapçada gözleri görmeyene,“gözleri silinmiş, gözleri imha olmuş, kör olmuş” anlamında tamusu’l – basar,derlerdi. (Lisanül Arab) Bir üsteki âyette azaların veriliş amacına uygun kullanılmaması ile sonuçlanan hesap anlatılırken burada insana emanet olarak verilen organ ve organellerin önemi hatırlatılmaktadır. Emanet olarak verilenlerin alınması sonucu yaşanacaklar bir alttaki âyette örneklendirilmeye devam edecektir.

---------------------------------

67- Ve eğer dileseydik,elbette onları mekanları üzerinde değiştirirdik. O zaman ileri gitmeye ve geri dönmeye güçleri yetmezdi.

Mesh, madden veya manen bir halden başka bir hale bozularak dönüşümdür. Mesahtün-nakah, deveyi şekli ve şemaili değişecek derecede yordum ve zayıflattım demektir. Mesahnehum, başka bir hâle dönüşümdür. Kelime yapısı itibariyle bu hâlin olumsuz bir hâlidir. (bkz. A’râf:166)

“Mekanet” kelimesi, bir şeyin kapladığı yer anlamındaki“mekan” kelimesinden gelmekte olup, âyette oldukları bulundukları yer anlamındadır. Buradaki mekân fizikî değil manevîdir. Tıpkı En’am sûresinin 135.âyeti, Hud sûresinin 93. ve 121. âyetleri gibidir.

“Mudiyyen” kelimesi, hem maddî hem manevi olarak ileri giden,gelip geçen, olup biten şey anlamındadır.

---------------------------------

68- Ve kimin ömrünü uzatırsak, onun yaratılışını tersine çeviririz. Hâlâ akletmezler mi?

Birinci akletmeme 62. âyette bahsedilen manevî dalâlet, sıratımustakîmden uzaklaşıp şeytana ve nefse kul olmak iken buradaki maddî dalâletin sonuçlarını düşünmekle alâkalıdır. Maddî imkanlardan istifade edip yaşamak için verilen organlar ve gençlik nimeti üzerinden bunların geçiciliği hatırlatılmaktadır.

Ömrün Allah’ın kanunlarına uygunluk oranında uzayıp kısalacağına dair Kurânî delilimiz bu âyettir. Sağlığına dikkat eden, dengeli ve yeterli beslenip stresten uzak olan toplumlarda şu an ortalama yaşamın 80'nin üzerinde olduğu bilimsel çalışmalarda ortaya konmaktadır. Kurân Nûh sûresi 4. âyette Hz. Nuh'un dilinden Allah’ın kavmin helak olup ecellerinin öne alınmasını istemediğini “Allah sizin ecelinizi tehir etsin”  sözünden anlaşılmaktadır. Ayrıca ecelin öne veya ileriye çekilmesinin kitabî yasalara bağlı olduğu şöyle ifade edilir: “Kendisine ömür verilenin de ömrün uzatılması da, ömründen kısaltılması da mutlaka kayıtlı bir yasaya bağlıdır.” (Fatır:11) Tabiî ki asıl amaç çok uzun bir ömür sürmek değil, imkanlar varken onların doğru değerlendirilmesidir. Zirâ yaşlılık imkanların tersine dönmesidir.

Nuammirhu, ''Ona ömür verdik, hayatta kaldığı süreyi uzattık.'' anlamına gelir. İmar, imara kelimeleri bu köktendir. Bayındır kalmak, yani harap olmanın zıddıdır. Ömür, bedenin hayatta bayındır kaldığı sürenin adıdır. Türkçemize geçmiş olan ta’mir kelimesi de ömür vermek,ömrünü uzatmak anlamına gelir. Umre, ömre ömür katan, sevginin inşa edildiği ziyaret demektir. Özelde Kâbe’yi ziyaret anlamındadır.

Neks; bir şeyin baş üstüne dönmesidir. Baş aşağı etmek, bir şeyi kuvvetini gidererek zayıflığa düşürmek gibi anlamlara gelir. Bu kelime daha çok ters dönme anlamı içerir. Baş tarafı kırılıp üst tarafı alt tarafına çevrilen oka neks denmiştir. Bunun için değersiz sayılmış, değersiz adam da bu oka benzetilmiştir. Nekesel-veled, doğumda çocuğun kafasından önce ayağının çıkmasıdır. Hastalıkta nüksetme, iyileştikten sonra hastalığın tekrar geri gelmesidir. Nukisu ala ruusihim, kafanın ters dönmesi yani eski anlayışlarına geri döndü demektir.(Enbiya:65) Ömürdeki neks ise bu âyette ifade edilmiştir.(Rağıb)

Burada zımnen söylenmek istene aslında şudur: Ey insan,ahlâkî sorumluluklarını “daha erken” gerekçesiyle asla erteleme. Ömrünün endiri yıllarını günaha, en düşkün yıllarını da Allah’a ayırmak bir tür Kabil kompleksidir. (İslamoğlu) Siz de, sahip olduğunuz şu gençliğinizi Allah’ın rızasına göre yaşamak yerine hovardaca harcayıp, günah içerisinde harcayıp,ihtiyarlayınca, günah işleyemez hâle gelince kendinizi Allah’a vermeniz Kabilce bir davranış olmayacak mı? Hâlâ akıllanmayacak mısınız? denilmektedir.

62. âyetten 67. âyete kadar bu anlatılanlar bir şiir tadındadır. Muhatapların zihninde bu, şiir gibi bir algı oluşturabilir. Zirâüsteki 7 âyetin son kelimeleri şöyledir:“ta’kılûn-tûadûn-tekfurun-yeksibûn-yubsırûn-yerciûn-ya’kılûn”

---------------------------------

69- Ve Biz, O’na şiir öğretmedik ve bu ona yakışmaz. O, sadece zikir ve apaçık Kurân’dır…

Kurân’ın özellikleri bir alttaki âyette sayılmaya devam edecektir.

Şiir, Arapçada kökeni kıl/tüy/saç anlamına gelen şe’r (ş-a-r)kelimesine dayanır. Buğdaydan farklı olarak ucundaki ince kılçık sebebi ile arpaya şair denilmiştir. Şaire bu kelimenin kullanılması onun ince ve pratik zekâsından dolayıdır. Şuur, görmek veya akıla değil hissetmekle alâkalıdır. Şiar, sembol anlamına geliyor. Şiarlar şuurları uyandırmak içindir.Semboller, dış görünüşlerinden çok daha büyük anlam ve değer taşırlar. Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir kısaca “bir benzetme sanatı”dır. Sembol anlamına gelen şiar’la da bağı bu sebepledir.

Âyet Rasulullah’a şair, Kurân’a da şiir denmesini kesinlikle reddeder. Hz. Peygamber’e niçin şair, Kurân’a neden şiir denilmemesi gerektiğini anlamak için, Kurân’ın indiği dönemde Arapların şiir ve şair anlayışlarının nasıl olduğunu bilmek gerekir. O zamanlar şiir bir sanat değil,görülmez varlıklarla ilgi kurarak elde edilen bir bilgi idi. Her şairin,zamanla gelip kendisine ilham veren bir cininin var olduğu kabul edilirdi. Şair bu cinin ilhamını yukarıdan aşağı gelen bir ses şeklinde hissederdi. Cahiliye insanı cinlerin Allah’la nesep bağı olduğunu da düşünüyorlardı. Bu yüzden melek-peygamber ilişkisini cin-şair ilişkisine benzetilirdi. Âyetler bir bütün olarak okunduğunda, Kurân’ın şiiri ve şairi değil, ahlaksız, inkârcı, müşrik şiirini ve şairini zemmettiği anlaşılmaktadır.

Mâ yembeğî; doğru, sahih ve caiz olmaz anlamıyla birlikte,gerekmez anlamına da gelir. “Bu ona yaraşmaz da” cümlesinde geçen (lehu) (ona)zamiri Hz. Peygamber’e atfedilirse “Hz. Peygamber’e şairlik yaraşmaz”demektir. Zamir Kurân’a atfedilirse “Şiir olmak Kurân’a yakışmaz ve uygun değildir” anlamına her iki şekilde anlaşılmalıdır. Müşriklerin şiir iddialarına karşılık Allah kitabını, hatırlatma ve öğüt alma mânalarına gelen “zikr” veçokça okunan ilâhi vahiy anlamına gelen “Kur’an” isimleriyle isimlendirmektedir. Kur’an burada okuyuş, hitap anlamına gelmektedir. Aynı zamanda Kurân’ın indirilme sebebi aşağıdaki âyette açıklandığı gibidir.

---------------------------------

70-Hayatta olanları uyarmak ve hakikati örtenlerin üzerine sözün hak olması için.

Sözün üzerlerine hak olması için açık ve açıklayıcı olan Kur’an ile kişinin tanışması şarttır. Bu ifade Yasin 6 ve 7. âyetlerde sözün hak olması, inkâr edenlerin hakikate karşı takındıkları psikolojik tutum ile birlikte anlatılmıştı.

Hayy; hayat sahibi, diri olan demektir. Allah’ın da el-Haydiye bir esması da vardır. Manası, mutlak hayat sahibi, hayatın kaynağı, her canlıya hayat veren demektir.

Dirilik ve hayatta olmak öncelikle maddîdir. Madden hayatta olmayan zaten uyarılmaz. Zira uyarılmaya ihtiyaç duymaz. Ölü olanın imtihanı sona ermiştir. Uyarıları yerine getirmesi akıl ve mantık dışı olduğundan ölen birine Kurân’daki emir ve yasaklar okunmaz. Bu nedenle Hz. Peygamberin mezar başında ölülere Kur’an okuduğuna dair tek bir sahih rivâyet yoktur. Uyarılar yaşayanlar için hayatî önem taşımaktadır. Peki hayat sahiplerini uyardık bunlardan kime uyarı fayda verir? Zikre tâbi olarak gaybile Rahman'dan huşu duyanlara uyarı fayda verir. Yani hakikat diye bir derdi tasası olan, sorumluluk sahibi insanlığı ve vicdanı henüz ölmemiş muttakîlere uyarı fayda verir. (Bkz. Yasin:11- Bakara:2)

---------------------------------

71- Ellerimizle yaptığımız şeylerden onlar için hayvanları nasıl yarattığımızı görmediler mi?Onlar, böylece onlara malik olurlar.

En’am kelimesinin tekili “ne’ame” dir. Deve, sığır ve koyun cinsi evcil ve sürü ile hareket eden tüm hayvanlara denir. Çünkü kelime yumuşaklık mânasına gelen “nu’umet“den alınmadır. Allah bazı hayvanları yabani bazılarını ise uysal bir tabiatta var etmiş ve bunun insanlar için olan nimet boyutu hatırlatılmıştır.

“Mimmâ amilet eydînâ” ibaresi lâfzen ellerimizle yaptıklarımız, ellerimizin bir eseri anlamına geliyor. El burada tıpkı elin konuşturulması gibi mecaz olarak kullanılmıştır. Allah’ın yarattıklarına ibretle bakana mahlukat hâl dili ile konuşacaktır. Araplarda güç kastedilecekse el (eyd), zat kast edilecekse yüz (vech), söz kast ediliyorsa ağız (fem) kullanılır. Âyetin başındaki hemze, hayret ve teaccüb içindir.

---------------------------------

72- Ve onları,kendilerine boyun eğdirdik ki, bir kısmına binsinler, bir kısmını da yesinler.

Bir insanın dev kütleli ve güçlü hayvanlara hükmedebilme sebebi insana verilen akıl nimetidir. Zımnen, bu pasajdan alınan ibret şudur:Aklını kullanmayanlar zelil olup sürü psikolojisiyle hep bir öndekini taklitten öte gidemeyeceklerdir. Bu hayvana yakışan ancak insana yakışmayan bir durumdur.Hayvanın insana musahhar kılınma hikmeti üzerinden tefekkür devam ettirilmektedir.

---------------------------------

73- Ve onlarda,kendileri için menfaatler ve içecek şeyler vardır. Hâlâ şükretmezler mi?

Âyette “Menâfi” (faydalar) ve “meşârib”(içecekler) kelimeleri cemi sigası ile getirilmişlerdir. Bu da insanların hizmetine verilmiş bu hayvanların faydalarının çokluğu ve hizmetlerinin devamlılığıdır. İnsan bu hayvanların etinden, sütünden, yününden, derilerinden istifade eder; binek ve yük hayvanı olarak kullanır. Aklı kullanmamanın bir diğer kötü sonucu nimeti fark edemeyerek şükürsüzlük hastalığına yakalanmaktır. Zaten insanların çoğu akletmediği için (29/63) şükretmez (27/73), bundan dolayı da iman etmez (13/1).Bir alttaki âyet, nimeti göremeyecek kadar akılsızca ataları taklidin imanın asıl kaybettirdiğine bir örnek sadedindedir.

---------------------------------

74- Ve yardım olunacaklarını ümit ederek, Allah’ın astında ilâhlar edindiler.

“Min dûnillah” ifadesindeki “dûn”; üstün zıddı, en üstten aşağıca, yakın, önce anlamlarına gelir. Müşrik, ulu bildiği şeyi kendinin üstü,en üstte olan Allah’ın astı sayar; kendini Allah’a daha çok yaklaştırsın diye ona kul olurdu. İşte “min dûnillah” kavramı, onların aracı tanrılarını koydukları yeri ifade eder. Müşrik, Allah ile arasına koyduğu şeyi, ulu varlık sayar, her yerde hazır olduğuna, kendini gördüğüne ve Allah’ın yanında onun vekili olup şefaat/aracılık edeceğine inanırdı. Akılsızlık, şükürsüzlüğe ve şirke sürükleyen bir psikolojidir. Bu akılsızlık öyle bir hâl alır ki kendisine kesinlikle bir faydası olmayan, zarar vermeye muktedir olmayan, bu nedenle yardım da edemeyecek şeylerden medet ummayla sonuçlanır.

---------------------------------

75-Onlara yardım etmeye muktedir değildirler. Ve kendileri, onlar için, hazır kıta askerlerdir.

Maddî ve manevî menfaatler için pek çok kişi, kurum, kavram ve ideoloji putlaşmıştırılmıştır. Bu otoriteler karşısında onu körü körüne savunarak nesneleşen kullar bir süre sonra sahte aracıların hazır kıta askerleri gibi davranma psikolojisine bürünürler ve kendi idolünü eleştirenlere karşı ahlâktan mahrum, şartlanmış bir kafayla körü körüne saldırıya geçerler. Zirâ aracıların onları, hem bu dünyada hem de öbür dünyada kayıracaklarına dair, menfaate dayalı bir inanç uydurmuşlardır. Peki bu fanatiklere karşı nasıl bir tutum sergilenmeli, hakikati görmeleri için ne yapılmalıdır?

---------------------------------

76- Artık onların sözleri seni hüzünlendirmesin. Muhakkak ki Biz, sakladıklarını da açıkladıklarını da biliriz.

Hüzün (huzn), “istenmeyen bir durumun başa gelmesinden veya geçmişteki bir kayıptan duyulan keder, üzüntü” şeklinde tanımlanır. Hüzün,insanın maddî veya manevî kayıp ve eksiklerinden duyduğu üzüntüdür; zıddı,sürur ve ferahtır. Rağıb, hüznü “kederden hâsıl olan iç sıkıntısı” şeklinde tanımladıktan sonra bu sıkıntının iradî olmadığını, bu sebeple Kur’an’da geçen“üzülme” veya “üzülmeyin” gibi ifadelerin gerçekte hüzünlenmeyi değil; bu duyguya götüren davranışlardan sakınmayı öğütlediğini belirtir. Hazır kıta asker gibi Allah ile aralarına koydukları şeyleri savunanların sözlerine maruz kalmamayı, hüzne götüren gizli açık hâllerden uzak durma tavsiyesi müşrik kafaya karşı bir tedbir iken şimdi de deist ve ateistlerin iddiaları gündeme alınacaktır.

---------------------------------

77- İnsan, onu bir nutfeden nasıl yarattığımızı görmedi mi? Sonra da Biz'e apaçık düşman oldu.

Meni ve nutfe ayrımı için bkz. Kıyamet:37. Apaçık bir düşman olma nedeni bir alttaki âyette bir misal üzerinden açıklanır.

---------------------------------

78- Ve kendi yaratılışını unutup Biz'e misal getirdi: "Kemiklerimiz çürüyüp dağılmış haldeyken kim onlara hayat verecek?" dedi.

---------------------------------

İzâm, kemik anlamına gelen azm’in çoğuludur. Bu kelime“azumeş-şey” (bir şeyin kemiği sağlamlaştı, büyüdü) sözünden alınmıştır. Sonra bu kelime bütün mukavemeti sağlam olan şeyler için kullanılmıştır. Ramîm,çürümüş olan demektir. Rumme, çürümüş ip anlamındadır. Bir kemik parçasını eline alan birinin Allah Resûlü'ne yönelip elinde ufalayarak toz halinde havaya savurduğu çürümüş kemik parçaları üzerinden bu misali verdiğine dair rivâyetler nakledilir.

Ateistlerin yani bir yaratıcıya inanmadığı için âhirette tekrar diriltilmenin olmayacağını savunanların, kemiklerin bile zamanla çürüdüğünü, dolayısıyla yeniden yaratılmanın akla uzak olduğunu ileri sürmeleri Kur’an’da birçok âyette dile getirilmiştir: Bkz Kâf:2–3, Nâzi’ât:11, Vâkı’a:47,Secde:10, Sâffât:16-53, İsrâ:49-98, Mü’minûn:35-82…

Tüm ateistlerin düşünmesi gereken aşağıdaki ihtimaldir:

---------------------------------

79- De ki: "Onu ilk defa inşa eden, ona hayat verecek ve O, her türlü yaratmayı en iyi Bilen’dir"

Bundan bir asır önce tabiata dağılmış maddelerden ibaret iken, bu cansız şuursuz maddelerin anne ve babanın vücudunda basit bir suya dönüşmesi ile varlık alemine çıkan insanın, yokluktan geldiğini unutup bunun tekrar olma ihtimalini mantıksız bulması aslında içinde bulunduğu tutarsızlığı kendi misali ile itiraf etmesidir.
---------------------------------
80- Yeşil ağaçtan sizin için ateş kılan O’dur. Böylece siz, ondan yakarsınız.

Zahiren bakıldığında bağlamla pek de alâkası olmayan birörnek gibi duran bu âyet aslında ateiste verilen ikinci misaldir. “Haleka”(yarattı) fiili değil de “ceale” (kıldı) fiilinin kullanılmasından da anlıyoruz ki burada anlatılmak istenen; yeşil ve yaş ağaçların birer yakacak hâlini kazanmasıdır. “Her ağaçta bir ateş vardır” şeklindeki eski bir Arap atasözü de bu manadadır. (Zemahşerî) Yeşil ağaç ile ateş birbirlerine zıt kavramlardır.Şöyle ki yeşil dediğimiz yaş ağaç, yanması en zor odundur. Aynı şekilde kurumuş, dağılmış bir kemiğin tekrar canlanması da ilk başta uzak bir ihtimalken zaman onu dönüştürmektedir. Toprakta kalan odunlar veya organik atık ve cesetler zamanla fosil yakıtlara, yeşil ağaçlar da kömüre dönüşerek çok iyi bir yakıt haline gelmektedir. Aslında enerji kaybolmayıp sadece mahiyet değiştirmektedir. (Bkz. Ölü toprağın âyet oluşu Yasin:33) Bedenimizin de mahiyet değiştirmesi için bir dönüşümün olması gerekir. İşte biz bu enerji değişim ve dönüşümüne vefat diyoruz. İnsan nasıl ki yoktan var oldu ise yerler ve gökler de yoktan var oldu. 13,8 milyar yıl önce büyük patlama ile gökler ve yer oluşmaya başladı. Çok uzun bir süreç sonunda üzerinde yaşanılabilecek hâle geldi ve entropi yasası gereği ölüme doğru sürüklenmektedir.

---------------------------------

81- Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini daha yaratmaya kâdir değil midir? Bilakis O,sürekli yaratan ve bilendir.

El-Hallâk, Hâlik ismifailinin mübalağalı şeklidir.Mübalağa, tekerrür ifade eden fa’âl veznindedir. Yani, devamlı olarak, mükemmel şekilde yaratan, yaratmada atıl kalmayan mânasını ifade eder. Allah, sadece hâlık, yaratıcı değil; aynı zamanda Hallâk’tır. Yani durmadan, devamlı ve tekerrür halinde yaratan demektir. Halk etmek ile yoktan eşsiz benzersiz var etmek olan El-Bedi esmaları birbirine karıştırılmamalıdır. Zirâ yaratma olan halk’da var olan bir ham maddeden var etme söz konusudur. El-Bedi yoktan var eden, Hâlik var olan bir şeyden bir şey yaratan demektir.  Burada “belâ” denilmesi, “Evet kâdirdir.”demektir. Bu kelime cümledeki kullanılışına göre evet, bilakis, aksine gibi manalara da gelir. İnnema’da ki “ma” tahsis içindir. Başka bir şeye gerek yok mânası taşır.(Cürcani) Çünkü bütün oluş ve bozuluş O’nun eseridir. (Bkz. O gün yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüşür…” İbrahim:48)

---------------------------------

82- Bir şey irade ettiği zaman O’nun emri, sadece ona: "Ol!" demektir. O, hemen olmaya başlar.

Bir şeye ol demek için onun var olması gereklidir. Ancak henüz olmamış bir şeye, ki o henüz bir şey bile değildir, ol demek zâhirde mantık hatası gibi durmaktadır.  Bu sorunun cevabı bir üsteki âyet ile bu âyeti birbirine bağlayan el-Hallak veel-Alim esmalarıdır. Âyette anlatılan, olmayan bir şey değildir, farklı bir şeye dönüşen bir şeydir. Yukarıda Hallak var olan ham maddeden başka bir şey yaratan manasına geldiğinden ve el-Bedi esmasından farklı bir mana içerdiğinden bahsetmiştik. Şöyle ki Allah toprak ve sudan beşeri halk etmiş/yaratmıştır.Toprak ve su olan çamura “ol” demiştir, o da oluşmaya başlamıştır. Neden oluşur şeklinde değil de oluşmaya başlamıştır şeklinde meallendirilmelidir? Zirâ âyetin sonundaki “fe yekûn” fiili, “geniş zaman” kipidir. Bu ibare, Allah’ın yaratma fiilinin bir süreçle devam ettiğini gösterir. Zaten el-Hallak esması,ham maddeden yaratmanın süreçler halinde sürekliliğini ifade etmektedir. Demek ki Allah’ın yaratması bir defada olup bitmemiş; Allah, kâinatı yaratıp bir kenara çekilmemiştir. Aksine yaratma dinamizm içinde sürüp gitmekte, Allah da tüm varlık ve oluşla ilgisini sürdürmektedir. Allah kâinatı merhaleli olarak,sürekli bir oluşum hâlinde ve her zaman doğayı kendini yenilemeye müsait olarak aşamalı bir fıtratta yaratmıştır;

---------------------------------

83- Bu yüzden O, Sübhan’dır. Her şeyin melekûtu O’nun elindedir ve O’na döndürüleceksiniz.

Âyetin başındaki “fe” zamirinden dolayı ifade bir üsteki âyetin devamı şeklinde okunmalıdır. Melekût, mülk’ün mübalâğalı hâlidir. Yani bütün mülk demektir. Memleket kelimesi de bu köktendir, hükümdarın sahip olduğu, hükmünün geçtiği bölge demektir. Her şeyin hâkimiyeti, mülkü var edenin elinde olmalıdır. Bu durum O’nun öldükten sonra diriltmeye de kâdir olduğunun ispatı değil midir?

Yâsin sûresinden anladığımız bu olmakla birlikte en doğrusunu şüphesiz Allah bilir.

---------------------------------

 
Eklenme Tarihi : 13.2.2019 10:35:38
Okunma Sayısı : 4222