Yûnus Sûresi
Sûre adını 98. âyetinden alır. Tefsir ve rivâyetlerde bu adla yer almıştır. Yûnus peygamberin adına ve onun verdiği mücadeleye dair bilgilere Sâffât sûresinin 139–148. âyetlerinde daha geniş yer verilmiştir. Burada ise onun adı sadece 98. âyette bir defa geçmektedir. Buna rağmen Sâffât sûresine değil bu sûreye “Yûnus” adının verilmesi çok ilginçtir. 98.âyete göre Yûnus peygamberin kavmi onu dinlediği için âfetten kurtulmuştur. Bunun başka bir örneği olmadığı için sûreye Yûnus ismi verildiği anlaşılmaktadır. Zîra tüm sûre isimleri beşerîdir. Sûrenin iniş dönemiyle ilgili elimizde kesin bir bilgi olmamakla beraber muhtevasından anlıyoruz ki sûrenin tamamı Mekke döneminin sonlarına doğru inmiştir.
1-Elif, Lâm, Râ. İşte bu, hakîm kitabın âyetleridir!
“Elif-Lâm-Râ” ailesinin bir bölümü olan sûrede Elif ile tevhit; Lâm ile şirk ve Râ ile âfetler ve kavimlerin helâkleri konu başlıkları işlenecektir. Zîra “Râ” şekli ile başlayan sûrelerde bu tema tevhit ve şirkin arkasından şöyle işlenmiştir: Rad sûresinde “Ve onlardan önce benzerleri gelip geçmiş olduğu hâlde, senden güzellikten önce kötülüğü aceleyle istiyorlar.” (Rad:6), “O’dur ki size şimşeği korku ve şiddetli beklenti ile gösterir.” (Rad:12) âyetlerinde doğa olaylarının ciddiye alınması gerektiği hatırlatılmıştır. Râ şekli ile başlayan İbrâhîm sûresi 9’da “Sizden öncekilerin, Nûh kavminin, Âd ve Semûd ve onlardan sonra gelenlerin önemli haberi size gelmedi mi?” Yûnus 13’te ise, doğal âfetlerden dolayı helâk olan kavimlere değinilecek ve Yûnus kıssası ile kurtuluşun yolu öğretilecektir. Yûsuf sûresinde ise tıpkı Yûnus sûresinde olduğu gibi bir kavmin kuraklık ve kıtlık âfetinden kurtulma serüveni anlatılır. Hicr sûresi 80-81’de bir âfetle yok olan Hicr ashâbından bahsedilir. Hûd sûresi zaten Nûh, Âd, Semûd, Lût gibi helâk olan kavimleri sırası ile anlatmış, bunu sûrenin ana omurgası olarak ele almıştır. Sonuç olarak Elif-Lâm-Râ ailesi, birlikte değerlendirilmesi gereken, biri diğerini tamamlayan konusal bütünlüğe sahiptir. Bu sûreler, nüzulde de birbirine yakın zamanlarda nâzil olmuşlardır.
Kitap, iki şeyi birbirine dikmek anlamına gelen “ketb” mastarından türetilmiştir. Harfleri bir birine tutarak anlamlı kelimeler oluşturma sonucunda elde edilen metnin tümüne denir. “Kitab-ı Hakîm” olarak nitelenen kitap, inen tüm vahiy ailesini kapsaması yanında onların devamı olan Kurân’ı da kapsar. “Sağlamlaştırma” anlamına gelen hakeme kelimesi “hakîm” kalıbından alınınca, “sağlam, tutarlı” gibi anlamları ifade etmektedir. Dolayısıyla ifadeye “sağlam, tutarlı kitap” manası verilebilir. Bu sağlamlık ve tutarlılığın, hurufumukatta denilen kök şekillere isnat edilmesi, hurufumukattanın konularına göre metni ayıran yapılarına bir gönderme olabilir.
İlk âyetteki “İşte bu!” anlamındaki “tilke” işâret zamiri ile âyetin başlangıcındaki “Elif, Lâm, Râ” şekillerine işâret edilmiştir. Zîra kitabın hakîm olması, konularına hâkimiyeti de kapsayan bir metin düzenini gerektirir. Bu da onun anlaşılır olması, anlatılanları bölüm bölüm tasnif etmesi ve her konu hakkında yeterince örnek vermesi ile doğrudan ilgilidir.
2-Onlardan birine, insanları uyarması ve inananları müjdelemesi için vahyetmemiz insanlara acayip mi geldi? Muhakkak ki onlar için, Rabblerinin katında doğruluk kademesi vardır. Örtenler dediler ki: “Muhakkak ki bu, apaçık bir sihirbazdır.”
Kadem kelimesi değişik formları ile dilimizde kademe anlamında kullanılmaktadır. Ayağın topuktan aşağı kısmına yani tabanına da kadem denmektedir. Ayrıca “yarışta en önde gelene, kahramana” da verilen sıfatlardan biri de kadem sıfatıdır. Herhangi bir hizmette fazlalığı ifade ederken de “kıdem” tabirini kullanırız. Derece ile kıdem farklıdır. Derece yükselişi, kıdem ise aynı işte tecrübeyi ifade eder.
Sıdk; yalanın tersi olan doğruluk anlamındadır. Âyet, resûl seçilme kriterinin ne olduğuna açıklık getiren bir bağlama sahiptir. Müşriklerin, içlerinden bir kişiye Allah’ın vahyetmesini yadırgamaları ve vahyin neden kendilerine inmediği itirazlarına verilmiş gerekçeli bir cevaptır. Bu da, ilâhî mesajı iletecek er kişilerin mutlaka doğruluk ve dürüstlükte akranlarından çok ileride olmaları gerektiğidir.
Sâhir sözcüğünün kıraatindeki farklılığı, “bu” işâret zamiri ile gösterilenin de farklı şekillerde anlaşılmasına yol açmıştır. İbn Kesir, Asım, Hamza, Halef, Kisaî ve Kûfeliler, sözcüğü “sahirün [sihirbazdır]” şeklinde kıraat etmişlerdir. Sözcüğün yaygın kıraati ise “sihrün [sihirdir]” şeklindedir. Bu durumda, “sihir” olan Kurân’dır. Bağlamda resûl ve onun özeliklerinden bahsedilmesinden dolayı sihirbaz manası öncelenmiştir. Kurân’da resûlün kim olduğu değil, ne getirdiği ile ilgilenilmesi gerektiği ifade edilmektedir. Zîra sadâkat, getiren üzerinden gelene olmalıdır. Kimin seçileceği, arşa istiva eden Allah’ın bileceği bir iştir. Devam eden âyet buna dikkat çekecektir.
3- Muhakkak ki sizin Rabbiniz Allah’tır. Semâları ve arzı altı günde yarattı. Sonra arşa istiva etti. Emri düzenler. O’nun izni olmadıktan sonra bir şefâatçi yoktur. İşte bu Allah, sizin Rabbinizdir. Artık O’na kul olun. Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
Âyet beşer bir resûlün seçilmesi sonucu müşriklerin itikatlarının temelini oluşturan insanüstü şefaatçi anlayışı da yıktığı için o konuya da değinilmiş, açıklık getirmiştir. Mekke müşrikleri, putların kendilerine şefâat edeceklerine inanıyorlardı. “Allah’a inanıyorsanız bu putlara niye tapıyorsunuz?” diyenlere karşı, “Bunlar bizi Allah’a yaklaştıran araçlardır.” diyorlardı. (Bkz. Zümer:3) İşte âyet aslında bu konjonktürde müşriklere cevaben, Allah'ın kimseye resûl de dâhil böyle bir yetki/izin vermediğini ifade etmek için nâzil olmuştur.
Şefâat kelimesinin çoğulu şüfe’â' olarak gelir. Bu kelimenin aslı şef kelimesidir. Bunun anlamı da bir şeyi benzeri olan şeye eklemek, yan yana getirmektir. Şef' kelimesinden türeyen şefâat, bir kimsenin kurtulma hakkı ve imkânı yok iken başka birini aracı kılarak yardım istemesidir ve bu bir nevi torpil veya kayrılma talebidir. Zîra hak eden hak ettiği yer veya ödül için başka birini araya sokup ondan yardım beklemez. Şefâat daha çok yüksek makamdan aşağı makama doğru bir kullanışı ifade eder. Kast sistemi ile çalışan müşrik kafa Allah’ın katında bile tıpkı dünyadaki kayırıcıların olduğu gibi şefâatçilerin varlığına inanmaktadır. Kurân bu kolay yoldan ve birilerinin sırtından kurtulma bedavacılığını sürekli eleştirir ve reddeder. Enâm 70’te konu özetlenerek kayrılma talebi (şefâatin) yanında bir de fidye denilen rüşvet de eklenerek hiçbirinin kabul edilmeyeceği net bir şekilde beyân edilmiştir. Burada ise beşer resûlün Allah’ın katında kendilerine nasıl şefâat edeceği sorusuna, “zaten şefâatin hesap gününde olmadığı” şeklinde net bir cevap verilmiştir. Allah’ın şefâate izni sadece dünya ile alâkalıdır. Seçilen resûlün acayip karşılanması bağlamı, bizlere bu anlamı vermektedir. Resûl, vahyi insanlara ekleme-çıkarma yapmadan iletmiş, örnek model olarak göstermiştir. Böylece risâlet görevini hakkıyla yaparak kendi üzerinden Allah’ın şefâatini kullara dünyada ulaştırmıştır. Dünyada iken şefâat yani bir işte aracılık yapılır. Ancak “yevme izin/o günde”, artık dünyevî aracılar gibi bir arabuluculuk olmayacağı, tüm şefâat âyetlerinde özellikle beyân edilir. Dünyadaki şefâat ise şöyle ifade edilir: “Her kim güzel bir şefâatte bulunursa ona ondan bir nasîb olur, her kim de kötü bir şefâatte bulunursa ona da ondan bir pay olur.” (Nisâ:85)
4-Topluca ona döneceksiniz. Allah’ın vaadi haktır. Muhakkak ki O, benzersiz yaratmaya başlar. Ve sonra inanan ve sâlih amel yapanlara hakkaniyet ile karşılığını vermek için ona iade olunur. Ve örtenlere inkârlarından dolayı hamîmden bir şarâp ve elîm bir azâp vardır.
Sözlükte bad‘, kesip ayırmak, âşikâr olmak, açıklamaktır. Bu kökten türetilmiş ibdâ, Allah’a nisbet edildiğinde bir örneği olmadan yaratmak demektir. Bu yoktan yaratan manasında el-Bedi’ esması ile ifade edilmiştir. Burada yokluk; yaratılanın örneğinin, benzerinin olmaması anlamındadır. Ancak bunu yoktan yaratma şeklinde anlamak, yokluğu tarif etme zorluğu ile bizleri karşı karşıya bırakacaktır. Varlığı var edenin zorunlu varlığı, mutlak yokluk diye bir şeyin olamaması anlamına gelmektedir.
Kıst kelimesi genellikle adâlet diye açıklanmıştır. Kıst kelimesi tam olarak adâlet demek değildir. Çünkü adâlet zaten Arapçadır ve Kurân’da geçer (Bkz. Nahl:90) Adâlet, “bire bir karşılık, denge, denklik, eşitlik” demek iken; kıst kelimesi “nasip, pay, hak edilmişliktir.” (Lisanul-Arab) Bu meyanda kıst için hakkaniyetli pay veya oransal adâlet diyebiliriz. Bu bağlamda cennet için, inanan ve sâlih amel yapanlara adâlet ile karşılığının verilmesi yetmez. Ancak yapılan ameller oranlanırsa… Mesela bire 10 (Kim bir iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır. Enâm:160) veya bire 700 gibi… (Bkz. Bakara:261) Ancak böyle yüksek oranlarla, yapılandan fazla bir ödül verilebilir. Şu unutulmamalıdır: Nebîler de dâhil kimse yaptığı amelin, ibadetin sonucu cenneti hak edemez. Cennet ancak yapılanlara kıyasla yüksek bir oranla lütfedilir. Orantısal adâlet; yapılanlara yüksek oranlar belirlemek iken, inanan ve sâlih amel yapanların tamamına hakkaniyetli, eşit olarak aynı oranlar uygulamaktır.
5- O ki güneşi bir ziyâ, ayı bir nûr kıldı. Ve senelerin adedini ve hesabını bilmeniz için ona menziller takdir etti. Allah ne yarattı ise sadece hak ile yarattı. Bilen bir kavim için âyetleri detaylandırır.
Ziyâ kelimesi Kurân’da aydınlatan kaynak anlamında kullanılmıştır (Bkz. Kasas:71, Krş. Bakara:17) Dilde ışığın kaynağı için kullanılır. Kurân’da güneşi tarif eden “ziyâ” kelimesi ışığı tarif ettiği gibi, aynı zamanda yakıcılığı, ısıyı da tarif etmektedir. Ziyâ kelimesine verilen anlam; bizzat ısının ve ışığın kaynağı ifadesidir. Kurân’da güneş için, meşaleye (Sirâc) ya da yanan bir lambaya (Vehhâc) benzetmeleri de yapılır. Bu kullanımlar güneşin yakıtını kendi içinden aldığını ifade içindir. Nûr ise maddî-mânevî, somut-soyut tüm ışıma süreçleri için kullanılır. (Müfredât; Lisân ve Mekayîs). Ayın durumunu belirleyen nûr, ısı ve ışığın kaynağı değil sadece aydınlık veren, yansıtan manalarına gelmektedir. Ay, güneş ve dünyanın birbirine nispetle açısal durumu, konumu ve ışık etkisi hassas matematiksel hesaplamalar ile tespit edilmiştir. Bu hesaplardaki en küçük sapma hayatı olumsuz etkileyecektir. Tabiat âyetlerini hak ile okuyan biri hassas ayarlara şahit olacak ve bu denli özenli yaratılan âlemin mutlaka bir amaca mebnî olduğunu fark edecektir. İşte hak ile yaratma tam da budur. Peki, bilen bir kavim için olan bu âyetler toplumu hangi sonuca ulaştırmalıdır?
6- Muhakkak ki gece ile gündüzün ihtilafında ve Allah’ın semâlarda ve arzda yarattıklarında, takvalı bir kavim için elbette âyetler vardır.
İhtilaf sözlükte geride kalmak ve biri diğerinin yerine geçmek anlamındaki half kökünden türemiştir. İhtilâf, mastar ve isim olarak bir şeyin, diğer bir şeyin peşinden gelmesi, gidip gelmek, ayrı görüşe sahip olmak, zıtlık, çekişmek, görüş ayrılığı gibi manalara da gelir. Nasıl ki geceden sonra gündüz gelir ise gece olan dünya yaşantısından sonra gündüz olan, her şeyin ayan beyân açıkta olduğu, imtihan perdesinin kalktığı âhiret de gelecektir. Takvalı olan bir kavim bu döngüsellikten gerekli hisseleri çıkarabilen geceye aldanıp gündüzü unutmayandır.
7- Muhakkak ki onlar, Bizimle karşılaşmayı ummazlar. Dünya hayatından razı olmuş ve onunla tatmin olmuşlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
Recâ kelimesi, “ummak, beklemek” anlamlarına gelmektedir. (Bkz. Furkân:21) Likâ kelimesi, sözlükte karşılaşmak ve buluşmak gibi anlamlara gelir. Elkâ kalıbı atmak, lekka; karşı karşıya getirmek manalarına gelmektedir.
İnsan sınırlı ve geçici dünya ile tatmin olmayı, doyuma ulaşmayı hedeflerse hesabını veremeyeceği büyük hatalar yapabilir. Âyette “Bizim ile karşılaşmayı ummazlar.” ifadesi karşılaşmayı beklemedikleri için hazırlıklı olmadıklarını, hesapsız, sahipsiz, savruk bir hayatı benimsediklerini, hayatlarını ve davranışlarını bu doğrultuda tükettiklerini gösterir. Gerek “radû” ve gerekse, “itmeennû” tabirleri dünyalıklar ile rızâ hâline ulaşmayı ve sınırsız istekleri doyurmayı hedefleyenleri anlatır ki bu kanaatsizlik ve sonucu mutsuz bir hayata muhatabını sürükler. Bu gerçeklere âyetler ve onlara karşı gaflet/umursamazlık sonucu oluşan tabloya da ateş denilmektedir. Âyet sadece kitapta yazanlar değildir. Allah’ın yasalarına (sünnetine) gafletle yaklaşanların ibretlik akıbetleri de bizim için okunmayı bekleyen bire âyettir.
8- İşte onların kespettiklerinden dolayı mevâları ateştir.
Kesb faydası ve zararı ile fâiline ait bir fiildir. Kurân’da genelde olumsuz manadaki günah kazanmak, başkasının malını kespetmek gibi anlamlarda kullanılır. Burada ise dünya hazları için başkalarının haklarını ele geçirmek, dünya için elini kirletmek manalarındadır.
Me’vâ kelimesi, dönülecek yer, mesken ve karargâh manasındadır. Kelime Kurân’da üç âyette cennet için, on küsur âyette de cehennem için kullanılmıştır. Ancak genelde cennetin bir katmanının ismi olarak bilinir. Aslında me’vâ daha çok cehennemi niteleyen genel bir sıfattır. Ateşi kendine barınak etmek, aslında dünya misafirhanesinde/barınağında bir imtihanda olduğunu unutmanın sonucudur. Dünya barınağını maalesef doymak bilmez isteklerimiz ile me’vâ cehennemine çevirmekteyiz. Peki, yapılması gereken nedir?
9- Muhakkak ki inanan ve sâlih amel yapanların Rabbleri, onları imânları ile hidâyete erdirir. Onlar, altlarından ırmaklar akan naîm cennetlerindedirler.
Cennâtu’n-na’îm ifadesi 13 âyette geçmektedir. Arapçada nimet kelimesinden daha kapsamlı bir muhtevaya sahip olan na’îm, insana maddî ve manevî bütün mutluluk veren güzellikleri ifade etmektedir. Buna göre cennâtu’n-na’îm; mutluluklarla, nimetlerle dolu cennetler manasına gelir. (Bkz. Kalem:34) Islâh edici sâlih ameller ile ellerindekileri paylaşanlar kanaatkâr/gözü-gönlü tok, bencillikten kurtulmuş, başkasının elindekini değil kendi elindeki nimeti gören, en büyük nimetin insanlık olduğuna inananlardır. Bu güzel insanların yaşadıkları yerler doğal olarak na’îm cennetlerine dönüşecektir. Peki, bu hâlin devamı için ne yapılmalıdır?
10- Orada onların davaları: “Allah’ım, Sen Subhân’sın.” Ve orada onları selâm ihyâ eder. Ve davalarının sonu, “El-hamdu lillahi Rabbi’l-‘âlemîn!”dir.
Da’vâ kelimesi iddia manasındadır. Buna göre âyet, “Cennetlikler gerek dünyada gerek âhirette, Allah’ı her türlü eksiklik ve noksanlıktan tenzih edip O’nun ulûhiyetini kabul etme davasında, iddiasındadırlar.” manalarına gelmektedir. Kurân’da Bakara:171’de “du’âen” dua, çağrı manasında, Bakara 186’da “da’vete” davet manasındadır. Burada ve Enbiya 15’te “da’vâhum” şeklinde ifade edilmiştir. Enbiya 15 ‘e Elmalılı “Artık bütün davaları bu oldu, kaldı.” şeklinde meal vermiştir.
Tahiyye kelimesi hayat kelimesiyle aynı kökten olup hayat bulma manasındaki ihyâ ile meallendirilmiştir. Cenneti cennet yapan cennetliklerdir. Onlar oraya hayat verir. Cennetlikleri de cennetlik yapan selâm denilen barış, huzur ve esenliği hayatlarında ilk sırada tutmalarıdır. Derdini/davasını anlatan birinin bunun sonunda “ve âḣiru da’vâhum eni-lhamdu lilallâhi rabbi-l’âlemîn” diyerek âlemlerin Rabbi Allah’a hamd etmesi cennet ehlinin ahlâkıdır. Âyetteki sıralama şöyledir: Öncelikle tenzih ile tevhit, sonra tevhidin oluşturduğu sulh-selâmet, arkasından şirkin yaşatacağı zulüm ve adâletsizlikten kurtulma manasında Allah’a hamd... Allah hem subhân hem selâm hem de el-hamîd olandır. Kalplerini dünyalıklarla tatmin etmek yerine, senliği-benliği bir kenara bırakan cennet ehli salihâtın değerine inanır. Kula, nefse kul olmamak için sadece Rabbine hamd eder ve tenzihi zihnilerinden düşürmez ise hayatı ihyâ eden selâma/İslam’a mazhar olurlar.
11- Ve eğer Allah insanlara, hayrı acele istedikleri gibi şerri de aceleyle verseydi, elbette onların ecelleri kaza edilirdi. Nitekim Biz’e kavuşmayı ummayanlar tuğyan içinde bocalar.
Ta’cîl, bir işi belirlenmiş vaktinden önceye almak demektir. Isti’cal ise acele yapılmasını istemektir. Burada ecelin kaza edilmesi mühlet tanınmadan insanların anında öldürülmesidir. Hiçbir insan şerri istemez. O zaman burada anlatılan nedir? Bu ifade nüzûlde daha önce inen şu âyette de anlatılmıştır: “Ve çok aceleci olan insanın hayır için duası, şerri davet oldu.” (İsrâ:11) Kurân temel bir kaide koymaktadır. Her zaman aceleye getirilen; hayırlı, iyi ve sağlıklı olmayabilir. Bu ilkenin en güzel örneği varacağı yere bir an önce ulaşmak için acele edip hız yapanların kazalara, ölümlere yani şerre sebep olmalarıdır. Geleceği bilmeyen insan, bazen hayra zahmetsizce, hızlı bir şekilde ulaşmak ister. Tüm canlılara takdir edilmiş ecelin varlığı, dünyevî lezzetlerin (hayrın) tamamından istifade etmek için insanların aceleci davranmalarına sebep olabilir. Bu hayra hemen sahip olma isteği İsrâ 11’e göre şerri davettir. Bir hayrın bile zamanında olmaması onu şerre dönüştürebilir. Misalen yaz gelmeden açan bir çiçek nasıl ki bahara ulaşamaz ise belirli bir olgunluktan önce gelen mal-mülk ve nimetler de insanın sapıtmasına ve azgınlaşmasına sebep olabilir. Buradaki hayır, ecel ile sonlanan hayırdır ki dünyalık mal-mülk manasındadır. Hiçbir darlık görmemiş, istediği her şeye beklemeden ulaşmış biri, azgınlık ve tuğyan içinde bocalayabilir.
12- Ve insana bir zarar dokunduğunda, otururken, yatarken veya ayaktayken Biz’e dua etti. Fakat darlığını ondan kaldırınca ona dokunan darlıkta Biz’e dua etmemiş gibi devam etti. İşte böyle! Müsriflere yapmış oldukları şeyler süslendi.
Müsrif kelimesi “serefe” kökünden türemiştir. Bir değeri boşa harcamaya israf, bunu yapana müsrif denir. Merre yürüyüp gezinmek, devam etmek gibi anlamlara gelir. Zorlukları, sıkıntıları Rabbi bulmada, O’na yakınlaşmaya bir vesile görmek, o zorluğu bir anda dert olmaktan çıkarıp derman yaparken, bu derdin kalkması ile kişi Rabbinden uzak, dünyevîleşmiş hâline geri dönüyorsa derman imkânını israf etmiş olur.
Durr kelimesi sıkıntı, darlık, zarar gibi anlamlara gelmektedir. Sıkıntı ve darlık, maddî ve manevî sorunları ifade eder. Burada dokunma (messe) fiilinin öznesi Allah değil darlıktır. Cümlenin kurgusundan anlıyoruz ki insan, seçimleri sonucu bazen sıkıntı ve zorlukları üzerine çekebilir. Dokunma kelimesinin seçilmesi de manidardır. Bu ifade, zorlukların kalıcı değil, gelip geçici bir mahiyete sahip olduğunu hatırlatmak içindir. Otururken, yatarken veya ayaktayken dua etmek, namaz ve niyazla yalvarmak anlamına gelebildiği gibi hayatın her anında bunun akıldan çıkarılmaması, hayatın kendisinin bizatihi bir mücadele olduğu anlamına da gelir. Zaten beşeri insan eden; bir derdinin ve davasının olmasıdır (Bkz. Yunus:10). Öyle ki dertsiz insan da olmaz. Necâtî’nin dediği gibi “Cihanda âdem olan bî-gam olmaz/Anınçün bî-gam olan âdem olmaz.” Dünyada insan olan gamsız olmaz. Onun için gamsız olan insan olmaz. İnsan hamlıklarına karşı dermanı ancak derdinde/davasında bulabilir. Davası insanlık olanın derdi dermanı olacaktır. Öyle bir derdiniz olsun ki onu bin dermana değişmeyin.
Bu noktada şunu sormak gerekir: Rabbi ile yakın bir iletişim kurmaya vesile olan darlık mı, yoksa o yokmuş gibi bir yaşantıya kişiyi sürükleyen bolluk mu daha hayırlıdır? Ancak bu nimet gösterişli hayat tarzı, manadan uzak, zevk ve haz odaklı, sığ yaşam maalesef çoğu insana süslü gösterilip imrenilen bir yaşam tarzına dönüştürülmüştür. Sıkıntılar insanı olgunlaştırıp güçlendirirken, konfor içten içte çürütür. Başımıza gelen sıkıntılarda bardağın dolu tarafını görerek edinilen tecrübeyle bilinç damıtmaya birkaç örnek verelim. İhanetten sadâkatin değerini öğreniyorsak, yalanlar dürüstlüğün kıymetini fark ettiriyorsa, varlık içinde mutsuz olanlar size kanaatteki mutluluğu, inancını kaybedenler size inançtaki umudu daha derin hissettiriyorsa şer olan hayra dönüşmüş, celâlin içindeki cemâl, bizi ikrâmlara mazhar kılmış demektir. Hayrı acele isteme, sıkıntılara tahammülsüzlüğün sonucudur. Geçici sıkıntıların olgunlaştıracağını, bizi yıkamayan her zorluğun güçlendireceğini unutmamak gerekir.
13-And olsun, sizden önceki devirlerde yaşayanları zulmettikleri zaman helâk ettik. Ve onlara resûlleri beyyineler ile geldi. Ve onlar inanmadılar. Mücrim kavmin karşılığı işte böyledir.
Beyyine, açık ve kesin delil demektir. Bu deliller başkasını da aydınlatan, açıklığa kavuşturan mahiyettedir. Onun için, iddia sahibinin davasını açık sûrette ispat eden, sağlam delile de beyyine denir. (Bkz. Fâtır:25) Âyette geçen “lemmâ zalemû” ifadesi onların haksızlık yapmayı, zulmü huy edindiklerini anlatmaktadır. Başkasının hakkını kendi hakkı zannedenlerde zamanla manevî bir körlük gerçekleşir. Kendisini bekleyen tehlikelere karşı oluşan bu basîretsizliğin temel nedeni; haklarını yediği, zulmettiği insanlardan, uyarıcı resûllerden kendilerini daha yüksekte konumlandırmasıdır. Aslında bu hayata kuş bakışı bakmak değil, basîret ve ferâseti yok eden bir kibirdir. Kuş bakışı bakan gerçekten yukarıdadır ancak kibirlinin burnu Kaf dağında olduğu için kendisini yukarıda zanneder bu yüzünden düştüğü çukuru göremez. Bu yaklaşım, elçileri/resûlleri sürekli kendisinden aşağıda görmektedir. (Bkz. Sâlih’e dediler ki: “Sen, bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin.” Şuarâ:154 Nûh’a dediler ki: “Sana en rezil insanlar tâbi oluyorken biz de mi sana inanalım?” Şuarâ:111, Hûd:27) Bundan dolayı oluşacak maddi manevi âfetlere karşı ortaya konulan beyyineleri görememişlerdir. İşlenen her suç, dünyevî adâlet ve yargı olarak cezasını bulmasa da mücrimde oluşturduğu manevî hasarları ile mutlaka karşılığını bulmaktadır.
14-Sonra nasıl amel ettiğinize bakmamız için, onların ardından sizi, yeryüzünde halîfeler kıldık.
Halîfe kelimesi sonradan gelip birilerinin yerini alanlar demektir. (Bkz. Fâtır:39, Arâf:69-74, Neml:62, Enâm:165) Görüleceği gibi bu âyetlerde yer alan halîfeler kelimesinin hepsi de, arkadan gelip öncekilerin yerini alanlar, nesiller manasındadır. Yani, hepsi de kelime anlamı ile kullanılmış olup hiçbiri, yeryüzünde hâşâ “Allah’ın halîfesi, O’na vekâlet eden, O’nun adına hareket eden, onun bayraktarlığını yapan” anlamında değildir. Ancak insanlar inançlarını, üstün olma-yönetme aracı hâline getirmek için Allah’ın halîfesi sloganı ile özelikle inanan kitlelere tahakküm etmiş, bu saltanata Kurân’î bir kelimeyi alet etmişlerdir. Burada “…nasıl amel ettiğinize bakmamız için…” denilerek geleceği bilmeyen “meleyiâlaya” bir âtıf yapılmıştır.
15-Ve onlara beyyine olan âyetlerimiz tilâvet edildiği zaman, Biz’imle karşılaşmayı ummayanlar dediler ki: “Bundan okunacak başka bir şey getir veya onu değiştir.” De ki: “Kendi kendime ilkâ ederek onu kesinlikle değiştiremem. Ben sadece bana vahyolunana tâbi olurum. Rabbime âsi olursam, muhakkak ki azîm günün azâbından korkarım.”
Burada iki farklı istek cevaplandırılmıştır. İlki “Bu kitabın yerine başka bir okuyuş, öğreti getir!” talebidir. Buna cevaben resûle hangi kitabın ilkâ edileceği konusunda bir seçim hakkının olmadığı söyletiliyor. İkinci talep ise var olan metinde tahrif yapılmasıdır. Buna da cevaben onu değiştiremeyeceği söyletiliyor. Kurân marife geldiği yerlerde isim olarak son vahye delâlet ederken burada son inen vahiy manasında değildir. Zaten müşrikler son inen vahiy olan Kurân’ı kabul etselerdi itirazlara gerek kalmazdı. Burada olduğu gibi nekira geldiği yerlerde bazen mastar manası taşır ve bir araya getirilerek derlenip toparlanıp karşıya aktarılan okuyuş, hitap gibi manalara gelir. Böyle bir kullanım için (Bkz. Kıyâmet:17, Rahmân:2) Kurân bu âyette de isim değil vasıftır. (Krş. Burûc:21, Tâhâ:113, Rad:31) Ortaya açıkça konan insanlığın ortak doğrularına itirazın sebebini âyet, birtakım ön yargılar olarak ifade etmiştir. Bu ön yargılardan biri kesinlikle yeniden dirilişin olmayacağı iddiasıdır. Bazen bir olayın olup olmaması hakkındaki küçücük bir ihtimal bile hayat kurtarırken gelecekle ilgili katî hükümlerin zararları zamanla kendisini göstermektedir. Bu zararlardan biri kendi ahlâksızlıklarını değiştirmek yerine insanı toparlayıcı, kurucu ilkeler olan Kurân’ı değiştirme talebidir. Bu tutum basîretsizlik ve sabit fikirlilik sonucu oluşan ilkesizliğin bir yansımasıdır. İlkesi olmayanlar ilkeli insanların tavizsiz duruşunu anlayamaz ve bu tarz kaypaklık ve döneklikleri teklif edebilirler.
Nesh teorisi olan Kurân’daki bazı âyetlerin bazı âyetlerle değiştirildiği, silindiği iddiasının doğruluğunu kabullenmek demek, aslında müşriklerin Kurân’ın bazı âyetlerini değiştirme isteğinin dolaylı olarak kabul edildiği manasına gelmesi demektir. Rabbe âsi olmak onun vahyettiği fıtrî ilkelere ters düşmektir. Bu hâl dünya ve âhirette azâmetli bir güne doğru muhatabını sürükler.
16-De ki: “Eğer Allah dileseydi, onu tilâvet edemezdim ve siz de idrak edemezdiniz. Hâlbuki bundan önce içinizde bir ömür sürdüm. Hâlâ akletmez misiniz?”
Âyetteki “Bundan önce içinizde bir ömür sürdüm.” ifadesinin açılımı şöyledir: Bana, Muhammedu’l-Emin lakabını siz verdiniz. Değer verdiğiniz şeyleri, hiç düşünmeden bana emanet ettiniz. Haceru’l-Esved’i koymada beni hakem seçtiniz. 40 yıldır, benim herhangi bir şiirle uğraştığımı, büyücülük yaptığımı gördünüz mü? Her şey bir gecede mi değişti? Allah dileseydi onu tilâvet edemez ve bu yüzden sizin idrak kapasiteniz artmazdı denilmektedir. Zîra ne vahyin içeriği ne de iniş zamanı resûlün elindedir. Allah insanı yüksek bir algı ile donatmıştır. Günlük yaşamımızı sürdürebilmemiz için şu anki beyin kapasitemizden çok daha düşük bir potansiyel yetmekte iken ulvî-ilâhî ilkeler ile muhatap olmak, soyut düşünme ile zihin kapasitesini tahmin edilemeyecek ölçüde geliştirmiştir.
17-O hâlde Allah’a karşı yalanla iftira edenden veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir? Muhakkak ki O, mücrimleri felâha erdirmez.
Burada Allah’ın Resûlü kendisini örnek göstermektedir. “Eğer vahyolunan bu âyetler Allah’tan değilse ve onları ben uydurup da Allah’a iftira ediyorsam, benden daha günahkâr, daha zâlim kim olabilir?” sorusunu zihinlere bırakmaktadır. Yine “Sizden daha zâlim kimdir?” sorusundan önce kendisi üzerinden mesajı vermektedir. İlkeleri esnetmek, yasaları manipüle etmek suçu karakter hâline getiren tiplerin hedefidir. Emin ve güven verenler, zaten buna ihtiyaç duymaz.
18-Ve Allah’ın astında onlara fayda ve zarar vermeyen şeye kulluk ediyorlar. Ve “Bunlar, Allah’ın katında bizim şefâatçilerimiz.” diyorlar. De ki: “Yeryüzünde ve semâlarda bilmediği bir şeyi Allah’a mı haber veriyorsunuz?” O, Subhân’dır, onların ortak koştuğu şeylerden yücedir.
Çıkarcı müşrik kafası kendisine bir zarar dokunduğunda bu darlığı, emek isteyen dünyevî yol ve yöntemlerle gidermek yerine hemen şefâatçilerine yalvarıp yakarır. Bu hâl 12. âyette tarif edilmişti. Yapılan dua ve ibadetlerin tek amacı Allah’ın izni ile şefâatçilerinin şefâatine nail olmaktır. Dikkat edilirse müşrikler şefâate sonuna kadar inanır ve onu körü körüne savunurlardı. Kurân bu inancın aracı, kayırıcı düşüncesi ile hak edilmeyen mevkilere kolayca ve haksız yoldan yükselme hedefini müşrikler üzerinden örneklendirmiş ve her yerde kınamıştır. Kurân hesap gününde Allah’tan başka şefâatçinin olmadığını, şefâatin sadece Allah’a ait olduğunu Zümer 44, Secde:4, Bakara:48 gibi birçok âyette deklare eder. Amaç sünettullaha saygılı, emek odaklı, güçlü, âdil bir inanç tasavvuru inşa etmektir. Allah’ın katında birtakım put, evliyâ veya resûllerin şefâat edeceği inancına karşı söylenmesi gereken tek cevap “Benim Rabbim Subhân’dır!” olmalıdır. Subhân kavramı Allah’ın noksan sıfatlardan uzak olduğunu ifade etmektedir. Burada şefâatçi inancının Allah’a bir noksanlık atfetmek olduğu Subhân hatırlatması ile yapılır. Zîra Allah kullarını en iyi bilendir. Birilerinin “Senin kulun şöyle iyi, böyle ibadetler etti.” gibi Allah’a bilgi vermesine, yalvarıp yakararak arabuluculuk yapmasına Allah’ın ihtiyacı ve izni kesinlikle yoktur. Sözde şefâatçinin Allah katındaki yüksek makamını ve kredisini şefâate inanan kul için kullanması Allah’ı hâşâ kullarından bî-haber, şefâatçiler olmasa onlara bağış ve rahmetini tecelli edemeyecek âciz bir duruma düşürmektir. Bu nedenle şefâatin sadece Allah’a ait olduğuna imân ve onun dışındaki mahlûkatın O’nun izni ile de olsa şefâat edebileceğine dair en ufak bir ihtimal şirke ve Subhan Rab tasavvuruna terstir. Allah’ın dışındaki herhangi bir şefâatçinin varlığına imân subhân/aşkın Rab tasavvuruyla örtüşmez. (Şefâat için ayrıca bkz. Yûnus:3, Zümer:44)
19-Ve insanlar, tek bir ümmetten başka değildi. Oysa ihtilâfa düştüler. Rabbinden bir kelime geçmiş olmasaydı, onların aralarında ihtilâfa düştükleri şey hakkında mutlaka hüküm verilirdi.
Allah’ın insanlara verdiği akıl ve fıtrat, onu şaşırtan başka faktörler devreye girmediği sürece insanı Allah’ın varlık ve birliği sonucuna götürür. Bu bakımdan bütün insanlar potansiyel olarak tevhidin oluşturduğu adâlete meyyal yaratılmıştır. Ancak aklın doğru işletilmesini engelleyen iç/enfûs ve dış/afâk faktörler, kültür, çevre, menfaatler, ego ve fücûrun etkisi ile insanlar tevhid inancı konusunda ihtilaflı tutumlar ortaya koymuş, bunları din edinerek sahte bir meşrûiyet kazandırmışlardır. Böylece birbirlerine karşı hak-hukuk tanımayan, her türlü zulmü revâ gören çeşitli soy, grup ve ümmetlere ayrılmışlardır. (Krş. Bakara:213)
Ümmet kelimesi sözlükte, yol, din, nesil veya topluluk demektir. Ümmet kavram olarak, kendi iradeleriyle “ümm” denilen toplayıcı ilkeler-kurallar veya amaçlar etrafında kümelenme sonucunda aynı yerde, aynı zamanda, aynı toplayıcı ve bütünleştirici temel ilkelere uyan topluluklardır. (Bkz. Fâtır:24) “Rabden bir kelimenin geçmesi” Allah’ın verdiği irâde ile oluşan seçme hakkıdır. Allah kullarına din dayatan bir zorba olmamayı en başta kendisine yazmış, ilke edinmiştir. (Bkz. Enâm:54, Kehf:29) Yıkıcı sonuçları olacak bu tarz konularda seçimi insanlara bırakmak örnek alınması gereken, hayatî öneme sahip ulvî bir ahlâktır. Hesap sorucu olmadan hilim ile beklemek resûlün de sünnetidir.
20-Ve dediler ki: “Rabbinden ona bir âyet indirilse olmaz mıydı?” Artık de ki: “Gayb, yalnız Allah’ındır. Artık bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.”
Gayb, gizli kalmak, gizlenmek, görünmemek, gözden kaybolmak anlamında “ğâbe” fiilinden mastar veya gizlenen, hazırda olmayan şey manasında isim veya sıfat olarak kullanılır. (Bkz. Neml:65, Rad:9, Kalem:47)
Âyet kavramı burada “mucizevî bir alâmet, delil” anlamına gelmektedir. (Bkz. Tâhâ:22, Krş. Nâziât:20, Arâf:103, Rad:3, Sâffât:13, İsrâ:59) Dikkat edilirse şefâat inancına mensup olan kimseler kerâmet ve mucize gibi olağanüstülüklerin olmasını inançlarının merkezine almışlardır. Zîra mucize için deneyim, gözlem, zaman, emek, deneme-yanılma, çaba gerekmez. Bir anda, bedavadan, Allah’ın mahlûkata koyduğu yasalar ters çevrilir ve mucize gerçekleşir. Kurân mucizenin o zaman insanları için gayb olduğundan bahsetmiştir. Zîra geçmişte mucize olarak düşünülen çoğu konu günümüzde deney, gözlem ve bilginin aktarılması ile şehâdet alanına çıkmıştır. Misal, tonlarca ağırlıktaki demirden bir uçağın uçması geçmiş insanlar için gaybî bir mucize iken bu bilgilere ulaşılması ile mucizeler şâhit olduğumuz bir haîkate dönüşmüştür. Kim bilir Allah’ın katında keşfedilmeyi bekleyen ve insanlara olağanüstü görülen daha ne mucizeler vardır. Allah’ın katında kayıp değil gayb olan âyetler sünettullaha uygun emeğimiz, samimi gayretlerimiz oranında insanlığa inzal olacaktır.
21-Ve onlara dokunan zorluktan sonra, insanlara bir rahmet tattırdığımızda, âyetlerimiz hakkında plânlarını yaparlar. De ki: “Allah, plânlamada daha seridir.” Muhakkak ki resûllerimiz plânlarınızı yazıyor.
Mekr, beklenmedik bir durumla karşı karşıya getirecek gizli plândır. Zorluğun Allah tarafından gelmediği, fâilin Allah olmayışı ile özellikle vurgulanmıştır. Bu insanlar kendi hatalı tercihleri ile sıkıntılı bir sürece girmişler ve sıkıntılar onlara dokunmuştur. Ancak sıkıntıdan kurtuluş Allah’a izafe edilerek kendilerine bir rahmet tattırıldığından bahsedilir. Zahmetten kurtulup rahmete kavuşmaları birinci kat rahmettir. İkinci kat rahmet ise resûllerin getirdiklerine tâbi olarak sâlih ameller yapmaları ve iyi birer insan olup çevrelerine faydalı işler yaptıklarında gerçekleşen kuşatıcı rahmettir. Bunu Hadîd 28’den şöyle okuyoruz: "Ve O’nun Resûlü'ne imân edin ki, size rahmetinden iki kat versin." denilir. Burada birinci rahmet, insanların varlık âleminde olmaları ve yaşamalarıdır. İkinci rahmet ise resûle imân ettikten sonra ulaşılacak rahmettir. Arâf 156'da "Allah'ın rahmeti istisnasız her şeyi kuşatmıştır." denilir. Demek ki Allah'ın rahmetine mazhar olmayan tek bir varlık bile yoktur. İşte kendilerine sunulan bu rahmet hatırlatılarak onları aslında borçlu çıkaran âyetlere karşı yapılan örtme girişimine Kurân, âyetlere karşı plânlar kurmak şeklinde nitelendirmiştir. Allah plânlamada nasıl daha seridir? Allah’ın indirdiği âyetler müşriklerin argümanlarına, entrikalarına ve plânlarına karşı cevaplar barındırır. Bu durum âyetlerle müşriklerin karşı tezlerini resûllerin çok seri bir şekilde savuşturmalarından anlaşılmaktadır. Her söylemin ve yapılan her eylemin kaydedilmesi burada melekler ile değil de resûller ile ifadesi ilginç bir detaydır. Resûl bir haberi değiştirmeden olduğu gibi aktarandır. Dünyada maddeye yüklenen özelliklerden dolayı enerji ve dalga boyları aslında hiç değişmeden korunur. Gökyüzü bu manada sesleri depolayan bir hafıza gibidir. Kitaba yazılanların sonraki nesillere ulaşması noktasında kitabı bilginin resûlü yaptığı gibi Allah’ın yarattığı maddede de yapılanları unutmayan bir mahiyet ve hafıza vardır. Yeri ve zamanı geldiğinde tüm defterler açılacak, yapılanlar olduğu gibi ortaya serilecektir. O yüzden melekler denilerek mana daraltılmamıştır. Yeri geldiğinde yer de, gök de, el de, ayak da yapılanları aktaran, şâhitlik eden birer resûle dönüşecektir. (Bkz. Yasin:65) “Bugün onların ağızlarını mühürleriz. Kazanmış oldukları şeyleri Bize, onların elleri anlatır, ayakları şâhitlik eder.” Eller yapılan fiilleri, suçları olduğu gibi aktaran bir resûle dönüşmüş iken, ayaklar da suç mahallinde bıraktığı izlerle hakîkatin ortaya çıkmasını sağlayan şâhitlerdir. Gökteki bilgilerin aktarılması şu âyetlerde de ifade edilmiştir: “Güneş bürülüp dürüldüğünde… Ve yıldızlar solduğunda… Ve dağlar yürütüldüğünde… Ve doğumu yakın develer terk edildiğinde… Ve vahşi hayvanlar bir araya toplandığında… Ve denizler tutuşturulduğunda… Nefisler eşleştirildiğinde… Ve diri diri gömülen kız çocuğuna sorulduğunda… Hangi suçtan dolayı öldürüldüğü… Sayfalar açıldığında… Ve gökyüzü sıyrılıp alındığında… Ve cehennem tutuşturulduğunda… Ve cennet yaklaştırıldığında… Her nefis, neyi hazırladığını bilecek.” (Tekvir 1-14) Her nefis neyi kazandığını nasıl bilinecektir? Gökyüzünün sıyrılması ve sayfaların açılması ile. Söylenen her söz gök kubbede kalmaktadır. Sayfalar görsel, semâ da ses olarak yapılan her sözü aktaran birer resûle dönüşecektir.
22- Karada ve denizde sizi seyrüsefer yaptıran O’dur. Nihayet o yüklü gemide ve hoş bir rüzgârla akıp giderken ferâhladılar. Ona fırtınalı bir rüzgâr geldi ve onları her taraftan dalgalar sardı. Onlar kuşatıldıklarını zannederek dini O’na mahsus kılarak ihlâsla Allah’ı çağırdılar. “Eğer bizi bundan kurtarırsan, biz mutlaka şükredenlerden oluruz.”
Bu âyette “…dini O’na mahsus kılarak ihlâsla Allah’ı çağırdılar.” ifadesinden bu insanların normalde dini Allah’a hâlis kılmayanlar olduğu net olarak anlaşılmaktadır. Bunlar müşriklerdir. Cafer es-Sadık “Yaratıcının ispatı hususunda bir delil isteyen denizciye verdiği örnek de bu minvaldedir. Denizciye başından geçen en korkunç deniz kazasını sorar ve denizci geminin paramparça olduğu fırtınalı günü anlatır. Bunun üzerine Cafer es-Sadık: ‘Geminin kırık parçası üstünde iken kalbinde bir yakarma, bir dua hissettin mi?’ diye sorunca da, o adam: ‘Evet’ cevabını verdi. Bunun üzerine de: ‘Senin ilâhın, işte o esnada kendisine yalvarıp yakardığındır.’dedi.” (Râzî) Böyle zor durumda kimden medet istiyorsak aslında bizim ilâhımız odur. Zîra ölüm kalım anında tüm makam-mevki, maddîyat-gösteriş, iştah-şehvet, kültürel ve toplumsal kurallar hepsi bir anda önemini yitirir. Kulu Allah’tan uzaklaştıran unsurların bir anda ortadan kalkması ve kişinin ölüm gerçekliğini iliklerine kadar yaşaması, dini ona hâlis kılarak Rabbini çağırmasını sağlamıştır. Bu ihlâsı sağlayan, bir ömür peşinde koştuğumuz, değer ve önem verdiğimiz çoğu konunun aklımıza bile gelmemesidir. Ölümün kuşattığını zannetmek bile insanda muazzam bir değişime sebep olur. İnsan ne zaman öleceğini asla bilemeyeceği için zan kelimesinin kullanılması tutarlılık adına önemlidir. Zîra “Hiç kimse nerede öleceğini asla bilemez.” (Lokman:33) (Benzer ve daha genel bir kullanım için ayrıca bkz. Enâm:63)
23-Fakat onları kurtarınca, onlar yeryüzünde haksızlıkla sınırı aştılar. Ey insanlar! Muhakkak ki, nefisleriniz için sınırı aşmanızın karşılığı, dünya hayatının metâdır. Sonra dönüşünüz bizedir. O zaman yapmış olduklarınızı size haber vereceğiz.
Metâ’, kendisinden hemen lezzet alınan menfaattir. “Bi gayri el hakkî” haktan başkası ile demektir. Burada “bi” edatı azgınlığın, sınırı aşıp saldırganlaşmanın hak ihlalleri ile olduğunu ifade etmektedir. Zîra her saldırı, taşkınlık ve azgınlık birer hak ihlalidir. Ancak meallerde “Haksız yere azdılar.”, “Taşkınlık ettiler.”, başka âyetlerde de “Haksız yere kibirlendiler-büyüklendiler.” yazar. Haklı yere kibirlenme, büyüklenme, azgınlık ve taşkınlık zaten olmayacağı için “Haksız yere azdılar.” hatalı bir çeviri olur. Bu çeviri tarzı, bir mantık hatasıdır. Doğrusu “bi” harficerinin birliktelik/ile manası göz önünde tutulduğunda “İnsanlara haksızlık, hak tanımazlık ile ve hukuksuzluğu kullanarak sınırı aşıp saldırdılar.” anlamı öne çıkmaktadır. Böylece âyetteki “bağy” sosyal içerikli bir anlam kazanmaktadır. Hakları ihlal ederek, kitabına uydurarak taşkınlık yapmak toplumun düzenini bozmaktır. Bunu yapma sebepleri olarak da âyet dünya hayatının geçici çıkarını (metâsını) göstermektedir. Aslında dünyadaki istisnasız tüm suçların tek sebebi geçici dünya zevklerinden daha fazla tatma isteğidir. Hırsızlık, yolsuzluk, zina, alkol, uyuşturucu, iftira, yalan-dolan, kibir, riyâ, cinâyet ve aldatmaların temelinde dünyevî, maddî, sığ ve bayağı istek, arzu ve hazlarla insanın hayvanî yanını tatmin etme isteği yatar. Peki, bu zaaftan kurtulmanın yolu nedir? Âyet bunu “Dönüş bizedir.” ile cevaplamıştır. Burada dönüş diye meallendirilen “merci” aslında nihaî kararın verileceği makam anlamındadır. Bunu, hayatî haber ile birleştirdiğimizde hak ve hukukun boşluklarını kullanarak dünyevî rant devşirmemek için hesabı verilebilecek bir hayat sürmek gerektiği hatırlatılmıştır. Geçici konaklama vurgusu, dünyevîleşmeyi törpüleyip suç oranını düşürecek önemli bir noktadır.
24-Dünya hayatının misâli sadece semâdan indirdiğimiz, böylece yeryüzünde, insanların ve hayvanların yediği, arzın nebâtları ile karışan suya benzer. Nihayet yeryüzü onun ışıltısıyla süslendiği ve onun sahibi, ona kâdir olduğunu zannettiği zaman emrimiz gece veya gündüz geldi ve böylece onu biçtik. Sanki dün hiç olmamış gibiydi. İşte böylece âyetleri tefekkür eden bir kavim için ayrı ayrı açıklıyoruz.
Zuhrufuhâ, “onun güzelleşmesi” demektir. Zuhruf, bir şeyin son derece güzel ve parlak olmasıdır. Parlaklığından ve güzelliğinden dolayı o şeye “zuhruf” denilmiştir. Bu bakımdan altına da zuhruf denilmiştir. Arzın süslenmesiyle, çayır ve çimen olan bölgelerde çıkan değişik şekil ve renklerdeki çiçeklerle bezenmesi ve güzelleşmesi kastedilmektedir. Hasîd kelimesi, yeşillik ve cazibe sonrasında kupkuru kesilmek manasındadır. İbn Abbas “hasîd” kelimesine, “Orada sanki hiçbir şey yokmuş gibi…” manasını verirken, Dahhâk, “biçilmiş, hasâd edilmiş” manasını vermiştir. Ebu Ubeyde, bu kelimeye, “kökü kazınmış” manasını verirken, bazıları da, “koparılıp çıkarılmış” manasını vermişlerdir. (Râzî) Dünya hayatının geçiciliği müşâhede edilen tabiat olayları üzerinden örneklendirilmiştir. Görüldüğü gibi, hiçbir eşya bulunduğu hâl üzere kalmıyor. Her birinin belirlenip takdir edilmiş bir eceli vardır. Her biri günü, saati gelince süresini tamamlamakta; bir hâlden başka bir hâle geçmektedir. Dünyanın rengine aldanarak başkalarının hak ve hukukuna girmek saman için hazineler harcamak gibidir.
25- Ve Allah, selâm yurduna davet eder ve dileyen kimseyi, sırâtımustakîme hidâyet eder.
Yurdumuzun selâm yani barış yurduna dönüşmesini istiyorsak yapılması gereken geçici dünya çıkarı için başkalarının hak ve hukukuna girmemektir. Selâm yurduna çağırmak önemlidir. Bu çağrı dünyanın geçiciliği üzerinden medyada, eğitim sisteminde ve sosyal alanlarda sürekli hatırlatılmalıdır. Maddîyatı, lüksü köpürtecek projeler değil kanaatteki mutluluğu insanlara aşılayan, hatırlatan eserlere yer verilmelidir. Zîra sınırsız istekleri, sınırlı kaynaklar ile karşılama isteği, sürekli bir açlık ve kanaatsizlik hâli oluşturmakta, özendirilen hayatların standardına çıkmak için insanlar hırsla dünya kaynaklarını ve kendilerini tüketmektedir. Selâm yurdu sırâtımustakîm denilen değerler sistemine müntesip, şahsiyetli bireylerin oluşturduğu cennet gibi yaşam alanlarıdır. Selâm yurdunda güzel davranışlar değer görecek ve farklı güzellikleri doğuracaktır.
26- Güzel davrananlar için en güzeli ve ziyadesi vardır. Onların yüzlerini bir keder kaplamaz ve onlar bir zillete düşmezler. İşte onlar, cennet ashâbıdır. Onlar orada hâlittir.
Âyette hem fiil formunda “ahsenû” hem de “el-hüsna” kelimeleri yan yana kullanılmıştır. Belirtmek gerekir ki ahsen daha çok dış görünüş ve potansiyeldeki güzellikler için kullanılır. (Bkz. Tin:4) Hüsna ise manevî ve çok boyutlu güzelliklerin genel adıdır. (Bkz. Arâf:180 Allah’ın güzel isim ve sıfatları) Burada yapılan hasenâtın potansiyel olarak nasıl daha fazla ve çok boyutlu güzellikler doğuracağı hatırlatılmıştır. İlkeli insanların oluşturdukları toplumlar maddî ve manevî güzel davranışlara sahne olur. Zaten sırâtımustakîmin de gereği budur. Zillet; zelillik, horluk ve hakîrlik demektir. (Krş. Kalem:43) Ahsenitakvîm olarak yaratılan insanın güzelliklere ihtiyacı vardır. Bu manevî açlık giderilmezse kişi maddî olanla, geçici dünya metâı ile bunu tatmine kalkar. İşte zillet ve keder bu yanlış istikâmet sonucu gerçekleşen bir sonuçtur. (Bkz. “Kalpler, Allah’ın zikri ile mutmain olur, değil mi?” Rad:27) “Onlar orada hâlittir.” Hâlid zamanla hâlin bozulmamasıdır. Güzellikler korunduğu oranda o toplumun gidişatı devamlı ve istikrarlı olacaktır.
27- Kötülükleri kesbeden kimselerin yaptıkları kötülüklerin karşılığı, onun misli kadardır. Ve onları bir zillet kaplar. Ve Allah’a karşı onların tutunacakları kimseleri yoktur. Onların yüzleri karanlık geceden bir parça gibi kaplanır. İşte onlar, ateş ashâbıdır. Onlar orada hâlittir.
Seyyie (kötülük, çirkinlik) kelimesi, “hasene” kelimesinin karşıt anlamı olarak kullanılır. Rabbimiz cezâ hukukunun en önemli ilkesini burada koymakta ve dünyevî hukuk bakımından suça denk bir cezânın verilmesinin önemini öğretmektedir. Bu âyetler ile Kurân modern cezâ hukukunun temel ilkesini koymaktadır: “Bir kötülüğün karşılığı en fazla onun misli kadar olmalıdır.” (Bkz. Şûra:40) Bu durum Nahl 126’da “Eğer cezâ verecekseniz size yapılanın misliyle cezalandırın.” diyerek durma noktası belirlenmiştir. (Krş. Kassas:86, Mümin:40, Bakara:191-194, Nisâ:123) Kötülüğün maddî karşılığı misli ile verilmelidir, ancak kötülüklerin bir de manevî faturaları vardır. Kötülük ve çirkinlik kazanan birinin bu hâli maneviyatına ve arkasından simâsına yansır. Bu ibretlik tiplere basîret ile bakan içlerindeki karanlığın yüzlerine de yansıdığını görecektir. Testinin içinde olan neyse dışına o sızar. Hâlin sürekliliği yapılan kötülüklerin devamı ile doğrudan orantılıdır.
28- Ve o gün hepsini mahşerde bir araya getireceğiz. Sonra şirk koşanlara deriz ki: “Siz ve şirk koştuklarınız yerlerinize.” Böylece onlar ayrıldılar. Ve onların ortak koştuğu der ki: “Siz sadece bize kulluk etmiyordunuz.”
Mekânekum kelimesi “Yerinizde kalınız.” demektir. Bu ifade “Yerinizi bilin, haddinizi bilin, oturun oturduğunuz yerde.” şeklinde bir ifadedir. Şürekâ’ kelimesi genelde ulûhiyette ortak oldukları zannedilen, gerçek veya hayalî varlık veya güçleri ifade için kullanılır. Ancak bu şirkin sadece küçük bir yanını görmek olacaktır. Şirkin sebebi çıkar sonucu yapılan zulümdür. Burada aracıların, “Siz sadece bize kulluk etmiyordunuz.” sözü çok önemli bir detaydır. Bu nedenle şirki sadece ulûhiyette ortaklık olarak düşünmek sığ bir bakış olur. Hatta ulûhiyetteki, ortaklık-şirk aslında son aşamasıdır. Kişi önce kendi çıkarını başkalarının hak ve hukukundan öncelikli görür, sonra edindiği-kesp ettiği haksız kazançtan dolayı hakkını yediği insanları hakîr görüp onlara tepeden bakmaya başlar. Şirk zihniyeti kişinin kendisini ayrıcalıklı görmesi ve onlardan üstünlüğüne inanması ile devam eder. Bu durum kendi nefsine tapmasına, hevâsını ilâh edinmesine kadar ilerleyen bir hastalıktır. (Bkz. “Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü?” Furkân:43) Hevâsını ilâh edinmek ve kendini bir şey sanmak artık sözün bittiği yerdir.
29- Artık şehîd olarak bizim ve sizin aranızda Allah kâfidir. Biz, sizin ibâdetinizden gerçekten gâfildik.
Burada ibâdetlerden gaflet hâlinde olan kimdir? Cümlenin devam etmesinden dolayı müşriklerin yaptığı sözde ibâdetlerin Allah katında bir değer ifade etmediğine gaflet ile bir gönderme yapılmıştır.
Şehîd, kelimesi sözlükte hazır bulunmak, bilmek ve haberdar olmak gibi anlamlar taşıyan ‘ş-h-d’ kökünden türemiştir. Zîra bu şeklin şâhid şeklinde kullanıldığı yerler de vardır. Şehîdin şâhitten farkı, tanıklığını şâhitte olduğu gibi pasif değil bizzat içinde yaşayarak gerçekleşmiş aktif bir tanıklık olmasıdır. Ulûhiyeti niteleyen “şehîd” ismi, “her şeyden haberdar olan, kendisinden hiçbir şey gizlenemeyen ve hiçbir şeyi unutmayan aktif bir tanıklık” manasında Allah’ın bir sıfatı olarak da Kurân’da kullanılır. (Bkz. Burûc:9)
30- Her nefis, geçmişiyle yüzleşerek Allah’a döndü. Onların mevlâsı haktır. Ve iftira ettikleri onlardan uzaklaştı.
Teblû kelimesini bazı âlimler, meselâ Hamza ve Kisâî tetlû şeklinde okumuşlardır. Bu durumda kelimenin manası “duyurmak için tilavet etmek” olur. (Bkz. “Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen sana yetersin.” İsrâ:14) Bu durumda âyetin birinci bölümüne şöyle mana verilebilir. Her nefis orada geçmişte yaptıklarını okuyacak, takip edecek, böylece anlayıp bilecektir. Zaten Kelbî, teblû kelimesine “Bilir.” manasını vermiştir. (Krş. Hâkka:19–20) Teblû kelimesine “Kabul eder, teslim eder.” anlamı da verilmiştir. (Kurtubî) Teblû kelimesinin “Peşinden gider.” anlamına geldiğini söyleyenler de olmuştur. (Bkz. Hadîd:12) Tüm bu kullanımlar birleştirildiğinde hesap günü istisnasız her nefsin yaptıkları ile karşılaşacağı, bu yüzleşme sonucu ne ekilmiş ise onun biçileceği gibi bir manaya ulaşılmıştır.
Mevlâ kelimesi hem fâil hem de mefûl anlamında kullanılır. Nitekim İslâm hukukunda köle azat eden köle sahibine fâil anlamıyla mevlâ denildiği gibi, azat edilen köleye de mefûl anlamıyla yine mevlâ denilir. Bu meyanda bizleri nefsin, şeytani duygu ve düşüncelerin elinden kurtarıp özgürleştiren Allah’u te’ala gerçek dostumuzdur. Ayrıca hayatı boyunca hak ve hukuka dair konulara dikkat eden birinin gerçek dostunun (Hak mevlâsının) hakîkat adına ortaya koydukları olacağı burada veciz bir şekilde ifade edilmiştir. Rabbimizin el-Hak şeklinde bir esmâsı vardır. Manası, mutlak hakîkatin kaynağı demektir. Ancak buradaki hak kelimesi, hesap günü ortaya çıkacak gerçekler/hakîkatler şeklinde anlaşılabilir. Zîra devam eden pasajın 33. âyetinde hak kelimesi, hak edilen karşılık anlamında şöyle kullanılacaktır: “Böylece Rabbinin kelimesi fâsıklar üzerine hak oldu.” Burada bir iftira söz konusu olduğundan Allah’ın astında uyduruk inanç, ideoloji, görüş ve düşüncelerin tamamının insanı nasıl dalâlet içinde bırakıp terk edeceği haber verilmiştir.
31- De ki: “Semâdan ve arzdan sizi kim rızıklandırıyor? Veya işitmenin ve görmenin meliki kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işi düzenleyip idare eden kimdir?” Öyle ki “Allah” derler. O hâlde de ki: “Takvalı olmayacak mısınız?”
Tükettiğimiz hayvansal veya bitkisel gıdalar daha önce hayat sahibi iken ölür ve onu tüketene hayat verir. Bu açıdan ölüden diri meydana gelmiş olur. Her dirinin de bir gün ölü olması zorunluluktur. Tohum ve çekirdekteki hayat da bir bakıma ölüdür; ortam bulunca dirilip yeşerir. Sonuç olarak canlılık sürekli bir dönüşüm hâlindedir. Önemli olan yeniden diriliş ile bunun bir kez daha olabileceğine imândır. İşitme ve görmenin bu minvalde yönlendirilmesi ve bunun el-Melik olana bırakılması soru formatında öğretiliyor. Sorulan dört sorunun tek cevabı “Allah’tır.” Müşrikler, Allah’a inanıyorlardı. Ancak aracı put inancı kulu kullara, nesnelere, ideolojilere, putçulara köle etmiştir. Bu kast sistemi ister istemez efendileri ve ruhbanları besleyen fakat genel olarak insanları ezen bir çarka dönüşmüştür. Tek ilâh altında tüm kesimlerin eşitlenmesi; adâlet için zulmün önlenmesi ve insana yakışan vakarın tekrar elde edilmesi için çok hayatîdir. Rızkın Allah’a bağlanması da rızık üzerinden kurulmuş tahakkümleri önlemeyi amaçlar. Zîra sermaye sahipleri rızık üzerinden, emâneti mülkiyet zannetme ve zannettirme ile yoksul halkın emeğini geçmişte olduğu gibi günümüzde de sömürmektedir. Yoksul zengine, işçi de patronuna rızkın sahibi gözü ile baktığı sürece maalesef kölelik bitmeyecektir. Rızkın tek sahibinin er-Rezzâk olan Allah olduğu bilinci, muhatabını kula kulluktan korur. Hakîkati işitme ve mahlûkatı okuma yetileri ile donatılan insanı maddî ve manevî olarak Allah rızıklandırır. Netice itibariyle Kurân’ın hedefi; beşeri, muttakî insan seviyesine çıkarmaktır.
32- Öyleyse işte, O Allah sizin hak Rabbinizdir! O hâlde hakkın ötesinde dalâletten başka ne vardır? Artık nasıl döndürülüyorsunuz?
Bu bağlamda dalâlet; gerçekler ve hakîkat dururken kişinin kendisini bâtıl ile avutmasıdır. Hakîkatin getirdiği sorumluluklara yanaşmayanlar, sahte kutsallar ile kendilerini kandırır. İşte bu haktan haksızlığa, gerçekten sanala, hidâyetten dalâlete dönmektir. Bu tercihin bir de faturası olacaktır.
33- Böylece Rabbinin kelimesi fâsıklar üzerine hak oldu, onlar kesin inanmazlar.
Rabbin kelimesi kullanımı sözden, buyruktan farklıdır. Kelime; yaralamak, tesir etmek anlamına gelen “kelm” kökünden türetilmiş bir isimdir. Burada Rabbin değişmez ve önceden yazılmış/belirlenmiş yasalarına delâlet etmektedir. Fısk; yoldan çıkma, doğru yoldan sapma, iyilik ve güzellikten çıkma, günaha batma, kötülüğe iyice dalma anlamlarına gelir. Fâsık, yozlaşarak fıtratından ve yaratılış amacından uzaklaşana denir. “Hak oldu.” ifadesi bu sonucu kendi hatalı tercihleri ile hak ettiklerine işâret eder. İnsanların emeğini bâtıl yollarla kesbedenlerin düştükleri fısk, onları geri dönüşü olmayan bir yola sokmaktadır. Bu Allah’ın değişmez kelimesi ve yazgısıdır.
34- De ki: “Sizin şirk koştuklarınızdan örneksiz yaratıp sonra onu iade edecek kimdir?” De ki: “Örneksiz, yaratıp sonra onu iade edecek Allah’tır. Öyleyse nasıl çevriliyorsunuz?”
Yerden ve gökten rızıklanarak bir nevi topraktan yaratılan insanın tekrar toprağa iade edilmesinden bahsedilir. Bu âyetlerde yine soru-cevap yönteminin kullanılması istenmektedir. Bu yöntemin, muhatabın hassas olduğu noktalarda kullanılması, muhatabı düşündürmesi açısından son derece etkili bir yöntemdir. Zîra doğrudan suçlama, kişiyi size karşı kapatacak ve sorgulamaya vesile olacak iletişimi bitirecektir. Bedee fiil kalıbında alınınca “bir şeyi diğerini yapmadan önce yapmak, takdim etmek, yaratmak, icat etmek, meydana getirmektir.” (Bkz. Burûc:13, Rûm:11, Neml:64, Secde:7) Halk kavramı da bir ham maddeden “yaratma” demektedir. İkisi bir araya gelince mevcût ham maddeden örneksiz, yeni bir varlık yaratma anlamını vermektedir. Burada insanların uydurduğu, ilâhlık yakıştırdıkları ile kâinatı var eden arasında eserleri üzerinden, soru formatında bir kıyas yapılması istenmektedir. Şâhit olduğumuz âlemlerdeki mahlûkat, değişim ve dönüşüm içindedir. Her şey bir hâlden başka bir hâle yolculuk etmektedir. Bu döngüsel hayatta insanoğlu yok olup gideceğine nasıl kendisini ikna edebiliyor? Bu gerçeklere nasıl da yüz çevirebiliyor?
35- De ki: “Sizin şirk koştuklarınızdan hakka hidâyet edecek kimse var mı?” De ki: “Allah, hak için hidâyet eder. Öyleyse hakka hidâyet eden mi tâbi olunmaya daha çok hak sahibidir, yoksa hidâyete erdirilmedikçe kendisi hidâyete muhtaç kimse mi? Artık size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz?”
Bazı inançların ilâh tasavvurunda onların tanrıları hata yapabilir, hırslanabilir veya öfkeyle hatalı işler yapabilirler. Antik Yunan tanrıları buna tipik bir örnektir. Kurân çok net bir hüküm ortaya koyar. Hidâyete muhtaç bir ilâh tasavvuru mu inanmaya layıktır, yoksa hidâyette olup insanları da iyiliğe, doğruya, güzele yönlendiren mi inanmaya daha layıktır? Aslında burada bir ölçü daha konmaktadır. İnancınız sizi insanlara hayırlı, dünyaya faydalı birer şahsiyet kılmıyorsa o inanç ve o inancın tanrı tasavvurunu oluşturan gaybî zanlar mutlaka sorgulanmalıdır.
36- Ve onların çoğu zandan başkasına tâbi olmaz. Şüphesiz ki zan, hakka ihtiyaç duymaz. Muhakkak ki Allah, onların yaptıklarını bilendir.
Zannın hakka ihtiyaç duymaması meali “yuğni” kelimesinin kök manası ile alâkalıdır. Zîra kelime “ğ-n-y” kökündendir. Bu kök muhtaçlığın önüne geçen kazanç demektir. Bu yüzden ihtiyacı olmayana, zengine “ğâni” denmektedir. Mustağni de olumlu-olumsuz kullanılan ve bu ihtiyaçsızlık hâlini ifade için aynı kökten bir kelimedir. Burada hakîkatlere ihtiyaç duyulmadığı “la yuğni” ile ifade edilmiştir. Eğer zan hakîkatten besleniyorsa Kurân buna hayırlı zan demektedir (Bkz. Nûr:12) Ayrıca Kurân, bazı zanların günah olduğundan bahseder. (Bkz. Hucûrat:12) İşte bu “ismun” olan yani büyük günahlardan biri olan zan hakîkate dayanmayan zandır/kanaattir. Kurân Allah’ı bilgiyle anarken uydurulmuş bir tanrı tasavvurunu hakka ihtiyaç duymayan zanna isnat etmektedir. Geçmişte ve günümüzde hak ve hakîkat ile işi olmayanlar kendilerini ve başkalarını kandırabilmek için ellerinden geldiği kadar gerçeklerden uzak durarak fikir ve görüşler beyân etmeye çalışırlar. İnsan, genelde gerçekler işine gelmediğinde veya menfaatine ters düştüğünde bunu yapar. Ancak Kurân nebî ve müminler hoşlanmasa da gerçekleri dile getirmekten geri durmaz. (Bkz. “Allah, haktan hayâ duyma.” Ahzâp:53 veya “Hoşunuza gitmese de savaş üzerinize yazıldı.” Bakara:216)
37- Ve bu Kurân, Allah’ın astından bir iftira değildir. Ve lâkin onların elleri arasındakini tasdik eder ve kitabı tafsil eder. Onda muğlaklık yoktur, o âlemlerin Rabbindendir.
Kurân Allah’ın astında yazılıp Allah’a birçok iftiralar içeren bir metin değildir. Bu cümlenin böyle gelmesi kendisini Allah’ın astında, Allah ile kullar arasında konumlandıran ve “Bu Allah’tandır!” diyerek kendi elleri ile yazdıkları sözde dinî metinlere bir gönderme yapmaktadır. (Bkz. Elleriyle kitabı yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için, "Bu, Allah katındandır!" diyenlere yazıklar olsun! Bakara:79) Ölçü bellidir. Din diye okunanların tamamı İncil, Tevrat, rivâyet, hadis, vs. hepsi Kurân’ın tasdik ettiği oranda meşrudur, yoksa hakîkat ile alâkası olmayan zanlardır. (Kitabın Mûsâddık ve Müheymin oluşu ile alâkalı Bkz. Maide:48) Bu âyetteki “kitap” kelimesi sadece önce inen vahiyler iken, elleri arasındaki ifadesi ise hadis, rivâyet, tefsir veya siyer gibi diğer metinleri de kapsamalıdır. Yoksa âyette lüzumsuz bir tekrar bulunduğu ihtimali gündeme gelecektir. Bu yüzden muhataplar sadece önceki indirilen kitapları değil tüm dinî metinleri Kurân’a arz etmelidir. Ayrıca bu sadece Kurân’ın vasfı değil aynı kaynaktan neşet etmelerinden dolayı önceki ümmetlere indirilen tüm kitapların vasfıdır. Eğer Kurân hâşâ bir beşer sözü olsa idi içinde muğlâklık ve tutarsızlıklar mutlaka bulunurdu. (Bkz. Nisâ:82) Ayrıca beşer sözü olsa, başka kitaplardakini tasdik edip onları da hakîkate ortak etmek yerine, her şeyi kendisine mal ederek onları reddetmeye meyyal olurdu.
38- Yoksa iftira atıyor mu diyorlar? De ki: “Eğer sâdıksanız onun misli bir sûre getirin ve Allah’ın astında gücünüzün yettiği kimseleri de çağırın!”
Sûre kelimesi ilk kez Hûd 13. âyetinde dile getirilmiştir. Sûre kelimesinin sözlük anlamı; şehrin sûr’u demektir. Şehrin sûru, şehrin etrafını kuşattığı gibi sûre de “Kurân’ın manalarını bir araya getiren, sınırları belli bölümlere” denilmektedir. Lisanu’l-Arab’a göre de sûre, birbirinden ayrılmış menzile demektedir. Kelimenin sözlük türevleri ve Kurân’da kullanılan bağlamlarına bakıldığında Kurân’î bölüm ve âyetlerden oluşan tam ve müstakil grupları ifade ettiği anlaşılmaktadır. Kelime, vahyin inmeye başladığı dönemde de anlam ve kullanım olarak bu manayı taşımaktadır. Kurân’ın sûreler adı verilen bölümlere ayrılması aynı şekilde bu anlamın sonucudur. Kurân metnini birbirinden ayıran tek işâret, kesik harfler denilen hurûfumukattalardır. Burada muhataplardan iki hurûfumukatta arasındaki bölüme benzer ebatta bir metin getirmeleri istenmektedir. Mislini getirmelerini isteyen âyetler nüzul sırasına göre şöyledir: Tûr:34’te onun misli bir “hadis” getirseler denilir. Sonra İsrâ:88’de “Kurân’ın bir benzerini” getiremezler, denilir. Hûd 13’te “Eğer, sâdıklardansanız onun misli on sûre getirin.” Meydan okumasından sonra Yûnus:38’de “Onun misli bir sûre getirin!” Yıllar sonra da Bakara:23’te “Onun misli bir sûre getirin!” şeklinde farklı muhataplara bu meydan okumayı devam ettirir. Şunu herkes sorabilir: Ne var ki bunda? Bir metin yazıp neden getirmediler? Bunun şartları yukarıdan itibaren sayılmıştır. Önceki vahiylere âtıflar yaparak köklü bir kaynağa kendisini isnat etmelidir. İçinde tutarsızlık, anlaşılmayı engelleyen muğlâklık, gösterişli bir dil ve ağdalı bir hitâbet olmamalıdır. İnsanları haksızlıklara iten nefsânî-keyfî hüküm ve zanlar barındırmamalıdır. Tabiat âyetleri, psikolojik âyetler ve sosyolojik hadiselerle de tam bir uyum sergilemelidir. Müşrikler bunu denemiş; ancak arkasını getirememiş olabilir. Zîra zaman içinde farklı aralıklarla ve kitleleri peşinden sürükleyecek bir söylemin tutarlı ve bu denli başarılı olması beklenmezdi.
39-Ve bilakis onlara tevîl gelmedikçe ilimleri ile kavrayamadıklarını yalanladılar. Bunun gibi ondan öncekiler de yalanladılar. Artık bak, zâlimlerin akıbeti nasıl oldu.
Burada dikkat edilirse Kurân geçmemektedir. “Ondan öncekiler de yalanladılar.” cümlesi gösterilen tepkinin kadîm bir hastalık olduğunu ifade eder. Âyetin ilk kısmındaki ilimleri ile kavrayamamaları sonucu yalanlamanın sadece Kurân için değil genel bir sorun olduğu ifade edilmiştir. Zîra “Kişi, bilmediğinin düşmanıdır.” Te’vil kelimesinin dilde kullanılan en yaygın anlamı “açıklama ve yorum” demektir. Kurân’da ise daha çok “nihai anlamının açıklanması, netice ve Kurân’ın varabileceği son nokta” kastedilmektedir. Buradaki tevil Kurân’ın yorumu değil vaad ettikleri gerçeklerin yeri ve zamanı geldiğinde ortaya çıkıp çıkmamasıdır. Kurân görerek (aynelyakîn) değil, bilinçli (ilmelyakîn) bir imân istemektedir. (Bkz. Tekâsur:5) Kurân; zâlimlerin, zorbaların, hırsızların, ahlâksız ve bencillerin sevmediği bir kitaptır. Zîra Kurân’ın emirleri, ahlâkını düzeltmek ve iyiye yönelme emeğini gösteremeyenler tarafından her zaman ve zeminde yalanlama kolaycılığı ile geçiştirilmiştir.
40- Ve onlardan, ona inanan ve inanmayan kimseler vardır. Senin Rabbin müfsitleri iyi bilir.
Bu âyette iki kez geçen “bi-hi” ifadesi, onunla yani resûle vahiy ile inanıp inanmamayı ifade eder. Zaten önceki âyetlerde vahye yapılan ithamlardan bahsedilmektedir. Bir de “yu’minûn” fiili geniş zamandır. Bu da vahiyle resûlün doğru söyleyip söylemediğine imânın şimdi ve gelecek zamanlarda sürekli olacağını haber vermektedir. Taberî ve İbni Kesîr, âyeti kesin olarak gelecek zaman anlamıyla tefsir ederken, Zemahşerî ve Râzî gibi diğer bazı müfessirler geniş ya da şimdiki zamanı tercih etmişlerdir. Nebîler aramızda yaşamamaktadır. Zaten onlara imân değil, resûllere imân söz konusudur. (Bkz. Nisâ:136) Resûle imânın olabilmesi için resûlün getirdiği mesajın doğruluğu veya tutarsızlığı sorgulanmalıdır. Böylece tahkiki bir imâna kavuşulabilir.
Müfsid, fesât çıkaran demektir. Kurân’da fesat kelimesi genel olarak Allah’ın belli bir ölçüye göre yaratıp öylece sürmesini dilediği fıtrî ve evrensel düzenin herhangi bir şekilde bozulmasını, bir biçimde kargaşaya sürüklenmesini ifade eder. (Bkz. Neml:14, Sâd:28, Arâf:142) Kurân, fıtrî ve evrensel ilkeleri vaaz ettiği için ona inanmayanların sadece bu fıtrî düzeni bozmak isteyenler olabileceği burada hatırlatılmıştır. Kurân’a göre, varlık ve dünyadaki dengeyi bozarak fesât çıkarma, müfsit insanın yapabileceği bir kötülüktür. (Bkz. Rum:41)
41-Ve eğer seni yalanlarlarsa artık de ki: Benim yaptığım bana ve sizin yaptığınız sizedir. Siz benim yaptığım şeyden berisiniz ve ben de sizin yaptığınız şeyden beriyim.
Burada konu sadece teolojik bir inancı yalanlama değildir. Kurân’ın vaaz ettiği ilkeler doğrultusunda hayata yansıyan davranışlara bir düşmanlık söz konusudur. Kurân, Kâfirûn 6. âyette “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” diyerek inanç ve düşünce özgürlüğü ilkesini vaaz ettikten sonra burada hak ve özgürlükleri bir üst aşamaya yükseltmektedir. Bu üst seviye, özgürlüklerin sadece düşünce ve inanç bazında kalmaması gerektiği, amelde de istenileni yapabilme hürriyetidir. Peki, bu istenileni düşünme ve onu hayata geçirme başkalarının hak ve hukukuna girip anarşi doğurmaz mı? Doğurur; ancak âyet bunun da önüne “Senin düşüncen ve amelin sana aittir, benimki bana!” diyerek özgürlüklerin başkalarının özgürlük alanlarına kadar geçerli olduğunu ifade etmiştir. Zîra her tür özgürlük başkalarının özgürlüğünün başladığı yere kadardır. Şimdi de konu başkasının alanına girerek yapılan tebliğ ve davete getirilecek, o alanda da Kurân’î bir açılım yapılacaktır.
42-Ve onlardan seni dinleyen kimseler var. Oysa akletmeyen sağırlara sen mi dinleteceksin?
Allah maddî anlamda kulakları işittiği hâlde, ön yargıları ve bencilliği yüzünden muhatabın derdini-davasını anlamak ve öğrenmek niyetiyle dinlemeyenleri sağır olarak nitelemektedir. Eğitimde de bu Kurân’î düsturlar göz önünde bulundurulmalıdır. Zîra insanlar sadece severek istediklerinde etkili bir şekilde anlatılanı alırlar. Eğitimde, davette, tebliğde, talim ve terbiyede her zaman gönüllülük vazgeçilmez ilk şart olmalıdır. Bir kişiyi bir dine, görüşe, fikre ve bunun yansıması olan davranışlara-amellere zorlamak Kurân’ın belirlediği düşünce ve davranış özgürlüklerine aykırıdır. Bu durum fıtrî olmadığı için çoğu zaman istenen sonucu vermeyen hatalı bir yoldur.
43- Ve onlardan sana nazar edenler var. Ancak onlar basîretsiz ise âmâları sen mi hidâyete erdireceksin?
Bu iki âyet, Türkçedeki “işitmek-dinlemek, bakmak-görmek” farkına dikkat çekiyor. Her işiten dinlemez, her bakan görmez. Bakmak, görmenin; işitmek de dinleyip anlamanın garantisi değildir. Ancak isteyenin istediğini dinleyip-izlediği bir ortamda, din sadece Allah rızası için, O’na has yapılıyor demektir. Oysa baskılar sadece münafık üretecektir. Başka videoları izleme ve ahlâksız yayınları dinleme imkânı olmasına rağmen Allah’ın kelâmına kulak kabartan ve bu tarz içeriklere ilgi duyanların ecir, kazanç ve istifadeleri çok daha bereketli olacaktır. Allah, kendi dosdoğru yolu olan sırâtımüstakîmini bile insanlara dayatmamıştır. Zîra her tür düşünsel ve ameli dayatma zulümdür.
44-Muhakkak ki Allah, insanlara hiçbir şekilde zulmetmez. Lâkin insanlar, kendi nefislerine zulmederler.
Önceki âyetlerle bağlantı kurduğumuzda, Allah’ın emir ve yasakları konusunda bağnaz bir savunma, tebliğ ve davete karşı ön yargılı bir düşmanlık yaparlarsa insanların sadece kendi kendilerine zulmedecekleri ve çevrelerine zarar verecekleri sonucuna ulaşırız. Allah’ın emir ve yasakları kendi çıkarı için değildir. El- Ğâni olan Allah’ın bunlara zaten ihtiyacı yoktur. Emir, tavsiye veya yasaklardan fayda görecek sadece insanlardır. Onun için, Allah’a isyanın; dine ve Kurân’a saldıranların zararı sadece yapanadır. Sonuç olarak herkes ektiğini biçer, yaptığını çeker, ettiğini bulur.
45- Ve o gün sanki gündüz bir saatlik tanışmadan başka kalmamışlar gibi onları haşrederiz. Muhakkak ki, Allah’la karşılaşmayı yalanlayan ve hidâyete ermeyenler hüsrândadır.
Bu âyet iki şekilde anlaşılabilir: İlki, kalınan bir saatlik sürenin dünya hayatıyla birlikte kabirdeki uzun sürenin dünya hayatındaki bir saatlik süre kadar algılanmasıdır. İkincisi ise bu insanların, aktif oldukları dünya hayatında bir saatlik bile elle tutulur, gözle görülür bir amel ortaya koyamamalarıdır. Dirilmeyi uzak görüp inkâr edenler ve dünyayı dolu dolu yaşadığını iddia edenlerde de sonuç her iki durumda hüsrândır. Hüsrânın içindeki hayal kırıklığı ve iflas bu kişilerin hiç amellerinin olmadığını değil çok çalıştıklarını; ancak bunun insanlığa, hayra, iyiliğe yansımadığını ifade etmek içindir. Zîra Allah ile karşılaşmayı yalanlayarak yapılan her amel dünyevî beklentilere dayanır. Buradaki “yeteârefû” tanımak, bilmek demektir. Kabirden dirilenlerin neyi, kiminle yaptıklarının bilincinde olacaklarını ifade eder. Ayrıca yapılan kötülüklerdeki yardımlaşma ve sürü güdüsüne de bir âtıf olabilir.
46- Ve eğer sana, onlara vaat ettiğimizin bir kısmını göstersek veya tamamını getirsek de yine onların mercii bizedir. Kaldı ki onların yaptığı şeylere de Allah şehîttir.
Âyetteki “Sana göstersek...” ifadesindeki “sana” ifadesi, Hz. Peygamber’e hitaptır ama Hz. Peygamber’den sonra bu âyete muhatap olan herkese bunun uyarılar barındırdığı unutulmamalıdır. İnanan biri cehennemi görse ve tekrar dirilip insanlara orayı anlatsa bile sabit fikirli, ön yargılı insanların zerre kadar inanmayacağı burada ifade edilmiştir. Amaç, insanları zorlamanın -ne adına ve ne kadar hakîkat olduğunu bilsek de- doğru olmadığını vurgulamaktır. Burada imânın gayba olması gerektiği ilkesi de tekraren hatırlatılmıştır. Tüm nebîler de dâhil olmak üzere cenneti, cehennemi şimdiye kadar “aynelyakîn” olarak gören yoktur. Bizler sadece “ilmelyakîn” olarak bilmek ile mükellefiz. (Bkz. Tekâsür Sûresi) Hz. Peygamber’in cehennemi gördüğüne dair tüm rivâyetler, bu tarz âyetler ışığında anlaşılmalıdır. Nebî’nin böyle bir isteğinin olduğu da burada ifade edilmiştir. Zîra her insan gibi onlar da imtihandadır ve gayba imânla mükelleftir.
47- Ve her ümmet için bir resûl vardır. Artık onların resûlleri geldiği zaman aralarında hakkaniyetle karar verilir ve onlara zulmedilmez.
Bazı müfessirler buradaki anlatımı, resûllerin hesap gününde uyardığı ümmetlerinin karşısına gelip onlar için lehte veya aleyhte şâhitlik edeceğine dair yorumlar yapılmıştır. Belirlilik takısı ile gelmeyen resûl, elçi manasındadır. Bir kişi eğer insanlara “ümm” denilen kurucu, ilâhî ve fıtrî ilkeleri hatırlatıyor ve insanların bu fıtrî ilkeler etrafında bir araya gelmesini sağlıyorsa o kişi veya kişiler âyetleri yaşantıları ile koruyan ve tebliğ eden-ulaştıran elçilerdir. Bir kişinin Allah’ın resûlü olması ile gelen vahyin resûlü olması arasında farklar vardır. Bu farklardan biri nübüvvettir. Nebîlik ve nübüvvet bu manada bitmiş olsa da nebîlerin getirdiği mesaj üzerinden resûllük ve risâlet görevi devam etmektedir. Allah bu görevi muttakî kullarına bir ödev olarak yüklemiştir. Bu birinci resul ümmetine hesap gününü hatırlatanlar iken ikinci çoğul gelen resuller ise ölüm melekleridir. (Bkz. Sizden birinize ölüm gelince, onu resûllerimiz tamamlar. Onlar (bunu yaparken) kusur etmezler. En’am:61) Burada da onlara zulmedilmeden kıst ile hükümlerinin hesap gününde verileceğinden bahsedilmiştir. Bu günün olup olmadığına dair soru şöyledir,
48-Ve derler ki: “Eğer, sâdıksanız bu vaat ne zaman?”
Müşriklerin bu sorusu gerçekten öğrenmeye yönelik samimi bir soru değil, inkâr ve istihzaya yönelik bir sorudur. Zîra hiçbir suçlu ve zâlim, adâlet karşısına çıkmayı istemez. Elçilerin görevi hesap sorup ceza kesmek değil; sadece iyiliği, doğruyu ve hakkaniyeti hatırlatmaktır.
49- De ki: “Allah’ın dilediği dışında, nefsime bir fayda veya zarar vermeye mâlik değilim. Her ümmet için bir ecel vardır. Ecelleri geldiği zaman artık bir saat ertelenemez ve öne alınamaz.”
“Her ümmet için bir ecel vardır.” ifadesi ile tüm iktidar ve toplumlara mevcut güçlerine güvenmemeleri, her şey gibi onun da emanet ve geçici olduğu mesajı verilmiştir. Ümmetler de insanlar gibidir; doğar, büyür ve gelişir, sonra ölür ve dağılır. Allah resûlü başına gelecekler ile ilgili tam bir bilgiye sahip değilken, bizler ne kadar hayata, başımıza gelenlere hâkimiz? Önemli olan vuku bulanlar değil, bizim onlara karşı verdiğimiz tepki ve aldığımız tedbirlerdir.
50- De ki: “O’nun azâbının evde veya dışarda gelişini gördünüz mü? Mücrimlerin acele istediği nedir?”
Beyâten kelimesi, “beyt-ev” anlamından mülhemdir. İnsanlar genelde geceleri evde istirahat ettikleri için buna gece anlamı da verilmiştir. Ancak burada “leyl” manası değil, korunaklı evlerdeki o pasif ve tedbirsiz hâl anlaşılabilir. Nehâr ise akış ve hareketin olduğu saatler için kullanılır. Bu hareketlilikten dolayı gündüze de nehâr denilmiştir. Burada da insanı yine oyalayan ve ölümü unutturan hayatın hızlı akışı anlamı baskın görülmektedir. (Bu cevabın bir benzeri için Bkz. Tûr:13-16)
51- Vuku bulduktan sonra mı ona inanacaksınız? Ve onu acele isteyenler oldunuz.
Alkol, uyuşturucu, zina, intihar, gasp veya cinâyet gibi şeylerin kötülüğünü veya bunların zararlı olup olmadığını anlamak için tecrübe etmek gerekmez. Hatta bazı şeyler vuku bulduğunda artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş olur. Hesap gününü düşünen ve onun hakîkatine inanmış biri hayatın lezzetlerini sonuna kadar tatmak için acele ile dünyanın peşinden koşmaz. Zîra dünyayı kovalayan, onu elde etmek için her tür kötülüğü göze alacak ve karşısına çıkan hakları çiğnemekten geri durmayacaktır. Bunun Kurâncası zulümdür. Zâlimlerin sonu şöyledir:
52- Sonra zulmedenlere denildi ki: “Hâlit azâbı tadın! Kespettiklerinizden başkası ile mi karşılaşacaktınız?”
Zulüm, “z-l-m” kökünden türemiştir. Karanlıklar anlamındaki zulümât da aynı köktendir. Nasıl ki karanlık, ışığın yokluğu ise zulüm de insanlık, nûr, hidâyet, hayır ve iyiliğin yokluğudur. Bunlar, olması gereken aslî unsurlardır. Bunları yerinden etmek zulümdür. Aslî olan tevhittir, onu yerinden etmek zulüm olduğu için şirk azîm bir zulümdür (Bkz. Lokmân:13) Bilincin ters dönmesi sonucunda, insan hakîkati ters algılayacaktır. Hakîkati ters algılayan insana geçici olan kalıcı, kalıcı olan ise geçici gibi görünür. İnsan cennet için yaratılmıştır. Bu anlam düşünüldüğünde İnsanın kendisine ve çevresine yapacağı en büyük zulüm, yaşadığı dünyayı cehenneme çevirip kendisini cennetten etmek olmuştur. Aslında zulmün en büyük zararı yine yapana olmaktadır. Zîra “Onlara biz zulmetmedik, onlar kendilerine zulmettiler.” (Zuhrûf:76)
Âyetin sonunda yer alan “Kespettiklerinizden başkası ile mi karşılaşacaktınız?” sorusu aslında dünyayı nasıl cehenneme çevirdiğimizin cevabıdır. (Mütref yaşamın sonuçları ile alâkalı bkz. İsrâ:16) Zulmü önlemenin yolu olarak burada Kurân hesap günü hatırlatması yapmaktadır.
53-Ve senden o haber hak mıdır diye sorarlar? De ki: “Evet! Ve benim Rabbim! Muhakkak O haktır ve sizler âciz bırakacak değilsiniz.
El- Hak olan Rabbin vaadi de kesinlikle hak ve gerçektir. Burada hak kullanılması, yapılan zulümlerin yapanların yanlarına kalmadığı ve hak ettikleri karşılığı alacakları “o gün” manasını da kapsadığı unutulmamalıdır. El-Hak olan Allah herkese hak ettiğini verendir. Hak asla mağlûp edilemez ve âciz bırakılamaz. Zafer hakîkatindir, mağlûp eden de, âciz bırakan da hak olandır. “De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Muhakkak ki bâtıl geçicidir.” (İsrâ:81) İnsanın kendisi ile ilgili en hakîkî gerçek, âciz oluşudur. Bunu itiraf eden başkasının hakkına girip başkasına zulmedemez.
54- Ve zulmeden her nefis, yeryüzünde neyi varsa mutlaka onu feda ederdi. Ve azâbı gördüklerinde nedâmetlerini gizlediler. Ve onların arasında hakkaniyetle karar verilir ve onlara zulmedilmez.
Eserra fiili “gizlemek, sır haline getirmek” anlamına gelmekte, açığa vurmanın tam tersi anlamını taşımaktadır. Pişmanlıklarını gizlemenin anlamı, içten içe, kalplerinden hissederek pişmanlığı yaşamalarıdır. Pişmanlık zaten içte yaşanır. Burada pişmanlığın içte yaşanması ağlamak, parmak ısırmak gibi dışa yansıtılmamasıdır. Bunun nedeni dünyalıklara verilen aşırı değerin orada da devam etmesi olabilir veya mahçûp olmanın, haksız çıkmanın utancını yaşamaları da olabilir. Bu tiplerin en değer verdiği şey dünyalıklar olduğu için onu rüşvet olarak vermeleri ile her kapının kendilerine açılacağı ön yargısı bunlarda bir imân hâline gelmiştir. Bu ahlâksızlığın yansımalarını âhirette de görmekteyiz. Adâlet; içinde eşitiliği/sevva ve kıstı(pay-hisse) da barındıran ve üst çatıyı oluşturan bir denge hâlidir. Herkesi eşit görerek(sevva) ve herkese hak ettiği payı vererek(kıst) dengeyi(adâlet) sağlamaktır. Adâlet, herkese karşı dengeli davranmak; kıst, kötüyü asla hak ettiğinden fazlasıyla cezalandırmamak, payı ve hissesi ölçüsünde iyiye de kötüye de hakkaniyetli davranmaktır. Bu yüzden kıst ile verilen kararlarda zulmün zerresine bile rastlanmaz.
55- Muhakkak ki göklerde ve yerde olanlar, Allah’ındır. Öyle değil mi? Allah’ın vaadi hak değil mi? Ve lâkin onların çoğu bilmezler.
Burada cevapları içinde olan iki soru sorulmuştur. İlki müşriklerin de kabul ettiği “gökleri ve yeri kimin yarattığı ve bunların sahibinin kim olduğu” sorusudur. Bkz. “Onlara gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, muhakkak ki Allah’tır diyeceklerdir.” (Zuhrûf:9) İkincisi ise her şeyi yaratanın bir kez daha farklı âlemler yaratabileceği mantıksal çıkarımına dayanır. Bilme konusunda verilen emirden anlıyoruz ki, ilâhî eğitimin bir de öğretim, yani bilgilendirme boyutu vardır. Cehâlet bütün kötülüklerin anasıdır. Emâneti mülkiyet bilmek, hesabını veremeyeceği bir hayat sürmek cehâlet göstergesidir. Cehâlet ne bildiğini ve ne olduğunu bilmeme hâlidir. Kendi âcizliğini bilmeyen câhiliye dönemini yaşamaktadır. İşte insanın en tehlikeli dönemi bu dönemdir. Maneviyatın öldürdüğü bu dönemde dirilme imkânı yine el-Muhyî olan Allah tarafından sunulacaktır.
56- O, diriltir ve öldürür. Ve O’na döndürüleceksiniz.
Burada önce “dirilme/yuhyî”, sonra “öldürme/yumît” gelmiştir. Normalde öldüren ve âhirette tekrar dirilten şeklinde olmalıdır. Demek ki burada maddî ölüm veya dirilmeden ziyâde dönüşün Allah’a olduğu bilinci ile dimağların dirilmesi ve sonra bu manevî diri olan insanların maddî olarak ölüp rabblerine kavuşmaları konu edilmiştir. Zîra hem önceki âyet hem de devam eden âyetlerde bu manevî dirilişi sağlayan vaazlara, âyetlere birer gönderme ile pasaj devam etmektedir. (Bkz. “Ölü iken dirilttiğimiz; ona, insanlar arasında, onunla yürüyeceği bir nûr verdiğimiz bir kimse; zulümât içinde kalıp bir türlü çıkamayan kimse gibi olur mu?” Enâm:122)
57- Ey insanlar! Size, Rabbinizden bir vaaz ve sadırlarda olana şifâ ve inananlara hidâyet ve rahmet gelmiştir.
Âyet “Ey insanlar!” diyerek başlar. Bu Kurân’ın bütün insanlığı kucaklayan, onlar için evrensel kural ve ilkeler barındıran, insanlığı dirilten bir öğreti olduğunun beyânıdır. Bu ifade sadece vahyin iniş ortamında yaşayan insanları değil, kıyâmete kadar gelecek nesilleri hedeflediğini gösterir. Bu ifadelerden dolayı Kurân’ı bütün insanlığa şâmil okumak ve anlamak gerekmektedir. Sûrenin birinci âyetinde Kurân’ın hikmet dolu özelliğine işâret edilmiş, 37. âyetinde Kurân’ın kendinden önceki kitapları doğruladığı, el-kitap olan ilâhî tüm öğretileri açıklayarak muğlâklıkları ortadan kaldırdığı, 38. âyette de benzerinin getirilemeyeceği şeklindeki özellikleri sıralanmıştı. Burada da Kurân’ın evrenselliğine bir âtıfta bulunulmuştur.
Sadır, Kurân’da organ veya vücudun bir kısmı olan göğüs anlamında kullanılmaz. Sadır ve sudûr ile daha çok iç aydınlanma, ferahlama, iç huzur kastedilmiştir. (Bkz. İnşirâh:1) İlâhî ilkelerin sudûr denilen iç âlem ve daha çok insanın duygu ve düşüncelerine şifâ oluşu “sadırlarda olana şifâ” ifadesi ile belirtilmiştir. Kurân zihinleri iknâ eder, sıkıntı ve bunalımları gidererek gönülleri tatmin eder, insanların ahlâkî seviyelerini yükseltir, böylece toplumun dirlik ve düzenini, huzur ve sükûnunu da sağlamış olur. Bunun şartı da Kurân’ın rahmet temelli okunması ve yaşanmasıdır. Kurân’ın hidâyet ve rahmet özelliklerinin ortaya çıkması için de öncelikle ona inanmak gerekmektedir. Kurân’ın vaaz ettiği kurucu ilkelere inanmak öncelikle muhatabın kendi zihnine, iç âlemine aydınlık, ferâhlama ve şifâ olacak, sonra bu sağlıklı bakış insanlığa merhametli ameller ile yansıyacaktır.
58- De ki: “Artık, Allah’ın fazlı ve rahmetiyle ferâhlasınlar. O, onların topladıkları şeylerden daha hayırlıdır.”
Fadl kelimesi, lütûf ve ihsanda bulunma anlamına gelir. (Krş. Fâtır:32, Kasas:73, İsrâ:70) Bu kelimenin temel anlamı normalin üstündeki artıştır ve bu artışın oluşturduğu çeşitliliktir. Bu anlamda herhangi bir zorlama olmadan verilen ve çeşitliliği arttıran zenginliğe, bağışa da fadl denir. (Bkz. Nisâ:32, Cuma:4). Burada, dünyalıklar olan maddî imkânlar ve güç ile manevî ve insanî değerler kıyaslanmıştır. Rahmet olan Kurân’la insanlığımızın artması ve zenginleşmesi Allah’ın fazlıdır. Sonuç sudûrdaki ferâhlamanın insanın hayatına yansıması veya dünyevîleşme adına yığmanın, paylaşmamanın insanlığı öldürmesidir.
59-De ki: “Allah’ın size rızık olarak neyi indirdiğini görmüyor musunuz?” Oysa onlardan harâm ve helâl kılıyorsunuz. De ki: “Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?”
Harâm kelimesi sözlükte, yasaklama, mahrûm etme, dokunulmaz kılma anlamlarına gelir. Helâl ise sözlükte, harâm durumu ve yeri terk etme, yapılmasında herhangi bir sakınca olmayan, serbest bırakılmış iş/amel ve rızıklar için kullanılır. Bu âyeti helâl-harâm belirleme hakkı olarak inançsal düşünebileceğimiz gibi helâl ve harâmın lügat anlamı ile daha evrensel olarak da düşünebiliriz. Zaten inançsal bazda harâm ve helâller meselesi, sadece o dinin müntesiplerini bağlar. Ancak burada daha genel bir ilkeden bahsediliyor olabilir. Kaldı ki bu âyette indirilen rızıkların harâm ve helâl kılınması söz konusudur. Meselâ üzüm, hurma, arpa vs. insana helâl iken onları fermente edip damıtmak ile elde edilen alkolün içilmesi helâli bir anda harâm hâline getirir. Ancak insanların çoğu maalesef bu harâmı da helâl kılarak tüketmektedir. Yağan rahmet yağmurları ile yetişen tütünü sarıp yakmak sûreti ile oluşan katranı ve zararlı gazları temiz akciğerlere çekmek Allah’ın doğal dezenfektan olarak indirdiği rızkı zehre çevirmektir. Ağrı kesici özelliği olan ve ameliyatlardan önce kullanılan afyonu ve diğer bitkileri sırf keyif için birer uyuşturucu hâline getirmek helâli harâm kılmaktır. Bu manada kötülükleri Allah’ın yarattığını söylemek, şerri ona izafe etmek “Allah’a iftira etmek” şeklinde ifade edilmiştir. Böylece oluşan kötülüğü, şerri de Allah’ın kudreti veya kader adı altında yine Allah’a fatura edenlerin, kötülüğü Allah’ın yarattığını iddia edenlerin sizce diriliş günündeki hâlleri nasıl olacaktır?
60- Ve yalanı Allah’a iftira edenlerin kıyâm günü ile ilgili zannı nedir? Muhakkak ki Allah, insanlara karşı elbette fazl sahibidir. Ve lâkin onların çoğu şükretmezler.
Allah’ın fazlı/fadlı; indirdiği sağlıklı ve helâl olanlar iken, bunları farklı işlemlerden geçirerek harâm kategorisine sokmak şükür değil nankörlüktür. Fadl/fazl kelimesini lütûf, nimet, bağış anlamında düşünürsek, şükretmeye nimetin kıymetini bilmek, karşılığını yerine getirmek, onu yaradılış amacına uygun kullanmak anlamına gelir. Dünyadaki tüm kötülükler Allah’ın insanlara verdiği ikrâmların ve imkânların hatalı kullanılması sonucu oluşur. Bu meyanda helâller harâmlaştırılmazsa kötülük diye bir şey kalmayacaktır. Ticaret ve alışveriş helâldir; ancak yolsuzluk, hırsızlık ve haksız kazanç, riba harâmdır. (Bkz. Bakara:275) Evlenmek helâldir; ancak zina harâmdır. (Bkz. İsrâ:32) Konuşmak, muhabbet etmek, sohbet etmek helâldir; ancak gıybet, iftira ve yalan haramdır. (Bkz. Hucurât:12) Görüldüğü gibi helâl olan imkânları kötü yolda kullanmak hem helâli harâm kılacak hem de verilen nimet ve imkânlara nankörlük etmek olacaktır. Sözün özü, verilen nimeti yerli yerince kullanmak helâl ve sonucu şükür iken, yerinden etmek harâmdır ve sonucu nankörlük ve zulümdür.
61- Ve bir iş üzere olmanız, bir şeyleri bir araya getirip tilâvet etmeniz ve yaptığınız bir amel yoktur ki, ona daldığınız zaman sizin üzerinize şehîtler olmayalım. Yeryüzünde ve semâda zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak kalmaz. Ve ondan daha büyüğü ve daha küçüğü yoktur ki, kitabımübînde olmasın.
Âyetteki tilâvete konu olan “min-kur’ânin” ifadesine “Kurân’ın bir kısmından” manasının verilmesi bizce doğru olmaz. Zîra burada bahsedilen tip Allah’ın her an onların yaptıklarına tanık olduğu inancından ziyâde uzak tanrı inancında, yeniden dirilişi de uzak gören müşrik bir tiptir. Bu yüzden Kurân’ı tilâvet ettiğinde şeklinde meal vermek bizce bağlama uymaz. Zaten “kurân” kelimesi marife değil nekira gelmiştir. (Benzer bir kullanım için Bkz. Kıyâmet:17)
Şe’n kelimesi hâl anlamına gelmektedir. Bu kelime Rahmân 29’da “Allah, her an bir iştedir.” şeklinde Allah için de kullanılmıştır. Yani her an yaratmada, her an kâinatta tasarrufta bulunmaktadır. Bu kelimenin öz manasında “eylemin iyi” olması vardır. Çünkü Kurân’da amel kelimesi kullanılınca hemen peşinden sâlih kelimesi kullanılmaktadır. Ama eş-şe’n kelimesi kullanılınca sâlih kelimesi kullanılmadan da o amelin iyi olduğu anlaşılır. Ayrıca şe’n kelimesi kesintisiz olan eylemleri de ifade etmektedir. Amel başlar ve biter ama şe’n denen eylem Allah için kullanıldığında her an devam etmekte ve yenilenmektedir. Âyette yer alan “minhu” zamiri şe’n kelimesine veya okunanlara gitmektedir. O zaman yaptığın, bulunduğun iş hakkında bir yerlerden bulup okuduğunuz anlamı çıkmaktadır. Yani yaptığı işi tilâvet ettiğine bağlamıştır. O zaman takip edilen düşünceler, ideolojiler veya inançlardan okunanlara referans bulma, böylece amelleri şekillendirmeden bahsedilmiş olur. İfâda kelimesi dalmak, kendini işe vermek anlamına gelir. Buradaki kitabımübîn imtihan dünyasının kuralları ve yaptığımız tüm amellerin çerçevesini belirleyen kâinat yasalarıdır. Zerreye eskiler “Güneş ışığında görülen toz parçacıklarıdır.” demişler. O zamanlar “zerre” kelimesinden düşünebildikleri en küçük nesne bunlardı. İbni Abbas’tan rivayet edilmiştir ki, elini toprağa sokup kaldırmış, sonra üflemiş ve “İşte bunlardan her biri, bir zerre.” demiştir. Bugün Araplar atomu “zerre” kelimesi ile ifade etmiştir. Allah zerreden küreye yaratılan her ne varsa ona önceden birtakım kanunlar koymuştur. Bunlar yaradılış kanunlarıdır ve bu kaideler insanoğlundan gizlenmemiştir. Gaybın değil şehâdetin konusu olan bu kayıtlı sabitelerin -emek verip okumaya çalışanlar için- Rahmân’dan bir lütûf olarak sunulması, kitabımübîn/apaçık kitap tamlaması ile anlatılmıştır. Ancak insan her helâlde olduğu gibi tabiatın bilgisini edinme serbestliğini/helâlini onu ifsat etmek için kullanmış ve onu da kötülüğün, harâmın, israfın nesnesi hâline getirmiştir. Kitabımübîn olan yaratılış kanunlarına aykırı davranıp mahlûkata düşman ondan Allah’a dost olabilir mi?
62- Muhakkak ki Allah’ın evliyâsına, korku yoktur. Öyle değil mi? Ve onlar, mahzûn da olmazlar!
Elâ istifham edatıdır. Konuyu soru formatına dönüştürüp muhatabın dikkatini çekmeyi, böylece vermek istediği mesajı öğretmeyi hedefler. Muhatabın Allah’a inandığını unutmayalım! Gökleri ve yeri yaratan bir kâdirimutlaka dost olabilmek, tüm korkulardan beri olmayla sonuçlanan mantıksal bir çıkarımı yanında getirecektir. Muhatabında da Allah’ın evliyâsı olma hedefinin olduğu bu sorudan anlaşılmaktadır. Dost kelimesi dilimize Farsçadan girmiştir. Aslı “dust” ve çoğulu da “dostân” olan “dost” kelimesinin anlamı “Birinin iyiliğini isteyen, onu içten seven, iyi görüşülen kimse, en yakın arkadaş, gönüldaş” demektir. Anlam olarak birbirinden farklı olmaları sebebiyle, “dost” kelimesi ile Arapçadaki “velî” kelimesinin aynı anlamda kullanılması süphân Allah tasavvuruna aykırı, hatalı çağrışımlara sebep olabilir. Râzî’nin yorumuna göre, korku gelecekle, hüzün de geçmişle alâkalıdır. Bu bilgiler ışığında “Evliyâullâh” kelimesinin esas anlamı “Allah’a yakın olanlar” demektir. “Allah’a yakın olanlar” ise, Rabbimizin ifadesiyle “muttakî/sakınan müminler/inananlardır. (Bkz. Bir sonraki âyet ve Enfâl:34) Halil ve veli kelimelerinin ikisine de dost demek kökleri farklı kelimelerin manalarının daralmasına sebep olacaktır. Peki Allah bizden uzak mı ki, ona yakınlık veya uzaklıktan bahsedelim? Hâşâ Allah bizleri bir bodyguard gibi korumaz. Zaten buradaki yakınlık veya uzaklık fiziksel de değildir. Evliyâullâh, Allah’ın emir ve yasakları olan âyetlere yakınlık ve uzaklıkla alâkalıdır. İlkeler bütünü olan sırâtımüstakîme uyup uymama konusundaki yakınlıktır. Allah’ın yönlendirmelerine kendisini yakın hissedenler yani evliyâullâh; zina, alkol, fuhuş, kumar, hırsızlık, azgınlık, cedelleşme, gıybet, iftira, yalan ve aldatmadan uzak olduğu için onlara korku yoktur. Sâlih amel, iyilik, dürüstlük, merhamet, doğruluk, erdem ve paylaşmaya yakın oldukları için onlara korku yoktur. Zîra onlar iyiliğe inanır ve kötülüklerden sakınırlar.
63- Onlar ki inandılar ve sakınırlardı.
Muttakî müminler, iyiliğin ve erdemin yanında olmuş ve bu yüzden sürekli kötülüklerden kendilerini sakındırmışlardır. Evliyâullâh; iyiliğe(el-ber), merhamete(er-Rahmân ve er-Rahîm), hakîkate(el-Hak), barışa ve selâmete (es-Selam’a) yakın olanlardır. Şeytânî ve nefsanî duygu ve düşüncelerden kendilerini sakındıranlardır.
64- Onlara, dünya hayatında ve âhirette müjde vardır. Allah’ın kelimeleri değişmez. İşte bu, muazzam bir bolluktur.
Allah’ın evliyâsı; sefîl, mutsuz, huzursuz, yoksul ve muhtaç bir hayat sürmez. Zîra bu âyette dünya hayatında vurgusu; mutluluk, bolluk ve berekete sadece öldükten sonra kavuşmayacaklarını müjdelemektedir.
Fevzu, “f-y-d” kökünden gelir. Manası suyun taşması, yayılmasıdır. Buradan mülhemle bolluk, bereket, cömertlik, verimlilik, içteki huzur ve mutluluğun dışa taşması gibi yan anlamlarda da kullanılmıştır. Azîm; muazzam, büyük, etkileyici güç ve ulu gibi anlamlara gelir. Bu nedenle “fevzul azîm”, “muazzam bolluktur, feyiz” şeklinde çevrilmiştir. Allah’ın kelimeleri, Allah’ın bütün bir varlık için özelde ise insanlık için koyduğu ve kitabımübînde bir araya getirdiği, ayrıca eşyaya ve mahlûkata yazdığı tekil yasa ve sabitelerdir.
Râzî’nin de belirttiği gibi müjde kelimesi “insanın yüzünü güldürecek şekilde sevindiren haber” anlamına geldiğine göre insanı bu şekilde mutlu edecek olan Allah’ın fıtrî emirlerine/kelimelerine yakın olmak onları dünyada yaşayarak yakınlığı ispat etmektir. Sonuç; (fevzulazîmdir) muazzam berekettir, bolluktur.
65- Onların lafları seni üzmesin. Muhakkak ki bütün izzet, Allah’ındır. O; işitendir, bilendir.
Genelde “sözleri” olarak çevrilen kavluhum kelimesini Ömer Nasuhi Bilmen “lakırdıları”, Elmalılı ise “lafları” şeklinde çevirmiştir. Zîra pasajda Allah’ın ilkeleri, yasaları anlamında kelimetullah kullanılmışken onların lafları anlamındaki “kavluhum” kullanılmıştır. Allah’ın etkili kelimeleri olan gerçekler/ilkeler, kurgusal laflarla, fikir ve düşüncelerle asla zedelenmez. Allah’ın nûru ağız ile sönmez, söndürülemez. Burada müşriklerin iyiliğe karşı kötülüğü, ışığa karşı karanlığı, hayra karşı şerri savundukları; ortaya attıkları argümanların iyiliğe, hayra ve nûra imân etmiş Hz. Peygamber’i hüzünlendirdiği haber verilmiştir.
İzzet kavramı, bulunduğu yere göre, “üstün kudret, onur, yücelik, şeref” manalarına gelmektedir. “Bütün izzet Allah’ındır.” cümlesi Allah Resûlü Hz. Muhammed’in izzet ve şerefine de bu haysiyet yoksullarının dil uzattığını göstermektedir. Zîra ilkesizler çok rahat başkasının izzetine, haysiyetine dil uzatabilir, hakareti hakkı zannedebilir. Haysiyet cellâtlığı bir insanın düşünme, arkasından inanma ve en son yaşam hakkını elinden almaya kadar götüren aşamaların ilk basamağıdır. Zîra sözlü aşağılama, fizikî zarara, ardından canına kastetmeye kadar götüren, insanı insanlıktan çıkaran bir hâle sürükler. Haddizatında çoğu kavga, hakaretle başlar.
Hüzünlenmek, üzülmek konuyu aklî değil duygusal değerlendirildiğini gösteren önemli bir detaydır. Konu duygusal zemine indiğinde orada aklıselim kaybedilir. Bu hâl etkiye yüksek dozajlı tepkilerle patlak verebilir. Hz. Nebî’ye verilen tavsiye, mücadelesini ilkeler düzeyinde sürdürmesi ve konuyu kişiselleştirip kontrolü elinden kaybetmemesi gerektiği istikâmetinde olmuştur.
Es Semi’; hiçbir şart ve kayda bağlı olmaksızın ister gizlensin ister açıkça söylensin, gizliyi, fısıltıyı bile işiten anlamına gelir. Kısaca, işiten, işitme kuvvetine sahip olan ve işitme gücünü verendir. Es-Semi’ ismi âyeti kerimelerde tek başına bulunmayıp Sebe:50, Duhân:6, Hucurât:1, İsrâ:1. âyetlerinde görüldüğü gibi daha çok Karîb, Basîr ve Alîm isimleriyle birlikte getirilmiştir. Bu da işitme ve görmenin bir ihtiyaçtan dolayı değil bilmenin gerekçesi olarak sunulduğunu anlatan mecazi bir kullanım olduğu sonucuna bizleri ulaştırır. Amaç Allah’ın nasıl duyduğu, işittiği değil; gören ve işiten yani haberdâr olan bir Rab tasavvuru inşâ etmektir. Sürekli gören ve işiten bir Rab tasavvuru haysiyet cellâtlığına şifâdır. Bizi gören ve duyan kâdirimutlakın varlığı ağzımızdan veya kalemimizden çıkanları daha çok tartmamızı, mutedil davranmamızı sağlayan çok önemli bir hatırlatmadır. Semi ve Basîr esmalarına imân eden bir mümin hakareti asla hakkı göremez.
66- Semâlarda ve yeryüzünde olan kimseler de muhakkak ki Allah’ındır. Öyle değil mi? Allah’ın astında şirk koştuklarına dua edenler neye tâbi oluyorlar? Ancak zanna tâbi olurlar ve onlar ancak kabukla uğraşıyorlar.
Men kelimesi, akıllı ve canlı varlıkları ifade etmektedir. Her insanın Allah’a ait olması, hakaret ve aşağılama yapılmasına ikinci bir engeldir. Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek, yaratılana saygı göstermek böyle bir bilincin eseridir. İzzet ve şerefine dil uzattığımız kişilerin bir sahibinin olduğuna imân etmek, onlar üzerinde istediğimiz tasarrufu yapamayacağımızı gösterir. Dünya savaşlarında milyonlarca insanı katledenler, yaratılan insanlar üzerinde mutlak hâkim olduklarını düşünenler değil miydi? Bu yüzden yaptıkları sadece savaş suçu değil insanlık suçu olarak tarihe geçmiştir.
İlme dayanmayan zan sübjektiftir ve sadece boş ve bazen de kırıcı laflar üretirken kelime hakîkattir ve ancak aklıselim ile görülür.
Yahrusûn fiili, “bir şeyi takdir etmek, bir şey hakkında zan ve tahminde bulunmak”, nehirle beraber kullanılınca “nehrin ağzını kapamak, engel koymak” gibi manalara gelmektedir. Kelimenin kökü “h-r-s”dir. Bunun temel anlamı ise meyvenin kabuğu veya korunağıdır. (Bkz. Müfredat) Kurân’da beş âyette geçen bu kelime üçünde zandan hemen sonra gelmekte, birinde bilgiden sonra, diğerinde de harrâs kalıbında geçmekte ve ”harrâs olan düzenbazların katledilme tehlikesi hatırlatılmaktadır.” (Bkz. Zâriyât:10) Dışla yani özden ziyâde kabukla uğraşan yobazlar manasındaki kelime maalesef Kurân’da birçok âyette geçen “ke-ze-be” kalıbından yekzibûn; yalancı, kezzebû; yalanlayan, kâzibîn; yalancılar gibi zaten kullanılmış ve farklı kökteki kezibe; yalan anlamında Kurân’da 282 yerde böyle meallendirilmiştir. Ancak burada kelime farklı manada olmalıdır. Bu yüzden “yahrusûn” ifadesi kabukla uğraşıp öze ulaşamayanlar şeklinde anlaşılmıştır. Âyetlerde zandan sonra gelmesi, zan ve tahminlerin genelde zâhire/kabuğa bakılarak yapılmasına bir âtıftır. Öze ulaşan zandan ziyâde artık o konuya hâkim olan, bilendir.
67- Sizin için, içinde sükûn bulun diye geceyi ve görmeniz için gündüzü kılan O’dur. Muhakkak ki bunda, işiten bir kavim için elbette âyetler vardır.
Dünya’nın yuvarlak ve kutuplardan basık, 23 derece meyilli yaratılması, kendi ekseni etrafında ekvatorda dakikada 27 km. Güneş’in etrafında saatte 110.000 km. hızla dönmesiyle gece ve gündüz, aynı zamanda mevsimler meydana gelmektedir. Bunu âyet “ceale” kelimesiyle, “…sonradan kıldı.” ile izah etmiş ve gece ile gündüzdeki imkân ve nimetlere dikkat çekmiştir. Aslında insanoğlunun çevresi görünen (mubsir) ve görünmeyen (leyl) nimetlerle doludur. Modern yaşam alanları olan şehirlerde, geceler yapay ışıklarla aydınlatılıp gece hayatı denilen bir hayat uydurulmuştur. Bu fıtrata aykırıdır. Zîra bedenin sükûnet ihtiyacı da vardır. Dengesiz yaşam belirli bir süre sonra stres, mutsuzluk ve depresyona sebep olmaktadır. Âyetin son cümlesinde vahye kulak verenler için bu âyetlerde ibret alınacak alâmetler olduğu bildirilmiştir. (Bkz. Neml:86, İbrâhîm:32-33)
68- “Allah velet edindi” dediler. O, Süphân’dır. O, Ğanî’dir. Semâlarda ve arzda olanlar O’nundur. Yanınızda buna dair bir sultân olsaydı Allah’a karşı bilmediğiniz bir şeyi söyler miydiniz?
Bu inanç şeklinin Araplara, Yahudi ve Hıristiyan kültüründen geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Tevbe 30’da Yahudilerin Üzeyir’i, Hıristiyanların da Mesih İsa’yı Allah’ın oğlu diye kabul ettikleri ifade edilmektedir. Arap müşrikler de onların etkisi altında kalarak, kız çocuklarını Allah’a evlât isnât ediyorlardı (Krş. Meryem:89-90, Sâffât:149). Peki, insan bunu neden uydurma ihtiyacı duymuştur? Amaç aslında inançlar üzerinden aracı kayırıcılarla ruhbân sınıfı oluşturup oradan rant devşirmektir. Bunun dünya metâı için yapıldığını bize 70. âyet haber verecektir. Doğmayan, doğurtmayan ilâh tasavvuru bir anda herkesi onun huzurunda yaratılışsal bir hiyerarşiden kurtarıp eşit konuma getirecektir. İşte tevhidin hedeflediği adâlet de budur. Allah’ı bu tür nesep-zürriyet ilişkilerinden uzak bilmek “süphân”, onun buna zaten ihtiyacının olmadığına imân ise “ğanî” esmalarına imânı tarif etmektedir. Kendisi muhtaç, hatalar yapabilen ve kişinin kendisi gibi olan bir tanrı tasavvurunun varacağı son nokta “benim neyim eksik” kıyasıdır. Bu sapma kişinin kendisini ilâhlaştırmasına kadar devam edecektir. O yüzden “süphân” ve “Ğanî” Allah inancı, acziyetin şuuru ile mütevâzı bir hayatın anahtarıdır. İnsan kendisini dev aynasında gördüğü sürece felâha eremeyecektir.
69- De ki: “Muhakkak ki yalanı Allah’a iftira eden kimseler felâha eremezler.”
Kendi yalanını Allah’a isnat kişinin aklını ilâhlaştırdığını gösterir. Bu hem insanın kendisine yaptığı zulüm hem hakîkate küfür hem de Rabbine attığı büyük bir iftiradır. Bunun tek sebebi ilâhlık maskesi ile dünyalıklardan daha fazla pay almaktır.
70- Dünyalıklar, bir metâdır. Sonra onların mercii bizedir. Sonra da küfürleri sebebiyle onlara şiddetli azâp tattıracağız.
Sebepsiz yere ceza verilmez. İnsan ektiğini biçer. “Küfürleri sebebiyle…” ifadesinden de anlıyoruz ki insan kendi kendini cezalandırmaktadır. Geçici dünya metâından daha fazla pay almak için Allah’a bile iftira atmaktan çekinmeyenler, bunun dünyada ve âhirette acı faturasını ödeyeceklerini unutmamalıdır.
71- Ve onlara Nûh’un önemli haberini tilâvet et. Bir vakit kavmine şöyle demişti: “Ey kavmim! Benim makâmımı, Allah’ın âyetlerini zikretmemi büyütüyorsanız, artık ben Allah’a tevekkül ettim. O hâlde siz ve ortaklarınız, bir araya gelin! Sonra emriniz içinizde kalmasın, bana da mühlet vermeyin!”
Nebe kelimesi faydası büyük haber demektir. Bu ifade, önemli ve ciddî şeyler için kullanılan bir ifadedir. (Bkz. Necm:36, Fâtır:14, Nebe:2, Sâd:67, İbrâhîm:9)
Makâm kelimesi tıpkı ikâmet kelimesi gibi mastardır. Nitekim Arapçada, “O, onların arasında durdu.” denilir. Mîm harfinin ötresi ile oluşan mükâm kelimesi ise, ismimekân olarak, “durulacak yer” manasına gelir. Râzî’nin yorumu âyetteki “makâm” lafzı ile Hz. Nûh’un kavmi arasında uzun zaman bulunması kastedilmiştir. Mekâmî kelimesine “Benim konumum; resûllük makamım, toplandığınız yerde kalkıp sizi uyarmam, konuşma yapmam, öğüt vermem…” gibi manaları da kapsamaktadır. Buradaki şürekâ’ kelimesi dava arkadaşı, yoldaş, ortak manasına gelmektedir. Burada şirk, ortak paydasında buluşanlar manasındadır. Sözün, haberin değerini; sözü söyleyenin statüsü, makâm ve mevkii belirlemez. Ancak aracı kayırıcı şirk tasavvurunda sözün değil, sözü söyleyenin toplum içindeki statüsü, makâmı ve mevkii, mal-mülk yığma oranı her zaman belirleyici olmuştur. Ğummeh kelimesi içte kalan gam, kaygı ve dert anlamına gelir. Zîra kelimenin aslı, bir şeyi gizlemektir. Bu anlamdan güneşin ışığını örttüğü için buluta “ğamâm” denmiştir. (Bkz. “Bulutla İsrâîloğullarının gölgelenmesi” Bakara:57) Ğımemeh bu manada devenin burun ve gözleri üzerine bağlanan beze denmiştir. Kaygı, tasa ve derdin ifade edilmeyip insanın içinde kalması anlamını buradan kazanmıştır. Hz. Nûh “Bana mühlet vermeyin!” derken “Özgürce, sözünüzü söyleyin!” çağrısını tam bir öz güvenle yapmaktadır. Amaç, seçimlerin kendi irâdeleri ile hiçbir baskı olmadan yapılmasıdır. Ancak karşı taraf baskıcı, yasakçı ve dayatmacıdır. Bu âyetlerde, çok kısa ve veciz bir şekilde Nûh peygamber ile kavmi arasında cereyan eden olaylara değinilip bir hatırlatma yapılmıştır. Tam bu noktada Hz. Nûh’un haberinin hatırlatılması bağlam ile alâkasını ortaya koymaktadır. Şirk tasavvuru geçici olan dünya metâını kalıcı elde etme üzerinden karşısındakini kâle alır veya almaz. Ona zarar verdiği ölçüde yani diş geçirebildiklerine tahakkümden geri durmaz. Yapılan iyilikleri bile bir çıkar için yapıldığı zannına kapılır. Zîra kendileri menfaatlerinin olmadığı bir konuda kılını kıpırdatmaz. İşte bu yamuk şirk tasavvuru ele veren cevap şöyledir:
72-Oysa sizden bir ücret istemedim ki yüz çeviresiniz. Benim ücretim yalnız Allah’a aittir. Ve ben Müslümanlardan olmakla emrolundum.
Müslim kelimesi, “teslim olmak, Müslüman olmak, kurtulmak, selâm olmak” anlamına gelen İslâm kelimesinin fâil (özne) ismidir. Hz. Nûh gemi yapmakta ve ona binip selâmete çıkmakla emrolunmuş ve bu emre önce kendisi teslim olmuştur. Yani Hz Nûh çıkara dayanmayan bir kurtuluş çağrısı yapıp kendisi de selâmete teslim olan bir nebîdir. Barışa, sahiliselâmete, sulha çağırmak için en başta kişinin bir barış insanı olması gerekmekte, insanların hayatını kurtarabilmek için özverili bir mücadele ortaya koyması gerekmektedir. Bu keyfî bir seçim değil yapılması gereken ilâhî bir emir, hayatî bir görev ve sorumluluktur.
73- Fakat onu yalanladılar. Artık Biz, onu ve gemide olanları kurtardık. Ve onları, halîfeler kıldık ve âyetlerimizi yalanlayan kimseleri, boğduk. Artık bak, uyarılanların akıbeti nasıl oldu?
Halâif kelimesi halîfe kelimesinin çoğulu olup “arkadan gelenler” demektir. Âyet, Hz. Nûh ve gemidekilerin nesillerinin devam ettiğini anlatmaktadır. Allah’ın tufan âyeti ile savaşmayan, onun yasalarına saygılı olanların yani selâmete teslim olanların hayatları ve nesilleri yaşamaya devam etmişken; âfet âyetlerini yalanlayarak önemsemeyenlerin arkası kesilmiştir. (Bkz. “Böylece onu ve onunla beraber olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayan ve inanmayan kimselerin arkasını kestik.” Arâf:72)
74- Sonra onun arkasından kavminde resûller dirilttik. Böylece onlara beyyinelerle geldiler. Fakat peşinen yalanlamalarından dolayı mümin olamadılar. Haddi aşanların kalplerini işte böyle damgalarız.
Mümin; iyiliğe, sulha ve onları yapmanın doğruluğuna ikna olan, İslam’ın değerine inananlar iken, Müslim bu değerlere teslim olup hayatını buna göre yaşayanların adıdır.
Tab’ kelimesi damgalamak, damga basmak demek olup yaratılışta şekil vermek anlamına da gelir. Tabiî, tabiîlik, tabiat kelimeleri ve damgalamak, damga basmak kelimelerinin tamamı tab kelimesinden türetilmiştir. Yine matbuat (basın) ve matbaa (basımevi) kelimeleri de tab’ kelimesinden türetilmiştir. Peşin hükümlülük aslında insanın kendisini bir kalıba koyması demektir. Dünya görüşünü kalıplaştıranlar gelişip artamazlar. Hele bu ön yargı insanda bir tabiat hâline gelirse onun kalbi yani aklı ve iç dünyası sanki üzerine damga basılmış gibi tek tipleşir, ilerleyemez ve gelişemez. Tab’ (damgalama) kelimesi hatm (mühürleme) kelimesinden daha geniş bir anlam ifade etmesine rağmen maalesef birbirlerinin yerine kullanılarak meal verilmiştir. Aslında hatm/mühür onun açılamayacağını ifade ederken damgalama bu mühürden öncesini anlatan bir süreci ifade eder. Kalbi damgalı olanlar kimseyi dinlemez, hiçbir şeye kulak vermez, zanları dışında doğru kabul etmezler. Bu hâl kibrin bir sonucudur. Önceden şirk kültürünün ve ataların belirlenmiş olduğu şablonları aşıp kendilerini keşfedenler ancak Nûh’un gemisine binebilmişlerdir.
75- Sonra onların arkasından Mûsâ ve Hârûn’u âyetlerimizle Firavun ve onun melelerine gönderdik. Fakat onlar kibirlendiler. Ve mücrim bir kavim oldular.
Mele, “dolmak” anlamına gelen mil’ kelimesinden türemiş olup kelimenin esas anlamı, dolu olan (depo) demektir. Görüldüğü gibi Hz. Nûh’un dönemindeki ataların külü ile kalbini dolduranların durumu Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’un döneminde de değişmeden devam etmiştir. Hakîkat karşısında kibir ile örülen ön yargı duvarları ve kalıplar muhataplarını suça da sürüklemiştir. Zîra âyet, suçlu bir kavim olduklarını haber vermiştir. Sınırsız yaratılmamış olan âciz insanın sınırlara ihtiyacı vardır. Bu sınırları ya bâtılla, şeytânî duygu ve düşüncelerle, hevâ ile belirleyecek ya da hakîkati, takvayı, iyiliği, paylaşmayı ve selâmeti ilke edinerek belirleyecektir. Sınır, insana kılavuzluk ederken kalıp, isteseniz de aşamayacağınız fikri duvarlardır
76- Böylece onlara katımızdan hak geldiği zaman: “Muhakkak ki bu, apaçık bir sihirdir.” dediler.
Kurân, câhiliyle toplumu üyesi olan müşriklerin, vahye ve peygamberi alışılmadık, duyulmadık şeyler söyleyen biri gibi lanse etme girişimlerini bu kez Hz. Mûsâ ve Mısırlılar üzerinden örneklendirmiştir. Hz. Muhammed’in getirdiğine de sihir demişlerdir. (Bkz. “Sonunda dedi ki: 'Bu, yalnızca aktarılan bir sihirdir!' Müddessir:24) Âyette “Katımızdan hak geldi.” şeklinde cümleye başladığı için gelenin hak ve özgürlükleri kapsayan daha genel bir kullanım olduğunu anlatmaktadır. Zaten amaç İsrâîloğullarının zulümden kurtarıp hak ettikleri özgürlüğe kavuşturmaktı.
77- Mûsâ dedi ki: “Size hak geldiği zaman onun hakkında mı konuşuyorsunuz? Sihir midir bu? Ve sihir yapanlar felâha ermez.”
Hz. Mûsâ’nın “Sihir midir bu?” çıkışı söylenenlerin birer retorik ve yapılanların birer göz boyama olmadığının beyanıdır. Olmadık yalanlarla insanları sadece kısa bir süre oyalayabilirsiniz. Burada felâha eremeyenler; yaşamadıklarını söyleyenler, eğrinin doğru, doğrunun da eğri algılanmasına sebep olanlardır.
78- Dediler ki: “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden bizi çevirmek için ve yeryüzünde kibriyâ sizin olsun diye mi bize geldiniz? Ve biz siz ikinize güvenmiyoruz.”
Firavun’un ve melelerinin atalar dinini savunmaları; koyu gelenekselci olmaları, şirk geleneğinin ve kurulan düzenin devam etmesini istemelerindendir.
Lefete kelimesi bir şeyi büküp çevirmek; iltefete kalıbından alındığında, bir şeye doğru yüzünü çevirmek, meylettirmek manalarına gelmektedir. el-Left mastarı da “bir şeyden vazgeçmek” demektir. Burada Hz. Mûsâ ve Hârûn’a, “Atalarımızın üzerinde bulunduğu inançlardan bizi çevirmek için mi geldiniz?” cümlesi karşıdakini anlamak ve tanımak için değil, tanımlama zihniyetini deşifre etmektedir. “Bu ata düşmanı, bu gelenek düşmanı, şunlar peygamber düşmanı, bunlar hadis inkârcısı” vs. sayın gitsin. Bu tarz bir cümle, dikkat ederseniz Kurân’da hiçbir resûlün dilinden aktarılmaz. Resûllerin gerçek sünneti, hak bildiklerini karşıdakini karalamadan, onu bir gruba, bir kesime dâhil edip etiketleme ile uğraşmadan ortaya koymaktır. Burada Hz. Mûsâ ve Hârûn ata-baba düşmanı gibi lanse edilmektedir. Sebep, aslında kendi menfaatperestlikleridir. Hz. Mûsâ aynasında bunu görmektedirler.
Kibriyâ’ kavramı iktidarın, siyasetin getirdiği “büyüklük” anlamı ifade etmektedir. Siyasi erki elinde bulundurmak, bunda hak sahibi olanlar, önde gelenler arasında yer almak manasındadır. Yönetimi ele geçirip muhalifleri sürgün etme manasını melelerin şu sözlerinden de anlıyoruz: “Dediler ki: “Ya Mûsâ! Sen bizi, sihrin ile yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?” (Tâhâ:57) İnsana yakışan kimsenin boyunduruğunda olmadığı bir hayat sürmektir. Köleleştirilen İsrâîloğulları sırtından ele geçirilmiş saltanata karşı insanların hak ve özgürlüklerine dair ortaya konan her cümle iktidar ve saltanat düşkünlüğü olarak lanse edilmiştir. Âyetin sonundaki “mü’minîn” kelimesi, “güvenmek” anlamına da alınabilir ve “Biz size güvenmiyoruz.” şeklinde de tercüme edilebilir. Mümin, güvenen ve güven veren ise imânını kaybeden insanlar ne insanlara güvenir ne de güven verebilir. Mü’minûn sûresinin başında mümin kelimesi şöyle tefsir edilir: “Müminler felaha ermiştir. Ve onlar, iffetlerini koruyanlardır. Ve onlar, emânetlerine ve ahdlerine riayet edenlerdir.” (Mü’minûn:1-5-8) Görüldüğü gibi mümin, sadece akide anlamındaki inançtan daha geniş manada güvenmek ve güven vermekle ilgili bir manayı da kapsamaktadır. Hz. Yakub’a Yûsuf’un kanlı gömleği ve uydurma bir senaryoyla gelen evlatların babalarına kurdukları cümle şöyledir: “Ve mâ ente bi mu’minin lenâ/Sen bize mümin değilsin.” (Yûsuf:17) Biz sana ne anlatsak da sen bize güvenmezsin demişlerdir. Bu da Kurân’da mümin kelimesinin sadece ıstılahî anlamda değil lügat anlamında da kullanıldığını gösteren başka bir örnektir.
79- Ve Firavun dedi ki: “Bütün âlim sihirbazları bana getirin!”
Firavun bu fikri İsrâîloğullarından olan bilgili danışmanlarından almıştır. Onu Şuarâ 36‘dan şöyle okuyoruz: ‘’Onu ve kardeşini alıkoy. Ve şehirlere toplayıcılar gönder!” dediler. (Ayrıca bkz. “Sana bütün âlim sihirbazları getirsinler.” Arâf:112) “Bana getirin” ve “toplayıcılar” detayları âlim sihirbazların bu işte irâdelerinin olmadığını göstermektedir. Yûnus sûresinde Kurân atlamalı bir usulle bu detaylı olaya ana hatları ile değinmektedir. Âlim, Arapçadaki bilmek anlamında olan “a-l-m” kökünden türetilmiştir. İlim sahibi, bilgili demektir, çoğulu ulemâ’dır. Hidâyet bilgili insanlara nasip olacaktır. Zîra “Kullarından ancak bilenler Allah’a karşı haşyet duyar.” (Fâtır:28) Allah’a hakkıyla saygı duymak, doğru bilgi ile elde edilen çok önemli bir değerdir.
80- Böylece sihirbazlar geldiği zaman Mûsâ onlara: “Siz atacağınız şeyleri atın!” dedi.
Âlim sihirbazlar Hz. Mûsâ’nın getirdiğine benzer bir teknoloji üretmek zorunda bırakılmış ve resûllerin karşısına çıkarılmışlardır. (Bu olayın detayları için bkz. Arâf:115 ve Şuarâ:43.)
81- Onlar attıkları zaman Mûsâ dedi ki: “Sizin getirdiğiniz şey sihir iledir. Muhakkak ki Allah, onu bâtıl kılacaktır.” Muhakkak ki Allah, müfsitlerin amelini ıslâh etmez.
Müfsid, ifsâd eden demektir. İfsâd “f-s-d” kökündendir. Manası ister az ister çok olsun bir şeyin itidalden çıkması ve bozulmasıdır. (Müfredat) Müfsitlerin yaptığı amellerin ıslâh edici, düzeltici, onarıcı olamayacağı burada haber verilmiştir. Hz. Mûsâ gerçek ile imitasyonun farkını “Sizin getirdiğiniz göz yanıltmasıdır.” “Gerçekmiş gibi yapan bir taklittir.” mealindeki sözlerle anlatmaktadır. Hz. Mûsâ, ipe ve gizli el çabukluklarına ihtiyaç duymayarak onların aslında sıradan malzeme ve düzenek olduğunu göstermektedir. Günümüze verdiği mesaj aslında üretilen her tür bilgi ve teknolojinin ıslâhı hedeflemesi gerektiğidir. Yoksa ıslâha, sulha-barışa değil ifsâda hizmet edecektir.
82- Ve mücrimler kerih görse de Allah hakkı kelimeleri ile gerçekleştirecektir.
Burada “hadis” veya “kavl-söz” değil de “kelime” kullanılması, Hz. Mûsâ’nın getirdiği asanın, ona vahyedilenlerin Allah’ın yasalarına/sünnetine uygunluğunu göstermektedir. Yasaları alt üst ederek zaten hak savunulamaz. Bu müsabakanın adâletine de aykırıdır. Karşı taraf sihirle, kandırmalarla, göz boyamayla hile yapıp bel altından vursa da Allah hakkı gerçekleştirmek için yasalarını değiştirmeye ihtiyaç duymaz. Mücrim suçu karakter hâline getirenler demektir. Suçlular Allah’ın belirlediği ilkeleri (kelimeleri) sevmedikleri için onları kötü göstermeye gayret ederler. Allah’ın hür yarattığı insan hiçbir gerekçe ile köleleştirilemez. Bu kelime-ilke, insanların haklarını gasp eden mücrimlerin kerih görüp gösterdiği insanlığın ortak kelimelerinden sadece biridir.
83-Artık Firavun ve melelerinin baskısından korktukları için onun kavminden Mûsâ’ya, zürriyetinden başkası inanmadı. Ve muhakkak ki Firavun, yeryüzünde âli idi ve gerçekten o müsriflerdendi.
Firavun’un “âli” oluşu, insanların üzerindeki konumunu ifade eder. “Ala” ve “âli” kullanımlarının farkı “âli”deki üstünlüğün kıyasa daha yakın oluşudur. Mütealdaki üstünlük kıyasın olmadığı bir aşkınlıktır. Firavun, iktidar nimetini diktatörlüğü yüzünden isrâf etmiş bir müsriftir. İsrâf edilen imkân ne kadar fazla ise müsrifliğin derecesi o oranda artacaktır. “Onun kavminden” ifadesindeki zamir Firavun’a gidebileceği gibi Hz. Mûsâ’ya da gidebilir. Birinci anlam İbn Abbas’a, ikinci anlam ise öğrencisi Mücâhid’e atfedilir (Taberî).
Yeftinehüm ifadesi, tehditlerle insanları baskı altına almak demektir. Zîra fitne, metali cürufundan ayırmak için yüksek ısı ve basınca maruz bırakmaktır. Hz. Mûsâ ve Hârûn’a imân edenlerin onları yakînen tanıyanlar olduğu “zürriyet” ile ifade edilmiştir. Bu âyetten de anlıyoruz ki en iyi tebliğ insanlara güzel model olmaktan geçer. Eğer insanlar sizdeki olumlu değişimi hissederlerse şeytânî duygu ve düşüncelerin baskısına karşı örnekliğinizi bir kalkan gibi kullanabileceklerdir.
İnançlar yönetim üzerinden dayatılırsa orada Firavunlaşma başlamış demektir.
84- Ve Mûsâ dedi ki: “Ey kavmim! Eğer siz, Allah’a inanan Müslümanlardansanız, artık O’na tevekkül edin.”
Bu âyette imân, teslimiyet ve sonunda oluşan tevekkül bir arada ve belirli bir sırayla gelmiştir. Güvene, sulha ve ıslâha teslim olanların tevekkülünü Allah kabul eder.
85- Bunun üzerine dediler ki: “Biz Allah’a tevekkül ettik. Rabbimiz, bizi zâlim kavmin baskısına maruz kılma!”
Fitne kelimesi burada “zâlimlere fitne olmak” tabiri içinde kullanılmıştır. Zâlimin zulmü altında ezilerek baskı unsuru hâline gelmemek için insan var gücü ile mücadele etmelidir. Allah’a tevekkülde ilk sırada olan bu hedef devam eden âyetlerde detaylandırılacaktır.
86- Ve bizi, senin rahmetinle kâfirler kavminden kurtar!
Allah’a tevekkül etmenin hiçbir şey yapmadan miskin miskin oturmak olmadığı izah edilmektedir. Yapılması gereken rahmeti talep edip tehditler ile yapılan korkutmalardan etkilenmeden merhameti hedeflemektir. Şimdi Allah’a tevekküllün sadece bireysel bir eylem olmadığı ifade edilecektir.
87- Ve Mûsâ ve kardeşine vahyettik: “Kavminizin Mısır’da yerleşmesi için evler yapın ve evlerinizi kıble kılın ve salâtı ikâme edin ve müminleri müjdele!”
Kıble, insanın herhangi bir tarafa yönelmesi ve dönmesi hâlidir. Türkçe yön demektir. Örfen namazda dönülen mekâna isim olmuştur. Emirler mecmuası olan namazda ortak bir istikâmete yönelmenin sembolik manasına bu âyette değinilmiştir. Zulme karşı yapılan kıyâmdaki dava birlikteliği, omuz omuza verilerek yönelinen ortak kıbleyi belirlemektedir. “Evler yapın!” emiri mücadelenin yıllarca süreceğini önceden haber vermektedir. Zaten yıllara yayılan ve sistemin her yerine sızmış köle düzeni bir anda değiştirilemez. Öncelikle insanların tasavvurlarının bu minvalde inşâ olması gerekir. Kıblegâh evler veya evleri kıble kılmak istikâmet birlikteliğine bir âtıf olabilir. Allah Resûlü bu Kurân’î ilkeyi Mekke’de Darûlerkam’da “Erkam’ın evinde” uygulamıştı. Dârülislâm diye de bilinen bu ev, ilk Müslümanlardan Erkam b. Ebü’l-Erkam el-Mahzûmî’ye aitti. Mekkeli müşriklerin giderek artan zulüm ve baskıları yüzünden Hz. Peygamber Mescid-i Harâm içinde Safâ tepesinin eteklerinde bulunan bu evi kendine ikametgâh olarak seçti. Burada bir yandan ashâb-ı kirâma dinî bilgiler öğretirken bir yandan da gerçeği arayan insanları İslâm’a davet ediyor, onlara Kurân-ı Kerîm okuyor ve onlarla birlikte namaz kılıyordu. Aynı dertten muzdarip kişilerin sosyal alanlarda oda açıp istişarelerde bulunması bu fıtrî ihtiyacın güncel yansımalarıdır. Cumalar da cem olma ihtiyacını karşılamaktadır. Dertlerin, sorunların insanları birleştiren, yakınlaştıran bir yanı da vardır. Dünyanın en kutlu birliktelikleri zulmü, ifsâdı, savaşı, köleliği, yoksulluğu bitirmek hedefi ile bir araya gelen ve biz olmayı öğreten birlikteliklerdir.
88- Ve Mûsâ dedi ki: “Rabbimiz, muhakkak ki Sen, Firavun ve melelerine dünya hayatında ziynet ve mallar verdin. Rabbimiz! Senin yolundan onları saptırdığı için onların mallarını yok ederek kalplerini güçlendir! Zîra elîm azâbı görünceye kadar inanmazlar.”
Birçok müfessir Hz. Mûsâ’nın buradaki sözlerini anlamlandırmak için soru edatı takdir etmiştir. Hatta Hz. Mûsâ’nın bir sitemi ve bedduası olarak bu ayeti meallendirmiştir. Ancak burada ne bir soru vardır ne de bir beddua. Bizce kıble edilen beytlerin amacı ve misyonu bu âyetlerde belirlenmiştir. Hz. Mûsâ, öncelikle etrafındakiler için bir tespitte bulunmaktadır. Emânet olarak verilen dünya hayatının süsü/ziyneti Firavun ailesini Allah’ın yolundan saptırmıştır. Bu hakîkati görmeleri için mallarını kaybetmeleri ile hakîkat karşısında kalplerinin şiddetinin/gücünün artacağı beyân edilmiştir. Aslında bu beyânla Hz. Mûsâ beddua değil anlayana dua etmektedir. Hz. Mûsâ’nın duasında, öncelikli hedef İsrâîloğullarıdır. Zîra onlar hâlâ ziynet ve mallar ile ortaya çıkan Firavun’un göz kamaştırıcı, şaşalı hayatına özenmektedir. Bu müsrif hayatın hakîkati anlamada nasıl birer engele dönüşebileceği Hz. Mûsâ’nın duası ve daveti ile öğretilmiştir. (İsrâîloğullarının Hz. Mûsâ’dan istekleri konusunda bkz. Bakara:61) Kalplerini “sık ve daralt” şeklinde meallendirilen “uşdud” kelimesinin kullanıldığı diğer âyetlere bakıldığında kelimenin “sık-daralt-katılaştır-kilitle-mühürle” değil de “güçlendir” manasında kullanıldığı görülmektedir. Mesela Tâhâ 31’de Hz. Mûsâ “Uşdud bihi ezri” diyerek kardeşi Hârûn’la “Gücümü arttır!” şeklinde bir duada aynı kelime kullanılmıştır.
89- Dedi ki: “İkinizin davetine icâbet edilmiştir. Artık istikâmette olun ve bilmeyen kimselerin yoluna tâbi olmayın.”
Firavun ve adamlarının suda boğulmaları uzun yıllar sonra olacağından, bu ifade Mısır’da kıblegâh evlere yapılan, müminlerin müjdelendiği, fıtrata uygun davete icâbet şeklinde anlaşılmalıdır. Kaldı ki bu âyette Bakara:171’deki “du’aen” gelmemiş, “da’vetu-kuma” “ikisinin davetine” şeklinde bir ifade gelmiştir. Allah’ın vahyetmesi sonucu yapılan evlerde, Firavun’un zulmüne karşı gerçekleşen direniş kısa zamanda yankı bulmuştur. Allah İsrâîloğullarının bu istikâmette olmalarını ve bilmeyenlerin yoluna tâbi olmadıkları sürece düşmanlarından kurtulacaklarını müjdelemektedir. Sonuç bir sonraki âyette şöyle özetlenecektir:
90- Ve biz, İsrâîloğullarını denizden geçirdik. Böylece Firavun ve onun ordusu, hadsizce ve düşmanca onları takip ettiler. Boğulacağını idrak ettiği zaman dedi ki: “İsrâîloğullarının inandığından başka ilâh olmadığına ben de imân ettim. Ve ben, Müslümanlardanım.”
Kurân’da 41 kez geçen “benîisrâîl/benûisrâîl” tamlaması “İsrâîloğulları” demektir. İsrâîl, “isrâ” ve tanrısallık manasındaki “il” ekinden oluşmuştur. Esrâ fiilinin mastarı olan isrâ kelimesi Kurân’da bir sûreye de isim olmuştur. İsrâ kelimesinin manası gece yürüyüşüdür. Kurân’da Hz. Mûsâ’nın gece yürüyüşü manasında bu kelime şöyle kullanılmıştır: “Ve Mûsâ’ya vahyettik: Kullarım ile gece yola çık (en esri bi’ibâdî). Muhakkak ki siz, takip edileceksiniz.” (Şuarâ:52) Aynı ifade Tâhâ:77’de de kullanılmıştır. Ayrıca Kurân’da Enfal:67’de “esrâ” kelimesi esîr anlamında kullanılmıştır. Bu kadar ortak kullanımdan “benîisrâîl”in esâret hayatı çeken kulların oğullarını ifade eden bir sıfat olduğu çıkarımı yapılabilir. Firavun’un esîr ettiği neslin oğulları, bu esâretin içinde doğmuş ve seçmedikleri bir hayata zorlanmıştır. Zaten Hz. Mûsâ’nın talebi de bu esâretin bitmesi yönünde olmuştur. İsrâîloğulları ifadesinin Hz. Nûh, İbrâhîm, Yakup hatta Yûsuf dönemlerinde hiç kullanılmaması, Firavun’un esâret hayatı yaşattığı kullar manasında bir lakap olabileceği yorumunu güçlendirmektedir. İsrâîloğulları yani esîrlerin çocukları “bahr denilen baraj gölünden” geçmiştir. Bunu içine sindiremeyen, kibri yüzünden gözünü kan bürümüş olan Firavun ve orduları onların peşinden gidip onları cezalandırmaktan başka bir şey düşünmemektedir. (Hz. Mûsâ’nın denizi yarması ve Allah’ın esîr olmuş kullarının oğulları ile alâkalı daha ayrıntılı bir izah için bkz. Tâhâ:77)
Bağy, “haddi aşmak, ileri gitmek, tasallut etmek, zulmetmek” manalarına gelmektedir. Âyette, Firavun ve askerlerinin, İsrâîloğullarının peşine düşmelerindeki niyeti (bağy) olduğu, bunun da bir düşmanlığın (adv) sonucu oluştuğu tespit edilmektedir. (Bkz. Yûnus:23) Firavun’un ölüm anındaki beyânı “imân-ı yeis (ümitsizlik yüzünden) ve imânı- beis(muhtaçlık yüzünden)” denilen “zoraki imân” kategorisindedir. Bir sonraki âyette açıklanacaktır. Kitab-ı Mukaddes bu olayı zikretmez. Fakat Talmud O’nun boğulurken şöyle dediğini açıkça zikreder: “Ey Rabb! Tanrılar arasında sen gibi olan kim?”
91- Şimdi mi? Ve sen, daha önce âsî olmuştun. Ve sen, müfsitlerdendin.
Bu âyetten anlıyoruz ki, can boğaza gelince(beis), yaşama ümidi kalmayınca(yeis) yapılan imân geçerli değildir. Yüce Allah, “Şimdi mi imân ediyorsun?” sorusuyla onun imânını kabul etmediğini vurgulamıştır. Aynı duruma başka âyetler de delil olmaktadır. (Bkz. Mümin:85, Enâm:158). İmân sadece dil ile ikrar edilen ve kalp ile tasdik edilen teolojik bir kabullenme olsa idi Firavun’un sözleri kabul edilirdi. İmân hayatın içinde yaşam ile ispatlanarak gelişen ve kemâle doğru yol alan çok zamanlı ve aşamalı bir süreçtir. Kaldı ki imân sabit bir hâl de değildir, artıp azalabilir. (Bkz. “Onların imânı artsın diye” Müddessir:31) Bu süreçte imânı azaltıp yok eden iki unsurdan bahsedilmiştir. İlki sulh ve selâmete, insanların köleleştirilemeyeceği gerçeğine isyân ve bu âsîliğin sonucu oluşan ifsâttır. Müfsit birinde imân aranmaz. İstediği kadar dili ile ikrar, kalp ile tasdik etsin! Bir insanın amelinde isyân ve ifsât varsa o imân Firavun imânıdır. Allah bu ibretlik durumu tüm tiranlara, zâlimlere ve firavunlaşanlara âyet kılmıştır.
92- Böylece haleflerine âyet olman için bugün seni bedeninle kurtaracağız. Ve insanların çoğu, elbette âyetlerimizden gâfildir.
Nil nehrinin kıyısındaki Krallar Vadisi’nde bütün firavunların cesetleri mumyalanmış bir şekilde saklı bulunuyordu. Bu mumyaların keşfedilmesi ancak 19. yüzyılda mümkün olmuştur. Kurân’ın bu mumyalardan “beden” diyerek bahsetmesi çok önemli bir detaydır. Zîra Kurân’da ceset kelimesi kullanılır. (Bkz. “Mûsâ’nın kavmi, ondan sonra takılarından ses çıkaran bir buzağı cesedini edindi.” Arâf:148) Burada cesedin değil de bedeninin kurtarılması onun bir cesede dönüşüp çürümediği anlamında kullanılmıştır. Bu detay bedenin korunduğunu da gösterir. Eğer bedenin iç organları çıkarılmazsa ve Allah’ın sünnetine uygun tedbirler alınmaz ise beden çürümeye başlayacaktır. Çürümeyi engellemeleri ilâhlık iddiasındaki Firavun’u ibretlik bir delile/alâmete/âyete çevirmiştir. Ancak genelde cesedi çürümeyen kişiler olumlu insanlarmış gibi bir algı vardır. Bedenin çürümesi olması gereken, hayırlı ve doğal olandır. Çürümeyi engellemeye çalışmak âhiretin olmadığı bir dünyada ebedîleşme çabası ve Firavun zihniyetidir.
93- Ve and olsun ki İsrâîloğullarını doğru bir yere yerleştirdik. Ve onları temiz olanlardan rızıklandırdık. Artık onlara ilim gelinceye kadar ihtilâfa düşmediler. Muhakkak ki senin Rabbin, kıyâm günü, ihtilâfa düşmüş oldukları şeyde, onların aralarında karar verir.
Mübevve’e kavramı güven içinde ikâmet edilen yer anlamına gelir. Mübevve’e sıdk ifadesi de en güvenilir ve doğru yerleşim yeri anlamındadır. Bu âyetteki ilmin Tevrat olduğunu söyleyen müfessirler olmuştur. Ne ilginçtir ki ilâhî emirler olan ilmin gelmesi ihtilafları bitirmemiş, arttırmıştır. Bir önceki âyette Firavun gibi zorba bir zâlimin mumyalanmış, âciz bedeni okunması gereken bir âyet oluşundan bahsedildikten sonra burada ilmin ihtilafları artıran mahiyetine değinilmiştir. Asıl soru şudur: “İhtilaf iyi midir, kötü müdür?” Âyete baktığımızda Allah’ın ihtilaf ettikleri konularda onları cezalandıracağından, cehenneme atacağından değil, doğrusunu öğreteceğinden, son kararı vereceğinden bahsedilmektedir. İhtilaf aslında insana verilen farklı düşünme kapasiteleri sonucu oluşan muhtelif görüşlerdir. Tek tip olan topluluklar genelde ilimden mahrûm, belirli bir düşünme ve bilgi kapasitesinin altındaki kitleler iken, bilgili toplumlarda çeşitliliğin getirdiği zenginlik kendini gösterir. Bu zenginlikten istifade etmenin tek yolu kati hüküm koyucu makamında kişilerin kendilerini görmemesi, ihtilafların son hükmünü Allah’a bırakması gerekliliğidir. (İhtilaf için bkz. “Ve O’nun âyetlerindendir ki, gökleri ve yeri yaratmıştır. Ve lisânlarınız ve renkleriniz ihtilâflıdır. Muhakkak ki bunda, bilenler için mutlaka âyetler vardır. Rûm:22) Önemli olan ihtilafların cedelleşme sonucu tefrikaya ve fırkalara dönüşme aracı yapılmamasıdır. İhtilaftaki rahmete ulaşmak, tefrikadaki mahrûmiyetten bizi kurtaracaktır. Bu minvalde Allah Resûlü Hz. Muhammed “Ümmetimin ihtilafı rahmettir!” buyurmuştur. Allah’tan hakkı ile haşyet duyan ulemanın ihtilaf ahlâkı ile konuları müzakere etmesi ilmin şükrüdür. Emek verilmeden bir bilgiye ulaşmak, ilmi özümsemeden ihtilaflı konulara girmek çoğu zaman cedelleşme ve tefrika ile sonuçlanır. Bilgeler, ilmin şükrünü ihtilaf ahlâkı ile müzakere ederek gösterirken; bilgiçler, ihtilafları fırsat bilip enaniyetle karşısındakine üstün gelmeye çalışır.
94- Bundan sonra eğer sana indirdiğimiz şey hakkında ikilem içindeysen, artık senden önce kitabı okuyan kimselere sor. And olsun ki sana Rabbinden hak geldi. Öyleyse sakın belirsizliğe düşenlerden olma.
Mümterîn kelimesi, imtira kökünden gelmektedir ve belirsizliğin oluşturduğu tereddüt anlamındadır. Âyetlerdeki hitap öncelikle Hz. Peygamber’edir. Zîra konu Hz. Yûnus’a ve onun sonradan imân eden kavmine getirilecektir. Peki, kavimleri anlıyoruz da peygamberler bile ikilem içinde olabilir mi? Aslında imânın gaybe olması ve en ağır imtihanı, en başta bize örnek olması için seçilen resûllerin vermesi, bu âyet-i kerimeyi Kurân bütünlüğünde müstesna bir yere oturtmaktadır. Kurân önce elçisini ikna etmektedir. Hz. Yûnus örneği nübüvvetin ilk yıllarında anlatılmış bir örnektir. (Bkz. Artık Rabbinin hükmüne sabret! Balığın sahibi gibi olma! Hani o, hüzünle için için yakarmıştı. Rabbinden ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış olarak çorak bir sahile atılacaktı. Kalem:48-49) Burada da boykot döneminde Yûnus örnekliğinin tekrar hatırlatılması, Hz. Peygamber’in yaşadığı baskıyı bize göstermektedir. Bu o kadar önemlidir ki tasavvurdaki en ufak ikilem muhatabını bir anda karanlıklar içinde bir tevbe sürecine sürükleyebilir. Bunun yanı sıra “Mümin, Kurân’ın anlattıklarını kimseye sormadan kayıtsız şartsız kabul eden kişidir.” inancını bu âyet alt üst etmektedir. El- kitap olan ve inen tüm vahiylerden nasiptâr olmuş kimselerle veya kâinat kitabını okuyanlarla istişareler yapmak, fikir alış verişinde bulunmak Kurân’î bir emirdir. Zîra akıllı insan aklını kullanır, daha akıllı insansa başkalarının aklını da kullanandır. İkilemlerin bitmesinin yolu araştırmaktır. Burada bağlam Firavun ve onun bedeninin bir şekilde korunduğudur. Bu bilgi Allah Resûlü’nün yaşadığı dönem için çok uç ve detay bir bilgi olabilir. Ancak Kurân anlattıklarının hakîkat olduğunu tam bir öz güvenle savunmaktadır.
95-Ve sakın Allah’ın âyetlerini yalanlayan kimselerden olma! O takdirde hüsrâna uğrayanlardan olursun.
Kurân, araştırmadan yalanlamanın hüsrâna sebep olacağından bahseder. Zîra ikilemde kalarak belirsizliklere düşen biri, ne sağlıklı bir şekilde hakîkate inanır ne de onu yalanlayabilir. (Bkz. “Helâk olan bir delil üzere helâk olsun, yaşayan da bir delil üzere olsun!” Enfâl:42) Allah tarafından peygamber olarak seçilen birinin bile, bu öğütle işâret edilen günâha düşme ihtimali olmasa âyetin bu tarz bir hitapta bulunmasına ihtiyaç olmazdı. Eğer âyetin hedefi Allah Resûlü değil de diğer insanlar ise hitabın “Onlara de ki: Sakın Allah’ın âyetlerini yalanlamasınlar!” şeklinde gelmesi gerekirdi. Bu tehlike Arâf 175’te örneklendirilmiştir. Orada anlatılan kıssaya göre, bir kimseye âyetler verilmiş ancak o kimse âyetlerden sıyrılmış ve dünyaya meyletmiştir. Hz. Âdem ve Yûnus da Rabbin hükmüne sabretmemiş, kararlı bir azîm gösterememişlerdir. Ancak hatada ısrar etmeyerek kurtulabilmişlerdir. Maalesef bazı kişiler veya kavimler âyetleri önemsemeyerek yalanlamış, maddî ve manevî bu tercihin acı faturasını ödemişlerdir. Zîra Rabbin bu konudaki ilkesi/kelimesi kim olursa olsun objektiftir ve değişmemiştir.
96- Muhakkak ki onlar, Rabbinin kelimesinin üzerlerine olmasını hak ettiler. Onlar, inanmazlar.
Kelime “söz” denilen kavl’dan daha farklı bir anlam taşır. Kelime; Allah’ın tekil yasa, hüküm, kural ve önceden yazılmış, belirlenmiş ilkeleridir. (Krş. Yûnus:33-64-82) “ Rabbinin kelimesi” ifadesi Allah’ın bu konudaki hükmü ile belirlediği ilkesidir. Bunların tamamını ve istikrarını da sünettullah kavramı ifade eder. Buradaki değişmez ilke; doğruluğu açık olduğu hâlde, gelen alâmet/işâret yani âyetleri araştırmadan, ön yargılarla yalanlayanları bekleyen psikolojik veya sosyolojik değişmez sonuçlardır.
97- Ve eğer onlara bütün âyetler gelse bile… Nihâyet elîm azâbı gördüler.
Buradaki uyarı, ilâhî yasanın kimseye ayrıcalık tanınmadan işletileceğinden emin olunmasını teyit eden bir vurguya sahiptir. Tabiî ki hatadan, ölmeden önce dönmek yine bizim elimizdedir.
98-Artık bir kasaba olsaydı da keşke inansaydı. Böylece imânı, ona fayda verseydi. Yalnız Yûnus’un kavmi inanınca dünya hayatındaki aşağılayıcı azâbı görünür kıldık. Ve onları bir süre metâlandırdık.
Lev edatı, tek başına temenni ve teşvik ifade eder. Lâ ile birlikte geçmiş zaman fiilinin başında geldiğinde ise temenni anlamı genişleyerek “yazıklanma” ve “hayıflanma” anlamını da içerir. Burada hedef ön yargıları yüzünden kendileri bekleyen elem verici dünya ve âhiret azâbına kayıtsız kalanlardır. Hz Yûnus Kurân’da dört kere ismiyle, iki kere de vasfıyla toplam altı yerde anılmaktadır. İsmen Sâffât:139, Yûnus:98, Enâm:86, Nisâ:163 geçerken, Zü’n-nun vasfıyla Enbiya:87, Sahibu’l-hut ile de Kalem 48’de bahsedilmiştir. (Hz. Yûnus’un kıssanın detayları için Bkz. Sâffât:139-148)
Keşefnâ “Onu keşfettik.” demektir. Kelime “k-ş-f” kökünden gelir. Manası gizli olanı ortaya çıkarıp görünür kılmaktır. Kelimeyi tefsir eden âyet Kaf:22’dir. “And olsun ki sen bundan gaflet içindeydin. İşte senin perdeni açtık (keşfini açtık). Artık bugün senin görüşün keskindir.” (Kaf:22) Görüldüğü gibi “keşf” bir şeyin kaldırılması, yok edilmesi, def ve bertaraf edilmesi değil, ondaki fayda veya zararın görünür hâle gelmesi, önündeki engelin açılması demektir. Maalesef meallerin hemen hemen tamamında kelimeye azâbı/felâketi kaldırmak, def etmek, yok etmek gibi manalar verilmiş ve Allah’ın yasalarını bir anda kaldırması, değiştirmesi veya yok etmesi anlamı belirginleşmiştir. Bu durum hem Kurân’ın iç bütünlüğünde çelişkilere yol açar hem de şahit olduğumuz hayata ve mevcut vakıaya uygun düşmemektedir. Azâbın kaldırılması için gelen elçilerle mücadele eden Hz. İbrâhîm’e verilen cevap aslında azâbın işleyiş sünnetini anlamada referans noktasıdır. “Ey İbrâhîm, bundan vazgeç! Çünkü senin Rabbinin emri gelmiştir. Ve muhakkak ki onlara(Lût’un kavmine), geri çevrilemez bir azâp gelecek.” (Hûd:76) Azâba karşı yapılması gereken onun geleceğine dair yapılan uyarıları ciddiye alıp tedbirler üretmektir. Hz. Nûh’un kavminin tamamı inansa da tufan kopacak ancak üretilen tedbir ile kimse ölmeyecekti. Hz. Yûnus’un kavmi âyetleri yani fizyolojik, jeolojik veya sosyolojik alâmetleri yalanlamadıkları ve Hz. Yûnus ile gelene inandıkları için kendilerini bekleyen tehlikeyi görmüş/anlamış yani keşfetmiş ve buna karşı tedbirler üreterek dünya hayatında bir süre daha metâlanmışlardır. Görüldüğü gibi ölüm kalım meselelerinde bile Kurân tercihin muhataplarda olduğunu beyân eder. Afâk ve enfûstaki âyetleri keşfeden, kitabın âyetlerini hüsnü zan, ıslahat ve maslahat amaçlı okuyan sâlih insanlar, dünya ve âhirette bu farkındalıklarından fayda görürken, nefsânî istekler ile hakkı bile bile örtbas edip inkâr edenler bu tercihlerinin zararını çekeceklerdir.
99- Ve şâyet senin Rabbin dileseydi, yeryüzünde olan kimselerin hepsi topluca elbette inanırdı. O hâlde sen insanları, inanıncaya kadar zorlayacak mısın?
“Küllühüm” kelimesi her şeyi ihata etmesidir, “cemî’an” kelimesi ise imân üzerinde bir araya gelmiş, toplanmış demektir. Bu ikisinin birlikte gelmesi, istisnasız herkes anlamını verir ki bu irâdenin olduğu bir dünyada ancak zorla/cebirle gerçekleştirilir. Âyetteki ilke insan irâdesine, inanç ve düşünce özgürlüğüne vurgu yapan çok temel bir ilkedir. Eğer Allah dileseydi insanların irâdelerini hiçe sayar ve onları zorla imân ettirirdi. Ancak Allah bunu kesinlikle dilememiştir. İstese onları birer robot gibi yaratırdı. İnsanlar da yüklenen programın, talimatların dışına çıkamazdı. Ama Allah’ın muradı yarattığı insanın kendi irâdesi ile gelişmesi ve ilerlemesidir. Aslında âlemlerin Rabbi olan, terbiye ve ıslâh eden Allah, Rabb esmâsının gereği olarak insana üst bir varlık olabilme potansiyeli vermiş ve bu mümtaz konuma çıkmasını irâdesine ve emeğine bağlamıştır. İrâde, emek ve gayretin olmadığı bir konum değerli görülmemiştir. Allah Resûlü’ne verilen tavsiye, insanları inanca zorlamak yerine onların akıllarını doğru kullanmaları konusunda olmuştur. Zîra aklını doğru kullanabilen dayatma ve zorlamaya ihtiyaç duymaz. Kurân; kendi irâdesi, aklı ve emeği ile ulaşılan güzelliklere cennet, verilen potansiyele ihanet etme sonucu düşülen duruma da rics demektedir.
100- Ve Allah’ın izni olmaksızın, bir nefsin bile inanması mümkün olmazdı. Ve kokuşmuşluk akletmeyen kimselerin üzerinedir.
Allah’ın izni insana en başta irâde, düşünme, akletme potansiyeli vererek yaratmasıdır. Bu sayede insanın imân etmesine de izin verilmiştir. Bu izin, akletme potansiyelinde yaratılmamış olan diğer canlılara verilmemiştir. Kurân hep aklı kullanmayı emreder ve kullanılmayan aklı akıl saymaz. (Bkz. Yâsîn:62 Krş. Furkân:44, Meryem:28, Arâf:169, Rad:4, Mülk:10, Sâffât:138, Kasas:60, Yûnus:16–100) Kurân’da sıkça vurgulanan “aklın kullanılması” Allah’ı anlamanın ve insanca yaşamanın temelini oluşturmaktadır. İnsanın davranışlarını belirleme, denetleme ve yargılaması ya da hayrı şerden, doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan ayırması ancak akılla mümkündür. Vahiy ile hayatın şekillenmesi aklın kullanılmasına bağlıdır. Kurân’da birçok yerde “Ey akıl sahipleri!” şeklindeki ilâhî hitap, akıl sahibi olmanın, dolayısıyla aklı kullanmanın önemine bir işârettir. İnsan ne sadece akılla kendini bulabilir ne de sadece vahiy ile yetinebilir. Allah’ın istediği, vahiyle aklın uzlaşarak işletilmesidir. Aklın gerektiği gibi kullanılmaması durumunda ise insanların insanlıktan çıkıp toplumda birlik ve huzurun bozulacağına dikkat çekilmiştir. Burada kullanılmayan akıl; akılsızlık, zekânın geri olması veya akıl hastalığı değildir. Burada aklın sulh ve selâmet istikâmetinde kullanılmamasına akletmemek denilmektedir. Zulmü, ifsâdı, yanlışı görüp bunu düzeltmeyen toplumlarda da bu akıl tutulması hâli bir virüs gibi yayılır. İnsanlar; haksızı-haklı, eğriyi-doğru ve suçu da mubah görmeye başlamışsa orada toplum yozlaşmış ve kokuşmuştur. Rics, Kurân’da sekiz kez geçmektedir. Kelime temiz ve temizliğin karşıtı olan kirlilik ve kir demektir. Her türlü rahatsızlık veren kir, pislik “rics” ile ifade edilir. Kelimenin ilk/kök anlamı, rahatsız eden şiddetli gök gürültüsü, deve sesidir. Sonraları, insana rahatsızlık veren ve bunlara sebep olan her şey manasında kullanılmıştır. (Bkz. Arâf:71)
101- De ki: “Semâlarda ve yeryüzünde ne olduğuna bakın! İnanmayan bir kavm, âyetlere ve uyarılara ihtiyaç duymaz.”
Göklerin ve yerin düzeni, uyumu aslında aklın doğru kullanılması için keşfi bekleyen birer âyet olarak sunulmuştur. İnanmayan bir kavim âyetler ve uyarılar ile karşılaşır ve bunu kâinat kitabı ile aklını doğru kullanarak okursa âyetler onlara kesinlikle fayda sağlar. Ancak meallerde -bu anlam çıksa da- âyetler ve uyarıların fayda sağlamayacağı, yararının dokunmayacağı veya bir şey kazandırmayacağı gibi negatif bir mana maalesef verilir. Burada “ve ma tuğni” ifadesindeki tuğni kelimesi “ğ-n-y” kökündendir. Bu kök Kurân’da aratıldığında ihtiyaçsızlık ve müstağni olma manasında ğâni kelimesiyle ifade edilmektedir. Bu sebeple inanmayan bir kavme fayda sağlamaz değil, inanmayan bir kavmin ön yargıları ve şartlanmışlıkları ile âyetlere ve uyarılara ihtiyaç duymadıkları, kibirleri yüzünden hakîkati keşfe sebep olacak alâmetlere müstağni bir tutum ortaya koyduklarını ifade ettiği kanaatindeyiz. Aklı vahyin kılavuzluğunda kullanmayanlar duygu ve düşüncelerini bir anda mutlaklaştırıp afâk ve enfûstaki açık alâmetlerden yüz çevirebilir. İnsanlık tarihi bunun örnekleri ile doludur. Şimdi buna bir âtıf yapılacaktır.
102- Yoksa onlardan önce geçmiş olan günlerin mislinden başkasını mı bekliyorlar? De ki: “Artık bekleyin, muhakkak ki ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.”
Araplar hem kötü zamanlara, hem de güzel nimetle dolu süreçlere “eyyâm” (günler) adını verirler. (Krş. İbrahim:5) Buradaki eyyâm, âfetlerin geleceğini önceden haber alan ancak bu habere ve uyarılara müstağni bir tavır takınan helâk olmuş kavimlere ve helâk günlerine bir göndermedir. Allah Resûlü’ne “Ben de sizin ile birlikte beklemekteyim.” dedirtilmesi insanlara din dayatmaması gerektiğine dair ikinci uyarıdır. Aynı zamanda bu teklif müşriklerin baskılarını da durdurmayı veya hafifletmeyi hedeflemektedir.
103- Sonra Biz, resûllerimizi ve inanan kimseleri işte böyle kurtarırız. Müminleri kurtarmamız üzerimize haktır.
Bu âyette hak kelimesi, görev, borç, ilke veya yasa anlamına gelmektedir. Yani Allah kelimelerine, sünnetine saygılı olanların, sebeplere sığınanların, bir sürprizle karşılaşmayacaklarını burada vaad ederek, ilkeli ve sırâtımüstakîmde bir Rabb tasavvuru inşâ etmektedir. El-Hak olan Allah sonsuz güven veren el-Mümin’dir ve vaadinden asla dönmeyen es-Sâdık olandır.
104- De ki: “Ey insanlar! Eğer dinimden ikilem içindeyseniz ben, sizin Allah’ın astında kulluk ettiklerinize kulluk etmem. Ve lâkin sizi tastamam kılan Allah’a kulluk ederim. Ve ben, müminlerden olmakla emrolundum.”
“Ellezîne ta‘budûne” ibaresindeki ilgi zamiri, burada kastedilenlerin özellikle insanlar gibi kendilerine kulluk edilen bilinçli varlıklar olduğuna delâlet eder. Kâfirûn sûresindeki “mâ ta‘budûn” ifadesi ise tapınılan nesneleri de kapsayan daha genel bir kullanımdır. Allah Resûlü’ne, ne İsrâîloğulları gibi bir kulun boyunduruğuna gireceği ne de din adına herhangi bir ruhbânın veya azizin dediklerine kayıtsız şartsız itaat edeceği söylettirilmiştir. Bu kula kul olmayan duruşu ile kendi dinini tarif ederek neyin mümini olduğunu açıklamıştır. Âyetteki “yeteveffa” kelimesine mevt/ölüm veya vefat gibi bir mana vererek “Sizi öldüren/vefat ettiren Allah’a kulluk ederim.” manasındaki meallerin âyeti anlamsızlaştırdığı kanaatindeyiz. Zîra bu cevap ikilemleri gideren, şirk ile bağlantılı muğlâklıkları kaldıran veya dini tanımlayan bir cevap değildir. Mevt sürecin sonu iken buradaki “teveffa” maddî-manevî süreçlere bakan bir kullanımdır. Kurân’da geçen “teveffâ” kelimesinin kökü “v-f-y [vefa]”dir. “V-f-y“ kelimesi “tastamam verme, eksiltmeden yerine getirme, söze bağlı kalma” demektir. “Müminleri kurtarmamız üzerimize haktır” ifadesi burada açıklanmıştır. Allah’u Teâlâ kulluğu, şirki, aracılığı göstererek hem sözünü eksiltmeden yerine getirmiş hem kılavuzluğunu tastamam yaparak din konusundaki ikilemleri ve muğlâklıkları bitirip dinini ikmâl, kullarına verdiği nimeti de tamamlamıştır. (Nimetin tamamlanması ile doğru kulluğun tastamam yapılması arasındaki bağlantı için bkz. “Bugün dininizi ikmâl ettim, size verdiğim nimetimi tamamladım.” Mâide:3 Ayrıca teveffa için bkz. Arâf:37)
105- Ve hanîf olarak yüzünü dine ikâme et. Ve sakın müşriklerden olma!
Buradaki “vech” kelimesi “yüz” anlamına gelmekle beraber, insanın bütün benliğini, dikkat ve ilgisini hanîf olarak dine odaklaması manasındadır. “Ekîm vecheke” ifadesi “hedefin belirlenmesi ile yola devam et” demektir. Hanf, meyletmektir. Ayaklarının birinde eğiklik olan kişiye “ahnef” ismi verilir. Hanîf, “hanef” mastarından bir sıfattır. “Hanef” ise dalâletten istikâmete, çarpıklıktan doğruluğa meyildir. Nitekim doğruluktan eğriliğe, haktan haksızlığa meyletmeye “cim” ile “cenef” denir. Hanîf kavramının asıl manası, “eğriliği bırakıp doğrusuna giden” demektir. Muvahhit Allah’ı birleyen, bir bilen iken, hanîf her tür bozukluğu, ahlâksızlığı, çirkinliği, eğriliği bir kenara bırakıp doğruya meyletmektir. Bu bilgiler ışığında kelimeyitevhitteki “la”nın hanîfe, “illallah”ın ise muvahhide karşılık geldiğini söyleyebiliriz. Menfaat veya bunların elden gitmesi korkusuyla kula, nefse, dünyalıklara kulluğu benimseyen müşriklik dinini yani insanı borçlu çıkaran yaşam tarzını terk edip (hanîf olarak) yüzünü tevhidin oluşturduğu adâlete çevirmek, bu uğurda gerekli kıyâmı/duruşu yapmak emredilir. Müşriklere karşı hanîf bir duruş sergileyen Hz. İbrâhîm’in milletinden olmanın gereği de budur. (Bkz. Rûm:30)
106- Allah’ın astından sana fayda ve zarar veremeyen şeylere dua etme. Eğer öyle yaparsan, o zaman sen mutlaka zâlimlerden olursun.
Allah’ın astında kendisini konumlandıran kişilerin, ruhbânların, azizlerin yarar ve zarar üzerinden cansız varlıkları totemleştirerek yaptıkları aldatmalar, devşirdikleri menfaatler birer zulüm aracı hâline geldiği âyette haber verilmektedir. Çarpıklıkları bırakıp hanîf olarak dinde kıyâm etmek bu tür zulümlere maruz kalmaktan da mümini koruyacaktır.
107- Ve eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa, artık onu, O’ndan başka görünür kılacak yoktur. Ve eğer sana bir hayır irâde ederse o takdirde O’nun fazlını geri çevirecek kimse yoktur. O’nu kullarından dilediği kimseye isâbet ettirir. Ve O; Ğafûr’dur, Rahîm’dir.
Allah’ın zarar dokundurması bağlam ile birlikte düşünülmelidir. Zîra bir önceki âyette Allah’ın hayır dilediği bir kula sanki onun astında olduğunu iddia edenler tarafından o hayrın veya şerrin ortadan kaldırılacağı yönünde güçleri varmış gibi bir algıyı yıkmak için bu örnek verilmektedir. Âyetin sonunun Ğafûr ve Rahîm esmâsı ile bitmesi, zararın farzı misal olduğunu teyit etmektedir. Zîra Allah’ın bir şeye gücünün yetmesi onu mutlaka yapacağı anlamına da gelmez. Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde olan kimselerin hepsi inanırdı (Yûnus:99) veya “Rabbin dileseydi yeryüzünde gezen bir canlı bırakmazdı”(Fâtır:45) mealindeki âyetler buna örnektir. Buradaki kıyas en başta zarar ve yarar üzerinden kurulduğu için bağlam bu şekilde ilerlemektedir. Kaldı ki yaşadığımız olumsuzlukların uzun vadede hayra dönüşebileceği hakîkati de asla unutulmamalıdır. Eğer sıkıntı kendi nefsimizden değil de Allah’tansa o dünyanın en güzel, en mübarek sıkıntısıdır. Merhametin tecellisi mağfiretteki koruma olarak kullara yansımaktadır. Allah’ın hayrı isâbet ettirmesi hâşâ kesinlikle rastgele, şans icabı değildir. Hayrı kullarından dilediği kimseye isâbet ettirmesinin şartı da bir sonraki âyette ifade edilecektir. (Allah’ın gelecek olan zararları yine kulun yararına âyetleri ile görünür kılması “keşefna” ile ifade edilmiştir. Ayrıca Bkz. Yûnus:98)
108- De ki: “Ey insanlar, Rabbinizden size hak gelmiştir! Kim hidâyete erdiyse, muhakkak ki kendi nefsi için hidâyete erer. Ve kim dalâlete düşerse artık kendi aleyhine dalâlettedir. Ve ben, sizin üzerinize vekil değilim.”
Ğafûr ve Rahîm olan Allah’u Teâlâ; afâk ve enfûs âyetleri ile eğri ve doğruyu, herkesin hidâyeti için gösterdiği ve tercihi insanlara bıraktığı net bir şekilde ifade edilmiştir. Bu ve bunun gibi âyetlerin tamamı din ve vicdan hürriyetinin teminatı olarak Kurân’ın tamamına yayılmıştır. Sûrede şirkin dayatmacı unsuruna dikkat çekilerek oluşturduğu zulümlere kıssalar üzerinden değinilmiştir.
109- Ve sana vahyolunana tâbi ol! Ve Allah, hükmedinceye kadar sabret! Ve O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.
Bir önceki âyette seçme özgürlüğü, burada ise özgürlüğün temini için yapılması gereken ifade edilmiştir. O da hükmü hâkimlerin hâkimi olan Allah’a bırakmaktır. Bu sabrı artıran yasa, dayatmacı bir tebliğden de insanı kurtaran yegâne şifâdır.
Yunus sûresinden anladıklarımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu Allah bilir.
|