Yûsuf Sûresi
Sûrenin bilinen tek ismi budur. Sûre baştan sona Yûsuf peygamberin kıssasını anlattığı için bu adı almıştır. Sûre tüm ilk tertiplerde Hûd-Hicr arasında yer alır. Hz. Osman’ın meşhûr tertibinde 53. sıradadır. Sûrenin üslûbundan dolayı boykot döneminden sonra 10. yılın sonunda indiğini söyleyebiliriz. Hz. Yûsuf bu sûre dışında Enâm ve Mümin sûrelerinde de ismen anılır. Diğer kıssaların kısa ve uzun anlatımlarla birden çok sûrede yer almasına karşılık, Yûsuf kıssası Kurân’da sadece bu sûrede anlatılmaktadır. Hz Yûsuf’un hayatındaki üç rüya, aynı zamanda onun hayatının dönüm noktalarını teşkil eder. Bunlar; Yûsuf’un kendi rüyası, mahkûmların rüyası, melikin rüyasıdır. Bir de Yûsuf’un üç gömleği anlatılacaktır. İlki mazlûm ve mağduriyeti anlatan kanlı gömleği, ikincisi Azîz’in karısının arkadan yırttığı iffet gömleği, sonuncusu da babası Hz. Yakûb’a gönderilen hasret gömleğidir.
Yûsuf sûresi Hz. Peygamber’e şu gerçeği söyler: Ey Mekke’nin Yûsuf’u! Taif senin kuyun, Mekke senin zindanın, hicret senin Mısır yolculuğun, Medine de senin Mısır’daki iktidarın olacaktır. Yûsuf’u bekleyen mutlu son seni de bekliyor.
Yûsuf kıssası Kitab-ı Mukaddes’te Tekvin bölümünün 37-45. bablarında de yer almaktadır. Farkları âyetleri işlerken ortaya koymaya çalışacağız.
Rahmân Rahîm Allah’ın ismi ile…
1-Elif, Lâm, Râ. İşte bu, mübîn kitabın âyetleridir.
Bu sûre de Yûnus ve Hûd sureleri gibi “elif”, “lâm” ve “râ” kategorizasyon harfleriyle başlamıştır. Elif, tevhid ve oluşturduğu adâleti, kurtuluşu anlatır. Lâm, şirk ve sebep olduğu zulümlerdir. Râ ise doğal âfetler ve akabinde toplulukların yaşadıklarının konu başlıkları ile özetlenmesidir. Mübîn, özünde açık olan ve gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan anlamına gelir. (Bkz. Yâsîn:12, Neml:1, Kasas:2, Yûnus:61)
2- Muhakkak ki biz, O'nu anlaşılır bir okuyuş olarak indirdik. Umulur ki akledersiniz.
Kurân kelimesi, mârife olarak geldiği yerlerde isim olarak son vahye delâlet eder. Nekira geldiği yerlerde bazen mastar manası taşır ve “okuyuş, toplanmış” gibi manalara delâlet eder. İsrâ 74’te Kurân bir araya gelmek, toplanmak anlamında “kurâne’l-fecr” şeklinde geçer. Anlamı fecir ışıklarının bir araya gelmesi demektir. Yine Kıyâmet 17’de “İnne aleynâ cem’ahu ve kur’ânehu/Muhakkak onu bir araya getirmek ve toparlamak bize aittir.” Zîra harflerin cem edilmesi, bir araya getirilmesi ile kelimeler, kelimelerin bir araya gelmesi ile âyetler dediğimiz cümleler oluşur. Bu cümlelerin toparlanması da sûreleri oluşturmaktadır.
Arabiyyen kelimesinin sadece terimsel anlamda “Arapça, Arap dili” olarak anlaşılması ve açıklanması doğru değildir. Zîra bu kelime “arabe” kalıbından olduğu kadar “arube” kalıbından da türemiştir. Kelimenin “arube” kalıbına göre anlamı “fesâhat, fasîh konuşmak” demektir. Arab’a, dili “açık ve anlaşılır” olduğu için Arab denmiştir. (Krş. Râd:37) O zaman ifadeye “Arapça bir Kurân olarak indirdik.” yerine “Detaylar vererek öz ve hikmetle, açık ve anlaşılır bir şekilde meramını aktarabilen bir okuyuş olarak indirdik.” dememiz daha doğru olacaktır. Bu nedenle Arap kelimesini, lügat manası ile çevirmeyi uygun görüyoruz. Zîra günümüzde Arap denince insanların zihnine sadece belli bir coğrafyada Arapça konuşan bir ırkın adı gelmektedir. Kurân’da ise bağlama göre değişmekle birlikte genellikle bir ırktan değil meramın sağlıklı aktarılmasından bahsedilir. “Arabbiyyen” kelimesine kök manasını verdiğinizde artık orada mana yerel bir lisân veya ırkı kastetmekten çıkıp âlemlerin Rabbinin hitabına uygun evrensel bir mahiyet kazanacaktır. Arabiyyen; apaçık, anlaşılır; acem(ce) ise açıklayamayan/kapalı, meramını anlatmada acemi demektir. İndirilen âyetlerin mübîn ve arabi olmasının tek hikmeti âyetin sonunda şöyle özetlenmiştir: “Umulur ki akledersiniz.” Anlamayan akledemez, akletmeyen hayatına tatbik edemez.
3-Sana vahyettiğimiz bu okuyuşla kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Ve sen, ondan önce elbette gâfillerdendin.
Kıssa kelimesinin esas anlamı izlemek, izi tâkip etmektir. Kehf 64 ve Kasas 11’de bu anlamda kullanılmıştır. Kıssa; daha çok, bir haberi nakletme, bir olayı anlatma, hikâye etmek demektir. Anlatılan hikâye ve olaya da “kıssa” denilir. Kasas ise, sözü ardı arkasına söyleyerek anlatmak demektir. (Bkz. Arâf:176) Kıssa dilimize de girmiş bir kelimedir. “Kıssadan hisse” ve “bir kıssa bin hisse” gibi tabirler Türkçede sıkça kullanılır. Kıssa, edebiyatta “hikâye” anlamında kullanılır. Hikâye ise, olmuş veya olması muhtemel olayları belirli birtakım noktaları ön plâna çıkararak anlatan edebiyat türüdür. Kurân’daki kıssalar, meydana gelmiş olayları anlattığı için seçilen gerçek kıssalardır.(Bkz. Tâhâ:99)
Ahsene (en güzel) demektir. Ahsenu’l-kasas terkibindeki kasas kelimesi, “hikâye etmek” manasında mastardır. Buna göre ahsenu’l-kasas “en güzel anlatış, üslûp” demektir. Ancak mastarlar mefûl yerine de kullanıldığından ahsenu’l-kasas terkibi, “kıssaların en güzeli” manasını da kapsar. Kıssaların en güzeli demek Kurân’ın diğer kıssalarından daha güzeldir manasına gelmemektedir. Zîra âyetin sonundaki gaflet, Yûsuf kıssasının bilindiğini; ancak hikmetten uzak anlatımlardan dolayı hayata tatbiki olmayan mahiyetine bir âtıftır. Yapılan kıyas Kurân’ın anlattığı ile geleneğin bildiği, Tanah'ın ve Hıristiyan eski Ahit’inin ilk kitabı olan Tekvin kitabının arasındaki derin farktır. Yûsuf kıssasının girişi olan bu âyette, peygamberimizin kıssa hakkında daha önceden herhangi gerçekçi bir bilgisinin bulunmadığı, gaflet ile vurgulanmıştır. Ehlikitap ve onların kaynaklarından uzak bir hayat süren Hz. Peygamber’in bu kıssayı detayına kadar inerek mükemmel bir şekilde hikmetle ortaya koyması Kurân’ın beşerüstü oluşuna başka bir kanıttır. Kıssaların en güzeli tabirini, Kurân’da anlatılan bütün kısalara şâmil olarak anlaşılmalıdır. Zîra Kurân’da anlatılan bütün kıssalar güzeldir.
4- Hani Yûsuf, babasına demişti ki: “Ey babacığım, muhakkak ki ben on bir gezegen, güneş ve ay gördüm. Onların bana secde ettiklerini gördüm.”
Kevkeb kelimesi “kebe”den türetilmiş olup lügatte “ait olduğu sistem ile hareket eden parça” demektir. Ve kelime daha çok “büyük yıldız toplulukları ve gezegen” manasına gelir. Ayrıca her şeyin kevkeb’i büyük olanıdır. Jüpiter, Venüs, Mars, Satürn ve Merkür'ün Dünya'dan baktığımızda çıplak gözle görüldüğünü; ancak bunların çok uzak oldukları için yıldız gibi algılandığını söyleyebiliriz. Kurân, “necm/yıldız” ile “kevkeb/gezegen”i kullanım olarak birbirinden ayırmıştır. Hz. İbrâhîm’in gökte gördüğü gezegen için de “Bu benim Rabbim!” dediği Enâm 76’da anlatılır.
Genç Yûsuf’un gördüğü bu rüya başına gelecek olayların fitilini ateşlemiştir. Peki, küre şeklindeki bir gezegenin secdesi nasıl olur? “Güneş ve ay bana secde etti.” denildiğinde muhatabın aklında nasıl bir şekil canlanır? Bu yüzden şekle-şemâile sığmayan bu durumdan dolayı bu rüyada bahsi geçen “sâcidîn/secde edenler” lafzı fizikî değil sembolik anlaşılmalıdır. Bu durumda, ay ve güneş gibi devasa kütleli, gezen gök cisimlerinin Hz. Yûsuf’un istediği şekilde ve doğrultuda hareket ettikleri, o istediğinde gece, istediğinde güneşin doğup gündüz olması rüyanın konusudur ve özet olarak ifade edilmiştir. Konuşmasında hiç rüya kelimesini kullanmaması, bir sonraki âyette babasının “rüyanı anlatma” demesi, Yûsuf’un rüyadan -detaylarına girmeden- kısaca bahsettiğini göstermektedir. Genç Yûsuf’un rüyasında her şey onun emrindedir. Gök cisimlerine secde edildiği, direkt olarak veya aracı kılınarak tapıldığı bir kültürde görülen rüyanın -putlaştırılan mahlûkatın secdesinin- bilinçaltına itilenlerin neler olduğunu bize anlatmaktadır. Hz. İbrâhîm döneminde olduğu gibi Hz. Yûsuf’un çocukluk dönemlerinde de gök cisimlerine tapılmakta, onları temsil eden simgelere secde edinme inancı devam etmektedir. İnsanlar tarih boyunca ulaşamadığı, erişip hükmedemediği, boyun büktürüp secde ettiremediği, anlamlandıramadığı her mahlûka yüce, ulvî manalar yüklemiş, ilâh muamelesi yapmış ve korkarak onlara tapınmıştır. Hz. Yûsuf’un bu rüyası; bilinmeze, maddî olana, şuursuz ve âciz varlıklara tapınma anlamına gelen şirkin tam tersine döneceğine dair gaybî bir ihbardır. Zîra tevhit, yaratılanı doğru yerde tanımlayarak insanı madde karşısında küçültmez. Gök cisimlerine tapınma, onları bazı olay ve olgularla irtibatlandırma şirki günümüzde de çok yaygındır. Astrolatri, yıldızlara ve diğer göksel cisimlere tanrı olarak ibadet etme veya tanrıların göksel cisimler ile ilişkilendirilmesidir. Bunun en yaygın örnekleri, dünyadaki politeistlik sistemlerde Güneş ve Ay tanrılarıdır. Ayrıca Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn gibi kayda değer gezegenlerin Babil'de tanrılarla ve dolayısıyla Greko-Romen diniyle ilişkilendirilmesi de örnek olarak gösterilebilir.
Peki, Genç Yûsuf neden böyle bir rüya gördü? Kurân bunu bize neden anlattı? Rüya ile amel olur mu? Allah, resûlleri ile rüya yoluyla konuşur mu? Rüya kelimesinin manası nedir? Rüya, “görmek” manasına gelen “rü’yet” mastarından alınmış bir isim olup beynin korteks bölümü pasif iken bilinçaltının uyku hâlinde aktif olarak müşâhede edilmesidir. Türkçede buna “düş” denir. Rüya bir bakıma iç dünyamızın, korkularımızın, endişelerimizin, hayallerimizin aynasıdır. Rüya, dış dünyadaki gerçeklerden, öğrenilenlerden beslenir. Bazı ilim adamları rüyanın gelecekle değil, geçmişle ilgili olduğu tespitini yapmışlardır. Geleceği anlatan rüyalar bile geçmiş kaygı, istek ve arzuların birer yansımsıdır. Aslında görülen gelecek değil, geçmiştir. Rüya; her ne kadar geçmiş ve şimdinin hüzünlerinden ve yaşanmışlıklarından kaynaklansa da geleceğe ilişkin duyulan kaygı ve endişelerle birlikte insanın arzû, istek ve hedeflerine yönelik olduğundan kaygan bir zemindir ve rüya ile amel edilmez. Hz. Yûsuf’un zindan arkadaşları efendilerine üzüm sıkmakta ve ekmek taşımaktadır. Bu iş gelecekte yaşayacakları değil, geçmişte sürekli meşgul oldukları, belki de ezilmişliğin verdiği utancı bilinçaltlarına itmeleri sonucudur. Melikin gördüğü inek ve başaklar, kurak dönemlerde halkın kıtlık ve yoksulluk çekme korkusunun, bunu gaile edinmesinin sembolik müşâhedesidir. İşlediğimiz âyette de gençliğe adım atmak üzere olan Hz. Yûsuf’un, tıpkı büyük dedesi Hz. İbrâhîm gibi şirk kültürüne karşı sorgulayıcı bakışı, tevhit ve adâletin önünde herkesin eğilmesi gerektiği hedefi, rüyası, arzusu ve isteği ifade edilmiştir. Bu bakımdan rüyaların, hatta simgelerin anlamı bile görene göre değişir. Geleceğe ilişkin kararlarda gözü kapatmak değil; uyanık olmak, istişâre ve analizler, gözlem ve araştırma yapmak gerekirken ne yazık ki Müslüman gelenek, Kurân’da âtıf dahi yapılmayan istihâre namazı ve arkasından uykuya yatmak ile geleceğini şekillendirme yolunu tercih etmiştir. Önemli kararlar almadan önce emek verip araştırmak, gözlem yapmak veya risk analizlerini değerlendirmek yerine en kolay yol olan uyumayı tercih etmenin sebebi pek de anlaşılmaz değildir. Gelecek gaybdır ve gaybı yalnız Allah bilir. Peki, Allah gaybı bize rüya yoluyla gösteremez mi? Allah bir beşerle ancak vahiy, perde arkasından ya da bir elçi gönderip izni ile dilediğini vahyetmesi şeklinde iletişime geçer. (Bkz. Şûra:51) Burada dikkat edilirse rüya yoluyla şeklinde bir madde yoktur. Peki Enfâl 43’teki uykuda düşmanın az gösterilmesi Allah’ın kuluna gönderdiği mesaj değil midir? Bu görülen rüya Allah’a tam tevekkülün sonucudur. İmânın verdiği özgüven ile onun resûlü, düşmanı az görmüştür. Failin Allah olmasının sebebi de resûlüne gönderdiği ayetlerle savaşı kazanacağına dair onu ikna etmesindendir. Bu iknanın yansıması görülen rüyadır. Tam tersini düşündüğümüzde imân azlığı veya tam tevekkül etmeyen biri de düşmanı olduğundan güçlü ve kalabalık görebilirdi. İlkinde umutlar, beklentiler, burada da korkular bilinçaltına atmış olacaktı.
5- Dedi ki: “Ey oğulcuğum, rüyanı kardeşlerine anlatma! O zaman sana karşı plân kurarlar. Muhakkak ki şeytân, insana apaçık düşmandır.”
Rüyalar bilinçli olarak şekillenmez. İnsan ne görmek istediğini kendisi seçmez ise görülen bir rüyadan dolayı bir insan başka birine düşman olup sinsi plânlar kurar mı? Hz. Yakûb’un kardeşlere karşı sürekli Yûsuf’u koruma eğilimi en baştan beri aile içi sorunların olduğunu göstermektedir. Bu fırkalaşma ilerleyen âyetlerde Hz. Yakûb’un oğullarına güvenini kaybetmesine sebep olacaktır. Hz. Yakûb’un bu tepkisi diğer oğullarının Yakûp’tan sonra kimin peygamber -saltanat misali- olacağına dair sorularının ve beklentilerinin olmasından kaynaklı olabilir. Zîra bir işâret bekleyen biri bu rüyayı beklenen işâret olarak algılayıp, oğulları örgütleyip, Yûsuf’u devreden çıkarmayı düşünmüş olabilirler. Dikkat edilirse burada düşman kardeşler değil tekil olarak ifade edilen şeytandır. Bu şeytanca düşünce ve duygular ile hareket eden azmettirici sonraki âyetlerde izah edilecektir. Mevcut durumu ve kıskançlığı kullanan biri her türlü kötülüğü yapabilir. Yönetim, iktidar ve makama geçme arzusu insanları kardeş katili dahi yapmıştır ve tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur.
6-Ve böylece, Rabbin seni onlardan ayıracak ve hâdiselerin tevîlini öğretecektir. Sana ve Yakûb ailesine, daha önce ebeveynin İbrâhîm ve İshâk’a tamamladığı gibi nimetini tamamlayacaktır. Muhakkak ki senin Rabbin, Alîmdir, Hakîmdir.
İctiba; insanın, bir şeyi kendisi için ayırması demektir. Cibâye ise; faydalı şeyi toplamaktır. Seçmek manasındaki ıstıfa seçkin anlamındaki mustafadan farklıdır. Yectebike kelimesi “uygun kıvama gelmek için bir sürecin içine ayıklanma, elenip saf hâle gelmek” demektir. Rafine hâle gelen Yûsuf “hadiselerin te’vilini” öğrenerek yani görünen olayları doğru okuyarak zamanında tedbirler üretebilecektir. Dikkat edilirse Hz. Yûsuf’a “Rabbim sana rüyaların tabirini öğretecek!” denilmemiş, “hâdisatın tevîlinin öğretileceği” ifade edilmiştir. Bu ilim nimeti ile Hz. Yûsuf, Alîm ve Hakîm esmâsından nasiptâr olmuştur. Hâdisatı bilgi ve bilinç ile doğru okuyan birinin verdiği hükümler de isâbetli olacaktır ki, bu da nimetin tamamlanmasıdır. Nimetin tamamlanması, Hz. Yûsuf’tan sonra uzun bir süre nebî-resûl gelmeyeceği, bir fetret dönemi yaşanacağı şeklinde anlaşılmıştır. (Bkz. Nihayet O/Yûsuf ölünce de: "Bundan sonra Allah asla resûl göndermez." dediniz. Mümin:34) Peki neden Yûsuf? Çünkü o iffetli, çok ahlâklı, düzgün bir çocuktur. Hâdisatı sağlıklı bir gözle değerlendirebilecek bir bakışla kendini eğitmiştir. Çocukken yapılan tercihler, hayatın devamında belirleyici olabilmektedir. Büyüdükçe kaybettiğimiz o masûmâne çocuksu bakışı yitirmek, bizleri olayları art niyetle okumaya ve hatalı hükümlere sürüklemektedir.
7- Doğrusu Yûsuf ve kardeşlerinde, soranlar için âyetler vardır.
Neden soranlar için âyetler vardır? Çünkü âyeti yani işâret ve alâmetleri ancak sorgulayan bir bakış görebilir. Sorgulamak, sorguya çekmek için değil; öğrenmek ve daha doğru bir şekilde yaşamak içindir. Bu mübarek âyet, kıssaları geçmişte yaşanmış bir hatıra gibi değil, kıssadan hisse almak için okunmasını emreder. Sormak; düşünmenin gereği, aklın şükrü, doğru ve sağlıklı bilginin bedelidir. Sorgulanmamış hayat, hayat olmadığı gibi sorgulanmamış inanç da, inanç değildir.
8- “Yûsuf ve onun kardeşi, babamıza gerçekten bizden daha sevgilidir.” demişlerdi. “Ve biz sıkı bir grubuz. Muhakkak ki babamız, gerçekten açık bir dalâlet içindedir.”
Bir resûl olan Hz. Yakûb’u açık bir dalâlette gören, kardeşini öldürmekten geri durmayan, güneş, ay ve gök cisimlerine secde etmeyip onların kendisi için yaratıldığını söyleyen birine sinsi plânlar kuran biri mümin olabilir mi? (Bkz. Ey imân edenler! Eşlerinizden ve evlâtlarınızdan size düşman olanlar çıkabilir; onlara karşı dikkatli olun! Teğabûn:14) Hz. Nûh’un oğlu ve karısının neyi tercih ettiğini, kıskançlıktan Kabil’in Habil’e neler yaptığını Hz. Yakûb çok iyi bilmektedir. Âyette “Yûsuf ve küçük kardeşimiz…” yerine “Yûsuf ve onun kardeşi…” ifadesinde “biz ve onlar” şeklinde bir fırkalaşma zihniyeti deşifre edilmektedir. Yûsuf ve kardeşini kendi sıkı gruplarının içine dâhil etmemeleri onların üvey kardeş olabileceği ihtimalini güçlendirmektedir.
Usbe kelimesi “sıkı, birbirine bağlı, tutkun on ile kırk kişiden oluşan bir topluluk” anlamına gelmektedir “Usûbet” de kuşatmak, kaplamak manasınadır. Burada kardeşlerin güç odaklı hayatı okudukları anlaşılmaktadır. Şahsiyetten çok sürü içinde güçlü kalma yanlısıdırlar. Niceliğe aldanmak tekâsürün sonucudur. Rabbin katında, sayısal çokluktan ziyâde nitelik/kalite daha değerlidir. Zîra takva bir niteliktir. Günümüzdeki anne-babalar çocuklarının sadece notları, ticarî başarıları ve kazandıkları paralar ile ilgileniyor; niteliği, ahlâkı, takvayı önemsemiyorsa, Yûsuflar bu zihniyet yüzünden kuyulara terk edilecektir.
9- Yûsuf’u katledin veya onu bir yere atın! Babanızın vechi, yalnız size kalsın! Ve ondan sonra sâlihler kavminden olun!
Burada konuşan kimdir ki kendisini evlâtların içinde saymamaktadır? Babamız ifadesinin yerine “ebikum” diyerek sizin babanız demektedir. Aynı zamanda ailenin en gizli, en mahrem konularını bilmektedir. Ağabeylerini, Yûsuf’u doğrudan öldürme ve ölüme terk etme şeklinde azmettirmiştir. Hz. Yakûp, Yûsuf’un ağabeylerinin sinsi plânlar kurabileceğini, bu yüzden rüyanın onlara anlatılmamasını istemesine rağmen anlaşılan odur ki Yûsuf’un rüyası bir şekilde üvey annesinin kulağına gitmiş, ölümcül plânı o kurmuş ve çocuklarına da azmettirmiş olabilir! Üvey anne dehşeti, geçmişte ve günümüzde yine sık rastladığımız bir çekememezlik ve kıskançlık krizinin sonucudur.
Burada “Babanızın vechi yalnız size kalsın!” ifadesi sadece sevgi ve ilgi ile açıklanamaz. Zîra babanın sevgisini kazanmak için bir kardeşi öldürmek pek de akla uygun değildir. Ortada belirli bir mal-mülk de yoktur. Kıtlık zamanı buğday için Mısır’a gitmelerinden dolayı durumları bellidir. Hz. Yakûb’un babası İshâk peygamberdir, onun babası da yine peygamberdir. Şu durumda ağabeyler ve anneleri bu silsileden pay almak istemiş olabilir. Vech, zaten insanı diğer insanlardan ayıran yüzü demektir. Lâfzen “yüz anlamı” aynı zamanda kişinin ayırt edici kimliğidir. Peygamberlik; önemli, itibarlı bir makamdır. Küçümsenen Yûsuf ve kardeşinin, babanın sevgi ve ilgisi ile peygamber seçileceğinin yanılgısı dengeleri bir anda alt üst edebilir. Yûsuf’a semâî dev cisimlerin secdesini konu alan rüyanın, ağabeylere anlatılmaması gerektiğinin nedeni de buradan anlaşılmaktadır. Rahmân 27’de “zülcelali vel ikrâm” olan Rabbin vechinin bâkî kalması, hâlıkı mahlûktan ayran en önemli fark, veçhin bâkîlik olmasından dolayıdır.
Sâlihler kavmine katılmak, istiğfar veya tevbe etmek değildir. Sâlih olan peygamberler silsilesine katılmaktır. Zaten her resûlün duasında bunu okumaktayız. Hz. Yûsuf da sûrenin 101. âyetinde şöyle dua etmiştir: “Beni Müslüman olarak tamamla ve beni sâlihler arasına kat!” Ayrıca Tevbe 119’da sâlihlerle beraber olunması emredilmiştir.
10- İçlerinden bir sözcü dedi ki: “Yûsuf’u katletmeyin! Yapacaksanız, onu kuyunun dibine bırakın! Seyyarlardan biri onu bulur.”
Ğıyâbe; karanlık, bulut, bir şeyi gözlerden kaybeden herhangi bir yer demektir. Cubb; taşlarla örülmemiş, sadece su bulununcaya dek oyulmuş insanı boğmayacak kadar suyu az; fakat çıkılamayacak kadar da derin kuyudur. Kelime Kurân’da sadece bu sûrede geçer. Örülmüş olanına “bi’r“ denir. Kuyuya “cubb” adının veriliş sebebi yer içinde belli bir şekilde açılmasından dolayıdır. Bu tür bir kuyunun seçilmesi, Hz. Yûsuf’un oradan çıkmasına engel olabilecek kadar derin ama onu boğmayacak kadar suyu az bir kuyu olmasındandır. Kelimenin önündeki “el” takısı, bu kuyunun herhangi bir kuyu değil, kardeşlerin bildikleri ve plânda belirgin olarak ifade edilen “malûm/bilinen” bir kuyu olduğunu göstermektedir. “Yûsuf’u katletmeyin! Yapacaksanız…” ifadesinden ve seçilen kuyunun mahiyetinden de onu öldürme değil tam aksine onu ölümden koruma çabası anlaşılmaktadır. Anneye karşı konuşanın kardeşlerini temsilen fikrini söylediği ve sözünün kesilmemesi, itirazın gelmemesi sözcünün kendisini dinleten güçlü bir ağabey olma ihtimalini akla getirmektedir. Rivâyete göre, bu fikri ileri sürenin Hz. Yakûb’un en büyük oğlu olduğunu Taberi de nakletmiştir.
11- “Ey babamız! Sana ne oluyor ki? Yûsuf’u bize emânet etmiyorsun. Ve muhakkak ki biz, onun iyiliğini isteyenleriz.” dediler.
Nâsih kelimesi, “nasihat veren, iyiliğini isteyen” anlamında çevrilmiştir. Aynı kökten gelen “nasûh”, halîs, saf, samimi demektir ki, Kurân’da halîs tevbenin bir sıfatı olarak kullanılmaktadır. Burada ağabeyleri, Yûsuf’un iyiliğini istemekle aslında dolaylı manada onu ölümden kurtararak doğru söylemektedirler. Zîra “Yûsuf’u katledin!” diyen biri her tür kötülüğü yapabilir. Genç Yûsuf’un o aileden bir an önce uzaklaşması onun hayrınadır. Ağabeyleri, önerdikleri bu plânla -her ne kadar işin varacağı yeri bilmeseler de, “bunun şuurunda” olmasalar da- kardeşlerinin hayatını kurtarmışlardır. Bazen şer görünen şeylerde hayır, hayır gibi görünenlerde şer olabilir. Biz bilemeyiz, Allah bilir. (Bkz. Bakara:216) Bir kulu Allah sevdi mi onu öldürmek isteyenleri bile ona hizmet ettirir.
12-Yarın onu bizimle gönder! Bol bol yesin ve oynasın! Ve muhakkak ki biz, onu gerçekten muhafaza edenleriz.
Gençler, “Yesin, içsin, eğlensin!” gibi bahanelerle ailelerinden koparılmakta, karanlık kuyulara sürüklenmektedir. Milyon dolarlık oyun sektörü, yapılan dev stadyumlar ve fastfood beslenme alışkanlığı yeni nesli haz çukurlarına düşürmekte; hayatı, ölümü ve gerçek dünyayı sağlıklı okuma hususunda, gençlerin gözlerine bir gaflet perdesi çekmektedir. İrâdenin henüz tam gelişmediği yaşlarda ebeveyn olarak bize düşen, yasakçı bir tutumdan ziyâde çocuğa irâdesini yönetmeyi öğretmek ve kuzu görünümlü kurtlardan yavrularımızı korumak olmalıdır.
13- Dedi ki: “Onu götürmeniz muhakkak ki, beni mahzûn eder. Ve siz ondan gâfilken, onu bir kurdun yemesinden korkarım.”
Hz. Peygamber’den nakledilen bir hadiste belirtildiği gibi Hz. Yakûb “Onu kurdun yemesinden korkarım.” şeklindeki sözü ile evlâtlarına, bir açıdan tasarladıkları plânı nasıl örtbas edecekleri konusunda yol göstermiştir. Gerçekten 17. âyette de görüleceği üzere onlar bu fikri aynen uygulayacaklardır. Öte yandan Hz. Yakûb’un üslûbu tanıdık olduğumuz resûl üslûbudur. “Beni mahzûn edersiniz!” yerine “Mahzûn olurum/üzülürüm!” demektedir. “Ona siz bir kötülük yaparsınız.” yerine “Siz ondan gâfilken-habersizken onu bir kurdun yemesinden korkarım!” diyerek ben dilini kullanması, suçlayıcı olmaması örneklik teşkil eden, incelikli bir ahlâktır.
14- Dediler ki: “Biz gerçekten sıkı bir grupken, eğer onu kurt yerse muhakkak ki hüsrâna uğrarız.”
Hüsrân; umulan, beklenilen bir şeyin elde edilememesinden duyulan acı, düş/hayal kırıklığıdır. Husr kelimesi lügatte, “zarar etmek ve ziyanda olmak” gibi anlamlara gelen “h-s-r” kökünün türemiş şeklidir. Hasira; iflas etti, battı demektir. Bu kavram, hem maddî hem de manevî kaybı belirtir, insanın dünya ve âhiret başarısızlığını ifade etmek için kullanılır. Kurân’da 60 yerde manevî, 4 yerde maddî anlamda geçer. Ağabeyleri, Yûsuf’u öldürmek isteyenlerden kurtarıp kurda kaptırmalarının tam bir hüsrân olacağını ifade etmiştir.
15- Böylece hep beraber, onu kuyunun dibine bırakmak için götürdüler. Ve biz, onların şuursuzca yaptıklarını onlara haber vereceğini, ona vahyettik.
Tefsircilerin birçoğu, âyette geçen “Biz Yûsuf’a… vahyettik” ifadesine dayanarak Hz. Yûsuf’a peygamberliğin geldiği kanaatindedir. Bazı yorumcular, Yûsuf’a yapılan vahyi gerekçe göstererek Yûsuf’un kuyuya atıldığında iyiyi-kötüden, doğruyu-yanlıştan ayırabilecek ve imtihan mükellefiyetinin başladığı buluğ yaşına girdiği şeklinde anlamıştır. Tevrat’a göre, Hz. Yûsuf’un başından bu olay geçtiği zaman onun yaşı 17 idi. Zaten 19. âyette “ğulâm” ifadesi yer almaktadır. Ğulâm, şehvetin şiddeti manasına gelen “iğtilâm” kökünden alınmıştır. Bu da ancak “bâliğ” olanlarda bahis konusudur. Araplar 20 yaşındaki delikanlılar için de ğulâm tabirini kullanır. Bu tabirin aslında bâliğ/buluğa erenler için kullanılması daha doğrudur. Bu özellik, çocukluk yaşından çıkmış (vildân- sâbi olmayan) kimselerde olur. Bu da delikanlılık (ergenlik) çağıdır. Küçük çocuğa ğulâm denilmesi mecazîdir. Ğulâm/delikanlı sözcüğü, şeyh/ihtiyâr sözcüğünün zıt anlamlısı olarak kullanılır. Henüz tam genç (fetâ’) dediğimiz yaşa ulaşmamış, çocukluktan yeni çıkmışlar için kullanılmıştır. Ergenlik yaşı normalde kız çocuklarında 8-13, erkek çocuklarında ise 9-14 yaş arasıdır. Hz. Yûsuf’un 8-9 yaşlarında olma ihtimali yüksek görülmektedir. Zîra 12. âyette kardeşlerinin “Yesin, içsin, oynasın!” demeleri, 13. âyette Yakûb peygamberin onun kendisini kurttan koruyamayacağını ifade etmesi, 19. âyette de yolcu kafilesi tarafından “lukata/buluntu” olarak kabul edilmesi, Yûsuf’un kuyuya atıldığında yeni çocukluktan çıkmış; ancak “fetâ” denilen gençlik yaşına ulaşmamış olduğunu göstermektedir. Yûsuf’a vahyedilmesi, nübüvvetin verilmesi manasına gelmez. Bu vahiy, Mûsâ peygamberin annesine (Kasas:77) ve bal arısına (Nahl:68) yapılan “vahiy” türünden ”bilgilendirme, içine doğma, his gibi bir duygu” olabilir. (Bkz. Necm:4, Tâhâ:38, Mâide:11) Ben değil de “Biz ona vahyettik!” ifadesinden; doğrudan değil, dolaylı bir bilgilendirme olduğu anlaşılmaktadır. Zaten 22. âyette de nübüvvetin Yûsuf’a en şiddetli ve kuvvetli olduğu gençlik çağında verildiği bilgisi vardır. Bu meşakkat döneminde Yûsuf’a vahyedildiğine dair Kitab-ı Mukaddes ve Talmud’da da herhangi bir ifadeye rastlanmıyor. Aksine Talmud’a göre, Yûsuf kuyuya atıldığı zaman bağırmış, ağlamış ve ağabeylerini imdada çağırmıştır. Kurtulmanın daha emin yolları yokmuş gibi “Kuyuya atıldım.” diye ağlamış, bağırmıştır. Fakat Kurân’ın bize çizdiği tabloda, vahyedilme sonucu Yûsuf neyin, niçin yaptığının farkındadır. Zaten kuyunun içine atma değil, indirilme söz konusu olduğundan Yûsuf’un aldığı vahiyle yapılanlara pek de direnmediği anlaşılmaktadır. Zîra vahiy “onun ölmeyeceğinin, gelecekte kardeşlerine yaptıklarını bir bir anlatacağının teminatını” vermiştir. Kardeşlerin ne vahiyden haberleri ne de Yûsuf’un akıbetine ilişkin herhangi bir şuurları vardır.
16- Ve akşam babalarına ağlayarak geldiler.
Gün karardıktan sonra gelmeleri ikna ediciliği arttırmakta, son bir umutla babalarının Yûsuf’un peşinden gitmesine engel olmuştur. Bu detay, kuyunun yaşadıkları yerden uzaklığını anlatmak için de olabilir. Ağlamak hem inandırıcılığı arttırmakta hem de bu işte bir dâhlerinin olmadığı îması taşımaktadır. Tabiî ki bunlar, sadece gerçeği kamufle etmek içindir.
17- Dediler ki: “Ey babamız! Biz, yarış yapmak için gittik ve Yûsuf’u eşyâmızın yanına bıraktık. Bu esnada onu kurt yedi! Biz doğru söylesek bile, sen bize inanacak değilsin.”
Ağabeylerin yarışması, onların da yaş bakımından birbirlerine yakın, çocukluk ile gençlik dönemlerinde olduğunu gösterir. Mümin kelimesi genelde imân eden kimselere verilen inançsal bir kimlik olarak tanımlanır. Ancak Kurân mümin kelimesini salt inançsal değil, daha geniş manada kullanarak gerçek müminin kim olduğunun tanımını da yapmaktadır. Yûsuf’un ağabeyleri sözlerindeki sadâkat ile mümin olmayı gerekçelendirmiştir. Bu minvalde mümin; elinden, dilinden kimsenin zarar görmediği, insanlara doğruluk ve dürüstlükleri ile güvenen ve güven verendir. Mümin sadece inançlı değil, güvenilir insan demektir. Bu tanımdan hareketle, insanları aldatan ve güven vermeyenlerde imân aranmaz. Allah Resûlü Hz. Muhammed’in dediği gibi “Aldatan bizden değildir.”
18- Ve üzerinde yalandan kan sürülmüş gömleğini getirdiler. Dedi ki: “Bilakis sizi, nefsiniz bir işe sürükledi. Artık cemil bir sabır... Ve senaryolarınızın üzerinde el-Müsteân olan Allah vardır.”
Sabır; direnmek, sıkıntılara göğüs germek, kararlı olmak demektir. Cemîl, olumlu özelliklerin bir arada olması/cem olmasıdır. ‘Sabrun cemîl’; burada şikâyet etmeden, yük olmadan, safını kaybetmeden yapılan olumlu, iyi, güzel direnişlerin tamamına denir. Sadece iftira, sıkıntı ve zorluklara tahammül etmek değil, doğru olanı insanlara ulaştırmada da yapılan hikmetli mücadelenin adıdır sabrıcemîl. Bu peygamber ahlâkı, Hz. Muhammed’den de şöyle istenmiştir: “Artık, cemîl bir sabır ile sabret!” (Meariç:5) El-Musteân, yardım istenilen, yegâne yardım merciî, eşsiz ve benzersiz yardım kaynağı demektir. Yûsuf kuyuya bir kandırmaca sonucu indirilmiş, sonra ip çekilerek orada bırakılmıştır. Suya veya su dolu bir yere girmeden önce bazı giysilerin çıkarılması ve o gömleğin kardeşler tarafından kan sürülerek kullanılması muhtemeldir. Burada hakîkati karartmak, örtmek için kullanılan gömlek 26. âyette hakîkatin ortaya çıkması için bir delile dönüşecek ve 93 ve 96. âyetlerde basîretleri açmaya vesile olacaktır. Kitab-ı Mukaddes şöyle der: “Ve Yakûb elbisesini parçaladı ve çulunu beline doladı. Ve oğlu için yıllarca ağladı.” (Tekvin, 37:34). Talmud ise acıklı haberi aldıktan sonra Hz. Yakûb’un kendini kederin kucağına koyuverdiğini ve yüzünü yerlere çaldığını söyleyerek işin aslından haberdar oluşunu ve bu düzeni cemîl bir sabırla karşıladığını reddeder. Ancak Kurân’da, tutumundan dolayı Hz. Yakûb’un evlâtlarının yaptıklarından haberdar olduğu ve bu ayrılığın el-Musteân olan Allah’ın bir çeşit yardımı olarak okuduğu anlaşılmaktadır. Ancak o, bu hasretliğin nasıl bir güzellikle biteceğinden habersizdir. “Senaryolarınızın üzerinde el-Müsteân olan Allah vardır.” cümlesi, bu senaryoyu da onlara kendisinin bir şekilde verdiği îmasını taşır. Metânetinin bir sebebi de budur. Artık ev, Hz. Yûsuf için güvenli değildir. Zîra kurtlar evin içindedir. Mekke’nin Yûsuf’u peygamberimize de zımnen aynı mesaj veriliyor: “Artık bu şehirden çık, zîra bunlar sana her an bir kötülük yapabilir.”
19- Ve bir kafile geldi. Sonra da sucularını gönderdiler. Böylece o kovasını sarkıttı. Dedi ki: “Heeyy, müjde! Bu bir oğlan!” Ve onu sermaye etmek için gizlediler. Ve Allah, ne yaptıklarını bilendir.
Yûsuf’un atıldığı kuyu, ticaret kervanının geçtiği yol üzerindedir. Onu oraya indiren kardeşler, kuyudaki suyu hesap ettikleri gibi kervanların geçme zamanına kadar her şeyi detaylı olarak plânlamıştır. (Bkz. Yûsuf:10) Bu sucunun insan kaçakçılığı ve köle ticaretinde hizmet edebilecek güce ve olgunluğa sahip Yûsuf’u sermaye etmek istemesi ve onu saklayabilmesi Yûsuf’un aldığı vahiy sonucu herhangi bir direnç göstermediğini, gayet uysal bir şekilde Mısır’a ulaşma isteğini de ifade etmektedir. Yûsuf’u gizlemeleri, o dönemde de insan kaçakçılığının bir suç olduğunu gösterir.
20-Ve onu, az bir pahaya, birkaç dirheme sattılar. Onun için isteksizdiler.
Paranın icadı M.Ö 7. yy la kadargider. Ancak Hz. Yusuf çok daha eski bir dönemde yaşamıştır. Dirhem aslında birağırlık birimidir. Sonradan gümüş madeni para için kullanılmıştır. Yusuf sûresi20’de az bir takas değerine birkaç hafif eşyaya satıldığından bahsedilmesine rağmenbazı mealler bunu para birimi olarak anlamıştır. Zaten dirhemin para birimiolması Emevi dönemine denk gelir ki Hz. Peygamber o zamanlar hayatta değildir.
Zâhidûn sözcüğünün mastarı olan “zühd”; “dünya için hırslı olmamak, dünyaya rağbet etmemek” demektir. Arzu ve isteği az olan adama “zâhid” denir. Dünyaya fazla değer vermeyen, onu aşırı bir şekilde arzulamayana da zâhid denmektedir. “Küçük görmek, malı olmayan fakîr” manasına da gelen bu kelime, Kurân’da sadece bu âyette geçmektedir ve olumsuz bir manadadır. Âyetin son kısmını çoğunluk “…onlar zaten ona değer vermemişlerdi” şeklinde çevirmiştir. Bizim tercih ettiğimiz anlam şu bakışın sonucudur: Yûsuf’u az bir pahaya, hemen ellerinden çıkarmak istemeleri bu işin usulsüzlüğü sebebiyle cezadan korktukları için olabilir.
21- Ve Mısır’dan onu satın alan, karısına dedi ki: “Onun yerleşeceği yeri, cömertçe hazırla! Belki bize faydası olur veya onu evlât ediniriz.” Ve işte böylece hadîselerin tevîlini öğretelim diye Yûsuf’u o yere yerleştirdik. Ve Allah, emrinde gâlip olandır. Ve lâkin insanların çoğu bilmezler.
Yûsuf’u oraya yerleştiren, emrinde gâlip olan Allah’tır. Görüldüğü gibi Yûsuf’un hayatının kurtulup gelişmesi ve yetişmesi için “Kurt yer!” söyletilerek kardeşlerini böyle bir senaryoya yönlendiren de Allah’tır. Allah’ın sünneti ve kaideleri çerçevesindeki hayata müdahaleleri bilinmediği için insanların çoğu, başlarına gelen ve sonu hayırlı olan işlerde fâilin kendileri olduğunu zanneder. Yûsuf’a hadîselerin tevîlini Allah’ın nasıl öğrettiği de açıklanmıştır. Allah, hayatın ve kişiler arası ilişkilerin daha hızlı ve fazla olduğu şehir hayatına onu bir şekilde dâhil ederek hâdisatı nasıl okuması gerektiğini öğretmiştir. Hz. Yakûb’un, 6. âyette oğluna “Allah seni nebî-resûl seçti.” yerine, “Sana hadîselerin tevîlini öğretecek.” demesi ve bunun nasıl olacağı bu âyette cevaplanmıştır. Kurân’da Yûsuf’u satın alan Mısırlı kişinin kim olduğuna dair bir bilgi verilmemiş, ancak bu şahsın karısı için 30. âyette “Azîz’in karısı…” ifadesi kullanılmıştır. “Azîz” sıfatı insanlara nispet edildiğinde, o kişinin izzet ve şerefi ile toplumda itibarlı ve güçlü bir yeri olduğunu ifade etmektedir. Kurân’ın aynı unvanı, mevkiî yükseldiği zaman Hz. Yûsuf için de kullanması, bu unvanın Mısır’da oldukça yüksek resmî makama delâlet ettiğini gösterir. (Bkz. Yûsuf:78-88) Kitab-ı Mukaddes ve Talmud’da Azîz’in, Firavun’un özel muhafızı ve muhafız subayı olmasından bahsedilir ve bu şahsın adının Potifar olduğu bilgisi verilmiştir. Fakat Kurân onu yalnızca “el-Azîz” sıfatı ile anar. Bunun hikmeti devam eden âyetlerde ifade edilecektir. Azîz’in “Belki bize faydası olur.” demesi Yûsuf’un potansiyelini fark etmiş olmasından dolayı olabilir. Evlât edinilmesi, Azîz ve karısının aralarındaki yaş farkına ve çocuk sahibi olmadıklarına da işâret etmiş olabilir. Zîra Azizin karısı için imraâte kelimesini kullanılmıştır. Bu kullanım, çocuğu olana kadar Hz. İbrâhîm’in ve eşi için kullanılmışken çocuk müjdesinden sonra Sare için zevç kullanılmıştır. Meryem sûresi 5’de de çocuğu olmayan Hz. Zekerya’nın eşi içinde “imra” kullanılmıştır. Zevc ve imra farkı, özetle şöyledir: hem uyumsuzluğu, ortak hedefleri paylaşmamayı (Hz. Nuh ve Hz. Lut’un eşlerine “imra” denmesi gibi) hem de eşlerden birinin çocuk isteğine diğer eşin karşılık verememesi (Hz. İbrahim ve Hz. Zekerya) bağlamlarında kullanılmıştır. Hadîselerin doğru bir şekilde tevîli, konuları her yönüyle değerlendirmeyi gerektirir. Bu da bir imkân meselesidir. Gençlerin yerini cömertçe hazırlamak, gençlere imkânlar verilmesidir ki bu, başarısızlıklarının faturasını ailelerine kesmelerinin önüne geçecektir.
22- Ve en şiddetli çağına ulaştığı zaman ona hüküm ve ilim verdik. Muhsinlerin karşılığını işte böyle veririz.
Şu soru ile başlayalım: “Genç Yûsuf muhsin olmasa hüküm ve ilim ona verilir miydi?” Âyette çok önemli bir sebep-sonuç ilişkisi kurulmuştur. Hiçbir başarı tesadüfî değildir. Hiçbir nebî, doğuştan sınavı geçmiş ve kurtulmuş değildir. Neden Hz. Yakûb’un diğer oğulları veya Yûsuf’un küçük kardeşi değil de Yûsuf’un bu görevi üstlendiğinin cevabı da buradadır.
Eşudde, ergenlik çağı veya olgunluk çağı olarak anlaşılmıştır. Âyette kişinin en fazla güçlü olduğu çağı ifade etmek üzere kullanılmıştır. Yûsuf’un bu hâli hakkında Rabbimiz tarafından Kurân’da herhangi bir bilgi verilmediği hâlde, bu konuda pek çok fikir ileri sürülmüştür. Bu çağın 18-20, 33-40 yaşlar olduğuna dair farklı görüşler vardır. Bunu İbn Abbas ve Mücahid “Aklın olgunluk yaşı olarak kabul edilen 33 yaşındadır.” şeklinde yorumlamış, bazıları ise kalbin olgunluk çağı olarak kabul edilen “40 yaş” olarak kabul etmiştir. Dahhâk 20, Hasan 40, İkrime 35, Süddî 30, Saîd b. Cübeyr de 18 yaşında demiştir. İmâm Mâlik, Rabîa, Zeyd b. Eslem ve Şa’bî, erginliği baliğ olmakla açıklamıştır. (İbni Kesir) Bu kadar farklı yaşlar neden verilmiştir ve Kurân neden tam bir rakam vermemiştir? Zîra herkese göre bu dönemler değişmektedir. Âyeti yorumlayan müfessirler, kendilerini yetkin hissettikleri dönemler üzerinden bir yaş aralığı vermiş olabilir. Bize göre bu yaş, ilmi doğru hükümlerde kullanabilecek olgunluğa erişildiği yaştır. Her insan ilim sahibi olabilir; ancak her insanın bunu hayatına yansıtması ve nefsine hikmetle hükmetmesi de herkese nasip olmaz. Âyet bunu “muhsin” olmayla ilişkilendirmiştir. Husn kökünden gelen muhsin; iyilik eden, iyi ve güzel işler yapan, iyilikte bulunan, güzellikleri artırmaya çalışan, yaptığını en güzel bir şekilde yapan demektir. Âyet, iyilerin elinde ilmin, doğru hükümlere dönüşeceğini sebep-sonuç olarak birbirine bağlamıştır. Zemahşerî de hükm kelimesine “hikmet, yani amelî bilgi” demektedir. Netice olarak; güzel davrananlar ilim ve hikmetin birleşimi olan bilgelikle ödüllendirilecektir. Şimdi Hz. Yûsuf’un muhsin olmasına dair iffet ve ahlâkı üzerinden somut bir örnek verilecektir.
23- Ve evinde kaldığı kadın, ondan murâd almak istedi. Kapıları sımsıkı kapattı ve dedi ki: “Hadi gelsene!” Dedi ki: “Allah’a sığınırım. Muhakkak ki O benim Rabbim’dir. Benim yerleşme yerimi en güzel şekilde yaptı. Muhakkak ki zâlimler felâha ermezler.”
Bu durum, hem kadın hem de erkek için aynı örnekliği teşkil eder. Güçlü olan burada kadın olduğu için, mütecaviz erkeklerle benzer davranışlar göstermektedir. Buradaki tavır müşrik tavrıdır, zîra tecavüze yeltenen hevâsını ilâhlaştırmıştır. “Ma’âzallah/Allah’a sığınırım!” sözü, onun kendisini böylesi çirkin bir işten korumasını Allah’tan istediğini gösterir. Cinsel içgüdünün etkisinden kurtulmak, insan gücünü aşarsa Allah’a sığınmak, O’nu hatırlamak insanı engelleyebilir. (Bkz. Zinaya yaklaşmayın! İsrâ:32) Burada dikkat edilirse Yûsuf kendisini o eve yerleştirenin Allah olduğunu ifade etmektedir. Bu cümleyi kuran biri başına gelen olaylarla ilgili mesela kendisini birkaç dirheme satanı veya kuyuya indiren ağabeylerinin kendisine kötülük yaptığını düşünür mü? Görüldüğü gibi rüyasını babasına anlatması ile başlayan olaylar silsilesinde Yûsuf en baştan beri, neyin-niçin başına geldiği hususunda bir öngörüye sahiptir. “O benim Rabbim’dir! Beni en güzel biçimde buraya yerleştirdi.” ifadesindeki “Rabb” kullanımını bazı müfessirler kadının kocası Azîz’e bağlamıştır. Rabbi, Hz. Yûsuf’un da konuştuğu Sami dil ailesinde “hizmetçinin sahibi, kölenin efendisi, kulun Rabbi” anlamlarına kullanılan çok çağrışımlı bir ifadedir. Dolayısıyla bununla ne kastedildiği ancak hatibin kastı, iç ve dış bağlam göz önüne alınarak bilinebilir. Rabb kelimesi sûrenin 42. âyetinde zindan arkadaşının efendisi manasında ve 50. âyette Mısır yöneticisi Melik’in bir sıfatı olarak yine Hz. Yûsuf tarafından “Efendine, sahibine, rabbine dön ve anlat!” şeklinde kullanılacaktır. Bizim bu âyetteki tercihimiz 21. âyette “hadîselerin tevîlini öğretelim diye Yûsuf’u o yere yerleştirdik. Ve Allah, emrinde gâlip olandır.” İfadesine, “Maazallah!” kullanımına ve sonraki âyet olan 24. âyette onu fuhuştan Allah’ın uzaklaştırdığı belirtildiği için Rabb kullanımı ile âlemlerin Rabbi olan Allah’u Teâlâ’nın bir esmâsının kastedildiği kanaatindeyiz. İnsanı hayvanlardan ayıran en önemli fark, güdülerine hâkim olmasıdır. Kadını ve erkeği insanlık seviyesinden düşüren, arzularını kontrol edememesidir. Hayatında zorluklar çekmeyen, sürekli konfor ve lüks içinde mütref bir yaşam sürenlerde zamanla gözlenen sinsi hastalık, irâde zayıflığıdır. Bu tarz insanlar erkek olsun kadın olsun her an sadâkatsizliğe, vefasızlığa meyyaldir. Bu güven vermez tutumlarından dolayı iyi bir eş ve hayat arkadaşı olamazlar. Muhsin olan insanlar, eşlerine karşı güzel davranışları ile güven verirler. Kendi nefsanî isteklerinden öne başkalarını düşünen, bencil olmayan, fedakâr insanlar olan muhsin ve muhsineler ideal eşlerdir. Sadece kendisini düşünen egoist insanlar, ne çocuklarını ne de arkada bıraktıkları eşini düşünürler. Tıpkı bazı hayvan türleri gibi daha güçlü bir aday bulmaları yeterlidir.
24- Ve doğrusu, ona yeltenmişti. Ve eğer Rabbinin burhânını görmeseydi, o da ona yeltenmişti. İşte böylece onu kötülükten ve fahşadan uzaklaştırırız. Muhakkak ki o, muhlis kullarımızdandır.
İki yeltenme arasındaki derin fark niyetlerin, hedeflerin, isteklerin farklılığıdır. Hz. Yûsuf’un kadınla aynı odada kalması, dediklerini yapması, verilen imkânlara nankörlük etmeme iyi niyetini, kadının sûistimal etmesi söz konusudur. Hemmet kelimesi “h-m-m” kökünden gelmektedir ve damla damla, yavaş yavaş ilerlemektir. Kastetmek, meyletmek gibi yan anlamları da vardır. Tecavüze yeltenmek veya cinâyete yeltenmek anlamında kullanılmaktadır. (Bkz. “Hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti…” Maide:11) Burhân kelimesinin, Arapça’da “berraklaştırmak, açıklığa kavuşturmak, delil getirmek” anlamındaki “b-r-h” kökünden türediği kabul edilir. Kurân-ı Kerîm’de “hak ile bâtılı birbirinden ayırmaya” “furkân” denirken, “burhân” bunu yapmadan önceki süreci yani muğlâklık ve bulanıklığın giderilmesi, sis perdesinin kalkmasına yardımcı delil, hüccet manasındadır. (Bkz. “Kul hâtû burhânekum in kuntum sâdikîn” kalıbı için Bakara:111; Enbiyâ:24; Müminûn:117) Burada Hz. Yûsuf kadının niyetinden başta habersizdir. Hz. Yûsuf’un bunu fark etmesi, konunun Hz. Yûsuf tarafından netleşmesi, berraklaşması burhân ile ifade edilmiştir. Bununla kadının maskesi düşer ve Hz. Yûsuf kadının gerçekte niyetinin ne olduğunu görerek(En raâ) oradan uzaklaşır. Hadîselerin tevîlinin bilinmesinin ne kadar değerli olduğuna dair bir örnek verilmektedir. Bu işin varacağı nihaî hâli bir anda gözünün önünden geçiren Hz. Yûsuf, anı yaşayan, sonrasını önemsemeyen, sorumsuz ve bencil bir genç gibi olsa idi o da ona yeltenirdi. Rabbin burhânını gören kişiye, kötülükler iyilik gibi, fuhuş aşk gibi, sevgi flört gibi ambalajlanıp satılamaz.
25- Ve ikisi de kapıya koştu. Onun gömleğini arkadan yırttı. Ve kapının yanında onun seyyidi ile karşılaştılar. Ve dedi ki: “Senin ehline kötülük yapmayı irâde edenin karşılığı zindana atılmak veya elîm bir azâptan başka nedir?”
İki yeltenme gibi burada da görünüşte ikisi de kapıya koşarak aynı eylemi yapmaktadır. Ancak zâhiren aynı gibi görünen eylemleri arasında derin bir niyet farkı vardır.
Seyyid sözlükte “efendi, bey, önder, yönetici, sahip, faziletli, kerim” gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bu kelime kâhya anlamında Azîz’in evdeki sağ kolu, evin işlerini çekip çevirmede baş sorumlu ve evdekilerin ihtiyaçlarından sorumlu Azîz’in başyardımcısı anlamındadır. Neden Azîz değil de Seyyid? Zîra soğukkanlılığını koruması, delilleri değerlendirmesi, olayı sükûnet ile karşılaması ve olayı büyümeden örtbas edip kapatmayı istemesi bu seyyid’in “kadının kocası olmadığını” açıkça göstermektedir. Zaten Kurân Azîz demişken burada aynı kişi için neden farklı bir isim kullansın ki? Kaldı ki Kurân; Âli İmrân:39‘da Hz. İsa’yı tasdik eden, ona yardımcı olan, bir nevi onun sağ kolu anlamında Hz. Yahya’nın sıfatı olarak da “seyyid” vasfını kullanmıştır. Seyyid kelimesine koca manası vermek Hûd 72’deki “Ve ben bir acûzeyim. Ve kocam da bir ihtiyar…” kullanımına da aykırıdır. Zîra o âyette koca için “ba’lî” lafzı kullanılmıştır. Ba’l, “durumu idare eden kişi, koca ve put” ismi olarak kullanılmıştır. (Bkz. Saffat:125) Bir kelime birden fazla manada kullanılmasına rağmen (Bkz. “esrâ” kelimesi İsrâ:1) birden fazla kelime aynı manada kullanılmamıştır. Sözün özü Kurân’da çok anlamlılık vardır; ancak eş anlamlılık yoktur.
Kölesiyle zina etmeyi göze alan Azizin karısı (Züleyha) maksadına ulaşamadan böyle bir manzara ile karşılaşınca, durumunu kurtarmak için Yûsuf’a iftira etmekte bir sakınca görmemiştir. Onun en ağır bir şekilde cezalandırılması gerektiğini söyleyerek üste çıkmaya çalışmıştır. Olayları doğru okuyan genç, kendisine güzel imkânlar sağlayan birine ihanet edemez. Zîra bu tavır, onun da arkasındaki ilâhî güce nankörlüktür. Zulme en meyyal tipler, güven vermeyen sadâkatsizlerdir.
Kişiye ömür boyu psikolojik bir travma yaşatılması, mağdurun toplumun içinde kötü anılması ve hayatının kararmasından dolayı mütecavize kısas uygulanır. Bu suçun bir daha işlenip böyle zararlar vermemesi için mütecaviz hadım edilir. Peki, tecavüze yeltenmenin cezası olabilir mi? Tecavüze yeltenmenin cezasını Kurân, Züleyha’nın dilinden bize aktarıyor: “Ağırlaştırılmış hapis cezası yani zindandır.” Burada şu itiraz gelebilir: “Bozuk bir adâlet sistemi bize örnek olur mu?” Hayır. Neden? Öncelikle Hz. Yakûp bir resûl ve hayatta, ayrıca Hz. İbrâhîm ve resûl oğullarını herkes tanıyor. Tevhit inancı bazı kişilerde yaşatılıyor. Bir de resûlün maliye bakanlığına kadar yükselmesi için nispeten bozulmamış, düzgün bir yönetim olmalıdır. Kendini ilâhlaştıran zorba bir sisteme sahip bir Firavun, Allah’ın resûlünü yanında barındırmaz, resûlün sözünü dinlemez.(Bkz. Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’a o dönemin Firavun’unun tavrı) Zaten buradaki Mısır yöneticisine Kurân, Firavun demeyip Melik diyor. Bu kullanım bile yöneticinin adâletle yönettiğine dair bir delil olabilir. Bu dönemi dinler tarihinden araştırdığımızda şu çarpıcı bilgilere ulaşıyoruz: Ahenaton MÖ 17-16. yüzyıllarda yaşamış bir yöneticidir. 2000 tanrılı Mısır inanç sistemini tamamen değiştirmiş ve tek tanrı Aton'a kulluğu getirmiştir. Bizdeki Abdullah gibi Ahenaton, Aton'un hizmetkârı kulu manasındadır. Ahenaton, Karnak tapınaklarını kapatıp çoktanrıcı(politeist) Amon rahiplerinin görevine son vermiştir. Muhtemeldir ki Kurân’ın bahsettiği Melik Ahenaton’dur.
26- Dedi ki: “O benden murâd almak istedi.” Onun ehlinden bir şâhit, şehîtlik etti. “Eğer onun gömleği önden yırtılmış ise, bu durumda o doğru söylemiştir ve o yalancılardandır.”
Burada “O benden murâd almak istedi.” diyerek kendisini savunan Yûsuf’tur. Bir mahkemede sanığın nefsî müdafaa hakkı olmalıdır. Kimse yargısız infaz edilemez.
“Onun ehlinden bir şâhit, şehîtlik etti.” cümlesinde hem “şâhit” hem de “...şehîtlik ettik.” yan yana aynı cümlede kullanılmıştır. Şâhid, yaşanılan olaya müdahil olmadan yapılan tanıklıktır. (Çoğulu şühûd için bkz. Burûc:7 ve Müdessir:13 ) Şehîd, yaşanılan olaya dâhil olunarak yapılan tanıklıktır. (Çoğulu şühedâ için Bkz. “Ey iman edenler Allah için hakkaniyet ile dik duran şehîtler olun.” Maide:8) Ayaküstü yapılan bu soruşturmada âdil olmanın şartı, somut delil olarak ifade edilmiştir. “Bir şâhit, şehîtlik etti.” İfadesi, bu kişinin böyle bir olayla daha önce karşılaştığı ve olayı yaşayarak öğrendiğini ifade etmektedir. Burada iki önemli detay vardır: İlki kadının “ehlinden olan kişi” detayıdır. Bu detayın verilmesi aslında şâhitlik eden kişinin olaya bir şekilde dâhil olmak istediğini göstermektedir. Burada bir iddia vardır ve bu iddiayı dillendiren şâhidin Züleyha’nın ehlinden/yakını olan birisi olmasıdır. Olaya müdahalesi belki de ilk etapta onu aklamak için olabilir. Bu kişinin dinlenmesi ve dediklerinin yapılması onun şehît sıfatı ile alâkalıdır. Şehît, yaşayarak yapılan bir tanıklık iken; şâhit, daha pasif bir tanıklıktır. Bu sözü dinlenen kişinin muhtemelen böyle bir olaya daha önceden karıştığı, mağdur olduğu ve bu mağduriyet üzerinden edindiği tecrübe ve bilgiyi paylaştığı anlaşılmaktadır. Âdil bir yargılamada objektif delil, sanığın kendisini savunması ve karar vericiye yardımcı bilirkişi bulunmalıdır. Ayaküstü yapılan bu yargılamada adâlet için tüm şartlar yerine getirilmiştir. Bu bilirkişi, başına gelenlerden edindiği bilgiyi aktarmaya devam etmektedir.
27- “Ve eğer onun gömleği arkadan yırtılmışsa, bu durumda o yalan söyledi ve o doğru söyleyenlerdendir.”
Tevrat’ta elbisenin önden veya arkadan yırtılma meselesi yoktur. Ancak o bölümde mevcut olan ifade “Yûsuf’un elbisesinin kadının elinde kaldığı ve Yûsuf’un hemen kaçtığı” şeklindedir. Bu ifade, orada Züleyha’nın ehlinden olan, ona yakın biri tarafından ifade edilmiştir. Bu şehît, muhtemelen birinin saldırısından kaçarken gömleği yırtılmış bir bayan olabilir. Kıssanın bu kısmında da Kurân, Tevrat’taki anlatımdan ayrılmaktadır; çünkü Tevrat’a bakılırsa (Tekvîn, 19-20) seyyid kadının kocasıdır ve asılsız suçlamaya hemen inandığı için Hz. Yûsuf’u hapse atar. Bu sûrenin 26-34. âyetlerinde anlatılanlar Tevrat’taki hikâyede yoktur. Talmud’a göre zevcesinin ismi “Zelıcha” [Zeliha]dır. Bu kadın Müslüman geleneğine de Züleyha ismiyle tanınır. Geleneksel bazı rivâyetlere göre Hz. Yûsuf onunla daha sonra evlenmiştir lakin bu rivâyetin Kurân’î ve İsrâîlî bir temeli yoktur.
28- Öyle ki onun gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu gördüğü zaman dedi ki: “Muhakkak ki o sizin plânınındır. Sizin plânınız çok azîmdir.
Burada konuşan, gömleğin arkadan yırtık olduğunu fark eden seyittir. O evin seyyidi, Züleyha’yı ve ehlinden olan kadını da dâhil ederek “…sizin plânınız…” tarzında çoğul bir ifade kullanmıştır. Keyd ile, suçun tasarlanarak ve plânlanarak yapıldığını ifade etmiştir. Ve bu; Azîz olmadığı, evin güvenlik ve düzeninden sorumlu kişi olduğu için konuyu örtbas etme eğilimindedir.
29- Yûsuf, sen bundan yüz çevir! Ve sen de peşini bırakmayacak olandan istiğfar et! Muhakkak ki, sen hatalılardansın!
Zenb kelimesi, kuyruk anlamına gelen “zeneb” kelimesinden türemiştir. Sonu kötü olan ve insanı takip eden günah, suç, kabahatler için de kullanılır. Çoğulu zünûb‘dur. Bu fiili işleyen kimseye müznib denir. Akıbeti kötü olan her söz ve fiil zenb’dir. Günaha zenb denilmesi, insanı takip edip sonunda rezil ettiği içindir. Kelimenin aslında, bu anlam vardır. Bu yüzden kuyruğa, bir şeyin sonuna zeneb ve zenûb denir.
Mağfiret; bir şeye onu kirden koruyacak elbise giydirmektir. (el-Müfredat) Miğfer de buradan gelir. Seyyid/kâhya sadece evin hanımına arzuların zararından korunmasına dair bir tavsiyede bulunmuştur. Züleyha’nın peşini bırakmayacak olan, hatasındaki ısrarıdır. İstiğfar, hatadan vazgeçmektir ki bu onun zararına karşı kişiyi koruyacaktır. Tutsak eden takıntıların zararı, uzun zamanlara yayılabilir. Pasajın devamı, Züleyha’nın kâhyasını ve söylediklerini önemsemediğini göstermektedir.
Güç kimde ise o benzer davranışlar gösterir. Burada kadın erkek gibi, erkek kadın gibi davranmıştır. Davranışlarımız cinsiyetle değil, güce sahip olmakla doğrudan bir bağlantısı olabilir. Hayatta istediğini elde etmiş, kolay kolay geri çevrilmemiş kimselerin arzularını gerçekleştirememesi, kendisinden aşağıda gördüğü biri tarafından reddedilmesi sevgiyi değil, takıntı ve hırsı körükler. Hayatta her şeyi elde etmiş, hiçbir isteği geri çevrilmemiş kimseler aslında sadece kendini sever. Zîra gerçekten seven, sevdiğinin zindanlarda çürümesini isteyemez.
30- Ve dedi ki: "Şehirdeki birtakım kadınlar: ‘Azîz'in karısı genç hizmetçisinin nefsini murâd ediyor. Sevgisi içine işlemiş. Biz, gerçekten onu apaçık bir dalâlette görüyoruz.' diyorlar."
Âyetteki “nisvetun/kadınlar” sözcüğünün çoğul anlamından yola çıkıldığında sözü edilen kadınların üç veya daha fazla oldukları anlaşılır. Kadınlar manasındaki ‘nisa’nın değil de bu kelimenin seçilmesi kadınların baskın ve yaptırım gücü olan güçlü bir grubu temsil etmesinden dolayı olabilir. Bu kadınlar muhtemelen Mısır sosyetesine ait üst düzey devlet ricâlinin hanımlarıdır. Züleyha’nın tedbirleri, kadınların yaptırım güçleri olduğunu göstermektedir. Âyette ifade edilen cümleyi kadınlar söylediği hâlde, fiilin Arap dilinin gereği olarak “kâlet” şeklinde gelmesi gerekirken eril sığa olan “kâle” şeklinde gelmesi, bu sosyete kadınlarının endişelerinin erkek bir hizmetçi ile veya bizzat Seyyid (evin kâhyası) tarafından Azîz’in karısına ulaştırıldığı anlaşılmaktadır. Dilsel karine, bunu vermektedir. Direkt olmayan bu yollar ile rahatsızlıklarını bir şekilde Azîz’in karısına ulaştırmışlardır. Zaten bir sonraki âyette “…bunu işitince…” şeklinde bir ifade gelecektir ve Azîz’in karısı bunu engellemek için onlara bir elçi gönderecektir.
Fetâ kelimesi “sağlam genç, yiğit, delikanlı” demektir. Kelimenin çoğul hâli (fityetün) Kehf sûresinin 10 ve 13. âyetinde Ashab-ı Kehf gençleri için kullanılmıştır. Ayrıca Kehf 60’da Hz. Mûsâ’nın genç yardımcısı için de aynı kelime kullanılmıştır. Hizmetçiler çoğunlukla genç olduklarından dolayı hizmetçiye “fetâ” denilmiştir. (Bkz. Kehf:60, Yûsuf:62)
Şeğafe fiili “gönle girmek, âşık olmak, bağrı yanmak” anlamlarında kullanılır. Nitekim şeğafe’nin mastarı olan şiğaf “kalp perdesi” demektir. Yani, o sevgi bu perdeyi yırtmış ve kalbin tâ özüne girmiştir. Bazıları da şiğaf’ın, kalbin içindeki nokta; yani öz olduğunu söylemişlerdir. İbn Ebi Hatim ile Ebu Şeyh, İbn Abbas’tan şöyle rivayet etmektedir: “Şiğaf, öldürücü aşk, şeğaf ise bundan daha hafif olan tutku demektir.” Hubb sevgi iken, şeğafe bu sevginin olumlu ve yapıcı olmadığını ifade için eklenmiştir. Zîra insan sevdiğinin iyiliğini ister, kendi nefsinden önce onu düşünür. Burada ise Azîz’in karısı tamamen kendi nefsi için onu kullanmayı arzulamaktadır. Bunun adı sevgi değil şehvettir. Zina ile nikâhın arasındaki fark da budur. Nikâhın sorumluluğu sadâkat ve fedakârlığı getirirken, zinada ne sadâkat aranır ne de fedakârlık. Şehvet hayvanlarda da bulunurken, sevgi ve muhabbet insana özgü bir meziyet olup şehveti de içine alan üst bir mertebedir. Şehvetin kalbin içine sızması sağlıklı düşünmeye engeldir. Dünya sevgisi üzerinden bunu şöyle ifade edebiliriz: Dünya sevgisi deniz gibidir. İnsan kalbi de o denizde menzilimaksûda ilerleyen gemi gibidir. Eğer su geminin içine sızarsa o gemi artık ilerleyemez ve sonunda batar.
Yolunu, istikâmetini kaybetmiş, sürüklenmekte olan Azîz’in karısını medenî kadınlar apaçık bir dalâletin içinde görmektedirler. Bu tespit toplumun ahlâkî olarak henüz çürümediğini, bu tarz gayrı meşrû ilişkileri doğal karşılamayıp yadırgadıklarını göstermektedir. Tecavüzlerin azalması için toplumsal otokontroller önemlidir. Bencilliğin ve her tür ahlâksızlığın doğal karşılandığı toplumlarda mağdurların sayısının her geçen gün artması bile doğal karşılanmaktadır. Burada önemli olan toplumsal yaptırımların dozudur. Ne çok baskıcı ve şiddete meyyal olunmalıdır ne de çok umursamaz... Kurân burada olması gerekeni, medenî kadınlar üzerinden örneklendirmiştir.
31- Böylece kurdukları plânları işittiği zaman, onlara elçi gönderdi. Ve onlara yaslanıp oturacakları yeri hazırladı. Ve her birine sus payı verdi. Ve “Karşılarına, çık!” dedi. Böylece onu gördükleri zaman onu büyüttüler ve ondan ellerini çektiler. Ve dediler ki: “Allah için hâşâ! Bu bir beşer değil, ancak kerîm bir meliktir.”
Sus payı; susması, karşı gelmemesi veya bildiği bir sırrı yaymaması için birine verilen, susmalık, rüşvet ve hakkısükûttur. “S-k-n” kökünden olan “sikkînen” kelimesi Kurân’da aratıldığında aynı kökten “mesken, miskin, sükûn” şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Dolayısıyla bu kelimenin her misafire verilen “meyve bıçağı” manası değil, Azîz’in karısının yaptıklarıyla “her birinin meskenlerinde, dedikodu etmeden, sükûnet içinde oturmaları” manası ağır basmaktadır. Bıçağa bu mananın verilmesi sonradandır. Zîra bıçağa sikkîn denilmesinin sebebi hayvanın kesilmesi sonucu onun susturulmasındandır. Bu nedenle sükûn kelimesi daha temeldir. Âyetin başındaki “mekr” kelimesi dedikodu veya çekiştirme değildir. Kurân’da zaten gıybet ve iftira kelimeleri kullanılmışken burada mekr/plân kelimesinin kullanılması Azîz’in karısının yaptıkları üzerinden şehirdeki kadınların da birtakım hesaplarının olduğu anlaşılmaktadır. Burada “mekr ve keyd” kavramlarına değinmekte fayda var. Mekr, Kurân’da 43 yerde, Yûsuf sûresinde 2 kez geçer. (31,102) Allah’a nispetle de kullanılır.(Âli İmrân:54 -Allah plân yapanların hayırlısıdır.- Enfâl:30, Neml:50) Âyetlere karşı plân(Yunus:21) Büyük büyük plânlar(Nûh:22) Bütün plânlar Allah’a aittir.(Rad:42) Oysa kötü plânlar, sahibinden başkasına isabet etmez. (Fâtır:43) Keyd Kurân’da 35 yerde ve sadece 9 kez Yûsuf sûresinde geçer. Allah’a nispetle de kullanılır.(Arâf:183, Kalem:45, Tarık: 16 Ben de özel/özgü plan kurarım.)
Mekr, hile ile kendisinin ne kastettiğini bir başkasından saklamaktır. Tuzak, düzen kurnazlık hile anlamına gelen keyd bir tür kandırmacadır. İkisi de ikiye ayrılır: mahmud(övülen/iyi) ve mezmum(yerilen/kötü)(el-Müfredat) Her ikisi, Allah'a nispetle de kullanılır. Keyd, daha çok kötü anlamıyla kullanılır. Mekr kavramının tanımından da anlaşılacağı üzere keyd, mekr'in bir parçasını oluşturur. Mekr, strateji, plân ve projeye; keyd, taktik, teknik ve yönteme karşılık gelir. Strateji, makro/genel; taktik, mikro/özel plândır. Strateji, teoriye karşılık iken; taktik onun sahada uygulanmasıdır. Önce strateji, sonra taktik gelir. Allah’ın mekri de keydi de bütün mekr ve keydlerin üstündedir. Beşeri bütün genel (mekr) ve özel plânlarının (keyd) zayıflığı ve başarısızlığı insanın zayıflığından kaynaklanır.
Bu sebeple şehirli kadınların susturulup onların bu işten el çektirilmesi manası öncelenmiştir. Toplumun gayrı meşrû ilişkilere verdiği tavizler başka tavizleri doğurup ifsâdı arttırır. Bu sus payının mahiyetini âyet açıklamaktadır. Önce güzelce ağırlamak anlamındaki müttekâ ifadesi seçilmiştir ki lâfzen, “(yerken) yan gelip yaslanılan yer”, “yastıklı peyke/sedir” anlamına gelir. Ve ayrıca “mükellef bir ziyafet” anlamına mecaz olarak kullanılmaktadır. Bu bağlamda “ziyafet salonu” ya da “ziyafet sofrası” vurgusu da taşır. Çünkü onlar mütref insanların âdeti olduğu üzere yerken, içerken ve sohbet ederken arkalarına dayanırlardı. Bu nimeti küçümsemenin, kendini büyütmenin bir hâli olduğu için bu konudaki Cabir hadisi şöyledir: “Allah Resûlü sol elimizle ve arkamıza dayanarak yememizi tavsiye etmezdi.” Biri maddî, diğeri psikolojik sağlığımız için olabilir. Eski Mısırlılar ait arkeolojik bulgular, resimler ziyâfet âdetlerini bize aktarmaktadır. Bu şölenden Kitab-ı Mukaddes’te hiç söz edilmez; fakat Talmud’da Kurân’daki anlatılandan bir farkla zikredilmiştir.
Âyette el kesme manasındaki “kattaa” kalıbı fiile kesret (çokluk) anlamı katar. Dolayısıyla kadınların ellerini çokça kesmelerini ifade eder. Bir kadın veya erkek ne kadar etkilense de kendisini yanlışlıkla bir kere ve bir yerinden kesebilir. Ancak burada hepsinin iki elini birden kesmesi söz konusudur ki, bu da bunun maddî kesme anlamında olmadığını göstermektedir. Buradaki eller, ameli ve gücü temsil eder. Azîz’in karısı Yûsuf’tan murâd almak istemektedir; ancak şehirdeki kadınların söyledikleri ve yaptırım güçleri buna engeldir. Yapması gereken bu engeli her birinin anlayacağı dil ve usulle, onları bir şekilde ikna ederek ortadan kaldırmak ve kendisini haklı çıkarmaktır. Kurân’da kesmek anlamındaki kelime şöyle zengin bir kullanım alanına sahiptir: “Allah’ın birleştirmesini emrettiğini keserler.” (Bakara:27), “…güçlerini kesin!”(Mâide:38), “Âhirette sahte aracı ve vesileler ile bağların, irtibatın kesilmesi…” (Bakara:166) “Zulmedenlerin ardı böyle kesildi.” (Enâm:45) “Kâfirlerin arkası kesildi.” (Enfâl:7) “Vaatlerin kesilmesi…” (Tevbe:121) “Neslin kesilmesi…” (Hicr:66) “Emri kesmek.” (Neml:32) “Yolları kesmek.” (Ankebût:29) “…nimetler kesilmez.” (Vakıa:33) “Vahyi keserdik.” (Hakka:46) Görüldüğü üzere kesme kelimesinin sadece maddî kesme manasında kullanılmadığı yerler olduğu gibi, “Hurma dallarından kestikleriniz…” (Haşr:5), “…el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi…”(Mâide:33) maddî kesme anlamında da kullanılmıştır. Kurân kesme fiilini bu kadar zengin bir alanda kullanmışken Yûsuf sûresi 31. âyetteki ifadeyi sadece maddî kesme olarak anlamak ne kadar doğrudur? Kaldı ki eller manasındaki “eyd” için de aynı durum söz konusudur. Kurân’da güç anlamında “eyd” kullanılır. “Söyledikleri şeye sabret ve eyd sahibi (güç kuvvet sahibi) kulumuz Dâvud’u zikret!” (Sad:17) “Ve eyd (güç) ve basîret sahibi kullarımız, İbrâhîm ve İshâk ve Yakûb’u zikret! (Sad:45) Biz göğü eyd ile (güç ve kudretle) bina ettik. (Zariyat:47) Yani göğün tabakalı yükselmesindeki dinamiklere, farklı güçlere âtıf vardır. Yoksa “Eller ile bina ettik.” manası vermek mantıklı değildir. Tüm bu kullanımlar ışığında nüfûz sahibi kadınların muhâlefetini susturup bu işten ellerini çekmeleri anlamı, maddî kesmekten öncelenmelidir. Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin bölümünde de bıçak ve kesme anlatımı bulunmamaktadır. Dikkat edilirse meal müellifleri bu kelimeleri hep maddî anlamda anlamış; ancak büyütme kelimesini bir anda mecazî olarak anlamışlardır. O zaman Yûsuf’un maddî olarak büyütülmesi manası vermeleri gerekirdi ki bunun mantıksızlığı aşikârdır. Büyütme olayı da cümlenin tamamına uygun olarak mecazî anlaşılmalıdır. Zîra “ekbernehu” Kurân’da büyüklenme, kibir gibi farklı formlarda gelmiştir. Köle Yûsuf’u aklamış, paklamış, güzel kıyâfetler giydirerek misafirlerin gözünde onu büyütmek için çıkarmışlardır.
Yûsuf sûresi 50. âyette şöyle buyurur Rabbimiz: “Ve Melik: ‘Onu bana getirin.’ dedi. Öyle ki ona, resûl geldiği zaman Yûsuf: “Rabbine dön ve böylece ellerini çeken kadınları buna zorlayanın ne olduğunu sor.” dedi. Muhakkak ki, Rabbim onların hilelerini çokça bilendir.” Bâl kelimesi, üzüntüye yol açan durumdur. Aynı zamanda insanın yöneldiği, kendisini verdiği duruma da bâl adı verilmektedir.(el-Müfredat) Dolayısıyla kelime “sorun, problem, zorluk, amaç” gibi anlamlara işâret etmektedir. Kelime Kurân’da 4 yerde geçmekte ve bu anlam çerçevesinde kullanılmaktadır. Bu âyette kullanılan “bâl” kelimesi de Azîz’in karısının bu kadınları bir şeye “yönlendirdiğini veya zorladığını” bize göstermektedir. 51. âyette kullanılan “hatbukunne” kelimesi de “muhatabın içinde bulunduğu hâli, amaçlarını, hislerini, isteklerini” sorgulamaya matuf olarak kullanılmıştır. Bu sebeple bu bağlamda yönlendirme/zorlama veya belli bir istek ve amaçla gerçekten ellerin kesilmesi değil “ellerinin çektirilmesi” söz konusudur. Melik mahkemede Yûsuf ne yaptı da, ne kötülük yaptı da siz ondan murat almak istemekten vaz geçtiniz (el çektiniz)? Şeklinde ki sorusu ve cevap için (Bkz.Yûsuf:51)
Gelen misafirlerin “Bu sıradan bir insan (beşer) olamaz, olsa olsa kerîm bir meliktir.” sözleri Yûsuf’u beğendiklerini, gözlerinde büyüttüklerini göstermektedir. Bu beğeni Azîz’in karısının arzularının gerekçesi olarak sunulmuştur. Oluşturulan algı ile Azîz’in karısı, sefil bir köleden değil, soylu, asil ve cömert bir kraldan murâd almak istediğini lanse etmiştir. Böylece bu durum, onların Azîz’in karısını ayıplamaktan vazgeçtikleri yani hem Yûsuf’tan hem de bu işten el çektikleri (el kesmek) olarak ifade edilmiştir. Adaletten, doğrudan, ahlaki olandan el kesme, kötülüğü eliyle olmazsa diliyle bu da olmadı kalben buğuz etmekten bile vazgeçmek anlamındadır. Bu kadınlar bırakın düzeltmeyi destek vermişlerdir. Aslında aldatma, sadâkatsizlik ne gerekçe ile olursa olsun yanlış, suç ve günahtır. Sadece bunlar topluma sevgi, aşk gibi servis edilir. Medyadaki teşhircilik her dönemde pazarlanan bir unsurdur. Kadınların veya erkeklerin kendilerini bir mal gibi sergilemesiyle oluşan sektörde, şahsiyetli ve kendine saygı duyan biri asla yer almamalıdır.
32- Dedi ki: “Beni onunla kınadığınız kişi, işte bu!” Ve doğrusu, onun nefsinden murâd almak istedim. Fakat o, kurtuldu. Ve eğer ona emrettiğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve mutlaka küçük düşenlerden olacaktır.
Istîsam kelimesi “a-s-m” kökündendir. Tutmak, yapışmak, kök anlamından gelmektedir. Burada Azîz’in karısı Yûsuf’u elde edememe sebebi olarak kullanılmıştır. “Benden, elimden şimdilik kurtuldu.” manasını vermektedir. Bir şey, bir şeye göre büyük, başka bir şeye göre küçük olabilir. Bir önceki âyetteki “k-b-r” kökünden olan “ekbernehu” büyütme, burada zıddı olan “s-ğ-r” kökünden “sâğirîn” küçük düşmek ile tefsir edilmiştir. Büyütmenin veya küçültmenin diğer kelimelerde olduğu gibi maddî olmadığı buradan da anlaşılmaktadır. Azîz’in karısı; Yûsuf’a verdiği imkân ve fırsatların, ahlâksız teklifini geri çevirmesi ile Yûsuf’un elinden gideceği hatta eski hayatından bile daha aşağıda zorlu bir hayatın onu beklediği tehdidini şehirli kadınlar huzurunda artık çekinmeden söyleyebilmiştir. Tüm plânları şimdilik yolunda gitmektedir.
Her insan doğru olanı tercih etmek ile yanlış olanı tercih etmek arasında seçimler yapar. Yanlış olanın getirisi fazlalaştıkça doğru olandan, hak olandan, ahlâkî olandan tavizler artmaktadır. Ödül ve ceza ne kadar büyükse yalpalama o kadar büyük olur. Ancak genç Yûsuf erdemli duruşunu şöyle göstermiştir:
33- Dedi ki: “Rabbim, zindan bana, beni davet ettikleri şeyden daha sevimlidir.” Onların özel plânlarını benden savuşturmazsan onlara meyleder ve câhillerden olurum.
Genç Yûsuf’un bu duasından Azîz’in karısının davetliler üzerinde etkili olduğu ve desteklerini sağladığı anlaşılmaktadır. Ahlâksızlığa diğer kadınlar artık muhalefet etmedikleri için “…bunların isteklerinden…” ifadesi çoğul olarak Yûsuf tarafından ifade edilmiştir. Azîz’in karısının artık yandaşları da vardır. Sabâ kelimesi, “meyletmek, arzu etmek, özlem duymak, cinsel düşkünlük duymak” demektir. Dikkat edilirse, Hz. Yûsuf, Yüce Allah’a “Benim irâdemi kuvvetlendir!” demek yerine “Onların bana karşı yaptıkları entrikalarını ve plânlarını benden uzaklaştır!” demektedir. Bu, “Zinaya yaklaşmayın!” emri gereğidir.(Bkz. İsrâ:32) Yûsuf, zinaya yaklaşmamak için Allah’tan yardım istemektedir. Kötü ortamlara girip “Allah benimle beraber, bana bir şey olmaz.” demektense o ortamlarda hiç bulunmama irâdesi peygamber ahlâkıdır. Câhil kelimesinin bilgisizlik manasından ziyâde had ve hududunu bilmeme hâlini tarifle kullanıldığının bir başka delili de bu âyettir. Hz. Lût Neml:55’te kavmi için de câhil kelimesini kullanmıştır. Yûsuf’un seçimi, vicdânî tatmin ve doğru olanı yapmanın haklı gururudur. Ancak bunun bedeli bazen ağır olmaktadır.
34- Öyle ki Rabbi ona icâbet etti. Böylece ondan, onların özel planlarını savuşturdu. Muhakkak ki o, Semî'dir, Alîm'dir!
Muhtemelen Hz. Yûsuf, bu isteğini Seyyid’e de iletmiş ve Allah’a yönelmiştir. İnsan her şeyden önce kendisini iyi tanımalıdır. Kendini iyi bilen, ne istediğini de bilir. Hadîselerin tevîlini, yani nihâî sonucuna ilişkin basîret gösteren genç Yûsuf, sağlam bir irâde ortaya koyduktan sonra dua etmektedir. Önce elinden geleni yapana, doğru tercihlerde irâdeyi kullanana ve sünettullaha uygun davrananlara El-Mücîp olan Allah icâbet edecektir. Allah’ın icâbetini hak etmek için fesâdı, fuhşiyatı değil ıslâhı ve takvayı öncelemek şarttır.
35- Sonra âyetleri gördükleri hâlde, bir mühlet onu zindana atmaları gerekliliği onlara belirdi.
Yûsuf’un zindan süresi olarak klasik eserlerde “beş yıl”, “yedi yıl”, “dokuz yıl”, “on iki yıl”, gibi sürelerden söz edilmiştir. Ancak bu iddiaların hiçbir dayanağı yoktur. Âyetteki “hîn(bir süre)” ifadesinden, Yûsuf’un uzun değil, kısa bir süre için hapse gönderilme niyeti anlaşılmaktadır. Zaten bazı müfessirler de bu sürenin üç ay olduğunu belirtmiştir. Fakat ne yazık ki genç Yûsuf biraz daha uzun bir süre zindanda unutulmuştur. Bu süre de toplumsal hafızanın zayıflaması, dedikoduların dinmesi ortalığın yatışmasını sağlayacak kadar bir süredir. Burada âyet olayın ortaya çıkışı, yapılanlar ve kimin ne kadar suçlu olduğunu gösteren alâmetler, işâretler ve deliller manasındadır. Arkadan yırtılan iffet gömleğine ve Azîz’in karısının açık beyanlarına ve yaptıklarına da bir gönderme yapılmıştır. Bunlara rağmen zindana atılan genç Yûsuf olmuş, sosyal statü burada da hukukun önüne geçmiştir. Genç Yûsuf’un, rezil bir hayattansa zindanı tercih etmesi bir nevi suçu üstlenmesi anlamına gelmektedir. Bu itibarsızlığa mahkûm edilen Genç Yûsuf 50. âyette şehirde iffeti, ahlâkı, hakkı savunan kadınların bu işten nasıl el çektiklerini ve nasıl ikna edildiklerine dair plânların deşifre edilmesini isteyerek iade-i itibar talebinde bulunacaktır. (Bkz. “Ve Melik: “Onu bana getirin.” dedi. Öyle ki ona, resûl geldiği zaman Yûsuf: “Rabbine dön ve böylece ellerini kesen kadınları zorlayanın ne olduğunu sor!” dedi. Muhakkak ki, Rabbim onların özel plânlarını çokça bilendir. Yûsuf:50) Mahkemede “fizikî olarak ellerini kesen” gibi bir sebep yerine Yûsuf’u gördüklerinde onlarda neden Yûsuf’tan murat almak istemediler, neden ondan el çektiler? Şeklindeki soru, “aldıkları sus payını da açıklamaktadır.”
36- Ve onunla beraber iki genç de zindana girdi. İkisinden biri dedi ki: “Muhakkak ki, ben kendimi şaraplık üzüm sıkarken görüyorum.” Ve diğeri dedi ki: “Muhakkak ki ben de kendimi başımın üstünde ekmek taşırken görüyorum, ki kuş ondan yiyordu. Bize bunun tevîlini haber ver. Muhakkak ki, biz seni muhsinlerden görüyoruz.”
Genç Yûsuf’un muhsin olduğu 22. âyet şöyle ifade etmişti: “Ve en şiddetli çağına ulaştığı zaman ona hüküm ve ilim verdik. Muhsinlerin karşılığını işte böyle veririz.” Yûsuf’un zindandaki tutum ve davranışları, her durumda çizgisini bozmaması, zindan arkadaşları tarafından da “muhsin” sıfatı ile anılmasını sağlamıştır. Talmud’a göre bu iki kişi, bir şölen esnasında ekmekte taş, şarapta sinek bulunduğu gerekçesiyle mahkûm edilmişlerdi. Kurân’da bu iki kişinin suçları ile ilgili doğrudan bir bilgi verilmemiştir. Sadece Yûsuf’un zindana girdiği anda onların da zindana dâhil edildikleri bilgisi vardır. Bu kişilerin aynı muhitin, burjuva kesiminin hizmetlileri olma ihtimali yüksektir. Şirkin oluşturduğu kast sistemi, başka kurbanlarla zulme devam etmiştir.
Hamr kelimesi, aslında “aklı örten şey” anlamına gelmektedir. Burada “hamr” kelimesine “şarap” manası verilmesi uygundur. Şarap kelimesi Kurân’da vardır ve bu tüm içecekleri ifade eden bir isimlendirmedir. Burada “asiru” fiili ile birlikte geldiği için sıkılan üzümden elde edilen, aklı örten ve sarhoşluk veren içki manasındadır. Zindana atılan kişinin hem şarap üreticisi hem de onu sunan bir sâkî olduğu detayı verilmiştir. Şarap yapmak için üzüm sıkmak, şer olana hizmet etmektir. Nimeti başının üzerinde taşıyıp paylaşmak, kuşu beslemek ise hayırlı bir eylemdir. Ancak akıbet tam tersi çıkacaktır. Burada birde “et-tayru” kuşlar değil tek bir kuşu ifade etmektedir. Bu detay aslında zindana atılan kişinin şirk sisteminin razı olmadığı tek bir küçük suç işlediğine bir gönderme olabilir.
37- Dedi ki: “Rızıklandırılacağınız bir yemek size gelmeden önce ben, onun tevîlini haber veririm. Bu ikisi, Rabbimin öğrettiklerindendir. Muhakkak ki ben, Allah’a güvenmeyen ve âhireti örten bir kavmin milletini terk ettim.
Hz. Yûsuf’un, yemek ve vakit sınırlaması ilginçtir. Hz. Yûsuf neden bir zaman istemektedir? Eğer Allah’tan bir vahiy alarak tevîl yapacaksa bunun için zaten inşâallah demesi gerekirdi. (Bkz. “Onlar hakkında, zâhir olandan başka tartışma! Onlar hakkında, onlardan fetva alma ve bir şey hakkında “Ben, bunu yarın mutlaka yapacağım!” deme. Kehf:22-23) Zîra Kehf kıssası Allah Resûlü’ne vahyedilecektir. Vahiyde zaten olduğu gibi tebliğ edilir onda teviller, zanlar olmaz. Hz. Yûsuf’un Allah’tan aldığı vahiy ile kimin ölüp kimin yaşayacağını bildirmesi için zindan arkadaşlarının böyle rüyalar görmesine ve yemek saatinden önce demesine de gerek yoktur. Bilgi gelir ve beklemeden direkt tebliğ edilirdi. Zaten Yûsuf’a “rüyaların tabîrinin, yorumunun, açılımının öğretildiği” şeklinde bir ifade Kurân’da yoktur. Hz. Yûsuf hâdiseleri, yaşananları, durumu çok iyi okumakta ve bunların varıp duracağı nihaî sonun nasıl olacağına dâir isâbetli, hikmetli bir basîret ve ferâset göstermektedir. İdam mahkûmlarına son istek ve yemeklerinin sorulması kadîm bir gelenektir. Bu uygulama idam cezasının olduğu ABD gibi ülkelerde hâlâ devam ettirilmektedir. Âyette hepimizin yemeği şeklinde genel bir yemek saatinden değil de “Sizin rızıklanacağınız bir yemek gelmeden önce…” şeklindeki ifade, sadece infazı kesinleşene sorulan son isteğin ve hükmün tebliğinden ve anlaşılmasından önce, bunu haber vereceğini ifade etmektedir. Hz. Yûsuf’un bu tutumu tevîlindeki gücü ve doğruluğu arttırmış, dışarıdan duyumlar ile bilme ihtimalini ortadan kaldırmıştır. Sadece parçaları birleştirip düşünmek için biraz zaman istemiştir. Yapacağı tevîller, Hz. Yûsuf’un zindandan kurtulma vesilesi olacağı için önemlidir. Bu detaylar, resûllerin bilgi edinme ve bunu kullanma yetileri hakkında bizlere yepyeni ufuklar açması bakımından da değerlidir. Âyetteki “Bu ikisi, Rabbimin öğrettiklerindendir.” ifadesinde, Rabbin öğrettiği ve sorunları çözen, tevîlleri hikmete bağlayan o önemli iki unsur nedir? Burada Rabb’den öğrenilen ilk önemli konu Allah’a, diğeri ise âhirete imândır. Zaten devam eden üç âyette Allah’a ve âhirete imânın hayata bakış açımızda ne kadar derin farklar oluşturduğundan bahsedilecektir. Zindandakiler, Allah’a iman etmeyen ahiret yokmuş gibi yaşayanların yüzünden mağdur edilmiştir. Hz. Yûsuf’un “Muhakkak ki ben, Allah’a güvenmeyen ve âhireti örten bir kavmin milletini terk ettim.” demesinin sebebi de, âyet ve delillerin kendi lehine ve kendisinin masûm olmasına rağmen, (Bkz. Yûsuf:35) şirk sisteminin değerli, masûm insanları mağdur etmesidir. Hz. Yûsuf birilerini suçlayıp işi yüzeysel değerlendirmemekte, asıl sorunun tasavvurda olduğuna işâret ederek okuyacağımız 3 âyette çözümler sunacaktır. Bu olay, Hz. Yûsuf’un risâletini tebliğe başladığı ilk olay olmalıdır. Zîra bundan önce tebliğde bulunduğunu gösteren herhangi bir işâret yoktur. Bu nedenle de önemlidir. Hz. Yûsuf muhsindir, muhlistir; ancak Yûsuf’un zindanda işi nedir? Devam eden cümlesi, bu tarz soruların ve ön yargıların cevabını, zindana atılma sebebini de açıklamaktadır. Allah’ın varlığına inanan; ancak ona güvenmeyen, âhiretin olduğu gerçeğini göz ardı edip geleceğini düşünmeyenler, ânın peşinde koşan, o ân ne kadar haz aldığına bakan müşrik bir kavmin milletini/yaşam tarzını terk etmiştir. Neden millet kelimesine inanç sistemi değil de yaşam tarzı denilmiştir? Hz. Yûsuf'un o kavmin inancını terk etmesi sanki daha önce o inanca müntesipmiş de sonra onu terk etmiş gibi bir manaya geleceğinden inanç sistemi veya dinini değil, zorla maruz bırakıldığı yaşam tarzlarını terk etmiştir. Zîra, inanç sistemi aynı zamanda somut bir görünüme de sahip olmalıdır. İslam inancının şekillendirdiği, somutlaşıp yaşam tarzına dönüştüğü, İslam kültürüne "mileteibrahime" diyebiliriz. (Bkz. Ali İmran:95) İnsanın istek ve zevkleri başkalarının hayatlarından önde olursa orada ne imândan ne âhiretten söz edilebilir. Orada sadece zulüm ve adâletsizlik hüküm sürer. Yûsuf’un zindan arkadaşları da burjuva kesimine hizmet edenlerdir ve onlar da mağdur edilmiştir. Zîra burjuvanın gözünde emekçilerin bir değeri yoktur. Sadece efendilerine hizmet edebildikleri oranda onların yaşamalarına izin vardır. İnsanı insan olarak görmeyen, onun ve kendisinin yaratanın önünde eşit olduğuna imân etmeyen bir kavmin milletine yani hayat tarzına “lâ/hayır” diyerek olması gerekeni Hz. Yûsuf şöyle ifade edecektir:
38- Ve ben, atalarım İbrâhîm, İshâk ve Yakûb’un milletine tâbi oldum. Allah’a bir şeyi şirk koşmamız olası değildir. İşte bu, Allah’ın bize ve insanlara fazlındandır. Ve fakat insanların çoğu, şükretmezler.
Hz. Yûsuf’un bu konuşma içinde zikrettiği isimler ve ifade şekli gösteriyor ki, Hz. Yûsuf nebîler milletine dâhil olmuştur. Bu durum “Allah’ın bize ve insanlara fazlındandır.” şeklindeki ayrımından da anlaşılmaktadır. Nebîlere tâbi olmanın ilk şartı kast sistemini oluşturan, bencilliği ve kibri doğuran şirki terk edip adâleti, eşitliği ve saf sistemini savunan, emek odaklı tevhide tâbi olmaktır. Zaten Allah’ın insanlara en büyük fazlı; fıtrî ve huzurlu yaşayabileceklerini öğretmesidir. İnsanın fıtratında olanların üzeri, nefsânî arzuların tatmini için sürekli örtülmektedir. İrâdeyi Allah’ın fazlı olan vicdan yönünde kullanmak, hidâyetin şükrüdür. Dünyayı ve üzerindeki insanları bir bütün olarak görmeyen, sadece kendi ihtiyaçlarını önemseyip bencil istekler etrafında toplanmış kişilerden olup çıkarları uğrunda bölücü ve parçalayıcı olma, şirk mantığının sonucudur. 37. âyette millet kelimesi hazperestleri nitelemek, burada nebîlerin yolundan gidenleri nitelemek için kullanılmıştır. Milletin manası imlâdan gelmektedir ki takip edilen belirli kaide, çizgi ve kuralları anlatır. Bu çerçeveyi, ya bencil çıkarlar (şirk) ya da insanî erdemler (tevhid) belirleyecektir.
39- Ey zindan arkadaşlarım! Farklı farklı rabbler mi hayırlı, yoksa Vâhid, Kahhâr olan Allah mı?
Müteferrikûn kelimesi hem çokluk hem de farklılık bildirir. Bu anlam örgüsü içinde nitelik, işlev ve seviye farklılığı anlamınadır. Ayrı ayrı rabbler aynı zamanda ayıran, tefrika çıkaran, bölen, parçalayan, hayattan koparan rabbler demektir. Tevhid, ortak doğrular altında toplanmak iken, şirk farklı istek ve arzular peşinde parçalanmaktır. Hz. Yûsuf “yâ sâhibeyi/ey zindan arkadaşlarım!” diyerek onlar ile bir ünsiyet kurmuş, ortak kaderi paylaştıklarına dâir bir âtıf yapmıştır. Farklı farklı rabblere kulluğa zorlayan bu şirk sistemi, geçmişte olduğu gibi bugün de emek veren, iyi ve masûm insanları mağdur etmekte; ancak kendilerini rabb zanneden kibirli efendilerin isteklerini yerine getirenlere yaşam hakkı tanımaktadır. Hayr kelimesi “insan fıtratına, sağduyusuna en uygun düşen, sonu en hayırlı olan, adâlet ve insanî erdemlerdir.” Âyetin sonundaki iki esmâ konuyu özetler mahiyettedir. “El vâhidul kahhâr” esmâları ile tevhitteki birlik vâhid esmâsına, şirkteki tefrika ve mahrûmiyet Kahhâr’a gitmektedir. (Bu esmâlar için ayrıca bkz. Sad:65)
40- Siz O'nun astındakilere kulluk ediyorsunuz ki, o isimler Allah’ın kendilerine bir sultân indirmediği, sadece siz ve atalarınızın isimlendirdiğinden başkası değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. O'ndan başkasına kulluk etmemenizi emretti. İşte kayyîm din budur. Ve lâkin insanların çoğu bilmezler.
Sizin ve babalarınızın isimlendirdiği ifadesindeki “esmâ”, sumuv kökünden gelir, yücelik ve üstünlük manasını taşır. Burada bir yüceltme söz konusudur. Bu sahte paye ve yüceltme insanı küçültüp değersizleştirmektedir. Çözüm “dînikayyîm”dir. Kayyîm, “ayakta durmak, doğru ve düzgün olmak” anlamındaki Arapça kıyâm kökünden mübalağa ifade eden bir sıfattır. Buna göre dînikayyîm tamlaması “insan onuruna yaraşan, kullar önünde insanın şahsiyetini, onurunu yere eğdiren, omurgasız bir duruştan onu kurtaran yaşam tarzının adıdır.” Din kelimesi “d-y-n” kökünden gelir ve kelimenin temel anlamı borçluluktur. Daha derindeki kök anlamı “dane”dir. Dane, buzağı yavrusu demektir. Buzağı yavrusunun annesine süt bakımından muhtaç olması bu anlamı kazanmasını sağlamıştır. İnsan sadece her şeyini Allah’a borçlu olduğunu bilirse kimsenin istek ve arzularının kölesi olmaz.
Sultân ve babalarının isimlendirmeleri ifadeleri, köleliğin anadan-babadan gelme bir kültüre dönüştüğü vurgusu taşır. Var olan kabuller ve şirk kültürü, elit kesimin (efendi ve rabblerin) nemalandığı, bunların içine doğan köle potansiyelindeki halka zulüm için sırtını dayadığı bir sebeptir. İnsan onuruna aykırı toplumsal kabulleri sorgulayan şahsiyetli ve onurlu gençler kimseye kendini borçlu hissetmez. Mülkü ve hükmü sadece Allah’a izafe eden toplumlara esâret tasması takılamaz.
41- Ey zindan arkadaşlarım! Bu durumda ikinizden biri, böylece rabbine şaraplık üzümle sâkîlik yapacak ve fakat diğeri ise asılacaktır. Öyle ki kuş onun başından yiyecektir. Fetvasını istediğiniz hakkında emir kaza edilmiştir.
İstifta; lügatte, problemli bir meseleyi sormak, “fetva” ise buna verilen cevaptır. Kadâ, bir işi tamamıyla kesip atmak, kesin hükmü verip uygulamaktır. Hakka 27’de cehennemliklerin kararının verilip ölme istekleri (kalemlerinin kırılması) bu kelime ile anlatılmıştır. Burada zanlıların beratı ve infazına ilişkin yönetimin kesin karar vereceği Hz. Yûsuf tarafından analizi yapılarak zindan arkadaşlarına haber verilmiştir. Yönetimin mahkemeyi tamamlaması “kaza”, onların ne yönde karar verdiği ise zan ile ifade edilecektir. Hz Yûsuf’un “bu durumda” yani bu şirk ortamında şarap sıkanın efendisi için Rabb demesi de manidardır. Bu köle, artık kendisini efendisinin kulu derekesine düşürmüştür. Ancak kuş besleyen kişide kibirli efendisine/rabbine hizmet, kulluk söz konusu değildir. Bu detaylar bizi şu sonuca ulaştırmaktadır: Alkol ve zina, zevk ve hazzı önceleyen toplumlar için seçilmiş iki örnektir. Bunlar başta kişinin kendisine, sonra etrafındakilere yayılan bir hastalık ve kötülüktür. Haz sektörüne hizmet ettiğiniz oranda, şirk sistemi yaşamanıza izin vermektedir. Kendisi dışındakileri düşünen, nimeti başının üzerinde taşıyıp şükreden ve ihtiyacı olanlarla paylaşanları müşrik kafa sevmez ve sistem dışı bırakmak ister. Onun asılması ve kuşun başını didiklemesi detayı, cesedin hemen indirilip defnedilmediğini, orada ibret ve gözdağı için bırakıldığını göstermektedir. Bu uygulama, sisteme karşı gelenlerin önünü kesmek içindir. Zîra bu şahsiyetli kişi, onların çanaklarına hizmet etmemiş, kendince fıtratındakini yaşamaya kalkışmıştır. Tıpkı seks kölesi yapılamadığı için zindana layık görülen Genç Yûsuf gibi.
42- Ve ikisinden kurtulacağını zannettiği kişiye: “Rabbinin katında beni zikret!” dedi. Fakat şeytân ona, rabbine onu zikretmeyi unutturdu. Böylece birkaç sene zindanda kaldı.
Hz. Yûsuf rüyaları Allah’tan aldığı vahiy ile yorumlasa idi “…kurtulacağını zannettiği…” gibi bir ifade kullanılmazdı. Zîra vahiyde zan olmaz. “…kurtulacağına kesin imân ettiği…” şeklinde bir ifade olmalıdır. Bu da hâdiseleri doğru okumanın ve varacağı sonu öngörebilmenin bir sonucudur. Kendi yaşadıklarından da tecrübe etmektedir ki şirk çarkına hizmet eden şarap ustası sâkî, hizmeti süresince yaşayacaktır. Oysa ona çomak sokan, sistemden uzaklaştırılarak bertaraf edilecektir. Şirk sistemine hizmet eden birinin Yûsuf gibi bir değeri zindanda unutması gayet doğaldır. Zîra şeytânî duygu ve düşünceler rahmânî olanları unutturur. Bizlere iyiyi, doğruyu, âdil ve rahmânî olanı hatırlatanları dünyanın koşuşturmasından şahsî menfaatler ve şeytânî istekler yüzünden aklımızın ve kalbimizin karanlık odalarında unutmamız aslında insanî değerleri önemsemeyişimizin sonucudur. “Kalbim temiz!” diyerek doğruyu hayata yansıtmaktan geri durmak, insanî yanlarımızı zindanlara kilitleyip unutmaktır. Kurân’da “nisyân” kelimesi bu yüzden hep olumsuz bağlamlarda gelmektedir. Bile bile terk etmeyi, değer vermemeyi, umursamamayı ifade eder. (Bkz. Secde:14)
Bid‘, 3’ten çok 10’dan az olan rakamlar için kullanılır. Birçok tefsire göre burada kastedilen zindanda kalma süresinin yedi yıl olduğudur. Yûsuf önce kısa süre için zindana atılmış olmasına rağmen, âyetten anlaşıldığına göre, plânlanandan daha uzun süre hapiste unutulmuştur.
43-Ve Melik dedi ki: “Muhakkak ki ben, yedi zayıf sığırın, yedi semiz sığırı yediğini görüyorum. Ve yedi yeşil başak ve diğerlerini de kurumuş görüyorum. Ey meleler! Eğer siz tabir edenlerseniz, bana rüyam hakkında fetva verin!”
Bakara kelimesi “b-k-r” kökünden gelir. Manası yeri yarmak, tırnağı ile kazımaktır. Sığırların, özellikle boğaların ön ayakları ile yeri kazma karakteristik hareketi, bu tür hayvanlara isim olmuştur. Kelimenin sonundaki te, tekil için kullanıldığında bir tek sığır demektir. Mısır’daki halkın temel geçim kaynağının “bakara/hayvancılık” ve “sümbül/başak” yani tarım ve Zîraat olduğunu göstermektedir.
Kurân, baştan sona eski Mısır yöneticilerini “Firavun” adıyla anarken, istisnaî olarak Yûsuf sûresindeki Firavun’a özellikle “melik” der. Bunun nedeni Firavun kelimesinin anlamındadır. Eski Mısırlılar güneşe “Ra” adını vermiş ve ona yüce tanrı diyerek tapınmışlardır. Mısır inançlarına göre her kral iktidarını “Ra” ile olan ilişkisine dayandırır ve kendisini Ra’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak dayatırdı. Zamanla “Ra” soyundan geldiğini savunan krallar, kendilerinin de “Yüce Rabb” olduklarını halka kabul ettirmek amacıyla Firavun (güneş tanrısının oğlu) unvanını kullanmaya başladılar. Firavun kelimesi de, “fer’ane” ve “tefer’ane” fiilinden türemiştir. Bu iki fiil “Büyüklendi, ceberut ve ulaşılmaz oldu, büyük bir güce erdi.” anlamına gelmektedir. Ancak Hz. Yûsuf zamanındaki yönetici ne kendisini Ra’ya isnat etmiştir ne de ceberrut bir zorba olmuştur. Bu nedenle bazı müfessirler bunun Firavunlar hanedanına mensup olmadığını söylemiştir. Olumlu bir isimlendirme olan “melik”, yönetim makamının hakkını vermiştir. Allah’ın da el-Melik diye bir esmâsı vardır. Hz. Yûsuf’a inanıp onu çok önemli mevkilere getirmesi, onun diğer firavunlardan farkını ortaya koymaktadır. Bu kralın Mısır’ı ele geçirdikten sonra ülkede M.Ö. 1700’den 1580’e kadar hüküm süren 6 Hiksos kralının sonuncusu olduğunu söyleyen tarihçiler de olmuştur. Yabancı bir kavimden olduğunda şüphe bulunmayan bu hanedanın ismi eski Mısır dilinde “hik şasu” ya da “heku şoswet” sözünden türemiştir ki, bunun anlamı “göçebe ülkelerin hükümdarları” yahut geç dönem Mısır tarihçilerinden Manetho’ya göre “çoban krallar” demektir. Bu kıssada sözü geçen kralın İbranî kavminden olan Hz. Yûsuf’a duyduğu güven ve yakınlığın sebebi de bu kökeni olabilir. Zîra insanlara ırk temelli yaklaşmamış, göçebeliğin verdiği farklılıklardaki zenginliğe şâhit olduğu için onun statüsünden ziyâde yetenek ve liyâkatine odaklanmıştır.
Kitabı Mukaddes ve Talmud’a göre kral gördüğü rüyalardan ötürü oldukça ürkmüş ve kafası karışmıştı. Bu yüzden ülkesi çapında bir ferman çıkararak tüm bilgin, kâhin ve sihirbazları bu rüyaları yorumlamaya çağırmıştı. Ta’bîr kelimesi de “geçmek” anlamına gelen “ubur” kökünden gelmektedir. Görülen ile hayat arasındaki kurulan manasal köprüyü ifade eder. Zindan arkadaşları Hz. Yûsuf’tan rüyanın tabîrini değil, kendi akıbetlerinin tevîlini isterken; Melik görülen bu sembollik, sâdık rüyanın tabîrini istemektedir.
44- Dediler ki: “Karmakarışık düşler... Ve biz düşlerin tevîlini bilenler değiliz.”
Ru’yâ Kurân’da hep tekil gelir. Sâdık ru’ya, sâlih niyetlerin, ıslâhat ve maslahat derdinde olanların endişelerinin müşâhedesidir ki bunlar takvanın sonucudur. Hulm ise hep çoğul (ahlâm) gelir ve karmakarışık(adğâs) sıfatını alır. Yaşı, kurusuna karışmış ot demetleri gibi, yenisi eskisine karışmış bir yığın uyku hayalleri, gerçekte hiçbir manası olmayan eski-yeni birtakım vehimler ve hayallerin birbirine karışmasından meydana gelen manasız hâdiseler demektir. (Elmalılı) Bu tür düşlerde herhangi bir sâlih kaygı ve korku olmadan, bilinçaltının anlamsız olarak gördükleri ve mantıksal bir bağlantının olmadığı birleştirmelerdir. Mısır kralının gördüğünün ahlâm değil “ru’ya” olduğu hâlde kuraklık ve kıtlık gibi halkı çok zor bir duruma sokacak tehlikelerin kaygısını çekmeyen meleler Melik’in endişelerini anlamamış ve onun derdini “karmakarışık düşler” sınıfına sokmuştur. Âlim olmak bilgi ile olur. Bu bilgi kitabî değil, halka ve onların sorunlarına yakın olmak ile alâkalıdır. Melik’in yakın danışmanları olan melelerin halkın geçim kaynaklarına uzak, mütref bir hayat yaşadıklarını yorumları ele vermektedir. Zayıf bir sığır veya kurumuş bir başağın, emek veren üretici için ne anlama geldiğinden bîhaber olan mütrefler bunu anlamsız bulabilir. Bu körlüğü her dönemin sözde aydınlarında görmekteyiz. Fildişi kulelerinden hayatı okumaya kalkan filozoflardan birinin, yağan yağmurun rahmet olacağına dâir âyeti yorumlarken “Bunlar geçmişte kaldı, artık dev şehirlerin yağmura ihtiyacı yoktur.” demesi tipik bir örnektir. Hayattan kopuk bir bakış, her dönemin sözde aydınlarının düştüğü karanlıktır.
45- O ikisinden kurtulmuş olanı, ana konunun ardından hatırladı ve dedi ki: “Ben, size onun tevîlini haber vereceğim. O hâlde beni elçi olarak gönderin.”
Ümmet, anne anlamına gelen “ümm” kelimesinden türemiştir. Anneci, ona müntesip, ilişkin demektir. “Ümm”, bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslâhına veya başlangıcına temel olan kökene verilen isimdir. “Ümm” kelimesi Kurân’da kelime anlamıyla hem anne hem de ana, asıl, temel unsur, uygun karşılık anlamlarında geçmektedir. (Bkz.Fâtır:24, Rad:30) Kurân üzerine çalışma yapanların birçoğu, buradaki ümmet kelimesini, “sayısı belli bir vadeye ve bilinen bir zamana kadar” şeklinde anlamlandırmıştır. Ancak Kurân’da “hin” gibi zaman ile ilgili birçok kelime zaten vardır. Dolayısıyla buradaki “ümmetin” kelimesinden “ana, asıl, esas konu, mesele ve gündem, konuşulanlar” manası anlaşılmalıdır. Melik ve melelerin yaptığı konuşmayı duyan sâkînin bu gündemden dolayı unuttuğu Yûsuf’u hatırlayıp haziruna hitabından burada bahsedilmiştir.
İddekera kelimesi, “hatırlamak, anmak” anlamına gelen “z-k-r” kökünden türemiş olmasına rağmen farklı harekelendirilmiştir. Burada 42. âyette Yûsuf’un “Beni zikret!” ifadesinin karşılığı olarak hatırlama manasındadır. Şeytânî unutmada menfaatler etkilidir. Burada yine menfaatlerin etkisi ile sâkî, Yûsuf’u hatırlamıştır. Hz. Yûsuf’un zindan arkadaşından istediği burada gerçekleşmekte ve kurtuluş için aranan vesile yöntemi geç de olsa meyvesini vermektedir.
46- Yûsuf, ey sıddîk! Bize yedi zayıfın yediği yedi semiz sığır ve yedi yeşil sümbül ve kurumuş olan diğerleri hakkında fetva ver! Umarım ben insanlara dönerim de böylece onlar da bilirler.
Sâkînin, Hz. Yûsuf’a “Ey sâdık kişi!” şeklinde hitap etmesi kendi vefasızlığına, Yûsuf’u zindanda unutarak sözüne sadâkatsizliğine bir gönderme olabilir. Dikkat edilirse burada sâkî, Melik’in böyle bir rüya gördüğünden bahsetmeden direkt rüyayı anlatmıştır. Hz. Yûsuf’un bu rüyayı yine zindan arkadaşının gördüğü bir rüya olarak algılaması muhtemeldir. Sâkî, bunu anlatarak insanlara bir faydasının olacağına dair bir cümle ile konuşmasını bitirmektedir. İnsanların iyiliğine olan bu sâlih amacı duyan Hz. Yûsuf, hemen ona yardımcı olmuştur.
47- Dedi ki: “Yedi sene âdetiniz üzere devamlı ekin! Öyle ki yediğiniz az bir kısmı hariç, artık hasat ettiğinizi kendi başağında bırakın.”
Dâb kelimesi; ciddiyet, canlılık, âdet, devam, bir şeyi diğer bir şeye çalışarak ulaştırmak manasındadır. Dâben demek; devamlı, peş peşe, adet üzere gibi bir mana ifade eder. Kurân’daki açıklamadan, buğdayın da kendi tabiî yuvasında, diğer bir tabirle yatağında beş, altı yıl dayanabileceği anlaşılıyor. Depo, ambar ve benzeri yerlerde ise, buğdayın gerektiği gibi korunması için doğru nem (%13) oranına ihtiyaç vardır. O nedenle Yûsuf peygamber en kolay saklama ve koruma usulünü o dönemin şartlarına uygun olarak tavsiye etmiştir.
48-Sonra bunun arkasından şiddetli yedi sene gelecektir. Biriktirdiklerinizden az bir kısmı hariç önceden sakladıklarınızı yiyecektir.
Bu ifadeler döngüsel değişiklikleri göstermektedir. Kurak dönemler ne kadar uzun sürerse o dönemlere hazırlıksız yakalananlar için o oranda ölümcül olur. 7 yıl gibi uzun bir süre kuraklığın olması tüm stokların tükenmesi için kâfidir. Önce bitki örtüsü, arkasından otçullar ve en son besin zincirinin en üstündeki canlılar, kuraklık ve kıtlıktan olumsuz etkilenmektedir.
49- Sonra içinde insanların yardım göreceği bir yıl gelecek ve o yılda sularını sıkacaklar.
Ya‘surun’u “…yağmura kavuşacaklar.” manasında “yu’sarûn” şeklinde okuyanlar olmuşsa da, Taberî bu anlamın Arap lehçelerinden hiçbirine ait olmadığını söylemiştir. Bu kelimenin, bol yağmur değil de insanların yardım göreceği şeklinde anlaşılması daha isâbetlidir. Bu yıla dair rüyada bir işâret yoktur. Ancak Hz. Yûsuf bu yöntemi ve tasarrufu öğrenen, çevresindeki insanlara yardım edenlerin yardım göreceğini öngörebilmektedir. Ayrıca dikkat edilirse Kurân; zor ve şiddetli, kurak geçen dönemler için “sinin/sene”, bolluk olan dönem için “âmun/yıl” kelimesini kullanmıştır.
50- Ve Melik: “Onu bana getirin!” dedi. Öyle ki, ona resûl geldiği zaman Yûsuf: “Rabbine dön ve böylece ellerini çeken kadınları buna zorlayanın ne olduğunu sor!” dedi. Muhakkak ki, Rabbim onların plânlarını çokça bilendir.
Burada Hz. Yûsuf’un sorusu kendi masûmiyetinin kanıtı olacaktır. Kadınların el çekmeleri Yûsuf’un onlara karşı yaptığı ahlâksızlık ve kötülük mü, yoksa Azîz’in karısının verdiği sus payı sonucunda mıydı? Zîra zindana atılma sebebi, Yûsuf’un onlara kötülük yaptığı iftirasıdır. (Bkz. “Senin ehline kötülük yapmayı irâde edenin karşılığı zindana atılmak veya elîm bir azâptan başka nedir?” Yûsuf:25) Bu istekteki zikre değer olan diğer şey, Hz. Yûsuf’un olayda büyük rolü olan Azîz’in hanımıyla ilgili hiçbir imada bulunmamasıdır. Zîra suçlunun suçunu itiraf etmesinin tek yolu Azîz’in karısının beyanına şâhit olan şehirli kadınların itiraflarıdır. (Azîz’in karısının açık beyanı için bkz. “Dedi ki: “Beni onunla kınadığınız kişi, işte bu!” Ve doğrusu, onun nefsinden murâd almak istedim. Fakat o, kurtuldu. Ve eğer ona emrettiğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve mutlaka küçük düşenlerden olacaktır.” Yûsuf:32) Bu beyanı duyan sadece Yûsuf ve oraya davet edilen şehirli kadınlardır. Hakîkati de onların şâhitliği ortaya çıkaracaktır. İşte mahkeme günü…
51- Dedi ki: “Yûsuf’un nefsinden murâd almayı istediğinizde neyle muhatap oldunuz?” Onlar dedi ki: “Hâşâ, Allah için ondan bir kötülük bilmedik.” Azîz’in karısı dedi ki: “Gizlediğim hakîkat şu ki, asıl ben onun nefsinden murâd almak istedim. Muhakkak ki o, sâdıklardandır.”
Hatbukunne, “h-t-b” kökünden gelir ve “bir sözü tekrar etmeyi” anlatır. Hatbeten, bir kadına talip olduğunu dile getirmeye hasredilmiştir. Kişinin kadına evlilik teklif ederken içinde bulunduğu hâli anlatır. Hutbe kelimesi, karşılıklı birçok konuşmanın yapılması gereken büyük, önemli konu demektir.(el-Müfredat) Bağlamla ilgili düşünüldüğünde hatbukunne ile, kadınların Yûsuf’un nefsinden murâd almak istediklerinde karşılaştıkları, içine girdikleri önemli durum veya hâle, Yûsuf’un davranışı üzerinden neyle muhatap olduklarına dikkat çekilmektedir. Başka bir ifadeyle, siz Yûsuf’un nefsinden murâd almak istediğinizde “Yûsuf, buna karşılık ne yaptı?” sorgulaması yapılmaktadır. Dolayısıyla Melik’in kadınlara sorduğu soru, kadınlara sarkıntılık ve tecavüze yeltenme suçu ile zindana atılan genç Yûsuf’un verdiği tepkiyi anlamaya yöneliktir. Kadınların “Biz ondan bir kötülük görmedik.” itirafı 31. âyetteki suskunluklarını bozmaları anlamına gelmektedir. Şehrin önde gelenlerinin eşleri olan ve belirli bir nüfûza sahip olan bu kadar çok şâhidin beyanı Azîz’in karısını itirafa zorlamıştır.
Hashasa, “gizli iken sonradan açığa çıkmak, tebeyyün etmek, ortaya çıkmak” anlamlarına gelmektedir. Hashasal-hak, “Hakikat gizlendikten sonra açığa çıktı ya da ortaya çıktı.” anlamında gelir. Burada Azîz’in karısının entrikalar ve plânlarla gizlemeye çalıştığı hakîkatin itirafı söz konusu iken, bir sonraki âyette bundan duyduğu pişmanlıklar ifade edilecektir.
52- “İşte bu, benim onun gıyabında ona kesinlikle ihânet etmediğimi ve Allah’ın, ihânet edenlerin planını kesinlikle başarıya ulaştırmadığının bilinmesi içindir.”
Azîz’in karısı Yûsuf’un olmadığı mahkemede, onun gıyabında, iftirasına ısrarla devam etmeyeceğini, bunun onun masûmiyetine ve sadâkatine ihânet olacağını beyan ederek affedilmek için sözlerine şöyle devam eder:
53- Ve ben, nefsimi berâat ettirmem. Muhakkak ki nefsiemmâre -Rabbimin rahmet ettikleri dışında- kötülüğü emreder. Muhakkak ki Rabbim, Ğafûrdur, Rahîm’dir.
Bu itiraf/istiğfar ve tevbeden sonra konu anlaşılmış, artık geçmişle uğraşıp intikam peşinde koşmak yerine geleceğe bakıp insanların hayatını kurtarmak, asıl gündemi oluşturacaktır.
“Nefsimi berâat ettirmem.” anlamındaki “ve mâ uberri-u nefsî” kullanımındaki uberri “b-r-e” kökünden gelmektedir. Kurân’da bu kökten gelen kelimeler 31 kez kullanılmıştır. Kamer:43’te kadim yasalar olan önceki kitaplarda “Berâat mı var?” şeklinde mahkemeyikübraya âtıfla bir kullanım yapılmıştır. Berâat kelimesin asıl manası, Müfredat ve Besâir’de açıklandığına göre, kerih görülen herhangi bir şeyden tefassi (kırılma, ayrılma), tebaud (uzaklaşma) demektir. Elmalılı, berâati herhangi bir keraheti nâkısadan selâmet ve uzaklaşmak olarak tarif etmiştir. Âyetimizde Azîz’in karısı iftirasına devam edip kendisini mahkemede suçsuz göstermek yoluyla berâatını talep etmeyeceğini peşinen ifade etmektedir.
Emmare kelimesi mübalağa sığasındandır. Yani, çok emredici, aşırı şekilde emredici demektir. Nefsiemmâre, kötülüğü çokça emreden nefis demektir. İnsan; hayatta kalma, güvende olma, koruma ve korunmayı güdüsel olarak ister. İnsana düşen; nefsî istekleri kendine, çevresindekilere ve tabiata zarar vermeden giderebilmesidir. Bunu başarabilenlere âyet “Rabbin rahmet ettikleri” demektedir. Bu durum, bir ömür süren tecrübe ve eğitimin sonucunda sürekli iyileştirilmeli, kemâle doğru ilerlemelidir. Eğer nefsî istekler, aklî kriterler göz önünde bulundurulmadan yerine getirilirse nefs, iyi-kötü, hak-bâtıl, doğru-yanlış gibi sınırları zamanla dikkate almaz. İşte bu durumdaki kişi nefsinin emirlerini akıl süzgecinden geçirmeden hemen yerine getiren bir köle derekesine düşer. Tûr:32’de “Yoksa onların akılları mı bunu emrediyor? Yoksa onlar azgın bir kavim mi?” sorusunun gizli cevabı “Hayır, onların akılları bunu emretmiyor, asıl onları yoldan çıkaran tuğyanları, yani azgın bir hayat tarzı emreden nefisleridir.” Burada Azîz’in karısı etkin pişmanlığını dile getirirken öz eleştiri yapmaktadır. Hayatında her istediğine, herhangi bir sınır gözetmeksizin kavuşan nefislerde bu tarz hataların yapılacağına dikkat çekilip bağışlanma ve merhamet istenmektedir. Muhtemelen Hz. Yûsuf da şikâyetçi olmayınca (peygamber ahlâkı bunu gerektirir) dava kapanmış ve geçmişe takılmadan geleceği konuşmaya başlamışlardır.
54-Ve melik dedi ki: "Onu bana getirin ki, kendim aracısız görüşeyim!” Öyle ki onunla konuşunca dedi ki: “Muhakkak ki sen, bugün bizim yanımızda emîn bir mevkidesin.
Hz. Yûsuf ile kelâm eden (önemli konuları konuşan) Melik, onun liyâkati hakkında bilgi edinmiştir. Zîra hakkı ile ehil insanların yaptığı mülakat önemli bir seçme kriteridir. İstihlâs; bir şeyin ortaklıktan, şaibelerinden kurtarılarak arındırılmasını istemek, has kılmak demektir. Melik, Hz. Yûsuf’un kendisiyle doğrudan, hiçbir aracı olmaksızın görüşmeyi istemektedir. İyi yöneticiler ellerinden geldiği kadar dolaylı ve aracılar yoluyla bilgilenmek istemez. Başta gönderilen şarapçı-elçi, güven vermeyen, unutma geçmişinden dolayı bir anda devre dışı bırakılmıştır. Zîra doğrudan alınan bilgi her zaman daha sağlıklıdır. Bir kral, danışman ve yardımcılarından sürekli bilgi alıp gerçeklerden uzaklaşıyor ve sahaya inmiyorsa hayattan koparak birilerinin kuklası durumuna düşebilir. Her hükmü kendisinin verdiğini zanneder; ancak yanlı yönlendirmeler ile aracıların isteklerini yerine getirdiğinin farkında bile olmayacaktır. Ehil olana emaneti vermek, Kurân’ın açık emri olduğu gibi, Hz. Muhammed’in uygulamalarında da birçok yerde şâhit olduğumuz bir gerçektir. İş hayatından devlet yönetimine kadar hayatın her safhasında, ehil olmayanların söz sahibi olduğu toplum iflah olmaz. (Bkz. Nisâ:58 Allah size emanetleri ehline vermenizi emreder.) Hz. Yûsuf, Melik’in müsteşarı konumuna getirilmiştir. Müsteşar; yardımcı, sekreter, özel kalem değil, istişare edilen bir danışmandır. İstişare edilen kişi, ast-üst ilişkisiyle iletişim kurulan değil; bir işi paylaşan, o görevde ona arkadaşlık, yoldaşlık eden, gerektiğinde onu eleştirebilen, hatasını söyleyebilen bir konumda olmalıdır. Âyetteki emîn mevki/konum kullanımı, tam da bu iş bölümü ve yoldaşlığı anlatmaktadır. Bu emîn makamda Hz. Yûsuf aldığı kararlarda etki ve yönlendirmelerden uzaktır, kimse ona tahakküm etmeyecektir. Ast-üst ilişkisi, bu tür ekip çalışmalarına zarar verir ve özgün projelerin oluşmasına engel olabilir.
55- Dedi ki: “Beni bu yerin hazineleri üzerine ata! Muhakkak ki, ben iyi muhafaza eder, iyi bilirim.”
Burada arz kelimesi, tüm dünya anlamında değil, Mısır toprakları anlamında kullanılmıştır. Bu âyetten “bir işte ehil olan insanın ille de görev verilmeyi beklememesi gerektiği, göreve kendisinin de talip olabileceği” sonucunu çıkartabiliriz. Taşın altına elini koymaktan geri durup sorumluluktan kaçmak, yapılacak sâlih bir amelde davet beklemek mümin ahlâkı değildir. Hazineler konusunda kendi üstünde hiç kimsenin olmaması gerektiği isteği de önemlidir. Zîra ast-üst veya amir-memur ilişkisinde emir gelmeden memur inisiyatif kullanamaz, âmirin emirlerinden dışarı çıkamaz. Hiçbir resûl bir beşerden emir almaz, emir kulu olamaz. Hz. Yûsuf burada bir yardımcı değil, hazinelerin baş sorumlusu olma talebi ile o işte en üst düzeye kendisini konumlandırmıştır. Zîra ehil olan biri, torpille gelen kendi üstündeki liyakatsiz bir âmirin emrine girmesi, o liyâkatli kişiye zulüm olarak yeter. Âmir, patron veya şefler, öncelikle kendilerini beraber çalıştıkları kişilere istediğini yaptırabileceği konumda görmemelidir. Zîra onu da, kendisini de yaratan bir Rabb vardır. Her zaman âmirler, memurlarını ekip arkadaşı olarak görüp empatik bir tutumla çalışmayı ahlâk hâline getirmelidir. Hz. Yûsuf, onlara kurak ve şiddetli 7 yılın beklediği bilgisini vermiştir. Bu bilgi ışığında yönetim tedbirler alabilir; ancak bilgi ve bilinç eksikliği alınan iyi niyetli tedbirlerin yetersiz olmasına, ölüm ve acılara sebep olabilir. Hz. Yûsuf toplumun helâkına sebep olabilecek bu âfetten ancak bilinçli bir koruma ile kurtulacaklarını işâret etmek için hafîz ve âlim sıfatlarını öne çıkarmıştır.
56- Ve işte böylece Yûsuf’a orada imkân verdik. Orada dilediği yönde hareket ederdi. Rahmetimizi dilediğimize isâbet ettirir ve muhsinlerin ecrini zâyi etmeyiz.
Mekkennâ kelimesi, “yetki, kudret ve şeref vermek” anlamına gelmektedir. Burada yetkiyi veren kimdir? Burada yetkiyi veren kral değil liyâkattir, ehliyettir, hak etmişliktir. Yûsuf bu yolda yürünecek en uygun ve en doğru adaydır. Bir süreçle ulaştığı liyâkat ve yeteneklerine âtıfla onu “biz” yerleştirdik gibi çoğul bir kullanım yapılmıştır. “Rahmeti dilediğimize isabet ettiririz.” ifadesinde bu yüzden bir tesadüf ve keyfiyet söz konusu değildir. Güçlünün, adamı ve torpilli olanın öncelendiği, liyâkate bakılmaksızın emek verenlerin ezildiği bir ortamda, ıslâhat ve maslahat için sâlih ameller yapan kişilere enayi gözüyle bakıldıkça orada dürüstlük ve iyi olma değil, güçlü ve fırsatçı olma itibar görecektir. İnsanlara iyi ve güzel davranan, empati yeteneği ve otokontrolü yüksek şahsiyetlerin devlet makamlarında yükselebileceği bir sistemde ancak muhsinlerin ecri zâyi olmayacaktır.
57-Ve muhakkak ki âhiretin ecri, inananlar ve muttakîler için elbette hayırlıdır.
Âhiret, sadece öldükten sonra gidilen sonraki hayat değil, insanın henüz ölmeden önce onu bekleyen geleceğin tamamıdır. (Bkz. “Ve muhakkak ki sonrası (âhir olanı), senin için öncesinden daha hayırlıdır.” Duhâ:4) Bu bilgiler ışığında iyi ve dürüst işler yapanlar için burada şöyle bir vaat ve sünnetten bahsedilmiştir. “Ve muhakkak ki güvenilir ve sorumluluğunu bilenler için geleceğin getirisi çok daha hayırlıdır.” Mümin, güvenen ve güven veren iken; muttakî insan kötülükten, isrâftan, harâmdan, yalandan, fuhuştan sakınandır. Hz. Yûsuf, güven veren çizgisi ile geleceğe daha sağlam adımlarla ilerlemenin nümuneyiimtisalidir. Hz. Yûsuf, tarıma önem vermiş, üretimi artırmış, ihtiyaçtan fazlasını tüketip isrâf edilmesini engellemiştir. Bu sorumluluk taşıyan ve bencil olmayan muttakî tutumları, âhir olan kıtlık yıllarının şerrinden onları koruduğu gibi başka insanların hayatlarını kurtarıp salih ameller yapmalarına da vesile olmuştur. Bu tasarruf ve ihracat bilinci, kıtlık ve zorluk dönemlerinden ülkeyi daha güçlü ve daha hayırlı olarak çıkarmalarını sağlamıştır. Her taraftan insanlar gelerek Mısır’dan erzak satın almaya başlamış; Hz Yakûb da, Yûsuf’un öz kardeşi Bünyamin hariç, diğer çocuklarını bu yüzden erzak almak için Mısır’a göndermiştir. Hz. Yûsuf sadece yaşadığı şehri değil ailesini de kıtlıktan, sefalet ve açlıktan kurtaracaktır.
58-Ve Yûsuf’un kardeşleri geldiler. Böylece içeri girdiler. Öyle ki onlar onu çıkaramasa da, o onları tanıdı.
Kardeşleri Yûsuf’un münkiri olsalar da Yûsuf onların ârifidir. Kuyuya indirilen Yûsuf’un yıllar sonra yüksek bir mevkiye geleceğini ummayan kardeşlerinin onu tanımaması doğaldır. Fakat Yûsuf, yerinde sayan kardeşlerini hemen tanımıştır. Hz. Yûsuf’un “Yedi yıl kıtlık olacak.” dediği zamanlarda, bu kıtlıktan komşu coğrafyalar da etkilenmiştir. Bu hakîkat, Kitabı Mukaddes’te şöyle anlatılır: “Ve Mısır diyarında olan yedi bolluk yılı bitti. Ve Yûsuf’un söylemiş olduğu gibi yedi kıtlık yılı gelmeye başladı ve bütün memleketlerde kıtlık vardı; fakat (bu kuraklığa rağmen) bütün Mısır diyarında ekmek vardı.” (Tekvin:41, 53-55).
59- Ve yüklerini yükleyince dedi ki: “Sizin baba bir kardeşinizi de bana getirin. Ölçüyü tam îfâ ettiğimi görmüyor musunuz? Ben ağırlayanların hayırlısıyım.”
Cihaz; lügatte bir şeyi hazırlamaktır ve insanın hâlini, idaresini ıslâh eden şeydir ve gelin, misafir veya ölü için lâzım gelendir. Teçhiz de böyle bir malı hazırlamaktan ibarettir. Leys şöyle der: “Arapçada, bir kimse bir topluluğun, yolculukta onlara lâzım olacak şeyleri karşılamayı üzerine alıp yüklendiğinde kullanılır. Gelinin çeyizi ve çalışanın teçhizatı ifadeleri de bu köktendir. Bu, insanların ihtiyaç duydukları şeyler demektir. Hz. Yûsuf dışarıdan gelen insanların hane halkı sayısına göre bir ölçü belirlemiştir. Hz. Yûsuf ilk etapta hane sayısını, ağabeylerinin sayısına göre belirlemiş ve “Ben misafirlerimi hayır ile ağırlarım.” cümlesi ile adil olanın hayırlı olduğunu belirtmiştir. İkinci gelişlerinde baba bir kardeşlerini getirirlerse ölçüyü tam îfâ etmek için onun hakkını da vereceğini taahhüt etmiştir. Kardeşi kendisine isnat ile kullanmadığı için kelime marife değil nekira olarak gelmiştir. Hz. Yûsuf güvenilir biri olduğunu ameliyle ispat ediyor. “Ben emin biriyim, siz de küçük kardeşimiz var diyorsunuz, bunu ispatlayın!” der gibidir. Hz. Yûsuf'un, kıtlık çeken çevre kabilelere ölçü ile yani adam kayırmadan, torpil yapmadan düzenli ve sistemli bir yardım yaptığını anlıyoruz. Günümüze şu altın prensibi vermektedir: Kimseyi açlığa terk etmeyin. Mazlûmun dinini, geçmişini, sicilini, hatalarını sorgulamayın. Temel ihtiyaçlarda eski düşmanlıklar unutulmalıdır. Adâletli davranıp ölçüyü her ortamda tam tutmalıyız. Zîra “Allah için kavvâmin olun (hakkı ayakta tutun)! Ve bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adâletten saptırmasın. Âdil davranın! O takvaya en yakın olandır.” (Maide:8) 40. âyette, Yûsuf dînikayyîm’i anlatmıştı. Yani insanın zihnini kölelikten kurtaran din-i İslam’ı. Kayyum din, kişiyi kavvâmin yapar. Hangi şartla? Birine karşı duyduğumuz kin ve öfkeye rağmen adâletten ödün vermeme şartı ile. Bu hâl, güdülere karşı zihni bir ömür diri ve dik tutar. Güdülere boyun bükenler, onun her istediğini yapanlardır. Bu da zihnî bir köleliğin emârelerindendir. İntikam, aklî olmayan duygusal bir tepkidir. Kendini koruma güdüsünün yan tesiridir. Olgun insanlar intikamla uğraşmaz, zîra nefsinin isteklerine karşı âciz değildirler. Allah için hakkı ayakta tutan kavvâminler, kendilerine karşı yapılan haksızlıklara intikamla değil, adâlet ve ihsân ile cevap verirler, zîra onlar kötülüğü, iyilikle savanlardır. Hz. Yûsuf’un ne Azîz’in karısından ne de kardeşlerinden intikam almayı irâde ettiğine dair dair Kurân’da bir tek îma bile yoktur.
60- “Eğer onu bana getirmezseniz, artık benim katımda size bir ölçek yoktur. Ve bana yaklaşmayın.”
Yapılan yardımlar, şahsa elden yapılmakta idi. Gelemeyen kişilerin hasta, yaşlı vb. mazeretlilerinin durumu göz önünde bulundurulmuştur. Ancak bu grubun içine dâhil edilmeyen üvey kardeşin böyle bir mazereti olmadığı için, onun da şahsen müracaat etmesi gerektiği özellikle hatırlatılmıştır. Yardımların sahaya inip şahsen yapılması duyumlar ve beyanlar üzerinden yapılmaması önemlidir. Bu Kurânî tavsiye yardımda suiistimallerin önüne geçmektedir. Afet zamanları bir ailenin ihtiyacından fazla birkaç yerden sırf kendi beyanı üzerinden yardım alması sonucu yardım alamayan mağdur aileler oluşmaktadır. Burada Hz. Yûsuf bizzat tüm organizasyonun başındadır. Kendi yakınları veya akrabaları da olsa kesinlikle kurallardan taviz, iltimas veya adaletsizlik yapmamıştır. Bunun teklifinin bile yapılamayacağını “Ve bana bunun için yaklaşmayın.” cümlesi ile önceden beyan etmiştir.
61- Dediler ki: “Onu babasından almak için irâdemizi ortaya koyacağız. Ve biz bunu mutlaka yaparız.”
Murâvede; bir şeyi başkasından tatlılıkla, nezâketle ve aldatma yoluyla istemek olduğu için “Biz irâdemizi ortaya koyacağız. Elimizden geleni yapacağız.” manasını önceledik. Bu ifadeden de anlaşılmaktadır ki ağabeyleri, kardeşlerini getirememe gerekçesi olarak babalarının ilgisini göstermiştir. Hz Yakûb, bütün çocukların babası olduğu hâlde sadece Bünyamin’e nispetle “babasından” diyerek babanın aşırı korumacı olduğuna âtıf yapmışlardır. Böylece Bünyamin’e karşı duyulan kıskançlığı îma etmeleriyle Hz. Yûsuf’un kaygılarındaki haklılık ortaya çıkar. Kıskançlık, kişinin kendi öz babasını bile ötekileştirmesine sebep olan ölümcül/zehirli bir duygudur.
62- Yardımcı gençlerine dedi ki: “Onların erzak bedellerini, heybelerine koyun! Umulur ki, ailelerine döndüklerinde fark ederler. Umulur ki geri gelirler.
Rihâl kelimesi de “rehl”in çoğuludur ki hayvanların sırtlarına yükletilen eşyâ ve sâir şeylerdir. O dönemlerde mübadele ya da takasın genel bir alışveriş şekli olduğunu görmekteyiz. Hz. Yûsuf, ağabeylerinin hakkı kadarını ölçek ile vermiş; ancak kardeşi Bünyamin’in erzak bedellerini vermediği için getirdiklerinden onu düşerek artan sermayeyi onlara bilgi vermeden heybelerine koydurtmuştur. Ağabeyler getirdikleri sermaye kadar erzak aldıklarını zannederek geri döneceklerdir. Yardımcı gençlerini de plândan haberdar etmiş ve burada bir usulsüzlük olmadığına dair onları şahit tutmuştur. Bu yorumumuzun delilini 65. Ayettir.
63- Böylece babalarına döndükleri zaman dediler ki: “Ey babamız! Bize ölçek men edildi. Artık kardeşimizi bizimle gönder ki, ölçekle alalım. Muhakkak ki biz, onu gerçekten muhafaza edenleriz.”
Munia minna’l-keyl/Ölçek bizden menedildi, yani bugünden sonra eğer Bünyamin’i götürmezlerse fazladan bir ölçek bile (yani yiyecek, tahıl) alamayacaklarını ifade etmişlerdir. Demek ki gıda yardımında belirli bir süre geçmeden aynı kişilere paraları olsa da gıda verilmeme kararı alınmıştır. Ağabeylerin fazladan bir kişilik daha almalarının yolu Bünyamin’i yine takas edecek bir sermaye ile götürmeleridir. Burada ağabeyler herhangi bir kandırma ve aldatma yapmamışlardır. Yûsuf ne dediyse olduğu gibi babalarına iletmişlerdir.
64- Dedi ki: “Daha önce onun kardeşi hakkında size güvendiğim gibi ayrıca bunun hakkında da size güveneyim mi? Oysa Allah muhafaza edenlerin hayırlısıdır ve o rahmet edenlerin en merhametlisidir.”
Râgıb el-İsfahânî, rahmet kavramının temel manasının “acınacak durumda bulunan kimseye yönelik yufka yüreklilik ve şefkat” olduğunu, Allah’a nisbet edildiğinde merhametin ürünü olan “lütufta bulunma” manasına alınması gerektiğini söyler. (el-Müfredât, “rhm” md.) Kurân-ı Kerîm’de 114 yerde geçen rahmet kelimesi doksan iki yerde zât-ı ilâhiyeye nisbet edilmiştir. Kurân’da Allah’u Teâlâ dört âyette “erhamu’r-râhimîn”, iki âyette “hayrü’r-râhimîn” olarak nitelendirilmiştir. Hz. Yakûb, Allah’ın hem muhafaza edenlerin hayırlısı hem de merhamet edenlerin en merhametlisi oluşunu Bünyamin’i emanet edeceği evlâtlarına hatırlatarak onu korumayı amaçlamaktadır. Zîra Hz. Yakûp, ağabeylerin kardeşlerine duydukları merhametle çok daha samimi ve sağlam bir koruma sağlayacağının farkındadır. İnsandaki bu duyguların asıl kaynağı el-Hafîz ve er-Rahîm olan Allah’tır. Zaten insandaki tüm olumlu ve güzel sıfatların müessiri, Allah’u Teâlâ’dır. Hz. Yakûp zoraki bir koruma değil, kardeşlerine duydukları merhametin sonucu onu muhafaza etmelerinin daha sağlıklı olacağının bilincindedir ve muhataplarını bu minvalde içten içe işlemektedir. Âyetteki “erhamu’r-râhimîn” aslında bir kıyas cümlesidir. Zîra akıl kıyas ile çalışır. Bu kıyasın amacı kaynağı gösterip kullar üzerinde tecellisini sağlamaktır. Kurân’daki tüm esmâyıhüsnanın amacı hâşâ Allah’ın kendi kendini övmesi veya kulların övgülerini aktarmak değildir. Allah kendi olumlu sıfatlarını sayar ki, insan da potansiyelini esmaların tecellileri üzerinden harekete geçirsin.
65- Ve metâlarını açtıkları zaman sermayelerini kendilerine iade edilmiş buldular ve dediler ki: “Ey babamız! Daha ne isteriz? İşte sermayemiz bize geri verilmiş ve kardeşimizi muhafaza ederiz ve bir deve yükü arttırırız. Zaten bu az bir yüktür.”
“Yüklerini” şeklinde çevirdiğimiz “metâ’hum” ibaresini Rağıb “herhangi bir yönden kendisinden istifade edilen şey” olarak ifade etmektedir. Meyir; başka yerden yiyecek getirmek demektir. Meyire de bu yolla getirilen erzaktır. Böyle bir erzakı getirmeye “imtiyar” da denilir. Baîr ise “erkek deve” demektir. Kurân’da dişi deve için “naka” kelimesinin yanında burada özellikle erkek deve kullanımı da ince bir detaydır. Erkek deve hem daha iri hem daha fazla yük taşıyabilmektedir. Ağabeyler ölçekle değil de taşıyabildikleri kadar çok yardımı almaya çalışmakla aslında ben merkezli bir tutum sergilemektedirler. Keşşaf ise, bu ifadenin, Hz. Yakûb’un sözü olabileceğini ve manasının da “Bir deve yükü yiyecek için çocuk tehlikeye atılmaz.” şeklinde olabileceğini söylemiştir. Başka bir görüşe göre de bu ifadenin izahı şöyledir: “Bu kadar yiyecek bizim için azdır. Kardeşimize verilecek payı da buna ilave etmek istiyoruz. (Taberî) Bu âyetten anlaşılan ağabeylerin yükünün içine gizlice konulan sermayenin ancak bir deve yükü kadar olduğudur ki, bu da zaten gelmeyen Bünyamin’in payı olabilir veya ölçüye göre verilen yardıma rağmen abilerin Bünyamin’i alabilmek için yaptıkları bir abartıda olabilir.
66- Dedi ki: “Sizin kuşatılmanız hariç onu mutlaka bana getireceğinize dair, Allah adına misâklarınızı alıncaya kadar sizinle asla göndermem.” Bunun üzerine ona misâklerini verdiler. Dedi ki: “Allah bizim söylediklerimize vekildir.”
Âyette geçen “mevsık” kelimesi, “es-sıka” kelimesinden türemiş bir mastardır. Ahd; söz vermek, emir, talimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülük, itimat veren söz, yemin, bir şeyi korumak anlamlarına gelir. (Bkz. Yâsîn:60) Mîsâk kelimesi ise “ve-si-ka” veya “ve-su-ka” fiil kökünden gelir. Lügatte, sağlam yapmak veya işi sağlama bağlamak gibi manalara gelir. Türkçede “ve-se-ka” fiil kökünden gelen vesika kelimesi kullanılır. Kişiyi başka kişilerden ayıran, yüzünü tüm ayırt edici unsurları ile (ahidleri) ile gösteren resme de vesika denilmektedir. Sonuç olarak ahd, misâkı oluşturan her bir söz/madde iken, bunların oluşturduğu anlaşmanın tamamına da misâk denilmektedir. Karşılıklı verilen taahhütlerin tamamının yerine getirilmesi, verilen sözlerin tutulması hâlinde ancak Allah’a tevekkül edilebileceği burada Hz. Yakûp tarafından öğretilmiştir. Hz. Yakûp bu sefer Allah’ın vekil esmâsını oğullarına hatırlatarak oğullarında eksik olan esmâ şuurunu diri tutmaya çalışmaktadır. Dikkat edilirse, sûrenin başında Hz. Yûsuf’u onlara verirken böylesine şartlar koşmamıştı. Zîra mümin bir delikten iki kez sokulmaz. Misâkın ilk maddesi kuşatılmaları yani yolda eşkıyâların onlara saldırması veya Mısır şehrinde, hırsızlık suçlaması ile alıkonmaları hariç güvenilir şekilde kardeşlerini götürüp getirmektir. Misâkın ikinci maddesi (ahdi) ise bir sonraki âyette ifade edilmiştir.
67-Ve dedi ki: “Ey oğullarım! Bir tek kapıdan girmeyiniz. Ayrı ayrı kapılardan giriniz. Allah’tan olan bir şeyi sizden gideremem. Hüküm ancak Allah’a aittir. Ben, O’na tevekkül ettim. Ve öyleyse tevekkül edenler de, O’na tevekkül etsinler.”
Güvenlik için eskiden şehirler sûrlarla çevrilirdi. Bu sûrların kapıları olmaktaydı. İstanbul’daki Topkapı, Ahırkapı ve Bahçekapı gibi. Hz. Yakûb, oğullarına şehre ayrı kapılardan girmelerini bir ihtiyat tedbiri olarak tavsiye etmiştir. Bu aynı zamanda farklı yönleri de ifade etmektedir. Kendilerine tanınan süre dolmadan kalabalık ve güçlü bir grup olan evlâtlarının şehre dönmeleri yanlış anlaşılmalara sebep olabilir. Hz. Yakûp “Ben, Allah’tan hiçbir şeyi sizden gideremem.” şeklindeki sözleri ile ne kadar tedbir alsa da el-Hayr olan Allah’ın takdirinin kendi tedbirinden daha hayırlı olacağına işaret etmektedir.
68- Ve babalarının emrettiği yönlerden girdiler. Fakat bu, Allah’tan olanı onlardan gidermedi. Ancak Yâkub nefsindeki bir ihtiyacı yerine getirmiş oldu. Muhakkak ki, biz ona öğrettiğimiz için o bir ilmin sahibi idi. Ve lâkin insanların çoğu bilmez.
Hz. Yakûb’a öğretilen ilim Allah’ın sünnetine uygun tedbirler üreterek O’na tevekkül etmektir. Hz. Yûsuf, olayların varıp duracağı nihaî sonu analiz etmekte, Hz. Yakûp da bu sona ilişkin tedbirler üretmektedir. Birbirini tamamlayan bir baba-oğul ilişkisi okumaktayız. Sûrenin geneline yayılan aile olmanın önemi teması, son kısımlara doğru giderek artan bir şekilde dipten dibe işlenecektir. Önce bireysel menfaatlerin etkisi ile aile içi kıskançlıkların oluşturduğu parçalanma, sonra Azîz’in karısı üzerinden eşlerin birbirine duyduğu güven ve sadâkatin önemine, şimdi de birlikte olmanın zorluklar karşısında aileye kazandırdığı güce dikkat çekilmektedir. Hz. Yakûb, ailesi dağılmasın diye aldığı tedbirle kulların onlara hırsızlık yaftasıyla kötülük yapmasına karşıdır; yoksa Allah’ın takdirine karşı değildir. Peki, Hz. Yakûb’un nefsindeki ihtiyaç nedir? O her merhametli anne ve babaya Rahmân ve Rahîm olan Allah tarafından yüklenmiş olan aile kurup devamlılığını temin etme duygusu ve sevgisidir. Allah insan fıtratını bildiği için burada Hz. Yakûb’un tevekküle zarar vermeyen tedbirini bizlere örnek olarak sunmaktadır. Olması gereken, ne aşırı korumacı bir tutumla evhamlara boğulmak ne de umursamaz bir sorumsuzluk içinde olup ailenin dağılmasına seyirci kalmaktır.
69- Yûsuf’un yanına girdikleri zaman kardeşini ağırlarken dedi ki: “Muhakkak ki ben senin kardeşinim. Artık onların yaptıklarına üzülme!”
Ağırlama şeklinde meal verdiğimiz âvâ kelimesi “e-v-y” kökünden gelir ve “Başkasına eklendi, katıldı.” demektir. Fiil şekli başkasının kendisini himaye etmesi demektir. Aynı kökten olan me’va kelimesi de barınak manasında cennetin ve cehennemin sıfatıdır. Kelimenin bu yapısından dolayı Hz. Yûsuf’un ağabeylerine kalacak yer ayarladıktan sonra dışlanan Bünyamin’i de kendi hanesinde ağırladığına dair rivayetler tefsir kitaplarında yer almıştır. Bu konuşma muhtemelen bu konaklama sırasında, baş başa kaldıklarında gerçekleşmiştir. “Artık onların yaptıklarına üzülme!” diyerek ağabeyini kurdun yediği hikâyesine âtıfla ağabeysizliğin ve dışlanmanın verdiği garipliğin sonucu oluşan hüznü gidermek amacındadır. Aynı zamanda “Onların yaptıklarına üzülme!” derken Hz. Yûsuf, üvey anne ve ağabeylerini kastetmiş olabilir. Zîra onu ağabeysiz bırakmışlardır. Buradan da anlıyoruz ki evden Yûsuf’un ayrılması sadece baba Hz. Yakûb’u değil, kardeş Bünyamin’i de olumsuz etkilemiştir. Ailelerin dağılması en çok iyi insanları ve masûm çocukları mağdur etmektedir. Hz. Yûsuf, kardeşinin hüznünü aşağıdaki plânla dağıtıp, onu kendi yanında sürekli barındırarak ağırlayacaktır.
70- Öyle ki onların yükünü yüklediği zaman su tasını, kardeşinin heybesine koydu. Sonra bir müezzin: “Ey kafile! Muhakkak ki, siz gerçekten hırsızlarsınız!” diye duyurdu.
Arapçada “ezzene”, bildirdi demektir. Ezan da buradan gelir. Ezan ve müezzin, Kurân’da duyurulan ve duyuran manasında bu âyette geçmektedir. Su kabı veya tası şeklinde meal verilen “es sikâyete” kelimesi “s-k-y” kökünden gelir ki, kişiye içeceğini verme kök anlamında kullanılır. Kelime Kurân’da şu bağlamlarda geçer: “Temiz içecekler sunulması…” (İnsân:21) “Bana yediren ve içiren odur” (Şuarâ:79) “Ve sizi tatlı su ile suladık.” (Mürselat:27) Hz. Yûsuf’un küçük kardeşi Bünyamin’i yanına almak için nüfûzunu, yetkisini veya parasını kullanmaması, Melik’in dini denilen adâlet ve kanuna uygun bir yol izlemesi takdire şayandır. Müezzinin peşin hükümlü ve kesin bir üslûpla seslenmesi, aranmayan sadece o an ayrılmakta olan kafilenin kalmasından dolayı olabilir. Hırsızlıkla suçlanan Bünyamin’in de bu duyuru karşısında olumlu veya olumsuz herhangi bir cevap vermeyişi onun da plândan haberdar olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Aynı zamanda krala/melike isnat edilen bir ölçeğin de kayıp olduğunu bilen Hz. Yûsuf, Bünyamin de bildiği bu plânı hayata geçirmiştir. Sonu hayırlı plândan sadece ağabeylerin haberi yoktur. Zaten onlar hiçbir ithamla alıkonmayacaktır. Hz. Yûsuf, kimse zarar görmeden aile bütünlüğünü tekrar sağlamak için uygulanması gereken plânın ilk adımını başarıyla gerçekleştirmiştir.
71-Onlara karşılık vererek “Aradığınız nedir?” dediler.”
Bu sorunun asıl amacı kendi sermayelerinin yine heybelerine konulup konulmadığını öğrenmektir. Zîra ilkinde öyle olmuş ve artan mallar ile yine gelip yiyecek almışlardı. Bunun farkında olan ağabeyler hırsızlık ithamını kendinden emin ve soğukkanlı bir şekilde karşılamışlardır.
72- Dediler ki: “Melik’in ölçeğini arıyoruz.” Kim onu getirirse bir deve yükü daha var. Ve ben, ona kefilim.
Suvâ, lügatte “sa” denilen ve İslâm fıkhında da muteber olan bir kile, yani bir ölçü birimidir. Bir kile yaklaşık 8 ölçektir ve 150 kg civarıdır. Bir deve 450-500 kg’a kadar taşır; ancak uzun çöl yolculukları açısından ideal yükleme kapasitesi 1 kile olan 150 kg civarıdır. Bir de, su içilecek bir tas ve maşrapa anlamına gelir. Burada bazıları ölçek, bazıları da yukarıdaki “sikâye” ile bağlantılı olarak su tası demiş ve maşrapa olarak tefsir etmişlerdir. Ayrıca “suvâ” isim, “sikâye” ise sıfattır diyenler de olmuştur. Bir üsteki “es-sikâye” kelimesinden açıkça anlaşılan Yûsuf’un şahsî su kabı, tasıdır. Bu kelimenin türevleri Kurân’da 72 kez geçmekte iken burada “suvâ” kelimesi seçilmiştir. Bu kelime Kurân’da sadece burada geçmiştir. Kelimelerdeki farklar bu iki kabın farklı olduğunu göstermektedir. Melik’e isnat edilen ölçek kayıptır. Bu ölçeğin Melik’e isnâdı bir ölçü birimi olmasından dolayı olabilir. Zîra yardımların hakkaniyet ile eşit bir şekilde yapılması için ya hacim ölçüsü, litrelik ya da kg ölçüsü gibi bir sabiteye ihtiyaç vardır. Her kapıda bulunan ve demirbaştan olan ölçünün ortadan kaldırılması, göz kararı dağıtıma sebep olur ki bundan nemalananlar, kepçeyi tutanlar ve onlara rüşvet verenlerdir. Antik Mısır’da ölçü birimlerinin kullanıldığı bilinmektedir. III. Amenhotep’in doğum ve taht isimlerinin yazılı olduğu bronz kapasite ölçüsü bir kap günümüze kadar ulaşmıştır. Bazı hacim hesapları Hz. Yûsuf ile başlamış veya geliştirilmiş de olabilir. Bu ölçü biriminin meşrutiyeti ancak Melik’e isnâdı ile olmaktadır ki bu durumda bu kap devlete ait bir demirbaş hükmündedir.
73- “Tallahi!” dediler. Elbette siz de biliyorsunuz ki biz buraya fesât çıkarmak için gelmedik. Ve biz, hırsız olmadık.
Arapçada “Vallahi”, “billahi” yemin için kullanılırken, “tallahi”deki “ta”, manaya bir de hayret ve taaccüp anlamı katar.(Elmalılı) Burada fesât ve hırsızlığın ayrı ayrı iki unsur olarak kullanılması dikkat çekicidir. Hırsızlık biraz daha münferit iken, ifsât daha geneldir. Yûsuf’un kabının çalınması münferit ve sadece çalan ve çalınanı ilgilendirirken ölçeğin şaşması adâletsizliğe, fesâda/ifsâda/bozulmaya sebep olup şehrin o kapıdan girenler için dağıtımı sekteye uğratabilir. Ağabeyleri “Elbette siz de biliyorsunuz ki biz buraya fesât çıkarmak için gelmedik.” demiştir. Ağabeylerin fesât çıkarma ve hırsızlık niyetinde olmadıklarını görevliler nasıl bilebilir ki, ağabeyleri bu şekilde bir karşılık vermiştir? Burada ağabeyler ilk seferlerine âtıf yapıp “Siz kendiniz heybelerimize verdiklerimizi koydunuz, biz çalmadık.” gibi bir îmâda bulunmuş olabilir. Yani “Hem koyup hem de bizi suçlu mu çıkarıyorsunuz?” demektedirler.
74- Dediler ki: “Eğer yalancı çıkarsanız onun karşılığı nedir?”
Mısır kanunlarına göre hırsızın kendisine el koymak mümkün olmadığı için, Hz. Yûsuf’un adamları, kardeşlerine sorup bu suçun cezasının onların kanunlarında ne olduğunu tespit etmek ve bunu uygulamak istediler. Bu aslında uluslararası hukukun temellerini oluşturur. Her ülke kendi yasalarına ve kanunlarına göre yargılanmalıdır. Zîra yapılan yanlışlar, ancak karşılığında bir cezâî müeyyide olursa suç kapsamına girer.
75- Dediler ki: “Onun karşılığı heybesinde bulunan kişinin kendisidir. Biz, zâlimlere işte böyle karşılığını veririz.”
Râzî bu son cümlenin Hz. Yakûb’un oğullarına ait sözlerin bir devamı değil, fakat Mısırlı çığırtkana ait olduğunu ve “[Zaten] biz [Mısırlılar da] bu suçu işleyenleri böyle cezalandırırız.” anlamında teyit edici bir anlam taşıdığını söylemektedir. (M. Esed) Aktarıldığına göre Kenan bölgesinde hırsız yakalanarak çaldığı malın karşılığında mal sahibine bir sene köle olarak hizmet ettirilirdi. Mısır kanunlarında ise hırsıza sopa vurulur ve çaldığı malın iki misli ödettirilirdi. Hz. Yûsuf onlara kendi kanunlarına göre ceza vermek istemiştir. Burada cezanın ferdî olduğu gündeme getirilmiş, bütün kardeşlerin cezalandırılmayacağı söylenmiştir. İşte hukukta buna “suç ve cezanın şahsîliği ilkesi” denilmektedir.
76-Bunun üzerine kardeşinin yükünden önce onların yükünden başladı. Sonra onu kardeşinin yükünden çıkardı. Yûsuf için işte böyle bir düzen hazırladık. Allah’ın dilemesi hariç Melik’in dinine göre kardeşini alıkoyamazdı. Dilediğimiz kimseyi derece derece yükseltiriz. Ve her ilim sahibinin üstünde daha çok bilen vardır.
Âyetin bu kısmında geçen “…kidnâ/…tedbir-düzen öğrettik.” ifadesi “el-keyd” kelimesinden türetilmiştir. Öğreten, çoğul olarak ifade edilmiştir. “Düzen öğrettik.” dedikten sonra Allah’ın dilemesi hariç kullanımı kardeşini yanında tutma gerekçesidir ki, o da Allah’ın yasaları çerçevesinde herhangi bir olağanüstülük ve mucize olmadan bunun gerçekleşmesidir. Allah dileseydi ağabeylerin kalbine bir duygu düşürür ve Bünyamin’i elleri ile teslim ederlerdi. Ancak Rabbimiz imtihan dünyasında her şeyi baştan belirlenmiş, psikolojik ve sosyal yasalar çerçevesinde insan irâdesine müdahale etmeden hayatın kendi doğal seyrinde akmasını irâde etmiştir.
Dînü’l-melik/kralın dini” ifadesinden, “din” kavramının borçluluk manasını düşündüğümüzde burada melikin dini, melikin ticaret ve borçlar kanununa göre “ihracat kanunları ve takas usulüne göre” gibi genel ceza kanunlarının yanında o bölgeye has özel bir takıp kurallar anlamına gelmektedir. “Allah’ın dini” dediğimizde “Allah’ın kanunu” ya da genel manada “Allah’ın hukuku” akla geldiği gibi, “kralın/melikin dini” dendiğinde de “kralın kanunu” ya da “kralın hukuku” akla gelmelidir. Burada din kelimesi inançsal değil, beşerî kanun ve kuralları ifade etmek için kullanılmıştır. Kurân, düzen gereği adâlet ve güvenlik için konulan bu gibi kanun ve kurallara riâyet edenlerin derecelerinin zamanla yükseleceğini de hatırlatmıştır. Gücü, iktidarı, malı ve mülkü elde eden birinin -ne kadar keyfî davranırsa o oranda- itibarı azalırken, adâletli olmak ve kurallara saygı duymak da güçlüyü yüceltir.
77- Dediler ki: “Eğer o çalmışsa gerçekten ondan önce kardeşi de çalmıştı.” Oysa Yûsuf onu içinde gizledi ve onlara belli etmedi. Dedi ki: “Sizin konumunuz daha şerlidir. Allah senaryonuzu çok iyi biliyor.”
Yûsuf peygambere kardeşleri tarafından isnât edilen hırsızlık konusunda bir hayli nakil ve rivâyet söz konusudur. Dışlanan Bünyamin’in, hırsızlığı ağabeyinden öğrendiği şeklindeki ithamlarının aslı astarı olmayan iftiralar olduğunu düşündüğümüz için herhangi bir rivâyet veya hikâye aktarma ihtiyacı duymuyoruz. Hz. Yûsuf bu iftira sonucu üzülmüş; ancak bu duygusallığını verdiği hükümlere yansıtmamıştır. Zîra bir topluma duyulan kin, insanı adâletten alıkoymamalıdır. Bir insanın hayatına kastetme suçu, Hz. Yûsuf’a isnât edilen hırsızlık suçundan çok daha şerli bir suçtur.
78- Dediler ki: “Ey azîz! Muhakkak ki onun kocamış, ihtiyar bir babası var. Bu yüzden onun yerine bizden birisini al! Muhakkak ki, biz seni muhsinlerden görüyoruz.”
Âyette, Hz. Yûsuf’a “Azîz” olarak hitap edilmiştir. Ağabeylerin bir övgü payesi veya o makamda olanların genel sıfatı olarak “Azîz” kelimesi kullanılmış olabilir. Burada ağabeylerin; babanın kocamış ve ihtiyar olduğunu ifade etmeleri Bünyamin’i götürmediklerinde mağduriyete ve kendilerini acındırmak için vicdana oynadıklarını göstermektedir. Bünyamin’i bırakmak istemeyişlerini böyle gerekçelendirmişlerdir. Yapılan teklif, işleyenin değil başkasının suçu üstlenmesidir. (Bkz. Suçun şahsîliği/ferdîliği konusu için Yûsuf: 75-79) Evlâdın işlediği suçu babanın üstlenmesi, fedakârlık değil sahtekârlıktır, harâmdır. Aynı şekilde ağabeyin işlediği suçu; yaşı küçük, cezâî ehliyeti yok diye kardeş işlemiş gibi göstermek veya başkasının işlediği suçu maddî bir çıkar için üstlenmek de büyük günahlardandır, harâmdır ve zulümdür. Bu şeytânî tekliflerden ve zulümden Allah’a sığınmak gerektiğini Hz. Yûsuf bize şöyle öğretmektedir:
79- Dedi ki: “Metâmızı yanında bulduğumuz kişiden başkasını alıkoymaktan Allah’a sığınırız. O zaman, muhakkak ki zâlimlerden oluruz.”
Hz. Yûsuf’un suçlayıcı olmamak için siz değil de “biz dili” kullanması örnek bir üslûptur. Aynı zamanda Yûsuf peygamberin “hırsız” sözcüğü yerine “malımızı bulduğumuz kimse” tabirini kullanmış olması da çok anlamlıdır. Çünkü Hz. Yûsuf kardeşinin hırsız olmadığını bilmektedir ve bundan dolayı da hukukî bir hüküm ifade etmek yerine sadece durumu anlatan ve kardeşi hakkında bir hüküm ifade etmeyen bu tabiri kullanmıştır. Suçu birinin işleyip cezayı başkasının çekmesi birden fazla zulümdür. Bu yapılırsa cezasız bırakarak suçlunun yeni suçlar işlemesine imkân sağlanmış olur. Aynı zamanda cezayı masûm birinin alması, onu potansiyel bir suçluya dönüştürebilir. Hukuksuzluk mağdurun ailesine de zulümdür. Bu manada gerçek suçludan başkasını alıkoymak; adâlet ve hukuka karşı güveni yok edip yerini güçlünün, zenginin, imkânı-adamı olanın cezadan sıyrıldığı, keyfe göre kuralların işletildiği bir haksızlığa bırakır. Adâleti keyfiyetle değiştirmek zulümdür. Zîra zulüm; bir şeyi, olması gereken yerden etmektir.
80- Artık ondan ümitlerini kestikleri zaman oradan ayrılarak baş başa gizlice görüştüler. Onların büyüğü dedi ki: “Babamızın sizden, Allah adına misâk aldığını ve daha önce Yûsuf için ifrata düştüğünüzü bilmiyor musunuz? Babam bana izin verinceye kadar veya Allah benim hakkımda hüküm verinceye kadar, artık buradan asla ayrılmayacağım. Ve o hüküm verenlerin hayırlısıdır.”
Neciyy; kelimesi münâci ve tenâci manasınadır. Çoğulu da enciye’dir. Münâci, sırrını gizlice söyleyen kimse demektir. Tenâci de birbiriyle gizlice konuşmak, gizli bir şeyin farkına varmaktır. “Neciyya” kelimesi çoğul manasında hâl olarak gelmiştir ki, birbiriyle gizlice konuşarak, istişarede bulunarak manasını ifade etmektedir. Kelime Kurân’da Hz. Peygamber’le baş başa görüşmek manasında Mücâdile Sûresi:12’de “necvâ sadakası” olarak kullanılmıştır.
Burada konuşan büyük ağabeydir. Bu ağabey, Yûsuf’u öldürme plânlarına karşı kuyuya indirme teklifini yaparak onu koruyan muttakî ağabeydir.(Bkz. Yûsuf:10) Babasına verdiği söze de sâdık olan ağabey, Bünyamin’i terk etmeden orada bekleyeceğini beyân etmiştir. Hatta bu konuda o kadar kararlıdır ki “Allah benim hakkımda hüküm verinceye kadar…” yani canı pahasına da olsa kardeşini; Yûsuf’u bıraktıkları gibi bırakmayacağını beyân etmiştir. Konuyu aralarında gizli bir şekilde tartışırken ağabeyin Yûsuf’u hatırlatması, büyük ağabeyin yıllardır bu sırrın yükünden yorulup vicdan azâbı çektiğini de gösteriyor. Büyük ağabey, Yûsuf’u bırakıp gittiği gibi Bünyamin için bunu kesinlikle yapmayacağını ifade etmiştir. Allah’a verdiği misâkın gereği güven veren, sözüne sâdık, örnek bir duruş sergilemektedir. “Babam bana izin verinceye kadar…” ifadesi önemli bir detaydır. Babanın izni bir şekilde Mısır’da olan ağabeye bizzat babanın gelmesi ile alınacaktır. Babasından 97. âyette kardeşleri adına helâllik isteyen de muhtemeldir ki bu ağabeydir. “Allah hüküm verenlerin hayırlısıdır.” şeklindeki cümlesi ise ağabeyin, tıpkı babası gibi başlarına gelenin Allah’ın dilemesi olduğunu bildiğini gösterir. Baba Hz. Yakûp da, 18. âyette “Yaptıklarınızın üzerinde el-Musteân olan Allah vardır.” diyerek asıl ilâhî hükmün nihaî manada Allah’a ait olduğunu çocuklarına öğretmişti; ancak bu şuurla hayatı okuyan ve tatbik edenin sadece büyük ağabey olduğunu görmekteyiz. Kardeşlerine hitabına büyük ağabey şöyle devam etmektedir:
81- Babanıza dönerek öylece söyleyin: “Ey babamız! Senin oğlun, gerçekten hırsızlık yaptı. Biz bildiğimizin dışında bir şeye şehid olmadık. Ve biz gaybın muhafızları değiliz.”
Konuyu olduğu gibi söylemeleri gerektiğini özellikle tembihlemiştir. Zîra kanlı gömlekte yanıltma söz konusu iken, burada olan biteni olduğu gibi anlatarak güven tazelemeleri gerekir. Burada pasif bir tanıklık manasındaki şâhitlik değil de, aktif-faal bir şehitliğin kullanılması kendi masûmiyetlerini pekiştirmek içindir. “Biz bildiğimizden başkasına şehid olmadık.” ifadesi Bünyamin’in alıkonmasında Yûsuf’un kaybolmasındaki gibi bir dâhillerinin olmadığının beyânıdır. “Gaybın muhafızı olmadıkları” vurgusu da, son hükmün yalnız gaybı bilen Allah’a ait olduğunu ifade ettiği 67. âyete bir göndermedir.
82- Ve bulunduğumuz kasaba halkına ve içlerinde beraber döndüğümüz kervana sor. Muhakkak ki biz, gerçekten sâdıklarız.
Beraber yolculuk yaptıkları kervandakileri de pasif şâhit tutarak babalarına gitmeleri gerektiğine dair büyük ağabeyin tavsiyeleri devam etmiştir. Zîra insanların güvenini bir kez kaybederseniz, gerçekleri bile birkaç şâhit olmadan muhataba anlatamazsınız. Kardeşler ağabeyin dediklerini harfiyen yerine getirip babalarına olanı biteni anlattıktan sonra Hz. Yakûb’un cevabı şöyle olmuştur:
83- Dedi ki: “Bilakis, sizi nefsiniz bir işe sürükledi.” Artık cemîl bir sabır... Umulur ki Allah, hepsini bana getirir. Muhakkak ki O; Alîmdir, Hakîmdir.
Hz. Yakûp bu cümleyi 18. âyette Hz. Yûsuf’un ardından da kurmuştur. Ancak orada kanlı gömlek varken burada herhangi bir kandırmaca, nefse uyma söz konusu olmadığı için bu cümlenin yine Yûsuf olayına atfen baba Hz. Yakûp tarafından hatırlatıldığı kanaatindeyiz. Zîra bir sonraki âyette nefse uymanın Bünyamin’in alıkonması ile alâkalı olmadığını şöyle okumaktayız:
84- Ve onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: “Yûsuf’a yazık oldu.” Ve o üzüntüsünü sakladığı hâlde hüzünden gözleri buğulandı.
Esef kelimesi, elden kaçırılan şeye karşı duyulan hüzün ve keder anlamına gelir. Biyz kelimesinin beyzâ kalıbı; aşırı parlaklığı, arınmayı ve temizliği ifade eder. (Bkz. Şuarâ:33,Tâhâ:22) Gözlerine ak düşmesi veya gözlerin üzüntüden yaşarması görüşü söz konusudur. Râzî’nin de katıldığı ikinci anlayışa göre göze ak gelmesi fizikî bir körlük değil, geçici görmeyi engelleyecek kadar gözlerin yaşla dolmasıdır. Gözlerin üzüntüden dolması ve gözün parlaklığının değişmesi o kişinin duygularını dışa yansımasına, anlaşılmasına sebeptir. Kurân’da “beydâ”, cennet içeceklerini nitelemek için Saffat 46. âyette şöyle kullanılmıştır: “Berrak, içenler için lezzetli.” Ayrıca bu kalıp “O gün kimi yüzler parlar(tebyaddu).” Ali İmrân:106-107 ve Kıyâmet:22’de ayrıca Abese:37-39’da yüzün beyaz olması veya ak düşmesi değil, mutluluktan ışıldaması, sağlıktan parlaması manasında kullanılmıştır. Yumurtanın beyazı kullanımını Kurân desteklemez. Hiçbir âyette bildiğimiz beyaz renk manasında kullanılmadığı için “ak düştü- ağardı” kullanımı tercih edilmemiştir. Kezm, ağzına kadar su ile dolu bir kırbanın (deri ibrik) ağzını bağlamaktır ki, burada rahatsızlığını belli etmeyerek sabredip hazmetmek demektir. Kalem 48’de “mekzûm” kalıbında, “hıçkırık, dertli” manasına gelmektedir. Yutkunmak veya dudağını ısırmak da hüznü saklamak için yapılır.
Hz. Yakûp çevresindekilere örnek, Allah’ın nebîsi olduğu için her olayda metânetini koruması gerektiğine inanmaktadır. Aynı zamanda bu büyük görevi hakkı ile îfâ edemeyeceği endişesini her an yaşamaktadır. Aile huzuru ve bütünlüğü ile de resûller topluma örnek olmalıdır. Bencilliğin, nefsî isteklerin zirve yaptığı toplumlarda aileler olmaz. Hz. Yakûp elinden geldiği kadarıyla ailesini bir arada tutmaya çalışmaktadır. Burada da hüznünü gizlemek için evlâtlarından buğulanan gözlerini ve kederli yüzünü kaçırmak maksadı ile onlardan yüz çevirmesi anlatılmıştır. Yoksa evlâtlarına küsme, onlardan tamamen ilişki kesme manasında bir sırt dönme, yüz çevirme söz konusu değildir. Zaten 87. âyette “Ey oğullarım!” diyerek onlara yöneleceği için bu yüz çevirme kısa süreli anlaşılmalıdır. Dikkat edilirse kederi Bünyamin için değildir. Bu yüzden evlâtlarına tepkisi hâlâ Hz Yûsuf için yaptıkları kanlı gömlek kandırmasıdır. Resûller için ne gerekçe ile olursa olsun yalanın, aldatmanın affı yoktur. Zîra aldatan bizden değildir.
85- Dediler ki: “Tallahi! Yûsuf’u zikretmeye devam edersen zayıf düşenlerden veya helâka uğrayanlardan olursun.”
Haradan kelimesi, İbn Abbas’a göre “zayıf”, Mücahid’e göre, “hastalıklı”, İbn İshak’a göre, “bedene ve akla halel getiren hastalık” bazılarına göre de, “üzüntüden erimek” demektir. Ancak Kurân’da bu kökten türeyen kelimeler Enfâl:65 ve Nisâ:84’de teşvik etmek manasında kullanılmıştır. Zayıflık sonucu helâkin bu teşvik manasında bir kelime ile kullanılması şu sonucu akla getirir: Burada evlâtlar Bünyamin’in hırsızlık suçlaması ile alıkonmasından bahsetmelerine rağmen babanın Hz. Yûsuf ile ilgili yıllar önceki kandırmalarını gündeme getirmesini bir takıntı ve zaaf olarak yorumlamışlardır. Babalarının gizlemesine rağmen hüznünü fark eden evlâtları, bunun sağlıklı bir durum olmadığa dair bir uyarı yaparak kendilerini normal görmüş, babalarını anormallikle itham etmişlerdir. Ancak, onların bilmediğini Allah’tan bilen Hz. Yakûp endişelenmektedir. Hz. Yûsuf’un yaşadığını bilmektedir; ancak kaygısı onun hangi şartlarda olduğunu bilmemesinden kaynaklanmaktadır.
Ağabeylerin hem 73. âyette hırsızlık suçlaması sonucu hem de burada “Tallahi!” demeleri şaşkınlık ve hayretlerini ifade etmektedir. Bazen güven vermeyen insanlar bu tür yeminlere başvurabilir. O yüzden Rabbimiz Kalem sûresi 10’da “Lüzumsuz yere çok yemin edenlerin hiçbirine tâbi olma!” der.
86- Dedi ki: “Ben kederimi ve hüznümü sadece Allah’a şikâyet ederim Ve sizin bilmediğiniz şeyi Allah'tan bilirim.”
Bessî, lâfzen “(gönlümden) kopup gelenleri, iç dökmelerimi” manasına gelir (Râğıb). İbn Abbas’a göre burada “keder, dert, gam” anlamına kullanılmıştır (Taberî). Hz. Yakûp’un bilmesi, onun karşıdakilerden farkı olan nübüvvet ile vahiy alması mıdır? Yoksa her şeyin fâili olarak “el-Faal” olan Allah’ı bilmesi, onun sünnetine güvenmesi midir? Hz. Yakûp her şeyi bildiğini değil, sadece gökten gelen bir kararın olduğunun şuurunda bir tutum sergilemektedir. Aslında bu şuur, tedbirlerin alınması durumunda tevekkülün Allah’a yapılması gerektiğine dair hem bir tebliğ hem de kendisine yaptığı hüznü dağıtan önemli bir telkindir. Hüznünü onlara değil de, Allah’a şikâyet etmesi merhametli bir fıtratla yaratılması ve babalık duyguları ile ilgili olabilir.
87- Ey oğullarım, gidin artık Yûsuf’u ve onun kardeşini hissedin! Allah’ın vereceği ferahlıktan umut kesmeyin! Muhakkak ki kâfirler kavminden başkası, Allah’ın vereceği ferahlıktan umut kesmez.
Âyette geçen “tehassesû” kelimesi “h-s-s” kökündendir. Bu kök Kurân’da 6 yerde geçer ve hissetme, sezme manasındadır. Yakûp peygamberin “…gidin de Yûsuf’u ve kardeşini hissedin!” ifadesi, kendisi ile empati/duygudaşlık yapamayan evlâtlarına “Bari kardeşleriniz yerine kendinizi koyarak bizleri anlamaya çalışın!” çağrısıdır. Bir sonraki âyet, bu kelimenin “…araştırın!” olmadığını göstermektedir.
Ravh kelimesi mastardır ve “rahmet” anlamına gelir, diyenler olmuştur. Kelimenin asıl manası; kalbin, üzüntüden sonra rahatlığa kavuşmasıdır. Yani “Allah’tan gelecek bir genişlikten (refâhtan) ümidinizi kesmeyin!” çağrısıdır. “İnsanın, kendisi ile hafif hafif harekete geçtiği ve varlığından lezzet duyduğu şeye” ravh denilmektedir. İbn Abbas, bu kelimeye “rahmet”, Katâde “fadl”, İbn Zeyd de “genişlik” manalarını vermiştir. Gözüne ağlamaktan ak düşmüş biri, “Allah’ın ferahlığından umut kesmeyin!” tavsiyesinde bulunamaz. Zîra kendisi en başta karamsarlıktan, ağlamaktan ve dövünmekten helâk olmuş, yatağa düşmüştür. Bu nedenle Hz. Yakûp’un ağlamaktan gözlerinde geçici bir körlüğün olduğu yorumuna katılmıyoruz. Zîra Allah’ın genişliğinden umut kesen, var olanı örtenlerdir. Bardağın boş tarafına bakarak dolu kısmını görmezlikten gelenlerdir. Yakûp’un oğulları, Allah’ın ferahlığını kıtlıktan kurtulmak olarak anlamış olmalı ki, yine erzak derdine düşmüşlerdir.
88- Öyle ki onun huzuruna girince dediler ki: “Ey azîz! Bize ve ehlimize şiddetli bir darlık dokundu ve biz cüzi bir sermaye ile geldik. Buna rağmen bize ölçeği tam olarak ver ve bize tasadduk et! Muhakkak ki Allah, sadaka verenlerin karşılığını verir.”
Durru kelimesi, açlıktan zayıf düşmek anlamındadır. Aynı zamanda ”darlık, açlık, kıtlık” manasına da gelir. Ehl ise aile efradını, yakın dostları kapsayan bir ifadedir. Zîra bu kıtlıktan konu-komşu, eş-dost ve akrabaların tamamı olumsuz etkilendiği için kimsede bir şey kalmadığı ifade edilmiştir. Cümlede “kıtlık” özne durumundadır. Dokunma işini “kıtlık”‘ yapmaktadır. Zîra Kurân’da hiçbir yerde şer Allah’a isnat edilmez. Müzcât kelimesi de, az ve değersiz şey, önem verilmeyip de sağa sola atılan mal anlamındadır. Ancak getirdikleri sermaye bunu karşılamamasına rağmen tam ölçek isteyerek ayrıcalıklı bir muamele talep etmişlerdir. Ağabeyler, melikin dini denilen dağıtım kanunlarının ne kadar özenle uygulandığını bilmektedir. Buna rağmen Hz. Yûsuf’a Azîz payesi verip kendilerini acındırma yolu ile fazladan bir deve yükü daha koparma derdindedirler. Bidâ’a kelimesi “bedel, yani bir şeyin satın alınması için verilen para, mal, sermaye” anlamına gelmektedir. Müzcât kelimesi ile tamlama olunca, “zorla öne sürülen bedel” anlamını ifade etmektedir. Bu manadan hareketle âyette “pek değeri olmayan bedel” manası katmaktadır. Tasadduk, sadaka vermek demektir. Burada ağabeyler Allah rızası için Hz. Yûsuf’tan sadaka istemektedir. Peki, şimdiye kadar 2 kez erzak aldıkları hâlde Hz. Yakûp’ta erzak için değil Yûsuf ve kardeşini anlamaları yönünde tavsiyelerde bulunmasına rağmen evlatları neden Allah’ın rızasını karıştırarak sadaka dilenmektedir? Oysa Allah’ın resûlleri ve ehli için sadaka almaları men edilmiştir. Hz. Muhammed’in, ailesi ve kendisi için biri bir şeyler getirildiğinde hemen “Sadaka mı?” diye sorması bu hassasiyetin sonucudur. Cevap olarak “Sadakadır.” diyenlerin getirdiklerine el sürmeden Ashâb-ı Suffa’ya ulaştırırdı. "Hediyedir." cevabını verirlerse onu kabul eder ve Ashâb-ı Suffa’ya da ondan hisse ayırırdı. Zîra Kurân’daki hemen hemen tüm resûllere şu altın ilke söyletilmiştir: “De ki: ‘Sizden ona karşılık bir ücret istemiyorum. Ve ben külfet yükleyenlerden değilim.’ (Sad:86) ‘Ve ona karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim sadece âlemlerin Rabbine aittir.’ (Şuarâ:109-127-145-164-180) Ayrıca Yusuf sûresinin 104. âyetinde de bu konu işlenecektir. Burada sanki Hz. Yakûp’un oğulları ilk kez yardım alıyormuşlar gibi kendi durumlarını abartarak konuya girmiştir. Zîra yapılan yardımları sûistimal edenler her dönemde çıkabilmektedir. Zaten Hz. Yûsuf ağabeylerinin kula el açan tasavvur kaymaları üzerine, kim olduğunu söyleme ihtiyacı duymuştur.
Günümüz dilencileri de kolay yoldan kazandıkça buna devam edip artık ne yazık ki onursuzca el açmayı meslek hâline getirmiştir. Aslında insan onuruna, haysiyetine yakışmayacak şekilde, yerlerde sürünerek sakat uzvunu veya küçük çocuğunu teşhir ederek dilenme, insanları hüzünlendiren, onların acıma hislerini ve inançlarını sûistimal eden, rahatsız edici bir durumdur. Dilencileri bozuk paradan kurtulma vesilesi bilmek yerine, sokak gösterileri veya enstrüman çalarak insanları mutlu eden, bir emek ve sanat ortaya koyan insanlar hâline getirmeliyiz. Çok yoksul olan insanların yardıma dolaylı yollarla ulaşması devlet, belediye veya bazı STK’lerin desteklediği projelerle gerçekleşebilir. Yoksulların bu yolla desteklenmesi insan onuruna daha çok yakışır. Hz. Yûsuf ağabeylerinin ihtiyacı olanın yiyecek olmadığını gayet iyi bilmektedir ve hakîkati kardeşlerine açıklayarak bir nevi onlara bilinç tasadduk edecektir.
89-Dedi ki: “Siz câhil iken Yûsuf’a ve onun kardeşine yaptığınız şeyi bildiniz mi?”
Tefsirlerde belirtildiğine göre Hz. Yûsuf’u kuyuya terk eden kardeşler, Bünyamin’e de hakaret ve eziyet etmiştir. Buradaki câhil kelimesi, Kurân’ın genelinde olduğu gibi bir bilgisizlik hâli değil, haddini bilmeme hâlidir. Buradaki cehâlet, aileyi parçalayabilmek için en yakınlarını bile kandırma ve kardeşleri ayırma haddini kendilerinde görme hâlidir. Ancak fakîrlik bu ağabeylerin dik başlılığını kırmış, bu sefer de kendilerini daha zelil konuma düşürmüşlerdir. İmkân bulunca azmak, bulamayınca da kula el açmak dünyevîleşmenin bir sonucudur. Bu yüzden Hz. Yûsuf geçmişe bir âtıfla “Siz câhil iken…” gibi bir ifade kullanmış olabilir.
90- Dediler ki: “Gerçekten sen misin? Mutlaka sen Yûsuf’sun!” dediler. “Ben Yûsuf’um ve bu benim kardeşimdir. Gerçekten Allah bizi ödüllendirdi. Muhakkak ki kim takvalı olur ve sabrederse bu durumda muhakkak ki Allah muhsinlerin ecrini zâyi etmez.”
Bazı müfessirler, takvanın tüm günahlardan sakınmak, sabrın ise insanların eziyetine dayanmak olduğunu söylemiştir. Bu bağlamda takva, Hz. Yûsuf’un nefsânî isteklerden olan şehvet, intikam alma ve gücüyle ezme gibi duygulardan sabırla sakınmasıdır. Allah’ın en büyük nimeti, ödülü aslında böyle bir ahlâka sahip olmaktır. Yûsuf kıssasının ve diğer tüm kıssaların ana düşüncesi; muttakî, sabırlı ve muhsin olan insanların, eninde sonunda kazandığı hakîkatidir. İyiler, sıkıntı ve zorluklar çekse de nihaî noktada mutlaka kazanır. Çok üst rütbelere çıkan biri “Bunu ben kazandım.” diyebilir. Ancak burada Hz. Yûsuf başarılarını kendine değil, Allah’a nispetle kullanmış ve başarıyı Allah ile okumuştur. Âyette Allah’ın bir sünnetinden de bahsedilir. Kişi sorumluluğunu bilir ve muhsince bir duruş için sabırla direnirse o kulun ecri zâyi asla olmayacaktır.
91- Dediler ki: Tallâhi! Allah seni kesinlikle bizden müessir kıldı. Ve doğrusu biz, elbette hatalıyız.”
Âsera kelimesi Kurân’da “eser (Rûm:50, Zuhrûf:22) ve iz” manasında kullanılmıştır. Müessir; tesir eden, tesirli, etkili, etkileyici, içe işleyen, dokunaklı demektir. Resûlleri Allah belirler ve izlerinden diğer insanların takip etmesini ister. Burada ağabeyler, Hz. Yûsuf’un nebî-resûl seçimine âtıfla “Allah bizi değil seni resûl seçerek izi takip edilecek, müessir, örnek bir şahsiyet olarak belirlemiştir.” demektedir.
92- Dedi ki: “Bugün size ayıplama yoktur. Allah size mağfiret eder. Ve O, rahmet edenlerin en merhametlisidir.”
Tasrib kelimesi “serzenişte bulunmak, ayıplamak” demektir. Tasrib‘in esas lügat anlamı, işkembe üzerinde bulunan ince tabakadır. Buradan istiare olarak kullanılmıştır. Nasıl ki o ince tabaka yırtıldıktan sonra içindekiler ortaya dökülürse, ayıplamayla da hata ve kusurlar ortaya dökülür. Yüce Allah Hz. Yûsuf örneği ile insanların ayıp ve kusurları üzerinden üste çıkmanın, intikam almanın doğru olmadığını; olması gerekenin affetmedeki erdem olduğunu bize göstermektedir. Bağışlayıp affetmenin olduğu yerde kin, düşmanlık ve kan davaları olmaz, kardeş kardeşe küsmez, darılmaz. “Bugün size ayıplama yoktur.” cümlesi kendilerini kınadıkları içindir. Bir kişi kendini sorguya çekerse, yani öz eleştiri yaparsa başkaları tarafından artık sorguya çekilmemelidir. Hz. Yûsuf “Ben sizi affettim.” diyerek affı ile de onları ezmemiştir. “Allah size mağfiret etsin!” deyip asıl bağışlanma dilenecek tek otoriteyi işâret etmiştir. Hz. Muhammed, fetih sonrası Kâbe’nin yanında toplanan, kendisini öldürmek isteyen ve Hz. Hamza’nın katillerinin de aralarında bulunduğu Kureyş topluluğuna “Bugün benden ne yapmamı beklersiniz?” diye sorar. “Sen iyi bir kardeş, iyi bir kardeş oğlusun. İyilik gördük, iyilik bekleriz.” cevabı ile karşılaşır. Bunun üzerine “Yûsuf’un kardeşlerine söylediğinin aynısını söylüyorum. Bugün size ayıplama, kınama yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.” demiştir. Hz. Yûsuf merhamet etmeyenin merhamet bulamayacağını; mağfiret ve rahmete işâret ederek hatırlatmıştır. Hz. Yakûp’un kurduğu “erhamu-rrâhimîn” kalıbını Hz. Yûsuf’un da kurması, resûllerin ortak merhamet diline hâkimiyetini göstermektedir.
93- “Bu gömleğim ile gidin! Böylece onu babamın veçhine ilka edin! Basîreti gelsin! Ve ehlinizi topluca bana getirin!”
Hz. Yûsuf, anne-babasını neden yanına aldırmamış veya yaşadığını bir şekilde babasına neden haber vermemiştir? Bunun bir sebebi, Hz. Yakûp ve ailesinin göçebe bir hayat yaşamasıdır. Hz. Yûsuf ise göçebe hayatı yaşayan ailesini yerleşik ve medenî bir hayata getirmek istemiş, bunun için de onlara devletteki makam ve mevkiini belirten gömleğini, yani üniformasını bir davet mektubu gibi göndermiştir. Hz. İbrâhîm’in birçok coğrafyada tebliğ yaptığını biliyoruz. Hz. Yakûp ve oğullarının anlatımı yerleşik bir şehir hayatından ziyâde kırsal ve göçebe bir hayat tarzını andırmaktadır. Âyette “Ailenizle gelin!” değil “Ehlinizle topluca (ecmain) gelin!” ifadesi de önemli bir detaydır. Ehlin topluca gelmesi Hz. Yakûp’un resûl olduğuna inananların oluşturduğu cemaatin tamamı (iman ehli) manasındadır. Bu insanların Mısır şehrine güvenle girip bir daha göçebe bir hayata dönmedikleri 99 ve 100. âyetlerde bize anlatılacaktır.
Gömleğin veçhe ilka edilmesi ne demektir? Veçh kelimesi “v-c-h” kökündendir ve Kurân’da 78 yerde bu kökten kelimeler kullanılır. Lâfzen insan yüzü manasında Mâide:6’da kullanılmıştır. Ancak kelime, veçhi istemek gibi farklı, soyut manalarda da kullanılır. Mesela Rûm 38’de “Artık gariplere, miskinlere ve yol çocuklarına haklarını ver. Bu, Allah’ın veçhini isteyenler için daha hayırlıdır. İnsan 9’da “Biz sadece Allah’ın veçhi için sizi doyuruyoruz.” Burada Allah’ın rızası, kuluna rahmet ve merhamet ile yönelmesi manasında veçh kullanılmıştır. “Onun veçhinden başka her şey helâktedir.” (Kasas:88) “Her şey fâni Rabbinizin veçhi bâkî…” (Rahman:27) gibi âyetlerdeki “veçh” kelimesi, hâlık ve mahlûk arasındaki farkı, yüzün insanı diğerlerinden ayırması üzerinden ifadesidir. Arâf 29’da “De ki: “Rabbim, hakkaniyetli davranmanızı ve her mescitte veçhinizi ikâme etmenizi emretti.” buyrulur. Bu âyette de “veçh” kelimesi, lâfzen “yüz” anlamına gelir. Fakat bu kelime soyut anlamıyla “kişinin bütün varlığını, dikkat ve duyarlılığını” dile getirmek için kullanılır. Dikkat ve duyarlılığı ayağa kaldırmak, insanın başta kendisi sonra da çevresindekileri bilinçlendirerek gafletten uyanması ve uyandırmasıdır. Görüldüğü gibi yüz, insan için kullanıldığında dikkatin yöneldiği istek ve arzuları, meyli, kişinin rızasının olduğu yön, taraf gibi bir manaya gelmektedir. Zaten Bakara:148’de “Her birinin bir veçhi vardır.” Yani, yöneldiği bir taraf vardır manasında da kullanılmıştır.
Veçh’e gömleğin ilka edilmesi, Yûsuf 9. âyette “Babanızın veçhi, yalnız size kalsın! Ve ondan sonra sâlihler kavminden olun!” ifadesi ışığında anlaşılmalıdır. Hz. Yakûp’un veçhi ifadesi, 9. âyette de ifade edildiği gibi ilgisi, alâkası, sevgisi, rızası size kalsın, tamamen size yönelsin anlamında kullanılmıştır. Gömleğe odaklanması Hz. Yakûp’un basîretini açacaktır.
Buradaki “elku” ise “l-k-y” kökündendir Kurân’da bu kökten 146 kelime vardır. Mülaki, kavuşma; leku, rastlama; ilka, indirme, yüksekten atma; elka, veren gibi manalarda kullanılmıştır. Furkân 8’de “ona hazineler verilmesi” şeklinde kullanılır. Yani hazinelerin ilâhî bir lütuf olarak, tepeden, emek vermeden atılması, indirilmesi manasında ilka kullanılmıştır. Allah’a kavuşma/mülaki olma manasında Bakara:228-249’da kullanılmıştır. Cennetliklerin tayyib ve selâm ile buluşmaları manasında Furkân:75’te kullanılmıştır. Neml:6. âyette “Muhakkak ki, bu Kurân, sana mutlaka Hakîm, Alîm olanın katından ilkâ ediliyor.” Burada ilâhî bilginin “içe bırakılması ve zihne iyice yerleştirilmesi” anlamında kullanılmıştır. Vahyi nasıl ki kelimeler taşıyorsa burada da Hz. Yûsuf’un durumunu bildiren bilgiyi o gömlek taşımaktadır.
“B-s-r” kökünden gelen basîret Kurân’da 148 yerde görmek anlamında geçer. “Görmek, bilmek, sezmek; görme duyusu ve göz” manalarına gelen basar, Cenâb-ı Hakk’ın görmeye konu olan şeyleri tam olarak idrak ettiğini ifade eden bir kemal sıfatı şeklinde de kullanılır. Arapça “basar, nazar ve rü’yet” kelimeleri hep görme ile alâkalıdır. Ancak bu kelimeler, görmenin aşamalarıdır. Bakılan yere dikkat kesilmek nazar, bunun sonu oradakini aklın görmesi rü’yet, en son tahlilde görülenin arkasındaki görülmeyeni sezmek, sonuçlar çıkarmak basardır. Aslında basar, iç görüdür. Aklın, kalbin görmesidir. Rabbimizin de El-Basîr diye bir esmâsı vardır. Kelime aynı sûrede aklın görmesini ifade için kullanılır. “De ki: “Benim ve bana tâbi olanların basîret üzere Allah’a davet ettiğimiz yol, işte budur. Ve Allah sübhândır. Ve ben, müşriklerden değilim.” (Yûsuf:108)
Görmenin zıddı körlüktür. Ancak Kurân’a göre asıl körlük gözde değildir. “Gerçek şu ki, kör olan gözler değildir, kör olan sadırlardaki kalplerdir. (Hac:46) Tüm bu âyetler ışığında Hz. Yakûp, oğlunun hangi şartlarda yaşadığına dair hüznünü, kaygı ve evhamlarını dağıtan; ancak bir melikin giyebileceği kaftan şeklindeki o uzun gömleğini görmesi basîretini açmış, evham ve kuruntuları dağıtıp ona müjde olmuştur. Zîra 96. âyet, bu haberi getirene müjdeci sıfatını vermiştir. Veçhin bir manası da peygamberlik görevi olabilir. Peygamberlik; önemli, itibarlı bir makamdır, kimliktir. Gömleğin ilkası; peygamberlik görevinin Hz. Yûsuf tarafından devam ettirildiği manasına da gelebilmektedir.
94-Ve kafile öylece ayrıldığında babaları dedi ki: “Bana 'Bunuyor.' demezseniz, gerçekten ben Yûsuf’un rayihasını alıyorum.”
Fened; ihtiyarlıktan dolayı aklın, rey’in zayıf olması demektir. Fenid de fazla yaşlı olmasından dolayı aklı zayıf olan kimsedir. Tefnid de bir kimseyi âciz ve zayıf akıllı sanmaktır. Yalanlamak, korkutmak manalarını da ifade eder. Kelime taş anlamında da kullanılmaktadır. Mesela ihtiyarlayan bir insanın, saplantıları sonucu aynı yerde sayması âdeta düşüncedeki katılık ve donukluğa âtıftır. Kurân’da “r-h-v” kökünden 57 kelime vardır. Rûh, rahmet, reyhan, rüzgâr şeklinde gelir. Ancak buradaki “rih” 10 yerde hep rüzgâr manasında kullanılmıştır. (Bkz. “Birbirinizle nizalaşmayın! Sonra rüzgârınız/gücünüz/ahenginiz gider.” (Enfâl:46) Kokuyu da rüzgâr taşıdığı için ona da “rih” denilmiştir. Yapılan yardımlara, çevre ülkelerden Mısır’a gidip kıtlıktan kurtulanlara, ölümden dönenlere tanık oldukça bu sâlih amelin sahibi konusunda bazı düşünceler, Hz. Yakûp’un zihninde olgunlaşmaktadır. Yûsuf’un rüzgârı, gücü, etkisini hissettiğini beyan eden Hz. Yakûp, bu fikrinden dolayı çevresi tarafından yadırganacağını da bilmektedir. Dediği gibi de olmuştur.
95-Dediler ki: Tallâhi! Sen gerçekten kadîm bir dalâlettesin.”
Kadim, sözlükte “varlığının üzerinden uzun zaman geçmek” anlamına gelen kıdem (kadâme) kelimesinden gelir. Hz. Yakûp için Yûsuf’un olumlu etkileri, çevresindekiler için eski bir saplantı olarak yorumlanmıştır.
96- Öyle ki müjdeci geldiği zaman onu, onun veçhine ilka etti. Böylece basîreti geri döndü. Dedi ki: “Ben size demedim mi? Muhakkak ki ben, sizin bilmediğiniz şeyleri Allah’tan bilirim.”
“Müjdeci”, Kurân’da resûllerin de bir sıfatıdır. Resûller, Allah’tan aldıkları bilgiyi kullara getirerek onları müjdeler veya uyarır. Burada da bir müjdeci, Hz. Yûsuf’un Mısır azîzi olduğuna dair somut bir delille gelmiştir. Hz. Yakûp, Yûsuf’un ölmediğini biliyordu; ancak nerede olduğunu, ne yaptığını ve ne zaman onunla buluşacağına dair önünü göremiyordu. Buna evham, kuruntu ve vesveseler mani olabilir. Bu tarz düşünce ve duygular; üzüntü, keder ve kaygıların temel sebebidir. İşte tam bu anda şifacı değil, müjdeci gelmiştir. Basîretin açılmasının sebebi ve gerekçesi bilgidir, somut delildir. Hz. Yakûp somut gerçeklerle yüzleşmiş, duygusallığı bir kenara bırakmak için bilgi ile parçaları birleştirince eski basîret ve firâsetine kavuşmuştur. Haddizatında bir resûle yaraşan da budur. Bunu da nefsine değil, Allah’a izafe ederek bilme ahlâkının gereğini bizlere öğretmektedir.
97- Dediler ki: “Ey babamız! Bize, peşimizi bırakmayan suçumuz için istiğfar et. Muhakkak ki biz, hata ettik.”
Âyette “zenb ve hata” kelimelerine yer verilmektedir. Sûrenin 29. âyetinde Azîz’in karısının Hz. Yûsuf’a yaptığı hatadan dönme anlamında hem “zenb” hem “hata” hem de “istiğfar” kullanılmıştı. Zenb kelimesi, kuyruk anlamına gelen “zeneb” kelimesinden türemiştir. Sonu kötü olan ve insanı takip eden günah, suç, kabahatler için de kullanılır. Akıbeti kötü olan her söz ve fiil, zenb’dir. Günaha zenb denilmesi, insanı takip edip sonunda rezil ettiği içindir. Mağfiret, bir şeye onu kirden koruyacak elbise giydirmektir. (el-Müfredat) Ağabeyler, yıllar önce yaptıkları bir hatanın peşlerini hiç bırakmadığından, bu hatanın her fırsatta karşılarına çıkmasından ve kendilerine zarar vermesinden yakınmışlardır. Buradaki “…istiğfar et!” ifadesi iki şekilde anlaşılabilir: Birincisi, babalarından kendilerini affetmelerini, bağışlamalarını, korumaya almalarını istemeleridir. Bu anlaşılabilir bir durumdur. Zîra bu aynı zamanda istenen bir durumdur.(Bkz. Âli İmrân:159, Fetih:11) İkincisi ise Allah’ın kendilerini mağfiret etmesi için babalarından istekte bulunmalarıdır. İkinci durum için Hz. Yakûp doğru adresi gösterir. İslam dininde müminlerin günahı için istiğfar etme, Allah’tan mağfiret dileme (Bkz. Muhammed:19, Mümtehine:12, Nûr:62) olmasına karşın aracı ve ruhbanlar yoluyla “günah çıkarma” söz konusu değildir. Herkes öz eleştirisini yapmalı ve hatasını telafi etmenin yollarını aramalıdır. Sadece Rabbe yönelip kavlî tevbe ve istiğfarın yeterli olmayacağını bilen Hz. Yakûp evlatlarına bir sonraki âyette fiilî tevbeyi öğretecektir. Hatalar sonucu oluşan mağduriyetleri ortadan kaldırmak için bir çaba içinde olmak istiğfar ve fiilî tevbedir. Bu hakîkati bilen Hz. Yakûp evlatlarının hatalarını telafi edecekleri bir zamana ihtiyaçlarının olduğunu şöyle hatırlatır:
98- Dedi ki: “Sizin için yakında Rabbime istiğfar edeceğim. Muhakkak ki O, Ğafûr'dur, Rahîm'dir.”
Kurân’da “sevfe” 42 kez geçer ve hep “yakın, gelecek ve pek yakında” gibi zamansal bir mesafeyi ifade eder. Burada olduğu gibi. “Ve muhakkak ki Rabbin yakında sana verecek sen razı olacaksın!” (Duhâ:5) Hz. Yakûp, oğulları için merhameti ve bağışlayıcı olan Allah’tan neden hemen değil de yakında mağfiret dilemiştir? Zîra önce oğullarının yapması gerekenler vardır. Bu da yıllardır peşlerini bırakmayan hatayı telafi etmeleridir. Baba ve oğlunu ayıranların, şimdi de onları bir araya getirerek hatalarını telafi etmeleri gerekmektedir. Bunun için Mısır ile konakladıkları bölge arasında adeta mekik dokuyan ağabeyler, artık bu son seferlerinde erzak için değil, büyük ve güçlü bir aile olmak için kesin dönüş yapacaklardır.
99- Öyle ki Yûsuf’un yanına girdikleri zaman o, ebeveynini yanında ağırladı. Ve dedi ki: "İnşâallah güvende olacağınız Mısır’a giriniz!”
Âvâ kelimesi, evâ fiilinden türemiştir ve “inmek, konmak, sakin olmak, yanına almak, sığınmak, acımak, merhamet etmek, terk etmek, dönmek, yaranın iyileşmesi, yakın olmak”; te’vâ kalıbı “toplanmak, kuşlar veya insanların birikmesi”; me’vâ kalıbı da “barınak” anlamına gelmektedir. Bu yüzden, Hz. Yûsuf’un ebeveynine özel bir alâka göstermesi anlamında “Onları ağırladı.” şeklinde meallendirmek isabetli olur. Talmud’a göre “Yûsuf babasının, yolda olduğunu öğrenince dostlarını, subaylarını ve göz alıcı elbiselerle donatılmış ülke askerlerini bir araya topladı. Yakûp peygamberi yolda karşılamak ve Mısır’a kadar eşlik etmek için bir karşılama hazırlamıştır. Hatta buluşma şöyle abartılarak anlatılır: “Müzik ve mutluluk her yanı kaplamıştı; herkes, kadınlar ve çocuklar bu muhteşem gösteriyi izlemek üzere evlerin çatılarına çıkmıştı.” (H. Polano, sh. lll). “Allah’ın dilemesi ile güvende emin olarak Mısır halkına dâhil olun!” cümlesi, şehrin onları kabul ettiği ve onların kuraklık ve kıtlık konusunda güvensiz çöl hayatından, güvende olacakları Mısır’da barınmalarına dair izinlerin alındığı şeklinde anlaşılabilir.
100- Ve ebeveynini tahtın üstüne çıkarttı. Ve ona secde ederek yere kapandılar. Ve dedi ki: “Ey babacığım! Bu, önceki rüyamın tevîlidir. Gerçekten, Rabbim onu hakîkat kıldı. Ve zindandan beni güzelce çıkardı. Ve, şeytân benimle kardeşlerimin arasını açtıktan sonra, sizi de çölden getirdi. Muhakkak ki benim Rabbim, dilediğine latîftir. Muhakkak ki O; Alîm’dir, Hakîm’dir.
Arş, nüzul sürecinde ilk kez Tekvir Sûresinde geçer. Lâfzen “taht, tavan ve yüksek mekân”, mecazen de “şan, şeref, onur, itibar ve hükümranlık” gibi anlamlara gelir. Kendisine tahsis edilen makama anne-babasını oturtması, aslında Hz. Yûsuf’un makam-mevki derdinin olmadığını göstermektedir. Bazı insanlar kendi makamlarına başkasının oturmasına dahi tahammül edemezler. Dünyadaki tüm makam ve mevkiler geçicidir, emânettir. Geçmişte ve günümüzde geçici makam-mevki için her şeyi yapabilecek, her tür iftirayı atabilecek kadar alçalanlar olmuş ve olacaktır. Hz. Yûsuf burada asıl saygı ve hürmetin, birinin geçici edindiği makam veya servete değil; verilen emeğe ve tecrübeye olması gerektiğini ebeveynini tahtına oturtarak göstermiştir. Âyette geçen “el-bedv” kelimesi “el-bâdiye” denilen “çöl” anlamını ifade ettiği gibi “uzaktan görülen düz ve geniş arazi” anlamına da gelmektedir. Bedevi de o düzlükte yaşayanlardır. Hz. Yûsuf çöl ve düzlük hayatından yani göçebelikten ailesini kurtarıp imkânların olduğu şehre getirtmesini “el-Latîf” olan Allah’ın lutfü olarak ifade etmiştir. Zindandan ahsen olarak çıkmak; atılan tüm iftira ve suçlardan temizlenerek aklanmak manasındadır ki, bu da el-Latîf olan Allah’ın hikmetli ve ince bir lütfudur.
Bu âyette geçen “succeden” kelimesi, “harru” ile kullanılmıştır. Bu nedenle kelime, İslâm fıkhındaki “elleri, dizleri ve alnı zemine değdirerek yere kapanmak” anlamındadır. Bu hareket tarzı, bazı uzak doğu kültürlerinde saygı göstergesi olarak hâlâ devam etmektedir. Harrû succeden ibaresinin anlamı “yere kapanarak selama durmak, kabullenmek” olmalıdır. Hasan Basri bu ibareyi şöyle açıklar: “Bu secde kulluk manasında değildir. O toplumda yaygın olan bir selâm ve hürmet şeklidir. Birini selâmlarken başlarını öne eğerlerdi.” (Kurtubî) Ayrıca Katade de o dönemde bu secdenin hükümdarlara verilen selâm mahiyetinde olduğunu söylemiştir. Bu selâm aynı zamanda onun hükümranlığını tasdik ve kabullenmeyi de içerebilir. O dönemde Melik ölmüş ve şehri, kıtlık ve zorluktan kurtaran Mısır yöneticisi Hz. Yûsuf da seçilmiş olabilir. Kurân’da yasaklanan, birinin karşısında saygı ile eğilmek, yere kapanmak değil; ona ilâhlık veya ilâhî bir vasıf atfetme niyeti ile tapınmaktır. Meleklerin Âdem’e secdesinde olduğu gibi burada da Hz. Yûsuf’a yapılan secdenin anlamı sevgi, saygı ve bağlılığı ifade eden bir selâmlaşma şeklidir. Namaz kılanın önünden geçmeye ilişkin şekilselcilik ve sûizan üzere ortaya konan bir yorum vardır. Aslında bu fıkhî yorumların Kurân’da bir karşılığı yoktur. Esas olan Allah ile kulun arasına fizikî değil manevî, zihinsel, inançsal anlamda hiçbir şeyin girmemesidir. Şirk, maddî olarak Allah ile kulun arasında birilerinin girmesi olsaydı Allah’a hâşâ bir yön ve bir biçim tayin etmiş, O’nu da somutlaştırmış olurduk. Müşrikler puta secde ederken ellerinden geldiği kadar putlara yakın durur, aralarına kimsenin girmesini istemezlerdi. Bu âdet, zaman ve mekânı kuşatan Allah’a kulluk için geçerli değildir.
Hz. Yûsuf’un rüyasının tevîli ise, tevhidin başta gök cisimleri olan şirke galebe çalmasıdır. Bu sadece çocuksu bir rüya değil, aynı zamanda Hz. Yûsuf’un hedefi, vizyonu hâline gelmiştir. Zîra tevîl bir şeyin varıp duracağı nihaî son demektir.
Ailenin dağılma sebebi olarak Hz. Yûsuf şeytânsı duygu ve düşünceleri göstermiştir. Âyette geçen “nezeğa” fiili, fitne ile etki altına almaktır. Bu kelimenin anlamı, kötüye teşvik, kışkırtma, tahrik, şeytânsı vesvese ve îmâlar ile etki alanına girmedir. Kurân’da dört âyette altı kez geçen bu kelime, daima şeytânî duygu ve düşüncelere âtıfla gelir. “Nezğ” denilen şeytânsı duygu ve düşüncelerin etkisi altına kalmayacak insan yoktur, peygamberleri bile etkilemiştir. Ancak onlar bu duygu ve düşüncelere tâbi olmamak için sürekli Allah’ı hatırlayıp O’na sığınmışlardır. (Bkz. Arâf:200, Fussilet:36)
101- “Rabbim! Bana mülkten verdin ve bana hâdisatın tevîlinden öğrettin. Gökleri ve yeri yarıp ortaya çıkaran Sen, dünyada ve âhirette benim velîmsin. Müslim olarak beni tamamla ve beni sâlihlere dâhil et.”
Âyette mülk kelimesinin “min” edatı ile kullanılmış olmasının anlamı, hükümranlığın bir parçasının, olayların da bazılarının yorumlanmasının verilmesidir. Bu cümleler Hz. Yûsuf’un son cümleleridir. Pasaj bu veciz sözlerle sonlanmıştır. Bu sözler âdeta huzurlu bir insan psikolojisinin/rûhunun temel umdelerini ve doğru yaklaşım tarzını ortaya koymaktadır. Hz. Yûsuf’un bakışı, hep “olan” üzerindendir. Dolayısıyla Hz. Yûsuf’un sözlerinden verilen nimetleri öne çıkardığı anlaşılmaktadır. Zîra elde edemedikleri üzerinden hayatı okuyanlar, sürekli mutsuz ve karamsar olur. Önce bardağın dolu kısmını görenler, hakkıyla şükredebilir. Bu nedenle gerçek manada inançlı insanlar, her daim umutvar ve mutmain bir rûh hâlini ahlâk hâline getirmişlerdir. Mutlu ve huzurlulardır. Hz. Yûsuf’un kıssadaki genel ahlâkı da hep bu minvaldedir.
Allah, gökleri ve yeri tıpkı bir tohumu yarıp filizlendirdiği gibi yarıp potansiyelini ortaya çıkarmıştır. Aslında bu cümle mahlûkatın özünü anlatmaktadır. El-Fâtır olan Allah her insanı bir âlem olarak yaratmış ve onun içine farklı farklı güç, yetenek ve zenginlikler kodlamıştır. Önemli olan bunları keşfedip açığa çıkarmaktır. Hz. Yûsuf’a hâdiselerin tevîli ve mülkü idare etme, yöneticilik ve liderlik vasıflarını yerleştiren “el-Fâtır” olan Rabbimizdir. Bunları kinetize ederek açığa çıkarması aslında insanın kendi potansiyelini gerçekleştirmesidir ki bu, kişisel tatmin ve dünyevî saadeti yakalama açısından önemli bir prensiptir. Bir kişinin kendi içine/enfûsuna yönelerek kendini keşfetmesi, Allah’ın yardımı ve kulunu sahiplenip koruması anlamındadır ki, bu da “el-Velî” esmâsı ile ifade edilmiştir. Yeteneğini, potansiyelini keşfedenler, başkalarının uzun emeklerle yapabileceklerini kolayca ve çok daha iyi bir şekilde ortaya koyabilirler. Ki bu farklılıktaki zenginliğin muazzam bir getirisidir.
Müslim kelimesi, “s-l-m” kökündendir. Bu kökten olan İslam; selâm, selâmet, barış ve barışık olma demektir. Teslimiyette kişinin kendisi ve hayatla barışık olma hâlinin bir tezahürüdür. Kişi en başta kendisi ile barışık olursa, yoku değil olanı, yapamadıklarını değil yapabildiklerini, yeteneklerini keşfederek “tevveffa” olur, yani tamamlanır. Yoksa her zaman bir yanı eksik ve yarım kalacaktır. Sâlihler arasına dâhil olanlar, bu içsel ve sosyal yolculuğunu tamamlayan örnek şahsiyetlerdir ki, bunlar nebîler, sıddıklar, şehitlerdir. Ancak kendisi ile barışık olan, hayat ve diğer canlılar ile tam bir huzur ve dengeyi yakalayanlar, hakkı ile ıslâh edici ameller ortaya koyan sâlihlerden olabilirler.
102- İşte bu, sana vahyettiğimiz gaybın haberlerindendir. Ve onlar emirleri için toplanırken ve plân yaparken sen onların yanında değildin.
Hz. Muhammed’in, ehlikitabın bildiği Yûsuf kıssasını detayları ile bilmediği “gaybın haberlerinden” ifadesi ile belirtilmiştir. “Ve onlar emirleri için toplanırken ve plân yaparken sen onların yanında değildin.” Hz. Muhammed’e karşı bir ittifak içine girerek bir araya gelen Mekkeli müşriklerdir. Hz. Yûsuf’u öldürmek için ağabeyler azmettirici ile baş başa verip plânlar kurdukları gibi Mekkeli müşriklerin de Allah Resûlü’ne sinsi bir sûikast plânladıklarına dair âyette gaybî bir ihbar vardır. Yûsuf kıssası Hz. Muhammed ve sahabiye hicretin önemini ve hayırlı akıbetini gerekçeleri ile anlatarak hicrete teşvik etmiştir.
103- Ve sen hırslansan bile, insanların çoğu mümin olmaz.
Hırs; aşırı biçimde istemek, ısrarla istemektir. İstemenin bir sebebi de savunulan davanın yanında konunun kişiselleşmesidir. Haraste kelimesi “h-r-s” kökünden gelmektedir. Aslında haraste, bir diken türüne de denir. Devenin aç olduğunda bu dikeni birkaç kez yemesi ve ağzını bu dikenle kanatması yeterlidir. Kan ile karışan dikenin tadı, devenin iştahını daha da artırır ve deve doymak bilmez. Bu durumda iş kısır döngüye döner. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer. Eğer engel olunmazsa deve, kan kaybından ölebilir. Devenin bu dikeni ihtirasla yemesinden dolayı kişinin kendisine zarar veren her tür aşırı isteğine “hırs” denilmiştir.
Hidâyet, bir teklif olmalıdır. Zîra “Sen insanları, inanıncaya kadar zorlayacak mısın?” (Yûnus:99) veya “Sen üzerlerine musallat olma!” (Gâşiye:22) Âyetteki “İnsanların çoğu mümin olmaz.” ifadesi aslında hırslanmanın fayda vermeyeceğine dair bir gerekçedir. Zîra mümin “e-m-n” kökünden gelir ki, emin olmayı ifade eder. Güven vermeyen insanlar, herkesi kendileri gibi zannettikleri için kolay kolay başkalarına da güvenmezler. “Mutlaka bundan bir menfaati vardır.” diyerek dostu düşman, düşmanı dost zannederler.
104- Ve sen buna karşılık onlardan bir ücret istemiyorsun. O ancak âlemlere bir zikirdir.
Hz. Muhammed ve diğer tüm resûllerin amacı, insanları din ve inançlar üzerinden sömürmek değildir. Ancak müşrik kafa, sürekli din ticareti yapıp inançlar üzerinden rant devşirdiği için Allah’ın resûllerini de kendileri gibi zannetmiştir. Din bir geçim kaynağı olmasa idi farklı görüşlere bu kadar sert tepkiler verilir miydi? O nedenle, adı ne olursa olsun Allah’ın dinini insanlara anlatma, araştırma veya öğretme gibi konular kesinlikle bir meslek olmamalı, buradan maaş veya maddî çıkar beklenmemelidir. Aksi takdirde, farklı görüşleri menfaatine aykırı gören kişi, dini kendisi gibi algılamayanları düşman gibi görür.
“O ancak âlemlere bir zikirdir/hatırlatmadır.” ifadesi hem Kurân’ın tüm insanlığa (âlemlere) hitap eden evrensel bir mesaj olduğunu hem de hırs veya maddiyata alet edilmemesi gerektiğini hatırlatır.
105- Ve göklerde ve yerde nice âyet vardır. Ve onlar, ona aldırmadan üzerinden geçer, giderler.
Burada “âyet” kelimesi alâmet, işâret, delil manalarında kullanılmıştır. Allah’ın varlığına, birliğine, ilmine, kudretine ve hikmetinin kemâline delâlet eden, gerek insanın kendinde gerek dış dünyada nice deliller vardır ki, bunlar insanların nazar-ı dikkatlerine sunulmuştur. Resûller, fıtrat ve hayata uygun bir zikir getirmiştir. Bu nedenle kevnî ve kavlî âyetler, tam bir uyum içinde olmalıdır. Dindeki tezatlar; İslam’ın özü ile ilgili değil, dini anlatanların menfaatlerine öyle geldiği içindir. Kurân, gökler ve yer dediği tüm mahlûkatın da tıpkı kitabın âyetleri gibi okunmasını emreder. Sizden hiçbir ücret/maddî çıkar ve beklentisi olmayan resûllerden mucizeler beklemek yerine hayatın kendisinin bir mucize olduğu dikkatlere sunulmuştur. İkrime ile Amr b. Fâid “yer” kelimesini mübtedâ olarak merfu okumuş, haberini de “Üzerinden geçerler.” diye kabul etmiştir. İbn Mes’ud ise “Üzerinden yürür, geçerler.” diye okumuştur. Dolayısıyla ifade “Aldırmazlar, bu konuları menfaatlere ters düştüğü için üstünkörü geçerler.” şeklinde anlaşılabilir.
106- Ve onların çoğu, şirk koşmadan Allah’a inanmazlar.
Burada şirkli bir imândan bahsedilir. “Allah’a inanmazlar.” kaydı onun varlığı veya yokluğuna inanmak değil, onun hâlis tevhid çağrısına güvenmezler, anlamındadır. Zîra müşriklere “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorulsa şüphesiz “Allah!” derler. (Bkz. Ankebût:61, Zuhrûf:9) Kişinin “Allah’ın rızasını kazanayım.” derken şirki yüzünden Allah’tan daha da uzaklaşabileceği tehlikesi hatırlatılmıştır. 103. âyette insanların çoğunun neden mümin olmadığına dair burada bir gerekçe sunulmuştur. Âyet imânın içinden şirk unsurlarını uzaklaştırıp hâlis bir din anlatan resûle olan düşmanlığa bir açıklama da barındırır. Aslında Yûsuf sûresi şirk bulaşmış imânlara tipik örnekler sunmuştur. Ağabeylerin kıskançlık ve menfaatler yüzünden yaptıkları, Azîz’in karısının arzusunu ilâhlaştırması, şarapçı sâkînin kula kulluğa dönüşmüş köleliği şirkin çok boyutlu, sinsi mahiyetini gözler önüne sermektedir. Hz. Muhammed’in karşısındakiler, imânlarına menfaat bulaştırmış, bağnaz bir din algısıyla farklı görüşlere tahammül edemeyen, farklılığı susturmak amacıyla plânlar yapanlardı. Onun getirdiği öğretiyi yaratılan âyetler ile kıyaslayacak bir nazardan da mahrûmlardı. Bu yüzden Allah’ın yasalarına aykırı, mitolojik şirk kültürünü yaşatmaya çalışıyorlardı. Ataları taklit etmeye dayalı, farklı inanç ve düşüncelere hayat şansı tanımayan bu bağnaz inanç çoğunluğu etkilemişti. Âyet, “insanların ekserisi” kullanımı ile çoğunluğun hakîkat için ölçü olamayacağını da hatırlatmıştır.
107- Bundan sonra Allah’ın azâbının kendilerini sarmasından veya farkında olmadan o saatin ansızın kendilerine gelmesinden emin mi oldular?
Azâb kelimesinin kökeni “yemekten veya uykudan kesilme, mahrûm olma” anlamına gelir. Azeber-raculu, “Adam yemek ve uykudan kesildi.” demektir. Bu anlamda te’zib, insanı aç ve uykusuz kalmaya zorlamak demektir. Görüldüğü gibi buradaki kesilme manası azâbın mahrûmiyet anlamını öne çıkarmaktadır. Allah’ın azâbı, Allah’ın kaide ve kurallarına uyulmadığında yaşanacak olan maddî ve manevî mahrûmiyetlerdir. Hz. Yûsuf dönemindeki kuraklık Allah’ın yasaları gereği olduğu için Allah’ın azâbı şeklinde ifade edilmiştir. Helâkın oluşturduğu mahrûmiyetten kurtulma yolu Allah’ın Resûlü’ne tâbi olmaktır. Azâbın Allah’a isnadı, bunu Allah’ın murat ettiğini göstermez. Bu, Allah’ın tabiata, eşyaya koyduğu yasalar sonucu oluşabilecek mahrûmiyetlere bir işârettir. Yoksa şer-kötülük, kesinlikle Allah’a isnat edilmemiştir. Doğru tedbir alınmazsa bunun insanlar tarafından azâp olarak hissedileceği, algılanacağı ifade edilmiştir. Buradaki saat, son saat olan küresel bir değişim ve dönüşüme işâret edebileceği gibi helâk olmuş kavimler örneği üzerinden bunu bölgesel bir helâk anlamında da okumak mümkündür.
108- De ki: “Benim ve bana tâbi olanların basîret üzere Allah’a davet ettiğimiz yol, işte budur. Ve Allah sübhândır. Ve ben, müşriklerden değilim.”
Sebil; gidilen, takip edilen yol demektir. Herhangi bir şeye ulaşmayı sağlayan her şey, onun yolu/sebilidir. Sebil, kolayca yürünen yol demektir. Çoğulu “sübül”dür. İster hayır ister şer olsun, vasıta olmasıyla bir başka şeye ulaşmayı sağlayan her nesneye sebil denir. Kelime Kurân’da çok geniş bir alanda kullanılmıştır. Kelimenin kökü olan “s-b-l” maddesi, bir şeyin yukarıdan aşağıya doğru gönderilmesi, ayrıca o şeyin kesintisiz olarak sürmesi, uzaması anlamındadır. Rağıb, sebil‘i bu mana alanı yüzünden rahat yürünen yol olarak tanımlar. (Bkz. İnsan:3, Kasas:22)
Basîret, gerçeğin ortaya çıkmasını, açıklığa kavuşmasını sağlayan kesin bilgiyi, delili görme yetisidir. Hz. Yakûp’un da basîretinin açılması manasında aynı kelime kullanılmıştır. (Bkz. Yûnus:93) Tüm resûller, insanlara fıtrî ve doğru olanı, hiçbir dünyevî beklenti içinde olmadan göstermeye çalışmıştır. Ancak bu yolu görmek için baş gözü değil, akıl ve kalp gözü gerekmektedir. Basîretli kişilerin basîret ve firâsetlerini daha da arttıran vahyin geliş amacı, bu âyette özetlenmiştir. Allah’a davetin basîret üzere olması da hatırlatılmıştır. Allah’a imânı menfaatlerimizden, şahsî küçük hesaplarımızdan, kişisel sürtüşmelerimizden, nefsânî arzulardan, hırstan, intikamdan, kıskançlıklardan arındırmak, tenzih edip Allah’ı bunlardan sübhân kılmak, basîret üzere davet ve tebliğin olmazsa olmazıdır. Hz. Yûsuf örnekliği bunlara ilişkin güzel bir kıssadır.
109- Ve senden önce, kendilerine vahyettiğimiz şehir ehli kişilerinden başkasını göndermedik. Onlar yeryüzünde gezmediler mi ki, böylece kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna baksınlar? Ve muttakîler için âhiret yurdu elbette hayırlıdır. Hâlâ akletmez misiniz?
Ricâl sözcüğünü bazıları “erkekler” olarak anlamış ve buradan hareket ederek peygamberlerin sadece erkekler arasından seçildiğini, kadınların peygamber olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Bazıları da Hûd sûresinde İbrâhîm peygamberin karısı ile konuşan elçileri “melek” olarak kabul etmiş ve meleklerle konuştuğu için de İbrâhîm peygamberin karısını nebî saymışlardır. Gerek Kasas 7’de Allah’ın vahyettiğini bildirdiği Mûsâ peygamberin annesi gerek Âli İmrân 42, 43’te anlatılan olaydan dolayı Hz İsa’nın annesi Hz. Meryem, aynı gerekçeyle nebî sayılmıştır. Eşariler bu görüştedir. Yani Eşarilere göre Kurân’da kadınlardan beş nebî anlatılmıştır. Dil kitaplarındaki tahlillere bakıldığında, ricâl kelimesinin “ayak” anlamına gelen “ricıl” kelimesi gibi “r-c-l” kökünden türediği, bu kökten türeyen kelimelerin de esas anlamları itibariyle “ayak” anlamı ekseninde oluştukları görülür. Mesela “ricâl” kelimesi “kendi ayakları ile ilerleyenler” anlamından gelişmiştir. “Racul” kelimesinin çoğulu olan “ricâl” kelimesi ile “ricıl” kelimesinin türevlerinden olan ve “yaya yürümek, piyade” anlamında kullanılan “ricâl” kelimeleri aynı olup kelimenin hangi anlama geldiği; ancak cümle içindeki kullanımından ayırt edilmektedir. Mesela Bakara:239 ve Hac:27’de bu kelime “yaya” anlamında kullanılmıştır. Bu geniş anlamdaki kullanımıyla kelime, erkek-kadın ayırımı içermeksizin insan türüne verilmiş bir sıfat konumundadır. Daha sonraları anlam daralması olmuş ve kelime daha çok insanın “erkek” cinsi için kullanılmıştır. Ki Kurân’da ayrıca “unsa” ve “zeker” kelimeleri de bulunmaktadır. Kurân’da marife olarak er-ricâl ve bu kelimenin karşıt cinsi ile birlikte kullanılanları, açıkça kadın cinsinin karşıtı olan “erkek” anlamındadır. (Arâf 81, Bakara 282, Nisa 1, 12, 32, 34, 85, 98, 176, Fetih 25) Ancak buradaki gibi nekira olanların tümü ise mutlak anlamda “olgun insan, şahsiyet sahibi kişi, kendi ayakları üzerinde durabilen” anlamında kullanılmıştır. (Arâf:46, 48, 63, 69, 155, Yûnus:2, Hûd:78, Müminûn:25, 38, Kasas:20 Ahzâb:4, 23, 40, Sebe:7, 43, Yâsîn:20, Zümer:29, Mümin:28, Zuhruf:31, Enâm:9, İsrâ:47, Kehf:28, 32, Furkân:8, Mâide:23, Nahl:43, 76, Yûsuf:109, Nûr:37, Cin:6, Sâd:62, Tövbe:108). Bu âyetin gönderilen elçilerin cinsiyetiyle ilgili olduğunu düşünenler, Yûsuf 109’un bir kadın olan yalancı peygamber Secah’la ilgili olduğunu bile söylemişlerdir (Taberî). Ancak âyetin kadın erkekle alâkası olmadığı ve Nebî’nin vefatından sonra Secah’ın peygamberlik iddiasında bulunduğu göz ardı edilmemelidir.
110- Nihayet resûller, umutlarını kestikleri ve yalanlandıklarını zannettikleri zaman onlara yardımımız geldi. Böylece dilediğimiz kimse kurtuldu. Baskınımız mücrim kavimden geri döndürülmez.
87. âyette, “Muhakkak ki kâfirler kavminden başkası, Allah’ın vereceği ferahlıktan umut kesmez.” ifadesi ile buradaki “Nihayet resûller, umutlarını kestikleri zaman…” ifadesi bir çelişki gibi durmaktadır; ancak Zümer:53’teki “Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!” ifadeleri ile buradaki ümitsizlik farklıdır. Zîra burada “küzzibû” şeklindeki kelime şeddeli okunduğu takdirde, peygamberler insanların inanacaklarından umut kestikleri ve kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını kesin olarak anladıkları zaman anlamını katar. Resuller Allah’tan değil insanların inanmasından umut kestikleri içinde “zan” kelimesi seçilmiştir. Zira resuller kimin inanıp kimin inanacağını ancak zannedebilir. Âyette Kurân’ın ve özellikle bu sûrede konu edilen âfetler ve bu doğal âfetler sonucu kurtulan-kurtulamayan kavimlere bir gönderme yapılmıştır. Eğer kavim Hz. Yûsuf’a tâbi olmasa idi geri döndürülmeyen bir âfet ile helâk olacaktı. Peygamberin dedikleri ile gelecek olan ve asla durdurulamayan helâklerden en az zararla kurtulma yolları öğretilmiştir. Hz. Nûh’un tûfâna karşı yaptığı gemi de bu anlatıma bir örnektir. Mücrim, suçu huy ve karakter hâline getirendir. Bu tipler, başkalarının hakkını gasp ederek yaşadıkları mütref yaşam standartlarını bir türlü bırakamadıkları ve hevâlarını ilâh edindikleri için resûllerin maddî-manevî helâk uyarılarına karşı kör ve sağır olmuşlarıdır.
111- Doğrusu, onların kıssalarında ulû'l-elbâb için bir ibret vardır. Uydurulmuş bir hadîs değildir ve lâkin onların ellerindekini tasdîk eder ve her şeyi tafsîl eder. Ve mümin bir kavim için hidâyet ve rahmettir.
İbret; bilinen bir yoldan bilinmeyen bir yola köprü kurup geçmek, o bilinmeyeni keşfetmek demektir. Elbâb ise “lübb” kelimesinin çoğuludur ve özü yakalayan akıllar demektir. Zîra bir şeyin lübbü, onun özü ve hülasasıdır. Bir şeyin özü, onu hâlis-katıksız kılarak oluşur. Aklı, şeytânî duygu ve düşüncelerden, evham ve sûizandan uzak tutmak da onu arındırır. Bundan dolayı sağlam akla “elbâb” adı verilmiştir. Sonradan gelişen akıllar için bu tabir kullanılmıştır. Lübb tabiri Kurân’da daima “elbâb” şeklinde çoğul olarak gelmiştir.“Ûlû” kelimesi de sahip manasını ifade eder ki, bu akıl sonradan verilen emek ve tecrübelerle sağlamlaşan akıldır. (Bkz. Sâd:29, Rad:19, İbrâhîm:50)
Yûsuf sûresinden şimdilik anladıklarımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu el-Âlim olan Allah bilir.
|