وَاذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمَا أَنزَلَ عَلَيْكُمْ مِّنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُكُم بِهِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve (ondaki) hikmet'i düşünün. (Ki;) Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve iyi biliniz ki, hiç şüphesiz Allah her şeyi bilendir. (Bakara:231)



.





Zuhruf Sûresi


Zuhrûf Suresi

Yedi surelik Hâ-Mîm ailesinin sonuncusudur. Ailenin diğer sureleri gibi Mekke’de indirilmiştir. Sure Hz. Peygamber'in hayatına son vermek için planlar kurmaya başlanan bir dönemde inmiştir ve adını 35. ayetinde geçen “zuhrûf” kelimesinden almıştır. Sözlükte “süs” manasına gelen kelime, süslenmede bir araç olduğundan altın için de kullanılır. Kelime Kurân'da, bu sureden başka yerlerde de geçer. Buraya isim olmasının sebebi, surenin amaç ve konularından biri olan “dünyalıkların albenisi ve süsünden bir türlü vazgeçmeyip köleliğe razı olunması ve ulvi değerlerin güzelliğinin geçici olanlara tercih edilmesi”dir. Surenin ayet sayısı Şamlıların sayımına göre 88, diğerlerine göre 89'dur.

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1-3 Hâ. Mîm. Ve mübin kitabı biz, muhakkak ki apaçık bir okuyuş kıldık. Umulur ki akledersiniz.

Ayetlerin kopmaz mana bütünlüğü ilk 3 ayetin birlikte meal verilmesini gerektirmiştir. Bu üç ayetteki belli başlı kelimelerin manalarına bakalım:

Kitap “toplamak, bir araya getirip dikmek, bağlamak; yazmak, istinsah etmek” anlamlarına gelen “ketb” kökünden türemiş bir mastar olup yazılarak bir araya getirilen bilgilerle bunların yazıldığı malzemeyi ifade eder. Kitap kelimesiyle ilk anlaşılan şey yazıdır. İşte 29 surenin başında gelen bu harfler (semboller) kitabın, yani yazının apaçık tasnif edilip ayrılmasına yardım eden işaretlerdir. Kitabımübin/açık-net bir araya getirilen anlamına gelir. Mübin kelimesi ayrıca "açıklayıcı" demektir. Çünkü kelime hem geçişli hem de geçişsizdir.

Beyan etmek icat etmek değildir; mevcut olanı ortaya çıkarmak demektir. Mevcut olan hadisenin problemini ortaya koymak da beyandır. Kurân müellif değil mübindir; yani olmayan bir şeyleri olmuş gibi icat etmez, mevcut sıkıntı ve sorunları beyan eder. Bunu hem sosyal hem de psikolojik meselelerde yapar. Amaç bu işaretlerle muhatabın çözümlere ulaşmasını sağlamaktır.

Arabiyyen sözcüğü, Kurân’ın hem elçiye kendi kavminin diliyle indirilmiş hem de Kurân’ı teşkil eden sözlerin ses ve mana kusurlarından arınmış; yani kolay anlaşılması, rahat telâffuz edilmesi, diziminin mükemmel olması gibi üstün özelliklere sahip olduğunu ifade etmektedir. Bazı metinler ana dilde de yazılsa anlaşılması zor ve muradını anlatmaktan aciz ise o hitap acem olarak nitelendirilirken muradını mubin bir şekilde beyan eden bir hitap ise arabiyyen’dir.

Kurân inmeden önce Araplar hadi, islam, fâcir, fâsık, kâfir, müşrik, mümin, müslim, ihtilaf, halife, insan, beşer, sure, ayet, mübin, burhan, kitap, farz, vacip, ilah, hüküm gibi kelimeleri kullanıyorlardı. Yani Kurân’ın kullandığı kelime ve kavramlar Arapların ilk defa duydukları değil, öteden beri kullandıkları kelimelerdir. Fakat bu kelimelere Kurân inmeden önce yüklenen anlam ile Kurân’ın yüklediği anlam farklılık arz etmektedir. Kurân, Arap dili üzerine inmiştir ama bu dile teslim olmamış, kullandığı kelimelere özgün ve evrensel anlamlar yükleyerek Arap dilini aslında teslim almıştır.

Kurân inmeden önce kervanı peşine takıp hedefe götüren için kullanılan hâdi kelimesi, Kurân indikten sonra “daima önde ve öncü olan” anlamında bizzat vahyin yol göstericiliği olarak tanımlamıştır (Zümer: 23). Kurân inmeden önce borcunu zamanında ve anlaşılır şekilde ödemek anlamında kullanılan din kelimesi, Allah’a olan borçluluk bilinci anlamında kullanılır olmuştur. Hayvanın tekmesinden sakınma olan takva kötülüklerden, şeytani arzu ve isteklerden kişinin sakınması anlamında tanımlanmıştır. Mümin güvenilir, müslim ise teslim olmuş kişidir. Rab efendi, abd efendinin kölesidir. Kurân çöle hapsolmuş, kıymet verilmeyen Arap dilini yeni önerme ve mecazları ile zenginleştirip koruması altına almıştır. Bu dilin bağrına Kurân gibi bir şaheseri yerleştirerek konuşulan kelimelerin anlam derinliğini artırmıştır.

Bazı modern dilbilimciler, cahiliye Araplarının “Arap” kelimesini açık bir şekilde milli/etnik anlamda kullanmadıkları görüşündedirler. Yine söz konusu dilbilimciler, cahiliye Araplarının safları birleştirecek ve aynı topraklar üzerinde kabileler hâlinde yaşamayı sağlayacak milli bağ bilincine sahip olmadıklarını öne sürmektedirler. Onlar için Arap olmak değil, hangi kabileden oldukları önemlidir. Aynı dilbilimciler cahiliye şiirinde “a-r-b” kökünden türemiş etnik ve milli anlam taşıyan tek bir imaya dahi rastlamamıştır.

Zaten Hucurât 14. ayetteki Arap kelimesi etnik ve dini bir anlamda değildir. “ ‘Araplar geldi ve biz iman ettik.’ dediler.” ifadesindeki Arap kelimesini bir milletin ismi olarak anlamak mantık hatası olur. Zira gelenler Arap, onları dinleyen Allah Resulü ve sahabeler de Arap’tır. Bu mantık hatasını gidermek için Hucurât 14’teki “Araplar” ifadesi “Bedeviler geldiler ve dediler ki:” şeklinde çevrilir. Ancak Kurân’da geçen “a’râbi, arabiyyen, ’arabiy(yun) gibi 19 yerde geçen bu kelimelere ise hep “Araplar, Arapça, Arap” gibi mealler verilmiştir. Oysa bu tutarsızlığın önüne geçmek için Arap kelimesinin etnik anlamda değil; apaçık, ortada, açıkta gibi çölde yaşayanların sıfatı olarak çevrilmesi daha isabetli olacaktır.

Le’alleküm kelimesi “belki/umulur ki” şeklinde anlamlara gelir. Burada biz denilerek vahyin indirilişi ve muhataplarda bulacağı karşılığın insan iradesine bırakıldığı ifade edilmiş, biz denen meleklerin bu sürecin sonunu bilmediği ifade edilmiştir. “Ukl” zincirin bir halkasıdır. “Akletmek” demek, zincirlerden sağlam bağlantılar kurmak demektir. Akletmek, olay ve olgular arasında küme ve kelimeler ile mantıksal bir bütün oluşturmaktır. Kurân ayet dediği işaretler ile büyük resmi gösterir. İşaretleri izleyip parçaları birleştirmek ise ancak akletmekle mümkündür.

4- Ve muhakkak ki o bizim yanımızdaki ümmülkitaptadır. Gerçekten alidir, hakîmdir.

Müfessirler, ümmülkitaptan yani ana kitaptan maksat “levh-i mahfuz” veya “Allah'ın ezeli ilmidir.” demişlerdir. Söz konusu kitab, Vakıa suresinde “kitabımeknûn/saklı ve korunmuş kitab” diye nitelenirken, Burûc suresinde ise “levhimahfuz/değişmez, silinmez yazı, bilgi” şeklinde zikredilmiştir. Bu sıfatlar “ümmulkitab” denilen silinmez, korunaklı hafızaya atıftır. Burada bizim yanımızda denilerek çoğul bir ifade seçilmiştir. Zira Allah’ın ezeli ilmi için kayda ve kitaba gerek yok iken meleyialâ için bu söz konusu değildir. Kurân ve diğer vahiylerin tamamı ana kitap denilen hafızanın küçük cüzleridir. Bu cüzler indiği dönemin algısına ve kültür seviyesine uygun hazırlanmıştır. Ümmülkitap varlığın temel prensipleri ve anayasası iken, inen vahiyler bu yasaları gösteren işaretlerdir.

İnsanlığın sonu gelse üretilen tüm bilgi, teknoloji, sanat ve eserler bir anda yok olup gidecektir. Başka bir uygarlığın bu birikimden, insanlık hafızasından istifade etmesi için bilginin sağlam bir şekilde muhafaza edilmesi şarttır. Hz. Âdem’den bu yana inen tüm vahiylerin ana kayıt denen ümmülkitapta muhafazası anlatılır.

Bu ayetin bize bakan ve örneklik teşkil eden yanı insanlık namına üretilen faydalı ve hayırlı olan bilgiyi, sanatı, edebiyat ve teknolojiyi mutlaka korunaklı bir şekilde muhafaza etmektir. Böylece insanlık büyük bir afetle yok olsa bile üretilen faydalı bilgiler bir sonraki medeniyetlere ışık tutabilir. Bu sayede bizim binlerce yılda kat ettiğimiz mesafeyi onlar bu kayıtlar sayesinde çok daha hızlı alıp bizim düştüğümüz hatalara düşmeyebilir.

A’liyyul sıfatı üstünlükte kıyası anlatırken kullanılır. Bu ifade Kurân’ın bozulmuş ve tahrif olmuş kadim kitaplar içindeki müstesna yerini anlatmaktadır. Hakîm ise mübalâğa kalıbında ismifail olup "çokça hikmetli emirler barındıran" demektir. Bu kalıplar, Kurân’ın ölü bir metin değil özne ve kurucu bir metin olduğunu gösterir. Parçadan bütünü görenler de aliyy ve hakîm olacaktır.

5- O hâlde siz müsrif bir kavim oldunuz diye uzlaştıran zikri bertaraf mı edelim?

Darabe fiili “an” harfi cer ile birlikte kullanıldığı zaman “vazgeçmek, uzaklaşmak” anlamlarına da gelir (Müzzemmil: 20). Darbımeseldeki “darb” ise misali gereksiz ayrıntılardan kurtarıp kısaltmaktır. Bu nedenle hadislerin metin ve senetlerinde yanlış ya da fazla yazılan harf, kelime veya cümlenin üzerine bir çizgi çekerek o kısmı iptal etmeye de darb denmiştir. Burada muhatabın keyfi istekleri/hevâsı için inen kitabın bir kısmından vazgeçmek anlamındadır.

Safhan hâldir, zikrin hâlidir. “Safhan olan zikri sizden darb mı edeceğiz?” denmektedir. “Safhan” kelimesi “musafaha” kelimesinden gelmektedir. Safha/musafaha Türkçede görüşmek, tokalaşmak, sohbet etmektir. Uzlaşma, barış içinde birlikte yaşama, genişlik ve hoşgörüdür. Safhan olan yani uzlaştıran ve ana kitabın uzantısı olan bu vahiy aslında insanlığın ortak doğrularını vaaz eder.

Muhatap ayrıcalık ve üstünlük isteyen müsriflerdir. Kitap ise safları eşitleyen ortak bir kelimedir. “De ki: “Ey Kitab ehli! Sizinle bizim aramızda müsavi olan kelimeye geliniz.” (Âli İmrân: 64) Müsavi olmak, seviye farklarını, sınıfları sıfırlayıp ortak bir paydada muhatapları birleştirmektir.

Müsrif hem bir değeri boşa harcayan hem de had ve hududunu aşıp yerini ve konumunu israf edene denir. Tebliğde muhatabın da kabul edip onayladığı bir zemin bulmak çok önemlidir. Kurân tefrikaya ve nizalaşmaya karşıdır (Âli İmrân: 103, Enfâl: 46).

Kurân zalimin zulmüne, müsrifin israfını destekleyecek şekilde söylemini değiştirmez. Müminlerin de israfa seyirci kalmamasını vaaz eder. Bu israf sadece maddiyat değildir. Ondan daha önemli ve temel olan, insani erdemlerin israfıdır. Zaten maddi israf, tasavvurdaki erozyonun sonucudur.

Zuhrûf suresine göre en büyük değer ümmulkitabın cüzü olarak inen vahiylerdir. Muhatap, bu değeri israf eden ehlikitaptır. Zikir kelimesinin seçilme sebebi de budur. Zira zikir hatırlatmadır. Kurân kadim hakikatleri hatırlatarak ortak bir paydada muhatapların uzlaşmasını ister. Ancak kendilerine verilen kitabı israf eden ehlikitap, bu fırsatı da boşa harcamak üzeredir. 

6- Ve öncekilere nice nebi gönderdik.

Nebi kelimesi  “haberdar olduğu haberi getiren, haberci gibi manalara” gelmektedir. Nebe’ fiilinin fail ismidir. Nebe ise kendisiyle ilim meydana gelen, çok faydalı ve önemli haber demektir. Nebi; önemli ve faydalı, aynı zamanda sağlam bir haber alıp yaşayandır. Nebi’nin çoğulu “enbiya” ve “nebiyyûn”dur.

Nebilik unvandır; onlar 24 saat nebidirler; ama 24 saat resul değillerdir. Âyetleri tebliğ ederken Allah ne indirmişse onu tebliğ eder, bir hata yapmazlar. Ama onlardan hüküm çıkarırken ve uygularken hata edebilirler. Çünkü uygulama, tebliğden farklıdır. Peygamberi uyaran ayetlerde her zaman resul değil de nebi kelimesinin seçilmesi dikkat çekici bir detaydır.  “Ey nebi! Sana Allah’ın helâl kıldığını niçin harâm edersin?” (Tahrim: 1)

İnsan kolay yoldan elde ettiğinin kadrini bilmez. Önce onu gözünde değersizleştirir, sonra da kolay bir şekilde harcar. İşte ehlikitap nübüvveti böyle israf etmiştir.

7- Ve kendilerine gelen her nebiyi hafife alıyorlardı.

Burada gelen nebileri önemsememe ve hafife alma söz konusudur. İstihzâ, muhatabın konuları derinlemesine düşünmesine, doğru hükümler ve tedbirler almasına engel oluşturan bir hafifliktir. Hafife alınan nebiler getirdikleri önemli haber ile taraftar topladıkça inkârcılar hafife alıp önemsememe aşamasından bir sonraki aşamaya yani alay ve hakaretlere geçerler. Bu da çözüm olmazsa en sonunda bir suikast düzenleyip gelen nebiyi -öldürmeye kadar devam eden- ve nübüvveti israf etmeye kalkışırlar.  “Allah adına yemin ederek dediler ki: ‘Biz geceleyin mutlaka ona ve ailesine baskın düzenleyelim. Sonra da onun dostlarına, onun ailesinin helâk edilmesine şâhit olmadık ve gerçekten biz sâdıklarız.’ diyelim.” (Neml: 49) Bu noktaya işi getirenlerin akıbeti ise şöyle anlatılır:

8- Böylece daha şiddetli olanları yakalayıp helâk ettik. Evvelkilerin misali gelip geçti.

Batş; zor ve kuvvetle, şiddetli bir şekilde yakalamak ve alıkoymak demektir. Kurân helak olan önceki kavimler üzerinden yaşanılan yerin tahliye edilmesi için bir yönlendirme yapmaktadır. Kavimler afetlerle helak olurken Mekke’de kalan Müslümanlar hicret etmezlerse müşriklerin zulümleri sonucu helak olacaklardır.

9- Ve muhakkak ki onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorarsan mutlaka “Azîz ve Alîm yarattı.” derler.

Bu ayetteki onlar kimdir? Tarihte yaşamış ve helak olan kavimler midir? Ayette “sorsan” dediği için bunların helak olan kavimlerden ibret almayanlar olduğu anlaşılmaktadır. Gökler ve yeri Aziz ve Alîm olan Allah’ın yarattığını bilmek kişiyi helakten kurtarmaz. Neden Azîz ve Alîm? Zira izzetli ve değerli kurtuluş ancak ilim ile mümkündür. O ilim de bağlamdan öğrendiğimiz evvelki kavimlerin ibretlik hâlleridir. Onların misallerine bu nazarla yaklaşan, zilletten kurtaran bir ilme ulaşacaktır. Helak olan kavimlere giden ulûlazm resullere inanıp yaşadıkları yurdu terk edenler kurtulurken “Gökleri ve yeri şüphesiz Allah yarattı.” deyip şirk koşmaya devam edenleri afet, şiddetle yakalanıp helak edecektir.

10- Size yeryüzünü beşik kılan ve sizin için orada yollar oluşturan O’dur. Umulur ki hidayete erersiniz.

Kurân’ın, konuyla ilgili birçok yerinde “firaş” (döşek) kelimesi kullanılmasına rağmen, bu ayette “mehd” (beşik) kelimesini seçmesi manidardır. Bu farkın fiziki ve sosyal karşılıkları vardır. Yeryüzündeki sarsıntılar yeni geçitlere, vadilerin oluşmasına sebeptir. Beşik gibi sallanma ile yolların açılmasının böyle bir irtibatı olabilir. Sosyolojik manası da İslami hareketin hicret sonrası yerleşilen coğrafyalarda serpilip büyüyeceği gerçeğidir. Zaten 12. ayette gemi ve develerle çıkılacak seferlerden bu yüzden bahsedilir. Hicretin önündeki en büyük engel, çölün aşılıp gidilen yeni coğrafyalarda karşılarına çıkacak olan rızık ve hayatın olmazsa olmazı su kaynaklarıdır.

11- Suyu semadan bir kader ile indiren O’dur. Böylece onunla ölü beldeyi neşrettik. İşte böyle çıkarılacaksınız.

Buradaki neşretmek bitki örtüsünün yayılıp yaşama elverişli hale gelmesidir.

Kader kelimesi su bağlamında miktar, ölçü, süre ve hacim gibi anlamlara gelir (Mürselât: 22, Kamer: 49, Ra’d: 17, Hicr: 21,  Müminûn: 18, Şûrâ: 27).

Dünya'nın toplam su miktarı değişmez. Aslında Dünya bugün, milyonlarca yıl öncesinde de var olan suyu kullanır. Yağmur, Allah'ın insanlara en büyük hediyelerinden biridir. Allah yukarıdaki ayette yağmurun bir kaderi yani matematiği olduğundan bahseder. Yağmuru yaptıkları iyilik ve kötülüklere bağlayıp putlardan bilen müşriklere bunun bir matematiğinin olduğunu söylemek çok önemli bir zihni inşadır. 14 asır önce Dünya’ya düşen yağmur miktarının her yıl aynı olduğunu bilmek, bunun bir ölçüsünün ve matematiğinin olduğunu savunmak, cahiliye şirk kültürünün üreteceği bir bilgi değildir. Bu bilinç seviyesinde yaşayan biri nasıl olur da son yüzyılda keşfedilen bu hakikatleri kendiliğinden bilebilir? Suyun bir matematiği var diyen Hz. Nebi sizce yağmur duasına hiç çıkmış mıdır?

Günümüzde yapılan araştırmalarla yağmurun nasıl yağdığı, Dünya’daki suyun çevrim özellikleri anlaşılmıştır. Keşfedilen gerçeklerden biri de Dünya’ya her sene aynı miktarda suyun yağmur olarak yağdığıdır. Bu değer saniyede 16-17 milyon ton arasındadır. Böylelikle Dünya’da senede 505 trilyon tonun üzerinde yağmur yağmakta ve bir o kadar su da göğe doğru buharlaşmaktadır.

Mekke’yi terk edip çöle yapılan yolculuğun önündeki zihni engel yıllardır onlara su ve aş sağlayan Mekke’den hicretin mahrumiyetler getireceği zannıdır.

Ayetin son cümlesi olan “İşte böyle çıkarılacaksınız” ifadesi sizce sadece ölülerin dirilmesinden mi bahseder? Harece kelimesi; dışarı çıkarmak, getirmek, boşaltmak, tahliye etmek, yaymak saçmak, ortaya koymak, meydana getirmek anlamlarına gelir. Bizce bu fiil, bağlam ile pek de alâkası olmayan yeniden dirilişi değil, Mekke dışına çıkmak, o müşrik beldeyi tahliye etmeyi anlatmaktadır. Yüce Allah ölü beldeleri yağmurlarla ihya ettiği gibi yeni coğrafyaları, vahyi hayata taşıyan müminlerle ihya ve inşa edecektir.

12- Onların hepsinden çiftler yaratan O’dur. Sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyler kıldı.

Bazı müfessirler, ezvâc terimini bu bağlamda “türler” ile eş anlamlı görmüşlerdir (Beğavî, Zemahşerî, Beydavî, İbni Kesir). Yani, yukarıdaki ifadeyi, “Allah her türlü eşyayı, varlığı ve olguyu yaratandır.” anlamında almışlardır. Diğerleri (mesela Taberî), bu ifadede bütün varlıklar evreninde aşikâr olan çift-kutupluluğa bir atıf görür. İbni Abbâs (Râzî tarafından nakledildiğine göre) bunun genelde “tatlı ve acı, beyaz ve siyah, dişi ve erkek” gibi karşıtlıkları gösterdiği kanaatindedir.

Bizim kanaatimiz ise bu terimin her şeyin çift oluşunu, dünyadaki hiçbir şeyin ve hiç kimsenin biricik, yegâne ve vazgeçilmez olmadığının ifadesidir. Müslümanlar Mekke’ye mecbur değildir. Allah her şeyi alternatifli yaratmıştır. Bu iki ayette yapılan benzetme manidardır. Kurak bir coğrafyaya yağmur yağdığında oradan bitkiler çifter çifter çıktığı gibi deniz ve kara yolculukları ile farklı coğrafyalara yapılacak hicret de bu etkiyi oluşturacaktır. Tek şart gidilen yerde vahiyi yaşamak yani toplumu vahiyle sulamaktır.

Fulk aslında dönen demektir. Yükü veya yolcuyu alıp götüren ve geri dönen yüklü gemilerdir. Hz. Yunus’un Ninova’yı terk ettiğinde bindiği gemiye de “fulk” denmiştir. Ayrıca Hz. Nuh’un gemisi de aynı kelime ile ifade edilmiştir. Ayette gemilerden “binecekleriniz” denmektedir. “Bindiğiniz” denmediği gibi “ellezî” de denmemiştir. Çünkü bu taşıtlara henüz binmeyenler burada muhataptır. Yıllardır Mekke’den çıkmamış olanlar hicret için en güçlü direnci sergileyenlerdir.

13- Onların sırtlarına yerleşmeniz için… Sonra onun üzerine yerleştiğiniz zaman Rabbinizin nimetini zikredin! Ve “Bunu bize musahhar kılan Sübhan’dır ve biz, ona muktedir olamazdık.” deyin!

Burada hicret için insana verilen imkânlardan bahsedilir. Rabbin nimeti; esaretten, baskından, boykottan ve zulümden kurtulma imkân ve bilincidir. Rabbin sübhân oluşu, çıkılan seferin amacını anlatır. Rabbi tenzih etmek için bir sefere çıkılmaktadır. Eğer Rabbin nimeti olan nübüvvet ve kitap olmasaydı her şeylerini arkada bırakıp bilinmeyen bir yere hicret etmeye muktedir olamayacaklardı. Zaten vahiy gelmeden önce hayata dair bir muktedirlikleri de söz konusu değildi. “…deyin!” emri ile aslında geleceğe ilişkin bir zihni inşa yapılmaktadır. Hicrete giderken bineğin üzerinde yapılacak bu dua gönüllü yapılan tercihlerin şükrüdür.

Çıktığımız her sulhu hedefleyen hayırlı seferde öncelikle Rabbin nimetini hatırlamak gerekir. Bu nimet onun izni ve imkânları ile yola çıkabildiğimizin şuurunda olmaktır. Bu teşekkür hâli seferi, fedakârlık gerektiren bir terk edişten kurtarıp umutlu bir beklentiye çevirir. Sübhân, sığ bir inanç olan müşrik rab tasavvurunu arkada bırakıp tevhidi adalete doğru kulaç atmaktır. O yüzden…

14- Ve muhakkak ki biz, Rabbimize mutlak olarak inkılap ettik.

Ayette geçen “münkalibûn” fiili, kalp ve onun türevi olan “inkılâb” kelimesinden türemiştir. Bir hâlden bir hâle dönüştüğü için gönle de kalp denmiştir. Devrim manasına gelen inkılâp da aynı kökten gelmektedir. “Rabbimize döndük.” yerine “Ona inkılâp ettik.” detayı önemlidir. Rabbi bilmeyen, ona inanmayan biri ölünce ona mecburen rücu eder; ancak burada âlemlerin Rabbi bilinip ona inanılmakta, sadece müşriklerin baskısından dolayı iman pasif kalmaktadır. Gerçekleşen manevi inkılâp ile aktifleşen iman kişiyi kölelikten, esaretten ve insan onuruna yakışmayan bir hâlden kurtarmıştır.

O yüzden iman salt bir inanç değil, hayata yansıması gereken bâtınî/içsel bir ameldir. Bu inkılâp, iman ve teslimiyetin müşriklere değil, sadece Allah’a olması gerektiği gerçeğine dayanır. Rabbe inkılâp, korkulardan ve baskılardan kurtarır. Ayetteki dönüş aynı zamanda bir dönüşümü de ifade eder. İnancın imana dönüşmesinin insana kazandırdığı en önemli karakter, satın alınamayacak ve köleleştirilemeyecek özgür bir şahsiyettir. Şimdi neye sırt dönüp Rabbe inkılap ettikleri gerekçeleri ile sayılacaktır.

15- Ve O’na, kullarından bir kısmını bir cüz kıldılar. Muhakkak ki insan, gerçekten apaçık örtendir.

Allah’ın kullarından olan melekleri dişi isimlerle isimlendirme sapıklığının sebebi erkek tanrı tasavvurudur. Bu güç ve şehvet odaklı inancın temelinde müşrik Arapların bunlara tapınması yatar. Bu yüzden hicret sadece bir mekân değişimi değil, bir zihniyet inkılâbıdır. Hicret kız çocukları olmasından utanan ve onları diri diri gömen zihniyeti arkada bırakmaktır. Hicret, Allah’ın kullarından bir kısmını seçkin, elit ve üstün ilan eden kast sistemini arkada bırakıp omuz omuza saf bağlamaktır.  

16- Yoksa O, yarattıklarından kızları kendisine mi ayırdı ve oğlanları sizin için mi seçti?

“Kızları kendisine mi ayırdı?” ifadesini Necm 27 şöyle açar: “Şüphesiz ahirete inanmayanlar, melekleri dişi isimlerle isimlendiriyorlar.” “Oğlanları sizin için seçti.” ise Tevbe 30’da şöyle dile getirilir: “Yahudiler ‘Üzeyir Allah’ın oğludur.’ dediler. Hıristiyanlar da ‘Mesîh Allah’ın oğludur.’ dediler.” “Oğlanları sizin için seçti.” ifadesi insanlara gönderilen resulleri kasteden öz bir ifadedir. “O’nun oğulları ve kızları var.” yalanını uydurdular. O, vasıflandırdıkları şeylerden sübhân ve te’âladır.” (Enâm: 100)  Allah -hâşâ- “Kızları kendisine ayırdı.” denirken müşriklerin melekleri dişi isimler olarak adlandırmaları kastedilmiştir. “Oğulları seçti.” derken de ehlikitabın aşırı resul algısına bir reddiye yapılmıştır.

17- Ve onlardan birisi, Rahmân için yakıştırdığıyla müjdelendiği zaman yüzü gölgelenir ve öfkelenir.

Onlardan biri melekleri Allah’ın kızları sanan müşriklerden biridir. Ayette neden “Allah” veya “Rab” değil de “Rahmân” esması seçilmiştir? Cahiliye müşrikleri “Rahmân” sıfatının yaratana isnat edilmesinden nefret ederdi. Bunu Furkân 60’tan şöyle okumaktayız: “Ve onlara ‘Rahmân’a secde edin!’ dendiği zaman ‘Rahmân da neymiş? Senin bize emrettiğin şeye mi secde edeceğiz?’ dediler. Ve onların nefreti arttı.” Neden nefretleri artıyor? Çünkü merhameti acizlik olarak görüyorlar.

Kâzımîn;  içlerindeki hüznü, gazap ve düşmanlığı gizleyen, saklayan ve hapseden kimseler demektir. Kâzım, gam ve öfkeyle dolu olduğunda sesini çıkaramayan kimseye denilir. “Ve onlardan birine kız müjdelendiği zaman kararan yüzü gölgelenir ve o öfkelenir. Müjdelendiği şeyin kötülüğünü kavminden gizler. Zelil olmayı göze alıp onu tutsun mu yoksa onu toprağa mı gömsün? Verdikleri hüküm ne kötü öyle değil mi?” (Nahl: 58-59)

Zelil olmayı göze alıp çocuğu tutmak ifadesinin altında yatan duygu o dönemde borç batağına düşmüş Arapların, kız çocuklarının tefeciler tarafından bir mal gibi alıkonması ve beyaz bayraklı genelev çadırlarında satılmalarıydı. Cahiliye Arabı için ileride faizin getirdiği borç batağına düşme ihtimali; savaş, ölüm vs. gibi sebepler kızını öldürmek için kâfi sebeplerdi. Burada çocuğunun geleceğini değil, kendi itibar ve namusunu öncelerdi. Kız çocuğunun utanç verici bir şey olarak görülmesinin bir sebebi de savaşlarda esir edilip cariye ismi altında âdi bir mal gibi pazar­larda satılma ihtimali idi. Bu cinayetlerin temelinde inanç ve tevekkül eksikliği vardır. Gelecek korkusu, aslında iman yokluğunun yansımasıdır. Ahireti olmayan bir dünyada birinin hayatına son verip vermemenin ne farkı vardır ki? El-Muhyi olana iman eden yaşatarak tevekkülünü gösterirken, şirkin parçaladığı müşrik kafa öldürerek tedbir aldığını zanneder. İşte hicret bu cahiliye zihniyetini geride bırakıp yepyeni biri olmak için sunulmuş önemli bir fırsattır.

18- Takılar içinde serpilen ve apaçık hasım olamayan mı?

Bu cümle müşrik babanın müjdeye verdiği cevaptır. Şöyle ki aslında bu “Süslenmekten başka bir şey bilmeyen ve düşmanına karşı direnemeyen aciz bir yük ile mi beni müjdeliyorsun?” sorusudur. Ayette “apaçık hasım olamayan” ifadesi ise “yumuşak, nazik, süslenmeyi seven ve yaratılış olarak bedenen zarif; savaş meydanlarına çıkmayan kız çocuklar kastedilmiştir.

Burada “ziynet” kelimesi yerine “hilye” kelimesi kullanılmıştır. Ziynet, dışa yansıyan süs demektir. Ziynette amaç, göstermek ve süslenmektir. Ancak hilye/huliy kelimesi bu süslenmeye değil, takılarla ilgili ve onlara bakan bir ifadedir.

Cahiliye gözünde kız çocuğu sadece süslenmek ve güzel görünmeyi isteyen, serpilip varlıklı bir koca bulma amacından başka bir şeye yaramazdı. Aslında günümüzde bu zihniyet küçük yaşta kızlarımıza aşılanmaktadır. Geçmişte mecburiyetten yapılanlar günümüzde gönüllü tercihlere dönüştü. Bilinçsiz ve cahil kızlar kendilerini sergilemek için ellerinden geleni yapıp kişilik ve karaktere önem vermeyen talipler bulmaktadır. Oysa kadın ne süs eşyasıdır ne de kadının tek amacı süslenmektir. Bir bayan dikkat çekici davranışlar yapıyorsa, abartılı bir giyim ve aşırı makyajı varsa ve dişiliğini öne çıkartmaya çalışıyorsa bu durum histriyonik kişilik bozukluğunu gösterir. Histriyonik kişilik bozukluğu, yaygın rastlanan bir psikolojik bozukluktur. Bu durum, kişinin ben merkezli oluşu, olayları aşırı abartma isteği, ilginin sürekli üstünde olma talebi, insanlarla kurduğu ilişkilerde yüzeysellik, duygu durumunda dengesizlikleri ve düzenden, kuraldan kaçma isteği gibi semptomlarla karakterizedir.

19-Ve Rahmân’ın kulları olan melekleri dişi kıldılar. Onların yaratılışına şehit mi oldular? Onların şahadetleri yazılacak ve onlar sorgulanacaklar.

“Rahmân'ın kulları” tamlamasındaki kullar kelimesinin metindeki karşılığı, kul manasındaki “abd”in çoğulu olan “ibâd”dır. Kelime, “yanında, katında” manasındaki “inde” şeklinde de okunmuştur. Zira “abd ve ibâd” kelimelerini birbirinden ayıran hareke ve noktalardır. Bunların orijinal el yazması eserlerde olmamasından dolayı ifade “Rahmân’ın kulları” veya “Rahmân’ın katında” şeklinde okunabilir. Burada yaratılışa tanıklık söz konusu olduğu için Rahmanın katında manasını da bağlam dışlamaz. Rahmana yakın meleklerin kulluğundan şöyle bahsedilir; “Hiçbir zaman Mesih de Allah’ın kulu olmaktan çekinmez, melâikei mukarrebîn de…” (Nisâ: 172) Bu ayette Rahmân’a yakın meleklerin ve Hz. İsa Mesih’in Allah’ın kulu olduğu özellikle ifade edilmiştir. Zira erkekleri tanrının oğlu, melekleri de tanrının kızları gören bir zihniyet vardı. Bu zihniyete burada bir cevap verilmiştir. Yaratılışına birebir tanık olmadıkları bir olay hakkında yalancı şahitlik yapmaktadırlar. Bundan dolayı sorgulanacakları ifade edilir.

Gayb konusunda zanda bulunmak, gaybı taşlamak vebaldir ve hesabı ağırdır. Peki, teolojik bir tartışmanın nesi vebaldir? Zira bu inançların hayata yansımaları vardır. Kimileri insanları -hâşâ- tanrının oğlu gibi lanse edip ilahlaştırmış, oradan bir güç ve maddi çıkar devşirirken -kilise ve papalık gibi-  kimileri de -Mekke’nin geçimini putperestlik üzerine kuran müşrikler gibi- melaikeyi kızlar yapıp putlarına dişi isimler koyarak oradan bir menfaat devşirmiştir. O yüzden bu teolojik bir tartışma değil, topluma yansıyan bir suçtur ve vebaldir. Eğer bir inanç hayata olumsuz yansıyorsa vebaldir. Eğer bir inancın hayata bir etkisi yoksa kuru bir emektir. 

20-Ve dediler ki: “Eğer Rahmân dileseydi, biz onlara kulluk etmezdik.” Onların bu konuda bir ilimleri yoktur. Onlar sadece kabukla uğraşıyorlar.

Yahrusûn fiili, “bir şeyi takdir etmek, bir şey hakkında zan ve tahminde bulunmak”, nehirle beraber kullanılınca “nehrin ağzını kapamak, engel koymak” gibi manalara gelmektedir. Kelimenin kökü “h-r-s”dir. Bunun temel anlamı ise meyvenin kabuğu veya korunağıdır (Müfredat). Enâm 116 ve 148. ayetlerinde zandan sonra gelmesi, zan ve tahminlerin genelde zâhire/kabuğa bakılarak yapılmasına bir âtıftır. Öze ulaşan; zandan ziyâde konuya hâkim olan ve bilendir. Sert kabuğu emekle aşabilenler öz ile beslenebilir.

Rahmân, merhametin kaynağı demektir. Rahmân eğer kızların diri diri gömülmesine izin veriyorsa nasıl merhametli olabilir? Müşriklerin sorusu melekleri dişi isimler ile anıp şirk koşmaya ve bu müşrik âdetinin yansıması olan kız çocuklarını diri diri gömme suçuna tanrının izin vermesi üzerinden yaptıkları zulmü meşrulaştırma çabasıdır. “Rahmân eğer bizim zulmümüze izin veriyorsa o sandığınız gibi merhametli de değildir.” düşüncesini de bilinçaltlarına atmaktadırlar.

Aslında onlarda “O bizim inandığımız gibi gaddar, güçlü olanın zayıfı ezmesi gerektiğini emreden bir tanrıdır.” inancı vardı. Dolayısıyla kendileri gibi bir tanrı istemektedirler. “Eğer Rahmân dileseydi…” ifadesi onların kendi amellerine ve suçlarına her an müdahil olan, kullarının iradesini hiçe sayan, zorba bir kral tanrı tasavvurunun yansımasıdır. Bu sapma, şahsiyeti öldürüp kulu kuklaya çevirir. Böyle bir durumda kullar hangi fırsatla kendilerini gerçekleştirebilir ve ödülü hak edebilir? Aslında bu cümleyi kuran müşrikler kadercidir. Rahmân merhameti gereği insanlara kendilerini ifade etme imkânı sunmuştur. O yüzden Rahmân beyanı öğretmiştir (Rahmân: 4). Kabukla uğraşıp gereği gibi derin düşünmeyenler Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemezler (Zümer: 67).

21-Yoksa ondan önce onlara kitap verdik de böylece onlar, ona mı tutundular?

Burada muhatabın müşrikler olduğu anlaşılmaktadır. Zira melekleri Rahmân’a isnat eden onlardır. Kurân dini konularda âdet ve geleneği referans kabul etmez. Geçmişten gelen ve üzerinde ittifak olan bir bilgi eğer zikre yani vahye dayanmıyorsa Kurân o tevatürü kabul etmiyor.

22- Bilakis dediler ki: “Biz gerçekten babalarımızı bir ümmet üzere bulduk. Ve muhakkak ki biz, onların izi üzerinde hidayete erenleriz."

Ümm ana demektir. Ümmet ise “ortak ve ana değerler” etrafında toplananları ifade eder. Müşriklerin ümmet olması, atadan gelenleri devam ettirmeleri anlamını taşır. Bu bağlamdaki örnek “meleklerin Allah’ın kızları olduğu” inancıdır. Bu örnek üzerinden, nesilden nesile aktarılan bilginin doğru bir bilgi olarak kabul edilmesinin hatalı olduğu ayette ifade edilmiştir. Müşrik inanç akidesi etrafında toplanan ve bunu nesiller boyu devam ettiren bakış, aslında miras olarak edindikleri ve bu bilgi üzerinde herhangi bir sorgulama süreci geçirmedikleridir. O yüzden “Babalarımızı bir ümmet üzere bulduk.” itirafında bulunmuşlardır. Kurân “Sürü olmayın!” der (Bakara: 104). Zira sürü olanları her zaman mütrefler güdecektir.

23- Ve senden önce biz, bir kasabaya nezir göndermiş olmayalım ki, onun mütrefleri: “Muhakkak ki babalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk. Ve mutlaka onların izlerine tâbi olanlarız.” demiş olmasınlar.

Mütref; dilediğini yapan ve nimetleri bencilce israf eden, rahatı ve şımarıklığı için her türlü azgınlığı sergileyen demektir. Arapça “te-ri-fe” den gelir, fiil şekli de “etrafa” dır. Lügatte, “Olumlu manada sulu ve taze oldu, kendine has bolluk içinde semirdi, bitkinin suyu bol oldu.” manasındadır. Olumsuz manada dünya kaynaklarını bencilce tüketerek semiren, dünyayı çocuklarından miras aldığını unutup kendi mülkü zanneden, ahlâki bir endişe taşımadan zevke dayalı bir yaşam sürmektir. Böyle bir yaşama sahip olan herkes mütreftir.

Hz. Muhammed’e ilk karşı çıkanlar mütref bir hayat yaşayanlardı. Zira şirk sistemi zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapma üzerine kurgulanıp evrimleşmiştir. Ataların izinden gitme arzusu nesiller boyu oluşan ve olgunlaşan şirk dininin getirisinden kaynaklanır. Putlara dayalı şirk sistemi ile elde edilen gelir hidayet olarak algılanmaktadır.

Dinden rant elde edip nesiller boyu bunu devam ettirenler İslam ve peygamber düşmanlarıdır. Din babadan kalma bir miras olsaydı Hz. İbrahim, babasının dini üzere olurdu. Konunun 26. ayette Hz. İbrahim ve dinden para kazanan babasına getirilmesinin sebebi de böylece anlaşılmaktadır.

24- Dedi ki: “Size babalarınızı üzerinde bulduğunuz şeyden daha çok hidayete erdirecek olanı getirmiş olsam da mı?” Dediler ki: “Muhakkak ki biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi örteriz.”

İnsanlar menfaatleri gereği atalarının dinine körü körüne bağlanmışlardır. İnen kitapların hükümlerini görmezden gelerek uyduruk anlatımlarla nesiller boyu din üzerinden insanları kontrol altına almaya devam etmişlerdir. Dünya hayatının ne kadar kısa olduğunu, birkaç on yıl sonra ölüp kefene sarılarak toprağın altına gömüleceklerini ve Allah katında tüm yapıp ettikleriyle hesaba çekileceklerini akıllarına dahi getirmezler.

Bağlam, bu hataya geçmişten günümüze insanların çoğunun düştüğünü anlatır. Ana akım din anlayışı ve mütref yaşantı arzusu, geçimini inançlara borçlu olan ruhban sınıfı ve dinden geçinenleri her zaman gizli-aşikâr küfre sürüklemiştir. Yönetimler, ruhbanların yardımı ile kurumsallaşmış din anlayışını bir tahakküm ve saltanat aracı olarak suistimal etmiştir. Dinden geçinme ve onu toplum üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmanın yanlışlığı gibi bu duruma bakıp İslam’a düşman olmak da farklı bir adaletsizlik olur.

Babalarını üzerinde bulduğu şeyden daha adil, daha merhametli ve daha hayırlı olanın resulün getirdiğini bilmelerine rağmen onu kabul etmemeleri ayetin sonundaki “kâfirûn” ile ifade edilmiştir. İşte dini, güç ve servet için kullanan siyasetçi veya din sınıfı, hakikati mütref yaşamlarını devam ettirebilmek için örter.

25- Böylece onlardan intikam aldık. O hâlde bak, yalanlayanların akıbeti nasıl oldu!

Ayet dikkatli okunduğunda “intikamı alanın Allah olduğu” gibi tekil bir ifade olmadığı görülecektir. “Biz intikam aldık.” ifadesindeki çoğul kullanım Allah’ın hayata koyduğu yasalara bir atıftır. Şöyle ki mütref yaşamını yalanlar üzerinden kuran ve kaynakların kendilerine bolca akmasını sağlayanların “zamanla yaşadıkları çürüme ve çözülme” onlardan alınan intikamdır. Yine başka bir boyutta, sıkıntılar içinde doğan davalar söz konusu olduğunda “dava sahiplerinin geldiği yeri unutarak refah içinde çürümesi” onlardan alınan intikamdır. Aliya İzzetbegoviç’in şu sözü de bu durumu daha iyi anlamamızı sağlar: “Davalar acılar içinde doğar, refah içinde ölür.” Konfor, ruhun bataklığıdır.

26-27- Ve İbrahim, babasına ve kavmine: “Muhakkak ki ben, bana fıtrat veren dışında sizin taptığınız şeylerden beriyim. Oysa O, muhakkak ki beni hidayete erdirecektir.

Fetara, ilk önce parmak uçlarıyla devenin memelerinden süt sağma eylemi için kullanılmış; ancak zaman içinde bu anlam genişleyerek bir şeye müdahale etmek suretiyle bir oluşum sağlamak anlamında yerleşmiştir. (Lisanül Arab). Fatr kelimesi, içinde gizleneni ortaya çıkarmak için yarıp açmak manasına gelir. Fetara, daha çok uzunlamasına yarılmak demektir. Yarılmak kimi zaman yapma, kimi zaman bozma yoluyla olur (Rağıb).

Genç İbrahim henüz vahiy alıp resul seçilmemiştir. Bir arayış içinde olduğu için ayetin sonunun neden “Muhakkak ki o beni hidayete erdirecektir.” şeklinde sonlandığı da anlaşılır. Bağlamda bu örneğin verilmesi hikmetlidir. Zira müşrikler babalarının izi üzere bir ümmet olduklarından bahsetmişlerdir. Kendilerinin de kabul ettiği Hz. İbrahim ise babasının izi üzere olmamış, tam aksine o tek başına bir ümmet olmuştur.

Peki, genç İbrahim bunu nasıl başarmıştı? Ayet aslında genç İbrahim’in itirazı üzerinden bu soruya cevap vermektedir. “Bana fıtrat veren dışında sizin taptığınız şeylerden beriyim.” Bu, genç İbrahim’in “la” demesidir. “İllallah” ise hidayet ile gerçekleşecektir. Din fıtrattadır. Fıtratına hanif olarak dönebilen, şirkin fıtri olana aykırı bir uydurma olduğunu fark edecektir. Bu hakikati Rûm 30’dan şöyle okumaktayız: “Artık hanîf olarak veçhini (tercihini) din için ikâme et, Allah’ın fıtratıyla ki Allah, insanları ondan ortaya çıkardı. Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. Kayyum olan din budur. Ve lakin insanların çoğu bunu bilmez.”

Neyi bilmez? Dinin fıtrat olduğunu bilmez. Dini, salt inançlar olduğunu zanneder. İşte evrensel din aslında budur. Yani insanı insan yapan vicdan ve merhamet, özünde el-Berr ve el-Hayır olan Allah’ın yaratılıştan içimize yerleştirdiği ilahi koddur/fıtrattır.  Kayyum olan din insanı doğruya yönlendirir. Ancak insanların çoğu bunu örter. Bağlamda, vicdan ve merhametini menfaati için şirk ile örtene kâfir denmiştir ( Kâfirûn:1).

28- Ve onu sonrakiler içinde bâki bir kelime kıldı. Umulur ki dönerler.

Umulur ki dönerler ifadesindeki dönüş bağlam ile okunduğunda öze/fıtrata dönüş olabilir.

Taklitçiler değil fıtrata uygun farklı bir duruş ortaya koyabilenler unutulmaz. Hz. İbrahim hakkı kabul etmeyen babasının yolunu terk etmek suretiyle her zaman ataların taklit edilemeyeceğini göstermiş ve tevhit kelimesini, ardındakilere bırakmıştır. Bu yüzden de hiçbir neslinde muvahhitler eksik olmamıştır. Mekkeliler içinde de “hanifler” adıyla tanınan ve Hz. İbrahim’in inancına sadakat gösteren insanlar vardı.

Mücahit ve Katade der ki: Buradaki baki kelimesinden maksat “la ilahe illallahtır.” “La ilahe” önce ret ile başlar. Bu red hâli; fıtri/doğal olana, Allah’ın yarattığı düzene aykırı ne varsa onunla mücadeleyi kapsar. Kelimeyitevhit sadece teolojik bir konu değil, hayatın tamamını kapsayan bir hâldir. “La ilahe” demek; kötülüklere, haksızlıklara, ahlâksızlıklara ve ilahlık taslayanlara ve köleliğe karşı durmaktır. Bir canlının neslinin tükenmesi, doğanın kirletilmesi ve yaşamın fıtratının bozulması bile “la ilahe” kapsamına girer. İnsanın maddi ve manevi fıtratına yapılan her saldırıya karşı mümin “la ilahe” hâlinde olmalıdır.

İllallah ise mümini sadece muhalif değil çözümler üreten bir konuma yükseltir. Sürekli eleştirip yeni ve farklı çözümler üretemeyenler kelimeyi tevhidin hakkını veremeyenlerdir. Baki bir kelime böyle bir sürecin adıdır. “…belki dönerler diye…” ifadesi kelimeyitevhidin neden baki kaldığının gerekçesine işaret eder.

29- Bilakis ben, onları ve babalarını hak ve onu beyan eden bir resul gelinceye kadar metalandırdım.

Meta kelimesi (çoğulu emtia) “insanın elde edip yararlanmak istediği her türlü maddi değer ve ihtiyaç maddesi demektir. Temettu  “kullanma, yararlanma, menfaat elde” demektir. Bağlamla alâkalı metalanma, birlikte yaşamanın getirdiği dünyalıklardır. Hz. Muhammed 40 yaşından önce Mekkeli müşrikler ile iç içe yaşamaktaydı. Onlar ve babaları ifadesi resulün dedesi olan Abdülmuttalib ve Haşimoğullarının Mekkeli müşriklere dünyalıklar yönünden kazandırdıklarıdır.

Hz. İbrahim’in baki bir kelime olmasına rağmen Hz. Muhammed’in Şûra 52’de ifade edildiği gibi “kitap nedir, iman nedir bilmemesi” bilgiden izole bir kültürde doğmasının sonucudur. Ne zaman ki yapılanların yanlış olduğunu fark edip tıpkı Hz. İbrahim gibi bir arayış sürecine girmiş, o zaman Rabbi onu hidayete erdirmiştir. “Seni şaşırmış bulup hidayete erdirmedi mi?” (Duhân: 7) İşte bu şaşkınlığı dağıtmak için hakkı beyan eden resul, Abdullah oğlu Muhammed’e gelmiştir.

Peki, bu resul kim olabilir? O resul bizce vahyi getiren Cibril’dir. Vahyin iki kasabanın önemli birilerine gelmesini savunanlar ile alâkalı bu bağlamda Bakara 98’i hatırlamak gerekir. Zira orada da ehlikitabın müşriklere benzer bir itirazı ve düşmanlıkları söz konusudur. “Her kim Allaha ve Allah’ın meleklerine ve resullerine ve Cibril’e ve Mikail’e düşman olur ise bilsin ki Allah kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara: 98) Zaten “Allah meleklerden ve insanlardan resuller seçer.” (Hac: 75) Melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlara sahip resuller kılar.” (Fâtır: 1) Melekler konusunda aklı karışık olan Mekkeli müşriklere hitaben Hz. Peygamber’in bu itirafı vahiy tarafından kayda alınıp aktarılmıştır. Hz. Muhammed’in bu sözüne karşı Mekkeli müşrik muhatapların cevabı ise şöyle olmuştur:

30- Ve onlara hak geldiği zaman “Bu sihirdir ve şüphesiz biz, onu örteriz.” dediler.

Buradaki “hak/gerçekler” Cibril’in getirdiği ve resule öğrettiği vahiydir. Arapçada sihir kelimesinin etkileyici ve şaşırtıcı bir etki oluşturup muhatabı aldatmak anlamı vardır. Bir olayın gerçek yüzünü gizleyerek karşı tarafı kandırmak adına etki altına almaktır. Böylece gelen hakikat doğru bir rab tasavvuru ile din üzerinden geçinmeyi haram kılmaktadır. Bu durum dinden/puttan/şirkten geçinenleri hâliyle rahatsız ettiği için “Bu sihirdir, bir aldatmadır.” diyerek hakikatin üstünü örtmeye başlamışlardır.

Şöyle bir örnek verebiliriz: Bir iş yerinde herkes rüşvet aldığında ve bu durum uzun yıllar devam edip bir kural hâline geldiğinde işlerin yürümesi için rüşvet artık normalleşir. Ta ki bir gün rüşvet almadan aynı işi yapan dürüst biri gelinceye kadar… Böylece halk işini bu kişiye yaptırıp rüşvet alanları kınadığında artık orada düşmanlık baş gösterir. İşte resullerin toplumda oluşturduğu etki, aslında tam olarak budur. Azer’in Hz. İbrahim’e “Oğlum! Seni taşlarım.” demesinin sebebi de budur (Meryem: 46).

31- Ve dediler ki: “Bu Kurân, iki kasabadan azametli bir ere indirilmesi gerekmez miydi?”

Rahmân, zenginlik ve nüfuzun üstünlük kriteri olmadığını yetim Muhammed’i âlemlere rahmet olarak seçerek göstermiştir. Müşriklere göre Kurân ya Mekke’nin zenginlerinden Velid b. Muğire’ye veya Taif’in zenginlerinden Urve es-Sakafi’ye indirilmeliydi. Neden Kurân bunlara inmeliydi? Zira onların üstünlük kriteri ahlâk, maneviyat veya dürüstlük değil, güç ve servetti. Bu sayılan kişilere Kurân inse eski din ticaretleri sekteye uğramayacaktı. Bu mütrefler çıkarına ters olan her konuda dini değerlerden taviz verip kazan-kazan prensibi ile dinden-diyanetten geçinmeye devam edeceklerdi.

32- Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyor? Onların dünya hayatındaki maişetlerini aralarında taksim ettik. Onların bir kısmının derecelerini, diğerlerinin üzerine yükselttik. Onların bir kısmını diğerlerinin emrine verdik. Ve Rabbinin rahmeti, onların topladığından hayırlıdır.

Ayet metnindeki “suhriyyen” kelimesi Süddi ve İbn Zeyd'e göre hizmetkâr demektir. Kelimenin kökü olan “s-h-r” müfredata göre bir şeyi, ait olduğu amaca doğru zorla sevk etmektir. Burada çoğul bir ifade yer alır. Dünyada irade söz konusu olduğu için sistem özgür irade üzerine kurulmuştur. Ancak bu serbestliğin zararı, gücü ele geçirenlerin diğer kulları köleleştirmesidir. Bu ayette mevcut vakıaya dikkat çekerek bir kıyas yapılmaktadır. Bir tarafta kast sistemine göre kurgulanan köle-efendi sistemi, diğer yerde Rabbin rahmeti olan hakkaniyetli düzen… Bunlar kendilerini o kadar önemli ve değerli zannetmektedir ki vahyin bile kime ineceğini kendilerinin belirlemesi gerektiğini düşünürler. Kibirdeki son nokta olan bu hâlin adı kişinin kendini, istek ve arzularını ilahlaştırmasıdır. Ayette yine çoğul bir ifade seçilmiş ve mevcut durumda Müslümanların müşriklere nasıl yardım edip onların hizmetlerini karşıladıkları hatırlatılmaktadır. Zira dürüst ve erdemli kölelerin tamamı Hz. Peygamber’in safına geçmiştir. Müşriklerin Müslümanları ötekileştirmeleri, bu değerli insanların hicret ile onları terk edeceği anlamına gelmekteydi. Rabbin rahmeti, birlikte barış içinde yaşamak iken; onların topladığı, şirk sisteminin sonucu yığılan metadır.

33-34-35- Eğer insanlar tek bir ümmet hâline gelecek olmasaydı, Rahmân’ı örtenlerin evlerine mutlaka gümüşten tavanlar ve üzerine yükseldikleri merdivenler yapardık. Ve onların evlerine kapılar ve de üzerine yaslandıkları sedirler ve pahalı dekorasyonlar… Ve bunların hepsi sadece dünya hayatının metaıdır. Ve ahiret ise Rabbinin katındadır ve takva sahiplerinindir.

Bu ayetlerde anlatılan Rabbin rahmeti paylaşmak ve kanaat iken onların toplayıp yığdıkları bencillik ve kibirdir.

Sukf kelimesi  “tavan” anlamına gelen sakf kelimesinin çoğuludur. Yani onlar için gümüşten tavanlar ve üze­rine çıkmak için kullanılan merdivenler yapardık. “Maaric” merdivenler veya kuleler demektir. Bu anlatılanlar insanlardan yüksekte, halktan uzak fildişi kuleleri veya şatoları anlatıyor olabilir. Bunlar aslında Rahmân’ı örtenlerin rüyasıdır. Kurân dünyanın şatafatını isteyenlere bunların verileceğini ifade eder. “Kim dünya kazancını isterse ona istediğinden veririz fakat onun ahirette hiçbir payı yoktur.” (Şurâ: 20)

“Eğer insanlar tek bir ümmet hâline gelecek olmasaydı…” ifadesinin anlamı zenginlik ve onların istediği yüksek hayat standartının önündeki engel olarak ifade edilmiştir. Burada “tek ümmet” hâline gelmek inançta ve düşüncede/ideolojide tekdüzeliği anlatır. Bu durum bir tür “statükoya” işaret eder. Müşrikler herkesin onlar gibi inanmasını ve düşünmesini istemekte ve bunu kör bir ideoloji ve statüko hâline getirip dayatmaktadır. Kendilerinden farklı olan Müslüman ümmetine hayatı dar etmektedirler. Bu tek tipleştirme şehri fakirleştirmekte ve dolayısıyla Kureyş her geçen gün güç kaybetmektedir. 

Oysa yaratılan hiçbir şey birbirinin aynısı değildir. Her şeyde farklılığın getirdiği bir çeşitlilik vardır. Bu çeşitliliğin oluşturduğu zenginlik, insan için de geçerlidir. İnsanlar biricik ve özel olarak yaratılmıştır. Bu çeşitliliği zenginlik değil, eksiklik olarak görenler ihtilaftaki rahmeti ıskalarlar. Bu yüzden Allah Resulü farklılığı ötekileştirmeyen, tam aksine Rahmân’ın merhameti olarak okuyan o muazzam sözü söylemiştir “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” (el-Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1:64; el-Munâvî, Feyzu’l-Kadîr, 1:210-212.) Bütün gelişmiş uygarlıklarda mutlaka kendilerinden farklı düşünen, muhtelif coğrafyalarda yetişmiş bilginlerin bir araya getirildiğini görürüz. Ari ırk ve kafatasçı bakış ise bu görüşün tam zıddı bir fakirleşmenin yollarını inşa eder. Bu sadece düşünme ve yönetimde değil biyolojik açıdan da böyledir. Gen havuzu daralan canlılar, nesillerini devam ettirmede zorlanır. Müşriklerin tek tipleştirme girişimi aslında bindikleri dalı kesmekte ve zenginlik içinde yaşama hayallerini yok etmekteydi.

Sureye ismini veren zuhrûf; süs, ziynet, güzellik, yalancı süs, dekorasyon, altın, süslemek, tezyin etmek, dekor vermek anlamlarına gelir. Zuhrûf, bir şeyin son derece güzel ve parlak olmasıdır. İsrâ 93’te de “zuhrûf” kelimesi müşriklerin, resulün evinin de gösterişli altın varaklı bir evinin olması gerektiği anlamında kullanılmıştır. Zira onlar ahlâka, maneviyata ve dürüstlüğe değil; lüks ve gösterişe talip olanlardı.

36-Ve kim Rahmân’ın zikrini karartırsa şeytanı ona musallat ederiz. Böylece o, onun yakını olur.

Ayette geçen “aşiyy” kelimesinin kökü olan “a-ş-y” genelde akşam manasında Kurân’da 14 yerde geçer. Bu kök Müfredat’ta, güneşin batışı ile sabah vakti aralığındaki süre olarak anlatılır. Kelimenin bu bağlamdaki anlamı, Rahmân’ın mübin olan nurunu/zikrini karartma ve ışıldamasına engel olma girişimidir. Burada zikre kör olma, arkasını dönme değil; onu örtbas edip karalama söz konusudur.

Merhametin kaynağı olan Rahmân’a karşı merhametsizce bir kara propaganda yapılmaktadır. Müşrik kafa, aklıselimi kaybettiği için şeytansı duygu ve düşüncelere yakınlaşmıştır. Merhamete ve sulha karşı merhametsizlik ve savaşı destekleyenler kendileri gibi arkadaşlar edinirler.

Nukayyid kelimesinin lazım manası “hazırlarız, katarız, musallat kılarızdır.” ”Kayd” kabuk demektir. Müşrikleri aklıselimden uzaklaştıran, onların besleyip büyüttükleri ortamlardır ki zamanında bu ortamdan çıkamayanlar musallat olan şeytanlardan kurtulamayacaktır. Karîn kelimesi "yakın, hısım, akraba, arkadaş ve yaşıt, akran " anlamlarına gelir. Bu ayetlerdeki şeytani yoldaşlar, insanın ayartıcı benliği ve içgüdüleri olabileceği gibi, şeytanın görevini üstlenen insanlar da olabilir. (İbni Âşûr)

Bizim yakın diye çevirdiğimiz karin’den maksat her insanda her zaman hazır bulunan şeytansı dürtüler ve duygular da olabilir. Bu pasif duygular uygun ortam bulduğunda uyanır ve insanı hükmü altına alırsa o kişi de artık şeytan sıfatını kazanır. Bu durum düzeltilmezse zamanla bir tür kişiliğe dönüşür. Muhammed Esed, ayeti insanın öteki kişiliği hâline gelen şeytani dürtüler olarak yorumlamıştır.

37- Ve muhakkak ki onlar, onları mutlaka yolundan men ederler. Ve onlar kendilerinin hidayette olduğunu hesap ederler.

Ayetteki fiillerin “yesuddûnahum/yahsabûne” şeklinde geniş zaman kipi ile kullanılmaları, her zaman var olan, herkesin görebileceği şekilde kesintisiz olarak yapılan bir eylemi tasvir ediyor. Kötü duygulara menfaati gereği yaklaşan insan kendinin çok doğru bir yol üzere olduğunu zannederse şeytanlaşır ve çevresindekilere, eşine ve dostuna cehennem olur.

38- O, sonunda bize geldiği zaman: “Keşke benimle senin aran, iki doğu kadar uzak olsaydı.” dedi. İşte bu ne kötü bir yakınlık.

İki doğu ifadesinden maksat nedir? Bu ifade ile iki sürecin başlangıcının anlatıldığı kanaatindeyiz. İlk doğu dünya hayatı ve ikinci doğu hesap gününün başlangıcı… Burada kendisine yoldaş olan şeytansı düşünceler veya şeytanlaşmış arkadaşları ile dünyada hiç karşılaşmamayı istemiştir. Eğer ilk gün olan dünyada ondan uzak olabilseydi ikinci gün olan ahiretin şafağında yakasından düşmüş olacaktı.

Burada ona musallat olan akran şeytanları ile yüzleşmektedir. Aklı fikri şeytanlıkta olan arkadaşları seçen biri dünya ve ahiret saadetinden mahrum kalır.  Rahmân’ın zikrinden yüz çevirenlerin çevreleri, vahiyden uzak yaşayanlar ile doludur. Dünya gününü böyle geçiren ahiret sabahına pişmanlıklarla uyanacaktır. Dünya altı günde yaratılmış, 7. günde de insan varlık sahnesine çıkmıştır. Herkes için aslında dünya hayatı sadece bir gündür. “Siz dünyada ne kadar kaldınız? Bir gün veya günün bir bölümü kadar kaldık, derler.” (Müminun: 112) Nasıl ki imtihan bir gün yani dönem ise hesap da bir gün yani bir dönemdir. (İki doğu ve iki batı için ayrıca bkz. Rahmân:17)

39- Bugün size asla fayda vermez. Siz o zaman zulmetmiştiniz. Muhakkak ki azapta müştereksiniz.

Neden iki doğu şeklindeki temenniler fayda sağlamaz? Zira o gün mazeretler kabul edilmez. Bunu Rûm 57’den şöyle okuyoruz: “Artık o gün zulmedenlere mazeretleri fayda vermez ve onlar telafi de edemez.” Neden mazeret ve özürler fayda vermez? Çünkü hatayı telafi edecek imkânlar geri dönüşsüz olarak kaybedilmiştir. Kurân suçlunun savunma hakkından kurduğu temenni cümleleri ve mazeretleri üzerinden bahseder. Kurân’da yargısız infaz yoktur.

Burada zulüm çoğul ifade edilmiştir. Azaptaki müştereklik zulümlerdeki suç ortaklığının sonucudur. Grup hâlinde/sürü güdüsü ile yapılan organize suçlar hem daha fazla zarar verir hem de cezası daha ağır olmalıdır.

40-Yoksa sağıra sen mi işittireceksin? Veya körü ve apaçık dalâlette olanı sen mi hidayete erdireceksin?

Buradaki sağırlık ve körlük manevidir. Hac suresi 46. ayet bu gerçeği şöyle tefsir eder: “Onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, onunla akıl ettikleri kalpleri ve onunla işittikleri kulakları olsun. Fakat baş gözleri kör olmaz. Lakin sinelerdeki kalpler kör olur.” Sen mi işittireceksin sorusu Hz. Muhammed’in onların inen ayetleri işitip anlamasını canı gönülden istediğini göstermektedir. Çünkü ayetler Müslümanları ötekileştirmedikleri takdirde müşriklerin dünyada konfor içinde yaşayacakları gerçeğini de haber veriyor. Resulün insanları zorla hidayete erdirme gibi bir görevi yoktur. Nebinin bunu yapabileceği beklentisi kendisine de yaptığı bir haksızlık olacaktır.

41- Artık seni aralarından giderirsek mutlaka onlardan intikam alacağız.

Giderme manası verdiğimiz “nezhebenne” kelimesi “z-h-b” kökündendir. Burada resulün vefat etmesi değil, hicret etmesinin bu kelime ile ifade edildiği anlaşılmaktadır. Dikkat edilirse resul kendi isteği ile değil “…biz seni gideririz.” gibi bir ifade seçilmiştir. Bu durum resulün de etraftakilerden etkilenip hicret konusunda ağırdan aldığı manasına gelebilir. Zira o körleri ve sağırların hâlâ görüp duyacağı bir zan taşımaktadır. Muhtemelen bu kör ve sağırlar içinde Allah Resulü’nün sevdiği kişiler de vardır. Bu nedenle nüzul sırasına göre henüz inmemiş olan Kassas suresi 56’da “Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin.” uyarısını alacaktır.

Mekke için en büyük değer vahiy ve onu yaşayan müminlerdi. Bunları kaybetmek aslında müşriklerden alınan intikamdır. Dikkat edilirse intikam yine çoğul gelmiştir. Doğrudan Allah’a isnat edilmek yerine Allah’ın koyduğu sosyolojik ve psikolojik yasalara atfen bir süreç anlatılmaktadır. Toplumda dürüst, güvenilir, erdemli ve basiretli kişilerin sayısının düşmesi toplumsal kaliteye azaltır. Artık meydanın cahillere kalması onlardan alınan intikamdır. Beyin göçünün olduğu ülkeler üretkenlikten tüketime doğru evrilirler. Sürekli tüketenler bir süre sonra etken değil edilgen olurlar. Artık hayata yön veren aktörler değil, bağımlı figüranlara dönüşürler. İşte bu son hâl, bindiği dalı kesenlerden alınan ilahi intikamdır.  

42- Ya da onlara vadettiğimizi sana göstereceğiz. Çünkü biz, onların üzerinde mutlaka muktedir olanlarız.

Burada Allah Resulü özelinde aslında tüm müminlere bir seçme hakkı tanınmıştır. Ya müşriklere ve onların şirk inancına katlanıp onlara vadedileni kendi gözleri ile yaşayarak anlayacaklar ya da tevhidi ayakta tutmak için oradan vazgeçecekler. Bu iki ayette anlatılanı özetleyen değiş şöyledir: “Ya bu deveyi güdecekler ya bu diyardan gidecekler.” Bu durumda yapılması gereken şudur:

 

43- O hâlde sana vahyedilene sarıl! Muhakkak ki sen, sıratımustakim üzerindesin.

Vahye sımsıkı sarılan birine “O hâlde sana vahyedilene sarıl!” denmesinin bir gereği var mıdır? Bu ayetler, Hz. Peygamber ve iman edenlerin önünde iki seçenek olduğu gerçeğini göstermektedir. Dikkat edilirse Kurân yapılması gerekeni dayatmaz. Muhatabın iradesine ve seçimlerine son derece saygılı bir şekilde uyarısını yapar.

Hicret konusunda acabaların arttığı bir süreçte istikamet verilmiş yoldan çıkma riskini burada hatırlatır. Demek ki Hz. Nebi de bu atmosferden olumsuz etkilenmektedir. Hicret için acele etmeyip “Biraz daha gayret edilirse bu müşrikler döner.” zannı müminleri geri dönüşü olmayan bir noktaya doğru sürüklemektedir. Feda edilmesi gereken dünyalıkların ve imkânların gözde çok büyütülmesi muhatabı bir tür polyannacılık veya olumluluk önyargısına sürüklemiştir.

44- Muhakkak ki o senin ve kavmin için mutlak bir zikirdir. Ve siz, sorumlu olacaksınız.

Zikir; anma, hatırlama, bir şeyi zihinde hazır etme, bir şeyi dile getirme, hatırlatma demektir. Resule yapılan hatırlatma, vahye sarılmayıp hicret etmezse başına gelecek olanlardır. Müşrik kavme yapılan hatırlatma ise onları dünya ve ahirette bekleyen olumsuz akıbet ve ilahi intikamdır.

45- Ve senden önce gönderdiğimiz resullerimizi sor! Rahmân’ın astında kulluk edilen ilahlar kıldık mı?

Bu ayette “Rahmân” esması seçilmiştir. Zira kula kul olmaktan kurtulmak Rahmân’ın merhametinin bir tecellisidir. “Senden önceki resullere sor!” sorusu “Onların hiçbiri birilerinin boyunduruğu altında esaret içinde yaşadı mı?” sorusudur. Sen resuller silsilesinin devamı olarak nasıl müşriklerle bir arada yaşamaya razı olabilirsin? Böylece konunun bir sonraki ayette Hz. Musa ve firavuna getirilme sebebi de anlaşılmaktadır. Zira Hz. Musa, kendisini ilah zanneden bir diktatörün elinden İsrailoğullarını kurtarmaya gelmiştir. Hz. Muhammed de müminleri, Mekkeli müşrik firavunların elinden hicretle kurtarmalıdır. 

46- Ve doğrusu Musa’yı ayetlerimizle, firavuna ve onun melelerine gönderdik. Böylece o “Muhakkak ki ben, âlemlerin Rabbinin resulüyüm.” dedi.

Bir önceki ayette “Rahmân’ın astında kulluk edinilen ilahlar kıldık mı?” sorusunun tarihten bir örnek üzerinden cevabını okumaktayız. Bu cevap 45. ayetteki ilah ve Rahmân ifadelerinin neden seçildiğini de bize anlatmaktadır. Konu ile ilgili ayet şudur: “Ve firavun: ‘Ey meleler! Ben, sizin için benden başka bir ilah bilmiyorum.’ dedi.” (Kassas: 38) Hz. Musa sadece firavuna değil onun melelerine de gönderilmiştir. Çünkü Firavun melelere karşı kendisini bir ilah gibi konumlandırıp onlardan sorgusuz bir itaat ve sonsuz bir sadakat istemektedir. Meleler ise -özellikle imanını gizleyen melenin- bu durumdan memnun olmadığı Mümin suresinde anlatılmıştı. Hz. Musa ve Harun sadece İsrailoğullarını değil sihirbazları ve yönetime yakın müminleri de kurtarmaya gitmiştir.

Kıssadan, firavunu halkın nazarında bir Rab gibi algılatanın meleler olduğu anlaşılmaktadır. Aslında firavun, her şeye kendisinin muktedir olduğu yalanına iyice inanmış ve kendini ilah zanneden bir kukladır. Kuklacılar ise melelerdir. Firavunun, Hz. Musa ve Harun’un öldürülmesini istemesine rağmen sihirbazların toplatılması kararı melelere aitti. Son tahlilde melelerin sözü uygulandı. Haman’a “Bana yüksek bir kule yap, belki Musa’nın ilahına muttali olurum.” sözü bile hayata geçmemiştir.

Meleler -özellikle firavunun kavminden olan meleler- şer konusunda firavunu şöyle yönlendirmiştir: “Ve firavunun kavminden meleler dedi ki: ‘Musa’yı ve onun kavmini, yeryüzünde fesat çıkarsınlar ve senin ilahlığını terk etsinler diye mi bırakacaksın?’ ”  (Arâf: 127) Bebeklerin öldürülüp kızların sağ bırakılma fikri de yine bu melelerin yönlendirmesi sonucu alınan bir karardır.

47- Oysa onlara ayetlerimizle gelince güldüler.

“D-h-k” kökünden olan “yedhakû” Müfredat’ta sevinçten dolayı yüzün/çehrenin açılması ve dişlerin görünmesidir. Buradaki gülme Hz. Musa’nın hiç beklemedikleri imkânsız bir teklif ile gelmesinden dolayıdır. Onların gülüşmelerine sebep olan teklifi Şuarâ 16-17’den şöyle okumaktayız: “Artık, firavuna gidin ve böylece ona: ‘Muhakkak ki biz, âlemlerin Rabbinin resulleriyiz. İsrailoğullarını bizimle beraber gönder!’ deyin.”

Onlara göre bu abes teklife ilk etapta sadece gülünür. Ancak Hz. Musa’nın getirdiği ayetler, bu teklifin hafife alınarak bertaraf edilemeyeceğini ortaya koymuştur. Sihirbazlar ile karşılaşma fikri meleler tarafından ortaya atılır. “Dediler ki: ‘Onu ve kardeşini geri bırak! Ve şehirlere toplayıcılar yolla.’ “ (Arâf: 111) Sihirbazları da halkın önünde mağlup eden Hz. Musa ve Harun, Mısır’da kıblegâh evler edinip 4-5 yıl halkın içinde yaşamıştır (Yûnus: 87). Bu süre içinde yaşananları ise bir sonraki ayet şöyle özetler:

48- Biz onlara, biri öncekinden daha büyük olmayan bir ayet göstermedik. Ve onları azapla yakaladık ki, belki dönerler.

“E-h-v” kökünden olan “uhtihâ” kelimesi Müfredat’ta “şekillendirme ve kardeş” anlamıyla açıklanmıştır. “Eh” bir anneden doğan çocuklara denir. Gelen ayet ve işaretlerden her birinin öncekinden daha büyük kardeşler olduğu ifade edilir. Ayetler aynı kaynaktan doğan ve birbirini şekillendiren alametleri anlatmaktadır. Bu kardeş ayetlerin ne olduğu şöyle ifade edilmişti: “Böylece, onların üzerine, tufan, çekirge, haşere, kurbağa ve kan gönderdik. Fasılalı ayetlerdi. Yine de kibirlendiler ve mücrim bir kavim oldular.” (Arâf: 133) Bu süreci özetleyen giriş ayet ise şöyledir: “Ve doğrusu firavunun ailesini senelerce ürünlerden kıtlığa uğrattık.” (Arâf: 130) Bu kıtlık fasılalı gönderilen ayetlerin sonucudur. Her ayet bir önceki durumdan daha büyük/ekber bir sıkıntıya işaret etmektedir. Gelen felaketler değil, o felaketlerin haberi/alameti/işareti olan ayetlerdir. Süreç şöyle devam eder: “Ve pislik üzerlerine geldiği zaman: ‘Ey Mûsâ, katındaki ahdi sebebiyle bizim için Rabbine dua et! Eğer bu pisliği bizden giderirsen, biz sana mutlaka inanırız ve mutlaka İsrâiloğullarını seninle beraber göndeririz.’ dediler. Ancak o sona ulaşıncaya kadar pislik giderilince sözlerinde durmadılar.” (Arâf: 134-135)

49- Ve dediler ki: “Ey sihirbaz, bizim için seninle ahitleşen Rabbine dua et! Gerçekten biz, mutlaka bir yol buluruz.”

Misak sözleşmenin kendisi, ahd bu sözleşmenin maddeleri, vaad ise her madde için verilen taahhüt demektir. Bu ahit İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarma maddesidir. Burada konuşanlar çoğuldur ve Hz. Musa’ya “Ey sihirbaz!” diye hitaplarından anlaşılmaktadır ki bunlar firavunun kavminden olan melelerdir. “Bizim için…” ifadesinden melelerin yaşanan sıkıntılar yüzünden makamlarını kaybetme korkusu da taşıdıkları anlaşılmaktadır. Zaten yaşanan kıtlıktan firavunun etkilenmesi söz konusu değildir. Muhtemelen onlar, firavundan habersiz Hz. Musa’nın yanına gelmişlerdir. “Biz bir yolunu buluruz.” ifadesi “İsrailoğullarını seninle Mısır’dan çıkması için firavunu ikna ederiz.” vaadidir. (Bkz. Arâf: 134)

50- Oysa biz onlardan azabı kaldırınca sözlerini bozdular.

Yenkusûn-nekese kelimesinin lügat manası; bozmak, iptal etmek, çözmek, izi silmek, vaadi bozmak, bir işten vazgeçip diğerine yönelmektir. Kurân’da bu ayette olduğu gibi “ahdini bozmak” anlamında kullanılmıştır. Yapılan geri adımın sebebi Arâf 131. ayetteki başlarına bir güzellik geldiğinde onu kendilerinden bilmeleridir. Ve eğer onlara bir kötülük isabet ederse Musa ve beraberindekilerin uğursuzluğu saydılar.

Öncelikle ayetlerde Hz. Musa’nın Rabbine dönüp bu afeti kaldırması yönünde dua ettiği ifadesi yer almaz. Tam aksine azabın kaldırılmasına ilişkin “biz” çoğulu kullanılır. 49. ayette “Rabbine dua et!” diyen firavunun meleleri iken, Hz. Musa’nın onların bu yalanı üzerine hemen dua edip azabı kaldırtması aslında onun kandırılması anlamına gelir. Bu bizce hatalı bir anlayıştır. Bu anlayışın doğru olması için 50. ayettin şöyle olması gerekirdi: “Musa rabbine dua etti. Rabbi de o azabı onların üzerinden kaldırdı.” Ancak burada ne Hz. Musa’nın duasından ne de Rabbin sünnetini bozduğundan bahsedilir. Şu bir hakikattir ki gönderilen ayetler fasılalıdır. Yani zamanla başka bir sonuç doğuracak şekilde gönderilmiştir. Bu döngüsel afetler, zamanla azalıp afetin etkileri sonlanmıştır. Bunu ayet, biz kaldırınca şeklinde çoğul bir ifade ile dile getirir. “Biz”in kullanılması, afetlerin farklı unsurların araya girmesi ile aşamalı ve döngüsel tabiatına atfendir. 

51- Ve firavun, kavmi içinde seslendi: “Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve altımdan akan bu nehirler benim değil mi? Hâlâ mı görmüyorsunuz?”

Firavun kavmi içine girerek mülk konusunda bir hatırlatma ihtiyacı duyar. Afetler ile yıpranan iktidarının itibarını tekrar eski seviyesine çıkarma isteği halktan teyit ve sadakat beklediği cümlelerine yansıyor. Dikkat edilirse “Size mülkün kime ait olduğu göstereceğim.” gibi sert bir konuşma değil “Artık görün!” şeklinde iknaya dönük bir hitap seçmiştir.

“Nehir” yerine “enhar” kelimesini tercih ettiğine göre, Nil’den değil sulama kanallarından bahsetmiş olma ihtimali akla daha yakındır. Nil yağmur mevsiminde kabarır, sonra çekilip yerini ekim alanlarına bırakır. Ancak Nil sularının ekini beslemesi için sulama kanallarının açılması gereklidir. İşte buna “enhar/nehirler” denmektedir. “Altımdan akan” ifadesi bu sulama kanallarının kontrolünün firavun yönetiminde olduğunu vurgulamak içindir. Firavunvari yönetimler halkı kıtlık ve susuzluk ile tehdit etmekten bir an olsun çekinmezler. Kendilerini halkın varlık sebebi gibi gösterirler. “Biz olmasak siz de olmazdınız.” diyen bir yönetim, muhalifleri halk düşmanı olarak görür ve gösterir.

Oysa bir coğrafyanın yeraltı ve yerüstü doğal kaynaklarının mülkiyeti halkındır. Fakat buna mukabil yönetimler bu nimetleri saltanat aracına dönüştürüyorsa orada firavunlaşma başlamış demektir. Kıtlık ve felaketten çıkmış halka aba altından sopa gösteren firavun şimdi de tehdit olarak gördüğü Hz. Musa’yı hedef gösterecektir.

52- Yoksa ben, bu lüzumsuz kişiden hayırlı değil miyim? Ve o kendini bile beyan edemiyor.

Mehîn kelimesi Kuran’da 4 yerde geçer ve 2’si insanın basit bir sudan neslinin devam ettiğinden bahseder (Mürselat: 20, Secde: 8). Kalem suresi 10’da ise lüzumsuz yere sürekli yemin eden tipi tarif için “mehîn” kelimesi kullanılmıştır. Her şeyin varlık sebebi olarak kendini gören firavun doğal olarak muhalefeti lüzumsuz ve gereksiz gösterecektir. Ancak meleler, Hz. Musa’yı bu kadar hafife almayıp afetlerin baş sorumlusu olarak görürler. “Artık onlara bir güzellik geldiği zaman: ‘Bu bizdendir.’ dediler. Ve eğer onlara bir kötülük isabet ederse Musa ve beraberindekilerin uğursuzluğu saydılar.” (Arâf: 131) Firavunun melelerinin Allah’ın sünneti gereği kendiliğinden azalıp yok olan afetlerin bitişini kendi yaptıklarına bağlayıp firavuna böyle lanse etikleri anlaşılmaktadır. Hz. Musa ve ona inananlar melelerin nazarında felaketlerin, kıtlığın ve afetlerin de baş sorumlusudur. Bu yüzden firavun “Ben ondan daha hayırlıyım.” demektedir. 

Burada Hz. Musa’nın ölen firavunun veliahtı konumunda olması kıyasın asıl sebebidir. Yoksa firavunlar kendini bir çoban ile zaten kıyaslamaz. Firavunun “O kendini bile tam ifade edemiyor.” sözü bizce Hz. Musa’nın ne kekeme olduğu ne de lisan bilmediği anlamına gelir. Burada ve Kurân’ın diğer ayetlerinde ifade edilen konuşma sorunu fiziki bir kusur veya farklı bir lisan bilip bilmeme ile alâkalı değildir. Bu durum Hz. Harun’un Hz. Musa’ya göre daha akıcı ve fasih bir hitabete sahip olmasındandır. “Kardeşim Harun ki o, lisan bakımından benden daha fasihtir.” (Kassas: 34). Hz. Harun’un açık ve anlaşılır konuşma yeteneği çok yüksektir. Hz. Musa’ya göre 8-10 yıl sarayda gençlik yıllarını geçirdiği için Hz. Harun diplomatik dili daha iyi bilip kullanabiliyordu. O, “Yumuşak söz söyleyin.” emrini yerine getirebilecek donanımda ve kabiliyetteydi. Dolayısıyla Hz. Harun’un çok üst düzey konuşması Hz. Musa’nın “kekeme olduğu veya saray lisanını bilmediği” anlamına gelmemektedir.

Belagat, etkileyici ve ikna edici söz söyleme sanatı için de kullanılır. Hz. Musa’nın bu yeteneği Hz. Harun’a nazaran biraz daha zayıf olabilir. (Allahualem.) Sözü süsleyip püslemek yerine doğrudan söylemesi üzerinden firavun Hz. Musa’ya yüklenmektedir.

53- “Öyle ki ona altından bilezikler ilka edilmeli veya beraberinde ona yakın olan melikler gelmeli değil miydi?”

Eski Mısırlılar altını, tanrıların derisi olarak görürlerdi. Bu nedenle, altın takılar sadece süs eşyası değil, aynı zamanda dini ve sembolik bir öneme sahipti. Firavunlar, ölümsüzlüklerini ve tanrılarla olan bağlarını göstermek için altın takılarla süslenirdi. Ayrıca, tanrı ve tanrıçalara adanmış altın takılar, onların koruyucu güçlerini yanlarında taşıma inancını yansıtırdı. Bizdeki muskaya benzer bir anlam altın takılara atfediyorlardı. Bileziklerin ilkası şu ayette de kullanılır: “Bu yüzden altın takıları attık. Sonra Sâmirî de attı” (Tâhâ: 87) İsrailoğullarının ziynetleri atışı “kaldırıp atmak” anlamına gelen “kazefe” fiiliyle ifade edilirken, Sâmirî’nin atması “elka” fiiliyle ifade edilmiştir.

Kurân’da Allah resulüne ilka edilmiştir. “Arşın sahibi (olan Allah) buluşma gününü uyarması için kullarından dilediğine emrinden bir ruh ilka eder.” (Mümin: 15) Altın bileziklerin ilkası ile tanrısal güç aldığına inanılan firavunların bir de dünyada müttefikleri olan, ona yakın yöneticileri/melikleri yani meleleri olması gerekmektedir. Firavuna yakın olan meliklerin iki tanesinin isimleri de Kurân’da zikredilmiştir. Bunlar Haman ve Karun’dur. İlki ordu ve imar ile sorumlu yönetici/melik iken diğeri serveti yönetmektedir. Aslında firavun kendisine kılığı, kıyafeti ve konuşmasıyla hatta arkasındaki meleleri ile birebir benzeyen bir firavun tipi tarif etmektedir. Hz. Musa’nın bunları karşılamadığı için makama liyakatinin olmadığı çürük tezine sığınmıştır. 

Yûsuf suresi 31’de Hz. Yûsuf için -hâşâ- bu bir melik derken de onun bir köle olmadığı, kılık kıyafeti ve düzgün hâl ve davranışları ile bir soylu yönetici/melik olabileceğini Mısırlı kadınlar söylemişlerdi. Hz. Yûsuf, sürecin sonunda yöneticiye yakın maliyeden sorumlu melik olmuştu. Katade ve Mücahid; “mukterinîn” ifadesini “beraber yürüyenler”, İbn Abbas “muhaliflerine karşı ona yardım edenler” şeklinde açıklamışlardır. Firavunun halkı etkilemek için yaptığı son hamle ise şöyle ifade edilecektir:

54- Böylece kavmini hafifletti. Bunun üzerine ona itaat ettiler. Muhakkak ki onlar fasık bir kavim oldular.

İstehaffe kelimesinin kökü “h-f-f”dir. Türkçemizdeki hafif de buradan gelir. Müfredatta kelime, ağır demek olan “sekil”in zıddıdır. Bu, bazen tartıda birbirinin karşısına konma esas alınarak bazen de birbiriyle karşılaştırılan iki şeyin durumunu anlatmak için kullanılır. Kelime Arâf 9‘da “Kimin tartıları hafif gelirse…” şeklinde kullanılır. Peki, “Firavun kavmini hafifletti.” ne demektir? Firavunun serveti ve şatafatı çok ağır şartlarda çalıştırdığı köle stoku ile doğrudan orantılıydı. Bu köleler haftanın yedi günü dur durak bilmeden çalıştırılıyor, başkaldıranlar işkenceler ile öldürülüyordu. Hz. Musa’nın vaad olunmuş topraklarda özgürce yaşama teklifi bu yüzden çok hızlı bir karşılık bulmuştu. Firavun ve meleleri Hz. Musa’nın özellikle işçi sınıfı üzerindeki etkisini kırmak için önce onun vaad ettiklerini karşılamaktan çok uzak, fakir ve güçsüz biri olduğuna halkı inandırdı, arkasından kölelerin iş yükünü hafifleterek olası bir isyanı bastırmış oldu. Hayat standartlarında düzelme gören İsrailoğullarından bir kısım insanlar firavunun emrinde çalışmaya gönüllü oldu. Firavun ve meleleri İsrailoğullarının bir kısmının korku ve baskı ile bir kısmının da bu tarz rüşvetlerle direnme gücünü kırmıştır. “Artık Firavun ve melelerinin baskısından korktukları için onun kavminden Musa’ya, zürriyetinden başkası inanmadı.” (Yûnus: 83)

Ayette “İtaat etiler.” manasındaki “atâû-hu” kelimesi “t-v-a” kökündendir. Manası “tav’an” gibi gönüllü itaat etmeyi ifade eder. İsrailoğullarından kimisi baskıdan korktu, kimisi rüşvete tav olarak yoldan çıktı. İşte bu yüzden, fasık bir kavim oldular. Müslüman ne baskıdan korkacak kadar silik biri olmalı ne de satın alınacak kadar ucuz olmalıdır. Mekkeli firavunlar da Hz. Muhammed’e önce rüşvet verip onu davasından döndürmeye çalıştılar. O da “Vallahi sağ elime güneşi, sol elime de ayı verseler yine de davamdan vazgeçmem!” dedi. Müşrikler toplanıp müminleri öldürmek istediğinde de "Muhakkak ki, insanlar, sizin için toplanıyor. Artık onlardan korkun." dedikleri zaman, onların imanını artırdı. Ve dediler ki: "Allah bize hasbidir ve O, ne güzel vekildir." İşte tehdit ve rüşvete karşı gösterilecek olan mümin tavır budur. Kavmin gönüllü köleliğe devam etmesi, ilahi intikamın üzerlerine olmasına sebep olmuştur.

55- Bunun üzerine, bizi eseflendirdiler. Biz de onlardan intikam aldık. Bu yüzden onların hepsini boğduk.

Bu cümleler aslında uzun bir sürecin özetidir. Bu yüzden kurulan cümledeki boşlukları diğer surelerle zihinde birleştirmek gerekir. Öncelikle burada üzülen, eseflenen kimdir? Melekler veya hâşâ Allah öfkeyle karışık bir kaybetmişlik üzüntüsüne kapılır mı? Esef kelimesi Kurân’da 5 yerde gelir. Kelime Arâf 150 ve Tâhâ 86’da Hz. Musa’nın üzgün ve öfkeli olarak kavmine dönmesi anlamında kullanılır. Yûnus 84’te Hz. Yakup’un Hz. Yûsuf’u kaybetmesinin ve oğullarına öfkelenmesinin anlatıldığı bağlamda seçilmiştir. Kehf suresi 6’da ise Hz. Muhammedin tüm gayretine rağmen muhataplarının iman etmemesine karşı duyduğu kendini tüketme üzüntüsü anlamında geçer. Görüldüğü gibi Kurân’ın hiçbir yerinde “esef” Allah için veya melekler için kullanılmaz.

Esef,  Zeccâc’ın tefsirine göre “aşırı hüzün ve öfke” demektir. Rağıb “Esef, hüzün ile öfkenin bir arada olmasına denir.” der. Esef’in asıl manası intikam hissinin kabarmasından ötürü kalpte kanın galeyana gelmesi demektir.

O zaman burada, kıblegâh evlerde yıllarca firavun yönetimine ve afetlere karşı verilen mücadeleye karşın ufacık bir imtiyazla safını değiştirenlere karşı duyulan üzüntü söz konusudur. Kalan müminler, Hz. Musa ve Hz. Harun’un saf değiştirenlere karşı duyduğu öfkeyle karışık hüzünleridir. İşte Hz. Musa, Hz. Harun ve çok az iman edenin duyduğu duygu tam da budur.

 “Onlardan intikam aldık.” ifadesi ise firavunun zahiren elde ettiği üstünlük ve kibirle Hz. Musa ile Mısır’ı terk eden İsrailoğullarını hafife almasıdır. Onların peşine düşme isteği onun ve ordusunun sonunu getirecektir. Sonuç olarak hepsinin suda boğulmasının faili “biz”dir. Bu “biz”in içine firavunun şeytani hırsı ve kibrinden, saltanat düşkünü melelerin tutumuna, Hz. Musa’nın vahyin yönlendirmesi ile denizi açık bırakması ve kapatmaması gibi birçok unsur ve yasa girmektedir.

56- Böylece onları sonrakilere bir selef ve misal kıldık.

“Selef”, bir göreve önce gelen iken yerini bıraktığı ise onun halefi olur. Firavunun selef olması ondan sonra gelen ve gözü firavunlukta olan tüm haleflere bir misal/ibretlik bir örnek olması manasındadır.

Ferrâ ve Zeccâc, “Biz onları, ümmet-i Muhammed'in kâfirleri için bir selef kıldık...” demişlerdir. (Râzi) Firavunun selef/öncü ve misal/örnek kılınması Leheb suresinde ateşin babası şeklinde zikredilmesinin de sebebidir. “Böylece haleflerine ayet olman için bugün seni bedeninle kurtaracağız.” (Yûnus: 92).

57- Ve Meryemoğlu misal verildiğinde kavmin engelliyordu.

Yasıddûn “s-d-d” kökündendir, manası bir şeyden vazgeçirmek için ona sed olmak, engellemektir. Zuhrûf 45’te “Ve senden önce gönderdiğimiz resullerimizi sor! Rahmân’ın astında kulluk edilen ilahlar kıldık mı?” sorusunun devamı olarak önce Hz. Musa ile Yahudilere sonra da tanrıoğlu değil Meryemoğlu İsa üzerinden Hristiyanların peygamber algısına değinilmiştir. Buna yakın bir rivayet Mücahid’den gelmiştir. O dedi ki: Kureyş “Muham­med, İsa’nın kavmi İsa’ya tapındıkları gibi, bizim de kendisine tapınmamı­zı istiyor” dediler. Bunun üzerine bir sonraki âyet-i kerimeyi indirdi.

58-Ve dediler ki: “Bizim ilâhlarımız mı hayırlı yoksa o mu?” Seninle cedelleşme dışında bunu ortaya atmadılar. Bilakis, onlar hasım bir kavimdir.

Müşrik kafa ilah yarıştırır. Bunu cedelle/cepheleşip düşmanca yapar. Hasımlıklarını teolojik tartışmalar üzerinden yaparak konuyu delilsiz bir zemine çekerler. Tezekkür ne kadar emek isteyen yapıcı düşünme eylemleri ise; “cedel” de o kadar düşünceden uzak duygusal ve basit bir tepkidir. “Cedelin” amacı hakkı ortaya çıkarmak değil, karşı tarafı mağlup edip kendini haklı ve güçlü çıkarmaktır. Burada Mekkeli müşriklerin Meryemoğlu misalini dinlemeden onu engellemeleri müşriklerin Hristiyanlara özellikle bunu temsil eden Roma’ya karşı kendilerini konumlandırdıkları muhalif durumdan kaynaklanmaktadır.

Rum suresinde müşriklerin desteklediği perslerin Hristiyan Rumlara karşı mağlup olmasının Müslümanların üzerindeki baskıyı hafifleteceğinden bahsedilir (Rûm: 3-4). Müşriklerin Meryemoğlu İsa’nın misal verilmesini neden istemediklerini Maide suresi 82’de gündeme getirilecektir: “Müminlere karşı, en şiddetli düşmanlar mutlaka Yahudileri ve müşrikleri bulursun. Dostluk bakımından müminlere en yakın olarak da: ‘Muhakkak ki biz Nasrâniyiz.’ diyenleri bulursun.”

Müminlere yakın Nasranîlerin Hristiyanlardan farkı Hz. İsa’yı müşrikleri gibi putlaştırmamalarıdır. Hristiyanların Hz. İsa ile alâkalı bu aşırı yorumları, onları aslında müşriklerle aynı hataya sürüklemektedir. Biri putunu ilahlaştırırken, diğeri peygamberini putlaştırmıştır. O yüzden konuya Meryem’in oğlu şeklinde başlanmıştır.

59- O, sadece nimetlendirdiğimiz bir kuldur. Ve onu İsrailoğullarına misal kıldık.

Yakub'un oğullarının adıyla anılan on iki kabile de İsrailoğullarını oluşturdu. Bundan sonra Hz Yûsuf”un daveti üzerine Yakub ve oğulları Mısır'a göç ettiler, böylece İsrailoğullarının tarihi başladı (Meryem: 58, Neml: 79, Arâf: 138, Secde: 23, İsrâ: 2, Yûnus: 90, Mümin: 53).

Burada Hz. İsa’nın misal kılınmasının sebebi bizce örnek bir şahsiyet olmasıdır. Ancak İsrailoğulları, kral bir resul beklemekteydi. Oysa Hz. İsa bu beklentinin tamamen zıddı mütevazı bir marangozdu.

60- Ve eğer biz dileseydik elbette yeryüzünde sizin halefiniz melekler kılardık.

İnsan yeryüzünün halifesidir (Bakara: 30). Halef, selefi olanın yerine geçen demektir. İnsanoğlu yeryüzünün halifesi kılınmıştır. Bu sürecin tam tersi ise halifeliği tekrar meleklere bırakmasıdır. Ancak bu son saate kadar dilenmemiştir. İnsan son saate kadar yeryüzünün halifesidir. Dilediğini yapmakta özgürdür. Ama bu özgürlük ortamının bir sonu var. Bu bilgiyi bize devam eden ayet şöyle verir:

61- Ve muhakkak ki o, elbette o saat için bir ilimdir. Öyleyse ondan sakın ikileme düşmeyin! Ve bana tâbi olun! İşte bu, sıratımüstakimdir.

Buradaki “hu” zamiri 59. ayette de kullanıldığı gibi Hz. İsa’ya gitmektedir. Zaten 63. ayet, Hz. İsa örnekliğine/misaline devam edildiğini göstermektedir. "Bana tâbi olun!" diyen ise Hz. Muhammed'dir.  Burada konuşan neden Hz. İsa değildir? Zira 63. ayette bu kez Hz. İsa’nın dilinden "Bana tâbi olun!" sözü zaten aktarılacaktır. Bu ayetlerde de Hz. İsa'nın dediklerinin ve getirdiklerinin aynısını Hz. Muhammed’in de dediği ve getirdiği anlatılmaktadır. Burada son saat ile alâkalı Hz. İsa’nın ilim olması, onun “bu hayatın bir sonunun olduğu ve bu son saatin arkasından herkesin mahşerde toplanıp Allah’ın huzurunda hesap vereceği gerçeği ve bilgisine" işaret etmesidir. Zaten Kurân’da saat ifadesi yapılan suç ve günahların akabinde hesap gününe geçiş maksadı ile uyarmak için kullanılır. "Biz dileseydik yeryüzünde yerinize melekler kılardık." ifadesiyle "suç ve günah işlemeyen varlıkların getirilebileceği" ihtimali hatırlatılır. Böyle varlıklar olduğunda artık ne son saate ne de hesap gününe ihtiyaç kalır. Hz. İsa nasıl ki ölüm yokmuş gibi yaşayan Yahudilere bunun ilmini ve hikmeti getirdiyse Hz. Muhammed de son saatin olacağı ve hesap gününün başlayacağı bilgisini/ilmini getirmiştir.  

Ayetin devamında bu gerçek hakkında ikilem içinde olan insanlardan söz edilir. Eğer ahiret ve hesap günü ile alâkalı bir ikilem olursa bu düşünceler insanı sıratımüstakimde ilerlemekten alıkoyar. Bu yüzden bir sonraki ayet "Şeytan sizi engellemesin!" şeklinde devam edecektir. 

Dolayısıyla sanıldığı gibi bu ayetin Hz. İsa’nın son saate yakın yeryüzüne ineceği veya geleceği ile alâkası yoktur. Eğer öyle olsaydı ilim yerine ayet veya alem/alamet kelimesinin kullanılması gerekirdi. Ancak ne yazık ki Hıristiyanların etkisiyle kelimelere böyle anlamlar yakıştırılmıştır. Sözün özü, Hz. Musa da Hz. İsa da Hz. Muhammed de son saat ve hesap günü için bir ilim ile gelmişlerdir.

62- Ve şeytan sakın sizi engellemesin. Muhakkak ki o, sizin için apaçık düşmandır.

İşte bu ayetler Kurân’ın temel mücadelesinin özetidir. Bütün savaş insanda zamanla damla damla oluşan fücur ve takvanın savaşıdır. Şems suresi 8’de fücur ve takvanın insan fıtratına nakşedildiği, yaratıldığı veya koyulduğu gibi bir ifade yoktur. “Ona fucûrunu ve takvasını ilham etti.” şeklinde bir ifade vardır. Allah resulü bu ilham ile alâkalı şöyle bir söz söyler: Şüphesiz meleğin de bir telkini vardır, şeytanın da bir telkini vardır. Dikkat edilirse telkini yapan Allah değildir. Zira Allah’ın telkini vahiydir ki o resullere has bir konudur. İnsana ise içindeki iyi veya kötü ya da iyi veya kötü arkadaşları telkinlerde bulunur. İlham bir şeyin bir anda değil damla damla olması demektir. Zamanla yapılan telkinler insanı ya fücura ya da takvaya yaklaştıracaktır. Hiçbir insan bir anda kötü olamayacağı gibi bir anda iyi de olamaz. İyilik ve kötülük zamana yayılan süreçlerin sonucudur. Tüm resullerin mücadelesinin temelinde beşeri ilkel arzuları yüzünden yeryüzünün halifesi mertebesinden insanın düşmemesidir.

63- Ve İsa, beyyineler ile geldiği zaman dedi ki: “Hakkında ihtilâf ettiğiniz şeyin bir kısmını size açıklamak için hikmet ile geldim. Öyleyse Allah’a karşı takvalı olun ve bana tâbi olun!”

Hz. İsa, vahiy almaya başladıktan sonra kavmini uyarmaya gitmiş ve Yahudilere getirdiğine hikmet demektedir. Zira mevcut Yahudi inancı, ibadet ve uygulamaları hikmetten çok uzaktı. “...tâbi olun!” diye meal verdiğimiz “tebi’ake”, “t-b-a” kökündendir. Müfredat’ta bu kök “bir kişinin izinde gitmek” anlamıyla ele alınır. Bu, bazen bizzat bedenle izlemeyi bazen de onu örnek almayı (lider edinmeyi) ifade eder. Allah’a karşı takvalı olmanın yolu onun resulüne tâbi olmaktır.

Neden ihtilâf edilenlerin bir kısmı açıklanmıştır? Zira son saat gelmeden ihtilafların tamamı çözülemez. İhtilaf, imanın gereğidir. Zira iman gaybedir. Getirilen “ilmelyakin” olan ilimdir. “Aynelyakin” ancak ölümden sonra, yani imtihan perdesi kalkınca olacaktır. Bu nedenle ihtilaflar doğaldır. Resule tâbi olanların, ihtilafların tamamını çözme gibi bir hedefi olmamalıdır. Bununla birlikte ihtilaflar insanın, varlığın ve hayatın doğası gereği kaçınılmazdır.

64- Muhakkak ki Allah, O benim de sizin de Rabbimizdir. Öyleyse O'na kul olun! İşte bu, sıratımüstakimdir.

Hz. İsa; kula, geleneğe, paraya, güce vs. kulluğu kabul etmediği için Yahudilerin düşmanı olmuştur. Hz. Muhammed müşriklerin inançlarına, putlarına ve şirk sistemlerine “la” dediği ve kul olmadığı için düşman ilan edilmiştir. Allah’tan başkasına kul olmamak sıratımüstakimdir. Kulluk, dayatılmak yerine özendirilmektedir

İnsanlar sanki tüketmek için yaşamakta, paranın ve lüksün kölesi olmakta, gösterişli bir hayat için kötülük yapıp suç işleyerek hakka girmeyi bile göze almaktadır. Oysa Allah’a kulluk bizi birçok suç ve günahtan korumaktadır. Hz. İsa’nın ortak Rab teklifi ile sınıfları eşitleyen teklifi zamanla kaybolmuş ve onun nasıl doğduğu, tanrının oğlu mu değil mi gibi -pek de bugünü ilgilendirmeyen- tarihsel mitler üzerinden söylemi unutulup gitmiştir.

65- Oysa hizipler kendi aralarında ihtilaf ettiler. O hâlde elim günün azabından, vay o zulmedenlere!

Söz konusu hizipler, Hz. İsa’nın çarmığa gerilme anlatımından sonra ihtilafa düşen Hıristiyan mezhepler olabileceği gibi Hz. İsa’nın hikmetli söylemine karşı o dönemdeki muhatapların yaşadığı ikilemler de olabilir.

İlk dönem Kurân bilimcilerinden olan Mukatil’in tespitlerine göre o dönemde Hıristiyanların içinde farklı inanışlara sahip üç grup vardı: Bunlar “İsa Allah’ın oğludur.” diyen Nasturîler, “İsa Allah’ın kendisidir.” diyen Mar-Yakubîler ve “Allah üçün üçüncüsüdür.” diyen Melkanîler. Ancak Hz. İsa “Benim de sizin de Rabbiniz olan Allah’a kul olun!” demesine rağmen Hıristiyanlar Hz. İsa’ya kul olmuşlardır.

Hz İsa’nın İbranice ismi Yeşu’dur. Arapçaya İsa olarak geçmiştir. Grekler de İsa’ya Christ derlerdi. Hz İsa’nın cemaatine karşıt olanlar onun cemaatini anlatırken “christiyan” (İsacılar, İsa tapıcılığı) demeye başladılar. Böylece Hıristiyanlık adı çıkmış oldu. (Bkz. Meryem 34, Enâm 85, Şurâ 13) Cristiyan/İsa tapıcılığı nasıl ki onları bölüp parçaladıysa bu tehlike ümmeti Muhammed için de her daim vardır. Ortak Rab anlayışında -ilkeler belirleyen esmaulhüsnada- mutabık olmak ihtilafların bir kısmını çözecektir. Buna karşılık ihtilaflar tefrikaya dönerse zulüm üretir. Bu yüzden ayet “Zulmedenlere veyl olsun!” şeklinde sonlanmıştır. İhtilaflar olabilir, mezhepler biçiminde bölünme de olabilir ancak bu farklılık “Mutlak doğru bizdedir.” anlayışına ve hareketine dönüşürse orada zulüm başlar. Bu durumda böyle bir toplumu bekleyen son, sadece elim günün/dönemin azabıdır.

66- O saatin onlara ansızın gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? Ve onlar bunun şuurunda değildir.

Son saat; bir toplumun, uygarlığın veya ferdin sonu olabileceği gibi dünyanın sonu olarak da anlaşılabilir. Fark birinin küçük, diğerinin büyük kıyamet olmasıdır. Bu son, ihtilafları tefrikaya düşürenler için ansızın gelir. Kendi ideolojik tartışmalarında boğulanlar toplumu nasıl bir kaos ortamına sürüklediklerinin farkında olamazlar. Bu yüzden herhangi bir tedbire zaman kalmaz. Peki, bir son neden olmalıdır? Aslında her son değil, yeni bir başlangıca sebep olan son anlamlı ve amaçlıdır. Eğer bir son yeni bir başlangıca vesile ise anlamlıdır.

Bu bağlamda “kıyamet alametleri” olarak anlatılan Mehdi’nin ve Mesih’in dünyayı kurtaracağı inancı aslında kendi içinde bir mantık hatası taşır. Eğer son saat yeryüzünü korkunç bir sonla yok edecekse son saate yakın dünyayı yaşanılabilir ve huzurlu bir yer yapma gayreti nedendir? Bununla birlikte huzurlu, mutlu ve Allah’ın dininin hâkim olduğu bir ortamı Allah neden yerle bir etsin?

Ancak klasik kıyamet anlatımında Deccal’in/kötülerin başının öldürüldüğü ve en nihayetinde tüm insanların küresel olarak iman ettiği bir anlatım yapılır. Bu bağlamda depremlerde hasar görmüş, içinde hiçbir insanın yaşamadığı, farelerin ve haşerelerin yuvası olan, hırsızın ve arsızın mekânı olmuş bir binanın yıkılması mantıklıdır. Fakat nihayetinde, bu anlatıma göre depreme karşı dayanıklı hâle getirilen, içinde iyi ve güzel insanların yaşadığı bu binanın yerle bir edilmesi vardır. Oysa içinde resul ve birçok iyi insanın yaşadığı bir bina neden feci bir şekilde yerle bir edilsin?

Kuvvetle muhtemel kıyamet alametleri inancının temelinde Yeni Ahit’e Pavlus’un sokuşturduğu şu senaryo yatar: “Bundan sonra Mesih her yönetimi, her hükümranlığı, her gücü ortadan kaldırıp egemenliği Baba Tanrı'ya teslim ettiği zaman son gelmiş olacak.” (Korintliler, 15: 24-28) Fakat Kurân son saatin kötülerin üzerine ansızın kopacağından bahsettikten sonra hesap günü ile süreci şöyle devam ettirir.

67- O gün takvalılar hariç, sıkı dostlar birbirine düşmandır.

Halil” araya giren demektir. İki kişi bir konuda konuşurken veya tartışırken herhangi bir hususta anlaşamadığı zaman bir aracı arar. Öyle bir aracı bulur ki karşısındaki onun sözünden çıkmaz. Böylece insanın sözünden çıkamadığı, onu kıramadığı kimseler olur ki, buna “halil” denir. Bunun çoğulu “ehillâ’”dır. Hatta “halil”in çoğulu “hulelâ”dır. “Şehid”in çoğulunun “şühedâ” olması gibidir. Bu çoğulun çoğulu da “ehillâ’”dır.

Zülüm üzere birleşenler menfaatler bitince birbirine düşmandır. Takvalılar ise her durumda ilkeli oldukları için ortamın değişmesi, onların dostluk veya arkadaşlık ilişkilerini etkilemez. Çünkü onlar duruma ve şartlara göre iyilik yapmazlar. İyi oldukları, kötülük ve menfaatperest olmaktan sakındıkları için iyilik yaparlar. Ayette Müslümanlar, müminler veya muvahhitlerin değil de muttakilerin hariç tutulması üzerinde düşünülmesi gereken bir detaydır. Zira muttaki olmadan ne Müslim ne mümin ne muvahhit ne de salih biri olunur.

Kurân’daki “son saat” zulüm düzeninin bittiği an iken, “yevmeizin” işlenen suçların hesabını verme günüdür/dönemidir.

68- Ey kullarım! Bu gün size korku yoktur ve siz mahzun olmayacaksınız.

Burada Allah muttaki kullarına hitap etmekte ve bu ilahi vaad Kurân tarafından olduğu gibi aktarılmaktadır. Bir önceki ayette sakınanlar manasındaki takvalılar dışında yakın dostların bile birbirine düşman olacağından bahsedilmişti. Zira şeytani duygu ve düşüncelerden ve sosyal çevreden kendini sakındıranlar ne gelecekten dolayı korku duyarlar ne de geçmişlerinden mahzun olurlar. Muttakilere, iyi ve dürüst insanlar asla düşman olmaz. Muttakinin düşmanı ise sadece zalimlerdir. Zira zalim kuralsızlığı ve kendi çıkarlarını savunurken muttaki hakka girmekten sakınır ve sakındırır. İşte bu sakındırma zalimi muttakinin düşmanı yapar. Muttaki olan biri için bir üst mertebe ise şudur:

69- Onlar ki ayetlerimiz ile inandılar ve teslim oldular.

Ayetlere iman ve teslimiyet farklıdır, ayetler ile iman ve teslimiyet farklıdır. Biri sadece işarete odaklanır. Diğeri işareti kullanarak ona fazla takılmadan gösterdiği yere bakıp işaretin gereğini yapar. Ayetler birer işarettir. İşaretler vasıtası ile hidayete erilir. Burada işaretlere imandan ziyade işaret ve alametlerin aracılığı ile imana ulaşma söz konusudur. İşarete uyan geçmişinden utanıp geleceğinden mahzun olmaz. Müfredat, ayetler ile hidayeti şöyle tanımlar: Önce işaretlerin doğru yönü gösterdiğine iman şarttır. Bir kişi izlediği yolun işaretsiz olmayacağını biliyorsa işareti bulduğunda yolu bulduğunu da bilir.

70- Siz ve size eşlik edenler cennete huzurla girin!

Ezvâc kelimesi, “zevc”in çoğuludur. “Zevc” kelimesi hem “çiftlerden birini” hem de “erkek dişi iki cinsin oluşturduğu bir çifti” ifade etmektedir. Ragıb’a göre, iki yakının her birine de ve bir diğerine benzer veya zıt olarak ilgili bulunan şeye de "zevc" denir. Bu itibarla dünyadaki şeylerin hepsi, bir zıddı, ben­zeri, herhangi bir terkip ve karşıtı bulunması nedeniyle zevçtir/çifttir. Mese­la, cisim ve ruh, madde ve kuv­vet, cevher ve araz, iç ve dış, dün­ya ve ahiret gibi. Hepsi zevcdir. Buna göre zevc kelimesinin anlamlarını şöyle tespit edebiliriz: 1-Eş (karı-koca) 2-Çift 3- Cins, tür, çeşit 4- Sınıf, grup, topluluk 5- Benzeri.

Kelime 6 yerde cins, tür ve çeşit anlamında geçmektedir. Bu anlamda zevc kelimesinin geçtiği ayetler şunlardır: Kaf 7, Rahmân 52, Tâhâ 53, Şuarâ 7, Lokmân 10, Hac 5. Bu ayetlerde zevc kelimesi, Tâhâ suresinin ilgili ayetinde ezvac (çoğul), Rahmân suresinde zevcan (ikili), diğerlerinde ise zevc (tekil) formlarıyla geçmektedir. Kelime 3 yerde (Tâhâ 131, Vakıa 7, Hicr 88) ayetlerinde sınıf, grup, topluluk anlamında geçmektedir.

Kişinin takvasını artıran ve ona cennet yolunda eşlik edenler kullanımı 67. ayette birbirine düşman olan sıkı dostların mukabili olarak gelmiştir. Kelimenin kökü olan “h-b-r” 6 yerde geçer. Müfredat “hoş görülen, beğenilen eserdir” demiştir. Hubûr, “çok sevinç” ya da “insana neşe ve sevinç taşıyan’’ şeylerdir. Ahbar da aynı köktendir. Aslında manası huzur elçileri, görevlileri gibi pozitif bir lakaptır. Haham ve ruhbanı rab edinme sebebi insanın özünde olan huzur ve mutluluğu arayıp bulma arzusudur. Ahbarların bu arzuyu suistimal etmemesi gerekir. (Bkz. Maide: 44,63; Tevbe: 31,34)

71- Onların etrafında altından tepsiler ve kâselerle dönerler. Ve orada nefisleri için iştah açıcı ve leziz pınarlar vardır. Ve siz orada halit kalacaksınız.

Ekvâb, kulpsuz bardak manasına olan kûb lafzının cemidir. Bazı meallerde “l-a’yun” kelimesine “gözler” manası verilmiştir. Diğer kelime olan “telezzu” ise lezzetli demektir. Göz ve lezzetliyi birleştiren meal müellifleri  “Gözlerin lezzet alacağı şeyler vardır.” şeklinde çevirmişlerdir. Ancak Türkçe açısından göz lezzet için değil ağız ve dil lezzet için kullanılır. “Çok lezzetli bir tablo, resim, manzara” denmez. “Çok güzel bir tablo” denir. Burada zaten “ayun”, göz değil gözedir. Suyun gözesi, pınar ve su kaynakları da Arapçada “a-y-n” kökünden kelimelerle ifade edilir. Zira gözden de gözyaşı gelir, su kaynağından da… Buradaki gözün çeşme ve su gözesi olduğuna dair delilimiz aynı konunun anlatıldığı Saffat suresi 44-46’dır. Orada konu şöyle tarif edilir: “Karşılıklı tahtlar üzerinde. Onların etrafında gözelerden doldurulmuş kâseler. Berrak, içenler için lezzetli.”

72- İşte bu, amellerinizden dolayı varis kılındığınız cennettir.

Varis kelimesi lügatlerde “anlaşma olamadan bir mala sahip olmak, ölen kimsenin geride bıraktığı maldan, servetten pay almak” anlamındaki virs/virâset kökünden türer. Varis bu manada Kurân’da kullanılır. “Ve Süleyman, Davud’a varis oldu.” (Neml: 16) “Musa kavmine dedi ki: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin! Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dileyeni ona varis kılar. Ve akıbet muttakilerindir.” (Arâf: 128)  “Artık onların ardından gelen nesil kitaba varis oldu.” (Arâf: 169)

Peki, doğru ameller ortaya koyan muttaki bir kul cennete nasıl varis olabilir? Cenneti kazanması gerekirken neden Kurân’da “Firdevse varis olacak, onda halit kalacaklardır.” gibi ifadeler yer alır (Müminun: 11)? Bunun cevabı babamız olan Hz. Âdem’in yerleştirildiği ve insanlığın başlangıcını oluşturan cennet olabilir mi? Evet, olabilir. Bu nedenle adam olan âdemoğulları için cennet mirastır. Zira babamızın olan bize miras kalır. Babamızın yerleştirildiği cennet muttakilere miras kalacağı için Kurân’da hep “varis kılındığınız cennetler” gibi ifadeler geçer.

Ahirette gireceğimiz cennetin dışında dünyadaki Âdem’in yerleştirildiği ilk cennet ve diğer cennetler insanların temel ihtiyaçlarının karşılandığı yaşam alanlarıdır. “Muhakkak ki senin için orada acıkmak ve çıplak kalmak, susamak, sıcaktan rahatsız olmak yoktur.” (Tâhâ: 118-119) Sorumluluğunu bilen, kötülüklerden uzak duran, dürüst ve çalışkan kişiler için hayat bir anda cennete döner.

Okuduğumuz Zuhrûf 72’de de cennete varis olmanın ilk şartı “doğru amellerdir.” Şeytani arzu ve isteklerden kendini ve sevdiklerini uzak tutanlar bulundukları ortamı cennete çevirirler. Cennetten mahrumiyet, yasak ağaç olan başkasının malına izinsiz el uzatma, akde saygısızlık, bencilik ve açgözlülüğün sonucudur. Bunlardan sakınma bizleri cennete varis kılacaktır. Bu cenneti dünyada yaşamaya başlayanlar için ölüm bir son değildir (Tin: 6, Fussilet: 8).

Âdemoğlu olmamanın nasıl bir şey olduğunu da Fecr suresi 17-30 ayetlerinden şöyle okumaktayız: “Hayır! Bilakis yetime ikramda bulunmuyorsunuz. Miskini doyurmak için birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Mirası hırsla yiyorsunuz. Malı yığarcasına çok seviyorsunuz. Ey mutmain nefis! (Dünya ile mutmain olmuş nefis) Dön Rabbine, razı olarak ve rızasını kazanmış olarak! Artık gir kullarımın arasına! Gir cennetime!”

Razı olmuş, rızasını kazanmış biri olarak cehennemlik sıkı dostları bırak! Zuhrûf 70. ayetteki “Size eşlik edenlerle birlikte cennete girin!” ifadesi ile Fecr suresi son ayeti bir bütünlük arz etmektedir. Ayetlerde cennete gidin veya götürüleceksiniz değil hep cennete girin ifadesi yer alır. Zira cennet de cehennem de yine bu dünyada amellerimiz ile kurulacaktır.

73- Sizin için orada, yiyeceğiniz pek çok meyve de vardır.

“Fâkihe” kelimesinin ilk anlamı meyvedir. Bu kelimenin asıl anlamı mutluluk verici şey demektir. Sevinç ve neşe de bu kökten kelimelerle ifade edilir. Hz. Âdem yasak ağacın meyvesine el uzatmasaydı kendi cennetinden mahrum olmayacaktı. Hz. Âdem’i kandıran şeytani duygu ve düşünceleri “iki melik olma ve halit kalma” arzusudur (Arâf: 20). Bu fıtri arzular cennette tatmin edilir. Dünyada her zevki tatmak isteyen mutlaka hakka girip mücrim olur. Doyumsuz isteklerini kontrol edemeyenler dünyayı cehenneme çevirmedi mi?

74- Muhakkak ki mücrimler, cehennem azabı içinde halittirler.

Suçu bir kez işleyene, meyveyi (başkasının hakkını) bir kez yiyene değil, bunu karakter hâline getirene mücrim denir. Zaten cürüm fiilinin aslı, lügatlerde ağaçtan meyveyi koparmak (toplamak)tır. Bu, istiare yoluyla istenmeyen her tür şey için kullanılır olmuştur (Müfredat). Dünyalıkların -özellikle- kolay yoldan elde edilenleri kişiyi suça sevk etmektedir. Zira ilkel beyin, kolay yoldan elde edileni, emek isteyen uzun ve yorucu olana her zaman tercih eder. Günahtaki cazibe ve lezzet, kâmil insanların değil ham beşerlerin aldığı bir hazdır. Başta tatlı gelen günah ve suç meyvesine talip olanlar kendi cennetlerinden mahrum oldukları gibi cehennemlerini de buradan götürenlerdir. Dikkat edilirse cennetin miras kalması ifadesi cehennem için hiç kullanılmaz. Zira hiçbir insan, cehennem için yaratılmamıştır. İmtihanı kazanacak bir seviyeye ulaşamayanlar cehennemini az bir meta için buradan tutuşturanlardır.

75- Onlara ara verilmez. Ve onlar, ümitlerini kaybetmişlerdir.

Fetr” ara demektir. Bu ara, zaman veya mekân içinde de olabilir. “Fitil” kesilmiş bez parçasıdır. Cehennem azabı onlardan fetr edilmez, ara verilmez, gevşetilmez, eksik edilmez demektir. Bu kesintisiz azap, ümitsizliğin asıl nedenidir.

Beşer arsızdır. Cezalardaki yetersizlikler, mahkûmların genel veya özel aflarla serbest bırakılma geleneği suçlarda artışa sebeptir. Bu itibarla cezalar caydırıcı olmalıdır. Kurân’daki cehennem ayetleri muhatabını kötülüklerden sakındırma konusunda son derece hikmetli ve başarılıdır. Suçu karakter hâline getiren zalimlere verilecek en büyük mükâfat ümittir. O yüzden cehennemden çıkma fikri doğru bir itikat değildir.

76- Ve biz onlara zulmetmedik. Ve lâkin onlar zalimler oldular.

Zalim olmalarının bir sebebi de yaptıkları kötülüklerin karşısında ceza almayacakları veya ufak cezalarla kurtulacakları ümidi ve zannıdır. Bu zan onların cehennemdeki isteklerine şöyle yansır:

77- Ve “Ey malik! Rabbin bizim üzerimize hüküm versin.” diye seslendiler. Dedi ki: “Muhakkak ki siz, kalacak olanlarsınız.”

Molek aynı zamanda Ammonluların, Kenanlıların ve Fenikelilerin tanrısıdır. Bazı modern bilginler Molok'un Baal'in bir ünvanı olduğunu öne sürdüler. Bazı inançlara göre Molek bir ateş tanrısıdır. Melek, malik ve melik aynı köktendir. Bu ayetteki “m-l-k” kökü “Cehennemin meleği, Cehennemin maliki/sahibi veya Cehennemin yöneticisi/meliki” şeklinde farklı farklı okunmaya müsaittir. Peki, cehennemlikler malik olana veya cehennem meleğine neden “Rabbin bizim üzerimize hüküm versin.” der? Zira hüküm zaten verilmiş ve onlar cehenneme atılmıştır. Aslında verilen hükmün ne olduğu cehennem meleğinin verdiği cevabın içindedir.

Ahirette halit kalmaları dünyadaki inanç akidesi üzerinde hâllerinin değişmeden kalmasıdır. “Ey melek/molek! Rabbine söyle hükmümüzü versin, bizi öldürsün.” demek değildir. Bu, “Biz yeterince azap gördük, cezamızı çektik, artık buradan çıkmamız için yeni hükmünü versin.” talebi olarak okunabilir. Bu talebin altındaki bozuk inanç ise şudur: “Bu, onların ’Ateş bize sayılı günlerden başka asla dokunmayacak!’ demeleri sebebiyledir. Ve onların dinleri hakkında iftira etmiş oldukları şeyler, kendilerini aldattı.” (Âli İmran: 24, Bakara: 80)

Cehennemlik olanlar dünyada yaptıklarına karşılık yeterince azap çektiklerini düşünüp cehennem zebanisine tahliye talebinde bulunmuşlardır. Onlara cevap olarak “Siz burada kalıcısınız.” yani “Müebbet hapis cezası aldınız.” şeklinde bir karşılık verilmiştir. Dolayısıyla yerler ve gök, yani o cehennem durdukça onlar orada kalıcıdır. Cehennemlerinin ne zaman başlarına yıkılıp mutlak yokluğa düşeceklerini de Allah bilir (Hûd: 107-108).

78- Doğrusu size hakkı getirdik. Ve lakin çoğunuz hakkı kerih görüyorsunuz.

“Hak ettiğinizi getirdik.” derken bir önceki ayette yapılan zulümlerin ve şirkin hesabının sorulacağı vurgulanır. Gelen hak “cehennemden asla kurtulamayacakları” gerçeğine işarettir. Hak olan; şirkin zulüm üretmesidir. Ve lakin onlar bu akıbeti ve gelen tevhit sistemini kerih görmektedirler. Zira tevhit sistemi aracılar ve putlar vasıtası ile din ticaretinin önüne geçmekte, safları eşitleyip kast sistemini bozmaktadır. Böylece halkın üzerindeki tahakkümleri zayıflayan ve rantı kaybetmeye başlamayanların tevhidi kerih görmeleri kaçınılmaz bir sonuçtur.

İnsanın tercih ettiği yer, bakışını belirler. Yanlış yerden bakan hakkı görebilir mi, hakka girdiğini görebilir mi? Tam aksine her tür zulmü, torpili, kul hakkını hakkı beller, uyanıklık zanneder ve en kötüsü kendi hakkıymış gibi lanse eder.

79- Yoksa onlar emri sağlam mı tuttular? Oysa biz muhakkak ki, emri sağlam tutanlarız.

Emri sağlam tutma adına zulüm sistemlerini adil düzen diye savunurlar. Bu yüzden putçuluk inancına, ideolojilerine ve atalar kültüne sıkı sıkı bağlanırlar. Atalardan tevatüren gelen uygulamaları hakikat gibi satmalarının amacı kendilerini ve konumlarını bir nevi sağlama almaktır. Zira zulmün adalet, yalanın doğruluk ve bâtılın hak karşısında hiçbir gücü yoktur. Bunu bilenler zulümleri hak suretinde işlemek zorundadır.  

80- Yoksa onların sırlarını ve fısıltılarını işitmeyeceğimizi mi hesap ediyorlar? Bilakis, onların yanında elçilerimiz yazıyorlar.

Burada önce sır, sonra da necva kelimesi kullanılmıştır. Sır halkın bilmemesi gerekenler iken necva, iki veya daha çok kimse arasında yapılan gizli konuş­ma olup fısıltı, kulis demektir. Buradaki sır bizce Allah resulü ve onun akıbeti ile alâkalıdır. Necva ise bunun fısıltı ile halka gizlice yayılmasıdır. Yaptıkları bu sinsi ve hain plânlar elçiler/resuller aracılığı ile Hz. Muhammed’e ulaştırılmıştır. Elçinin getirdiği haber surenin 88. ayetinde ifade edilecektir.

Peki onlar gizli gizli konuşurken yanlarındaki elçiler kimlerdir? Sorunun cevabı için öncelikle burada çoğul bir kullanım olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Onların yanında olanlar Allah’ın elçileri değildir. Zira Allah, konuşulanları bilmek için elçiye ihtiyaç duymaz. “Üç kişi arasında gizli bir konuşması (necva) olmaz ki, onların dördüncüsü O (Allah) olmasın. Ve beş kişi olmaz ki, onların altıncısı O olmasın. Ve bundan daha azı veya daha çoğu, nerede olurlarsa olsunlar, mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyam günü, yaptıklarını onlara haber verecektir. Muhakkak ki Allah; her şeyi en iyi bilendir.” (Mücadele: 7)

Allah her şeyi görüp duyduğuna göre, resuller neden onların arasında olup bitenleri yazmaktadır? Çünkü bu resuller, unutma ihtimali olan ve Hz. Muhammed’e haber getiren gizli elçiler/istihbarat toplayıcılar olma ihtimali yüksektir. Medine’de Müslüman oldukları hâlde kimliklerini gizleyerek oturdukları Mekke, Evtâs, Necid ve Diyârıgatafân’dan siyasi, askeri ve iktisadi bütün önemli faaliyetleri rapor etmek üzere Allah Resulü’ne istihbarat toplayan muhbirler vardı. Bunun temeli Mekke’de atılmaya başlanmıştı. Aynı şekilde müşriklerin de Müslümanlar içine sızmış, kendini mümin gibi gösteren casusları da olacaktır. Resullerin çoğul gelmesi istihbarat ağına bir atıf olabilir. Belki de aynı mecliste olan muhbirler birbirlerinden bile habersiz olabilir. Burada müşriklerin bir sır gibi saklayıp sadece kendi aralarında konuştukları plân, inançsal bir zeminden destek almaktaydı. Bunu bir sonraki ayet şöyle deşifre eder:

81- De ki: “Eğer Rahmân’ın çocuğu olsaydı, o zaman ona kul olanların evveli ben olurdum.”

“De ki:” ile başlandığı için burada bir iddiaya cevap verildiği anlaşılmaktadır. 57. ayette “Meryemoğlu misal verildiğinde kavmin engelliyordu.” ifadesinin akabinde müşriklerin kendi aralarında neler konuştukları bize aktarılmıştır. Müşriklere göre Muhammed’in sırrı yeni İsa olmaktı. Mücahid’den gelen rivayeti burada tekraren hatırlayalım: Kureyş “Muham­med’e, İsa’nın kavmi İsa’ya kulluk ettiği gibi, bizim de kendisine tapınmamı­zı/kulluk etmemizi istiyor.” dediler. İşte bu iftirayı fısıltı gazetesi ile topluma yayacaklardı. Ancak bu sinsi plân hayata geçmeden Zuhrûf 81 nazil oldu. “Eğer Rahmân’ın çocuğu, oğlu veya kızı olsaydı.” ifadesi “Rahmân’ın çocuğu yoktur.” demektir. “Ben ona kul olurdum.” ifadesi de Allah Resulü’nün kimseyi kendisine kul veya köle yapmak gibi gizli bir emeli ve hedefinin olmadığının beyanıdır. Zira resulün inandığı ve savunduğu Rab tasavvuru buna engeldi. O, öyle bir Rabbe kuldur ki O…

82- Göklerin ve yerin Rabbi olan arşın Rabbidir. Onların vasıflandırdıkları şeylerden O sübhandır.

Burada “arşın Rabbi” vurgusu yine Allah Resulü’nün Mekke’yi yönetme, tahta kurulup insanları -hâşâ- firavun gibi kendi kulları gibi görme şeklinde bir hedefinin olmayacağının gerekçesidir. Onların vasıflandırdığı basit ilah anlayışında Rab -hâşâ- erkek bir kraldır ve yeryüzünde kendisini temsil eden evlatlar, temsilciler, halifeler ve melekler edinmiştir. Allah Resulü “Benim Rabbim böyle bir Rab değildir.” diyerek aslında kendisinin onların sapkın emellerinden beri olduğunu da ortaya koymaktadır.

83- Artık onları bırak! Vadolundukları güne ulaşıncaya kadar dalsınlar ve oynasınlar.

“Artık onları bırak!” emri onların aralarındaki sinsi plânların resule ulaşmasından sonra olmuştur. Birinin peşinden sürekli giden ve onu bırakmayana “Artık onu bırak!” denir. Bu ifadeler Hz. Nebi’nin bir türlü onlardan kopamadığını da göstermektedir. Belki de bırakamadığı Haşimoğullarından iman etmemiş, kendisine yıllarca emek vermiş akrabaları da olabilir.

84- Ve O, gökte de yerde de ilahtır. Ve O, Hakîm’dir, Alîm’dir.

Burada şirk inancına ve muhataplarına seslenme söz konusudur. Şirkin temel zaafı yerde de ilahın Allah olduğuna dair iman kaybıdır. Bu nedenle aracılara kul olurlar. Ayette önce “gökte ilah” ifadesi yer alır. Zaten sorun “gökteki ilah” anlayışında değildir. Asıl sorun gökteki ilaha ulaşma ve sesini/duasını duyurma sorunudur. Şirk inancı burada sorunu çözdüğü iddiası ile gelir. Gökteki tanrıya ulaşmanın yolu aracıları/şefaatçileri uydurup kullanmaktır. Kurân ise “O, gökte olduğu kadar yerde de ilahtır.” diyerek tevhidi vurgusunu yapmaktadır. Allah, gök ve yerin tamamını kuşattığı için her şeyi hikmet ve bir ilimle yapar. Onun bilgisi dışında kontrolsüz bir alan olmadığı için aslında şefaatçilere ihtiyaç da yoktur.

Şirk, Allah’ın yetersizliği fikrine dayanır. Oysa kulların hâlinden habersiz olmak hem Alîm hem de Hakîm sıfatına terstir. Haklarında “Onları bırak!” dediği müşrik grubun bir türlü aracılardan/şefaatçilerden vazgeçemediği de buradan anlaşılmaktadır. Neden aracıların şefaatini umarlardı? Zira onların şefaati ile bolluk ve bereketin olacağına ve mülklerine mülk katacaklarına inanırlardı.

85- Ve O ki, bereketin kaynağıdır. Göklerin ve yerin ve ikisi arasındakilerin mülkü O’nundur. O saatin ilmi, O’nun katındadır. Ve O’na döndürüleceksiniz.

Tebâreke; üreme ve fazlalık anlamındaki berk, bereket kelimelerinin tefâ’ale kalıbındaki bir türevidir. Bereket onların iddia ettiği gibi şefaatçilerin elinde değil, tebâreke olan Allah’ın sünnetindedir. Göklerin ve yerin mülkü kiminse onu sonlandırma yetkisi de onundur. Bu izahlardan anlaşılmaktadır ki müşrikler insanları açlık, susuzluk, bereketsizlik, son saat veya kıyamet üzerinden korkutmakta, belki de kıyamet senaryolarına ilişkin tarihler vermekteydiler. Bu yüzden bu bilginin Allah katında ve gayb olduğunun altı özellikle çizilmiştir. Zümer 36’da müşriklerin, inancı nasıl bir korku enstrümanı olarak kullandıkları şöyle anlatılır: “Allah, kuluna kâfi değil mi? Ve seni, O’nun astındakilerle korkutuyorlar.”

Allah’ın astındakilerin şefaatinden mahrum kalma inancı da aslında dünyevi ve uhrevi bir korkutmadır. O yüzden bir sonraki ayette şu hatırlatma yapılır:

86- Ve onların, O’nun astında dua ettikleri şefaate malik değildir. Ve sadece hakk’a şehit olanlar bilirler.

“Vitr”; başkasına eklenmeyen, “şef’” ise başkasına eklenen demektir. Şefaat, insanın kendi aklını ve iradesini yok ederek veya bir tarafa bırakarak başkasının gölgesinde, ona eklemlenerek kurtulacağını zannetme inancıdır. Aynı zamanda Hakka şehit olanlar, aracıların şefaate malik olmadığını ve şefaatin tamamıyla Allah’a ait olduğunu bilirler. Öncelikle müşrik halk, Allah ile kullar arasında yani Allah’ın dununda/berisinde, astında bir takım aracılar olduğuna inandırılmıştır. Yûnus suresi 18 bunun delilidir: “Allah’ın astında onlara fayda ve zarar vermeyen şeye kulluk ediyorlar. Ve ‘Bunlar, Allah’ın katında bizim şefâatçilerimiz.’ diyorlar.” Bu inanca göre bu aracıların görevi, kulların istek ve arzularını tanrıya iletmek ve kabulü için aracılık yapmaktı. Bu inanca; ataların, azizlerin, önemli kişilerin, meleklerin veya putların şefaati diyorlardı. Allah’ın aracı ile duaları kabul etmediğini bilen hakikate tanık olanlar böyle bir inancı kabul etmemişlerdir. İşte “Hakk’a şehit olanlar hariç ve onlar (gerçeği) bilirler.” ifadesi bu hakikati bilenler manasındadır şefaat ederler manasında değildir.

Şehitlik, pasif bir tanıklık yerine bir gerçeğe yaşayarak öğrenmektir. Aracı veya arabulucu şefaatçi inancının toplumda kula kulluğa nasıl sebep olduğuna ve insanların bu aracılar ve şefaat yetkisi üzerinden nasıl sömürülüp suistimal edildiğine tanık olanlardır. Allah’ın astında, birtakım kimselerin, türbelerin ve putların şefaat edeceğine inanç, şirk sisteminin temelidir. Aracı ve şefaatçiler inancına Kurân şöyle cevap verir: “Ve kullarım sana, benden sorduğunda onlara de ki: ‘Ben çok yakınım. Bana dua edilince, dua edenin duasına (davetine) icabet ederim. O hâlde onlar da bana icabet etsinler.’ ” (Bakara: 186) İşte Hakka şehit olanların bildiği gerçek budur. Bu konu Zümer 38’de de işlenir. “De ki: ‘Allah’ın astında dua ettiklerinizi gördünüz mü? Eğer Allah bana bir zarar irade etse O’nun zararını onlar keşfedebilir mi? Veya bana bir rahmet irade etse O'nun rahmetini onlar tutabilir mi?’ ” İşte hakka şehit olanların bildiği, şefaatçilerin fayda veya zarar yönünden hiçbir şeye malik olamadıkları gerçeğidir. Gerçeği bilenler şunu der: “De ki: ‘Şefaat tamamıyla Allah'a aittir. Göklerin ve yerin mülkü onundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz.’ " (Zümer: 44)

87-Ve eğer gerçekten onlara sorsan: “Onları kim yarattı?” Elbette “Allah” diyeceklerdir. Artık nasıl döndürülüyorlar?

Burada “Ve eğer gerçekten onlara sorsan: ‘Onları kim yarattı?’ ” ifadesinde “enfus” kelimesi geçmez. Fakat meal müellifleri genelde cümleyi “Kendilerini kim yarattı veya sizi kim yarattı?” şeklinde anlamıştır. Ancak burada soru sorulan bir grup vardır. Bu soru müşriklerin tamamına değil sanki mümin olmaya gelen bir kavme sorulmuş bir soru gibi durmaktadır. Zira bir sonraki ayette “onların mümin olmayan bir kavim olduğu” beyanı onların iddialarında samimi olmadıklarını göstermektedir. Bu grup “Onları Allah yarattı.” diyerek resulü aldatma yönünde bir beyanda bulunmaktadır. Zira bir şeyi Allah yaratmış ise orada tasarruf tamamen Allah’ındır. Bunu beyan eden, ilahları reddetmiş ve yaratanın Allah olduğunu kabul etmiştir. Ancak bu ön kabul samimi bir inanç değildir. Zira ayet “Nasıl da döndürülüyorlar?” şeklinde inancın lafta kaldığını ve şirke tekrar geri döndüklerini haber vermektedir.

Döndürülme diye çevirdiğimiz “yu’fekûn” kelimesi anlam olarak, olması gereken şekilden başka bir şekle giren, yüzünü değiştiren her şey için kullanılmaktadır. Yüze karşı “Allah yarattı.” derken arkada başka bir inanca dönüş söz konusudur. “Her şeyi Allah yarattı.” deyip O’nu kadirimutlak bilmelerine rağmen sefil aracı ve objelere yönelmeleri, onlardan şefaat beklemeleri aslında şirkin kendi içinde ne kadar tutarsız bir inanç olduğunun ispatıdır. Hakka şehit olanlar buradaki münafık müşriklerin gerçek yüzünü bilenlerdir. Bu bilgi Allah Resulü ile de şöyle paylaşılmıştır:

88-89 Ve onun “Ey efendim! Bunlar gerçekten mümin olmayan bir kavimdir.” demesinden dolayı artık onlardan vazgeç ve selam de! Zira yakında bilecekler.

Allah'ın, yarattığı varlıklara seslenirken kullandığı "Ey!" anlamına gelen "Ya!" ünlemi, peygamberlerin, insanların ve diğer varlıkların Allah'a yakarışlarını bildiren ayetlerde, "Ey Allah’ım veya Ya Rabbim!” biçiminde yer almaz. Kurân’da geçtiği üzere nebiler dualarında “Rabbim!” diye dualarına başlarlar. Zira “Ey!” ünlemi muhatabın dikkatini çekmek ve sesini ona duyurmak için kullanılır. Bu nedenle kadirimutlak olan yaratıcıya “Ey Allah’ım!”, “Ya Rahmân!” denmez. Dolayısıyla “Allah’ım! Rabbim!” diyerek veya herhangi bir esmaülhüsna başında “Ey!”, “Ya!” gibi edatları kullanmadan dua edilmelidir. Çünkü “En güzel isimler Allah’ındır, artık O’na onunla dua edin!” (Arâf: 180) emri genel bir ilke olarak önümüzde durmaktadır.

Ancak burada “Ya rabbi!” şeklinde bir kullanım söz konusudur. Buradaki “Ya rabbi!” kullanımı bir kölenin efendisine seslenişi manasında kullanılmış olabilir. Ancak “Ve senin demen veya Peygamberin onlara demesi” şeklinde bir hitap olmamasına rağmen cümle -genel olarak- konuşanın Hz. Muhammed olduğu zannedilerek anlaşılmıştır.

Rab Kurân’da Allah dışında bir kölenin efendisi manasında şöyle kullanılmıştır: “Ve ikisinden kurtulacağını zannettiği kişiye: ‘Rabbinin katında beni zikret!’ dedi.” (Yûsuf: 42) Hz. Yusuf kölenin efendisine rab dediğini iyi bilmekte ve ona uygun bir cümle kullanmaktadır. Rab kelimesin lügat manası terbiye eden efendi ve sahiptir. Müfredat’ta ev sahibine evin rabbi; at sahibine de atın rabbi dendiği ifade edilir. Yûsuf 50’de de “Yusuf’a resul geldiği zaman Yusuf: ‘Rabbine dön ve elini kesenleri sor.’ der.” Görüldüğü üzere rab “âlemlerin Rabbi” manasında Allah için kullanıldığı gibi “efendi, sahip” anlamlarında insanlar için de kullanılmaktadır. Tıpkı âlim, basir ve semi sıfatlarının; kerim, rahim vb. birçok esmanın Allah dışında insanlar içinde kullanılması gibi.

Dolayısıyla burada “Ey efendim, ey sahibim! Bunlar gerçekten mümin olmayan bir kavimdir.” sözü efendisini iknaya çalışan bir kişinin kurduğu saygılı bir cümle gibi durmaktadır. Zira devamında bu beyandan ötürü Hz. Muhammed’e “Onlardan vazgeç!” emri gelmiştir.

Dolayısıyla burada konuşan bizce 80. ayetteki “Yoksa onların sırlarını ve fısıltılarını işitmeyeceğimizi mi hesap ediyorlar?” ifadesini ispat etmektedir. Zira bu cümleyi kuran, gizli mahfillerde konuşulanları ifşa etmektedir. Resule cevaben Allah’ın yaratıcı olduğunu beyan etmelerine rağmen aslında mümin olmadıkları gelen elçi tarafından beyan edilmekte ve bu bilgiyi Hz. Peygamber’le paylaşmışlardır.

Bu nedenle “Artık onlardan vazgeç ve selam de!” emri gelmiştir. Aynı zamanda bu münafık kavimle doğrudan bir düşmanlık değil, selam denerek barışçıl bir yol tutması emredilmiştir. Bu ayetteki “selam”; tazim, saygı ve tanışma selamı değil, vakarı korumak için vedalaşma ve uzaklaşma selamıdır. “Zira yakında bilecekler.” ifadesi de Hz. Peygamberin onların gerçek yüzünden haberdar olduğu gerçeğini şimdilik bilmediklerini ancak resulün onlardan uzaklaşması ile bunu yakında anlayıp bileceklerini işaret etmektedir. Gerçek müminlerin sıfatlarının anlatıldığı Müminun suresinin nazil olmasından sonra kendilerinin mümin bir kavim olmadığı ve resulün de bu gerçeği bildiği herkese aşikâr edilecektir.

Zuhrûf suresinden şimdilik anladıklarımız bunlardır. En doğrusunu Hâkim ve Âlim olan Allah bilir.


 
Eklenme Tarihi : 31.08.2024 15:25:09
Okunma Sayısı : 154