زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ اتَّقَواْ فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَاللّهُ يَرْزُقُ مَن يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ

212- (Hakikati) İnkâr edenlere dünya hayatı süslendirildi. (Onlar) inananlarla (bu dünyada) alay ederler. Oysa (ilahi azaptan) korunup, sakınan (o inanalar) kıyamet gününde onlardan (makamca çok) üstündürler. Allah, dilediğine hesapsız rızık verir. (Bakara:212)



.





Zümer Sûresi


Zümer Sûresi

Adını sadece bu sûrede geçen (71-73) zümer (“zümreler/guruplar”) kelimesinden alır. 20. âyetteki “guref (köşkler)” kelimesine binaen “Guref Sûresi” de denilir (Kurtubî). Sûre Mekke’de inmiştir.  Tüm ilk tertiplerde Sebe sûresinden sonraya yerleştirilmiştir. “Ve Allah’ın arzı geniştir. Ama sabredenlere ecirleri hesapsız ödenir." 10. âyetteki bu ifade, hicrete âtıf yapar. Sûrenin uzun âyetlerden oluşan üslubunun genel karakteri, bu hicretin Habeş hicretinden daha çok Medine hicreti olduğunu gösterir. Dolayısıyla sûre boykot sonrasında inmiş olmalıdır. Sûre zamansal olarak peygamberliğin 11. yılının ikinci yarısına tarihlendirilebilir. Sebe Allah’a hamd ile başlar. Zümer sûresi ise Allah’a hamd ile bitmektedir. Sebe’de müşriklerin mahkemede birbirlerini suçlamaları anlatılırken, Zümer’de onların cehenneme sevk sahneleri aktarılacaktır. Ayrıca müstekbir ve müstazafların âhiretteki perişan hâlleri birer ibret vesikası olarak sunulacaktır. Yine Sebe sûresinde işlenen şefaat hususuyla ilgili akılda kalan sorulara 19 ve 44. âyetlerde cevaplar verilecektir.

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1-Bu kitabın indirilişi Azîz, Hakîm olan Allah’tandır.

El-Azîz, sonsuz şeref kaynağı, gücü mükemmel şerefi yüksek olan; El-Hakîm, hep hikmetle hükmeden, her hükmünde tam isabet kaydeden, her şeyi yerli yerince yaratıp işini kusursuz yapan demektir. Esmaların âyete kazandırdığı açılım şöyle olmaktadır: Bu kitap izzetli hükümler sahibi Allah’tandır. Kitabın indiriliş amacı bu âyette özetlenmiştir. Muhataba hikmetli önermeler ile hak ettiği izzet ve şerefi kazandırmaktır.

Âyette kitabın kaynağı tekil şahıs üzerinden ifade edilmişken bir sonraki âyette bu kaynaktan neşet eden aşkın bilgilerin, âciz beşer zihninin anlayacağı bir süreç içinde ve nasıl indiğine işaret etmek için çoğul şahıs zamiri olan “biz” ile anlatılacaktır.

2-Muhakkak ki Biz, kitabı sana hak ile indirdik. Öyleyse dini ona hâlis kılarak Allah’a kulluk et!

Muhlis, hâlis kılmak demektir. Hâlis kelimesini kökü olan “h-l-s”, içindeki yabancı unsurları temizleyerek “saf, arı, katıksız” hâle gelmek anlamına gelen el-hulûs kelimesinden türemiştir. İhlâs da “bir şeyi başka bir şeyin karışmasın­dan korumak; arı, saf ve katıksız hâle getirmek” anlamına gelmektedir.

Dini ona hâlis kılmak ifadesindeki “ona” zamiri Allah’a mı yoksa onun hak olarak indirdiği kitaba mı işaret etmektedir? Eğer Allah’a işaret ediyorsa dini Allah’a hâlis kılmanın anlamı nedir? Mekkeli müşrikler dini sadece Allah’a has kılmamış mıydı? Aracı kılma dâhil her tür ibadeti, Allah’ın rızasını kazanmak için yapmıyorlar mıydı? Bunun yanı sıra bugün bir Yahudi’ye sorulduğunda dini Yehova’ya hâlis kıldığını iddia etmez mi? Daha da genelleştirildiğinde dini Allah’a, tanrıya, Yehova’ya, Ahura Mazda’ya hâlis kılmanın ifade ettiği karşılık her dinde aynı olduğu görülecektir. Bu nedenle âyette “ona” zamirinin öncelikle indirilen kitaba işaret ettiğini anlamak daha makul görülmektedir. Dini kitaba has kılmak, onun helal dediğine helal, haram dediğine haram demek ve din alanının sınırlarını kitap ile belirlemektir. Böylece din, gerçek anlamda bir temele dayanarak Allah’a da hâlis kılınmış olur. Bu tutum kulu da muhlis kılacaktır. İhlaslı bir kula din adı altında hiç kimse veya kurum kitapta olmayan hükümler ile boyunduruk vurup onu sömüremeyecektir.

Öncelikle kitap “bilhak” olarak indirilmiştir. Bu ifade, kitabın hakikati ortaya çıkarma amacını gösterir. O amaç da, dinin içine sonradan karıştırılmış bâtılları tespit edip temizlemektir. Âyet, dini kitaba has kılıp yaşamaya Allah’a kulluk etmek demektedir. Kitabın indirilme amacı muhataplarına izzet ve hikmet kazandırmaktır. Bunu da dini hurafe, bidat ve şirkten arındırarak yapmaktadır.

3-Hâlis din, Allah için olmalı, öyle değil mi? Ve O’nun astında veliler edinenler: “Biz, onlara sadece bizi Allah’a itibarca yaklaştırması için kulluk ediyoruz.” Muhakkak ki Allah, hakkında ihtilâf ettikleri şey için onların arasında hükmü verir. Muhakkak ki Allah, yalancı ve örtenleri hidâyete erdirmez.

“Halesa”; önce kiri vardı, arındı, temizlendi anlamına gelmektedir. Safi ise, baştan beri temizdi, kiri hiç olmadı demektir. Kitabın korumadığı din zamanla kirlenir. Kurân öncesi din kirlenmiş bir alandı. Bunu Allah’a hâlis kılmanın yolu, ilk iki âyetle birlikte anlatılmıştır. Din ile ilgili olanları kitaba hâlis kılanlar, ancak dini Allah için yaşayabilir. Bu süreç tersinden de şöyle işler: Dini kitaba has kılmayanlar artık dini Allah için yaşayamaz olur. İlki sebep, ikincisi sonuçtur. Dini Allah için yaşama hedefinin yolu onun kitabına göre yapılan kulluktan geçer. Peki, insanlar neden kulluğu kitaba göre yapmaz? Aslında bu sorunun altında Allah’a kısa yoldan itibarca daha da yaklaşmak yatar. Amaç emek verilmemiş içi boş dindarlıkları ile hem halk nazarında itibar görmek hem de âhirette başköşeye oturmaktır. Bunun yolu halkın itibar ettiği âlimlere, sahabeye, resûllere sırtını dayayıp onların gölgesiyle itibar bulmaktır. Ancak kullar Allah katındaki itibarlarını başkaları üzerinden yükseltemez. Herkes kendi emeği ve sâlih amelleri ile ancak Allah’ın nazarında yükselebilir. Bu âyet başkalarının omuzlarına basarak kendi değerini yükseltmeye çalışan herkese birer uyarı barındırır.

Şirk tasavvurunda kendini övüp yüceltme vardır. Zira şirk hayatı hiyerarşik okur. Bu hatalı tutumun varacağı yer kendini üstün ve yüce göstermek için birilerinin himmetine muhtaç olunduğunu zannetmektir. Şirk tasavvuru, insana sadece kendi amellerinin, sayugayretinin himmet edeceğini savunanları itibarsızlaştırmaya çalışır. Bu durum ihtilaflara, arkasından tartışma ve tefrikaya dönüşen bir parçalanmaya sebep olur. İşte zümreler böyle oluşmaktadır. Çözüm, ihtilafların mutlak hükmünü Allah’a bırakmaktır. “Muhakkak ki Allah, hakkında ihtilâf ettikleri şey için onların arasında hükmü verir.” (Secde, 32/25) âyetine hakkıyla imân eden biri, iki cihanda huzuru bulmuştur.

4- Eğer Allah bir çocuk edinmeyi irâde etseydi mutlaka yarattıklarından dilediğini seçerdi. O, Sübhân’dır. O, Allah; Vâhid’dir, Kahhâr’dır.

Kavmiyetçi müşrik kafa, boyun büktürerek hasmını kahruperişan etmenin yolunu üreme ve çoğalma olarak belirlemiştir. Aslında bu durum; medeniyetten uzak, dağ kanunlarının olduğu bedevi yaşamda işe de yaramıştır. Buradaki asıl sorun, bedevinin ilâhının kendisine benzemesidir. Yani hâşâ harem kurup çocuk edinen bir tanrı tasavvurudur. Âyet, zihinlerdeki bu tasavvuru “sübhân” ifadesi ile tenzih eder. İnsan kitaba uymaya değil de, kitabına uydurmaya başlayınca insanın tanrısı, arzularını emreden, çıkarına ters olanları haram kılan bir emir erine dönüşür. “Ben kulumun zannı üzereyim.” hadisini böyle tersten hiç kimse düşünmez. Zira müşrik ve günahkâr kulun da bir tanrı zannı veya tasavvuru vardır. Eğer bu hadisi sahih olarak kabul edeceksek sadece hüsnüzan değil, suizan açısından da anlayıp okumamız gerekecektir.

Vâhit ve Kahhâr sıfatları, sadece âlemlerin Rabbine hastır. Her ne ki mahlûktur, o çoktur; her ne ki mabuttur, o tektir. Vâhit ve Kahhâr esmaları bu âyette de belirtildiği üzere tenzih ile tecelli ettirilmesi gereken isimlerdir. Şöyle ki insanlar üzerinde kâhir ve kahhâr olan bir beşer, aslında yaptıkları ile el-Kahhâr’ı inkâr etmiştir. Kendisini biricik ve vazgeçilmez gören ise, el-Vâhit esmasına imân etmemiştir.

5- Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüze, gündüzü geceye sarar. Güneş’i ve Ay’ı musahhar kıldı. Hepsi belirlenmiş bir ecele kadar akar. O; Azîz, Gaffâr değil midir?

Konu tamamen şirk üzerinde ilerlerken gündüz ve gecenin oluşum şekline güneş, ay ve bunların bir düzen içinde yaratılmasından neden bahsedilmiştir? Zira bunlar canlılığın oluşması için hayata, dolayısıyla insanlara musahhar kılınmış mahlûklar iken, insan çalışma mekanizmasını kavrayamadığı her doğal olayı mitler ile izah etmiş, bunlar da putların oluşması için uygun birer zemin oluşturmuştur. Akıldan uzaklaşmak, şirke yaklaşmaktır. Mesela Niks, Yunan mitolojisindeki ilk tanrılardan gece tanrıçası, gecenin şekil almış hâlidir. Karanlık ve aydınlık tanrıları ay ve güneş putu vs. Oysa bunların birer ilâh değil, belirli bir zamana kadar (ecelinmüsemma) görevini yerine getiren mahlûklar olduğu öğretilmiştir. Bu ifadeler dünyanın fani oluşunu anlatmak içindir.

Güneş sisteminin belirlenmiş bir zamana kadar akmasından bahsedilmesi bize bir bilgi daha vermektedir. Demek ki belirli bir yörüngede akıp giden bu sistemin durması, onun son saati demektir. Peki, akışı ne durdurur veya bozar? Devasa bir çarpışma akışı durdurabilir, kütle çekim kuvvetinin bozulması, yörüngeleri bozup eceli getirebilir. Makrodan mikroya hareketin durması, bizleri ecelimüsemma sonucuna götürür.

Allah’ın Azîz ve Gaffâr oluşu, bu gök cisimlerinin birer ilâh olmadığını anlayıp şirkin zilletinden arınanlara karşı Allah’ın bağışlayıcı olduğunu hatırlatmak içindir. Ayrıca bağışlayıcı olmanın insana güç, izzet ve şeref katacağı da bu iki esmanın yan yana zikredilmesi ile hatırlatılır.

Âyette “sarıyor” diye çevirdiğimiz kelimenin Arapçası “yükevviru”dur. Bu kelime Türkçeye de geçen “küre” kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Bu fiil Arapçada yaygın olarak “başa sarık sarmayı” ifade etmek için kullanılır. Baş gibi küremsi bir yapının etrafına sarığın sarılması için kullanılan bu fiil, gecenin gündüzün üzerine sarılmasını ifade etmek için de kullanılmıştır. Gece ile gündüzün oluşma sebebi Dünya’nın küremsi yapısıdır. Dünya’nın küreye benzer şekli sayesinde gecenin ve gündüzün yer değiştirmesi mümkün olmaktadır. Böylece bu âyette de Dünya’nın küremsi yapısına işaret vardır. Bu işaret “yükevviru” fiilinin yuvarlakımsı zeminlere sarılmayı ifade etmesinden anlaşılmaktadır. Kurân daha küçük ölçekte düz satıhlar için serme-döşeme ifadesini kullanırken, (Bkz. Kaf: 7; Hicr: 19; Zâriyat: 48) makro ölçekte sarılma ifadesini kullanması, dünyayı düz zanneden bir çağda ve coğrafyada Kurân’ın zamanının ötesinde olduğunu gösteren somut delillerdendir.

6- Sizi tek bir nefisten yarattı. Sonra ondan, onun eşini kıldı. Ve sizin için enâmdan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karnında, bir yaratılışın akabinde başka bir yaratılışla üç karanlık içinde yaratır. İşte bu sizin Rabbiniz Allah'tır. Mülk, O'nundur. O'ndan başka ilâh yoktur. Buna rağmen nasıl da çevriliyorsunuz?

Öncelikle bu âyete sorular soralım. Zira Kurân’da soranlar için âyetler ve dersler vardır. İnsanın yaratılışına ilişkin bir pasajın içinde “enâmın” indirilmesinin bağlam ile alâkası nedir? Neden “Enâmı sizin için yarattı.” değil de “8 eş enâmı indirdi.” ifadesi seçilmiştir? Bunun ilk muhatapta oluşturduğu çağrışım nelerdir? Anne karnında 3 karanlık içinde yaratılmanın, el-enâm’ın (koyun, keçi, sığır ve devenin) indirilmesi ile alâkası nedir? Şirkin bu anlatılanlar ile ilgisi nedir? Burada Allah’a ortak koşulan nedir ki âyetin sonunda “Sizin Rabbiniz Allah’tır, ondan başka ilâh yoktur. Nasıl da tevhitten şirke çevriliyorsunuz!” denilmiştir. Son olarak bu insanların yönünü veya kıblesini şirke doğru sevk eden, çeviren nedir veya kimlerdir?

Dikkatle bakıldığında sanki âyette birbiri ile ilgisi olmayan unsurların aynı cümle içinde madde madde sayıldığı görülmektedir. Ancak böyle bir durumun Kurân’da başka bir örneği yoktur. Zira Kurân’da sayılan maddeler her daim bağlamla ve birbiri ile uyumludur. Evvela “indirme” anlamındaki “enzele” ifadesine bakalım. Bu kavram gökten fiziki inmenin dışında inmeye konu olanın yaratılış amacını anlatma, vahiy ve resûller eliyle öğretme anlamındadır. Enâmı indirme, “Onun ne olup olmadığını vahiyle öğrettik.” demektir. Zaten hayvanların ehlîleştirilmesi, Hz. Sâlih peygamber örneğinde olduğu gibi resûllerin öncülük ettiği bir süreç ile gerçekleşmiştir. “Sizin için” ifadesi, malın insan için olduğu; ancak indirilenden uzaklaşan insanın mal için yaşamaya başladığını hatırlatmaktadır.

Sekiz eş “el-enâm’ın” indirilmesini anlatan kelimenin marife gelmesi, onun daha önce açıklanmış olduğunu ifade eder. O açıklama, Zümer sûresinden önce inmiş Enâm 143 ve 144’te anlatılır: “Sekiz eş; koyundan iki, keçiden iki… Ve deveden iki, sığırdan iki” Yine Nahl sûresinde bu enâm’ın nüzul ortamındaki insan için ne ifade ettiği ve önemi şöyle izah edilmiştir: “Ve enâmı da, O yarattı. Sizin için onda, ısınma ve menfaatler vardır. Ve onlardan yersiniz. Ve uysallaştırıp serbest bıraktığınızda sizin için onda bir cemâl vardır.” Cemâlin olması onun bir albenisi ve çekiciliği olmasıdır. “Ve erişeceğiniz beldeye kendi yükünüzü yorulmadan taşırsınız.” (Nahl: 5-7) Bu âyetlerden de anlaşıldığı üzere tüm hayvanlar değil, özellikle dişili erkekli çoğalıp üreyebilen bu 8 eş, yani 4 tür evcil hayvan ilk nesil için servet anlamına gelmekteydi. O yüzden âyette özellikle “Mülk, O'nundur.”  gibi bir hatırlatma ile servete, mala, mülke duyulan arzu ve meyle dikkat çekilmiştir. Allah, malı insan için yaratmış iken, insan bazen mal için yaratıldığını sanmıştır. Kişiyi şirke sürükleyen bir diğer faktör de emanetçi olduğunu unutup mülke “Benimdir.” demesidir. Yunus’un dediği gibi “Şunlar ki çoktu malları/Gör nice oldu hâlleri/Sonu bir gömlek imiş/Onun da yoktur kolları/Hani mülke benim diyen/Köşkü saray beğenmeyen/Şimdi bir evde yatarlar/Taşlar olmuş üstünleri…”

“Tek bir nefisten yaratılma” ifadesi de bu bağlamda kimsenin kimseden ırk, mal-mülk veya soy-sopla üstünlük taslamaması gerektiğine dair bir vurgu taşımaktadır. Ortak bir atadan ve tamamen âciz bir hâlde dünyaya gelen insanın yine aynı şekilde bu fâni dünyadan göçüp gideceği, bağlamda alttan alta işlenmiştir. “Üç karanlık” ifadesi, daha önce inen Nahl sûresinde şöyle anlatılır: “Ve Allah, sizi bir şey bilmezken annelerinizin karnından çıkardı. Ve size; işitme, görme ve idrak merkezleri kıldı. Umulur ki şükredersiniz.” (Nahl: 78) Üç karanlığın ilki “sem” yani işitmedir. Bebek, sesler duyar ama lisanı bilmediği için konuşulanları işitemez. İkinci karanlık ise bebeğin gözleri/ebsar ilk kez doğumda ışıkla karşılaşır. Hatta gözü kamaşan bebek, 15- 20 cm uzağı da net olarak göremez. Zamanla bebeğin görüşü netleşir. Bebek basiret ve feraset konusunda da tam bir karanlık içindedir. Son karanlık ise “fuadı’dır” Yani aklın pencereleri olan duyular ile gelen veriyi işleyen, böylece bilinmezliğin karanlığından kurtulan idrak merkezidir.

Bu kadar bilgiden sonra âyeti önce indiği ortamdaki çağrışımlarını, sonra da bu güne bakan yönü üzerinde duralım: Hicret öncesi malını-mülkünü arkada bırakıp Allah Resûlü ile şirkin oluşturduğu esaretten özgürlük yolu olan tevhide hicretin önündeki en büyük engellerden biri dünyevileşmekti. Zira hicret ile kendi canlarını zor kurtaran Müslümanların ekinlerini, sürülerini yanlarında götürme imkânları yoktu. Müşrikler zaten buna izin vermezdi. “Şeytân sizi fakirlikle korkutur.” (Bakara, 2/268) âyetinde olduğu gibi Mekkeli müşrikler, tüm birikimi bırakıp bilinmezliğe yapılan yolculuğun onları perişan edeceği propagandası ile ikilem ve kuşku tohumları ekiyorlardı. O yüzden âyetin sonu; değerleri, ilkeleri, kulluğu ve tevhidi bırakıp “Nasıl da çevriliyorsunuz!”  şeklinde bir ifade ile bitmiştir. Dolayısıyla âyette anlatılanların şirkle de böyle bir bağlantısı söz konusudur. Varoluşun getirdiği yaratılış kaynaklı nimetler, verilen dünyalıklar, servet ve mal-mülk anlatımından dolayı bir sonraki âyet nankörlükten bahsedecektir.

7- Eğer nankörlük ederseniz, muhakkak ki Allah, size muhtaç değildir. Ve O, kullarının nankörlüğünden râzı olmaz. Ve eğer şükrederseniz sizden râzı olur. Ve yüklü olan, başkasının yükünü yüklenemez.  Sonra merciiniz Rabbiniz'dir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Muhakkak ki O, sinelerde olanı bilendir.

Allah, menfaat elde etmek yahut kendisinden bir zararı gidermek için insanları mükellef tutmamıştır. Çünkü Allah, her şeyden müstağnidir, Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. El-Ğâni olan Allah hakkında, bir menfaat elde etme ve bir zararı giderme gibi şeyleri düşünmek caiz olmaz. Haddizatında bu düşünceler muhaldir. Bu nedenle insan, Allah’ın emirlerini kendi faydasına olacak şekilde algılayıp anlamalıdır. Resûl’ün hicret teklifi; onun bu göçten rant elde edeceği, zengin olacağı anlamına gelmez. Allah kullarına maddî ve manevî olarak bunca nimet lütfetmiş iken, kulların bunların birer emanet olduğunu unutması nankörlük ve şükürsüzlük ile kendini gösterir. Bu yol şirk yoludur. Zira kul tamamen materyalist olarak hayatı okuyup menfaatperest bir müşrike dönüşecektir. 

“Hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenecek değildir.” Bu temel ahlâkî kural ilkin Necm sûresi 38. âyet olmak üzere Kurân’da beş kez geçmektedir. (Bkz. Necm: 38, Fâtır: 18, İsrâ: 15, Enâm: 164) Bu ifade, dünya ve âhirette suçun ve sorumluluğun şahsiliği ilkesini açıkça ortaya koyan kadim ifadelerdendir. Hicret gibi toplumu ilgilendiren bir kararda herkes taşın altına elini koymalıdır. Mekke’de malı-mülkü bırakmadan, hiçbir risk ve fedakârlık yapmadan Müslümanların zaferine ortak olmak müminlerin değil, münafıkların işidir. Herkes safını seçmelidir. Kimse bir başkasının konforu, lüksü ve saltanatı için sorumluluk yükünü üstlenmek zorunda değildir. Suç ve sorumluluğun şahsiliği ilkesi, aynı zamanda bâtıl inanışlarda görülen “vekâleten kefaret” ve aracıların suçu üstlenme inanışlarını da reddeden bir içeriğe sahiptir. Bu ilkenin aslında şükür ve rıza hâli ile de bir bağlantısı vardır.

Şükür, Allah’ın verdiği nimetlere kendi cinsinden karşılığını vermektir. Bu önemli kavram ile ilgili izah daha önce işlenmişti. (Bkz. İnsan: 3;  Arâf: 9-58; Secde: 9; Mülk: 23; İbrahîm: 7-37 vs.) Âyette şükür neden rıza ile yan yana zikredilir? Zira sadece kendi seçimleri dışında gelişenlere râzı olanlar şükür makamına yükselebilir. Bardağın dolu tarafını gören, durumdan râzı olur. Râzı olan bardaktaki nimeti görüp şükrünü eda etmek için yollar aramaya başlar. Bardağın sadece boş tarafını görmek, dolu kısmı örtmektir. Kurân buna küfür der. Küfür, nimet bağlamında ona kör olmaktır. Nankörlük ve aç gözlülük, verilenlerden râzı olmamanın sonucudur. İşte bu hâl sadrın daralmasına, iç huzurun kaybolmasına yol açar. Şükürsüzlük sonucu kaybedilen rıza hâli, mutluluğa engel olup kişinin sadrını daraltır. (Bkz. Zümer: 22) Sadr, Kurân’da organ (göğüs-kalb) anlamında kullanılmaz. Daha çok, “insanın iç âlemi, duygu düşünce hâlini, içindeki huzur veya huzursuzluğu” ifade bağlamlarında kullanılır. (Bkz. İnşirah: 1) Âyetteki şu sıralama neden sonuç olarak birbiri ile ilişkilidir. “Ve eğer şükrederseniz sizden râzı olur. Ve yüklü olan, başkasının yükünü yüklenemez.” Şükürsüzlerin başkalarına yük olduğu, bu durumun da genel rıza hâlini bozduğunu anlatmaktadır. Malı-mülkü, verenin rızasına uygun kullanmayanlar, mülke “Benim!” diyerek sorumluluktan kaçanlardır. Bu tipler, dar günde Rabbine yalvarırken, bollukta o yokmuş gibi yaşar.  

8- Ve insana bir zarar dokunduğu zaman, Rabbine yönelerek ona dua eder. Sonra bir nimet verdiği zaman daha önce ona dua ettiğini unutur. O’nun yolundan saptırmak için Allah’a ortaklar kılar. De ki: “Nankörlüğünle biraz daha metâlan! Muhakkak ki sen, cehennem ashâbısın.”

Havvele fiili “havi” kökünden gelir ve vermek manasını ifade eder. Âyette zarar diye nitelenen “durr”, ister bedenî ister malî isterse farklı konularda olsun, hoşlanılmayan bütün zarar ve ziyan durumlarını kapsamaktadır. Burada Mekke’de hayvanlarının başında bekleyenlerin zamanla müşriklere benzeyeceği, tercihlerinin/dualarının ateş arkadaşlığına onları sürüklediği hatırlatılmıştır. Zira “Çok aceleci olan insanın hayır için duası, şerri davet oldu.” (İsrâ: 11)

“Cehennem ashâbı” ifadesi yapılan seçimlerde sürü psikolojisi, çokluğa ve çoğunluğa uymaya da âtıftır. Burada dokunan zarar aslında hicret koşullarıdır, fedakârlıklardır, sorumluluk almaktır. Bazı kişinin hoşlanmadığı bu durum aslında bir zarar ve ziyan değildir. Ancak menfaatçiler bu durumu zarar olarak okumaktadır. İnsanın, başına gelen her imtihanı zarar ve ziyan olarak algılamasının temel nedeni kendine verilenlere değil, alınanlara odaklanmasıdır. Bardağın sürekli boş kısmına odaklanan, dolu kısmı ve kazanımlarını ıskalar. Boş olanı zarar ve kayıp zanneden doyumsuz kul, orayı çoğaltmaya çalışır. Ancak o bardağın hakkı, yani râzı olması gereken miktar bir kısmının boş kalmasıdır. Oranın dolması, taşıyamayacağı bir yük yüklenmektir. İşte kişiyi şirke sürükleyen bu şükürsüzlüğün oluşturduğu tekasür/râzı olmama durumudur. (Bkz. Pisagor’un adalet kupasına) Oysa bazı arzulardan mahrum kalmak, aslında elde etmektir. Neyi elde etmektir? Sayugayreti, tevekkülü, yeni yollar aramayı, kanaati, sabrı ve maddiyatın tahakkümünü kırıp özgürlüğü elde etmektir. O zaman bu bir mahrumiyet değil, ödenmesi gereken bedeldir. Âyetteki “Daha önce ona dua ettiğini unutur.” ifadesinin manası da nereden geldiğini unutan, elde ettiklerine değil elde edemediklerine odaklanan demektir. Oysa geldiği yeri unutan, gideceği yolda kaybolur. 6. âyette üç karanlıktan Allah’ın verdiği uzuvlar/nimetler ile kurtulan aciz insanın Rabbine şirkinden bahsedilmişken bu âyette eli biraz imkân, para görmüş birinin Rabbe nankör olup şirk koşmasından bahsedilir. Zira Âdemoğlu bu çiğ süt emmiştir. İyiliğini gördüğü kişilere bile kötülük yapabiliyor.

9-Geceleyin secde ederek ve kıyâmda durarak kanitin olan, geleceğe hazırlık yapan ve Rabbinin rahmetini dileyen mi? De ki: "Bilenle bilmeyen bir olur mu? Ancak ûlû’l-elbâb tezekkür eder."

Yukarıdaki âyetlerde anlatılan, malın malı olup ilkeleri bir kenara bırakan, cehennem ashâbı ile bu insanlar arasında bir kıyas yapılmıştır. “Gece saatlerinde secde ederek kıyâmda duranlar” ifadesinden ilk olarak baskı ve sıkıntının olduğu dönemlerde gizli gizli Rabbi zikretmek için âyetleri telkin edenler yani namaz kılanlar anlaşılmaktadır. Direkt “Salâtı ikâme ederler.” değil de salâtın parçalarının zikredilmesi de manidardır. Allah’ın emirlerine boyun bükmek (secde), herkes gaflet uykusunda iken mevcut şirk sistemine karşı dik durmak (kıyâm) ve son olarak saygı ve hûşû ile gönülden bağlılığını göstermek (kânitûn) gibi. “Kunut” mastarından ismifâil olan kânitûn, ayakta durmak demektir. Ayakta durma mecazı ile anlatılmak istenen saygı, hûşû ve gönülden bağlılıktır (Rûm: 26).

Yahzeru kelimesi “h-z-r” kökündendir. Kelime Nisâ 71’de düşmana karşı ihtiyatlı olup tedbirli davranmak manasındadır. Âhiret ise bizi bekleyen gelecektir. “Yahżeru-l-âḣirate” ifadesi âhirete karşı ihtiyatlı olmak, geleceğe hazırlık yapmak demektir. Bunu yapanlar ancak Rabbinin rahmet ve merhametini umabilir. Burada tüm ayartma ve baskılara karşı hicret için hazırlık yapanları bekleyen yeni fırsatlar “Rabbin rahmeti” ile vadedilmiştir.  “Bilenle bilmeyen bir olur mu?” ifadesi de bağlam ile düşünüldüğünde geçmiş ve bugüne bakıp geleceğe dair ne yapacağını bilen ile anlık, konjonktürel kararlar ile tedbirsiz davranan, sorumsuz câhilin bir tutulmayacağı gerçeğini anlatır. ”Ûlû” kelimesi de sahip manasını ifade eder. Elbâb, “lubb” kelimesinin çoğuludur. Bir şeyin lubbu, onun özü ve hülasası demektir. Çünkü lubun asıl anlamı hâlis ve katıksız demektir. Yani akıl; ülfiyet ve histen meydana gelen evham ve vesveselerden arındıkça buna sahip olur. Bazı meallerde “saf veya temiz akıl sahipleri” gibi karşılıkların verilmesi arınma manasından dolayıdır. Aklı evham ve vesveselerden arındırmanın yolu, bilinmezlikleri azaltıp onu doğru ve sahih bilgiler ile beslemektir. Kurân’da daima “el­bâb” şeklinde kelimenin çoğul olarak gelmesi, bireysel zekâdan ziyade kolektif akla bir âtıf olabilir. Şûrâ, bu aklı ortaya çıkardığı için Kurân’da istişare övülür (Şûrâ: 38).

10- İnanan kullarıma de ki: “Rabbinize karşı takvalı olun! Bu dünyada güzellik yapana güzellik vardır. Ve Allah’ın arzı geniştir. Sadece sabredenlere ecirleri hesapsız ödenir."

Bu âyette genelde “Bizim adımıza de ki:” veya “Ey imân eden kullar!” şeklinde mealler verilmiştir. Ancak burada “Kul yâ ‘ibâdi…” ifadesinin lafzen birebir çevirisi “De ki: Ey kullarım!” şeklindedir. Burada eğer konuşan resûl değil de Allah ise âyetin devamı “Rabbinize karşı takvalı olun!” değil “Bana karşı takvalı olun!” şeklinde olmalıdır. Ancak burada resûlden muhataplarına “Ey kullarım!” şeklinde hitap etmesi emredilmiştir. Bir padişahın tebaasına “Ey kullarım!” şeklinde hitap etmesinin bu âyette emredilen ile farkı yokmuş gibi durmaktadır. Ancak âyetin bu şekilde anlaşılması Kurân’ın en temel prensiplerinden olan tevhide aykırıdır. Zira Kurân kulluğu sadece Allah’a tahsis eder. “Yalnız sana kulluk ederiz.” (Fatiha: 5) âyeti bunu vurgular. Okuduğumuz Zümer sûresinin bağlamına da bu hitap aykırıdır. Zaten bir sonraki âyette “De ki: Muhakkak ki ben, dini ona hâlis kılıp Allah’a kul olmakla emrolundum." şeklindedir. Resûl, Allah’a kulluk ile emrolunmuşken nasıl olur da muhataplarına “Ey kullarım!” şeklinde hitap edebilir? “Kullarım kelimesinin birden fazla manası var.” açıklaması da, kelimenin bağlamda ve Kurân’ın tamamında ne maksatla kullanıldığına bakıldığında durumu kurtarmamaktadır. Öncelikle burada “kul/de ki:” ifadesinin yer alması nüzul ortamında bir şeyler söylenmesinin gerekli olduğunu gösterir. Yanlış giden bir durum olduğunda, hatalı bir düşünce, inanç veya söyleme karşı Kurân “De ki:” şeklinde cümleye başlar ve anlatmak istediğini ortaya koyar. Bağlama baktığımızda burada Müslümanların tek tip homojen bir yapıda olmadıklarını görüyoruz. Müslümanların bir kısmı bu dava uğruna hayvanlarını, malını ve mülkünü bile geride bırakıp hicrete çıkma konusunda isteksiz iken bir kısmı, gecelerini ibadet ederek geçiren, tüm baskı ve zorlamalara karşı gizliden gizliye Rabbe hûşû duyan, ne yaptığını bilen sağlam akıl sahipleridir. Zaten 9. âyetteki “Geleceğe hazırlık yapan ve Rabbinin rahmetini dileyen mi?” sorusu iki zümre arasında bir kıyas yapıldığını da göstermektedir. Son zümre ise burada zikredilen ve Resûl’ün arkasında saf tutmasına rağmen hicret konusunda çekinceleri olan ve müşriklerin gözdağından korkan ve çekinen müstazaflardır. (Müstekbir ve müstazafların ahiretteki konuşmaları için bkz. Sebe: 31) Bu akıbetten dolayı onlara hitaben “Rabbinize karşı takvalı olun!” şeklinde bir uyarı yapılmış olabilir. 13. âyette “Rabbime asi olursam azîm günün azabından korkarım.” şeklindeki uyarılar asıl çekinilmesi ve korkulması gerekenin kim veya ne olduğuna dair zihnî bir inşa gerçekleştirecektir. Şimdi mealimizin gerekçesine geçelim. Arapçada “ya” hitap zamirinin aslında Türkçede pratik bir karşılığı yoktur. Zira Türkçede çoğu zaman buna ihtiyaç da yoktur. Arapçada “Ya Ebubekir!” denir; ancak Türkçede direkt kişinin ismi zikredilerek ona hitap edilir. Bu nedenle “ya” hitap zamirine âyette yeterince vurgu varsa mealde ihtiyaç duyulmaz. Zira cümle “İnanan kullarıma de ki:” şeklinde içinde hitap barındıran bir mahiyete zaten sahiptir ve bu şekilde çevrilmesi uygun görünmektedir. Bu girişin ardından imânın sadece söylemde değil Rabbe karşı takvalı olarak ispat edilmesi gerektiği hatırlatılır. Zira imân, ispat gerektiren bir iddiadır. Buradaki ispat “Allah’ın arzı geniştir.” ifadesi ile hicret olarak belirlenmiştir. Hicretin gerekçesi de güzel ameller ortaya koyma imkânının Mekke’de giderek azalmasıdır. “Allah’ın arzı geniştir.” cümlesini,  müfessirlerin geneli hicrete işaret olarak anlamıştır. Bizim 6. âyetten buraya kadar yaptığımız tüm hicret yorumlarının gerekçesi de bu cümledir.

Dünyada salihat değil de hasenat yapmaktan neden burada bahsedilmiştir? Zira hasenat tıpkı ibadetlerde olduğu gibi kişinin kendisine yaptığı iyilikler ve güzellikler iken, salihat başkalarını kapsayan bir üst ameldir. Müslümanların bulundukları yer hasenata bile engel olan bir ortam olduğu için salihattan zaten bahsedilmemiştir. Bu yüzden hasenatlarını geceleri gizli gizli sadece ibadetler ile sınırlı olarak yapmak zorunda kalmışlardır. Kuşkusuz her İnsan, sosyal çevresinde veya ülkesinde inançlı ve erdemli olarak yaşayabileceği düzeyde bir özgürlük ortamına ihtiyaç duyar. Müslümanın bunun için çaba göstermesi; ayrıca özgür bir ortamda yaşıyorsa bunun değerini bilmesi gerekir. Âyetteki “Allah’ın arzı geniştir.” cümlesi, bir kimsenin bulunduğu yerde dinî ve ahlâkî ilkeler gereği hasen/güzel bir hayat yaşaması asgari şartlarına dikkat çeker.  Eğer bundan yoksun kaldığı ve gidişatı olumlu yönde değiştirme imkânı da bulamadığı takdirde, inandığı değerlerden vazgeçmeyip bu değerleri serbestçe yaşayabileceği başka bir ortamda alternatifleri değerlendirmeye işaret etmektedir. Bu, iş yerini değiştirmekten, başka bir ülkeye göç etmeye kadar her türlü yer değişikliğini kapsar. Bu ruhsat verilmesine rağmen neden birkaç yıl sonra Hz. Peygamber ve arkadaşları ancak Medine’ye göç etmişlerdir? Bu gecikmenin sebebi, inanan kulların akılarında hiçbir soru işareti kalmadan kendi hür iradeleri ile hicrete razı olmaları şartıdır. Zira insanın değerleri uğruna böylesine bir özveriyi göze alması büyük bir sabır ve kararlılık işi olduğu için âyet “sabır” vurgusu ile de bitmiştir. “Ecrin hesapsız verilmesi” hicret konusunda enam örneğinde de olduğu gibi bazı hesapların göçü geciktirmesine karşılık olabilir. Hicretten 2 yıl öncesinden itibaren bu tür âyetlerin gelmesi hicret konusundaki tereddütlerin ne kadar büyük ve derin olduğunu göstermesi açısından da manidardır. Zaten “ibâdi/kullarım” sadece olumlu bir zümreyi ifade etseydi burada “inanan” gibi bir eklemeye ihtiyaç kalmazdı. Sadece kullarıma söyle denilmesi yeterli olurdu. Bir de Allah’a karşı takvalı olmayan kullar vardır ki onların kendilerini nasıl israf ettikleri Zümer 53’te işlenecektir.

11- De ki: "Muhakkak ki ben, dini ona hâlis kılıp Allah’a kul olmakla emrolundum."

2. âyette dini, kitaba hâlis kılarak Allah’a kulluk emredilmişti. Orada amaç Allah’ın astındaki velileri inancını kaldırıp Allah’a isnat edilen çocuk veya soy sop gibi iftiralardan dini halis kılmaktı. Yine dini bozanların iyi niyetle bunu yaptıklarını da 3. âyette şöyle ifade edilmişti: “Biz, onlara sadece bizi Allah’a itibarca yaklaştırması için kulluk ediyoruz.” Okuduğumuz 11. âyetteki bağlam ise dini maddî menfaatler uğruna kirlenmesi ihtimaline karşı bir vurgu içermektedir. Verilen nimetlerin şükür gerektiren birer araç olduğunu unutan kul, zamanla aracı amaç hâline getirip borçluluk bilinci olan dini kirletir. Dini kitaba hâlis kılıp sadece Allah’a borçlu olduğunun farkında olan kula kimse hatta kendi nefsi bile boyunduruk vurmakla onu korkutamaz. Resûl’ün dini ona hâlis kılıp Allah’ın emirlerine teslimiyette nasıl öncülük yapması gerektiği sonraki âyette şöyle ifade edilmiştir:

12- Ve ben, teslim olanların evveli olmakla emrolundum.

Âyette neden “Ben müminlerim/inananların ilkiyim.” değil de “Müslümanların/teslim olanların ilkiyim.” ifadesi seçilmiştir? Zira imân daha genel bir konu iken teslim olmak anlamındaki “muslimin” daha özel olabilmektedir. Bu âyet 2. âyetteki “Muhakkak ki biz, kitabı sana hak ile indirdik. Öyleyse dini ona hâlis kılarak Allah’a kulluk et!” ifadesinin devamı şeklinde okunmalıdır. Burada “Hak olarak indirilen Kurân’a ve onun emirlerine teslim olanların ilkiyim.” ifadesi öncelikli manadır. Müminlerin ilki Hz. Âdem, Kurân’a teslim olanların ilki ise Hz. Muhammed’dir. Zaten âyetin sonundaki “emrolundum” ifadesi yine indirilen kitabın emirlerini ifade etmektedir. Cümlenin bir manası da vahyin emirlerini yerine getiren her Müslümanın dini temsil sorumluluğu olduğudur. Nasıl ki resûller yaşadığı toplumlarda örnek olmakta başı çektiyse Müslümanların da inandıkları değerleri yaşamada öncülük etmeleri gerekmektedir. Herkesin yalan söyleyip gıybet ettiği bir ortamda “Ben yalan söylemeyenlerim ilkiyim.” demek kendi arkasından bu kötülüğü bırakanların olduğunu da ima etmektir. Zina etmeyenlerin ilkiyim, faiz yemeyenlerin, iş yerinde mesaiden çalıp yolsuzluk etmeyenlerin, bir yetime sıcak bir yuva bulanların ilkiyim, karşılıksız paylaşanların ilkiyim vs. Bu cümle aslında Kurân’da teslim olunması gereken tüm emirleri kapsamaktadır. Rabbim bizleri de bu örnek şahsiyetlerden eylesin.

 13- De ki: "Muhakkak ki ben, Rabbime asi olursam, azîm günün azabından korkarım."

Emrolunanı yapmamak Rabbe asi olmak şeklinde burada tanımlanmıştır. Rabbe asi olma durumunda, zararı asi olan çeker. Çünkü Allah’ın kullardan istediği tüm emirler kulun yararınadır. Burada neden hesap günü, kıyâmet veya âhiret denmedi de “azîm günün azâbı” ifadesi seçilmiştir? Sorumuzun cevabı korku kelimesinin mahiyeti ile alâkalıdır. Âhiret korkusu bilgiye dayalı bir endişe olması gerektiği için “havf” değil “haşyet” kökünden bir kullanım konuyu öldükten sonraki hesap günü ile sınırlandırabilirdi. Ancak burada geleceğin neleri getirip götüreceği konusundaki belirsizlikleri vurgulayan “ehâfu” kelimesi seçilmiştir. Hicret etmeyip Mekke’de kalanları aslında “azîm bir günün” yani çetin ve zor bir dönemin beklediği de seçilen kelimelerle ihbar edilmiştir.  İfadeyi sadece âhirete müteallik okumak yerine dünyayı da kapsayacak şekilde anlamak daha doğru olacaktır. Zira Rabbin emirlerini doğru anlayıp ona göre hayatını tanzim etmeyenler hem bu dünyada hem de öteki hayatta sıkıntı ve azâplar yaşayacaktır.

14- De ki: "Ben dinimi ona hâlis kılarak Allah’a kulluk ederim."

Dini Allah’a hâlis kılmak kişiyi nasıl ki azîm günün azâbından korundu ise Allah’a kul olmak da başkalarına veya nefsine köle olmaktan kişiyi korur. Dini kitaba hâlis kılarak sadece Allah’a borçlu olduğu şuuru zorla olmayan, tamamen hür iradesi ile seçilmesi gereken bir ahlâktır. Zira her tür zorlama ihlası bozar. Bu yüzden bir sonraki âyet seçme özgürlüğünü şöyle konu edinir:

15- Artık O’nun astında dilediğiniz şeye kulluk edin! De ki: "Muhakkak ki, kendisini ve ehlini hüsrâna düşürenler, kıyâm günü hüsrana uğrayacaktır." Bu apaçık bir hüsrân değil midir?

Âyetin başındaki “Allah’ın berisinde dilediğiniz şeye kul olun!” ifadesi Kurân’ın; muhataplarına tanıdığı seçme özgürlüğünün somut örneklerindendir. Sonu hüsrân da olsa herkes seçimlerinde serbest bırakılmalıdır. Zira “Dileyen imân etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf: 29) ilkesi Kurân’ın en önemli ilkelerindendir. Hüsrân “h-s-r” kökündendir. Manası sermayenin azalması, ticarette ziyana uğramaktır Müfredat). Yaptıkları özgür seçimlerle Mekke’de kalmak kendilerini ve ehlini hüsrâna sürüklemektir. Müşriklerin yanında kalma tercihi, başta kârlı bir ticaret ve rahat bir yaşam vaad etmişken zamanla bunun (ḣusrânu’l-mubîn) apaçık bir iflas olduğu anlaşılacaktır. Zayıf olarak görülen Müslümanlar ile hicret etmenin ve onların himayesine sığınmanın başta tam bir hüsrân olduğu zannının, zamanla tam tersine döneceği şöyle ifade edilmiştir:

16- Onların üstünde ateşten gölgeler vardır ve altlarında gölgeler vardır. İşte böyle, Allah kullarını onunla korkutuyor. Ey kullarım! Öyleyse bana karşı takvalı olun!

Zulel; gölge manasında olan “zil” lafzının çoğuludur. Bundan maksat, gölgelerin insanı güneşin yakıcı sıcağından korumasıdır. Zaten Kurân’da cennet nimetleri arasında bu gölgelikler de zikredilir. “Kuşkusuz takva sahipleri gölgeler altında ve pınar başlarındadır.” (Mürselât: 41) âyeti buna işaret eder. Ancak bu âyette serinletici bir gölgeden değil, yakıp kavuran bir gölgeden bahsedilmiştir. Zor, sıkıntılı ve dayanılmaz bir durumu ifade etmek veya büyük bir sorumluluğu anlatmak için Türkçede kullanılan “ateşten gömlek” benzetmesi gibi burada “ateşten gölgeler” deyimsel ifadesi seçilmiştir. Aslında bir önceki âyetin ifade ettiği “hüsrân” burada tefsir edilmiştir. Yani serinlemek maksadı ile girilen gölgenin onu daha çok yakıp kavurması… Bu mecazların asıl maksatları sosyolojik karşılıklardır. “Onlar” denilen kişiler Resûl ile hicreti göze alamayıp Mekke’de müşriklerin himayesine/gölgesine güvenenler ve kurulu düzenin konforunu seçenlerdir. Dikkat edilirse ateşten gölge buradaki kulların üzerinde/fevkinde iken altlarındaki gölgeler yani kendi gölgeleri ateşten değildir. Bu metafor Mekkeli müşrik tâğûtların başta insanları koruyup onların rahatını sağlama şeklindeki sahte vaatlere bir gönderme olabilir. Hüsrânın mubin olması, zamanla anlaşılmış olmasındandır. Kişinin üstündeki gölge kast sistemi olan şirkin baskısı, altlarındaki gölge ise ehlini koruyup kollama niyetine de gidebilir. Ancak bu seçim 15. âyetin beyanına göre kendisini ve ehlini hüsrâna düşürmektir. Allah kendisi ile kullarını bu yüzden korkutmuyor. Allah “Onunla (şirkin oluşturduğu kast sistemi ile) kullarını korkutuyor.” Rahmân olan Allah; dostun aslında düşman olduğu, gölgenin ve sığınağın zamanla ateş çukuruna dönüşeceği konusunda kullarını önceden veciz benzetmelerle uyarmaktadır. Yoğun mecazın seçilmesi müşriklerin orantısız saldırılarına karşı Müslümanların daha da zayıflamasını engellemek içindir. Bu uyarıları dikkate almayanların takvalı bir ahlâka sahip olmadıkları ifşa da edilmiştir.

17-  Ve tâğûta kul olmaktan kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde... Öyleyse kullarımı müjdele!

Tâğût kelimesi “tağa” kökünden türemiştir. Kelimenin kökü “Muhakkak ki (tufanda) su taştığı zaman(tağa), sizi gemide biz taşıdık.” (Hakka: 11) âyetinde kullanılmıştır. Tuğyan ile aynı kökten olan tâğût kelimesi; sınırını bilmeyen, taşkınlıkla etrafına zarar veren, zulmü hakkı zanneden, kibirli, zorba manasındadır. 15. âyetteki “Artık dilediğiniz şeye kulluk edin!” ifadesi bunu söyleyenin tâğût olmadığının beyanıdır. Tâğût, Allah’ın astına kendini koyandır (Zümer: 3). İnsanların mallarına çökendir (Zümer: 6).  Din denilen borçluluk bilincini Allah’a hâlis kılmayı engelleyip insanların kendisine borçlu olduğunu savunandır (Zümer: 8). İnsanları himaye ediyormuş gibi görünerek onları kendisine kul edinendir (Zümer: 16). Ancak tüm baskı ve kandırmalara karşı hicret eden ve tâğûta kul olmayan Müslümanlar; özgürlükle, güvenlikle, izzet ve şerefle, servet ve bollukla müjdelenmiştir.

Bu tâğûtlar, İbrahîm peygamber döneminde Nemrut, Mûsa peygamber döneminde Firavun, Muhammed peygamber döneminde de Ebû Cehl ve Velit b. Muğire gibi Mekke’nin ileri gelen kodamanları idi. Günümüzde ise her tür güç odaklarıdır. Tâğût bir ailenin reisi, iş yerinde patron veya şef, sınıfta öğretmen, mahallede çeteler, inançta bazı mollalar,  

 Tâğûta kul-köle olmamanın yolu ise bir alttaki âyette şöyle özetlenir:

18- Onlar, sözü işitirler, böylece onun en güzeline tâbi olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidâyete erdirdikleridir. Ve işte onlar, ulûl’elbabtır.

“Onlar sözü işitirler” ifadesi “muhatabın ne demek istediğini, maksadını doğru anlarlar” manasına gelmektedir. Hidâyet üzere olan kişiler bu davranışı ahlak haline getirirler. Dinlemeyi bilmeyen ne öğrenebilir nede öğretebilir. Zira muhatabın neye ihtiyacı olduğunu umursamadığı için onu anlamakta istemez. Bunu zaman kaybı olarak görür. Dinlemek, muhatabınıza saygı gösterdiğinizin bir işaretidir. Anlatılana ilgi göstermeyip, dinlemeyenin karşısındakine bilinçli veya bilinçsiz verdiği mesaj “ben size değer vermiyorum” şeklinde olur. Kendine dönük, sürekli kendinden bahseden insanların güçlü ve sağlıklı ilişkiler kurmaları bu nedenle çok zordur. İyi bir dinleyici olmak insan olmanın gereğidir. Zira insan ünsiyet kuran demektir. Bu kişiler başkalarıyla daha çok bağlantı kurup daha güçlü bir iletişime geçebilir. Bunun temelinde herkesin kendisini dinleyen birilerine olan fıtri ihtiyaçları yatar. Düşülen hatalardan biri de özellikle otorite ve mevki kazananların gittikçe daha az dinlemeleridir.  Dinlemeyi bilen için kötü sözlerde bile sakınılması gereken ibretler ve dersler vardır. Dinlemek var dinlemek var eğer anlamak için değil de cevap yetiştirmek için dinliyorsak orada sağlıklı bir iletişim kurulamaz. Güzel konuşanlar aslında iyi birer dinleyicidir. Dinlemenin anlam alanına okumakta girer. Bir kitabın, makalenin tamamını okumadan onun hakkında hüküm vermek Kurân’a göre doğru olmaz. Konuşmak için konuşmak muhatabınızı rahatsız edebilir. Sükûnetten daha güzel bir sözünüz yoksa konuşmamak gerekir. Bu peygamber ahlakıdır. Zarûret olmaksızın ve hayrını umduğu meseleler hâricinde Allah resûlü sukût ederdi. Yüksek sesle konuşmaz kısa ve özlü konuşur, sözü lüzumsuz yere uzatmazdı. Bu minvalde Allah resulü şöyle buyurmuştur: ya hayır konuş yâda sukut eyle. (Buhârî, Edeb) “Eğer fayda verecekse hatırlat.” Ala:9 Bu âyetin zımni devamı faydasız sözdense sukût eylemenin gerektiğidir. İletişimde de bencillik olur. Sürekli konuşan ve karşısındakine söz hakkı tanımayanlar aslında bencil insanlardır. Empati yeteneği zayıf ve kibirliler herkesin kendi sözünü dinleyip itaat bekler. Tâğût olma yolundakiler hep emredip çevresindekilerin kendi sözünden çıkmamasını ister. Tâğûttan kaçınanlar sözün tamamını dinleyip onların emrettiklerine değil en güzel olana tabi olurlar. Burada en güzel söz bizce doğrudan Kurân değildir. Zira bu yorumda sözü işitip içinden en güzelini seçmek manası olduğu için tabi olunmayan sözlerinde âyet olma durumu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle onlar sözü işitip vahye uygun olanına tabi olurlar şeklinde anlamak daha doğrudur. Zira bağlamda müşriklerin sözleri ve iddiaları da söz konusudur. Zaten güzel manasındaki ahsen kelimesinin hüsn den farklı olarak daha çok dış güzellik anlamındadır. Sözün güzelliği salih amellere kişiyi ulaştırmasındandır. Bu yüzden Elmalılı “Onlar ki sözü dinlerler, sonra da en güzelini tatbik ederler” şeklinde anlam vermiştir. Tabi olmak ifadesinde zaten bir uygulama ve tatbik vardır. Sözün güzelini işitmesine rağmen bunu hayatına yansıtmayanları bu söz, fikir, düşünce tâğûtlardan, şirkten, zulümden korumaz. Ahsen olana tabi olma imkânı bulamayanlar hicret etmek zorunda kalmıştır. Sözü işitip en güzeline tabi olmak aslında bir seçimdir. Bu seçimde kişi hak ve batılı, güzel ve çirkini, doğru ve eğriyi de ayırt etmesi gereklidir. Âyet aynı zamanda din ve vicdan hürriyeti de muhatabına kazandırmıştır. Nasıl ki 15. âyette Allah’ın astında dilediğinize kulluk edin özgürlüğü vardı ise bu âyette de yapılan seçimlerin farkında olarak bunu yapın emri vardır.

Mezhepler ve onların iştihalarında kullandıkları alametlerinden en açık olanını seçmek de bu hükme girer. Müminlerin, mezhepler konusun­da, “bağlanan deve gibi olma” atasözünde söylendiği gibi olmamaları gerekir. Herkesin sözüne bakıp kendileri için en uygun ve güzel olana, hayırlı ve güzel amellere vesile olan fikirlere, görüşlere tabi olmak en Kurân’î olanıdır.

19- Öyleyse üzerine azap kelimesi hak olup ateşte olanı sen kurtarabilir misin?

Üzerine azap kelimesi hak olmuş ne demektir? Kelime “kavl”den farklıdır. Bir üsteki âyette sözün/kavlin tamamını dinler denirken burada azap kelimesinden bahsedilmiştir. Kelimenin kökünü müfredat şöyle tarif eder: “k-l-m” iki duyu organından biriyle algılanan tesirdir. Buna göre, kelam duyma duyusuyla algılanan sözdür. Fiil şekli, bir kişiyi açıkça etkisini gösterecek bir şekilde yaralamaktır. Bu iki anlamı birleştirdiğimizde azap kelimesinin hak olması, zamanla azabı hak edecek bir sürece girmeleridir. Azabı gerektiren ilahi şartlar, yasalar ve tesirlere bu bağlamda “kelime” denmiştir. Ateş, cehennem anlamına gelirse resulün, velilerin, şehitlerin vs. şefaat edeceği kişiyi azaptan/cehennemden kurtaracağına dair tüm inançları ve beklentileri âyet boşa çıkarmıştır. Biz bu ifadenin dünyadan başlayan bir azap olduğu kanaatindeyiz. Üzerine azap kelimesinin hak olması tercihleri ile azabı hak edenlerin zorla bu seçimleri resulün değiştirme ve onları kurtarma sorumluluğunun olmadığını belirtilmiştir. Muhtemelen bu tarz âyetlerin bir hikmeti de sahabenin sevdiklerini dalalette ve şirkte görmeye dayanamayıp resule yaptıkları baskılar olabilir.

20- Lâkin Rabblerine karşı takvalı olanlar için, odaların fevkinde bina edilmiş odalar vardır. Onların altından nehirler akar. Bu Allah’ın vaadidir ki, Allah miadında ihtilaf etmez.

Odalar manasındaki “ğuref” kelimesi müfredatta şöyle tarif edilir:  “Bir şeyi kaldırıp almaktır. Su ve çorbayı aldım/avuçladım, denir. Eliyle bir avuç avuçlayanlar hariç (Bakara, 2/249). Binanın bir odası. Cennetteki makamlara da ‘ğuref’ denir. Onlara, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamı verilecek (Furkân, 25/75); İmân edip iyi işler yapmış olanları elbette onları cennetin altlarından ırmaklar akan yüksek makamlara yerleştireceğiz (Ankebût, 29/58); Onlar, yüksek derecelerde güven içindedirler (Sebe, 34/37).”

Kendi yaşadıkları evlerindeki odaların fevkinde daha üstün mekânlar verileceği burada vaad edilmiştir. Ğurfe kelimesi, müfredatta tanımlandığı gibi saray, köşk değil de yüksek makam ve mevkiler olarak anlaşıldığında sorumluluk bilinci ile hareket edenlerin -hem hak hem de halk nazarında- mevcut değerlerinin kat be kat artacağı müjdesini akla getirir. Odalar insanı dışardan gelen zarara karşı koruyan küçük hücreler olarak düşünüldüğünde, vahyin insanı çepeçevre sarıp güvende hissetirme vasfına da değinilmiş olabilir. Zira verilen bu odalar maddî ve manevî açıdan güveni temin eder.

Nehirler zaten zeminden akar. Burada zemin değil de “altlarından” kelimesinin kullanılması yer altı nehirlerine bir gönderme yapıldığını düşündürmektedir. Bu nehirler yukarıdan bakıldığında görünmeyen; ancak yüzeye yakın yerlerde vahaların oluşmasını sağlayan yaşam kaynaklarıdır. Çölün ortasındaki bir vahaya ilk etapta görülmeyen su hayat verdiği gibi vahyin de boykot döneminden yeni çıkmış sahabeye verdiği tam manasıyla abıhayattı. Kurân, onları dipten besleyerek güçlenmelerini sağlamakta ve kuşandıkları bilinçle başkalarına karşı da faydalı ve sorumlu bir topluluk oluşturmaktaydı.

21- Allah’ın gökten su indirdiğini görmedin mi? Böylece onu, yerin su membalarına akıtır. Sonra onunla muhtelif renklerde ziraî ürünler çıkarır. Böylece kuruduğunda onu sararmış görürsün. Sonra onu çer çöp kılar. Muhakkak ki bunda ûlû'l-elbâb için mutlak bir zikir vardır.

Buradaki zikir yani hatırlatma nedir? Ûlû’l-elbâb olan bu örnek ile neyi hatırlar? Öyle ki bu örneğin verilme sebebinin imkânların geçici birer emanet olduğunu hatırlatmak için olduğu anlaşılmaktadır. Gökten hayat kaynağı olan su ile bazı çiçekler çeşit çeşit açıp muhtelif faydalarla gökten inen ikrama şükrettiği gibi muttakiler de buna benzetilmiştir. Oysa inen rahmetten istifade edemeyen, kuruyup hiçbir faydası olmayan çer çöp olur. İşte insan da o nûrdan mahrûm kalırsa muhtelif faydalarla etrafını güzelleştirmek yerine kupkuru ve zararlı dikenlere dönüşür. Gökten inen rahmet örneğinin verilmesinin sebebi bir sonraki âyette şöyle ifade edilir: (Başka örnekler için bkz. Kehf: 45-46; Yûnus: 24)

22- Allah kimin sadrını İslâm için açarsa artık o, Rabbinden bir nûr üzere değil midir? Allah’ın zikrinden kalpleri katılaşanların vay hâline! İşte onlar, apaçık bir dalâlet içindedir.

Şerh-ı sadr tamlamasının sözlük anlamı göğsün açılmasıdır. Ancak bu ifade daha çok bir deyim olarak iç âlemin ilgi duyulan tarafa doğru açılması, gelişip genişlemesi demektir. İslam’a doğru sadrın şerh olması kişinin barış/sulh ve selâmet istikâmetinde yüreğinin çarpmasıdır. Yüreği sadece maddiyat için çarpanların zamanla insanî üst erdemlerden mahrûm kalacağı, bencilleştikleri için paylaşmayacakları, çıkarı için merhametsiz olup başkalarına zarar vermeyi bile göze alabileceği “kalplerin katılaşması” ifadesiyle vurgulanmıştır. Sadrın İslam’a açılmasının zıddı sadrın daralmasıdır. Bu durum zamanla kişiyi sabırsız, cezalandırmada acele eden, acil olanı isteyen, dar ufuklu ve tahammülsüz kılar. İslam’ın zıddı olan ne varsa kişinin sadrı bu kez o yöne açılır. İslam’a sulh ve selâmet dersek zıddı savaş ve kargaşaya sadrın açılmasıdır. 6. âyetteki 3 karanlık içinde yaratılmanın ardından burada Rabb’den bir nûr üzere olmaktan bahsedilir. İnsan kendine verilenler ile yolu görebilir; fakat o yolda ilerleyebilme ancak indirilen nûrdan istifadeye bağlıdır. Sadrın İslam’a açılmasının bir manası da bu meylin gönüllülük esasına göre olmasıdır. 

23- Allah,  katmanlı, benzeşen bir kitap olarak en güzel hadisi indirdi. Rabblerine hûşû duyanların tenleri ondan ürperir. Sonra Allah’ın zikrinin karşısında tenleri ve kalpleri yumuşar. İşte bu, Allah’ın hidâyetidir, onunla dilediğini hidâyete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidâyetçi yoktur.

Mesânî, tekrarlanan, katmanlı anlamına müsenna’nın veya “ikişerli” anlamına mesna’nın çoğulu olabilir. Kelimeyi katmanlı tekrarlar manası üzerinden anlamak daha isâbetli görünmektedir. Bu sûretle herhangi bir şeyin kat ve kıvrımlarına “mesânî” denildiği gibi, hayvanın katlanan dizlerine ve dirseklerine mesâni’d-dâbbe; vadinin kıvrım ve dönemeçlerine de mesâni’l-vâdî denir. Yine bükülmüş ipe ya da ipliğe “mesnât” veya “misnât” adı verilmiştir. Mesânî, Zümer 23’te Kurân’ın bir sıfatı olarak da geçer. Bu, anlam olarak Kurân’ın “tek kat” değil, “kat kat” olduğunu ifade edebileceği gibi, Kurân’ın çift kutuplu niteliğine bir âtıf da olabilir (Elmalılı ve Râzi). Zahiri anlamdan alttaki katmana ulaşmak oradaki müteşâbihatı tespit ile gerçekleşir.

Müteşâbih konusuna gelince şibh, şebeh ve şebih kelimeleri benzer, nazir ve eş demektir. Bir şeyin bir şeye benzemesine denir. Müteşâbih; lügat bakımından teşâbüh’ten türetilmiştir. Teşâbüh, iki şeyden birinin diğerine benzemesidir. 

Âyette zikredilen “kitâben müteşâbihen” kitabın içinde anlatılanların hayat ile benzerliğine âtıf olduğunu düşündürmektedir. Zira tarih tekerrürden ibarettir. Mesânî de bu benzeşmenin mana katmanları olarak kitapta yer almasını anlatır. Kalp ve taş arasında müteşabihat kuran başka bir âyet ise şöyledir; “Sonra, bunun arkasından kalpleriniz kasiyet bağladı, öyle ki taş gibi hatta daha da katı oldu. Ve gerçekten, taşlardan öyleleri vardır ki, ondan nehirler fışkırır. Ve gerçekten, onlardan öyleleri vardır ki, yarılır, böylece içinden su çıkar. Ve mutlaka onlardan öyleleri vardır ki, Allah’a karşı duyduğu huşûdan yuvarlanıp aşağılara düşer.” Bakara:74 Bazı kalplerin potansiyeli o kadar yüksek ki dışarıdan bir müdahale olmadan onların içinden hayat fışkırır. Bazıları dışardan bir müdahale ile ancak etrafındakilere rahmettir. Bazıları da hakikati öğrendikçe kibrin dağlarından tevazu sahillerine iner. Etrafına fayda sağlamasa da artık zarar vermez. Bu benzerlikler sadece tabiat kitabıyla değil tarihte yaşanmış olaylar ile bugün yaşananların benzeşmesi üzerinden de yapılmıştır. Kurân sadece tabiat kitabıyla değil, tarih kitabı, insan kitabı ve sosyal hadiseler üzerinden de benzeşen, gerçeklik ile uyumlu ifadeler kurmaktadır.

Muhatap kendi hayatının kıssalar üzerinden yaşandığına ve kazanılan zafere, mutlu sona şahit olunca umutlanmaktadır. Âyet bu rûh hâlini “…tenleri ürperir.” ile tarif etmektedir.

Zaten en güzel söz/kavl veya en güzel kelâm değil de en güzel hadis (ahsene’l-hadîś) şeklinde âyetin başlaması, kitapta anlatılan yaşanmış hadiselere bir göndermedir. “Allah’ın zikrinin karşısında kalpleri ve tenleri yumuşar.” ifadesi içerdeki değişimin dışa yansımasıdır. Kalbin yumuşaması kişiyi daha iyimser yapar. Geleceğe güvenle bakan iyimser olur. Bu hâl belirsizliğin verdiği gerginlikten kişiyi kurtarıp kalbin sükûna ermesinin sonucudur. Hicret öncesi misalen Hz. Mûsa ve Hz. Harûn’un Firavun’un elinden kurtulması, tüm resûllerin zafer garantili mücadeleleri, zorluk ve sıkıntı çeken Müslümanlara bir hedef ve rota çizmektedir. “İşte bu, Allah’ın hidâyetidir, dileyeni Allah onunla hidâyete erdirmiştir.” Ancak resûlün getirdiği fedakârlık gerektiren bu rotadan gitmek istemeyenlerden “Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidâyetçi yoktur.” netliğindeki ifadeyle bir sonraki âyete geçiş yapılacaktır.

24- Bu durumda kıyâm günü, onun yüzünü kötü azâptan kim koruyabilir? Ve zâlimlere denir ki: "Kesp ettiğinizi tadın!"

“Yüzünü azâbın şiddetinden koruyan” ifadesiyle “cüz’iyyyet mecaz-ı mürseli” yapılmıştır. Yani bedenin bir parçası anılıp bütünü kastedilmiştir. Burada vech, insanın yöneldiği yerin nûr değil, ateş olduğuna da bir göndermedir. Yüz, insanı diğerlerinden ayıran kimliğidir. Burada zulüm yönünde yapılan tercihlerin kişinin karakter ve akıbetini nasıl olumsuz etkileyeceği hatırlatılmıştır. Bu anlatım 22. âyetteki “Allah kimin sadrını İslam’a açarsa…” ifadesinin zıddıdır.

25- Onlardan öncekiler yalanladı. Böylece onlara şuurunda olmadıkları bir yönden azâp geldi.

Kat kat benzerliklerin, bir veçhinin tarihin tekerrürü olduğuna dair delil âyetimiz budur. Bir önceki âyette ifade edilen zâlimlerin kesp ettikleri, aslında hileyle veya zorla elde etikleridir. Şuurunda olmadıkları yerden azâbın gelmesi, kesp edilenlerin kazanç değil azâp olduğu hakikatidir. Aslında en kârlı olduğunu düşünen, en zararlı konumda olabilir. En güçlü yerde olduğunu zanneden de en âciz ve güçsüz yerde olabilir. Dolayısıyla bunun farkında olmama hâli dalâletin ta kendisidir. Sonuç ise hüsrandır.

26- Öyle ki Allah, onlara dünya hayatında rezilliği tattırdı. Ve gelecek olan azâp elbette daha büyüktür. Keşke bilmiş olsalardı.

Âyetin rezillik ve azabı dünyada başlatması bizim cehennem ile alakalı âyetlere daha geniş bir perspektif ile bakmamızın sebeplerindendir. Dünyada tattırılan rezilliğin sebebi 24. âyetteki zalimlerin kesp ettikleridir. Dikkat edilirse burada dünya hayatındaki zillet ve rezilliği tattıran Allah’tır. El-Hayır olan Allah’tan asla bir şer ve kötülük sadır olmayacağına göre yaşanan zilletin tek amacı muhatabın bu durumu görüp hatadan dönmesidir. O yüzden âyetin sonu “keşke bilmiş olsalardı” gibi bir temenni ile bitmiştir. Bu temenni aynı zamanda tattırılan zilletin amacıdır. Eğer kazanım olarak gördüklerimiz bize zarar verip zillete sürüklüyorsa ondan vazgeçmek gerekir. Zira bunlar birer ikazdır. Gelecek olan azabın daha büyük olma sebebi ikazları kibirle ve hırsla göz ardı edip hatada ısrardır. Tamamen azap ve cezadan bahseden bir âyetin “keşke bilselerdi” şeklinde bitmesi Kurân’ın şefkat ve merhamet temelli hitabına tipik bir örnektir.

27- Ve doğrusu, bu Kurân’da insanlar için her misali ortaya koyduk. Umulur ki, tezekkür ederler.

Kurân’ın çeşitli meselelerden örnekler getirme sebebi tezekkürdür. Bir düşünme türü olan tezekkür, zikir kökünden gelir. Tezekkür, geçmişe bakıp edinilen deneyimle geleceği doğru inşa etmek için yapılır. Geçmiş kavimlerin kıssaları tezekkür vesilesidir. Kurân’da tüm meselelerden kasıt, tarihte yaşanmış her olay değil, sadece insanlara örneklik teşkil edip hayatlarında karşılığı olan misal ve kıssaların bir kısmı manasındadır.

28- Eğriliği olmayan, apaçık ortada olan bir Kurân'dır. Umulur ki, böylece takvalı olurlar.

Kurân kelimesi, mârife/belirli olarak geldiği yerlerde isim olarak son vahye delâlet eder. Nekira/belirsiz geldiği yerlerde bazen mastar manası taşır ve “okuyuş, toplanmış” gibi manalara delâlet eder. İsrâ 74’te Kurân bir araya gelmek, toplanmak anlamında “kurâne’l-fecr” şeklinde geçer. Anlamı fecir ışıklarının bir araya gelmesi demektir. Yine Kıyâmet 17’de “İnne aleynâ cem’ahu ve kur’ânehu/Muhakkak onu bir araya getirmek ve toparlamak bize aittir.” şeklinde gelir. Zîra harflerin cem edilmesi, bir araya getirilmesi ile kelimeler, kelimelerin bir araya gelmesi ile âyetler dediğimiz cümleler oluşur. Bu cümlelerin toparlanması da sûreleri oluşturmaktadır.

Arabiyyen kelimesinin sadece terimsel anlamda “Arapça, Arap dili” olarak anlaşılması ve açıklanması doğru değildir. Zîra bu kelime “arabe” kalıbından olduğu kadar “arube” kalıbından da türemiştir. Kelimenin “arube” kalıbına göre anlamı “fesâhat, fasîh konuşmak” demektir. Arab’a, dili “açık ve anlaşılır” olduğu için Arab denmiştir. (Krş. Râd: 37) O zaman ifadeye “Arapça bir Kurân olarak indirdik.” yerine “Detaylar vererek öz ve hikmetle, benzerliklerle, örneklerle açık ve anlaşılır bir şekilde meramını aktarabilen bir okuyuş olarak indirdik.” dememiz daha doğru olacaktır. Bu nedenle Arap kelimesini, lügat manası ile çevirmeyi uygun görüyoruz. Zîra günümüzde Arap denince insanların zihnine sadece belli bir coğrafyada Arapça konuşan bir ırkın adı gelmektedir. Kurân’da ise bağlama göre değişmekle birlikte genellikle bir ırktan değil meramın sağlıklı aktarılmasından bahsedilir. “Arabbiyyen” kelimesine kök manasını verdiğinizde artık orada mana yerel bir lisân veya ırkı kastetmekten çıkıp âlemlerin Rabbinin hitabına uygun evrensel bir mahiyet kazanacaktır. Arabiyyen; apaçık, anlaşılır;  acem(ce) ise açıklayamayan/kapalı, meramını anlatmada acemi demektir. İndirilen âyetlerin mübîn ve arabi olmasının tek hikmeti âyetin sonunda şöyle özetlenmiştir: “Umulur ki takva sahibi olursunuz.” Bu ifade aynı zamanda kitabın indiriliş amacını da özetler.

Tezekkür için eğriliği olmayan, tam ve doğru bilgiye ihtiyaç vardır. Bilginin amacı da bizi takvaya ulaştırmasıdır. Takvaya ulaştırmayan bilgi, muhatabını kitap yüklü merkebe çevirir. O yüzden bilgiden önce onun amacı gelir. Amaç eğri ise sonuç doğru olmaz. Bilge, bilmişlik taslamak için bilen değildir. Bilge, öğrendiğini bir ödev ve sorumluluk olarak görüp doğru bir amaç ile hayatına tatbik edebilendir.

29- Allah, şu misali verdi: Aralarında anlaşamayan birkaç ortağa teslim olmuş olan ile tek bir kişiye teslim olan kişinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah’a mahsustur. Ama onların çoğu bunu bilmez.

Darb-ı mesel ifadesi iki kelimeden oluşur: Biri meseldir ki manası “örnek, örneği olmak” manasındaki müsûl kökünden türemiş bir sıfat olup “örnekler” için kullanılır. Türkçede kullandığımız emsalsiz kelimesi “benzeri, örneği olmayan” demektir. Mesel ayrıca “sıfat, vasıf, söz, ibret ve kıssa” manalarına gelir (Lisânü’l-ʿArab, “ms̱l” md.). Râgıb el-İsfahânî meseli “açıklamak amacıyla benzeri hakkında söylenen söz” şeklinde tanımlamıştır (el-Müfredât, “ms̱l” md.). Darb ise misali gereksiz ayrıntılardan kurtarıp kısaltmaktır. Bu nedenle hadislerin metin ve senetlerinde yanlış ya da fazla yazılan harf, kelime veya cümlenin üzerine bir çizgi çekerek o kısmı iptal etmeye de darb denmiştir. Allah burada kısa öz bir benzetme yapmaktadır.

Müteşâkisûn, zamanla tabiatlarını bile etkileyecek kadar kötü huylarındaki yaramazlıklarından dolayı muhalif, birbirleri ile didişip anlaşamayan kimseler demektir. Buradaki benzetmenin sebebi ve amacı ne olabilir? Dışardan bakıldığında birlik görünen; ancak kendisiyle ve çevresiyle kavgalı Mekkeli müşrik kodamanlara teslim olmak ile tutarlı, güvenilir ve emin bir resûle tâbi olmak arasında yapılacak seçimden bu misalde bahsedilmektedir. Mekke’deki din ticaretinden büyük payı almak için ittifak yapan ortaklar, edindikleri güç ve servetle çevresindekilerin imrenmelerine konu olan bir yaşam sürmekteydiler. Diğer tarafta ise boykot döneminde iyice zayıflatılmış Müslümanlar ve yetim Hz. Muhammed vardı. Ricâl Hz. Muhammet’tir. Zira bu misalin maksadı ilâhlar veya Allah’a imân değildir. Maalesef âyette şerik/şürekâ kelimesini gören, Allah’a hamd’i okuyan müellifler hemen konuyu şirke bağlamıştır. Konunun hamd ile alâkası şudur: Müşriklerin en büyük zaafı olan övgü, riya ve rekabet; sürtüşmeleri körüklemekteydi. Diğer tarafta övgüyü sadece Allah’a yönelten, mütevazı Müslümanların kıyası yapılmıştır. Müslümanları saf sistemi ile koruyan zihniyet; resûl bile olsa yine de hamdi Allah’a tahsis etmeleriydi.  Müslümanların müşriklerden diğer bir farkı da hamdi/övgüyü şahıslar üzerinden değil ilkeler üzerinden yapmalarıdır. Burada Allah’a hamd, onun emir ve yasaklarına duyulan saygı, hürmet ve onun üstünde başka bir emri veya buyruğu tanımama ahlâkıdır. “Hamd, Allah’a mahsustur. Ama onların çoğu bunu bilmez.” İnsanların ekserisi neyi bilmez? İnsanların çoğu övdüğünün onu ne hâle getirebileceğini bilmez. Zira aşırı övgü manasındaki “hamd” kibri besler. Burada imrenilen, övülen hayat tarzının müşrik zenginlerin yaşamları olduğu, yapılan uyarı ve hatırlatmalardan anlaşılmaktadır. Mekkeli müşrik elebaşlarına meylin sebebi aşırı övgünün oluşturduğu cahiliye ortamıdır. İnsanların, çoğunluğa uyma refleksi burada bilgisizlik olarak ifade edilmiştir. Neden sadece Allah’a hamd edilmesi gerekir? Zira kişinin övdüğü; onun eğilimlerinin, istek ve arzularının hangi yönde olduğunun somut göstergesidir. Şahıslardan ziyade, ölmez gitmez değerleri övmek, onlara dayanmak, eğriliği olmayan, apaçık ortada duran hakikatlerden beslenmek, hem takvalı kalmaya hem de ölümsüz ameller yapmaya vesiledir. Şahıslar üzerinden yapılan her hareket sonlu ve sınırlıdır. Bâki kalan bir değer uğruna ortaya konan sâlih amellerdir. Zira “Mal ve çocuklar dünya hayatının ziynetidir. Bâki olan sâlih amellerdir.” (Kehf: 46)

30- Muhakkak ki sen de öleceksin ve muhakkak ki onlar da ölecektir.

Bir önceki âyette imrenilen ve övülen bir yaşam süren ortakların, ölümlü ve âciz insanlar olduğu, onlara teslimiyetin, bu ihtimalin göz önünde tutularak yapılması gerektiği hatırlatılmıştır. Zira güvenilen bu elebaşlarının beklenmedik ölümleri tüm dengeleri bir anda alt üst edebilir. Aynı şartlar Allah Resûlü için de geçerlidir. O yüzden şahıslar üzerinden değil, ilkeler/âyetler üzerinden dini anlayıp yaşamak aslında Allah’a hakkıyla hamd etmektir. Çünkü herkes ölümlüdür. Dolayısıyla “Eğer o ölür ya da öldürülürse, siz topuklarınız üzerinde gerisin geri mi döneceksiniz.” (Âli İmrân: 144) uyarısı da önemlidir. İnsanlar çok övdüklerini abartma eğilimindedir. Bu abartı müşriklerin kurduğu düzenin ilelebet devam edeceği veya Hz. Nebi’nin düşmanları tarafından asla öldürülemeyeceği şeklinde olabilir. Bu efsane ve sahte umutlardan muhatabı kurtaran, bu tarz gerçekçi âyetlerdir.

31- Sonra muhakkak ki siz, kıyâmet günü Rabbinizin katında hasım olacaksınız.

Dışarıdan birlik gibi gözüken Mekkeli müşrik elebaşları ve onlara sempati duyanların kıyam günü o güç ve servetleri ellerinden alınınca o övülen/hamd edilenlerin dost değil, düşman oldukları bilinecek ve hasım hâline geleceklerdir. Her abartılı sevgi içinde nefreti, her abartılmış övgü içinde sövgüyü barındırır. Bu hasımlaşmayı daha önce inen Sebe sûresinde şöyle okumuştuk: “Ve kâfirler: ‘Bu Kurân’a ve ellerde dolaşanlara asla inanmayız.’ dediler. Zâlimleri, Rabblerinin katında tutuklandıkları zaman bir görsen. Birbirlerine lâf atarlar. Zaafa uğratılanlar, kibirlenenlere derler ki: ‘Eğer siz olmasaydınız, biz muhakkak müminler olurduk.’ " (Sebe: 31 Yalan ve çıkarlarla kurulan zulüm ittifakları ve hısımlık bağları, ayaklanmalar başladığında bir anda bozulmuş ve hısımlar hasımlara dönüşmüştür. Hasîm kelimesi,  “savunmacı ve tartışmacı kişilik, azılı hasım olan dişli muhalif ve güçlü rakip” anlamına gelir. (Lisân ve Rağıb) Hasımın aduv’dan farkı; düşmanlığın herkese değil sadece hasmına oluşudur. Adavet daha genel bir azgınlığı, had ve hudut tanımamayı anlatan bir kelimedir. (Bkz. Nahl: 4)

32- Artık Allah hakkında yalan söyleyen ve kendine sadâkat ile geleni yalanlayandan daha zâlim kim vardır? Örtenlerin yeri cehennem değil midir?

“S-d-k” kökü Kurân’da 155 kez gelir. Kelime Meryem sûresinde şöyle kullanılmıştır: “Ve Kitap’ta İsmaîl’i de zikret. O vaadinde sâdık oldu ve Resûl, Nebî oldu.” (Meryem: 54) “Bi-ssidki” kalıbı başka bir âyette şöyle geçer: “Allah, sâdıklara sadâkatleriyle mükâfat edecektir.” “Allâhu-ssâdik înebisidkihim” (Ahzâb: 24) Zümer 32’de ise Allah hakkında yalan söyleyen ve ayaklarına kadar gelen güvenilir ve sözüne sâdık nebiye yapılan zulümler konu edilmiştir. Güvenin ve sadâkatin kalmadığı ortamlar cehennemin şubesi olmaya adaydır. Bu hakikat şu soruyla hatırlatılmıştır: Örtenlerin yeri cehennem (in içinde kalmak) değil midir? Davasına ve verdiği sözlere sâdık Hz. Nebi’nin getirdiğini örterek Mekke’de kalanlar ilerleyen süreçte cehennem gibi bir ortamın içinde kalacaklardır.

33- Ve sadâkat ile geleni tasdik edenler, işte onlar muttakilerdir.

Sadâkat ile gelen Hz. Nebi’dir. Hz. Nebi hem davasına sâdıktır hem de anlaşma yapıldığında sözüne sâdıktır. Onun bu güven veren ahlâkına şâhit olmak için ilk şart kişinin muttaki olmasıdır. Zira kendisindeki hassasiyetlerin, kötülüklerden sakınma ahlâkının muhatabında da olduğunu gören, çok daha kolay bir şekilde geleni tasdik edecektir. Burada iki zümreden bahsedilir: İlki kendilerine sadâkat ile gelen resûle Allah üzerinden yalanlar atarak hakikati örten zâlimlerdir. İkincisi ise Allah Resûlü’nün samimiyet ve sadâkatine şâhit olmuş muttakilerdir. Yani bir tarafta kendi aralarında bile anlaşamayan; çekinmeden yalan söyleyen ve iftira atanlar, diğer tarafta sözüne sâdık tek bir er kişi… Zaten konu “aralarında anlaşamayan, birkaç ortağa teslim olmuş biri ile tek bir ricale/er kişiye teslim olanın durumu” üzerinden buraya getirilmiştir. Ortaklara teslim olanların diledikleri onlar gibi saltanat sürmek iken, resûle tâbi olanların dilek, istek ve arzuları şöyle ifade edilecektir:

34- Diledikleri şeyler, Rabblerinin katındadır. İşte bu, muhsinlerin karşılığıdır.

Muhsinler öncelikle barış ister, adalet ve paylaşım diler. Rablerinin katından indirilen kitapta da bunlar öncelendiği için onlar sadâkat ile geleni içlerine sinerek tasdik etmişlerdir. Bu insanlar muttaki olduğu için mi muhsin olmuşlardır, yoksa muhsin oldukları için mi muttaki olmuşlardır? Aslında bu sorumuzun cevabını âyetlerin sıralanışı vermiştir. 33. âyet tasdik için gelenlere “İşte onlar muttakilerdir.” demiş, arkasından hidâyete tâbi oldukları için onların muhsin sıfatını kazandıklarından bahsetmiştir. Demek ki kötülüklerden sakınma, ahsen/en güzel davranışlar sergilemenin yani ihsanda bulunmanın temelini oluşturmaktadır. Ömür kredisi ile kirlettiğimiz sayfaları temizlemeden, yeni ve güzel bir hikâye yazamayız. Bu kadar hata ve yanlış yapmışken temiz bir başlangıç yapıp muttaki ve muhsin biri olmak mümkün değil, demek lazımdır.

35- Allah, onların yaptığının en kötüsünü dahi örter. Ve yapmış olduklarının ecirlerini en güzeliyle karşılayacaktır.

Âyette dikkat edilirse en kötü günahları dahi bağışlar(ğ-f-r)/siler/engeller değil, “k-f-r” kökünden “liyukeffira” yani örter fiili seçilmiştir. Örtmek ve silmek arasında fark vardır. Allah’ın bizlere yeni bir sayfa için yardım etmesi, hâşâ yapılanları unutur demek değildir. Cezasının ertelenmesi/örtülmesi ile affedilmesi/bağışlanması bu nedenle farklıdır. Allah’ın adaletinde bizlere de örnekler vardır. Kendimize veya topluma karşı kötülük yapmaktan sakınan(muttaki) ve üstüne üstlük güzel ameller ortaya koyup yaptığı hataların telafisine çabalayan(muhsin) birinin eski, eksik ve kusurlarını ortaya çıkarmak ilâhî adaletten ve ahlâktan nasipsiz olmaktır. Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi olma hoşgörüsü bizde geliştikçe başkaları da bizdeki eksikliklere daha müsamahalı olmaya başlar. Bu müsamaha iklimi “yaptıklarının en güzeli ile karşılığını bulmak” olarak tarif edilmiştir. Âyetteki ilâhî vaat yapılan amellerde çıtayı sürekli yükselten bir motivasyon da kazandırmaktadır. Bu aslında eğitimin de temel prensibidir. Sürekli ceza ve caydırma üzerinden değil, yapılan en küçük başarıyı bile takdir etme üzerinden uygulanan eğitim modellerinde sorunlu davranışların ciddi oranda azaldığı gözlenmiştir. Ancak şirk sistemi umut ve tevekkül değil, korku ve ceza üzerinden varlığını devam ettirir.

36- Allah, kuluna kâfi değil mi? Ve seni, O’nun astındakilerle korkutuyorlar. Allah kimi dalâlette bıraktıysa onun için bir hidâyetçi yoktur.

 

Müfessirler şu ifadeleri aktarır: Müşrikler, Hz. Peygamber’e “Tanrılarımızı kötüleme, sonra onlar seni çarpar!” diyorlardı. Bu nakil sonradan üretilmiş gibi durmaktadır. Hakikatte resûlün böyle bir söylemi yoktur. Hatta bu sûreden önce inmiş Enâm 108’de “Allah’ın astındakilere dua edilenlere karşı sebep aramayın! Aksi hâlde onlar da Allah’a ilimleri olmadan, düşmanca sebep ararlar” emri indirilmişti. Ayrıca yine sûrenin 15. âyetinde “Artık O’nun astında dilediğiniz şeye kulluk edin!” diyen bir resûlün bu tefsirlerdeki gibi putları kötülemesi, onları kötülemesi pek mümkün görünmemektedir. Mekke’yi oluşturan kabileler ve ailelerdi. Kureyş kabilesi, uzun süre Benî Kinâne’den olan akrabalarıyla birlikte dağınık gruplar hâlinde Mekke dışındaki çadırlarda yaşadı. V. yüzyılın ilk yarısında Kinâne ve Kudâa kabilelerinin de yardımıyla Mekke hâkimiyetini elinde bulunduran Benî Huzâa ile mücadele etti ve sonunda Mekke hâkimiyeti Kâbe ile ilgili hizmetlerle birlikte Kureyş kabilesine geçti. Hz. Peygamber’in beşinci kuşaktan dedesi Kusay b. Kilâb liderlik vasıflarıyla Kureyş kabilesi arasında seçkin bir yer kazandı ve kabilenin tarihinde önemli bir rol oynadı. Kusay dağınık hâlde yaşayan Kureyş kollarını birleştirerek Kâbe çevresinde iskân etti. Kâbe civarından başlayarak Mekke topraklarını on parçaya ayırdı ve Kureyş’in on kolu arasında paylaştırdı. Hz. Peygamber böyle güçlü bir ailede bulunduğu için Mekke’nin diğer aileleri ona doğrudan bir saldırı değil de bu âyette olduğu gibi dolaylı tehditler savurmaktaydılar. Allah’ın astında uydurdukları sahte ilâhlar ile korkutma aslında aba altından sopa göstermekti. Şirk zihniyeti hiyerarşik bakar. Kast sitemini tehdit ve korku üzerinden devam ettirir. Üstekilerin alttakileri ezip sindirdiği bu dinî bakış aslında yaşantılarının yansımasıdır.

El-Kâfi; âlemlerin tüm ihtiyaçlarına yeten, her şartta ve zamanda kuluna yeten anlamlarına gelmektedir. Allah’ın yetersizliği fikri ve korkusu kişiyi şirke sürükler. Allah’ın kuluna kâfi olması, bu bağlamda ne anlama gelmektedir? Allah’ın kitabıyla indirdiği emir ve yasaklar muttaki, muhsin ve iyi bir insan olmak için kâfidir. Allah’ın sünnetine uygun davranmak kişinin korunması için kâfidir. O yüzden Allah’ın madde ve manaya yüklediği kural ve kaidelere aykırı her tür tehdit, korkutma kast sistemi olan şirkin tezahürüdür. Bu bakışta olanlar kendi algılarını değiştirmedikçe onlar için bir hidâyetçi maalesef yoktur. “Cin, şeytan, türbe beni çarpar; evliyaullah şefaat etmez.” gibi bir korku algısı oldukça bu kişiler için bir hidâyetçi yoktur. Herkes kendi sorgulamasını kendi yapıp hidâyeti hür iradesi ile hak etmelidir.

37- Ve Allah, kimi hidâyete erdirirse bu durumda onu dalâlete düşürebilecek yoktur. O; Azîz, zuntikâm değil midir?

Allah’ın dalalette olanlardan aldığı aziz intikam; hidayete eren birini dalalette olanlar kendi yanlarına dâhil edememeleriymiş. “Allah üstün intikam sahibi değil midir” sorusu bize hangi cevapları vermektedir? İntikam kelimesi; öç almak, cezalandırmak, bir işi kerih görüp ayıplamak, yadırgamak, çabuk yermek anlamlarındaki “n-k-m” kökünden türemiştir. Burada Allah için intikam değil intikam sahibi kalıbı seçilmiştir. Allah Zulazîz değil Azîz’dir ama intikam değil intikam sahibi manasında zuntikam’dır. Bu kullanım farkı, hikmetlidir. Sahiplik eki intikamın şartlar sonucu, bir potansiyel olarak oluşacağını anlatır. Tıpkı Zulcelâl kullanımında olduğu gibi. Allah’ın sıfatı olarak müntekîm ve zû-intikâm; tâğûtları, zâlimleri, yalancıları, suç ve günah işleyenleri, önce hatadan sakındırma, hâllerini düzeltmeleri için onlara mühlet verme, sonra isyana, hatalara ve azgınlığa devam etmeleri sonucu yaptıkları tercihler ile onları baş başa bırakma anlamındadır. Yoksa Allah’ın intikamını insanın öç alması gibi algılamak sübhân olan Allah tasavvuruna aykırıdır. Hâşâ Allah intikam peşinde koşmaz. Zîra intikam peşinde koşmak âcizliktir. Allah’ın intikamı, koyduğu değişmez yasalar ile savaşma sonucu oluşan trajik tabloyu ifade için kullanılmış bir teşbihtir. Misalen, Allah insanları üç karanlık içinde yaratıp onlara yürüyecekleri bir nûr indirmiştir. Hakikat onların ayaklarına kadar götürülmesine rağmen zulmü, yalanı ve nefsanî arzuları tercih edenlerin bu seçimlerinin acı faturasına Kurân “zuntikam” demektedir. Allah’ın intikamının insanların düşündüğü gibi olmadığını belirtmek için “Aziz” ve “zuntikam” hep yan yana geliştir. İnsan kendi izzetine, şerefine, üstünlüğüne aykırı seçimler yaparsa bunun bedelini er geç öder. (Müntekim için bkz. Arâf: 136) İntikamın ilâhî yasalar ve bir sürecin sonundaki hatalı tercihler olduğunu anlatmak için bazı âyetlerde de “Biz intikam alırız.” gibi çoğul da kullanılmıştır. (Bkz. Zuhrûf: 55) İşte yapılan yanlış tercihler sonucu oluşan tabloya zuntikam denmiştir. İntikam sahibi ifadesi intikamı Allah’ın değil onun koyduğu ve sahibi olduğu yasalar, kurallar kısacası sünetullah tarafından alındığını anlatmak içindir. Rûm 47 tüm helâk olmuş kavimleri kapsayacak şekilde bu sıfatı kullanır. Nûh tufanında gemiye binmeyenlerden su intikamını almıştır. Yanardağ eteğinde şehir kurup patlama ile helâk olmak ateşin intikamıdır. Fay hattında çürük bina yapanın evinin yıkılması depremin intikamıdır. O yüzden Allah kendisine intikam alıcı değil sahibi olduğu sistemin getiri ve götürülerini anlatmak için intikam sahibi demiştir. Sahiplik eki mesafeyi ifade etmek içindir.

38- Ve eğer onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan derler ki: “Muhakkak ki, Allah!” De ki: “Allah’ın astında dua ettiklerinizi gördünüz mü? Eğer Allah bana bir zarar irâde etse O’nun zararını onlar keşfedebilir mi? Veya bana bir rahmet irâde etse O'nun rahmetini onlar tutabilir mi?” De ki: “Allah benim için hasbidir! Mütevekkil olanlar, O'na tevekkül ederler.”

“Onlara sorsan…” ifadesindeki onlar kimdir? Burada hitap edilen zümre bir önceki âyette anlatılanlardır. Yani Allah, kimi hidâyete erdirirse bu durumda onu dalâlete düşürebilecek yoktur.” (Zümer: 37) Eskiden Allah’ın astında putlara tapan; ancak Resûl’ün çağrısı ile hidâyeti kabul edenlere burada bir hitap söz konusudur. “Gökleri ve yeri kim yarattı?” sorusuna bir muvahhit gibi kesinlik bildiren şu cevabı vermişlerdir: “Derler ki: Muhakkak ki, Allah!” Bu teyit alındıktan sonra hidâyeti kabul edenlere eski inançları hatırlatılmıştır. “Allah’ın astında dua ettiklerinizi gördünüz mü?” sorusu o korkulan veya rahmet umulan putların, putçuların herhangi bir zararı ortaya çıkarmaya veya bir rahmet sağlamaya mâlik olmadıkları gerçeğine işarettir. Bu realite, yaşanarak tecrübe edilmesine rağmen hâlâ Müslümanlar uyduruk ilâhlarla korkutulmaktadır, hicret ve mücadele konusunda bazı zümreler pasifize edilmeye çalışılmaktadır. Zaten konu 36. âyet olan “Allah, kuluna kâfi değil mi? Ve seni, O’nun astındakilerle korkutuyorlar.” (Zümer: 36) âyetiyle başlamış ve 41’e kadar devam etmiştir.

Burada nimet, iyilik, hayır, gibi kelimeler değil de “Allah’ın rahmeti” ifadesi neden seçilmiştir? Rahmetten kasıt nedir? Rahmet Kurân’da hidâyete karşılık gelirken zarar, ziyan dalâletin sonucudur. Rahmet daha önce şöyle tarif edilmişti: “Ve bu kitabı, inanan bir kavim için hidâyet ve rahmet olması ve hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi onlara beyan etmen dışında sana indirmedik.” (Nahl: 64) İnanan bir kavim ifadesini Resûl bir sonraki âyette “Ey kavmim!” şeklinde hitap ederek devam ettirecektir. Görüldüğü gibi “Gökleri ve yeri kim yarattı?” sorusuna “Muhakkak ki Allah!” diyenler inanan bir kavim olmalıdır. Zira müşrikler Kurân’ın rahmet olduğunu zaten kabul etmiyorlardı. “Kurân’dan indirdiğimiz şeyler, inananlar için şifâ ve rahmettir. Ve zâlimlerin hasarından başkasını arttırmaz.” (İsrâ: 82) âyeti de buna işaret eder.

Gidilen yolun dalâlet olduğu anlaşıldığı, putların anlamsızlığı görüldüğü anda yanlışın keşfedilmesi artık hidâyettir. O yüzden âyette rahmetin değil, zararın keşfi ifadesi hidâyete erenler kastedilerek özellikle kullanılmıştır. Hidâyet ise rahmete karşılık gelir. Müminlere verilen güvence şudur: “Allah’ın yol göstermesi olan âyetlerin inişini yani rahmeti müşriklerden tutabilecek, bu inişi durdurabilecek yoktur.” denilmiş olur. Şu âyet tüm dediklerimizi özetlemektedir: “Ve eğer Allah'ın fazlı ve rahmeti senin üzerine olmasaydı, onlardan bir grup mutlaka seni dalâlete düşürecekti. Ve onlar kendilerinden başkasını dalâlette bırakmaz. Ve sana hiçbir şeyle zarar veremezler. Ve Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediğin şeyleri öğretti. Ve Allah'ın senin üzerindeki fazlı çok büyüktür.” (Nisâ: 113)

“Allah benim için hasbidir.” ile “Allah kuluna yeter.” arasında muazzam mana farkları vardır. 36. âyette “Allah kuluna kâfi değil mi/kuluna yetmez mi?” şeklinde bir ifade zaten kullanılmıştır. Kurân’da “k-f-y” kökü 33, “h-s-b” kökü 109 yerde kullanılmıştır. Kök farklı ise mana farklıdır. Allah’ın hasbi olması Âli İmrân 37’deki “biġayri hisâb(in)” kalıbı ile şöyle açıklanır: “Muhakkak ki Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” Hasbi olmak; hesapsız, karşılık beklemeden, küçük hesap yapmayan, nedensiz vermek demektir. Hasbi Türkçemizde de kullanılır. Bir öğrenci "Hasbi azar işittim.” derken öğretmenin sebepsiz olarak kendisini azarladığını söylemektedir. “Hasbi bir teveccüh ile karşılaştım.” ifadesi karşılık beklemeden, küçük hesaplar yapmadan beni karşıladılar, demektir. Türkçemizdeki hasbihâl önceden plânlanmayan spontane söyleşi ve sohbetler için kullanılır. Özetle hasbi, hiçbir yükümlülüğü yokken vermek veya yapmaktır.

Allah’ın hasbi olmasının tevekkülle derin bir manası da vardır. Mütevekkil olanlar, neden Allah’a tevekkül ederler? Bizler tedbirler alırız; ancak öyle bir aksilik çıkar ki bir anda aldığımız tüm tedbirler, yaptığımız en detaylı hesaplar bile boşa çıkabilir. Bu nedenle tedbirin başında ve sonunda her hesabın üstünde olan Allah’a tevekkül, ona dayanmak imânın gereğidir. Özetle hicret öncesi Allah Resûlü ile Mekke’den ayrılmak istemeyen bazı zümrelerin yaptığı küçük hesaplara, sözde tedbirlere eski anlamsız inançları üzerinden bir gönderme ve hatırlatma yapılmıştır.

39-40- Ey kavmim, imkânlarınızın elverdiğini yapın! Muhakkak ki, ben de yapıyorum. Alçaltan azâbın kime geleceğini ve kalıcı azâbın kime serbest olacağını yakında bileceksiniz.

Mekâne kelimesi mekene’nin mastarıdır. Yani, en güzel şekilde yerleşmek demektir. İbn Zeyd’e göre mekâne, durum de­mektir. İmkân ve mekân da aynı köktendir. İmkânlar bir mekânda tezahür eder. Hz. Muhammed’in “İmkânlar dâhilinde bir şeyler yapın!” demesiyle “Elinizden geleni ardınıza koymayın!” demesi arasında fark vardır. Birinci söylem, müşrikler ve onların bâtıl inançlarından korkan, biraz daha pasif kalanlar, hidâyetle yeni tanışmış olanlara hitap iken, ikinci söylem savaş ilanıdır, yangına körükle gitmektir. Rahmet peygamberinin savaşı kışkırtan bir söylemde bulunması geliş amacına aykırı olduğu için bizler “Ey kavmim!” şeklindeki hitabın, yıllarca inandıkları şirki arkasında bırakıp İslam’ı seçenlere yönelik olduğu kanaatindeyiz.

 

Tevekkülden sonra Resûl kavmine seslenmektedir. Mekke’de müşriklerin himayesine sığınıp ona güvenmek gibi bazı tedbirler, İslam’a yeni girenleri tereddütlere sürüklemiştir. Bu ikilemlerin hicret etmeyen Müslümanları zillete, alçaltıcı bir azâba düşüreceği burada ihbar edilmiştir. Kalıcı azâbın helal yani serbest olması onları bu zilletten kimsenin kurtarıp koruyamayacağını anlatır. Hicret; imkânların kalmadığı bir mekândan ayrılıp başka imkânlar aramanın yolu olmuştur. Âyet “…yakında bileceksiniz.” derken geleceğin neleri getirip götüreceği konusundaki muhatabın yaşadığı belirsizlik ve bilgisizliğe âtıf yapar.

41- Muhakkak ki biz insanlar için, kitabı sana hak ile indirdik. Öyle ki, kim hidâyete ererse kendi nefsi içindir. Ve kim dalâlette kaldıysa o takdirde muhakkak ki, kendi aleyhine dalâlettedir. Ve sen, onların üzerine vekil değilsin.

“Sen onların üstüne vekil değilsin.” ifadesi hicrete sıcak bakmayan, yeni imkânlar aramak yerine Mekke’de kalıp şirkin gölgesinde, sözde imkânlar dahlinde yaşamak isteyen ve Hz. Muhammed’in sevdiği kişilerin olduğunu göstermektedir. Nüzulde daha sonra inmiş Kasas sûresinde bu uyarı daha net yapılmıştır: “Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin.” (Kasas: 56)

Kitap, hak ile indirilmiştir. O hak ise yalanlar ve hurafeler ile üstü örtülmüş olan aracı, şefaatçi şirk inancının gerçek yüzünü ortaya çıkarıp insanları zulüm ve zilletten kurtarmayı amaçlar. Alınan kararların çok kritik olduğu bu konjonktürde, geleceğe dair bilgi edinme Kurân’ın onaylamadığı müşrik âdetleri üzerinden yapılacak işte bunun ile alakalı bir sonraki âyet;

42- Allah, ölüm anında nefisleri tamamlar. Ve uykuda olansa ölmemiştir. Böylece ölümü takdir edilen tutulmuş ve sonraki ise belirlenmiş ecele kadar salıverilmiştir. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için elbette âyetler vardır.

Âyetteki “teveffâ” kelimesinin kökü “v-f-y [vefa]”dir. “V-f-y“ kökü “tastamam verme, eksiltmeden yerine getirme, tamamlama, söze bağlı kalma” demektir. Kurân’da toplam 66 kez aynı kökten kelimelerin yer aldığı görülmektedir. (yeteveffâ için ayrıca bkz. Arâf:37) Meallerde “yeteveffa” kelimesine mevt/ölüm gibi bir mana vermek “Allah ölüm anında nefisleri öldürür.” şeklinde yanlış bir anlayışa bizi götürmektedir. Burada imtihanın bitişinden bahsedilmiştir. Akılbaliğ olmakla imtihan başlar, ölüm ile tamamlanır. Bu âyette mevt ölüm; tevaffa ise tamamlanma demektir. Âyetteki “menâmi” kelimesinin kökü “n-v-m”dir. Nevm, uyku ve uyumak anlamındadır. Bu kök Kurân’da 9 âyette hep bilinen maddî uyku manasında kullanılmıştır. Hiçbir yerde manevî uyku, gaflet uykusu gibi bir anlamda kullanılmamıştır. “Uykuda olansa ölmemiştir.” izahı uyku ile ölüm arasında manasız bir irtibat kurulduğunu göstermektedir. Bu irtibatın olmadığı bir ortamda “Uykuda olan ölmemiştir.” gibi bir izaha ihtiyaç yoktur. Bu âyette uyku ve ölüm arasında kurulan hatalı irtibat; uykuya ve rüyalara yüklenen aşırı anlamlar daha gerçekçi bir zemine çekilerek düzeltilmektedir. Câhiliye şirk anlayışını konu edinen bu âyet özelikle uykunun ne olup olmadığını izah eden bir tespit ile başlar. Bir sonraki âyette Allah ile kullar arasındaki şefâatçilerin buradaki uyku ve ölümle bağlantısı da kurulmuştur. Okuduğumuz 42. âyetteki konu, uykunun ölüm ve sonrasını gösteren bir kapı veya pencere olmadığı hakikatidir. Uyuyanın ise -ölmediği için- eceli müsemma denilen belirlenmiş vakte kadar serbest olduğu ifade edilmiştir. Bu serbestlik rüyalar üzerinden insanları kandırmaya ve gaybı taşlamaya sebeptir. Ölüp gaybi âleme şahit olan biri artık geri gelip ölüm ve sonrası ile alâkalı bir haber asla getiremez. “Bizi geri gönder (tutma ki), terk ettiğim sâlih amelleri işlerim. Hayır, muhakkak ki onun söylediği söz, sadece bir kelimedir. Ve dirilme güne kadar onların arkasında berzah vardır.” (Müminûn: 100) Uykunun “küçük ölüm” olduğuna dair rivâyetler aslında câhiliye Arab’ının mahiyetini bilmediği uyku ve rüyalara yüklediği aşırı yorumların bir yansımasıdır ve sahih değildir.

 

Allah ölümüne hükmettiğini tutuğu için o tekrar dünyaya dönüp gaybî haberler getiremez. Çünkü gökleri ve yeri yaratan, gaybı ve şehadeti bilen Allah’tır. (Zümer: 46) Âyet günümüzde hâlâ yaşanan aldatıcının rüyalar ve uyku üzerinden Allah ile aldatmasına bir örnektir.

 

Rüya tabiri konusunda ilk metinler milâttan önce 5000’li yıllarda Asurlular tarafından yazılmıştır. Bu konuda günümüze ulaşan en eski eser, British Museum’da saklanan ve milâttan önce 2000 yıllarına ait olduğu tahmin edilen bir Mısır papirüsüdür. Burada 200 çeşit rüya tabirine yer verilmektedir. Eski Mısır inancına göre vazifesi rüya gören kişileri uyarmak ve onların sorularına cevap vermek olan Serapis adında bir tanrı vardır. Kâhinler ve rüya tabircileri bu tanrıya ait tapınaklarda uyur ve ondan haberler getirirdi. Milâttan önce 669-626 yılları arasında Ninevâ’da yaşamış olan Asur İmparatoru Asurbanipal’in kütüphanesinde rüyaya dair taş basması eserler bulunmuştur. Milâttan önce 1500-1000 yıllarında Hindistan’da yazılan Vedalar’da rüyalara ait listeler yer almaktadır. Eski Yunanlılar uykuda ruhun vücudu terk edip tanrıları ziyarete gittiğine inanırlardı. Rüya konusunda Hipokrat, Eflâtun ve Aristo’ya bazı eserler nispet edilir (Türek, s. 13; Çoruh, s. 59-62).

 

Uyuyup kalkan kâhin ve tabircilerin gaipten haberler getirmesi, günümüzde Hz. Resûl’ün rüyada görülmesi ve onun üzerinden insanların aldatılması ile devam eden kökleşmiş bir inançtır. Bu inanç o kadar güçlüdür ki Hz. İbrahîm bile bundan etkilenmiştir Az kalsın gördüğü rüya ile amel edip evladını boğazlayacaktı. Kurân’ın meleyiâlâ dediği “nahnu” Hz. İbrahîm’in bunu yapmasını engellemiştir.Muhakkak ki bu, elbette açıklığa kavuşturan bir belâdır. Ve ona azâmetli bir kurbanı fidye verdik.” (Saffat: 106-107) Verilen fidye ile Hz. İsmaîl’in hayatı kurtarılmıştır.

Uyku ve rüyalar ile adatma, tarihin her döneminde inançlı kimselerin üzerinde etkili olan bir alandır. Bir tüccar Peygamber Efendimizi rüyasında görür ve biriken borçları için Peygamberimizin "Hamid'imize söyle, her gece getirdiği salat-ı selam ve zikri dün gece getirmeyi unuttu, git ihtiyacın olanı ondan iste." demesi üzerine gelip rüyayı padişaha anlatır. Peygamberimiz Hz. Muhammed tarafından "Hamidi'miz" denilerek müjdelendiğini duyan Abdülhamid Han büyük bir şaşkınlık ve mutluluk yaşayarak tüccara 4 kese altın verir. Tahsin Paşa'nın, "Hünkarım, neredeyse üzerinizde ne varsa alacaktı." sözleri üzerine ise, Sultan Abdülhamid şunları söyler: "Sen ne dersin Paşa. Vallahi billahi tüm servetimi, saltanatımı istese verirdim. Dün gece çalışıyorduk Paşa. Masamın üzerinde uykuya kalmışız. Salavatı unutmuşuz. Halt ettik Paşa. Allah affetsin." Bir sultanı bile böyle sûistimal eden biri, sıradan halka sizce neler yapabilir? Böyle muazzam âyetlerin varlığı müminlerin uyku ve rüyalar üzerinden sûistimalini önlemek içindir. Ancak âyetin, ruhun bedenden ayrılıp gayb âlemini müşahede ettiği şeklinde meal verilip tefsir edilmesi maksadın tam tersine çevrildiğine tipik bir örnektir.

Yazılan rüya tabiri kitapları sektör hâline gelmiş, rüya yorumları istihare namazı vs. hepsini bu âyet ve şu hadis çerçevesinde anlamak gerekir: “Uyku ile amel olmaz.” Hz. Nebi’nin bu sözü hangi ihtiyaca binaen söylediğini şimdi daha net anlayabiliyoruz.

Peki, Hz. Yûsuf rüya ile amel etmemiş midir? Hz. Yûsuf’un gördüğü “innî raeytu ehade” (Yûsuf: 4) de bir görüdür. Bu görü için uyumak şart mıdır? Nevm/uyku kelimesi Kurân’da Hz. Yûsuf ile alâkalı neden hiç kullanılmamıştır? (Soruların cevabı için bkz. Yûsuf:4-36-37) Hz. Yûsuf’un zindan arkadaşlarının sonları ile ilgili “…emir kaza edilmiştir.” cümlesini kurması, bu akıbeti yemek saatinden sonra öğrendiğini anlatan önemli bir detaydır. (Bkz. Yûsuf: 41)

43- Yoksa onlar, Allah’ın astında şefâatçiler mi edindi? De ki: "Onlar bir şeye mâlik olmasa ve akıl etmeseler de mi?"

Şefâat kavramı çok açık net bir şekilde Mekkeliler tarafından biliniyordu. Kurân şefâat inancını oluşturmadı, tam aksine var olan bu anlayışı Allah üzerinde toplayarak aracı şefâatçileri ortadan kaldırmayı hedefledi. Şefâatten bahseden 25 âyetten, sadece 4 tanesi Medine’de inmiştir. Bu realite bile tek başına, Mekkelilerin şefâat inancının Medine’ye taşınmadığını göstermektedir. İnen 4 şefâat âyeti de Hristiyanların Hz. İsa üzerinden geliştirdiği kefaret ve şefâat inancını ve Yahudilerin dünyevî işlerdeki vesile ve aracı düşüncelerini reddetmek içindir. Burada uyduruk şefâatçilerin rüyalarla gaybî haberler verdiği, böylelikle şefâat ettikleri inancı konu edilmiştir. Şefâatin konu edindiği diğer bağlamlardan buranın farkı bu olsa gerektir. Enâm 94’te şefâatçiler ile kurulan bu sözde bağlardan şöyle bahsedilmiştir: “Ortağınız olduğunu zannettiğiniz şefâatçilerinizi artık sizinle beraber görmüyoruz. Doğrusu aranızdaki bağlar koparılmış, hakkında zanda bulunmuş olduğunuz şeyler, sizden sapmıştır.”

“Vitr”; başkasına eklenmeyen, “şef’” ise başkasına eklenen demektir. Kendi emeğine güvenmeyenler, ayakları üzerinde durmayı zahmet görenler; sürekli birilerinin gölgesine dayanmayı, kısa yoldan iltimaslı muamele yani şefâat ararlar. Aslında şefâat anlayışı adalete aykırıdır. Neden? Zira şefâat, bir kısım zümrenin diğerlerine yani şefâate nail olamayanlara üstünlüğü savına dayanır. Kurân bu ayrıcalıklı zihniyeti şöyle düzeltir:

44- De ki: "Şefâat tamamıyla Allah'a aittir. Göklerin ve yerin mülkü onundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz."

Neden şefâat inancı Kurân’da hep olumsuz cümleler bağlamında zikredilmiştir? Zira şefâat inancı dünyada adaletsizliklere sebep olmaktadır. Bu inancın adam kayırma, torpil yapma, şefâatçi bulana ayrıcalık tanıma şeklinde dünya hayatına olumsuz yansıdığına şahit olmaktayız. Bu inanç; hayatı bozduğu, liyâkat ve ehliyet kriterlerine halel getirerek emeksizliği yücelttiği için kullara değil, sadece Allah’a âtıfla kullanılmalıdır. Amaç aracısız kulluktur. Herkesin eşit ve aynı haklara sahip olduğunu hatırlatmaktır. Bu nedenle Kurân 25 yerde şefâatçilerin olmadığı, bir şey istenecekse onun Allah’tan istenmesi gerektiğini; orada dostluk ilişkilerinin değil, emeğin, sâlih amelin, kural ve kaidelerin geçerli olduğunu şöyle ifade etmiştir: “Sizin için O’ndan (Allah’tan) başka ne bir veli vardır ne bir şefaatçi… Artık tezekkür etmez misiniz?” (Secde: 4) (Ayrıca bkz. Bakara: 123) Orada kimse başkası için bir şey ödeyemez; rüşvet, adam kayırma ve fidye geçmez, torpil sökmez. Bu tasavvur inşası ile tüm müminlere verilen ödev, Allah’ın razı olduğu böyle âdil bir hayat tarzını benimsemektir. Hayatını bu ilkeler doğrultusunda yaşayanın, hem bugününü hem de yarınını cennet kılacağı aşikârdır.

45- Ve Allah’ın vahdaniyeti zikredildiğinde, geleceğe güvenmeyenlerin kalpleri nefretle kabarır. O’nun astındakiler zikredildiğinde ise onlar neşelenir.

Keşşaf sahibi şöyle der: “Bazen bu iki fiil yani, “istibşâr” ve “işmi’zâz”, birbirinin mukabili olarak kullanılır. Çünkü bunlardan her biri, kendi babında zirveyi ifade eder. Zira “istibşâr”, kişinin sevincinin eserinin yüzünün beşeresinde (derisinde) görülebilecek kadar ileri olmasını ifade eder. “İşmi’zâz” ise, kişinin öfke ve üzüntüsünün iyice artıp yüzünün derisinde, yerin karanlığına benzer bir karanlığın belirmesini ifade eder.”(Râzî)

Müşrik Arapların atalarından kalan putperestlik, çeşitli bâtıl inanç ve hurafelerle bütünleştikleri, bunları âdeta kişiliklerinin birer parçası olarak algıladıkları, verdikleri tepkilerden anlaşılmaktadır. Kendi putlarının göz ardı edilerek yalnız Allah’ın isminin anılmasını saygısızlık olarak algılıyorlardı. Dolayısıyla hürmete layık gördükleri, hamd ve şükür ettikleri bu putlar, azizler ve uluların sanıldığı gibi olmadığı gerçeği ve acizliklerinin itirafı; duygusal bir tepki olan nefretle karşılanmıştır. Bilakis gözlerinde aşırı büyütüp tapınma derecesine getirdikleri önderleri, ölmüş ataları, putları vs. isimlerinin anılması bile onların içlerinde yaşadıkları sevginin dışa yansımasına sebep olmaktadır. Dikkat edilirse gösterilen tepkiler, tamamen duygusal tepkilerdir. Bu tepkilerden; müşriklerin duygusal bir imâna sahip olduğu, bu konuya ne kadar önem verdiği ve yaşadıkları duygu dalgalanmaları sonucu kendilerine ve etraflarına zarar verebilecekleri anlaşılmaktadır. Aklıselimden uzak bu hâl, tapındıkları üzerinden çok kolay sûistimal edileceklerini de göstermektedir. Maide 104. âyette müşriklerin akıl dışı uygulama ve bâtıl inançları savunmaları şöyle aktarılır: “Ve onlara: ‘Allah'ın indirdiğine ve Resûl’e gelin.’ denildiğinde ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize hasbidir.’ derler. Ya onların babaları bir şey bilmiyorlarsa?” Âyette; sorgulamadan ve taklit sonucu edinilen inançların, bilgisizliğin oluşturduğu cehâlet ile devam ettirildiği konu edilmiştir. Bu tutum; sadece din alanında değil, ölmüş siyasî liderlerini önce hatasız birer süper kahramana çeviren, arkasından onların eksiklik ve hataları üzerinden eleştirenlerden nefret eden sözde bilgili, okumuş câhillerde de görülmektedir. Allah inancı olmasına karşılık atasına, ulusuna, putuna aklıselimden uzak bir şekilde bağlı olanlara karşı tutum şöyle olmalıdır:

46- De ki: "Allah’ım! Gökleri ve yeri yarıp çıkaran, gaybı ve şehâdeti bilen sensin. Öyle ki, ihtilâfları hakkında kullarının arasında hüküm verecek olan sensin."

Soru, âyette “De ki!” şeklinde bir hitap varken Resûl’ün karşısındaki muhatapla konuşmak yerine Resûl’den Allah’a niyaz etmesi neden istenmiştir? Burada Allah bana “Gökleri yeri ortaya çıkaran sensin. Hüküm verecek sensin.”  dedirtmesinin amacı ve faydası ne olabilir? Zaten Resûl bunları Allah’ın yaptığını hem biliyor hem de bu gerçeklere imân ediyor. Cümlede Resûl’ün itiraz ettiği bir durum olmamasına rağmen Allah “Beni övün!” mü diyor? Sorularımıza cevaplar aramadan önce âyette geçen kelimelerin manalarına bakalım: Fetara, ilk önce parmak uçlarıyla devenin memelerinden süt sağma eylemi için kullanılmış, ancak zaman içinde bu anlam genişleyerek bir şeye müdahale etmek sûretiyle bir oluşum sağlamak anlamında yerleşmiştir. (Lisanül Arab).  Aynı kökten olan “fâtır” ile “fâlik” arasında farklar vardır. Enâm 95’te tohumun çatlaması örneği “fâlik” ile ifade edilmiştir. Fâtır, “fıtrat veren”, fâlik ise bu fıtratın uygun ortamda “açığa çıkmasıdır.” Âyette geçen “Fâtıru’s-semâvâti ve’l-ard” ifadesi, göklerin ve yerin, yani mahlûkatın tamamının bir potansiyelle ve fıtratla yaratıldığını ifade eder. Bazı insanların fıtratındakine hitap etmenin yolu doğrudan değil dolaylı bir tebliğdir. Amaç Allah’ın sözlerini yine Allah’a hâşâ bir papağan gibi tekraren söylemek değildir. Burada Allah “Beni övün!” de demiyor. Amaç müşriklere Allah’a yapılan niyazın duyurulmasıdır. O yüzden “De ki!” ile âyet başlamıştır. Dikkat edilirse çok çabuk parlayan ve duygusal tepkiler verenlere doğrudan değil, dolaylı olarak tebliğ gerekir. Bu usul muhatabına “elinden geleni yaptığı ve onun iyiliğini düşündüğü” hissiyatı verecektir. Ayrıca “aramızda kararı Allah’a bırakalım” söylemi duygusal bakanları düşünmeye, aklıselime davettir. Şimdi 45. âyetteki geleceğe güvenmeyenlerin kalpleri neden nefretle kabardığı gerekçesi ile ifade edilecektir. 

47- Ve eğer yeryüzünde olanların tamamı ve bir misli daha zâlimlerin olsaydı, kıyâmet günü kötü azâp ortaya çıkınca onları mutlaka fidye verirlerdi. Ve hesaba katmadıkları şeyler, Allah tarafından karşılarına çıkarılacaktır.

“Ba’s” dirilmek iken, “kıyâmet” kalkmak, dikilmek, doğrulmak demektir. Dirilmek ile kıyâm etmek arasında farklar vardır. Dirilmek maddî manada âhirette yeniden hayat bulmak ve hakikati görüp manen dirilme anlamında maddî ve manevî anlamda kullanılır. Kıyâm ise manevî dirilerin yaptığı bir eylem olarak haksızlığa, zulme ve adaletsizliğe karşı yapılan başkaldırı ve zillete razı olmayanların omurgalı/dik duruşudur. Bu insanların haksızlığa ve zulme karşı ortaya koydukları başkaldırıyı; dünyalıkları rüşvet verip satın alamayacakları ve fidyelerle kendilerini kurtaramayacakları ihbar edilmiştir. Rabbimizin adaleti bizlere örnektir. Yani öyle bir yargılama yapılmalı ki suçlu rüşvetle hâkimi, savcıyı, avukatı, medyayı, siyasileri, kamuyu satın alamamalı, kendisini fidye ile kurtarma imkânı bulmamalıdır. Âyetteki “Allah tarafından karşılarına çıkarılacaktır.” ifadesinde failin Allah olmasının nedeni nedir? Zira Allah’ın vahyi ile manen dirilenlerin, hesaba katmadıkları, hor ve hakir gördükleri mazlumların bir gün zulme karşı kıyam edecekleridir. Yaptıkları zulümlerden dolayı asla bir ceza almayacakları zannı kötülüklerinin artma sebebidir. Bu zan, edindikleri bilgi ve serveti Allah’tan koparma sonucu oluşmuştur. Herkesi satın alma zannı muttakilerin adaleti karşısında onları hüsrana düşürmelidir. Âhirete olan imânları sebebiyle fiyatı değil, değeri olanların adaletini müşriklerin hesaba katmadıkları alaylarından anlaşılmaktadır.

48- Ve kesp ettikleri kötülükler ortaya çıktı. Ve alay konusu ettikleri şey, onları sarıverdi.

Hesaba katmadıkları konu; sürekli alay edilip aşağılanan toplumun, itilip kakılanların gün gelip onlardan hesap soracağı gerçeğidir. Kesp edilen kötülükler ortaya çıkmazsa onlar hakkını yedikleri insanlara kibirle bakmaya, ezdiklerini hafife almaya devam edecektir. Alay, kibrin göstergesidir. Hangi konu olursa olsun insanları hafife alarak kendi düşüncelerini temellendirmeye çalışan birinde müşrik ahlâkı zuhur etmiştir. Müşrikler kast sistemi ile hayatı okudukları için tepede olduklarını zanneder. Düşük, aptal, âciz vs. olarak gördüğü kişiler ile alay etme hakkını kendinde bulurlar. Ancak alay ve aşağılama için malzeme lazımdır. Bunu da, insanların ayıp ve kusurlarını araştırarak (tecessüsle) elde ederler. Mekke’de müşrik ahlâkı olan bu tutum dünyalık olarak biraz daha rahatlayan, serveti yönetmeye başlayan müminlerde de orta çıkmıştır. “Ey imân edenler!” şeklinde başlayan ve Medine’de inen Hucurât 11 şöyledir: “Bir kavim, bir kavimle alay etmesin. Belki onlar diğerlerinden daha hayırlıdır…” Ayrıca bağlam “Zandan çokça sakının! Muhakkak ki bazı zanlar günahtır. Ve tecessüs etmeyin, gıybet etmeyin, ölmüş kardeşinizin etini yemeyin!” şeklindeki emirlerle devam etmektedir. Ateist ve deistlerin inançları hafife alan, alaycı iddiaları aslında bu ahlâksızlığın günümüzdeki somut örneklerindendir. Hiçbir Müslüman bir deist veya ateist ile alay edemezken, onlar bunu sorumsuzca ve provoke edercesine yapmaktadır. Edindikleri bilginin onları kibre ve alaya sürüklemesi bir sonraki âyette şöyle konu edilir:

49- Öyle ki, insana bir zarar dokunduğunda bize dua eder. Sonra ona tarafımızdan bir nimet gönderdiğimizde: "Bu ancak bana bir ilim üzerine verildi." der. Bilakis, o bir fitnedir. Ve lâkin onların çoğu bunu bilmez.

Ayetteki “el-insan” ifadesi bu zaafın inanan-inanmayan herkes için geçerli olabileceğini belirtmektedir. Zaten bir önceki âyetin dipnotunda ifade ettiğimiz Hucurât sûresi, yapılan hatalara Müslümanların da düştüğünü göstermiştir.

Fitne, kelimesinin aslı “fetn”dir. “Fetn” sözlükte, altın ve gümüş gibi değerli madenlerin sahte olup olmadığını anlamak için onları ateşte eritmek demektir. Verilen imkânlar, dünyalıklar, ilim, aslında insanın insanlık derecesini bir şekilde ortaya çıkaran sebeplerdir. İnsan kendisini varlık hiyerarşisinde tepelere koydukça içinde olanları daha az saklama ihtiyacı duyar. Zira kimsenin kendisine hesap soracak güçte ve konumda olmadığını zanneder. Altta gördüklerini aşağılama, onlarla alay ve onları hakîr görme eğilimine girer. Tam bu noktada insanın gerçek yüzü ortaya çıkar. Günümüzde bu aşağılama ve alay, fikir özgürlüğü maskesi arkasından yapılmaktadır. Maskelenen sadece şirk zihniyetidir. Allah insanların içinde gaybî olan bu zihniyeti zorluk ve nimet fitneleri ile şehadet âlemine çıkarandır. Zümer 46’da “Gaybı ve şehadeti bilen sensin.” ifadesinin maksadı da bu olsa gerektir. Allah tüm kullarının içindeki gaybî olan duygu ve düşünceleri bu tür fitnelerle şehadet düzeyine çıkarmıştır. Bu fitneler kiminin tevazuunu, kiminin kibrini ortaya çıkarır. " ‘O (servet) ancak bendeki ilim sebebiyle bana verildi.’ dedi.” Kasas: 78. âyet ile başlayan pasaj, Karûn üzerinden bu zaafı örneklendirmiştir. (Ayrıca bkz. Sad: 76) (Ayrıca bkz. Sad: 76) İnsan türünün bu kadim zaafı bir sonraki âyette şöyle ifade edilir:

50- Doğrusu onlardan öncekiler de onu dedi. Oysa kesp ettikleri onlara bir fayda vermedi.

Karûn örneğinde de olduğu gibi bir toplumda aşırı zengin ve fakirlerin varlığı toplumsal huzurun ve adaletsizliklerin oluşmasındaki temel sebeplerdendir. Kurân verdiği örneklerle vasat bir toplum, dengeli bir ümmet ve itidal üzere şahsiyetler oluşturmayı amaçlamaktadır. Sistemin adil olup olmadığını anlamak için şu kritere bakmak kâfidir: Adil bir sistemin içinde yaşayanlar, haklara girerek kesp edilenlerin hayrını göremez ve yaptıkları yanlarına kalmaz. 

51- Böylece kesp etikleri kötülük, onlara isabet etti. Ve bunlardan zulmetmiş olanlara, kesp etikleri kötülük yakında isabet edecektir. Ve onlar, âciz bırakabilecek değiller.

Bu âyette iki zümreden bahsedilir: İlki menfaati için zâlimin zulmüne razı olanlar, bunlar zâlim olmazsa da zulme razı olanlardır. Sebe 31 bunlara “müstazaf” demiştir. Diğer zümre de bu pasif ve edilgen grubu sûistimal eden müstekbirlerdir. Mekke’de sırf menfaati var diye hicret etmeyip şirk sistemi altında zulme rıza gösterenler zaafa uğratıldıkları için zaten kötülük onlara isabet etmiştir. Zâlimlere ise yakında isabet edecektir. Zira zulüm ile abad olanın ahiri berbat olur.

52- Allah’ın dilediğine rızkı yaydığını ve takdir ettiğini bilmiyorlar mı? Muhakkak ki bunda, güvenen bir kavim için elbette âyetler vardır.

Rızık sadece boğazdan geçen değildir. Burada Allah’ın takdir edip yayılmasını istediği rızık dünyalıklardan ziyade indirdiği vahiydir. İnen âyetleri rızık, yani ruhun gıdası olarak görenler sadece ona inananlar olduğundan da cümlenin sonu “Bunda inanan bir kavim için elbette âyetler vardır.” şeklinde sonlanmıştır. Kurân’da rızık vahyin bir sıfatı olarak Hz. Hz. Şuayb’ın dilinden şöyle tarif edilmiştir: “Dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben, Rabbimden bir delil üzerinde isem ve O, beni kendinden güzel bir rızıkla rızıklandırdı ise de görüşünüz bu mu? Sizi men ettiğim şeyde muhâlefeti irâde etmiyorum. Sadece gücümün yettiği kadar ıslâhı irâde etmekteyim. Benim başarım ancak Allah iledir. Ben, O’na tevekkül ederim ve O’na yönelirim.” (Hûd: 88) Genişlemek manasındaki kelime “vâsi”, çoğalma manasındaki “kesir” veya artma anlamındaki “kevser” kullanılmayıp “yebsutu” kelimesinin seçilmesi de manidardır. Yebsutu kelimesinin kökü “b-s-t” dir. Bu kök Kurân’da 25 yerde gelir. Bir şeyi yaymak ve genişletmektir (el-Müfredat). Yeryüzünü de sizin için yayan O’dur (Nûh: 19). Bu kelime el uzatma manasında gelir. “Ey imân edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani bir kavim size el uzatmaya yeltenmişti (en yebsutû) de Allah onların ellerini sizden çekmişti.” (Maide: 11) “Hak davet O’nadır. O'nun astında dua ettikleri, onlara bir şeyle icâbet edemezler. Onlar ancak, ağzına suyun ulaşması için avucunu açmış kimse gibidir. O, ona ulaşacak değildir. Ve örtenlerin duası, dalâlet içinde olmaktan başka bir şey değildir. (Râd: 14) Allah dilediği miktarda ve takdirle hak daveti dileyen kullara ulaştırmakta ve yaymaktadır. Bu rızık ile beslenen müminler ile rızıktan mahrum kalanların kıyası yapılmıştır. Rızıktan mahrumiyet hakları kesp etmeyle sonuçlanmıştır. Yaptıkları kötülüklerin yakında onlara döneceği, kötülüğün isabet etmesi ile anlatılmıştır. Bu azap gelmeden önce yapılan son çağrı ise şöyledir:

53- Kendilerini israf etmiş kullarıma de ki: "Allah’ın rahmetinden karamsarlığa düşmeyin! Muhakkak ki Allah, peşlerini bırakmayan suçlarından onları topluca mağfiret eder. Muhakkak ki O; Ğafûr’dur, Rahîm’dir."

İsraf kelimesi, “serefe” kökünden türemiştir. Kelimenin anlamı; herhangi bir işte normal olan sınırı aşmak, bir değeri boşa harcamaktır. Âyetteki “ala enfüsihim” ifadesi “kendilerini” manasına gelmektedir. Bu insanlar hayatlarını boşa harcamış, yeteneklerini insanlığın faydasına değil, nefsanî arzular peşinde tüketmiş olanlardır. Aslında bu âyet muhatabının çok değerli olduğunu ve hiçbir şey için geç kalınmadığını haber veren berceste bir ayettir.

Kânıtîn kelimesinin kökü kânıta’dır. Genelde kelimeye “yeis/ümit kesmek” anlamı verilmiştir. Oysa kelime “ye’s” kelimesinden farklıdır. Zira kelime, Kurân’da altı âyette geçmektedir ve (Rûm: 36, Hicr: 55-56, Şûra: 28, Zümer: 53, Fussilet: 49) Fussilet:49'da “yeis” ile beraber kullanıldığı için mana bakımından “yeis”ten farklıdır. Kişi önce iyi olandan, hayırdan, imkânlardan ümitsizliğe yani yeis’e düşer. Sonra kötülüğün ve sıkıntının geleceğine dair kânitîn olur, karamsar bir bakışla yoku-negatifi görmeye başlar. Yeis’e düşmek, var olan imkânların elden gideceği korkusu ile hayırdan ümit kesmek iken, kânitîn şerrin veya kötülüğün geleceğine dair büsbütün karamsarlığa düşmektir. Karamsarlığa düşmek, umudu kaybetmenin sonucudur.

Kurân’da “ism, zenb, vizr, cünah, fuhş, tuğyan, fücur ve cenef” vs. gibi “günah” kavramını ifade eden pek çok kelime vardır. Zenb, kuyruk anlamına gelen “zeneb” kelimesinden türemiştir. Sonu kötü olan ve insanı takip eden günah, suç ve kabahatler için de kullanılır. Çoğulu zünûb‘dur. Bu fiili işleyen kimseye müznib denir. Akıbeti kötü olan her söz ve fiil zenb’dir. Günaha zenb denilmesi, insanı takip edip sonunda pişman ettiği içindir. Bu ifade geçmişte yapılan hataların insanı sürekli takip ettiğini ve bedelinin eninde sonunda insanın ödemesi gerektiğini hatırlatmak için seçilmiş olabilir.

Mağfiret; bir şeye onu kirden koruyacak elbise giydirmektir (el-Müfredat). Miğfer de buradan gelir. Kendi potansiyelini görmemek, kendini ve imkânlarını israf etmektir. Eksik olana odaklanan, varı göremez. Bu durum kişiyi önce ümitsizliğe, ardından karamsar bir bakışa sürükler. Oysa insanın peşini bırakmayan pişmanlıklardan korunmasının yolu ümit miğferini giyinmektir. Allah peşlerini bırakmayan bütün hatalardan, pişmanlıklardan onları bu pozitif bakışla mağfiret edecek ve koruyacaktır. “Cemian” ifadesi, istisna olmadan büyük-küçük hepsinden bu bakışla korunacağını anlatmak içindir. İfade, geçmişi arkada bırakıp geleceğe güvenle yürümenin önemine değinir. Âyetin nüzul ortamındaki önemini de düşünmek gerekir. Bir yandan Mekke’deki ağır yaşam şartları, bir yandan hicretin getirdiği belirsizlikler, bir yandan da yeni inen vahiy ışığında bir ömür yaptıkları amellerin, ibadetlerin ve sözlerin şirk ve zulüm olduğu gerçeği muhatapları önce ümitsizliğe, ardından karamsar bir bakışa sürüklemiş olabilir. Bu durumda olanlara Allah’ın Ğafûr ve Rahîm olduğunu hatırlatmak çok kıymetlidir. Nefes alıp verdiğimiz sürece, hiçbir şey için geç değildir. Önce iyi ve kötüyü vahiyle, fıtratla net bir şekilde belirlemek (furkân), ardından bu netlik ve sabiteler ışığında hata, yanlış ve kötülüklerden uzak durmak (takva), yapılanların telafisine yönelmek (tevbe), ardından bağışlanmaya mazhar olmak (mağfiret)… Bu süreç başlı başına muazzam bir imkân ve nimettir. Bunu boşa harcamak israftır ki, Allah müsrifleri bu yüzden sevmez. En büyük israf, insanın karamsarlık ve pişmanlıklarla kendini harcamasıdır.

54- Ve Rabbinize dönün! Ve size azap gelmeden önce O’na teslim olun! Sonra size yardım edilmez.

Münîb kelimesinin kökü nevb’dir. Nevb; bir şeyin gidip gelmesi, dönüşümlü olması, sıra ile dönmesidir. Sürekli gidip tekrar yuvasına döndüğünden bal arısına da nevb denmiştir. İnabe, Allah’a tövbe ve samimi amelle dönüş yapmak demektir. (Bkz. Kâf: 8) Bu kelime Kurân’da Hz. İbrahîm için de kullanılır. (Bkz. Hûd: 75) Sorgulayan, arayan, dönüp dolaşıp hak noktaya gelen her kul “münîb” sıfatını kazanır. Bir önceki âyette kendini israf eden kullara seslenilmiş ve Allah’ın rahmetinden karamsarlığa düşmemeleri gerektiği ifade edilmiştir. Zira Rabbe münîb bir kul olarak dönenlere karşı Rabbin Ğafûr ve Rahîm olacağı 53. âyette vadedilmiştir.

Buradaki teslim olma 29. âyette şöyle ifade edilmişti: “Allah, şu misali verdi: Aralarında anlaşamayan birkaç ortağa teslim olmuş kişi ile tek bir adama teslim olan kişinin durumu bir olur mu?” Eğer resûle ve onun getirdiğine teslim olup Mekke’den zamanında çıkmazlarsa azap onlara da gelecektir. Bu yüzden “Dünya ve âhiret azabı gelmeden önce ona (resûle ve getirdiği vahye) teslim olun!” çağrısı yapılmaktadır. Aksi hâlde kendilerini israf etmiş olacaklardır. Bu durumdan kurtulma imkânı da kalmayacaktır. Zira hicret sonucu onlara yardım edecek -bir tane bile- âdil, mutedil, merhametli Müslüman kalmayacaktır.

55- Ve size azabın ansızın gelmesinden önce, Rabbinizden indirilene en güzel şekilde tâbi olun! Ve siz şuur etmiyorsunuz.

Nüzul ortamında en önemli ve büyük tedbir Rabbden gelene teslim olup hicret etmekti. Bu tedbiri alıp Mekke şirk sisteminden çıkmayanlar, henüz başlarına geleceklerin şuurunda değildir. Zümer 53’ten başlayan uyarılar, bu âyette ve sonraki âyetlerde azabın sadece dünya ile sınırlı olmayacağını, âhirette de bunun yansımaları olacağı şeklinde devam edecektir. Kurân’ın müteşâbih/benzeşen ve mesânî/katmanlı özelliği, müşriklerin ummadıkları bir anda hicretin gerçekleşmesinin asıl nedenidir. Hicret etmemek, resûlden uzak düşmektir. Bu hâl Allah’tan uzaklaşmak manasında geride kalanlar tarafından şöyle itiraf edilmiştir:

56- "Allah’tan uzaklaşmada, ifrata düştüğüm her şey için bana yazıklar olsun. Ve ben mutlaka alay edenlerden olmuştum." der.

İfrat ve tefrit, aşırılık ve hamiyetsizlik, makbul olmayan, dinimizin nazarında aşırı uçlar demektir. Bir başka ifadeyle ifrat, normal ölçülerden ileriye gitmek; tefrit ise normal ölçülerin gerisinde kalmaktır. İsraf; ifrat hâli iken, cimrilik tefrit hâlidir. Oysa makul olan, her alanda itidal üzere hareket etmektir. Allah’tan uzaklaşmada aşırı gitmek âyetlerle alay ederek resûle muhalefet etmektir. Bu durum sadece bireysel bir tercih olmaktan çıkıp toplumu yalanlarla kışkırtmaya varmıştır. Allah’a tevbe imkânı bulamayanlar ciddiyetsiz insanlardır. Ciddiyetsizler, hidâyetten en uzak olanlardır. Ateistin bile ciddi olanı makbuldür. “Ve bir âyet gördükleri zaman sen hayret ettin, onlar alay ettiler.” (Saffat: 12-14) “İşte onlar, uzak bir dalâlet içindedirler.” (İbrahîm: 3) Ve âyetlerimizi diline dolayanları gördüğün zaman, artık başka bir söze dalıncaya kadar onlara arkanı dön! Ve ama şeytân sana unutturursa hatırladıktan sonra artık o zâlimler kavmiyle beraber oturma! (Enâm: 68) İşte o zâlimlerden birinin Mekke’nin fethi veya müminlerin kesin zaferi karşısındaki bu itirafı, Kurân tarafından gaybî olarak haber verilmiş veya âhiretteki pişmanlığı aktarılmış olabilir. Aslında resûlün getirdiği adâlet, paylaşım ve tevhide karşı şirk sistemini savunmak, dinden ve putlardan rant elde etmenin sonucudur. Din ticaretinin meşru olduğu propagandası şirkin merkezi olan o günkü Mekke’yi daha da cazip kılmaktaydı. Bu amaç için âyetleri dile dolama, onları alay konusu edinme Allah’tan uzaklaşmada ifrata düşmek şeklinde ifade edilmiştir. Şirki savunan bu elebaşının itirafı devam edecektir.

57- Veya: "Muhakkak ki eğer Allah beni hidâyete erdirseydi, ben mutlaka takva sahiplerinden olurdum." der.

Cümlelerin başındaki “veya”lar ve bir alttaki âyette yer alan “azabı gördüğü an” ifadesi bu sözlerin bir anda değil, süreç içinde sarf edildiğini anlatmaktadır 56. âyette suçu kendinde arayan ve kendini kınayan müşrik, tercihinin sonucunu burada itiraf etmiştir. Şöyle ki gelen âyetlerle alay, ilkesel bazda kişinin tasavvurunda tamiri mümkün olmayan eğriliklere sebep olmuştur. Ciddiyetsizlik sonucu pusulası şaşan bu kişinin zaten hidâyet dediğimiz doğru yolu bulması mümkün değildir. Allah, tercih ve amelleri ile hidâyeti hak etmeyenleri zaten hidâyete erdirmez. “Takva sahiplerinden olurdum.” beyanı ise bu kişinin muttaki olmadığının itirafıdır. Zira hidâyet denilen doğru yolda ilerlemenin ilk şartı, yanlış yollardan sakınma dediğimiz takvadır. Aslında takva en temel ahlâkî zemindir. Kötülüklerden sakınma bilinci olan takva, yani muttaki olama hali, insanı iyilikler ve güzellikler üretmeye yönlendirir. Kurân bu kişilere “muhsin” demektedir. Bir sonraki âyetten bu üst sıfatı şöyle okumaktayız:

58- Veya azabı gördüğü an: "Keşke benim bir kere daha fırsatım olsaydı, o zaman muhsinlerden olurdum." der.

Muhsin olan, yaptığı iyilikler ve güzelliklerle azaptan korunan kişidir. Çevresini cehenneme çevirenler cennetin hayalini dahi kuramazlar. Muttaki olmak için fırsata gerek yokken, muhsin olmak için fırsat ve imkân gereklidir. İhsanda bulunma fırsatı, insanın önüne geldiği zaman bu fırsatı acabalarla heba etmek pişmanlıktır. İnsanların ihsanda bulunmamasının temel sebepleri sırası ile şöyledir:

59- Bilakis, sana âyetlerim gelmişti. Oysa sen onları yalanlamış, kibirlenmiş ve örtenlerden olmuştun.

Âyetlerin gelmesi kişinin inançlarına dair yeni bir bakış açısı, farklı işaretlerin ve bilginin ulaşmasıdır. Zira bilmeyen mükellef olmaz. Burada değişime direnme sebebi olarak kibir gösterilmiştir. Kendini ve inancını gelen tekliften büyük görme, atalardan alınan inancın ve geleneğin üzerinde fazla düşünmemenin sonucudur. Taklidin devam etmesi için yapılması gereken, gelen teklifi örtmektir. Örtmeyenler tahkik ehlidir. Kurân, örtenler zümresine el-kâfirin demektedir. Kâfirlerden olma bir sürecin sonudur. Nasıl ki muttaki ve bir üst mertebe olan muhsinlerin oluşturduğu bir zümresi varsa burada da yalanlayan kibirlilerin oluşturduğu kâfirler zümresi anlatılmıştır. Hakikati örtenlerin işledikleri suçlar ile ilgili bir sonraki âyette şöyle bir bilgi verilir:

60- Ve kıyâmet günü, Allah’a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin kararmış olduğunu görürsün. Kibirlenenlerin yeri cehennem değil mi?

Âyette yüzü kararanlar manasındaki “vucûhuhum musveddetun” ifadesi farklı bir âyette şöyle kullanılmıştır: “Onlardan biri Rahmân olan Allah'a isnat ettiği kız çocuğu ile müjdelendiği zaman yüzü kararır da öfkesinden yutkunur, durur.” (Zuhrûf: 17) Yüzün kararmasının Türkçemizdeki karşılığı utanılacak bir suç işlemenin sonunda kullanılan “yüz kızartıcı suçlar” demektir. Şirk zihniyeti; sanki kız çocuğuna sahip olmak, yüz kızartıcı ve utanılacak bir suçmuş gibi bir tavır takınır. Ceza hukukunda “yüz kızartıcı suçlar” şeklinde bir suç kategorisi maalesef mevcut değildir. Esasen yüz kızartıcı suç deyimi; hukuk doktrininde toplumun şiddetle tepki gösterdiği, ahlâkî açıdan kabul edilemez bulduğu, utanç verici suçlar için kullanılmaktadır. Daha çok devlet memurları için kullanılan bu tabir onların saygın konumlarına yakışmayan hâl ve hareketleri kapsar. Mekkeli müşrik kodamanların sonu, sahte itibarlarının ve maskelerinin düştüğü kıyam gününde belli olacaktır. “Kibirlenenlerin yeri cehennem değil mi?” sorusunun içinde hem bir cevap hem de bir sonuç vardır. Cevap, “Evet kibirlilerin yeri cehennemdir.” Sonuç ise kibirlilerin bulunduğu yeri cehenneme çevirmesidir. Cehennem gibi bir hayattan kurtulma yolu ise bir sonraki âyette şöyle tarif edilir:

61- Ve Allah, takva sahiplerini, kazandıkları ile kurtarır. Onlara kötülük dokunmaz. Ve onlar mahzûn da olmaz.

Mefaze, “fevz” kökünden, mef’ale vezninde bir mastar olup “saadet-mutluluk” demektir. İsmizaman, ismimekân olan “mefaze” kelimesiyle burada saadetin vakti ve yeri kastedilmiş olabilir. Ragıb “faze” fiiline “Mastar veya fevz kö­künden gelen bir isimdir.” der. “Mefaze” istenileni tam manasıyla elde etmek demektir. Ya da mefâze’nin mekân ismi oluşuna ve mefâzâtihim okuyuşuna dayanarak “kurtuluş mekânlarına ulaştıracak” anlamına ulaşılmıştır (Râzî ve İbn Aşur).

Takva her tür kötülükten, kibirden, alaydan sakınma bilincidir. Bu bilinci kazanan birine artık kötülük kolay kolay dokunamaz. Takva sahiplerinin kazanımları onları cehennemden korumuştur. Yalandan, iftiradan, hırsızlıktan, zinadan, alkolden, adâletsizlik ve haksızlıktan uzak duran, bunların yol açtığı olumsuz sonuçlardan uzaklaşacağı için herhangi bir pişmanlık ve hüzün yaşamayacaklardır. Bu Allah’ın vaadidir. Kuralları en başta böyle belirleyip yaratan Allah bu yüzden muttakilere vekildir.

62- Allah, her şeyin yaratıcısıdır ve O, her şeye vekildir.

Allah, her şeyin hâlikı/yaratıcısıdır. Bu her şey içine, yeni mekânlar ve yeni fırsatlar da dâhildir. Yeter ki kötülüklerden sakınma ve uzak durma bilinci kişide olgunlaşsın. Şirkin merkezi durumuna gelen o günkü Mekke’den uzaklaşmanın ve şerden sakınmanın tek yolu Allah’ı vekil bilip hicret etmektir. Zira Allah yeni fırsatlar, yeni imkânlar ve mekânlar yaratmaya kâdirdir. Muttaki olmak Allah’ı vekil bilmektir.

63- Göklerin ve yerin kilitleri O’nundur. Allah’ın âyetlerini örtenler, işte onlar hüsranda olanlardır.

Mekalîd kökünden gelen  “ıklid” ismi Türkçeye geçip “kilit” şeklini almıştır. Bu tespite göre, âyetteki “mekalîd”; kilitler ve anah­tarlar anlamına geldiği gibi, dolaylı manada bu kilitlerin koruduğu “hazineler” şeklinde de lügatlerde geçer. Her iki manada da âyet, içinden çıkılmaz durumların çözümünün Allah’ta olduğunu ifade etmektedir. Allah, sorunların çözümünü işaret dediği âyetler ile gösterir. Yani muhataplarına direkt olarak anahtarları sunmaz. Zira sunsa burada ne emek ne de imtihandan söz edilebilir. İşaretleri örtmek, çözümden uzaklaşmaktır ki bunun da sonu tam bir hüsrandır. İnsan, ayağına kadar gelen çözüm yollarını, ancak kula veya başka güçlere kul olmasına sebep olan cehaletinden dolayı örter.

64- De ki: "Ey cahiller! Bana Allah’tan başkasına kul olmamı mı emrediyorsunuz?"

Kurân’da cehâlet sadece bilgisizlik değil, aynı zamanda had ve hududu bilmeme hâlidir. Bu, zaten kibrin bir yansımasıdır. Kibirliler hadlerinin olmadığı her konuda fikir beyan etme hakkını kendilerinde görürler. Ve çevrelerine emreden, buyuran bir tavırdadırlar. Bu yüzden onların olduğu yer cehennemin şubesidir. Buradaki tepkisel hitap, hicret etmeyip müşriklerin himayesinde yaşama arzusuna karşı bir cevap olabilir. Bu seçimin esaret altında, şirk sisteminin kuralları ile bir nevi onlara kulluk olacağı ve cahiliye dönemine geri dönüş manasına geldiği ifade edilmiştir. Allah’a kul olan sadece onun önünde eğilirken Mekke’de kalmak özgürlükten, adâletten, insan onur ve haysiyetinden dünyalıklar uğruna ödün verip sonunda vazgeçmek demektir. Bu hayat tarzı, Allah’tan başkasına kul olmak demektir. Bu manada her tür gönüllü kölelik Allah’tan başkasına kulluktur. İnsan onuruna yaraşır bir hayatı tercih edip hicret etmektense eski köle-efendi ilişkisine dayalı şirk kültürünü devam ettirmek hidâyetten sonra câhiliyeye geri dönmektir.

65- Ve doğrusu, sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: “Gerçekten eğer sen şirk koşarsan amellerin mutlaka heba olur. Ve mutlaka hüsrâna düşenlerden olursun.”

Şirk güzel amellerin hepsini heba eden, insanlıkla yaşıt bir suçtur. Âyetteki “…sana ve senden öncekilere…” ifadesi bu suçun sadece Mekke’deki putperestlerin sapkınlığı değil, insanoğlunun daha evrensel bir zaafı olduğunu anlatmaktadır. Ayrıca “Sen şirk koşarsan…” şeklinde direkt Allah Resûlü Hz. Muhammed’e bir hitap söz konusudur. Peki, “Taştan ve tahtadan putların hiçbir işe yaramadığını delilleri ile ispatlayan bir resûlün tekrar o putların önüne gidip şirk koşması mümkün müdür?” O hâlde burada şirki tanımlamak gerekmektedir. Burada iç bağlama bağlı olarak şirk, müşriklerin tehdit ve korkutmalarından etkilenip Mekke’den çıkmayı istememek olarak tanımlanabilir. Zira bu hatalı tercih iyi ve güzel olan her amelin, müşriklerin lehine kötüye kullanılmasına sebep olacaktır. Dolayısıyla şirk dünyevî menfaati erdemlerle değişmek, zâlimin zulmüne karşı kıyam etmemek ve onların safında yer almak, Allah’ın dışındakilerden korkup âyetlerin, vicdanın ve aklıselimin üstünü yalanlarla örtmek; kulluğu Allah’a tahsis etmemek ve şükredenlerden olmamaktır.

66- Öyleyse artık Allah’a kul ol! Ve şükredenlerden ol!

Kulluğun ispatı şükür hâlinde olmaktır. Şükür, verilen nimet cinsinden olur. Bu anlamda şükür Allah’ın verdiği her nimeti kendi cinsinden yine onun yolunda üretmek ve karşılığını vermek için kullanmaktır. Şükür, nimet vereni bilip onu açığa vurmak; küfür ise nimet vereni inkâr edip onu gizlemektir. Şükür imân etmeyi, verilen nimetlerin sahibi olan Allah’ı tanımayı ve O’na minnettarlığın ispat hâli iken küfür kelimesi; imân etmemeyi, insanlara sonsuz nimetler veren rızık sahibi Allah’ı inkârı anlattır. Şükürsüzlük tekâsürü doğurur. Bu, mülk konusunda kişiyi şirke sürükler. Mülkte şirk koşan infak edip paylaşmaz. Yeryüzündeki suçların ve savaşların tamamı önce küfür, yani elinde olanları daha verimli kullanmak yerine onu açgözlülük ve bencillik ile örtmek, ardından daha fazlasını elde etmek için insanî erdemlerden uzaklaşmaktır. İşte kişiyi şirke düşüren bu tercihler, şükürsüzlüğün sonucudur. Allah’a kulluk O’nun esmalarına imân, yani ilkelere sadâkattir. Şükür ilkesine sadık olmayanlar neye mutlak manada şükrediyorsa aslında onun kulu olmuştur. Doymak bilmez nefsin arzularını tatmin yönünde hareket eden biri, artık onun kulu olup verilenleri ve kendisini heba etmiştir. Allah’ın kadrini ve kıymetini hakkıyla bilen, geçici dünyalıklar uğruna ilkelerinden ve değerlerinden taviz vermez. İşte hicret etmeyip Mekkeli müşriklerin insafına sığınan biri Allah’a mı yoksa başka şeylere mi kulluk etmiştir? Paylaşmayıp cimrilik etmek el-Kerîm ve el-Ekrem’e imân etmemektir. Mülke “Benimdir.” diyen el-Malik’e, cebbarlık ve kibir gösteren el-Cebbar ve el-Mütekebbir’e imân etmiyor demektir. Esmadan uzaklaşan, Allah’a hakkı ile kulluk etmiyordur. Esmaya sadâkat gerçek kulluktur. Şirk bu üst değerlere, sığ ve bayağı arzular, şeytânî duygu ve düşüncelerin ürettiklerini ortak koşmak ve tercih etmektir. Şirk, hatalı tercihler ile başlar. Tanrı tasavvurunu bozarak devam eder.

67- Ve Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. O, kıyâmet günü yeryüzünün tamamını avucunda tutmaktan ve semaları sağ eliyle dürmekten Sübhân’dır. Ve O,  onların şirk koştuklarından yücedir.

Bu izah, müşriklerin hayatın sonu ve yaratan tasavvurundaki hataları düzeltmek içindir. Zaten konuya “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler.” şeklinde bir ifade ile başlanmıştır. Bu girizgâh akla şu soruyu getirmektedir: Şirk koşanların tanrı tasavvuru nasıldır ki Rabbimiz böyle bir tespit ile âyete başlamıştır. Bu sorunun cevabı ondan sonra gelen cümleler ile verilmiştir. Burada müşriklerin sözleri aynen aktarılıp arkasından Allah’ın bundan sübhân ve teâlâ olduğu üzerinden yamuk tanrı tasavvurları düzeltilmiştir. Aynı durum Enbiyâ 26. âyette de vardır. “Rahman kendisine evlat edindi. O sübhândır.” “Allah velet edindi. O sübhândır.” (Bakara: 116) Zümer 67. âyetin bu saydığımız âyetlerden farkı “Ve Allah’ı hakkıyla takdir edemediler.” gibi bir girişle başlamasıdır. Bu yüzden cümlenin başında “Dediler ki/ ve kâlû:” gibi bir ifadeye ihtiyaç kalmamıştır. Bu öz anlatımın yüzeysel okunması, hâşâ sanki Allah kıyamet günü dünyayı sol elinin avcunun içinde, gökleri de sağ elinde dürmüş gibi bir algıyla meal verilmesine sebep olmuştur. Bu algı sonucu yapılan mealin müellifine şunları sormak gerekmektedir: Kıyâmet günü yeryüzü Allah’ın avucunun içinde olacaksa şu an avucunun içinde değil midir, nerededir? Eğer bu mecaz ise sağ el, sol el, avuç yerine neden Allah’ın esmaları olan kudret, yönetim ve mutlak hâkimiyet manasındaki doğrudan ifadeler ve esmalar seçilmemiştir? Bu anlatım Allah’a 3 boyut atfedip onu bir mekân ve bir zaman dilimine indirgemek olmaz mı? “Allah’ın sağ eli” tabiri “Allah’ın misli gibi yoktur.” (Şurâ: 11) âyeti ile çelişmez mi? Zaten âyetin devamı “O bundan sübhândır/münezzehtir, onların şirk koştuklarından teâlâ’dır/yücedir.” şeklinde sonlanmıştır. “Allah görür, duyar, bilir.” başka bir şeydir, “Allah’ın gözü var, kulağı var, beyin ve kalp organı var.” demek bambaşka bir şeydir. Eli, gözü, parmağı olan ve insana benzeyen bir Rabb tasavvuru müminlerin mi yoksa müşriklerin mi ilâh tasavvurudur?

Teâlâ, Kurân’da Allah’ın yüceliğini dile getirmek için kullanılan kelimelerden biridir. Bu kelime, Allah’ın, insan tasavvurunun tahayyül edeceği her şeyin ötesinde ve üstünde olduğunu bildirir. Tefeul formunun getirilmesi insanlarda olduğu gibi tekellüf için değil mübalağa içindir. Te’âlâ kelimesinin asıl anlamı “insanın yüksek bir yere çağrılmasıdır”. Sonra her türlü yere çağrılma bu anlamda kullanılır olmuştur. Te’âlâ diyen kimse sanki yüceliğin olduğu yere çağırmıştır. (Rağıb) Sağ eli olan, avucunda dünyayı tutan gibi bir Rabb tasavvurundan daha yüce bir algıya muhataplarını teâlâ ile çağırmaktadır. Bu çağrıyı yüzeysel okuma sonucu anlayamayanlar mücessimeyi uydurmuştur. Mücessime sözlükte “gövdesi büyük olmak” anlamındaki cesâme kökünden isim olan cism “insan, hayvan vb.nin maddî varlığını oluşturan şey, ceset, beden” demektir. Aynı kökten türeyen tecsîm “bir şeyi cisim olarak düşünmek, onun üç boyutlu olduğunu kabul etmek” manasına gelir (Lisânü’l-ʿArab, “csm”, “csd” md.leri; Kāmus Tercümesi, IV, 218). Buna göre mücessime; tecsîm görüşünü benimseyen inanç, grup veya kişileri gösterir. Müşriklerin tanrı tasavvurunu reddeden bu ve benzeri âyetler, onları destekler tarzda yorumlanmış ve bunu izah etmek için mecaza başvurulmuştur. Doğrudan ifadeler yerine mecazın tercih edilmemesi gerektiğini bilenler ise cevabı mücessime inancında aramıştır. Ehli kitapta tanrıyla güreşen Hz. Yakup inancı, Hristiyanların Hz. İsa’ya benzeyen -hâşâ- baba tanrıları, putperestlerin hayvan veya insan şeklindeki putları, Allah’a isnat ettikleri melekleri onun kızları zannetmeleri, Allah’a harem kurmaları, antik Yunan’daki erkek Zeus tanrı algısı vs. hep sığ bir tanrı tasavvurunun uzantısı olan inançlardır. Böyle bir ortamda Kurân’ın bu inançları destekler tarzda Allah’a bir uzuv isnat etmesi beklenmez. Zaten burada “keenne, misli” gibi bir benzetme edatı da kullanılmamıştır. Üç boyut ve organlarla teâlâ olan âlemlerin Rabbi tarif edilmez. Bir yön, mekân ve zaman dilimi içinde, uzayın büyüklüğü düşünüldüğünde zerre kütlesi olmayan dünyayı -hâşâ- Allah’ın avucuna koyması aslında Tanrıyı yüceltmek değil, küçültüp basitleştirmek olacaktır.  Âyet bu tasvirlerden Allah’ın sübhân ve teâlâ olduğundan bahsetmiştir. Zaten âyet “Allah’ı gereği gibi anlayıp takdir edemediler.” şeklinde başlamıştır. Takdir manasındaki kadir kelimesi bir şeye miktar ve ölçü koymaktır. Allah’ın zatını bir miktar ve ölçü koyarak muhatabın anlamasına gerek yoktur. Allah’ın yaptıklarını (efalini) ve yapabileceklerini (esmasını) anlamaya ihtiyaç vardır. Allah’ın sağ eli, avuç içi, sahih olmayan rivayetlerde parmağı hatta baldırı gibi tasvirler onun yüceliğine halel getiren ve insanı şirke sürükleyen benzetmelerdir. "Allah âhirette peygamberlere kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını gösterir.” (Müslim, İman 302; Müsned, 3/1) gibi rivayetler Kurân’ın ve Resûlü’nün Allah tasavvuru değil Mekkeli müşriklerin sığ tanrı tasavvurudur. Allah Resûlü bu cümleleri reddetmek için söylemiş; ancak daha sonraları sanki onları tasdik etmek için zikrettiği şeklinde anlaşılıp nakledilmiştir. Putperest kafa gördüklerinin ötesine geçemediği ve soyutu kavrayamadığı için somut nesnelere tapar. Taptığını görmek, ona dokunmak ve çevresinde gördükleri ile onu şekillendirme arzusundadır. İsrâ 92-93’te de ifade edildiği gibi “Allah’ı ve melekleri açıkça getirip bize göstermedikçe sana asla inanmayız.” demelerinin sebebi de ulûhiyeti hakkıyla takdir edememeleridir. Kurân’da Allah’ın eli ifadeleri vardır ancak bu ifadelerin tamamı maddi değil mecazidir. Kıyamet bağlamındaki yamuk tanrı tasavvurundan sonra şimdi son saati kimin yaşayıp yaşamayacağına dair izahlar yapılıp Zümer sûresinin sonunda mahkeme ve âhirete ilişkin bir pasaja girilecektir. Amaç eksik ve yanlış bilinen bu tarz gaybî konularda muhataba doğru olanı beyan etmektir.

68- Ve sûra üfürülmüş, böylece Allah’ın diledikleri hariç göklerde ve yerde olanlar bayılmıştır. Sonra ona üfürüldüğü zaman onlar ayağa kalkarak bakınmıştır.

Sa’ik, sözlükte yıldırım çarpması veya yüksek bir ses sonucu oluşan kendinden geçme hâlidir. Yaşanan şok ve arkasından gerçekleşen bayılma manasındaki sa’ikâ kelimesi ölüm anlamındaki “mevt” ve ölü manasındaki “meyt” kelimesinden farklıdır. Bayılan tekrar ayılıp ayağa kalkar. Bu yüzden âyette dirilme (bas) değil de kıyam/ayaklanma/kalkma kelimesi kullanılmıştır. Peki, ilk sûr ile herkes ölmüyor muydu? Neden burada ve Kurân’ın sûra ilişkin diğer âyetlerde ölüm ile alâkalı kelimeler hiç kullanılmamıştır? Aynı kelime Kurân’da Hz. Mûsa’nın Allah’ı kavminin etkisi ile görme konusunda şöyle zikredilmiştir: “Dedi ki:  Rabbim, bana kendini göster, sana bakayım! Beni asla göremezsin. Ve lâkin şu dağa bak! O, mekânında kararlı olabilirse, böylece sen beni görürsün. Artık Rabbi, dağa tecelli ettiği zaman onu un ufak etti. Mûsâ, bayılarak yere kapandı. Sonra ayıldığı zaman: ‘Sen Sübhan’sın, tevbe ederim. Ben, inananların öncüsüyüm.’ dedi.” (Arâf: 143) Allah’ı görme isteği aslında aşkın ve yüce olana karşı yapılmış zihinsel ve inançsal bir hatadır. Bu yüzden Hz. Mûsa’nın dilinden şu cümle dökülecektir: “Sen Sübhân’sın, tevbe ederim. Kavmim içinde ben, (bunu anlayıp) inananların ilki oldum.”

Sûr konusu daha önce birçok âyette geçmişti. (Bkz. Yâsîn 51, Tâhâ 102, Hâkka 13, Nebe’ 18, , Neml 87–90, Kehf 99, Enâm 73) Tekrara düşmemek adına burada sûr ile alâkalı farklı bir bakış açısı sunmaya gayret edilecektir. Bazı dilcilere göre sûr “şekil” anlamına gelen sûret demektir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, Lisânü’l-ʿArab) Zaten Kurân’da sûr kelimesinin kökü olan “s-v-r” “yusavviru/şekil” manasında Âli İmrân 6’da,  “savvernâ/biçim vermek” manasında Arâf 11’de, sûret manasında İnfitar 8’de kullanılmıştır. Sûrun ve ona üflemenin mana ve mahiyeti konusunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüştür. Âlimlerin büyük çoğunluğunu oluşturan gruba göre sûr gerçek anlamda bir boynuz, boru veya borazan, üfürme ise ona üflenince korkunç, sarsıcı ve kulakları sağır edici bir ses çıkarılmasıdır. Dolayısıyla sûr, yıkımın korkunç sesi olarak anlaşılmaktadır. Ancak bu mana yıkımı izah edebilir peki dirilme ile sûr’un ilişkisi nedir? Bazılarına göre sûr, sûret kelimesinin çoğulu olup üfürme de “can verme” demektir. Bu durumda “nefh-i sûr” “ruhların bedenlere (sûretler) iade edilmesi” anlamına gelir. Ancak sûret kelimesinin çoğulu sûr değil Kurân’da da geçtiği gibi (Mümin: 64; Tegābün: 3) “suver”dir (Lisânü’l-ʿArab). Burada “sûretlere değil sûrete üfürülür” şeklinde anlamanın önünde herhangi bir engel yoktur. Bu surete üfleme bizi biz yapan öz ile ahiretteki suretimizin eşleşmesi olabilir. Zira tekvir suresi son saat ve onun dehşetinden bahsettikten sonra şu ifadeyi zikreder; Ve nefisler eşleştirildiğinde Tekvir:7 Nefis, beden (suretin) dışında bizi biz yapan manevî yanımızın (kişiliğin, karakterin, bilincin, hatıraların) buluşturulması öz bir şekilde ifade edilmiş olabilir.  Burada, son saatin ardından yeniden dirilmek için bedene yani sûrete nefsin üfürülüşü anlatılmış olabilir. Zaten Tekvir sûresinin bağlamı ile Zümer sûresinin bu son âyetlerinin bağlamı çok benzerdir. Fark Tekvir sûresinde bu olaylar özet olarak şöyle zikredilmiştir “Güneş bürülüp dürüldüğünde. Ve yıldızlar solduğunda ve dağlar yürütüldüğünde. Ve doğumu yakın develer terk edildiğinde. Ve vahşi hayvanlar bir araya toplandığında. Ve denizler tutuşturulduğunda. Ve nefisler eşleştirildiğinde ve diri diri gömülen kız çocuğuna hangi suçtan dolayı öldürüldüğü sorulduğunda Sayfalar açıldığında ve gökyüzü sıyrılıp alındığında ve cehennem tutuşturulduğunda ve cennet yaklaştırıldığında, her nefis, neyi hazırladığını bildiğinde.” Tekvir:1-14 Görüldüğü gibi yargılanmanın olması için her surete nefislerin üfürülmesi gerekmekte. Varlık maddede gerçekleşen sûretten ibarettir. Varlığın meydana gelmesi için potansiyel bir güç ve bir imkân sayılan ilk madde ancak bir şekle büründükten sonra varlık kazanır. Kâinatta şekilsiz madde ve maddesiz şeklin bilfiil bulunması imkânsız olduğundan bunlar varlığın özünü oluşturan iki cevherdir. Bu teoride varlık; güç/meleke/enerji ve suret/madde/şekil denen iki ayrı unsurdan oluşur. Enerji ve oluşan güç önce sûret halini almış sonra fiiller ortaya koymuştur. Aynı zamanda sûret, varlık sahnesinde yer alan canlıların ilk yetkinliği sayıldığından varlığın ilk ve tam sebebi sûrettir. Çünkü her nesnenin tarifi şekline/suretine bakılarak yapılır. Öz enerji ise daha batini bir sebeptir. Bu iki ilke arasında herhangi bir zıtlık söz konusu değildir. Bu sebeple bir konumda enerji/güç olan bir başka konumda sûret olabilmektedir. Misalen ruhun bir beşer suretinde temessül etmesi gibi. (Bkz. Meryem:17)

Üfleme kelimesi üzerinde durmak gerekmektedir. Kurân’da beşerin halife kılınması anlatılırken “Artık onu bir seviyeye getirdiğim ve içine rûhumdan üflediğimde” (Hicr: 29) buyurulmuştur. Benzer ifade Hz. Meryem’in İsâ’ya hamile kalması hususunda da kullanılmıştır (Tahrîm: 12). Kurân’da “nufiḣa” kelimesinin kökü “n-f-h” 20 yerde geçer. Kelime, bir şeye hava üfürmek veya üflemektir. Karnın hava ile şişmesi ve İstiâre yoluyla gündüz için ayrıca baharda otların çıkması manasında kullanılır. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “nfh” md.) Kurân’daki kullanımlarına baktığımızda kelime Allah’a isnat ile geçer. Ancak burada “Sûr’a üfledim.” değil “üfürüldüğünde” şeklinde kullanılmıştır. Kurân’ın hiçbir yerinde bu korkunç sesin, patlamanın faili olarak el-Hayr olan Allah zikredilmez. Ancak bu korkunç sesten Allah dilediklerini korumaktadır. “Allah’ın diledikleri hariç göklerde ve yerde olanlar bayılmıştır.” Bu ifadeyi anlamak için Hz. Mûsa’nın kıssasına tekrar dönmek gerekir. Rahmân olan Allah sonsuz güç ve ışıktan kulunu nasıl ki o baygınlık ile korudu ise burada da sûr’un dehşetinden Allah’ın razı olduğu kullar korunmuş olabilir. Nasıl ki ameliyatlardan önce hasta acı çekmesin diye anestezi ile hissizleştiriliyor ve bayıltılıyorsa müminler için hafif bir üflenme ile bu koruma gerçekleştirilmiş olabilir. (Allahualem) Nitekim sahih bir hadiste bu olay şöyle nakledilir: "Son saat müminlerin başına kopmaz. Allah kıyametin kopacağına yakın zamanda, bir rüzgâr gönderir. O rüzgârın dalgalanmasıyla imânı olan hiçbir mümin kalmaz. (Şerhüs-Sünne 15/90, Müsned-ül Firdevs 5/88, El-Metalibül Aliye hadis no: 4582Kenzü'l-Ummal 15/229; Beyhaki, Şuab-ı İman 2/191; Mu'cemut-Taberani El-Kebir 3/3037). Aynı zamanda bu koruma kıyamette arşın gölgesinde olanlar şeklinde başka rivayetlerde de yer alır. “Allah kıyamette hiçbir gölgenin olmadığı günde borcuna sadık olan dürüstleri, hakka girmeyenleri kendi arşının gölgesinde gölgelendirecektir.” (Bkz. Müslim, Zühd 74, Tirmizî, Büyu' 67; İbn Mace, Sadakat 14)

“Sonra ona üfürüldüğü zaman onlar ayağa kalkarak bakınmıştır.” Mizan kurulup yeniden diriliş olduğunda müminlerin sûretine tekrar can üfürülür ve onlar etraflarına olana biteni anlamak için bakınırlar.  Bunu yapamayanlar için “Kıyâmet günü onu kör olarak biz haşredeceğiz.” (Bkz. Tâhâ: 124, İsrâ: 71) ifadesi yer alır. Bu bedbahtlar derler ki "Eyvahlar olsun bize, yattığımız yerden bizi kim diriltti? Bu, Rahmân’ın vadettiği şeydir. Ve resûller doğru söylemişler." (Yâsîn: 52) Sonuç olarak dünyanın sûretine üflenen ruh, müminlerin gözünü ve gönlünü aydınlatmış ve onları korumuşken, zâlimlerin ise hüsranını arttırmıştır. 

69- Ve yeryüzü, Rabbinin nûru ile parlamış ve kitap konulmuş, nebiler ve şehitler getirilmiştir. Ve aralarında onlara zulmedilmeden hak ile hüküm verilmiştir.

Allah’ın nûru ile yeryüzünün aydınlanması hiçbir iyiliğin veya suçun karanlıkta kalmamasıdır. “Yeryüzü”, mahşer olarak yorumlanırken, “kitap” da amel defterleri olarak tefsir edilmiştir. Mahşer bu dünyadadır. “Sizi, ondan yarattık. Ve sizi, oraya döndüreceğiz. Ve sizi, oradan bir kez daha çıkaracağız.” (Tâhâ: 55) Ancak amel defterleri çoğuldur. Burada ise tekil olan “el-kitabın” ortaya konmasından bahsedilmiştir. Bizce buradaki el-kitap helâl ve haramın, doğru ve yanlışın, yapılması ve uzak durulması gerekenlerin ayrıntılı anlatıldığı vahiylerin tamamıdır. Zira kanunsuz suç ve ceza olmaz. Önceden haber verilenler ışığında yargılama olduğu için onlara zulmedilmemiş, neyi hak ettiler ise onunla hüküm verilmiştir. Burada Allah’ın nûru, üstü örtülmeye çalışılan hakikatler, yani vahyin bir sıfatıdır. (Allah’ın nuru için bkz. Zümer: 22 ve Nûr: 35)

70- Ve her nefse amelleri tastamam verilir. Ve O, onların yaptıklarını en iyi bilendir.

Dünyevî her adâlet sisteminin temel prensibi bu âyette ifade edilmektedir. Zira herkesin yaptığının tam karşılığını bulması adâletin tek amacıdır. Yoksa hayat cehenneme döner. Hak edenin hak ettiği yerde olmamasının temel nedeni olarak âyet bilgisizlik ve cehâleti işaret etmişti. (Bkz. Zümer:64)  İyi veya kötü yapılanların bilinmemesi, karanlıkta kalması, hak etmeyenlerin yüksek makamlarda olması, hak edenlerin ise gerekli değeri bulamaması cahiliyenin sonucudur. Cennetin olması için hakları örtenlerin zümre zümre cehenneme sevk edilmesi şarttır.

71- Ve kâfirler, zümre olarak cehenneme sevk edilir. Oraya geldiklerinde onun kapıları açılır. Ve onun bekçileri dediler ki: "İçinizden, Rabbinizin âyetlerini size tilavet eden ve karşılaştığınız günle uyaran resûller gelmedi mi?" “Evet.” dediler. Ve lakin azâp kelimesi kâfirlerin üzerine hak oldu.

Zümer kelimesi “zümre” kelimesinin çoğuludur. Ragıb’a göre “az cemaatler” demektir. Sûre ismini bu âyetten almaktadır. Buradaki “zümer” ile,  işledikleri dalâlet ve şerrin miktarlarına göre belli bir şekilde dizilmiş, birbiri ardından gelen gruplar anlaşılmaktadır. İfade “Her nefse amelleri tastamam verilir.” (Zümer: 70) âyetinin devamıyla uyumludur. Zümrelerin oluşu suça göre bir tasnifin olduğunu da gösterir. Günümüzde de bu uygulanmaktadır. Hırsızlar ile katiller farklı koğuşlarda tasnif edilmektedir. Hak ve hakikati örten ve zulmedip ezen hangi kavim, zümre ve kişi varsa “azâp kelimesi” yani yazılı ceza kuralları mutlaka hak edene uygulanmalıdır. Aksi hâlde o toplum azâp, sıkıntı ve zorluklardan asla kurtulamaz. Cehennemim bekçileri ifadesi cehennemin sahibi “Mâlik” ismi Zuhrûf sûresinde şöyle açıklanacaktır: “Ey Mâlik! Rabbin bizim üzerimize hüküm versin.” diye seslendiler. “Muhakkak ki siz, burada kalıcısınız.” dedi. (Zuhrûf:77) Dikkat edilirse cehennemin sahibi “Mâlik”, mahiyetini bilmediğimiz bir varlıktır. Peki, neden ismi Mâlik’tir? Zira “el-Hayr” olan Allah cehenneme sahip çıkmamış, ona bir “Mâlik” atamıştır. Cennette ise “Mâlik” diye bir görevli yoktur. Zira orası cennetliklere varis kılınmıştır. (Bkz. Zümer: 74)

72- Denildi ki: “Orada hâlit kalmak üzere cehennemin kapılarından girin!” Oysa kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!

Hâlit kelimesi, bir şeyin bozulmaya uğramaktan kurtulması ve olduğu gibi (uzun yıllar) kalmasıdır. Araplar, değişimi ve bozuluşu uzun zaman alan her şeyi “hulud” sıfatı ile nitelerler. Sözgelimi, sacın üzerine konduğu taşlara “havalid” denmesi gibi. Bu, varlığının sadece süre olarak devamlılığından ziyade, dayanıklılığını anlatır. Devamlılıkta hâl değişebilir, bu yüzden devamlılık “ebeda” olarak ifade edilmişken; “hâlit” durumun, hâlin değişmemesidir. Bu iki kelimenin birlikte kullanıldığı Tevbe 22’de (hâlidine fiha ebeda/Orada halleri değişmeden ebedî/uzun süre kalacaklardır) bu manadadır. Zümer 72’nin sonu “Oysa kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!” şeklindedir. Demek ki cehennemlikler kibirli hâllerini iyiye, güzele, hayra ve tevazuya doğru değiştirip dönüştüremeyecektir. O kötü hâl üzere ebedi kalıcıdırlar.  Burada “hâlidine”, yerinde saymaktır. Kemâli durduran her duygu ve düşünce, insanın kurtuluşuna engeldir. Kâmil olanın zaten büyüklenmeye ihtiyacı olmaz. Kibir aslında hakkı verilmemiş, içi doldurulmamış büyüklük kuruntusudur. Değişim ve dönüşüme, öğrenmeye ve ilerlemeye engel olan kişinin kibridir. Kötülük hâlini, kibri yüzünden değiştirmeyip hatada ısrar, kişiyi cehennemin kapısına kadar sürükler. Bu manada kötü huylar kişinin cehennemidir. Kişi nereye giderse gitsin onun kapılarını aşamaz. Kendini merkeze alan, sürekli tepeden bakıp başkasını aşağılayan insanlar, beraber yaşadıklarına zulmeder, onların hayatlarını da cehenneme çevirir. Bu şirk kafasını besleyen şey, hak edilmeyen payeler ile şımarma ve kendini dev aynasında görmektir. Bu tavra sahip tipler, kendi kusur ve eksiklerinin bile farkına varmazlar. Kibir, öz eleştiriye mani olduğundan dolayı gelişmeye ve ilerlemeye (kemâle) engeldir. Bu nedenle mütekebbirin en büyük zararı başta kendisinedir. Kibir aslında hayata hiyerarşik bakmanın sonucudur. Bu kast sisteminde birey en yukarıda kendisini konumlandırdığı için başkalarını gizli ve açık biçimde aşağılar. Bu durum, kişinin kendisini başkaları ile kıyası sonucu oluşmaktadır. Belirli bir dozda kişinin kendisini beğenmesi, onun kendisine güvenip ilerlemesi için olumlu iken bunun aşırıya kaçması kibri doğurur. İstikbâr; kendisini büyük görmek demektir. Müstekbir kişi bu yalana zamanla inanırsa mütekebbir ismini alır. Müstekbir kendisini büyük görmeye başlamışken, mütekkebbir kendini büyük olarak bilir ve tanıtır. Müstekbir kendinin büyük olduğuna inanan; mütekkebbir bunu çevresindekilere de inandırmaya çalışandır.

73- Rablerine karşı takvalı olan zümre cennete sevk edilir. Oraya geldikleri zaman onun kapıları açılır. Ve onun bekçileri, onlara derler ki: "Selamün aleyküm, temiz kaldınız artık hâlit olarak ona girin!"

İslâm’ın şiarlarından birisi olan “Selâmünaleyküm!” sözü Rabbimizin bir esması olan “es-Selâm” ile başlar. Es-Selâm; mutluluğun, selâmete kavuşturan kurtuluşun kaynağı/membaı anlamında Allah’ın mübarek bir esmasıdır. “Es-selâm üzerinize olsun!” ifadesi aynı zamanda Allah sizi kusurlardan, âfet ve musibetlerden uzak tutsun ve esenlik sizin üzerinize olsun şeklinde bir duadır. Birlikte mutlu ve huzur içinde yaşamanın ön şartı, rahmeti ilke edinmektir. Rahmeti ilke edinenler selamlaşmanın değerini bilir. Selamın toplumda yayılması yönündeki nebevî tavsiyeleri de ancak rahmet ve merhameti kendisine ilke edinenler yapabilecektir. “Tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm verin. (Buhârî, Îmân 20; İsti‘zân 9, 19; Müslim, Îmân 63. Keza bk. Ebû Dâvûd, Edeb 131; Nesâî, Îmân 12) Ancak, bu muazzam parola sadece ağız alışkanlığına indirgenerek zamanla bunun içi boşaltılmıştır. Bilinç, rahmet ve merhamet, sulh ve selametten uzaklaşan Müslüman bölgeler kavganın, gözyaşı ve savaşların olduğu coğrafyalar hâline dönüşmüş/dönüştürülmüştür. Etnik, mezhebî, ekonomik, fikirsel farklar üzerinden yapılan ötekileştirme bir arada barış içinde yaşamaya engeldir. Selam, bir arada barış içinde yaşamanın anahtarıdır. Yaşanılan yeri cennetin şubesi kıldığı için Kurân’da cennetliklerin kendi aralarında selamlaşmasından ve meleklerin onları selam ile karşılamalarından bahsedilmiştir. Nüzul ortamında cehenneme dönen Mekke’nin bekçileri şirki benimseyenlere imkânları/kapıları açmışlardır. “Selâmünaleyküm!” ifadesi ile hicreti tercih edenleri karşılayacak ve kapılarını sonuna kadar açacak ensarın varlığına dipten dibe bir gönderme de yapılmış olabilir.

Muttakilerin sulh ve selamet içinde tayyip bir yaşam sürdükleri korunaklı mekânların adıdır cennet. Rabbe karşı takvalı olmak; kötülük, günah ve ahlaksızlıklardan korunmaktır. Bu yüzden muttaki, temiz kalmayı başarmaktır. Muttakiler takvalı hâllerini bozmadıkları için cennete dâhil olmuşlardır. Cehennemlikler kemâle doğru hâllerini değiştiremezken cennetlikler bir ömrün hasılatı olan kazanımları ve kemâli kaybetmezler. Cennetlikler de zümre zümredir. Hangi zümrede olduğumuzu belirleyen amellerimiz olacaktır.

74- Ve cennetlikler dediler ki: "Hamd, vaadine sâdık olan Allah’a mahsustur. Ve bu yere bizi varis kıldı. Cennette dilediğimiz yerde kalabiliyoruz." Böylece amel yapanların ecri ne güzeldir.

Hamd’i, Allah dışındakilere yapmak onların kulu kölesi olmaktır. Övgüyü Allah’a tahsis eden, kimsenin boyunduruğuna girmez, onun özgürlüğünü kimse elinden alamaz. Övgüden beslenen kibirli birinin tek ilacı övgüyü Allah’a tahsis etmesidir. O yüzden  “Göklerde ve yerde kibriya O’na aittir.” (Câsiye: 11) Övgüleri Allah’a tahsis etmenin sebebi, erdemli ve kâmil insanlara karşı sınırları kaldırmaktır. Bu model dünyada da örnek alınması gereken çok değerli bir örnekliktir. İnsanî erdemleri yüksek, empati yapan barış insanlarının serbest dolaşım hakkı ve istedikleri coğrafyaya yerleşme imkânı, iyilik ve erdemi ödüllendirip teşvik eder. Ancak günümüzde insanî erdemlerden, paylaşım ve empatiden en uzak olanların bu tür imtiyazlara sahip olması, kötülük ve fırsatçılığın teşvikine yol açmaktadır.

75- Ve görürsün ki, arşın etrafını çevreleyen melekler, Rablerini hamd ile tespih ederler. Ve onların aralarında hak ile hüküm verildi. Ve "Âlemlerin Rabbine hamdolsun.“ denilir.

Arş kelimesi Kurân’da, varlığın tâbi olduğu Allah’ın bütün yasaları, koyucu tek makam olması manasına gelmektedir. “Muhakkak ki sizin Rabbiniz Allah semâları ve arzı altı günde yaratandır. Sonra arşa istivâ etti.” (Arâf: 54) Arş kullanımı, sürekli olarak Allah’ın âlemleri yaratmasına, sevk ve idare edişine ilişkin bir bağlamda gelir. Lügatte arş, bir binanın en değerli, en yük­sek yerini teşkil eder. Bir eve nispetle tavanı, tavana nispetle üs­tündeki çatısı, kubbesi hep arş kelimesinin anlam sahasına girer. Arşı ayakta tutan, onu taşıyan güçler/melekelerdir. Melek kelimesi Kurân’dan önce kullanılan kadim bir ifadedir. İbranice sözcük İranca “fraēşta, feriştah” kavramına tekabül eder. MÖ 6. yy’da Fars/Zerdüşt geleneğinden Yahudi kültürüne aktarılmıştır. Manası (bir işi) en iyi yapan kimse, bir işin uzmanı, ustası (bir işte) en yetkili kimse demektir. Kelime bu manada Türkçeye “meleke” olarak geçmiştir. Kurân’ın kullandığı melek, mâlik, mülk, memluk gibi kelimelerin türediği "m-l-k" kökü kuvvet ve güç manasındadır. Meleğin çoğulu melâikedir. Arşın çevresindeki güçler aslında mahlûkatın üzerinde yükseldiği ana unsurlardır. Bu sacayaklarına Kurân güçler anlamındaki “meleke” kadim sözcüğünü kullanmıştır. Bu güçler kâinatın var oluşunu sağlayan ve yaratılıştan bu güne kadar ulaşmasında elçilik eden Rabbin güçleridir. Meleke kelimesi "sahip olunan güç, haslet, özellik, yetenek" anlamındaki manaları düşünüldüğünde Allah’ın esması ve efali aslında onun melekeleridir. Yani onun zatı ile mündemiç isim ve sıfatlarıdır. Allah’ın “el-Hâlık” diye bir melekesi olmasaydı mahlûkat yaratılmayacaktı. Meleke derken Allah dışında bir güçten bahsedilmez. Arşın etrafında onu kuşatan yine Allah’ın güçlerinden isim ve sıfatlarından bahsedilir. Allah’ın zatını kavramaktaki acziyet, onun aşkın ve içkin oluşundandır. Müşrikler bu güçleri Allah’tan koparıp müstakil tapınma unsurlarına çevirmiştir. Meleklere cinsiyet atfedip Allah’tan bağımsız, insana benzeyen varlıklar olarak anlamışlardır. Necm 26-28’de bu sapma şöyle ortaya konmaktadır: “Ve göklerde nice melekler vardır ki, onların şefaatleri bir şeyle fayda sağlamaz. Şüphesiz âhirete inanmayanlar, melekleri dişi isimlerle isimlendiriyorlar. Ve onların bir ilmi yoktur. Onlar sadece zanna tâbi olurlar. Ve şüphesiz ki zan, haktan yana hiçbir şeye fayda sağlamaz.” Neden müşrikler melekleri antropomorfik (insan biçimci) ve dişi olarak algılar? Zira onların Allah’ı hâşâ erkek ve melekleri de onun dûnunda/astında söz sahibi birer güç olarak algıladıkları için. Enerjinin dişisi, erkeği, şekli şemaili olmaz. Nurun cinsiyeti olmaz. Ne zaman ki bu enerji bir şekle bürünür, o zaman şehadet âlemine çıkar. Klasik melek algısını akıldan silmeden Rabbimizin melekeleri anlaşılmaz. Kara madde ve karanlık enerji, arşı taşıyan güçlere birer örnek olabilir. Bildiğimiz âlemin %5’inin madde, %27’sinin karanlık madde ve %68’inin karanlık enerjiden (güçlerden, melekelerden) oluştuğu düşünülmektedir. Melek denilen yeryüzünün güçlerini emek verip hak eden her insan, aslında müşahede edebilir. Âyetteki  “…ve görürsün ki…” ifadesi aklın ve kalbin görmesidir. Bu nazarla bakılırsa “Rabbin mahlûkatı nasıl yönettiğini (arşı) ve onu çevreleyen melekleri/güçleri görür, anlarsın.” şeklinde bir ufuk da çizilmiştir. Zira Allah Resûlü’nün baş gözü ile değil, akıl ve kalp gözü ile görüp anladığı bir sahneden burada bahsedilmiştir. Tıpkı “Görmedin mi Âd kavmine”(Fecr: 6) veya “Fil ashâbına Rabbin ne yaptı?” (Fil: 1) âyetlerinde olduğu gibi fizikî bir nazarın ötesinde bu genel görü, merkezinde Allah’ın olduğu bir bakış açısı talibine kazandırmaktadır. Mahlûkatın mutlak yönetimi manasındaki arşın bu temel unsurlar üzerinde taşındığı ve yükseltildiği Kurân’da şöyle ifade edilmiştir: “Arşı taşıyanlar ve onun etrafındaki kişi, Rabblerini hamd ile tespih ederler.” (Mümin: 7) Başka bir âyette “Ve o melek/güç/saf enerji, onun kenarları üzerindedir. Ve o gün Rabbinin arşını taşıyanların sayısı sekizdir.” (Hakka: 17) Sonuç olarak Zümer 67’de ifade edildiği gibi Allah’ı hakkıyla takdir edemeyenler, onun yönetimini de gereği gibi anlamamış, soyut güçlerini somutlaştırarak cisimleştirmiştir. İnsan biçimcilikten melek algısı da etkilenmiştir. Müşrikler Allah’a değil, güce tapmışlardır. “Ve o gün onların cümlesini haşredecektir. Sonra meleklere/güçlere diyecektir ki: "Bunlar mı size kulluk ediyordu?" (Sebe: 40) âyetleri buna işaret eder. Tabiata Allah’ın potansiyel olarak koyduğu her meleke, fizikî etkisi olan her doğa olayına Allah’tan bağımsız tanrısal bir güç transfer edip onu tapınma aracına çevirmişlerdir. Kurân, melekleri yani tabiatın güçlerini inkâr etmeden onları Allah’ın vahdaniyetinde toplamış ve bunu muhatabın algı ve literatürünü kullanarak geçekleştirmiştir.

“Aralarında hak ile hüküm verildi.” ifadesi ilâhlaştırılan meleklerin ne olup olmadığı izah edilerek yaratılışın başında bu güçler/melekler zaten hak ettikleri yere, göreve konuldu demektir. Allah’ın astında şefaat edeceklerine dair, bu güçlere yönelik her aşırı inanç hak ile hüküm vermemektir. Zaten varlık hiyerarşisine bu nazarla bakmak da Allah’ı hamd ile tespih etmek olarak tarif edilmiştir. Bir mahlûkun yaradılış amacına uygun hareket etmesi, onun kendisini yaratanını hamd ile tespih etmesidir. Sözün özü, tüm güç Allah’ın arşı etrafında toplanmıştır. Onun kudretini görmek isteyenler, kâinatın düzenine bakmalıdır. Ondan başka güç ve kudret aramak Allah’ı gereği gibi takdir edememektir.

Zümer sûresinden anladığımız şimdilik bunlardır. En doğrusunu kitabın sahibi olan yüce Allah bilir.

 

 

 


 
Eklenme Tarihi : 19.11.2023 16:16:36
Okunma Sayısı : 868