زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ اتَّقَواْ فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَاللّهُ يَرْزُقُ مَن يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ

212- (Hakikati) İnkâr edenlere dünya hayatı süslendirildi. (Onlar) inananlarla (bu dünyada) alay ederler. Oysa (ilahi azaptan) korunup, sakınan (o inanalar) kıyamet gününde onlardan (makamca çok) üstündürler. Allah, dilediğine hesapsız rızık verir. (Bakara:212)



.





Zâriyât Sûresi


Zâriyât Sûresi

1- Ve dağıtıp savuranlar…

Zâriyat sûresinin Ğâşiye ve Mülksûresi gibi 9. yılda indiğini söyleyebiliriz. Sûrelerin âyetleri birbirineuyumlu ve denktir. Bu durum da, bu sûrelerin art arda aynı dönemde indiğiizlenimini vermektedir. Âyetlerin başındaki “vav”ları yemin “vav”ı olarakalmamamızın sebebi bu cümleleri bir başlangıç değil Mülk sûresinin son âyetindekisorunun devamı olarak anlamamızın sonucudur. Mülk 30. âyet ile Zâriyâtsûresinin ilk âyetlerini birlikte okuduğumuzda cümleler şöyle tamamlanmaktadır:“De ki: Gördünüz mü, eğer suyunuz çekilmiş olsa artık size akacak suyu kimgetirir? Ve dağıtıp savuranları, böylece ağır yükü taşıyarak kolayca akanları(size kim getirir?) Artık emriyle taksimleri…(Size kim yapar?)

Zâriye kelimesi, toprağı yerden savurup kaldıran şey anlamınagelir. Türkçede kullandığımız zürriyet ve zirve kelimeleri de aynı köktengelmektedir. “Zerv” lügatte savurmak, geçip gitmek manasındadır. Bu bakımdanrüzgârlara “zâriyât” denilmiştir. (Benzer bir kullanım için Bkz. Kehf:45) ZatenHz. Ali ve Hz Ömer’den de şöyle bir rivayet gelmektedir: “Zâriyât’tanmaksat rüzgârlar, hâmilât’tan maksat bulutlardır.” Biz de aynı görüşteyiz.Câriyat’ı da, rüzgârın etkisi ile bulutların ilerlemesi olarak anlıyoruz. “Mukassimât’tan”maksat ise yağmur yüklü bulutların rüzgârın etkisi ile yeryüzünün farklıcoğrafyalarına dağılması, taksimi olarak anlaşılmaktadır.

2-Böylece ağır yükü taşıyanları…

Vikr kelimesi sözlükte bir hayvanın yüklendiği ağır yük demektir, çoğulu evkâr’dır.Bağlamda “Hâmilât-I vikran” nemin yoğunlaşması ve soğuması ile bir yük olaraktoplanan suyun taşınmasıdır.

3-Artık kolaycaakanları…

Câriyât kelimesinin temel anlamı hareketliliktir. Burada “yusra/kolaylık”ile hareketin pekiştirilmesi, tonlarca suyu taşıyan bulutların akışa benzer sürüklenmesidir.

4- Böylece emirle taksimleri…

Bu âyette geçen “emr” kelimesiAllah’ın tabiata koyduğu yasaları ifade etmektedir. “O yasalar olmasa size suyuyani hayatı kim getirir?” sorusunun cevabı hükmündedir. Sorunun detaylandırılmasıbir sonraki cümlenin kesinliğini pekiştirmek içindir. Allah kurallı, ilkeli,istikrarlı bir hayat yaratarak ölümden sonrada tutarlılığını sürdüreceğini vaadetmektedir.

5-Muhakkak ki size vaad edilen kesinlikle doğrudur.

Tûadûne kelimesi iki anlama gelir. Birincisi, “size ödül olarak vaadedilen şeyler” ikincisi ise, ‘’kendisiyle uyarıldığınız şeyler.’’ Vaad olunan;yer ve göklerin bâtıl yere yaratılmadığı, istikrarlı döngüsel bir düzene sahipolduğu gerçeği üzerinden mülkün bir hâkiminin olduğu ve o hâkimin bir gün hesapsoracağı gerçeğidir.

6- Ve muhakkak ki dîn, kesinlikle vukû bulacaktır.

Burada “ed-din” diye gelen kelimesûrenin 12. âyetinde ve Fatiha sûresindeki “yevmid dîn/din günüdür”. Din, deynkökünden gelir ki manası borçluluktur ve maksat hesap günüdür. Neden din günüdeğil de sadece din şeklinde gelmiştir? Zîra din vaad edilen emir ve yasaklarsonucunda sadece cezayı değil mükâfatı da içeren İslam dininin öngörüleriningerçek olduğunun ispatlanması anlamında geniş bir manaya sahiptir. (Bkz. Allahkatında din İslâm'dır. Âli İmrân:19) Yukarıdaki âyetler ile bağlantısı şudur:Sizi dünyada açlık ve susuzluğa mahkûm etmeyen bir gücün olduğu ve bu ölümsüzgücün yaratıp vahiy yoluyla konuştuğu, kullarını ölüm sonrasında da yokluğamahkûm etmeyeceği vurgusudur.

7- Ve semâ dairesel yollara sahiptir.

Hubuk kelimesinin kök anlamı, sıkı bağlayıp sağlam­laştırmaktır. Bumanadan dolayı kumaşı dokumaya da denir. Hubuk, “habîke” veya “hıbâk“ınçoğuludur. Birincisi, “özenle ve sanatkârane dokunmuş, yol yol, hareli kumaş”demektir. Hıbâk da “rüzgârın tatlı esintisiyle denizde veya kumda meydanagelen dalga ve kıvrım” anlamına gelir. Çoğu müfessir bu kelimenin “hareli, yolyol, örgülü” anlamı içermesinden dolayı göğün sıfatı olan “zâtü’l-hu­buk” tamlamasına“düzgün yollara sahip” manasını vermiştir. Semâdaki dairesel/döngüsel yollarile uçsuz bucaksız ve tek boyutlu gördüğümüz uzayı ve oradaki geçitlere/yollarabir âtıf yapılmış olabilir. Bu âyetin bağlamı dünyadan âhirete geçiş olduğuiçin vaad olunan âhiretin, öteki hayatın bu döngüsel yollarla bir bağlantısı kurulmuşolabilir. Allahualem

8- Muhakkak ki siz, muhtelif sözler içindesiniz.

Resûlün gelecek ile alâkalıgetirdiği âyetlere karşı müşrik muhatapların tutarsız, farklı görüşleri kıyasedilmiştir. Kurân’ın ufuk bilgileri karşısında gökte oturan aracılar inancımüşriklerin ne tür muhtelif söylemlere sahip olduğunun ve sığlıklarının kanıtıhükmündedir. Ğâşiye, Mülk ve devamındaki Zâriyât sûrelerinde gerçekçi,sünettullaha dayanan dünya algısı ile kurgusal mitolojik dünya algısıarasındaki derin fark gözler önüne serilmiştir.

9- Ondan sapansavrulur.

Efk kelimesi anlam olarak, olması gereken şekilden başka bir şeklegiren, yüzünü değiştiren her şey için kullanılmaktadır. Onun için estiği yönüdeğiştiren rüzgârlara mu’tefiket denir. Sözün hakîkatten,suçlama ve aşağılamaya dönmesi manasında ifk (iftira) kelimesi de buköktendir. Çok yalan söyleyene “effâk” denilir. Sözde, doğruluktan yalancılığa;fiilde, güzelden çirkine dönüyorlar demektir. (Rağıb) Burada gerçekçi din vedünya algısından menkıbe, masalcı ve mucize ağırlıklı din algısına savrulmayadikkat çekilir.

10- Bağnazlar katledildi.

Kutile kelimesi, Kurân’da 7 yerde geçer. Bunlardan biri Âliİmrân 144’tür: “(Muhammed) ölür ya da katledilirse.” Diğeri, İsra:33’tür: “Kimhaksız yere katledilirse/öldürülürse.” Bu kullanımlardan dolayı “kutile” ‘’Lanetolsun, kahrolsun!’’ gibi bir beddua değil, hunharca öldürülme manasında sebep-sonucadayalı bir haber ifadesidir.

Harrâs kelimesi, bir şeyiiyice araştırmadan, hakîkatine ermeden inanç sahibi olan ve o işi körü körüneinanarak yapan demektir. Hars‘ın esas manası zan ve tahmindir. (Krş. Yunus:66) Sonra kinaye yoluy­la yalan manasındakullanılmıştır. Ancak yalan için Kurân’da kezebbe kelimesi kullanıldığından bukelime yalancı olarak meallendirilmemiştir. Anlamadan, araştırmadan inancının hak olduğuna kendini inandırmış birihem katleder hem de katledilir. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Bu bağnazlık kişinin kendi katili olmasıdır.

11-Onlar ki boğucu bir ihtiyatsızlık içindedir.

Ğamre, boğucu şey demektir. Cehâletten ve sapıklıktankinayedir. Bu manada “ğamratin” kelimesi de büyük bir cehâlet demektir.

Sâhûn, gafil manasına gelen “sâhiye” kelimesinin çoğuludur. Birkimse gaflet neticesinde bir şeyi bıraktığında “Sehâ ankezâ” denir. Gaflet kelimesi de Arapçadırve sehv kelimesinden şöyle bir farkı vardır: Gaflet, var olan birşeye ilişkin olur, sehv ise daha çok olmayan bir şeye ilişkin olur.Gelecek ile ilgili Kurân’î gerçeklere karşı muhatapların kurgu ve mitleresığınmaları hesap günü açısından tedbirsizlik ile sonuçlanmıştır.

12-“Dîn günü ne zaman?” diye sorarlar.

İnkârcıların bu tarz soru sormalarınınamacı samimiyetle öğrenmek ve bunu sâlih amele çevirmek değildir. Bu alaycısoruya ciddi bir karşılık gelecektir.

13- Ateşin üstünde eridikleri gün.

Yuftenûn kelimesi burada “yanarlar, cevherin cürufundan ayrılmasımanasındaki fitne/baskı” anlamındadır. Bu fitnenin sebebi ise bir sonraki âyetteaçıklanır.

14- Fitnenizi tadın! Bu, sizin acele istemiş olduğunuzdur.

Fitne kelimenin aslı, “fetn”dir. “Fetn” sözlükte, altın ve gümüşgibi değerli madenlerin sahte olup olmadığını anlamak için onları ateşte eritmekdemektir. 

Zûkû/Zevk kelimenin esas anlamı iliklere işleyecek ölçüde hissetmektir. Bu kelime, türevleriylebirlikte Kurân’da 60 kez yer almış ve nimetlerin veya cezanın azıcık dokunup geçivermesinden ziyâde iyicehissedilip yaşanması anlamında kullanılmıştır. Nitekim Kurân’ın birçok âyetinde azâp ve belânın tam içerisinedüşmek de zevk kelimesiyle ifade edilmiştir. Esas anlamı bu olmasınarağmen kelime Türkçeye genellikle “dil ucuyla tatma” olarak geçmiştir.

15- Muhakkak ki muttakîler, cennetlerde ve pınarlardadır.

Zamanında hayali değil, gerçekhedefler doğrultusunda tedbirli davrananların içinde bulunacakları hayat buradaözetlenmiştir.

16- Rabblerinin onlara verdiği şeyi alanlar, muhakkak ki onlar, bundanönce muhsîn olanlardır.

Rabbin onlara verdiği şey, muhsînolmalarını sağlayan kurucu ilkeler olan âyetlerdir. Muhsîn, sürekli ihsanda bulunan demektir. İhsan, yaptığı işien iyi biçimde, güzel ve noksansız yapmaya denir. İhsan kelimesi, “husn”kökünden türemiş “ahsene” fiilinin mastarıdır. Muhsîn kelimesi de bufiilin ismifîilidir. Yani bunu ahlâk hâline getirenlere denir.İhsan, iyilik kastı ve fayda sağlama niyeti ile yapılan güzeldavranışlardır. Peki, Rabblerinin verdiğini bu muhsîn kullar nasıl ve nezaman almışlardır?

17- Onlar gecenin bir kısmında pek az uyurlardı.

Hucu’ az uyku ve özellikle gece uykusu demektir. Kurân’ın indiğidönemlerde elektriğin olmayışı ile gece karanlıktaki hayat kısıtlı idi. Güneşbatımı ile insanlar evlerinde istirahate çekilirlerdi. Yaklaşık 10-12 saat gibigünün yarısına tekabül eden bu uzun süreleri verimli kullandıkları haberverilmiştir. Günümüzdeki karşılığı boş zamanların değerlendirilmesidir.Müzzemmil sûresinde bu uzun zaman dilimlerinin nasıl değerlendirilmesigerektiği ayrıntılı olarak tarif edilmiştir. (Bkz. Müzzemmil 2-7)

18- Ve onlar, seher vakitlerinde mağfiret dilerlerdi.

Eshâr kelimesinin tekili sehar, sehr, suhr olup şafaklagündoğumu arasındaki vakit anlamına gelmektedir. İstiğfar ise bağışlanma talebidir. “Rabbenağfirlî” yahut“Allahümme inni estağfiruke“ ‘’Ya Rab! Bana yardım ve mağfiret et’’ şeklindeveya “Mağfiretini niyaz ederim!” gibi dua örnekleri ile Kurân’da bizeaktarılır. Seher vaktindeki istiğfar; yeni güne, zihni yeni bir inşa ile başlamatelkini, geçmişe takılıp kalmayan, yeni bir bilinç ve umutla günü karşılamadır.Güne bağışlanma ile başlamanın ikinci faydası da gün boyu bağışlayıcı birduruşu ilke edinmektir. Bu bağışlayıcı tutum paylaşmanın önünü açacaktır zaten…

19-Ve onların mallarında, isteyen ve mahrûm olanın bir hakkı vardı.

Sâil kelimesinin söz­lük anlamı, isteyen, dilenen, arzu edendemektir. Mahrûm, iyi ve güzelbir şeyden hissesi, payı olmayan, yoksun olan, istediğini elde edemeyendemektir. Doğru yerden yardım isteyebilmek bile bir imkân ve çabagerektirir. Burada yardım edecek olanlara ulaşma imkânı dahi olmayan, sesleriniduyuramayanlar mahrûm olarak ifade edilmiştir. Dünyada zulüm, savaş, yoksullukve hastalıklar ile mağdur olan birçok insan dünyaya sesini duyurmaktan veyamuhatap bulamamaktan dolayı insanca yaşamaktan mahrûmdur. Kurân’ın ilk hedefibu mağdurların sesi olmak ve çarpık gelir dağılımı sonucu oluşan haksızlıklarıen aza indirmektir. Maldaki hakların hak sahiplerine iadesi ile malıntemizlenmesine Kurân zekât demektedir. Zekât; muhlis kulların, paylarına düşeniadam akıllı yapmalarıdır.

20-Ve iknâ olanlar için yeryüzünde âyetler vardır.

Mûkın, yakîn sahibi olan demektir. Bu kelime uzakta olan birininveya bir şeyin yakınlaştıkça hatlarının keskinleşmesi, belirginleşerek tanınırhâle gelmesi kök anlamından gelir. Bu durum hükmü keskinleştirerek muhatabını iknâeder. Âyet, değişmeyen alâmet demektir.Kurân sadece indirilen yazılı hükümlere değil mahlûkata da âyet der. Tabiatbilinçli bir kudretle, üstün bir bilgi ve düzenle var edilmiştir. Bu nazarlavarlık âlemi incelendiğinde o kendini yaratıp tasvir edeni gösteren bir işâret,alâmet ve âyete dönüşecektir.

21- Ve nefislerinizde de vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?

İnsanın düşünce ve duygu sistemi,çok kompleks bir yapıya sahiptir. Bu kadar detaylı ve üst bir düşüncekapasitesi yine onu var edeni gösteren bir serlevha gibidir. Bu pasajdan,inanmanın insanın içine yerleştirilmiş fıtrî bir âyet olduğu anlaşılmaktadır.Bu âyetin karşılığı ise Fussilet 53’teki âfaklardır. (Bkz. İleride biz onlarahem âfakta hem enfûsta âyetlerimizi öyle göstereceğiz ki nihayet onun hak olduğukendilerine tebeyyün edecektir. Fussilet:53) Şimdi okuyacağımız 22’de âfakâyetlerine bir örnek verilecek, sonra 23’de de enfûs âyetlerine bir örnekverilecektir.

22-Ve rızkınız ve size vaad edilen şeyler semâdadır.

“Semânın içindeki rızık”konusunda ilk akla gelen şey, hayatın olmazsa olmazı olan hava, su ve güneşışınlarıdır. Dünyayı yaşanılabilir bir gezegen yapan atmosfer tüm canlılarınrızkıdır. Kaldı ki ısı ve ışık kaynağı olan güneş hayatın olmazsa olmazıdır.Vaad edilen bu şeyler; ürünlerin yetişmesi, hasatın yapılması ve hayatın devametmesini sağlar.

23-Ve böylece semânın ve arzın Rabbi için elbette o kesinliklenutuklarınız gibi haktır!

Burada beşeri konuşmaların hakolarak kabul edilip Kurân onun üzerinden kendi haklılığını bina etmemiştir. Buyanlış algının önüne geçmek için konuşma anlamındaki kavl, hadîs veya lağvi gibi kelimeler seçilmemiş mantık kökündenolan nutuk kelimesi seçilmiştir. Âyetin so­nunda fiil hâlinde geçen “nutk”kavramı, “sadece insanoğluna has olandüşüncelerini bir lisanın kuralları ve çerçevesi içinde aktarabilmesidir.İnsanın bir lisan ile düşüncelerini aktarabilmesi Allah’ın enfûstaki âyetidir.Zîra lisanlar da birer âyettir. (Bkz. Rûm:22) İnsanın mantık yürütüp bunu nutukile ifadesi çok üst düzey bir kavrama kapasitesi ile donatıldığının vedonatanın hak olduğunun farklı bir delilidir. Kurân kendi haklılığını enfûs âyetlerindenolan vicdanın nutuklarına referans vermektedir.

24- İbrâhîm’in ikrâmdabulunduğu misafirlerin hadîsi sana geldi mi?

Kurân’ın bir kıssaya “Sana geldi mi?” şeklinde bir soruylabaşlaması, o olayın sadece vahiy yoluyla bilebildi­ğini gösteren bir anlatımüslûbudur. Bu âyet grubunda, İbrâhîm peygamberi ziyâret eden elçilerin İbrâhîm’eçocuk müjdelemesine ve İbrâhîm’in akrabası Lût peygamberin kavmini bekleyentehlikelere yer verilecektir. Dayf, ziyâfetdemek­tir. İzâfet ve ziyâfetin kökü olan meyil manasında mastarolmakla tekil ve çoğula denilir. Konuk olarak da isimlendirilir.  NitekimArapçada ‘kavmün dayfun/misafir topluluk’denilir. Burada kelimenin manası çoğuldur. Çünkü “ikrâm edilenler” sıfatıile nitelenmişlerdir. Hz. İbrâhîm’in yanına gelen misafirler en az üç kişiden oluşmuş küçük bir gruptur.

25-Onun yanına dâhil oldukları zaman dediler ki: “Selâm olsun!” Dedi ki:“Selâm, yabancı kavim!”

Burada, bölge halkı tarafındantanınmayan yabancıların verdikleri selâm “Sizezarar vermek üzere gelmedik.” vurgusunu taşır. Selâmın asıl amacı da budur.Selâm sadece bir ağız alışkanlığı değil gelinen yere sulh ve selâmet getirmeniyetinin beyân ve taahhüdüdür. Gelen bu yapancı insanlar, Hûd 69’da “elçiler”, Hicr 51 ve Zâriyât 24’de “misafir” sıfatlarıyla anılmıştır. Zîraanlatıldığı her bağlamda farklı nüanslara dikkat çekilmiştir.

26- Bunun üzerine gizlice ailesinin yanına giderek semiz bir buzağıgetirdi.

27-Böylece onu onlara yaklaştırarak dedi ki: “Yemez misiniz?”

“Râğa” fiili da­ha çok ‘sözünü bitirir bitirmez, etrafındakilere bellietmeden bulunduğu yerden acele ayrılmayı’ ifade eder. (Krş. İçin bkz.Sâffât:91) Olayın akışı dikkate alındığında Hz İbrâhîm’in farkına varılmayacak şekildeoradan ayrılması değil, gidiş sebebi­ni belli etmeden yani onlara ikrâmhazırlığı gerekçesini açıklamadan misafirlerin neye ihtiyacı olup olmadığınısorup anlamadan onların yanından ayrılmasını ifade etmektedir. Hûd 69’da etiçin “hanîz” kelimesi kullanılmıştır. Hanîz;arıtılmış, içindeki fazlalıklar atılmış demektir. Kelime ilk olarak atı terletme anlamında kullanılmış,daha sonra Araplar hem güneşin insanı terletmesinihem etin sıcak taşlara sıkıştırılarak suyunun giderilmesi, akışkanlığınınkaybettirilmesi işlemini bu kelime ile ifade etmişlerdir. Amaç eti kurutupbozulmasını önlemektir. Ayrıca semiz diye çevirdiğimiz “semin” kelimesi zayıfdeğil güçlü bir hayvanın bol eti manasındadır. Hz. İbrâhîm’in misafirperverliğiHalil İbrâhîm sofrası şeklinde kültürümüze de girmiştir. Hz. İbrâhîm elindekiimkânları bir an bile tereddüt etmeden paylaşmıştır. Zîra ikrâmda sürat, cömertliğinkemâlindendir.

28- Artık onlardan yana içine bir korku düştü. “Korkma!” dediler. Veonu alîm bir erkek çocukla müjdelediler.

Rağıb’ın ifadesiyle vecs; insanın aklına, hatırına ilkgelen şeyden sonra nefsinde oluşan hâldir. (Bkz. Tâhâ:67). Bölgede daha öncegörülmemiş yabancıların bir anda ortaya çıkması, onların uzaktan gelmelerinerağmen ikrâm edilen yemeği yememeleri, Hz. İbrâhîm’in içine düşen korkuyu bileanlayıp ona “Korkma!” diye cevapvermeleri, gaybî bir haber olan çocukmüjdesi, gelen bu resûllerin beşergörünümlü melek resûller olacağına dair görüşü güçlendirmektedir. (Melekresûller ile alâkalı bkz. Hac:75) Neden müjdelenen çocuk, âlim bir gulam da gelecekteresûl veya nebî olacak bir peygamber değil? “İhtiyarlık çağımda bana İsmâil veİshâk’ı hibe eden Allah’a hamd olsun. Şüphesiz Rabbim duayı işitendir.”(İbrâhîm:39) Bu âyetten de anlaşılacağı üzere, Hz. İbrâhîm’in dua ettiği zamanile kendisine müjde verildiği zaman arasında yıllar süren bir süreç vardır.Zaten ‘Müjdeledim değil de müjdeledik.’ ifadesi sürece atfen çoğul birkullanımdır. Hz. İbrâhîm ilk önce halîm bir çocuk olan Hz. İsmâîl ile sonra bilgilibir çocuk olan İshak ile müjdelenmiştir. Ayrıca Saffat 102’de büyük oğul olanHz. İsmâîl’in halîm sıfatının yanında çok sabırlı olduğu da ifade edilmiştir.Bütün bu bilgiler ışığında halîm ve alîm bir babadan halîm ve alîm evlâtlarınyetişmesi sebep-sonuç olarak emeğe atfen ortaya konmaktadır. Hiçbir şeytesadüfü değildir. Resûllerin birçok çocuğu olmuştur, ancak sadece hak edenlerseçilip resûl mertebesine yükseltilmiştir.

29- Böylece karısı bağırıp yüzüne vurarak bunu karşıladı ve dedi ki:“Kısır bir acûze!”

Sakket fiili “elleriyle alna” vurmak demektir. Sarre kelimesi sarir kökündengelir; ısrarlı ve sürekli bir sesçıkarma, sesi yükseltme, bir şeyi bir yere bağlama, sabitlenme gibimanalara gelmektedir. İbni Abbas kelimeyi ”Kapının bağlı olduğu yerden çıkar­dığıses (gıcırtısı)” ile ifade etmiştir. Sare gelen habere bağlı olarak ses tonunu ayarlayamamıştır.Hz. İbrâhîm’in karısı olan Sare annemizin adının bu sıfattın zamanlaisimleşmesi ile oluşturulduğu anlaşılmaktadır. (Ayrıca eşi değil de karısışeklinde meal verdiğimiz “imrae ve zevç” ayrımı için bkz. Arâf:83)

30- Dediler ki: “İşteböyledir!” Dedi ki: “Muhakkak ki O, Hakîm’dir Alîm’dir!”

Bu âyette özet bir diyalogaktarılmıştır. (Sare’ye ve diğer aile halkına meleklerin yaptığı açıklama içinbkz. Hûd:73) Bu cevapların ardından Allah’ın her hükmünde tam isabet sahibioluşu sonsuz ilmine bağlanarak gelen haberine teslim olunmuştur. Gelen herhaberi sünettullah çerçevesinde sorgulamak resûllerin ve onların aile halkının(ehli beytinin) sünnetindendir.

31- Dedi ki: “O hâldeey elçiler, asıl işiniz nedir?”

Hatb kelimesi, önemli emir, önemsenen, asıl iş, eylem demek­tir. Zîrabu kelime Arapçada basit cinsten bir iş için değil, çok önemli ve büyük bir işiçin kullanılır. Hz. İbrâhîm’e bir çocuk müjdelemek için bu kadar elçiningelmesine gerek olmadığını ve Hz. Lût’un kavmini bekleyen helâkten haberdarolması, Hz. İbrâhîm’i elçilerin asıl maksadının ne olduğunu öğrenmeye ve onlarıvazgeçirme konusunda mücadeleye sürüklemiştir. (Bkz. “Ey İbrâhîm, bundanvazgeç! Çünkü senin Rabbinin emri gelmiştir. Ve muhakkak ki onlara(Lût’un kavmine), geri çevrilemez bir azâp gelecek! Hûd:76)

32- Dediler ki: “Muhakkak ki biz, mücrim bir kavme gönderildik.”

Hz. Lût vekavmi doğal bir âfetle helâk olacaklarını önceden biliniyor muydu? Yoksa helâk;spontane, birdenbire, konjonktürel olarak mı gerçekleşti? “Ey İbrâhîm, bundanvazgeç! Çünkü senin Rabbinin emri gelmiştir. Ve muhakkak ki onlara(Lût’unkavmine), geri çevrilemez bir azâp gelecek!” (Hûd:76) Aslında Allah’ıntabiata koyduğu yasalar sonucu olan tüm âfetler; fizik kuralları ve şartlardeğişmedikçe bir anda ortadan kalkmaz, geri çevrilemez. Azâp önceden vaadedilmiştir. Sadece âfetin tam zamanı bilinmemektedir. “And olsun, Lût onlarıbizim şiddetli azâbımızla uyardı. Fakat onlar bu uyarıları kuşkuylakarşıladılar.” (Kamer:36) İlk etapta felâketin geleceğine dair kesin bir redyerine kuşkuyla yaklaşım söz konusudur. Vaad edilen azâbın gelmemesi ile bukuşkular yerini inkâra ve meydan okumaya bırakmıştır. “Bunun üzerine Lût’unkavminin cevabı: "Eğer sâdıklardansan, bize Allah’ın azâbınıgetir." demekten başka bir şey olmadı. "Rabbim, müfsidler kavminekarşı bana yardım et!" dedi. (Ankebût:29-30) Görüldüğü gibi henüz azâbınne zaman olacağına dair Allah’ın gönderdiği resûller Hz. Lût’a gelmemelerinerağmen Hz. Lût’a “Sözüne sâdıksan vaad ettiği azâbı getir!” şeklinde meydanokumaktadırlar. “(Resûller şöyle) dediler: “Ey Lût! Muhakkak ki biz, seninRabbinin resûlleriyiz. Onlar sana asla ulaşamazlar. Hemen gecenin bir kısmında karınhariç, ailen ile gece çık, yürü! Sizin içinizden biriniz geri dönmesin. Çünküonlara isabet eden şey, ona da isabet eder. Muhakkak ki onlara vaad edilenvakit, sabah vaktidir. Sabah vakti ne kadar da yakın değil mi?” (Hûd:81)

33- Onlarınüzerlerine çamurdan taşlar yollamak için.

Burada hem çamur manasındaki “tîn” hem de taş manasındaki “hacer” kullanılmıştır. Bu mükemmeltasvirin tam karşılığı yer altından çıkarken sıvı olup püskürdükten sonrasoğuyup katılaşan sülfür taşlarıdır. Bugün bölgede bolca bulunan sülfürtaşları, bu haberin kanıtı hükmündedir.

34- Onlar, Rabbinin katında müsrifler için belirlenmiştir.

İsraf kelimesi, ‘serefe’ kökünden türemiştir. Kelime anlamı;herhangi bir değeri, bilgiyi, imkânı boşa harcamaktır. Resûller ile gelen ilâhîihbarı yalanlayarak boşa harcamaları gibi birçok imkânı hadsizce hebaetmelerini ifade eder.

Müsevvemeh kelimesi, belirli, işâretli demektir. Oluşan âfet sonucumeydana gelen çamura benzer akışkan lavların ve püskürtünün yeryüzünün en çukuryerleşim yeri olan Lût havzasına yönelmesi “müsevvemeh” kelimesi ile ifadeedilmiştir. Rabbin katından denmesisıvılara yüklenen yasaya âtıftır. Yanardağın patlamasıyla bölge tektonik birçökmeye uğrayınca akan lavların Lût havzasına dolması ve kavmin çepeçevrekuşatılan lavlarla diri diri gömülmesi yüksek bir belagat ile ifade edilmiştir.Bu olay gerçekleşmeden önce resûllerin ihbarına inananlar bölgeden (tahliyeedilmiş) çıkarılmıştır.

35- Böylece orada inananlardan kim varsa çıkardık.

36-Oysa orada, birevden başka teslim olan bulamadık.

35. âyette “mümin” 36. âyette “müslim”kullanılmıştır. Öncelik, verilen gaybî haber ve yönlendirmeye iknâ olupinanmaktır. Bu nedenle önce mümin, sonra da bir gece birden evini yurdunu terketme iradesini gösterecek teslimiyet manasındaki müslim kelimelerikullanılmıştır. Bu sıralama öncelikle içte gerçekleşecek olan imanın (mümin)teslimiyetle amellere yansıması (müslim) gerektiğini de ifade etmiştir.

Beyt sadece içinde yaşanılan dört duvar manasındaki “dar”kelimesinden farklıdır. Beyt aynı zamanda kevnî ve kavlî âyetlerin öğrenildiği bir eğitim yuvası ve merkezi gibidir.Oraya gelen ve iknâ olan kurtulmuştur. (Bkz. “Mûsâ ve kardeşine vahyettik. Mısır’daevler (buyuten) edinin!” Yûnus:87 )

37- Ve orada elîm azâptan korkanlar için âyet bıraktık.

Yani, Sodom şehrininkalıntılarının gözler önünde dur­duğu, araştırma yapanlar için de hâlâtazeliğini koruduğu anlamına gelmektedir. Nitekim kalıntıların işâretleriniHicaz [Arabistan], Mısır-Suriye yolu üzerindeki ÖlüDeniz’in [Lût Gölü] güneydoğusunda görmek mümkündür. Kurân’ın indiğidönemde de Lût kavminin kalıntıları Araplarca çok iyi bilinmekteydi. Öyle ki,helâk edilen bu kavmin öyküsü destanlaşmış bir hâlde herkesin dilindeydi.

38- Ve Mûsâ’da… Onu Firavun’a apaçık bir sultânla göndermiştik.

Arkada bir âyet olması için bırakılanlardanbiri de Firavun’dur. (Bkz. “Böylece senden sonraki haleflerine, âyet olmasıiçin, bugün senin bedenini kurtaracağız. Ve insanların çoğu, elbetteâyetlerimizden gâfillerdir. Yûnus:92) Sultân;nüfûz ve etki altına alan kanıt, delil,hüccet manasında burada kullanılmıştır.

39- Fakat o, etrafındakilerle yüz çevirdi ve: “O bir sihirbaz veyamecnûndur.” dedi.

Firavun etrafındakilerden kuvvetalıyordu. Bu nedenle ‘rükn’ kelimesiözellikle seçilmiştir. Zîra bir binayı ayakta tutan rükünler yani anasütunlardır. Bir sonraki âyette bu güçlere isnatla ‘ordular’ kullanılmıştır. Firavun’u Firavun yapan siyasî, askerî veekonomik güçleridir. Hakîkatten yüz çevirme sebebi, onu hak edecek bir yönetimdüzenini kurmamasıdır. Bunun zıddı resûlün yönlendirmesi ile halkını veiktidarını kurtaran Hz. Yûsuf dönemindeki melik ve yönetimidir.

40- Böylece onu ve ordularını yakaladık ve o kendi kendini kınarken, artıkonları akan suya attık.

Yemm kelimesi, bol su/nehirdemektir. Zîra Tâhâ/39’da, Mûsâ’nın annesine bebeği ‘yemm’e/akan bir suya/nehre bırakması vahyedilmiştir. Bu durumdaFiravun ve askerleri, Mûsâ’nın bebekken bırakıldığı suda boğulmuşlardır. Sırfbu anlatımda bile birçok derin nükte bulunmaktadır. (Bkz. Arâf:136; Tâhâ:78)

41-Ve Âd’de… Onlara,kök söktüren bir rüzgâr göndermiştik.

Âd kavmini helâk eden rüzgâra “kısır”anlamına gelen “akîm” sıfatı verilmiştir. Zîra bu rüzgâr ne yağmurun yağacağınımüjdeleyen ne de bitkileri aşılayan bir rüzgârdır. (Âd Kavmi için bkz. Şuarâ:123,Sâd:12, Arâf:65)

42- Üzerinden geçtiği şeyi mutlaka kurutup toz gibi savurdu.

Kurân’ın diğer âyetlerinde debelirtildiği gibi Âd kavmi, tam yedi gece sekiz gün kesintisiz olarak devameden şiddetli bir kasırgaya maruz kalmıştır. Sonuçta İrem bağlarının bulunduğuAhkâf yöresi kum yığını bir çöle dönüştü. Ramîm,çürümüş olan demektir. Rumme, çürümüşip anlamındadır. Yâsîn:79’da çürüyüp dağılmış kemikler için kullanılır.

43- Ve Semûd’da… Onlara: “Bir süre metalanın!” denilmişti.

(Semûd kavimi ile ilgili bilgileriçin bkz. Şuarâ:141, Neml:45, Kamer:23, Sâd:13, Arâf:73) Belirli bir süreolarak meallendirilen “hîn” kelimesinin karşılığı Hûd 65‘te ifade edilmiştir. “Bunarağmen onu kestiler. Bunun üzerine (Sâlih şöyle) dedi: “Yurdunuzda üç gün (daha)metalanın!” Bu yalanlanması olmayan bir vaaddir.” Böylece konu detaylandırılmışve belirli sürenin üç gün olduğu ortaya çıkmıştır.

44- Artık Rabblerinin emrinden çıktılar. Böylece, onlar bakıyorlarkenkendilerini yıldırım aldı.

Kurân’ın çeşitli yerlerinde buazâbın farklı yüzlerini ifade için farklı kelimeler kullanılmıştır. Bir yerdeona “recfa” (korkunç sarsıntı)denmiştir. Bu patlayan bir yanardağın çevresindeki sarsıntı ve artçılarıdır. Başkabir yerde “sayha” (patlamanınoluşturduğu ultrasonik ses dalgası) ve bir yerde de “tağiye” (lavların taşarak etrafa yayılması) kullanımı gibi. Buâyette ise volkanik yıldırımlardan “sâ’ika”ile bahsedilmiştir. Büyük volkanik patlamalarda gökyüzünde volkanikyıldırımlar meydana gelir ki bu gerçekten çok dehşet verici bir manzaradır.Kelime, bakakalmaları ile tahliye imkânlarını ellerinden kaçırmalarının verdiğiçaresizliği ifade etmektedir.

45- Böylece ayağa kalkmaya güç yetiremediler. Ve onlara yardım eden deolmadı.

Muntasırîn/intisar kelimesi, kendi kendini herhangi birsaldırıdan koruyan, kurtaran demektir. Âyette hem yaya kalıp kaçamadıkları hemde yardımın ulaşamadığı bir bölgede yaşadıkları tek cümle ile özetlenmiştir.

46-Ve önceden Nûh kavmi… Muhakkak ki onlar fâsık bir kavimdi.

Fısk; yoldan çıkma, doğru yoldan sapma, iyilik ve güzelliktençıkma, günaha batma, kötülüğe iyice dalma anlamlarına gelir. Nûh’un kavmi doğruyoldan zaman içinde sapmıştır. Bu ifade Hz. Nûh’tan önce de resûllerin o kavmegittiğini gösterir. Hz. Nûh kavminin tek resûlü değil son resûlüdür. (Bkz.Şuarâ:105 “Nûh’un kavmi, mürselleri yalanladı. Ayrıca Nûh kıssası için bkz. Necm:52,Kâf:12, Furkân:37, Şu’arâ:105–122, Kamer:9, Sâd:12, Arâf:59.)

47-Ve Biz semâyı ellerimizle binâ ettik ve muhakkak ki genişletici olanelbette Biziz.

Eyd kelimesinden maksat İbni Abbas’a göre “kuvvet” demektir.Arapçada yüz (vech) ile zat, ağız (fem) ile söz, eller(eyd)  ile de güçkastedilir. Bu kullanım Türkçemizde de vardır: “Bu işe el at!” denildiğinde ‘onudestekle, yardım et’ kastedilir.

Benâ, dağınık parçaları birbirlerine ekleyip bağlayaraktoplamından bir bütün meydana getirmektir. Semânın binâ edilmesi onun aşamaaşama yaratılması ve yükseltilmesidir. Bunun eller ile yapılması sürekligenişleyen evrenin her yerinde geçerli olan fizik kanunlarını ifade eder. Buradakieydin/ellerin çoğul gelmesi, güçlerin çoğul olduğunun ifadesidir. Mesela buellerden biri kütle çekimi kanunudur. Bu güç/el vasıtasıyla bağımsızgazlar birleşerek galaksileri (gök adaları) oluşturdu. Aynı evrensel fizikkanunu neticesinde gök adalar da birbirlerine yaklaşarak devasagruplar oluşturdu.  Uzayı sadece kütle çekim gücü oluşturmamıştır. Bir de termodinamiğin üç temel gücü vardır. İlki sıfırıncı kanundur. Farklısıcaklıklarda iki cisim ısı bakımdan temas ederse sıcak olan cisim soğur, soğukolan cisim ısınır. Sıcaklık, madde içinde atomların titreşmesi ile iletilir. Bunedenledir ki, ısı akışı sıcak cisimden soğuk cisme doğru gerçekleşir. Birincikanun, evrende temel olarak enerjinin yok edilemeyeceği manasına gelir. Enerjisadece bir şekilden diğerine dönüşür. Dünyanın âhirete dönüşmesi gibi. İkinci güç entropidir. Entropi’de ısıenerjisi yüksek olandan soğuk olana doğrudur. Bu da büyük patlama sonucuevrenin genişlemesini destekler. Üçüncüsüise ısı devinimidir.

Âyetteki “ve innâ lemûsiûn” ifadesinden, genişletme eyleminin devamettiği anlaşılmaktadır. Kurân’da bu kelime türevleri ile birlikte 32 yerdegeçmiştir. Aynı kökten olan “el-Vâsi”aynı zamanda Allah’ın bir esmâsıdır ki manası, imkânları genişleten, kapasitesisonsuz olan, kapasiteleri genişleten demektir. “Geniş olmak” vâsidir, ancak mûsi genişletmektir. Âyette Allah’ın genişlik ve kudret sahibiolması manasında “vüs’at” seçilmemiş, “mûsi”seçilmiştir. Zaten biz ile çoğul birkullanım söz konusudur. Âyette genişleyen haşa Allah değil semâdır. Semâüste olan her şey için kullanılır. Bu âyet, modern kozmolojinin ‘genişleyen evren’ modelini teyit edenbir âyettir. Üstelik âyetin bu anlama geldiği de yeni keşfedilmiş değildir.Tabiinden İbn Zeyd, müfessirlerden Râzî ve İbn Kesir âyeti böyle anlamışlardır(Taberî). Galaksilerin ve bir galakside bulunan yıldızların devamlı birbirindenuzaklaşmasını ifade eden genişleme teorisi ilk kez 19. yy sonlarında, 20. yybaşlarında ortaya atılmıştır. 19. yy’dan önce Kurân dışında bu iddiayı ortayakoyan tek bir kaynak bile yoktur. Bu âyetlerin varlığı Kurân’ın beşerüstüoluşuna kanıt hükmündedir. Bu maddî genişleme/mûsiûn yanında Kurân’da manevigenişleme ve ferahlama anlamında ‘müflihûn’ kelimeside kullanılmıştır.

48- Ve yeryüzünü yaydık. Artık ne güzel döşeyiciyiz!

Feraşnâ kelimesinin kökü ferş’dir. Ferş, elbiseyiyaymak demektir. Yayılan her şeye ferş veya firaş denir. Mâhid, açıp döşeyen demektir. Bu kelimekonfor, rahatlık ve düzeni çağrıştırır. İşte yeryüzü de, hayatın olabilmesiiçin gerek atmosferi gerek yer şekilleri ve toprak verimi olarak farklıyapılarda zengin bir habitata elverişli olarak döşenmiştir.

49- Ve Biz, her şeyden çift yarattık. Umulur ki tezekkür edersiniz.

Nimetin kadri için onun değerininsürekli hatırda tutulması gerekmektedir. Bu nedenle düşünme şekillerinden biriolan zikir kökünden tezekkür kullanılmıştır.Zevceyn kelimesi zıtlara,çiftlere-eşlere ve uyum içindeki çeşitliliğe delâlet eder. Madem her şeyçifttir, öyleyse “Dünya’nın eşi neresidir? Her şeyin çift kutbu varsa kötüzorlu bir hayatın farklı bir yönü de mutlaka olmalıdır. Yapılması gerekenbâtıl, zulüm, kıskançlık ve kibirden; hakka, sulh ve selâmete, paylaşma vetevazuya firar etmektir.

50- Öyleyse Allah’a firar edin! Muhakkak ki ben, sizin için apaçık birnezîrim.

Firar kelimesinin seçilmesi Kurân’ınbelağatine başka güzel bir örnektir. İnsan, nimetlerle döşenmiş dünyamisafirhanesine saplanıp kalamayacak kadar engin bir potansiyelde yaratıldığıve insanın maddî olandan ziyâde ancak manevî olanla tatmin olabileceği özelliklevurgulanmıştır. Hayırlarda yarışmak, bağış ve merhameti öncelemek, nefsanîarzulardan uhrevî hedeflere yönelmek Allah’a kaçmaktır. Firar eden özgür kalır.Fakat Kurân’ın özgürlük teklifinin karşısındaki en büyük engel şirktir.

51-Ve Allah ile beraber başka bir ilâh kılmayın! Muhakkak ki ben, siziniçin apaçık bir nezîrim.

Özgür potansiyelde yaratılaninsan Allah’a firar etmezse fıtratı gereği başka düşünce, ideoloji, kul veyaobjelere kendini esîr eder. Allah’a firar; fıtrî, evrensel ve üst ilkelereinsanı yüceltirken, bunun zıddı olan şirk, kulu köleleştirir.

52- İşte böyle! Onlardan öncekiler de, gelen resûle “Sihirbazdır veya mecnundur!”dan başka bir şey demediler.

Dünyayı mağaradaki yansımalardanibaret sananlar, mağaranın dışına firar edip hakîkati görenleri her zaman ve zemindeötekileştirmişlerdir. Cehâlete alışmış dimağlar hakîkatin aydınlığındanrahatsız olup bunu dile getirenlere düşman kesilirler. (Bkz. Platonun mağarametaforu)

53- Onu vasiyet mi ettiler? Bilakis, onlar hadsiz bir kavimdir.

Hakîkate karşı masalların tercihedilmesi, nesiller boyu efsanelerin dinleşmesine sebep olmuştur. Bir anlatım nekadar eski ise maalesef o kadar devrilmez bir tabû hâline gelmektedir. Hazır bulunanmiras, onun sorgulanmaması anlamına gelmemelidir. Tâğûn kelimesi, tağut ile aynı kökten olup “haddi aşan her şey” manasına gelir.Geleneğin verdiği güç, çoğu zaman hadsizleştirir.

54- Öyleyse onlardan yüz çevir! Artık sen kınanacak değilsin!

Bu âyette onlardan yüz çevirderken bir alttaki ayette onlara hatırlat/öğüt ver mealinde bir cümlekullanılmıştır bu bir tezat gibi durmaktadır. Ancak burada yüz çevrilen kişilerdeğil onların atalardan miras gibi aldıkları inançlarıdır. Günahkâr değil günahhedeflenmelidir. Tüm çabalara rağmen mağaradaki gölgeleri gerçek sananların buzanlarından yüz çevirip, kınayıcının kınamasından korkmadan geleceğe yürümekgerekmektedir.

55- Ve zikret! Muhakkak ki zikir inanana fayda verir.

Şahıslarla değil fikirlerle mücadele,hatırlatma (zikretme) görevini layıkıyla yapmaya bağlanmıştır. İnsanlara; kula,mala, nefse kul olmamaları gerektiği hatırlatmalıyız. Günaha, batıl inanç veideolojilere değilde insanlara sırt dönmek kişiyi yanlızlaştırır. Hakîkatuğrunda yalnız başına yürümenin pek de Kurân’î bir yaklaşım olmadığı bu âyetlerdenkendini belli etmektedir. Zîra hatırlatmanın/zikrin fayda vereceğine inananlarınmutlaka çıkacağı vurgulanmıştır. Eğer insan fıtratına dönerse vicdanında biryankı uyandıran her öğüdün, nasihatin, hatırlatmanın faydalı olacağını bilir veinanır.

56-Ve Ben, cinni ve insi kul olmaktan başkası için yaratmadım.

Cinn; örtülen, tanınmayan, bilinmeyen somut-soyut tüm varlıklarıifade eder. İns ise; açıkta/meydandaolan, tanınan, bilinen, temas kurulan tüm varlıkları ifade eder. Önce cinni(tanınmayan) varlıkların kulluğu, sonra insin (ünsiyet kurulup tanınanların) kulluğusıralanmıştır. Zaten Kurân’da insandan öncesi ile alâkalı meleklerinkulluğundan bahsedilir. (Bkz. Bakara:30) Ayrıca bu kalıbın “herkes, tüminsanlar” bilinen-bilinmeyen, tanınan-tanınmayan manasında ikinci bir anlamı davardır. Bilinen-bilinmeyen her irâdeli ne kendine ne başkasına kulluk, kölelikedebilir. Zîra bu, mahlûkatın yaratılışına aykırıdır. İnsanın fıtratında onuözgürleştirecek olan ilâhî ilkelere firar etmek yatar. Özgürce düşünebilen herkul bunun engellenmesinden azâp duyar.

57- Onlardan bir rızık murâd etmiyorum ve doyurmalarını da murâdetmiyorum.

Hiçbir irâdelinin kulluk veya ibâdetineyaratanın ihtiyacı yoktur. Tüm ibâdetleri, sâlih amelleri, hasenâtları, kişi önceliklekendisi için yapar. Bu âyetle putların önüne konan yiyeceklere bir göndermeyapılmıştır.

58-Muhakkak ki Allah; O, Rezzâk’tır, kuvvet sahibi Metîndir.

Rezzâk; çok rızık veren, yeteri kadar rızıklandıran anlamında ‘ra-ze-ka’ fiilinden türemişmübalağa ile ismifâildir. Rezzâk, Allah’ın Kurân’da zikredilen esmâü’l-hüsnasındandır.İnsanlar genellikle rızık korkusu ile köleleştirilir. Allah’ın rızkın kaynağıolduğu şuuru, kulu kulluktan kurtaran bir eşitlik ve adâlet sağlar. Bunun diğerbir karşılığı da “Mülk Allah’ındır!” ilkesidir. Rızık korkusunun insanın metânetinikırıp kuvvetini azaltacağı da “żû-lkuvveti-lmetîn”ile ifade edilmiştir.

59- Artık mutlaka zâlimlerin payı, ashâplarının payı gibidir. O hâldeacele etmesinler!

Ashâp, aynı ortak paydadabuluşanlardır. Buradaki ortaklık zulüm üzerinedir. Zulmü yapan, ona yardım eden,ortaklık yapan, göz yuman, zâlime arkadaş-yoldaş olup onu alkışlayanın payınada zulüm düşecektir. (Bkz. Ve zâlim olan kimselere meyletmeyiniz. O takdirdeateş size de dokunur. Hûd:113)

60- O hâlde vaad olunduklarıgünden dolayı örtenlerin vay hâline!

İnsanları rızık korkusu ilekorkutmak, kula kul yapmak, insanlara zulmetmek, hakları örtmektir. Âyetteki “Vayonların hâline!” ifadesi bir tehdit değil, rahmet ve merhametin tecellisi olanacıma olarak “Yazık olacak örtenlere!” şeklinde anlaşılmalıdır.

Zâriyât sûresinden şimdilikanladıklarımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu Alîm olan Allah bilir.

 


 
Eklenme Tarihi : 16.04.2021 21:44:29
Okunma Sayısı : 3221