يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِمَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَّ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خُلَّةٌ وَلاَ شَفَاعَةٌ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ

Ey iman edenler! Kendisinde hiçbir alış verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan (Allah yolunda) harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerdir ta kendileridir. (Bakara: 254)



.





Mutaffifin Suresi

Mutaffifin Suresi

Sure adını birinci ayette geçen “mutaffifin” kelimesinden almıştır. Bu sureye Tatfif suresi de denilir. Hadis kitaplarında ve bazı tefsirlerde sure ilk ayetiyle anılmıştır.

İlk otoriteler, kısmen ya da tümüyle Mekki veya Medeni olup olmadığında ihtilaf etmiştir. Mutaffifîn Mekke’de nazil olan son surelerden biri olarak peygamberliğin 13. yılına yerleştirilmelidir. Suredeki tüm ayetlerin bir kerede indiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bizim görüşümüz surenin -ihtivasından dolayı- Mekki olduğu yönündedir. 

Rahmân Rahîm Allah’ın ismiyle.

1- Mutaffifinin vay haline!

Mutaffifîn, ölçü ve tartıda hile yapanlar anlamındaki “mutaffif” kelimesinin çoğuludur. Tatfîf, eksiltmek demektir. Bu kelimenin kökü, az şey anlamına gelen “et-Tafîf”tir. Çünkü mutaffif, yani eksilten kişi ölçüp tartarken genellikle az bir miktar çalar. Hırsızlık anlaşılmasın diye yapılan küçük ama sürekli bir usulsüzlüktür. Mutaffifler, alırken dolgun ve fazla, verirken ise eksiltip kırpmayı arzular. Türkçede bu anlamı tam karşılayacak bir kelime bulunmadığı için kelimeyi orijinal hâliyle kullanmak yerinde olur. Tatfîf; hem maddi hem de manevi olarak değerlendirme ve ölçmede kendine yontan bir zihniyeti ifade eder. Bu tutum, sadece fiziksel ölçü-tartı aletleriyle sınırlı değildir, akli ve ahlâki ölçülerde de geçerlidir.

Bu ayet grubunda, ahirete inanmamanın yol açtığı ahlâki bozulma nedeniyle ölçü ve tartıda hile yapan kimseler ele alınmaktadır. Onlar, bir şeyi satın alırken tam ve eksiksiz ölçüp tartarlar ancak başkasına bir şey satarken eksik ölçerler. Böylece başkalarını zarara uğratarak kâr elde etmeye çalışırlar.

Bu duruma Kurân’da başka yerlerde de dikkat çekilmiştir. Nitekim Şuayb peygamber, ölçü ve tartıyı eksik yapan bir topluma gönderilmiş ve onları bu konuda ısrarla uyarmıştır (Şuarâ: 181–183).

Benzer şekilde burada da Hz. Muhammed, tıpkı Hz. Şuayb gibi kavmini bu tür bir usulsüzlük ve yolsuzluğa karşı uyarmaktadır. Bu sahtekârlıkların, muhtemelen hicretle birlikte gidecekleri Medine’de karşılarına çıkacağı ihbar edilmektedir.

2-Onlar, insanlardan alırken ölçüyü tam yaparlar.


Ayette geçen "iktâlû" fiili, “ölçerek almak” anlamına gelir. "Yestevfûn" ise, “tam ve eksiksiz istemek, ölçüye vefa göstermek” demektir. Ayetteki “insanlar” anlamındaki “nâs” kelimesinin başında belirlilik takısı yer almaktadır. Râgıb el-İsfahânî, Müfredât adlı eserinde “nâs” kelimesinin bazen “erdemli insanlar” anlamında kullanıldığını, her zaman tüm insanlığı kapsamadığını belirtir. Bağlamda, ayette geçen “insanlardan alırken” ifadesiyle, özellikle dürüst ve güvenilir kimselerden, yani hakkını eksiksiz vermeye çalışan erdemli insanlardan mal alan ancak başkalarına satarken onları zarara uğratan kimseler kastediliyor olabilir. Burada söz konusu olan kişiler üretici değil, stokçu ya da komisyoncudur. Üretici ile tüketici arasında, işini dürüstçe yapan değil, malın değerini bilmeyenlere fahiş fiyatla satan ya da ürünü eksilterek veren aracılardan bahsedilmektedir. Bu zihniyet, alışta ölçüye tam riayet eder ancak satışta ölçüyü eksiltip karşı tarafı aldatarak kazanç sağladığını zanneder. Bu da sadece ekonomik değil, ahlâki bir yolsuzluk ve vicdani bir yozlaşma yaşandığını gösterir. 

3- Ve onlara, ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksiltirler.

Ayette, günümüzde de sıkça karşılaşılan bir zihniyetin eleştirisi yapılmaktadır. Bu zihniyet sahipleri, kendi hakkı yenildiğinde -bu ister trafikte ister kamusal bir alanda olsun- “hak, hukuk, adalet” diye feryat eder. Ancak iş başkasının hakkına geldiğinde aynı hassasiyeti göstermez. Surenin “…vay haline!” diye başlayan ilk ayet, bu çifte standartlı şirk kafasına verilen ahlâki bir cevaptır.

Böylesi bir zihniyette adalet, ancak kendi çıkarına hizmet ettiği sürece yücedir. Yasalar, sadece kendi lehineyse kutsaldır. Merhamet, iyilik ve ikram; yalnızca kendisi için olduğunda kıymetlidir, başkaları içinse enayilik olarak görülür. Bu yaklaşım, evrensel ahlâki değerlerin araçsallaştırıldığı, yani sadece kişisel menfaate hizmet ettiği ölçüde savunulduğu bir ahlâki yozlaşmayı yansıtır. Ne yazık ki insanların çoğu, değerleri gerçekten benimsedikleri için değil, çıkarlarıyla örtüştüğü sürece savunurlar.

4-5-6 İşte onlar, azim günde âlemlerin Rabbi için insanların kalkıp diriltileceklerini zannetmiyorlar mı?

Böylesi insanlar, neden âlemlerin Rabbi huzurunda hesaba çekilmeyeceklerini zanneder? Bu insanlar, gerçekten ahirete inanmadıkları için mi hile yapar, çalar, ölçüde eksiltirler? Yoksa işledikleri bu tür günahlar, zamanla ahiret inancının kalplerinden silinmesine mi neden olmuştur?

Sorumuzun cevabı ayetin içindedir. Dikkat edilirse ayette inkâr değil, zan vardır. Zan, tercih edilen inanç ve kanaatin zamanla insanda oluşturduğu yargılardır. İnsan, çala çala, yalan söyleye söyleye içindeki vicdanın sesini bastırır. Vicdan sustuğunda, kalpteki iman da kararır ve böylece kalp mühürlenir (Casiye: 23, Bakara: 7, Mutaffifîn: 14). Bu durumlar sahih bir hadiste şöyle özetlenir: “Mümin günah işlediği zaman, kalbinde siyah bir leke oluşur. Eğer tövbe eder, o günahtan uzaklaşır ve Allah’tan mağfiret dilerse kalbi cilalanır. Fakat günahta ısrar ederse leke büyür ve kalbini kaplar.” (İbn Mâce, Zühd, 29) Dolayısıyla bu kişiler, önce inançlarını kaybettikleri için değil, ahlâki çöküntüye sürüklendikleri için zamanla inanç zaafına uğramıştır.

Neden Rabbiniz değil de âlemlerin Rabbi denmiştir? Burada “sizin Rabbiniz” ifadesi yerine “âlemlerin Rabbi” terkibi tercih edilmiştir. Bu, hesabın yalnızca belli bir topluma, belli bir inanca veya ümmete değil, tüm insanlığa yönelik olduğunu vurgular. Çünkü mahşer günü, sadece bir topluluk değil başka âlemlerden, farklı zamanlardan ve coğrafyalardan gelen insanlar da aynı evrensel değerler ölçüsünde hesaba çekilecektir. Bu ifade, aynı zamanda Allah’ın evrensel otoritesini ve adaletinin kapsamını da göstermektedir. O’nun hesabı, sadece “senin inandığın gibi” değil, âlemlerin tamamını kuşatan bir ölçüye göre olduğundan ayetlerdeki emirler indiği zamanın şartları göz önünde tutularak ve âlemleri kapsayıcı olarak anlaşılmalıdır.

“Füccarın çaldığı, yakalanmadığı sürece yanına kâr kalıyor” gibi bir zihniyete verilen cevap şöyledir: 

7-Hayır, muhakkak ki füccarın kitabı elbette siccîndedir.

Fücur, dilciler tarafından “dindarlık örtüsünün yırtılması” şeklinde tanımlanmıştır. Bu benzetmeyle, kişi inanç ve ahlâk örtüsünü parçalayarak artık günah işlemeyi içselleştiren bir tip hâline gelir. Böylelerine “facir” denir. Bunun çoğulu da füccâr veya fecere şeklinde geçer. Nasıl ki imanın dışa yansıması takva ve amel-i salih ise, küfrün ve ahlâksızlığın dışa yansıması da fücurdur. Füccâr, takva elbisesi olmayan, vicdani ve ilahi sınır tanımayan kimselerdir.

Tüccar ile füccar, facir ile tacirin arasındaki bağlantı nedir? Ticarette hile, ölçüde ve tartıda eksik yapma, yalan yemin, rüşvet gibi yollarla kazanç sağlanırsa tacire "facir" denir. Hırsız tüccarlara Kurân “füccâr” demektedir. Kurân, tüccarın facire dönüşme riski üzerinden muhatapları uyarır. Tüccar, bıçak sırtı bir konumdadır. “Dürüst ve güvenilir olursa peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû‘ 4) hadisine mazhar olur. Ama güvenilirliğini kaybeder ve ahlâki ilkelerden saparsa, çıkar uğruna yalan söyler, hakkı çiğneyip zulmederse ve “Kazanç için her yol mubahtır.” anlayışına kayarsa onu facir hâline getirir. 

Kitap Kur’ân’da şu anlamlarda kullanılmıştır: Kur’ân’ın tümü veya sûreleri için, vahiylerin tamamı ve varlığın tabi olduğu kurallar manasında ilahî yasalar için, son olarak da ahiret sicili denen amel defteri manasında kullanılmıştır. Füccar olanların kitabı Siccin’dedir. Peki Siccin nedir, bunun kitap ile olan alakası nedir?

8-Ve siccînin ne olduğunu sana idrak ettiren nedir?

Siccîn kelimesi, “hapishane” anlamındaki “sicn” isminden türetilmiştir. (Bkz. Yusuf: 25-32-33-35…) Zindan demek olan “sicn” maddesinden, zindana koymak demek olan secn mastarından olduğuna göre “siccîl” fiil kalıbında zindanın mübalağa ismi veya seccân veyahut mescûn gibi bir sıfat da olabilir. Bu türetmeden hareket eden bazı otoriteler, siccîn terimine daimi mecazi anlamını, yani “devam etme” veya “dayanma” anlamını yüklemişlerdir. Siccîn, kötülük ve sahtekârlıkların sonucu değil sebebi gibi durmaktadır. Her insan birtakım değerler sistemi üzerinden hareket eder. Kimi bu değerleri çevresinden edinir kimi ailesinden kimi de kendi inşa eder. Siccîn, füccârın zindanıdır. Menfaatperestlerin içlerindeki o karanlık ve kötü önceliklere siccîn denebilir. Zira burada, siccînin ne olduğunu bilmek değil, idrak etmek geçer. İdrak, bir şeyi en özel nitelikleriyle ve bir bütün olarak kavramaktır. İlim, idrake göre daha geniş bir kullanıma sahiptir. Siccînin mahiyetini Kurân şöyle idrak ettirir:

9- Rakamlandırılmış bir kitaptır. 

Merkûm; toplanmış, birbiri üzerine birikmiş, rakamlanmış, rakamlı ve yazılı demektir. Ra’nın kesri, kaf’ın sükûnuyla “rakm” ve “terkim”, yazı yazmak; yazıya nokta ve hareke koymak, yazıyı düzeltmek, işaret koymak manalarına gelir. Bir hesabı yapmak için konan rakam ve işaretler manası da buradan gelir. Ancak ayeti okuduğumuzda akla ilk gelen, merkûmun sayısal bir kitap oluşudur. Burada merkûm kelimesinin diğer anlamları düşünüldüğünde sonradan bir düzenleme yapılan kitap manası da karşımıza çıkmaktadır.

Burada, facirlerin yani ticarette dürüst olmayanların kitaplarının -yani bunu yapma sebeplerinin- siccin denen o dört duvarlı, basmakalıp şablonlar ve dogmalar olduğuna dair işaretler de mevcuttur. Bu karanlık öncelikleri ve hedefleri, kendileri sonradan din edinmiş hatta bir töre gibi nesilden nesle aktarmış da olabilir. Yani bunları madde madde sıralayıp birer kural hâline getirme rakamlandırma olabilirler. Füccârın kitabında yalan ve kandırmayla haksız kazanç elde etmek olmazsa olmaz bir kural hâline gelmiştir. Bu bakış, onların kısır döngüsü ve zindanıdır. Aslında “kitap” denen amel defterlerini kendi elleriyle yazmışlardır. Attıkları her hareke ve nokta, onların özgürlüğünü kısıtlamış, zindanı olmuştur. Din adı verdikleri hayat tarzında hırsızlık serbest, alın teri ve hakkaniyet ise enayilik zannedilince yaşadıkları gibi inanmaya başlamışlardır. Helâk olan Eyke ashabı buna tipik bir örnektir. Her insan kendi kitabına yani tasavvuruna göre amel defterinin şekillendirir. Füccarın kitabı siccinde olduğu için rakamlama muhatabın elini kolunu bağlamış ve mahkûm etmiştir. 

Birde burada tüccarlara kendi lisanları üzerinden bir sesleniş vardır. Zira bu ifadeler umuma hitaben değil, facirlerin kitabının siccînde olduğu bilgisiyle başlanmıştır. Bu girizgâh, konuyu genelden özele çeker. Tüccarların tuttuğu veresiye defteri üzerinden, Allah’ın onlara verdiği ömür sermayesinin bir gün hesabının sorulup defterlerinin dürüleceği gerçeği, yine onların kullandığı kelimelerle anlatılmıştır. Zaten 11. ayette ifade edilen din günü, “d-y-n” kökündendir. Bu kök borçluluktur. Din günü, borçluluk bilinciyle, Allah’a olan borcun hesabının sorulacağı gündür. Rakamlandırılmış kitap ilahi mühletin sonundaki borçların sistematik ve kronolojik olarak kaydedilmiş hâli de olabilir. Verilen mesaj açık kimsenin yaptığı yanına kalmaz.

10- O gün yalanlayanların vay haline!

Zira her yalan ve aldatma, zincirin halkaları gibi, bir öncekinden kaynaklanır ve o gün insanın elini kolunu bağlayan tasma ve prangalara dönüşür. Allah Resulü’nün dediği gibi “Aldatan bizden değildir.” Çünkü mümin, güvenilir, emin kişidir. Bu yüzden güveni kaybetmektense kârdan zarar etmeyi göze almak çok daha evladır.

11- Onlar ki din gününü yalanlıyorlar! 

Yevmiddîn, din günüdür ve Allah’a olan varoluşsal borçluluğu anlatır. Her gününü din günü olarak yaşamak, insanı facir olmaktan korur; hesapsızlığı, sorumsuzluğu ve savrulmayı önler. Kişiyi disipline eder, kibri törpüleyip tevazuyu besler.

12- Ve onu, tuğyanla geride kalanların dışında, kimse yalanlamaz.

Mugted; haddi aşan, tuğyan eden demektir. İsm; kişiyi sevaptan geri bırakan, hayırdan alıkoyan ihmallerin adıdır. Kelimenin ayrıca “yavaş yürüyüp geç kalma” anlamı da vardır (Müfredat). Kelime, koşabildiği hâlde kasten koşmayan dişi deve anlamındaki “asimeh” den gelmektedir. Yavrusunu yırtıcılardan uzaklaştırmayan anne hem onu hem de kendisini tehlikeye atacaktır. Hadsizlikleri, onları iyi ve kâmil biri olmakta geri bırakmıştır. Bu geri kalma masumların zarar görmesine sebep olan bir atalettir. Yolda kalmalarının sorumlusu olarak kendilerini değil, hep başkalarını ve ilahi müfredat olan yolu suçlamaları, bir sonraki ayette şöyle konu edilecektir:

13-Ona ayetlerimiz tilavet edildiğinde “Evvelkilerin masallarıdır.” dedi.

Esâtîr, satırlar demektir. Bu kelime “satere” kökünden alınmış çoğuldur. Tekili “üstûr”, “ustûre” veya “estare”dir. Yahut “satere” çoğulu, “sütûr”, yaraya atılan satır satır görünen dikişe de denir. “Esâtîru’l-evvelin” için modern bir çeviri yaparsak mitoloji denebilir. Bu kavram nüzul sürecinde ilk olarak Kalem suresinde geçer. Çoğunluk tarafından Kurân kıssaları olarak anlaşılmıştır. Ancak bu ibare genellikle ahiretle ilgili pasajlarda yer alıyor. Bu gösterir ki müşrikler yeniden dirilişi eskilerin masalları olarak görüyorlardı. (Müminun: 82–83). “Esâtîru’l-evvelîn” için Kurân’ın tamamı denilemez. Çünkü müşriklerin, kendilerinin de gayet iyi bildiği kavimlerden ve onların sonlarından verilen örnekleri inkâr ettikleri söylenemez. Surenin başında, dünyayı tercih ederek ticaretine hile karıştıranlardan bahsedilir. Ardından bu hırsızlığın anlaşılmaması için başvurdukları usulsüzlüklerin, tasavvur kaynaklı kökenine değinilir. Geldikleri son noktada inandıkları gibi yaşamadıkları için, yaşadıkları gibi inanmaya başlamışlardır. Kendilerini ayetlere “Evvelkilerin masalları” demeleri ile ifşa etmişlerdir.

14- Hayır, bilâkis elde ettikleri şeyler sebebiyle kalpleri pas tuttu.

Ayette “pas tutmak” diye çevirdiğimiz “râne” fiili, sözlükte “parlak bir şeyin yüzeyinde yükselen pas; bu pasın galip gelmesi, kuşatması ve istilâ etmesi” (Müfredat) anlamlarına gelir. Kelime aslında “üstün gelmek” manasındadır. Mesela şarap içenin aklına galip gelip sarhoş ettiğinde “Rāneti’l-amru ʿalā ʿakli şāribi-hā” denir. Türkçemizdeki “Çalışan demir pas tutmaz.” deyiminde olduğu gibi, pas tembelliğin ve ihmalin sonucudur.

Bazı kalpler, iyilik yapmamaktan körelir, hüsnüzan ile bakma yetisi çalışmaz hâle gelir. Böyle kimselerin, insan olmaya davet eden ayetlere “eskilerin masalı” demesi, bu ayet ile açıklanmıştır. Kişi, kalbinin pas tutup tutmadığını, iyiliği gereksiz görüp görmediğinden anlayabilir. İyiliği, hayrı, salih amelleri yalnızca düşüncede değil, kalben inanarak yapanların insani melekeleri körelmemiştir.

Pas; nem ve oksijenin bir arada bulunmasıyla demirin yavaş yavaş oksitlenip çürümesidir. Mütaffifînlerin bulunduğu ortamda “haksız kazanç” bir nem gibi her yeri kaplamış, bunu oksitleyen ise inen ayetlere “eskilerin masalı” gözüyle bakıp anı yaşama isteği olmuştur. Ancak görmezden gelinen geçmiş, anın doğru değerlendirilip geleceğe sağlıkla ilerlenmesine manidir.

15- Hayır, muhakkak ki o gün onlar Rabblerine mahcup olmuşlardır.

Hem 14. hem de 15. ayetin “kellâ” ile başlamasının sebebi, muhatapların ileri sürdükleri iddialardır. 13. ayette, kendilerine okunan ilâhi ayetlere “eskilerin masalları” demeleri, ardından getirdikleri ithamlar, her iki ayetin başındaki “kellâ” yani “Kesinlikle hayır!“ ifadesiyle reddedilir.

O günkü muhatapların bakışı verilen cevaplardan yola çıkarak şu şekilde özetlenebilir: “Ey Muhammed! Senin söylediklerin eskilerin masallarıdır. Bunları diline dolaya dolaya kalbin pas bağladı. İleride bu dediklerinden ötürü mutlaka mahcup olacaksın.”

14 ve 15. ayetlerdeki “kellâ”, bu iddialara karşı Allah’ın kesin cevabı ve hükmüdür. İlâhi adaletin değişmez yasası şudur: Mahcup eden, mahcup olur.

Arapça “h-c-b” kökünden gelen mahcûb, “örtülü, perdeli, kapalı” anlamındadır. Türkçedeki mahcubiyet ise, bir kabahat işleyip yüzü kızaran kişinin bu utancını örterek perdelemeye çalışması anlamında kullanılır.

Rabbimiz Hucurât 12’de “Tecessüs etmeyin!” buyurur. Tecessüs, başkalarının ayıp ve kusurlarını araştırmak, ardından bunları gıybetle ifşa ederek muhatabı toplum önünde mahcup etmektir. Mutaffifîn bağlamında ise Allah Resulü’nün ve müminlerin eksikliklerini arayıp onları mahcup etmeye çalışanların hâli anlatılır. Çünkü resul onların ticaretteki usulsüzlüklerini yüzlerine vurmuştur. Böyle davrananların, ilâhi adalet gereği, hesap gününde Rabbleri huzurunda asıl kendilerinin mahcup olacağı bu ayette haber verilmiştir.

16- Sonra muhakkak ki onlar, alevli ateşe elbette yaslanacaklardır.

Cahîm, “çok kızışmış ateş” anlamına gelir. Özellikle çukurda yanan, kaçış imkânı olmayan alevli ateş için kullanılır. Kurân’da 26 kez geçer ve cehennemin isimlerinden de biridir.

Müşrikler, müminler için Mekke’yi adeta bir cahîm yani ateş çukuru hâline getirmişlerdi. Öyle bir çukur ki, içinde kalanların kaçacak hiçbir yeri kalmasın. İşte âhirette uğrayacakları akıbet, dünyada kurduklarının tam karşılığıdır.

Yakıp yıkmaktan, kaos ve savaştan güç alıp sırtını cahîme dayayanların cezası, yaptıklarının misliyledir. Çünkü zulüm ateşini yakan ve zulümden beslenenler bir gün o ateşin içinde yanarlar.

17- Sonra onlara denilir ki: “Bu, onunla yalanladığınızdır.” 

Ayetteki “bi-hi”, muhatabın mutaffifin olup çalmaları ile bu sonuca geldiklerini anlatır. Onlar, haksız kazanç elde ederek bu sonucu hak etmişlerdir. Kendilerini uyaranlara “Bu, eskilerin masallarıdır.” diyerek karşı çıkmış, öz eleştiri yapmak yerine erdemli insanları mahcup etmeye çalışmışlardır.

Böylesi bir tavır, kalbin pas tutmasına, hakka ve hakikate karşı körelmelerine yol açmıştır. İşte şimdi, âhirette onlara şu ilâhi cevap verilecektir:

18- Hayır, muhakkak ki iyilerin kitabı elbette illiyyindedir.

Ayet, “kellâ” ile başlıyorsa “Durum sizin iddia ettiğiniz veya bildiğiniz gibi değildir.” anlamı taşır.

Birr kelimesinin aslı berr’dir. Lügat anlamı “kara parçası, kıta” olup “deniz” anlamına gelen bahr kelimesinin karşıtıdır. Berr ve bahr birlikte, fi’l-berri ve’l-bahri ifadesiyle “karada ve denizde” anlamında kullanılır ve “her yerde, yaygın olarak” manasına gelir. İnsan, karada yaşayabilen bir canlıdır. Karalar nasıl hayatı destekliyorsa iyiliklerde öyle hayatın olmazsa olmazıdır. Aynı kökten gelen teberru “iyi olmak, iyilik yapmak” demektir. Türkçede de sosyal yardım amacıyla yapılan bağış ve iyilikler teberru kelimesiyle ifade edilir.

Birr, her türlü hayır ve iyiliktir. Ebrâr, hem ismifail hem de sıfatımüşebbehe olabilir. Yani yalnızca “şu anda iyilik yapan” değil, “karakter olarak sürekli iyilik yapan” kimseleri ifade eder. Hayatında bir dönem veya birkaç kez iyilik yapıp iyi olmak değil; iyiliği karakter hâline getiren, her karşılaştığı sorunda çözümü iyilik ve hayırda arayan, hüsnüzan ile bakan şahsiyetlerin kitabı, yani onları iyi yapan ilkeler ve ayetler illiyyîn’dedir.

İlliyyîn teriminin, ‘illî veya ‘illiyyeh (yücelik/değerlilik) kelimelerinin çoğulu olduğu yahut tekil hâli bulunmayan bir çoğul olduğu söylenmiştir (Kâmûs, Tâcu’l-‘Arûs). Her iki durumda da bu terim, “‘alâ” (yükselmek) fiilinden türetilmiştir. Meselâ, huve min ‘illiyyeti kavmihî ifadesi “O, kavminin en yüceleri arasındadır.” demektir.

Bu kökten türetildiğinde illiyyîn; çoğulu, muhtevanın yoğunluğunu ifade eden “kat kat soyluluk/değerlilik” (Tâcu’l-‘Arûs) veya “en yüce/değerli tarz” anlamına gelir. Dolayısıyla burada söz konusu olan, iyilerin amellerinin, ilkelerinin ve değerlerinin en yüksek mertebede kayıtlı olduğu, korunmuş ve yüceltilmiş bir makamdır.

19- Ve illiyyin’in ne olduğunu sana idrak ettiren nedir?

İyilerin kitabı, yüceler yücesindedir. Kötülerin kitabı siccîn denen karanlık bir çukura, adeta bir zindana muhatabını düşürür. İyilerin kitabı ise onu okuyanları yüceltir ve yükseltir. Böylece Kurân, kötülüğün en aşağı derekesi ile iyiliğin en yüksek mertebesini zıtlıklar üzerinden izah etmektedir. Tıpkı siccin gibi illiyyin de rakamlanmış bir kitaptır.

20- Rakamlandırılmış bir kitaptır. 

Burada “kitap” tektir. Çünkü hakikat, aslında tek bir kitapta -Lev-i Mafûz’da- kayıtlıdır. Ancak kötüler, o kitabı (ilkeler ve değerler bütününü) kendi çıkarlarına göre “rakamlandırarak” tahrif etmiş, içerisine şirk ve bâtıl karıştırmıştır. Buna karşılık iyiler/ebrar yani her gelen resul ve onların izinden gidenler, bozulmuş ve içerisine şirk bulaşmış bu kitapları şirkten ve zulümden halis kılmış; hakikati yeniden düzenleyerek asli hüviyetine döndürmüşlerdir. Böylece siccin derekesine düşürülen inançlar ve kitaplar tekrar illiyyîn mertebesine çıkarılmıştır.

Peki, bu ilâhi düzeltmeye ve dinin yeniden asli hüviyetine kavuşturulmasına kim şahittir? Bunu, bir sonraki ayet şöyle cevaplar:

21- Ona, mukarrebûn olanlar şehittir.

Ayette “Onu yakın olanlar okur.” denmemiş, bizzat görüp yaşayanların şehadetinden “yeşheduhû” fiiliyle bahsedilmiştir. Bu tanıklık, okumakta olduğu gibi pasif bir şahitlik değil yaşayarak edinilen aktif bir tanıklıktır.

Genellikle mukarrabûn kelimesi, Allah’a yakın melekler olarak anlaşılır. Ancak bu kelime, Allah’a yani onun esmasına yakın olan cennetlikler, iyilik ve erdem sahibi olan ebrar şeklinde de anlaşılabilir. Delilimiz cennet nimetlerinden mukarrabun olanların içeceğini söyleyen Mutaffifin suresi 28. ayettir. 

İyi kullar, Kurân’ın iyiliğe hizmet ettiğini, hayrı çoğaltmak için emir ve tavsiyeler barındırdığını yakinen görüp şahit olmuşlardır. Bu şehadet, onların etrafındaki nimetlerin artmasına da vesile olacaktır.

22- Muhakkak ki ebrar olanlar, elbette nimetler içindedir.

Dünyada iyiler mi yoksa hırslı ve zalim olanlar mı nimet içindedir? Kurân’ın tarif ettiği nimet bizim anladığımız gibi sadece mal-mülk, lüks ve saltanat değildir. O hâlde asıl nimet nedir? Bir insan sadece kendine iyi olmamalıdır. Gerçek iyilik, kendi çıkarı olmasa da yalnızca Allah rızası için, hiçbir karşılık beklemeden yapılanlardır. İşte bunu başaran ebrarların içlerinde hissettikleri huzur ve tatmin, Allah’ın onlara bahşettiği en büyük nimettir. Yapılan iyiliklerin toplum nazarında karşılığı olmasa bile, illiyyîn’de kayıtlı olanı yapabilmek, ebrar için yeterlidir. Bu bağlamda, en büyük nimet, her şartta iyi kalabilmek ve iyi bir insan olabilmektir. Her durumda illiyyinde olan yüce değerleri gözetebilmektir.

23-Tahtlar üzerinde nazar ederler.

Erâik kelimesi, tekili erike olup “donatılmış koltuk” anlamına gelir. Bu, özenle bezenmiş, saygın ve üstün bir makamı ifade eder. Ebrar olanların makamları, kendi emekleriyle ilmek ilmek işlenmiş, liyakat ve gayretle hak edilmiş bir mahiyettedir.

Her toplum, iyileri hak ettikleri makamlara getirip mükâfatlandırırsa orada nimetlerin artışı gözlenir. Ancak şirk toplumlarında iyiler değil, yalancı ve yalaka kişiler, liyakat sahibi emekçilerin yerini alır. Bu durum ise zulmü ve adaletsizliği beraberinde getirip nimetin azalmasına sebeptir.

24- Onları yüzlerindeki nimetin yansımasından tanırsın.

Nedrah, her şeyin tazesi için kullanılır. Gençlik, parlaklık, letâfet, zarâfet, güzellik gibi manalara gelir. Yüzlerdeki bu sevinç hâli içerde olan mutluluk ve huzurun dışa yansımasıdır. Bir insan hak ettiği makama gelirse bu onun hem yüzüne hem de işine yansır. 

Ayette geçen ”ta’rifu” ifadesi bilmek değil tanımaktır. Bu tanışlık dünyada iyi insanlara yakın olup ahirette onların hak ettikleri karşılığı almalarına bir atıf olabilir. Ebrar’ı bilen değil, yakinen tanıyan ve tanış olan ancak onlara verilen nimetlere şahit olabilir.

İyi insanlar, doğru ve güzel olanı yapmanın verdiği içsel huzuru yaşar. Yaptıkları davranışların sorumluluğunu taşıdıkları için onların vicdanları rahattır. Bu da ruhsal açıdan dengede ve mutlu olmalarını sağlar.

İyilik yapmak, başkalarına fayda sağlamak, anlamlı bir hayat sürmek demektir. Belli bir amaca sahip olma, başkalarına katkı sağlama ve işe yarama duygusu kişinin kendini değerli hissetmesinin ve yaptığı iyiliği zoraki değil gönüllü ve severek yapmasının sebebidir.

İyi insanlar, inançları veya değerleri doğrultusunda yaşadıklarında manevi bir tatmin hissederler. Allah’a yakınlık, iç huzur ve umut gibi manevi değerler onları huzurlu ve güçlü kılar. İyi insanlar genellikle çevrelerinden sevgi, saygı ve destek görürler. Bu da onların sosyal ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlar ve böylece aidiyet ve destek duygusuyla mutlulukları artar. İyi insanlar genellikle zorluklara karşı dayanıklıdır ve olumsuzluklar karşısında olumlu bir bakış açısı -hamd ve şükürle- geliştirirler. Kriz anlarını aklıselim ile karşılayarak stres ve sıkıntılarını yönetip azaltırlar. O yüzden mutlulukları ve huzurları her daim yüzlerinden okunur. Ebrar olanların içi-dışı birdir. Onlar münafık bir tavırla huzurlu olmadıkları hâlde mutluluk maskesi takmaz. Beğeni almak için kendisine verilen nimetleri gösteriş vesilesi yapmaz.

Arif olanlar kimin gerçekte mutlu, kimin kendini mutlu zannettiğini anlar ve bilir. En tehlikeli olan, kendisine de münafık olup mutlu ve huzurlu olmadığı hâlde sırf seçimlerini yüceltmek için kibirle kendini mutlu görüp göstermektir. Zamanla buna ikna olup başkalarını ve kendini de kandırırsa böyle bir tipin sonu hüsrandır. Ancak iyilerin içinde bulunduğu nimet hâli şuna benzer.

25- Onlar mühürlü bir rahikten sulanır.

Rahîk, hem somut anlamda saf ve hoş kokulu içecekleri ifade eder. Aynı zamanda mecazî olarak “öz, saflaştırılmış, en kaliteli hâl ve hilesizliği” anlatır.

Burada cennetliklerin içine yabancı maddelerin girmesi engellemek için ağzı mühürlenmiş, hoş kokulu içecekler sunulmasından bahsedilir. Ancak asıl düşünülmesi gereken bu nimetlere kavuşanların ne yaparak bunu hak ettikleridir. Çünkü cennettekilerin ödülleri, dünyadakilerin birer yansıması ve karşılığıdır.

Ebrar olanlar, dünyada korunaklı bir abıhayat suyu olan vahiy ile beslenmişlerdir. Ahirette ise yaptıkları bu amelin karşılığı, misliyle kendilerine verilecektir. Beslenilen kitap, tıpkı rahîk gibi saf, arı-duru ve hilesiz bir hayat suyudur.

26- Onun hitamı misktir. Ve yarışanlar, artık bunda yarışsınlar.

Ayette geçen hitâm, her bir şeyin sonu demektir. Nitekim Arapçada da, “Kurân’ı hatmettim.” denilir. Bu tıpkı son peygamber olan Hz. Muhammed’e “Hâteme’n-Nebiyyîn” denilmesi gibidir. 

Misk, bir cins erkek ceylanın karın derisi altındaki bezden çıkarılan hoş kokulu siyah bir maddedir. Az ve ender bulunduğu için herkesin her ameli ve sözü böyle bir etki ve rayiha bırakmaz.  Vahiyle sulanan iyilerin sonu da güzeldir. Vahiy, iyilerin iyi kalmasını sağlar. Ancak her daim iyi kalabilmek bir gayret ve yarış içinde olmayı gerektirir. 

Münâfese, başkasında görülen bir olgunluğa imrenip ona yetişmek veya daha ileri gitmek için nefislerin güzel şeylerde yarışması duygusudur. Haset ile arasındaki fark açıktır. Haset eden olgunluk ve kemâle düşmandır. Haset ettiği kimsenin zarar görmesinden, nimetinin yok olmasından memnun kalır. Burada sözü edilen yarışçı ise olgunluğa âşıktır. O, karşısındakinin aşağı düşmesini değil, kendisinin daha ileri gitmesini ister (Elmalılı).

Evet, iyi olan birinin yarıştığı kendisidir. Yaptığı iyilikler ile yetinmez. Hep daha etkilisini, kalıcısını ve doğru olanı ortaya koymak için çabalar.

Tenâfüs kelimesi, insanların düşkünlük gösterdiği ve canlarının isteyip çektiğidir. Yani bu nimeti elde etmek için yarışanların nefisleri bunu çok arzular (Taberî). Ardından gelen iki ayet bu içeceğin vasfını şöyle izah eder:

27- Onun mizacı tesnimdedir.


Mizacı, yani içilen abıhayatın muhtevasının son hâline gelmesi için katılanlardır.  Tesnîm, hörgüçleyerek yukarı çıkmak, terfi etmek, yükseltmek manasına mastardır. Devenin hörgücü anlamına gelen “senâm” kelimesi de buradandır. Tefsirler, tesnîm’in cennette bir çeşmenin özel ismi olduğunu, suyunun cennetteki köşklerin yukarısından akarak kaplara döküldüğü söylemişlerdir. Bizce senneme fiilinin “O yükseltti.” veya “Onu değerli/soylu kıldı.”  türevi olan tesnîm, isim-masdarı olabilir. Bu durumda beslenilen abıhayat suyu olan vahyin muhatabının üzerinde yaptığı etkiye işaret ediyor olabilir. Gökten yağan su, tıpkı yağmur gibi ebrar olanları sular. Bu öyle bir lezzet verir ki içenleri Allah’a yaklaştırır. 

28- O gözeden, mukarrebûn olanlar içer.

Allah’a yakın olmak onun esmasına yakın olmaktır. Fıtratlarında yazılı olan erdemlere yakın olmayı seçenler vahyin sunduğu abıhayattan doya doya içer. Zira mükellef oldukları kitap ile yaşadıkları ve dolayısıyla amel defterleri arasında bir mutabakat vardır. Ancak gürül gürül akan vahiyden nasipsiz olanlar ondan beslenenlere şöyle davranacaktır:

29-Muhakkak ki suçu işleyenler, inananlara gülümserlerdi.

“Gülümseme” diye meal verdiğimiz “d-h-k” kökü için Müfredat’ta “sevinçten dolayı yüzün açılması ve dişlerin görünmesi” tanımı yapılmıştır. Burada mutaffifinlerin işledikleri hırsızlık suçunu gizlemek için kullandıkları sahte ve aldatıcı bir gülümsemeden bahsedilmektedir. Bir sonraki ayet dikkate alındığında, buradaki gülümseme, müminlerin/yeni müşterilerin yüzüne dostça tebessüm edip arkalarından iş çevirme niyetlerini ifşa eder. Çünkü her yüze gülen dost değildir. 

Artık müminler Medine’dedir ve çevrelerinde ikiyüzlü, sahtekâr facirler de vardır. Mekke’deki müşrikler, sevmediklerini yüzlerine söyleyip düşmanlıklarını açıktan ilan ederken Medine’dekilerden bazıları, dost gibi görünüp arkadan iş çeviren münafıklardır.

30- Ve onların yanlarına geldikleri zaman birbirlerine kaş göz işareti yaparlardı.

Yeteğâmezûn, kaş ve gözle işaret ederek onları göstermeyi ifade eder. Türkçede kullanılan “gammazlamak” kelimesi de aynı kökten türemiş olmalıdır. Gammazlamak aslında “birini göz ve kaşla göstererek ele vermek” anlamına gelirken, sonradan her türlü “ispiyonlama” anlamında kullanılmaya başlanmıştır.

Burada mutaffifin olanlar, müminlerin sırtından haksız kazanç elde etmiş, onların yanında bunu açıkça belli etmeyip kendileri gibi olanlara kaş-göz işaretleriyle bu saf ve iyi niyetli müşterileri işaret etmeleri anlatılmış olabilir. Bu gizli işaretleşmeler, hem müminlerle alay ettiklerini hem de içten içe sahtekârlıklarını paylaştıklarını göstermektedir.

31- Ve ehline döndüklerinde haz alarak dönerlerdi.

Fekihin; mizahlı söz, latife manasına gelen fükâhe”den türetilmiştir. Fakihin, insana haz ve lezzet veren meyveler anlamında Rahmân 11, 52 ve 68. ayetlerde de geçmektedir. Burada ise mutaffifinlerin aldığı haz, haksız kazanç elde etmenin verdiği kolaycılıktan ve bedavacılığın sağladığı sahte tatminden kaynaklanmaktadır.

Ehl, ilk anlamıyla “aile”dir. Ancak birçok ayette olduğu gibi burada da sadece kan bağıyla oluşan aile değil, benzer beklentileri ve aynı yolu paylaşan dostlar, çevre ve yakın arkadaşlar da kastedilmektedir. Dolayısıyla kandırdıkları müşterilerden ayrılıp kendileri gibi hilekâr olan ailelerine veya arkadaşlarına döndüklerinde, yaptıklarını bir marifet gibi anlatan, hırsızlıklarıyla övünüp bundan haz alan bir zihniyet betimlenmektedir.

Bu zihniyet, yaptığı usulsüzlükten utanmak bir yana, bunu bir kazanç ve üstünlük olarak görmektedir. Toplumsal yozlaşmanın geldiği en dip noktaya işaret edilmektedir. Müşteriyi aldatmanın adını “ticari zekâ” koyan bu sahtekârlar, suçu kendilerinde değil, kolayca aldanan müşteride görecektir.

32- Ve onları gördüklerinde derlerdi ki: “Muhakkak ki onlar dalalette olanlardır.”

“Dalâlet” kelimesi, aslında çölde yolunu şaşırıp kaybetmeyi ifade eder. Burada ise müminlerin, mutaffifinleri gördüklerinde söyledikleri bir yargı cümlesine yer verilmiştir: “Bunlar gerçekten sapkındır.” Ancak bu bakış açısı tehlikelidir. Çünkü müminin işi, kimin dalâlette veya hidayette olduğunu kesin bir hükümle tespit etmek değildir. Müminin görevi, öncelikle kendini ve ehlini korumak, sahtekârlıklara karşı tedbirli olmaktır.

Eğer müminler, mutaffifinlerin suçunu onların ehline ve çevresine genellerse bu durum ensar ve muhacir arasındaki kardeşliği zedeler ve birlik ruhuna da zarar verir. Nitekim hemen sonraki ayette bu yanlış bakış açısı düzeltilmektedir.

33- Ve onlar, onların üzerine muhafız olarak gönderilmedi.

Buradaki hitap Müslümanlaradır. Benzer bir ifadeyi Mekki surelerden Şûrâ suresi 48. ayette okumaktayız: “Eğer yüz çevirirlerse biz seni onların üzerine muhafız göndermedik. Senin üzerine düşen sadece tebliğdir.”

Peygamber; insanların iman edene kadar başlarında bekleyen, hata yapmamaları için onları denetleyen bir gözetici ve iman etmeye zorlayan bir muhafız olmadığı gibi, müminlerin de böyle bir görevi yoktur. İnsan, kendi malını korumakla yükümlüdür. İslami değerler ise kimsenin tekelinde olmadığı için korunmaya ihtiyaç duymaz. Gerçek mümin, İslami değerleri tekeline alıp dinin sahibi gibi davranamaz. Mümin; o değerlere malik olan, onları koruyan değil, sadece onlara bağlı yani müntesip olandır.

34- Artık bugün inananlar, kâfirlere gülümserler.

Bu ayet, hak, adalet ve hakkaniyet gibi değerlere inananların sonunda kazançlı çıkacaklarını ifade etmektedir. Başlangıçta evsiz-barksız ve toplumda yerli halka kıyasla daha düşük bir statüye sahip olan muhacirler, savundukları değerlerle kısa süre içinde halkın gözünde yılların esnafından daha kıymetli bir konuma yükselmişlerdir.

Bir sonraki ayette geçen “tahtlar üzerindeki konum”, bu mümtaz makamın bir işareti gibidir. Başta Allah Resulü olmak üzere, muhacirlerin Medine’ye geldiklerinde önce hayatın içinde güvenilir insanlar olduklarını göstermeleri; ardından yapılan Medine Vesikası ile söz sahibi hâline gelmeleri, aslında bu toplumun onlara duyduğu güvenin doğal bir sonucudur.

Dolayısıyla burada müminlerin gülümsemesi, dün kendileriyle alay edenlere karşı bir üstünlük ifadesi değil, hakikatin galibiyetinden doğan iç huzuru ve itminanı göstermektedir.

35-Tahtlar üzerinde nazar ederler.

Buradaki ifade, müminlerin kazandıkları değerli ve itibarlı konumu sembolize etmektedir. Nitekim Medine Sözleşmesi, hicretin 1. yılında (622–623) yapılmıştır. Müslümanların ilk yıl karşılaştıkları zorluklar, onların böyle bir mutabakata ve toplumsal imtiyaza ulaşmalarını zorunlu kılmıştır.

“Tahtlar üzerinde bulunmak”, sadece cennet tasviri olarak değil, aynı zamanda dünya hayatında elde ettikleri itibarı ve toplumsal kabulü de işaret etmektedir. Onlar, hak ettikleri bu değeri kendi gayretleri, sebatları ve güvenilirlikleriyle elde etmişlerdir.

36- Kâfirler yaptıkları şeylerle sevap mı kazandılar?

Buradaki “hel” edatı soru anlamı taşır. Suvvibe, dönüş yapmak manasına gelen sâbe–yesûbü kökünden türemiştir. “Tesvîb” ise sevap veya ceza vermek, yani bir şeyin karşılığını ödemek demektir. Sevab genellikle hayra verilen olumlu karşılık, ceza ise şerre verilen olumsuz karşılık için dilimizde kullanılmaktadır.

Bu ayette, insanların hak ve hukukunu örtenlerin (kâfirlerin) işledikleri usulsüzlüğün ve haksız kazancın yanlarına kâr kalmayacağı, bir soru formu ile hatırlatılmaktadır. Onların güven kaybı, aslında sevap denilen olumlu karşılıktan mahrum kalışlarının dünyevi yansımasıdır.

Buradan verilen mesaj şudur: İnsanların güvenini kaybetmektense fahiş kârdan vazgeçmek hem Allah katında hem de insanlar nazarında en doğru olandır. Helâl kazanç, az da olsa en bereketli ve en tatlı olandır. Zira onun hitamı misktir.

Mutaffifîn suresinden şimdilik anladıklarımız bunlardır. En doğrusunu kitabın ve bizlerin sahibi olan Allah Teâlâ bilir.

 
Eklenme Tarihi : 8/29/2025 8:49:38 AM
Okunma Sayısı : 240