وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ

48- Artık şu günden korkun ki; O gün, Hiç kimse bir başkası adına zerre kadar bir şey yapamaz ve hiç kimseden şefaat kabul edilmez ve hiç kimseye karşılık fidye de alınmaz. Ve onlara yardım da edilmez. (Bakara:48)



.





İSRÂ SÛRESİ



İsrâ Sûresi

1-Âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulunu geceleyin Mescid-i Harâm’dan, etrafını bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten Allah, Sübhân’dır. Muhakkak ki O, en iyi işiten, en iyi görendir.

Sûre adını ilk âyetteki esrâ fiilinin mastarı olan isrâ kelimesinden almıştır. İsimlendirme ve numaralandırmalar sonradan ve beşerî olduğu için sûreye “Beniisraîl veya Sübhân” gibi değişik isimler de verilmiştir. İsrâ sûresi, tarafımızca  “hurufumukatta” ile başlayan Neml sûresinin bir parçası veya devamı olarak değerlendirilmiştir.

Sûre, ilk tertiplerden olan Hz. Osman tertibinde 50. sırada yer almaktadır. Bu sıra yaklaşık olarak 6 veya 7. yıla denk gelmektedir. El-Feteva’da, sûrenin nübüvvetin 5 veya 6. yılında indiği belirtilmektedir. Zuhrî sûreyi (ö. 124/742) peygamberliğin 5. yılına koyar  (Nevevî, şerh II, 209). Kurtubî de bunu benimser. Nevevî, İsrâ olayının nübüvvetten 10 yıl 3 ay sonra vuku bulduğunu söylemektedir. Kaynaklar İsrâ olayının Hz Hatice’nin ve Ebu Talib’in vefatından sonra ve teselli mahiyetinde olduğu yorumunu yapar. Ancak biz sûrenin 13. yılda indiğini ve hicretin yepyeni kapılar açacağına dair Allah’ın, elçisini teselli ettiği kanaatindeyiz. Haddizatında Kurân’ın genel üslûbu böyledir. Kurân, olmayanı değil, daima olan üzerinden umut verir. Bu yüzden Kurân’ın bir adı ileriyi aydınlatan nûr, diğer adı huden yani doğru yolu gösteren, kılavuzluk edendir. İsrâ sûresinin ilk âyeti geçmişte yaşananları özetler. Sûrenin Hicret’in ardından nazil olduğu kabul edilirse ilk âyet, yaşanan olayları anlatan ve ilâhî yardımın nimet boyutunu hatırlatan bir mahiyete kavuşacaktır.

Sûreyi Neml sûresinin bir babı/bölümü olarak ele aldığımızdan Neml sûresinin son âyetini hatırlayarak İsrâ bölümüne geçelim: “Ve de ki: Hamd Allah’adır. Size âyetlerini gösterecek, böylece onları tanıyacaksınız. Ve senin Rabbin, yaptıklarınızdan gâfil değildir.” (Neml: 93)

Neml 93’te “yaptıklarımızdan gâfil değil” denildikten sonra bu âyette Allah’ın hem sübhân/aşkın oluşu hem de bu aşkınlığın Semî ve Basîr ile gaflete sebebiyet vermemesi açıklanmaktadır. Âyetleri gösterecek denmesi de başka bir ortak yöndür.

Sübhâne, “gufrân” gibi mastardır. Bu kelimenin “se-ba-ha” dan alındığı ve bunun da “suda derinlere inmek, uzaklara gitmek” anlamında olduğu bilinmektedir. Şu hâlde sübhân kelimesi, noksanlık ve âciz sıfatlardan uzaklaşarak arınmışlık (aşkınlık) anlamına gelmektedir. Uzaklaşma tenzih için yapılır. O zaman gece yürüyüşü olan isrânın/hicretin sebebi Allah’ın sübhân oluşudur. Allah, elçilerini de isrâ ile kötülüklerden uzaklaştırmıştır. Firavun’dan kurtulan Hz. Mûsa ve âfetten uzaklaşan Hz. Nûh’un örnek verildiği pasajın başı bu nedenle sübhân sıfatı ile başlamıştır. Birincisi Allah’ın zaman ve mekândan aşkın/sübhân oluşunu, diğeri ise yürüyenlerin zaman ve mekânla mukayyet âciz bir kul oluşlarını vurgular.

İsrâ’nın sonu “ya” harfi olan “sera” kelimesinden türetildiği kabul edilirse “gece yürütmek” manasına gelir. Eğer sonu “vav”li olan “serv” kelimesinden türetildiği kabul edilirse “yükseltmek, onur, şeref” manasına gelir. Kurân’da resûllerin kendisine inananlar ile yaptığı gece yürüyüşlerinin hiçbiri yükselmek manasında kullanılmadığı için buradaki isrâ'yı yükselmek olarak anlamak hatalı olur. Kelime esir, esâret kelimesi ile aynı köktendir. Zira Kurân’da esir manasında da(اَسْرٰى) kullanılmıştır (Enfâl: 67). O zaman İsrâ sıradan bir gece yürüyüşü değil, esâretten kurtulmak için yapılan özgürlük yürüyüşü anlamına gelmektedir. Kelime Kurân’da birkaç yerde geçer. Hepsinde de “gece gizlice özgürlüğe ve kurtuluşa yapılan yürüme” anlamındadır. “Fe esri bi ehlike/Hemen gecenin bir kısmında aileni yürüt” (Hicr: 65. Ayrıca bkz. Hûd:81, Tâhâ:77, Duhân: 23) Bazıları ise bu kelimeye ısrarla “yükseldi ve götürdü” gibi anlamlar verir. Bu mana kelimeden kaynaklanan bir husus değil, İsrâ olayına ön yargılı bakış açısı ve yaşanılanlara olağanüstülük katma isteğiyle ilgilidir. Hz. Peygamber’in “burak” denilen vasıtaya binip gittiğine dair ön kabul İsrâ kelimesinin anlamına hatta âyetin tamamına olmadık manalar yüklenmesine sebep olmuştur. Bu meallendirme hataları ve ön kabuller âyeti iyice anlaşılmaz hâle getirmiştir. Giden, ilerleyen, yürüyen, kulun kendisidir. Mekkeli müşriklerin 26 Safer (9 Eylül 622) Perşembe günü suikast kararı aldıklarını öğrenen Hz. Muhammed gece yarısı Hz. Ali’yi, Hz. Ebu Bekir’in evine göndererek haber vermiştir. Böylece ikisi o gece şehri ayrı ayrı terk ederek Sevr mağarasında buluşmuşlardır. İsrânın/gece yürüyüşünün amacı henüz yapılmamış olan Mescid-i Aksa’ya, yani Allah’a ibadet ve secde edilen uzak yere-Yesrib’e- gitmektir. Bunu başarmak için Hz. Muhammed aksi istikametteki Sevr mağarasına gece yürümelidir. Süreç Kurân’da şöyle anlatılır: “Eğer o (Peygamber’e) yardım etmezseniz, iyi bilin ki, Allah ona vaktiyle yardım ettiği gibi yine edecektir: Hani kâfirler onu gözden çıkardıklarında, ikinin ikincisi olarak mağarada iken arkadaşına: ”Üzülme, Allah bizimle beraberdir!” diyordu. İşte o zaman Allah ona yardım etti, üzerine huzur veren emniyet ve rahmetini indirdi, onu göremediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin bâtıl sözlerini (planlarını) alçalttı. Allah’ın davası ise zâten her zaman yücedir. Çünkü Allah, Azîzdir, Hâkimdir.” (Tevbe: 40)

Âyette “leylen/geceleyin” kelimesinin kullanılması sebebiyle müfessirler hayrete düşmüşlerdir. Zira İsrâ zaten geceleyin yapılan bir yürüyüştür. Gece dışında yapılması imkânsızdır. Şu halde İsrâ kelimesinin yanı sıra “gece” kaydının konmasının hikmeti nedir? Öncelikle “leylen” kelimesi tekildir ve nekiradır/belirsizdir. Gece, her şey gündüz gibi görünmez. Âyetleri gösterme sebebi kulun geceyi yaşamasıdır. Gece dünya hayatına bir âtıf olabilir (Bkz. Kadîr Sûresi). Âhiret ise imtihanın kalktığı gündüz mesabesindedir. Veya isrâ/gece yürüyüşünün belirsiz olması, bilinmezlik gecesini, belirsizlik karanlığını aydınlatmak adına yapılması gereken fedakârlıkların, adım adım ilerlenerek âyetlerin dünya ile alâkalı kısmını göstermek (aynelyakin) için seçilmiştir.

Abdihî, olayın kahramanı olarak âyette bahsi geçen kulun, ittifakla Hz. Muhammed olduğu kabul edilmiş ve bu konuda ilk kaynaklar tarafından farklı bir görüş ileri sürülmemiştir. Kurân’ın birçok âyetinde Hz. Muhammed’e kul denir. Mesela  “Böylece O kuluna vahyedeceği şeyi vahyetti.” (Necm: 10) (Ayrıca bkz. Alâk:10, Cin: 19). Bu nedenle buradaki “kul” ifadesinin Hz. Muhammed’e yönelik olduğuna ilişkin en başından beri fikir birliği vardır.

Mescid-i Harâm tamlamasındaki mescit, secde edilen yer/mahal/bölge demektir. İllaki bir cami ve bina anlamamıza gerek yoktur. Kâbe’nin avlusunda olduğu gibi bir bölgede sürekli secde ediliyorsa üzerinde bir dam olmasa bile orası da mescittir. Hz. Muhammed bu âyetler bağlamında şöyle buyurmuştur: “Yeryüzü bana mescit kılındı” (Müslim, Mesâcid 3, hadis no: 521; Buhârî, Salât 56, hadis no: 84) Harâm, sözlükte mastar olarak “bir şeyin bir kimseye yasak olması”, isim olarak da “yasaklanan şey” anlamında kullanılır, zıddı helâldir. Neml sûresinin 91. âyetinde “Bu şehri mahrem kılan (harrâme) Rabbe kulluk etmekle emrolundum.” denilmektedir. Neml’de Kâbe ve çevresinin cana, mala, ırza dokunulmayan mahrem bölge vurgusu yapıldıktan sonra burada harâm mescit ifadesi kullanılmaktadır. İki kelimenin arasında -aynı kökten türese de- ciddi bir anlam farkı vardır. Harrâme, mahrem/dokunulmaz; haram ise yasak demektir. Alâk sûresi 9. ve 10. âyetlerde “Yöneldiği zaman bir kulu engelleyeni/nehyedeni görmedin mi?” şeklinde bir soru vardır. Kâbe, bu sûrenin indiği dönemde putlar ile doluydu. 8. yıl baskı ve şiddetin yaşandığı yıllardandı. Kâbe’ye/beyte aracısız kulluk için yönelenler ile müşrikler arasındaki gerilim hicretle Müslümanların Mekke’den uzaklaşmasına sebep olmuştur. Zira orası artık aracısız secdenin yasaklandığı haram/yasak mescit olmuştu. Müşriklerin “harrâme ilkesi” Müslümanlara uygulanmıyordu. Gün geçtikçe mescit ve çevresi yaşanmaz hâle gelmekte idi. Beyt’in bulunduğu belde canın, malın, ırzın, mahrem/harrâme olduğu bir yer olmaktan çıkmıştı. Ortamı anlatmak için birçok rivâyet nakledilir. Bunlardan birkaçı şöyledir: Safa tepesinin arkasında yalnız olarak Hz. Nebi namaz kılmaktadır. Secde anında Ebu Cehil ve avanesinin hücumuna uğrar, topukları tekmelenir, başına toprak, üzerine deve dışkısı atılır. Başka bir rivâyette Kâbe’nin yanında Allah Resûlü secde ederken putlar için kesilmiş bir hayvanın bağırsak ve işkembesi Ebu Cehil’in kışkırtması ile Ukbe tarafından Hz. Nebi’nin üzerine atılır. Olaya şahit olan Hz. Fatıma koşarak gelir ve babasının temizlenmesine yardım eder. Sonuç olarak “Mescid-i Harâm” inançsal baskı ve zorbalığın, yaşamın her alanına sirâyet edişini anlatan anahtar bir kelimedir. İnsanlığın ortak malı olan Kâbe ve çevresi resûl ve inananlara müşrikler tarafından haram/yasak kılınmıştır. Bu sebeple burada kullanılan Mescid-Harâm tamlamasının, konjonktürel bir kullanım olup mevcût durumu tespit etmek için zikredildiği anlaşılmaktadır. Bunun dışında 12 yerde kullanılmış ( Bakar:144, 149, 150, 191,196, 217 Maide:2, Enfal:34, Tevbe: 7, 19 Hac:25, Fetih:25) ve kullanılan âyetlerin hepsi de nüzulde İsrâ’dan sonra inen Medenî sûrelerdir. İçinde putların olduğu Kâbe ve çevresi Bakara 125’teki insanlar için bir toplama ve güvenlik yeri olmaktan çıkmıştır. Medine’de yapılan uzak mescidin kıblesi de haram mescid olan Kâbe’yi arkaya alacak şekildedir. Hicretten sonra sahabenin ve Hz. Peygamber’in ısrarlı duaları ile kıble yine eski yönüne çevrilmiştir (Bakara: 144). Bu değişiklikler özellikle Kureyş üzerinden ilerleyen Arap ırkçılığını törpülemiş, Kâbe’nin vazgeçilmez bir put olmadığı ve sembollerin kendisi değil sembolize ettiği hakîkatin düşünülmesi gerektiğidir. Kâbe’nin sembolize ettiği ise sulh ve selâmetin örneği oluşudur. Bu sıfatları kaybedip kaosun ve işkencenin mekânı olmuş ise ona sırt dönmek, İslam’ın hedefini de net olarak ortaya koymaktır. (Bkz. Bakara: 177) Kâbe Müslümanlar için Mekke fethedilene kadar haram/yasak mescit olarak kalmaya devam etmiştir. Mekke fethedilince olması gereken güvenli kıblegâh vasfına ulaşmıştır.

Mescid-i Aksa, uzakta yapılan secde mekânı demektir. Bugün Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın bu âyetteki mescit ile alâkası yoktur. Zira burada bir binadan değil dinin özgürce yaşandığı secde mahallinden bahsedilmektedir. Bu âyetin indiği tarihte Kudüs’te bulunan Süleyman Mabedi tamamen harap bir hâldedir. MS. 70’teki Titus katliamında mabed yerle bir edilmiş ve yeri çöplük hâline getirilmiştir. Vahyin indiği dönemde de bu hâlde bulunuyordu. Dâvûd ve Süleyman nebiler tarafından yapılan tapınak Babil devleti tarafından yıkılmış, yerine yapılan ikinci mâbet ise Romalılar tarafından MS. 70 yılında yerle bir olmuş ve bugüne de sadece bir duvarı kalmıştır. Ama bugün o duvardan başka 6. ve 7. yüzyıllarda tapınağın yıkıntılarının bir bölümü üzerinde inşa edilmiş iki yapı da ayaktadır. Bunlardan biri, 527–565 yılları arasında hüküm sürmüş olan Bizans imparatoru I. İustinianos tarafından yaptırılan Meryem Kilisesi’dir ki, bu yapı 638 yılında halife Ömer’in Kudüs’ü almasından sonra camiye çevrilmiştir. Diğer bina ise 691 yılında Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan tarafından ve halife Ömer’in camiye çevirttiği yapının hemen kuzeyinde yaptırılan Kubbetü’s-Sahra’dır. Abdülmelik b. Mervan, Abdullah b. Zübeyr’in Mekke’de halife olduğu günlerde, Şam halkı Mekke’ye gitmesin, orada Abdullah b. Zübeyr’e biat etmesin diye, Kudüs’e alternatif hac mekânları inşa etmişlerdir. Vakfe için Mescid-i Aksa’yı, tavaf için Kubbetü’s-Sahra’yı Hacer-i Esved’e karşılık olarak Hacer-i Muallâk denen bir kayayı öne çıkarmaya çalıştıkları İbn-i Teymiyye, Yakubî, İbn-i Esir gibi otoritelerin verdiği bilgiler kitaplarda kayıtlıdır. Bu olmayacak bir şey değildir, zira Kâbe’yi mancınıkla tahrip eden Abdülmelik’in vâlisi Haccac’ın Kâbe’ye alternatif mabet inşa etmeleri de gâyet mümkündür.

Havl, kelimenin esas anlamı “bir şeyin değişmesi, değişime uğrayıp, farklılaşıp ayırt edilmesi” demektir. İşlerin, mekânın, kişilerin durumunu ifade eden “hâl” (durum, vaziyet) kelimesi de aynı yerden gelmektedir. Türkçemize “havlu” (avlu, yapının yanı başında duvarla çevrili yer) olarak geçmiştir.

Bâraknâ, “bereketli kıldık” demektir. Kelimenin kökü olan berk, bereket genellikle “hayırlı olan bir şeyin bolluğu” olarak ifade edilir. Bu kelimenin bedevîlerce ilk kullanımı, “deve ve kuşların subaşlarına toplanması, birikmesi” ve “havuza suyun dolması” anlamlarında kullanılmıştır. (Lisanül-Arab) Çevresini bereketli kıldığımız kullanımı hem inançsal hem de özgürce yaşamaya elverişli yerleşim yeridir. Sadece secde edilen yer değil, çevresi de sonradan bereketlenecek bir mekân/belde tarif edilmektedir. “ellezî bâraknâ havle-hu” ifadesi Kurân’da şöyle karşımıza çıkmaktadır: “Ve zayıf bırakılmış kavmi, arzın bereketlendirdiğimiz (bâraknâ) doğusuna ve batısına vâris kıldık.  (Bir bölge, alan tarifi) Ve İsrâiloğullarına sabırlarından dolayı Rabbinizin güzel sözü tamamlandı.” (Arâf: 137) Verilen söz ilerde gerçekleşecek/gösterilecek olan âyettir, vaattir.

Min âyâtinâ, “âyetlerimizden/alâmetlerimizden bir kısmını” demektir. Âyetlerin tamamı dünyada müşahedeye uygun değildir. Zira bazıları geçmiş, bazıları da gaybî alanla, ölüm sonrası, âhiret, mizan, cennet veya cehennemle alâkalıdır. Ancak gelecekte olacaklarla alâkalı Kurân’ın vaatleri zamanla ortaya çıkmakta/görünür olmakta/aydınlanmaktadır. Mesela Rumların galip geleceklerini önceden bildirmesi gibi.  “Li nuriye-hu,” gösterme/aydınlatma fiilinin başında yer alan lâm harfi, amacı yani gece yolculuğunun niçin yapıldığını belirlemektedir. Bir şeye gözlem yaptırılıyorsa, o şey gösteriliyorsa amaç hak olduğunu ispat ederek kanıtlamak ve ikna etmektir. Allah âyetleri önce vahyeder, sonra onların gerçekleşmesi ile önceden vahyettiği âyetlerin hak olduğunu yaşayarak gösterir. İlgili âyet şöyledir: “İleride biz onlara hem âfakta hem enfûsta âyetlerimizi öyle göstereceğiz ki nihâyet onun hakk olduğu kendilerine tebeyyün edecek, kâfî değilmi ki Rabbin her şeye şâhittir.” (Fussilet:53)

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: İsrâ sûresinin ilk âyeti; yüzyıllarca tartışılmış, üzerinde spekülasyonlarda bulunulmuş ve ne yazık ki bugüne kadar ikna edici bir açıklamaya kavuşturulamamıştır. Oysa Kurân sık sık dile getirildiği gibi mübîn, açıklanmış ve açıklayan bir kitaptır. İsrâ âyetini anlamak için bulanık rivâyet denizine başvurmak yerine Kurân’a başvurmak yapılması gereken en doğru yöntem, sarılması gereken en sağlam iptir. Yukarıda da parça parça anlatıldığı üzere İsrâ olayı, pratik karşılığı olan, birbiri ardınca gelen resûller silsilesinde birçok resûlün yaşadığı, yaşamak zorunda kaldığı acı bir tecrübedir. Tıpkı Hz. Mûsa, Nûh ve Lût’un yaşadığı tecrübe gibi. Nedir bu acı tecrübe? Yalnızca bir resûlün değil, sıradan bir insanın yıllarca doğup büyüdüğü toprakları baskı sonucu terk edilmeye zorlanmasıyla ortaya çıkan çok ağır ve travmatik bir tecrübe! Hicret! Yaşadığı mekânı terk ediş! Allah Resûlü’nün yaşadığı ağır baskı ve zorluklar karşısında doğup büyüdüğü yer, yaşamak için kendisine nefes alınamaz, hareket edilemez, özgürce yaşanılamaz, harâm/yasak hâle getirilince yurdunu terk edip güvenli ve özgür bir beldede Mescid-Aksa’yı inşa edişidir. Bu anlamda isrâ sûresinin ilk ayeti; bir hicret özetidir. Secde ve özgürce kulluk için hicret Allah'ın geniş arzında(Nisa:97) bir yer değiştirmedir. Hz. Muhammed’in isra’sı tıpkı Hz. Mûsa'nın yaptığı gibi uzun hazırlıklar sonucu gizlice gerçekleştirilmiştir. İsrâ ilk âyet, geçmiş zaman formundadır zira olmuş bitmiş bir durumu hatırlatır. Allah Resûlü hicret ile alakalı özelikle Nahl sûresi 110. âyet ile başlayan hicret emirleri doğrultusunda hazırlıklarını yapmış ve Mescid-i Harâmı/Mekke’yi terk ederek Mescid-i Aksa’ya/Medine’ye (Allah’a özgürce itaat ve kulluk edilen uzak yere/mescide) hicret etmiş, esâretten özgürlüğe yürümüştür. Yeniden hatırlanmalıdır ki, isrânın esâretle de anlam bağlantısı vardır (Bkz. Enfâl:67) ve bu sebeple, bir bakıma isrâ/gece yürüyüşü şartların ağırlaşmasıyla resûllerin tecrübe etmek zorunda kaldığı bir yasa, bir özgürlük yürüyüşüdür. (Bkz. Hicr:65 Hûd:81, Tâhâ:77, Duhân:23). Risâletin 7 ile 10. yıllarında uygulanan boykot sonucu hayatları adeta zindana dönüşen Allah Resûlü ve beraberindeki müminler risâletin 11 ve 12. yıllarında gerçekleşen Akabe biatlarıyla Medine’de nefes alabilecekleri; can, mal, namus bakımından dokunulmaz olacakları, Allah’a secde/itaat edebilecekleri bir alan oluşmuş ve bunun sonucunda Medine’ye hicret gerçekleşmiştir. Medine, Allah Resûlü’nün kalan yaklaşık 10 yıllık hayatında vaat edilen âyetlerin gösterilmesine/aydınlatılmasına sahne olmuş, yapılan mücadele ve savaşlarla önce kendisi ve müminler, sonra Mescid-i Harâm özgürlüğe/fethe kavuşmuştur. Ancak vahiy, diğer resûllerin isrâsını “esri” olarak emir formunda kullanırken, Hz. Muhammed'in isrâsını “esrâ” olarak geçmiş zaman formunda kullanır. Bu iki farklı kullanım, zamansal farkı açıklar mahiyettedir. Emir formunda olayın hemen olduğu, en kısa sürede harekete geçilmesi gerektiği anlamına gelirken, geçmiş zaman formunda ise olayın hemen değil belli bir süre sonra geçmişte vuku bulduğunu hatırlatmak içindir. Birincisinde “harekete geç” emri, ikincisinde ise zamanı geldiğinde “harekete geçmiştin” bilgisi vardır. İsrâ tecrübesi, birçok resûlün başına gelmiştir ve Hz. Muhammed de bizzat bunu tecrübe etmiştir. Bu sebeple isrâ tecrübesi, Allah Resûlü’nün vefatından yaklaşık yüz yıl sonra karşılaşılan kültür ve dinlerin mitsel anaforuna girilerek kurgulanan miraç rivayetleri ile Kudüs/Beytülmakdis, Mekke çevresindeki mescitler veya “beytulmamur” gibi hayalî yerlerle bağdaştırmanın pratik karşılığı ve yararı bulunmamaktadır. Bunu yapmanın konuyu anlamak bakımından yarardan çok zarar getirdiği açıktır. Aynı zamanda ön yargıya sahip, baştan şartlandırılmış ve özellikle olağanüstünün peşinden koşan, rivâyetlere bulanan insan zihni bazen çok basit bir mesajı, göz önünde bulunan bir durumu fark etmeyebilir, anlayamayabilir. Ayrıca zihinler onlarca spekülasyon ve rivâyetin içine dalıp iğfale uğrayınca içinden çıkılmaz bir girdabın oluşması kaçınılmazdır. Ne yazık ki, bunca üretilmiş rivâyet ve yorum sebebiyle yıllarını bu alana harcamış insanların da bu girdaptan kendilerini kurtarması çoğu zaman imkânsız bir hâle dönüşmektedir. Oysa bazen gerçek çıplaktır ve olabildiğince saf/mübîn olarak önümüzde durmaktadır. Uzaklara odaklanmaya alışmış göz yakınındakini göremeyecektir.

Allah aşkın/subhân olmasına rağmen her sesi duyar, her şeyi görür, geçmiş ve geleceği bilir, kullarından gaflet içinde değildir. İmtihanda olduğu için olayların âhirini/arkasını göremeyen âciz kuluna, indirdiği âyetlerin gelecekte birer birer gerçeğe dönüşeceğini göstermek için onu bir gece vakti yürütmüştür. Bu yürüdüğü yer, çevresi bereketli kılınacak olan, özgürce kulluk edeceği Yesrib/Medinedir. Sûrenin bu ilk âyeti Allah’ın elçisine ve kendisine inanıp güvenenlere nasıl esâretten kurtulduklarını hatırlatan bir girizgâhtır. Bu hatırlatma savaşların yaşanacağı geleceğe güvenle yürümek içindir. Şimdi mutlu son ile biten diğer resullerin hayatlarından kesitler ile maksat pekiştirilecektir.

2- Ve Mûsâ’ya kitabı verdik. Ve onu İsrâiloğullarına hidâyet kıldık ki “Benden başkasını vekil edinmesinler.”

Vekîl,  bir kişiye güvenmek, kendi yerine vekil tayin etmek demek olan “tevkil” kökünden türetilmiştir. Vekil kelimesi, Kurân’da “on dört” âyette Allah’ı niteler. Allah’ın sıfatı olarak el-Vekil, sonsuz güven veren, kendisine dayananın güvenini boşa çıkarmayan tek koruyucu otorite demektir. İlk âyet Hz. Muhammed’in inananlar ve kendisi üzerinde kurulan baskı ve esâretten kurtulması için yaptığı gece yolculuğundan bahsederken bu âyet Firavun’un zulüm ve şiddetiyle, din ve vicdan özgürlüklerini kaybetmiş İsrâiloğullarının isrâsına/gece yürüyüşlerine bir gönderme barındırmaktadır. Zira isrâ/esâretten kurtuluş yürüyüşü nüzûlde daha önce hem Tâhâ:77’de hem de Şuarâ:52’de anlatılarak zihnî bir alt yapı hazırlanmaya başlanmıştı. Zira her şeyi arkada bırakmak fedakârlık ve risk barındırır. “Ve Mûsâ’ya vahyettik: “Kullarım ile gece yola çık yürü. Muhakkak ki siz, takip edileceksiniz.” Bu âyetlerde müminler ile yapılan hicret ile alâkalı Hz. Muhammed’e ve inananlara tarihten örnekler verilerek onlar cesaretlendirilmektedir. Zira Mekke’de sıkışıp kalan müminlerin toplu hicret yapmaları durumunda tıpkı Hz. Mûsâ’yı takip eden Firavun ve askerleri gibi takip edileceği endişesini taşıyorlardı. Kurân, Allah’ın sünnetine uygun, doğru tevekkülü, önce gidilecek Yesrib’i hazır hâle getirerek, sonra inananlara peyderpey Mekke’den uzaklaşma fikrini aşılayarak en son da taktiksel olarak ters yöndeki Sevr mağarasına yönelmelerini sağlayarak göstermiştir. Hz. Mûsâ da kaçış güzergâhında taktiksel olarak su engelini kendi kontrolü ile aşmıştı. (Bkz. “Karşıya geçince, denizi olduğu gibi açık bırak. Duhân:24)

3- Nûh ile beraber taşıdıklarımızın zürriyeti! Muhakkak ki O, çok şükreden bir kul idi.

Zürriyet vurgusu eğer hicret edilmezse Mekkeli müşriklerin müminlere uygulayacağı soykırım ihtimaline bir göndermedir. Âyetteki taşıma ifadesindeki nükte Hz. Muhammed’e iman ettiği/güvendiği için mağdur olabilecek, taşınmaya muhtaç insanların, ailelerin olduğudur. Şekûr, şâkir isminin mübalağalı halidir. ‘Şâkir’ şükreden, ‘Şekûr’ çok şükreden demektir. Kurân-ı Kerim’de dört âyette Allah hakkında, diğerlerinde ise Allah’a şükreden kullar hakkında tekil ve çoğul olarak geçmektedir. (Bkz. İnsan:3, Fâtır:30) Size güvenen, inanan ve hayatı pahasına sizi seven insanların varlığı çok değerli bir nimettir. Her resûl ümmet nimetinin şükrünü, onları barış ve huzur içinde yaşamaları için doğru yönlendirip maddî ve manevî yönden koruyarak yapmalıdır. Hz. Nûh ve inananların gemi ile taşınıp dağa oturması da aslında onların İsrâ’sı olmaktadır. Allah’ın bir kaderinden başka bir kaderine kaçmak tevekkül nimetinin şükrü olarak bu ilk âyetlerde anlatılmıştır.

4- İsrâiloğullarına kitapta bildirdik: “Yeryüzünde iki kere fesât çıkaracaksınız. Ve gerçekten, ululanıp kibirleneceksiniz.

Tıpkı hicretin önceden bildirilmesi gibi İsrâiloğullarına da Allah’ın âyetlerine sırt dönmeleri ile başlarına gelecek olanlar önceden bildirilerek uyarılmıştır.

Fesât kelimesi sözlükte ‘bozulmak, çürümek ve orijinalliğini kaybetmek’ gibi anlamlar taşıyan f-s-d kökünden türemiştir. Fesâdın karşıtı salâh/düzelme, ifsâdın/bozmanın karşıtı da ıslâh/iyileştirmedir. Kelime bu bağlamda insanların dünyevî ve uhrevî çıkarlarını sûistimal ederek onlara zarar verme olarak kullanılmıştır. (bkz Fecr 12, Şu’arâ 152, Rûm 41) Letufsidunne fiili malûm okunursa, İsrâiloğullarının yeryüzünde iki fesât çıkaracakları, meçhûl okunursa onların aleyhinde iki fitnenin meydana geleceği anlaşılır. Biz ikisinin de sebep-sonuca bağlı olduğu kanaatindeyiz. Yani iki kez fesât çıkardıkları için, iki kez baskıya/fitneye uğramışlardır. Burada müminlere Hz. Nûh ve Mûsâ’nın kurtuluşa ulaştıran yolculukları anlatılmış, arkasından ibret olarak kurtulanların zürriyetinin zamanla ifsâdından/bozulmasından bahsedilmiştir. İsrâîloğullarının tarihinde onlarca felâket yaşamasına rağmen burada neden iki kez denmektedir? Zira yok olmanın eşiğine geldikleri Hz. Nûh ve Mûsâ ile kurtuluşları milât olarak kabul edildiğinden dolayı iki kez ifadesi kullanıldığı kanaatindeyiz. Fertler ve toplumlar ne ekerse onu biçmektedir. Din üzerinden nifâk tohumu eken, üstünlükle halka baskı kuran cennetvârî bir hayatın hayalini kuramaz. Üstünlük kriterini takva değil de bir inanca, bir ırka veya bir mabede sahip olma olarak gören İsrâiloğulları zamanla yahudileşmiş, kendi inanç ve ırkı dışındakilere kibirle tepeden bakıp zorbalığa kalkışmıştır. Aynı şekilde İsevîler de kilise ve din ile halkın üzerinde baskı kurmuştur. Ruhban sınıfının inananları sömürüp onlara zulmetmesi ile katı kuralcı Yahudilik ve kuralsız bir din olan Hıristiyanlık doğmuş, günümüzde deizm ve ateizme doğru da evrilmektedirler. Bu süreçten Sünnî ve Şiî dinî yorumlar ve bunların müntesipleri de ayrı tutulmamalıdır. Ulvî, ilâhî konuları üstünlük ve büyüklük aracı olarak lanse etmek, uzun vadede yapanı tevekkülden uzaklaştırıp şiddete yönelmesine sebeptir. Aslında bu âyetler dini baskı unsuru olarak kullanan, mescidi haram ilan eden Mekkeli müşriklere, İsrâiloğulları ve yaşadıkları üzerinden verilen önemli bir ihbardır. Ayrıca bu âyetler Yesrib’i Medine’ye çevirecek olan Allah Resûlü’ne Yahudiler zihniyeti ve yaşadıkları hakkında bilgiler vermektedir. Şimdi iki milâdın nasıl sonlandığı, İsrâiloğullarının nasıl tekrar başa döndükleri ve ettiklerini buldukları anlatılacaktır.

5- Artık ikisinden ilkinin vadesi geldiği zaman, şiddetli çarpışan kullarımızı onların üzerinde dirilttik. Böylece evlerin aralarına girip araştırdılar ve vaad edilen, yapılmış oldu.

Buradaki vaadden kasıt, Allah’ın bozgunculuk yapan ve küstahça böbürlenen, din ve vicdan hürriyetine ipotek koymak isteyen toplum ve uygarlıklar için koyduğu yasadır. Bu yasa, en çarpıcı ifadesini bu sûrenin 16. âyetinde bulur. Bu âyette İsrâiloğulları özelinde gündeme getirilen yasa, 16. âyette tüm insanlık tarihi için geçerli olan ilâhî bir kanun olarak zikredilmektedir.

Câse, kelimenin mastarı “cevs ve cevesân, kargaşa mânasında, evlerin ve yurtların arasında dolaşmak demektir. Türkçemizdeki casûs da buradan gelir. Toplumun içinden düşünen, sorgulayan insanlar tarafından ortaya çıkan bu kıyam, din üzerinden kurulan düzene bir başkaldırıdır.  Âyette ‘ıbâden lenâ’ ‘bizim kullarımız’ denilerek bu insanlar Allah’a isnat edilmiştir.

İnançsal ötekileşme ile bir yorumun, bir mezhebin veya bir cemaatin kendini diğer insanlardan ayrıcalıklı veya üstün görme ve gösterme gayreti toplumun en küçük birimi olan aileden başlayarak bir ayrıştırma, dağılma ve zayıflama oluşturur. Hz. Nûh dönemi sonrasındaki kırılmalar böyle tarif edildikten sonra şimdi Hz. Mûsâ ve sonrasında yaşanan hem nüfus hem maddî imkânların artması ile oluşan Hz. Dâvûd ve Süleyman dönemine âtıfla süreç şöyle anlatılır:

6-Sonra sizi, üzerlerine tekrar döndürdük. Mallar ve oğullarla, sizi kurtardık. Ve sizi, nefer olarak daha çok kıldık.

İç anlaşmazlıkları halledip, Câlût’un ordularını yenen İsrâiloğulları tarihinin en parlak yıllarını yaşamıştır. Yoklukla imtihanı kazanmalarını sağlayacak inançlarını, birlik ve beraberliklerini şahsî yorumlara kurban vermeden girdikleri süreçte şimdi de varlık ve bollukla nasıl başa çıkacakları vaaz edilerek Hz. Muhammed ve sahabe inşa edilmektedir. MÖ. 7. yüzyılda Kudüs’ü yerle bir eden Asûr ve yaklaşık yüz yıl sonraki Babil soykırımları ile ikinci süreç İsrâiloğulları için başlamıştır. Zira İsrâiloğulları fıtrî âyetlere sırt dönmüş ve bir tekâsür tutkusuna kapılıp bu parlak dönemlerin ardından tekrar bozguna uğramışlardır. (Bkz. Maide:32-33) Yahudileşen İsrâiloğullarının dini baskı ve zorbalıkları her dönemde kendini göstermiştir. Bunu Hz. Zekeriya gibi birçok resûlü öldürmeleri ve Ermiya’yı hapsetmeleri şeklinde devam ettirmişlerdir. Günümüzde Kudüs’e duydukları dinî/inançsal sapkınlık derecesindeki tutkuları virâne bir mabet duvarını insanların canından, kanından üstün gören imanları hâlâ zulümlere sebep olmaktadır. (Bkz. “İmanınız size ne kötü şey emrediyor.” Bakara:93) Helâk olmaktan kurtulmanın yolu daha zengin, daha güçlü olmak, taparcasına bir mabede veya alana bağlanmak değil daha âdil, daha merhametli ve paylaşımcı olarak mabetlerin, mukaddes mekânların ve ibadetlerin birer araç olduğu şuurunu unutmamaya bağlıdır.

7- Eğer güzel davranırsanız kendinize, kötü davranırsanız yine kendinize yapmış olursunuz. Bu yüzden yüz karası olan sonrakinin vadesi de geldi ve mescide ilk defa girdikleri gibi girdiler. Ve üstünlük sağladığınız şeyleri mahvedip yok etsinler.

Yutebbirû, “kırsınlar, yerle bir etsinler, mahvetsinler” anlamındadır. M. Âkif Ersoy’un ‘Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli’ diyerek uyardığı husus da budur. Burada lâfzen “yüzün kara” edilmesi “onurunu ayaklar altına almak, onurunu kırmak, şahsiyetini küçültmek” mânasına gelmektedir. İnanç, ibadet ve mabetler üzerinden yapılan üstünlük kurma çabaları Allah’ın insan odaklı değerler sistemine sırt dönmektir. İnanç, din, iman, kitab ve mabedin sadece ve sadece insan için olması gerçeğinden uzaklaşılıp insanın mabet, inanç, tarikat, cemaat ve din için olduğu sapması tarih boyunca o dinin/görüşün müntesiplerinin kolayca harcanmasına, helâk olmasına sebep olmuştur. Bu akıbetten kurtulmanın yolunu bundan sonraki âyetler detaylandıracaktır.

8-Umulur ki Rabbiniz size rahmet eder. Ve dönerseniz, Biz de döneriz. Ve nankörler için cehennemi zindan kıldık.

Kâfirîn kelimesinin ahlâkî karşılığı ‘nankörler’dir. Hasîrâ; zindan, hapishane, onları kuşatan ve bağlayan yer anlamına gelmektedir. Hatada ısrar edip inançlar üzerinden çevresindekilere hayatı zindan edenler, misli ile muamele bulacaktır. Dinin sahibi olduğunu zannetmek ilâhlık iddiasını doğurur, mülkün sahibi olduğu zannı el-Mâlik, iktidarın sahibi olduğu zannı da el-Muktedir esmasını inkârdır. Merhamet bulmak için emanetçi olduğumuzu unutmamak gerekir. Hatadan dönüş bizi daha merhametli kılacaktır.

9- Muhakkak ki bu Kurân, sağlam bir hidâyettir. Ve sâlih amel yapan inananları, büyük ecirle müjdele!

Tevrat ile sâlih ameller ortaya koyamayan Yahudilerin uğradığı felâketler hatırlatıldıktan sonra dikkatler, Kurân’ın sadece inanç kitabı olmadığı, topluma ıslâh edici faydalı amelleri vaaz eden, tutarlı ve sağlam bir yol gösterici olduğuna çekilmiştir. (Akvam için bkz. Müzzemmil:6)

10-Ve muhakkak ki âhire inanmayan kimselere de elîm azap hazırladık.

Geçmişin tecrübe ve hatalarından dersler çıkarmayanlar, gelecekte/âhirde de aynı sona duçar olurlar. İsrailoğullarının Yahudileştikleri için çektikleri ve çektirdiklerinden Kurân’a iman edip gereğini yapmayanlar muaf değildir. Bu evrensel ilkeyi ihlal, sürekli bir mahrûmiyet doğurur.

11- Ve çok aceleci olan insanın hayır için duası, şerri davet oldu.

Dua; çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek mânasındaki da‘vet ve da‘vâ kelimeleri gibi mastar olup küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya vâki olan talep ve niyaz anlamında isim olarak da kullanılır. Kurân temel bir kaide koymaktadır. Her zaman aceleye getirilen hayırlı, iyi ve sağlıklı olmayabilir. Bu ilkenin en güzel örneği varacağı yere bir an önce ulaşmak için acele edip hız yapanların kazalara, ölümlere yani şerre sebep olmalarıdır. İslam’ın ilk yıllarında mescidin haram kılındığı, din ve vicdan özgürlüğünün bittiği dönemlerde müşriklere karşı düşünmeden, aceleyle, tepkisel karşılık verilmesi gücü elinde tutan müşriklere karşı çok daha büyük kayıplara sebep olacaktı. Yesrib hazır edilmeden acele ile hicrete çıkılması da reddedilme riskini artıracaktı. Bu yanlış hamle hem Mekke’den/yerinden-yurdundan olma ile hem de İslamî mücadelenin başlamadan bitmesi demekti. Bu yüzden İsrâ sûresinin ilk âyeti Müminlerin gelecek ile alâkalı stratejik hamlelerini tertîlden uzak, müşriklerin anlamasına engel olacak üslûp ve hikmette indirilmiştir. Şimdi zamanlama ile ilgili yine genel ifadelerle hikmetli bir yönlendirme yapılacaktır.

12-Senelerin adedini ve hesabını bilmeniz için geceyi ve gündüzü iki âyet kıldık. Gecenin âyetini görünmez kıldık. Rabbinizden fazl istemeniz için gündüzün âyetini görünür kıldık. Ve her şeyi detaylı olarak fasılalara ayırdık.

Mahv,  bir şeyin izini, eserini silip gidermek demektir. Nitekim Arapçada, ortada bir şeyin hiçbir eseri kalmadığında bu kelime kullanılır.(Râzî) Âyet  burada işâret, belirti, alâmet manasında gece ve gündüzün aydınlığı ile alâkalıdır. Dünyanın küresel dönüşü ile oluşan Güneş’in aydınlattığı yarım kürelerin ışık farkları gün dediğimiz gece ve gündüzü oluşturmuştur. Bu döngüsel hareket ayları ve yılların belirlenmesinde bir takvim sunmaktadır. Zamanın ölçülmesi ancak gece ile gündüzün varlığı ile mümkündür. Zaman toplumsal hayatta olduğu kadar dinî hayatta da büyük öneme sahip bir kavramdır. Çünkü salât, oruç ve hac gibi ibadetler vakit ile belirlenmiştir. (Bkz. Nisa:103) Gecenin alâmeti, karanlık olduğu düşünülürse kutup bölgelerinde bu alâmetin 6 aylık dönemlerle kalktığı/görünmez kılındığı ve bu âyetin işâreti ile dünyanın her yerinde güneşin doğuş ve batışı ile değil, ışığa göre namaz vakitlerinin belirlenebilmesi Kurân’ın ikram ve hikmetlerindendir.

İlk âyette Allah’ın ‘kulunu’ neden gece yürüttüğü burada ifade edilmektedir. Görünmez kılınan gece, gizlenmek ve esaretten kurtuluş yürüyüşü için en uygun zaman dilimidir.

Türkçede sene ve yıl eş anlamlı iken Arapçada bu iki isimlendirme ayrılır. Ankebût 14’te iki kelimenin de aynı cümlede hem “senetin”( سَنَةٍ) hem de “âmen”( عَامًاۜ) olarak kullanılması aralarındaki farka delâlet eder. Sene çoğunlukla çetin ve kurak geçen yıl, 'âm ise bereketli ve yağışlı geçen yıl için kullanılır (Râğıb). Bu âyette zor geçen yıllar manasında “es sinîne” kullanılmıştır. Doğru zamanlama ile bu zor yılların geçeceği anlatılmaktadır. Fassale bir sözü veya eylemi açıklamak, elbise ile kullanılınca “elbiseyi biçmek, bir şeyi fasıllara ayırmak, hayvanı kesip parçalara bölmek” mânalarına gelmektedir. Hicret öncesi zaman bilinci inşa edilmektedir.

13-Bütün insanların tâirini boynuna bağladık. Ve kıyâmet günü onun önüne kitabı serip çıkarırız.

Tâir, “kuş” mânasına gelen tayr’dan gelmektedir. Araplar bir kuş uçurur, kuş sol tarafa uçtuğunda bunu uğursuz, sağa uçtuğunda uğurlu sayarlardı. Atâ b. Ebû Rebâh, bunun kuşlarla açılan faldan geldiğini söyler. Kısaca bu yönteme, kader ve kısmeti belirlemek ve geleceği okumak için başvururlardı (Râzî). Âyetteki ‘boynuna’ ifadesi ise gereklilikten kinayedir. Meselâ “Bu iş boynumun borcu” demek gibi. Yapılan tercihlere kuşun değil, insanın karar verdiğine ve insanın amellerinin kendisinden ayrılmayacağı, talih, şans, alın yazısı, nasip, kısmet gibi söylemlerle sorumluluktan kaçılamayacağı, kişinin kendisinden tercihlerini uzaklaştıramayacağı, tercihlerinin kıyam günü karşısına ayrıntılı olarak serileceği, orada da yapılanların yapanla birlikte olacağı haber verilir. İsrâ olayının ardından gerçekleşecek hicretin senelere yayılan stratejik bir plân ile olması şansa, kısmete bırakılmaması gerektiği de vurgulanır. Zira insanlar genelde plânsızlık ve özensizlik sonucu maruz kaldıkları olumsuzluklara karşı kader, alın yazısı, nasip, şans, kısmet vs. kelimeler üretmiş ve bu bahanelerin arkasına sığınarak sorumluluktan kaçmış, öz eleştiriden uzaklaşmıştır. Tesadüfen/şansa veya alın yazısı olarak kimse ne cennete gidebilir ne de cehenneme düşebilir. Cennetvârî bir hayat da tesadüfî değildir. Uhud harbinde harp taktiğini tam uygulamayan ashâb, mağlup duruma düşünce “Bu nereden başımıza geldi?” dediler. Hz. Peygamber’in ‘’Nasip değilmiş, mukadderat, ilâhî takdir veya kaderimizmiş/alın yazımız!’’ demesi istenmedi ona Rabbimiz “De ki o, kendi yüzünüzdendir.” şeklinde vahyetti. (Bkz. Âli İmran:165) Dikkat edilirse âyette kuşu/tercihleri insanın kendine bağlayan “elzemnâ” fiilinin fâili Allah’tır. Demek ki amellerin boyuna yüklenmesi sorumluluğunu Allah üstlenmiş ve yapılanları kayıt altına aldırmıştır. Buradaki kitap âhiret sicili/amel defteridir. Buradan şu anlaşılıyor ki, adâletin tecellisi için suçun ve suçlunun sesli, görüntülü kaydının olması davaları hızlıca neticelenmesinde çok belirleyicidir.

14-Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen sana yetersin.

Amellerin kaydedildiği bu kitap, tıpkı bir uçağın kara kutusu gibi, insanın içinde pasif bir şekilde durmaktadır. Yapılması gereken sadece bunun aktifleştirilmesidir. Böylece bütün hayat bir anda hatırlanıp gözler önüne serilecektir. İnsanın içinde yapılanların kaybolmayacağı bir kaydın tutulduğu şuuru onu riyadan da uzak tutacaktır. Zira riyada yapılan iyiliklerin, görünmediği için unutulup boşa gitme zannı vardır. Aslında kim ne yaparsa kendine yapmaktadır.

15-Kim hidâyeti seçerse, sadece kendi lehine hidâyete erer. Kim de dalâleti seçerse kendi aleyhine dalâlette kalır. Ve yüklü, bir başkasının yükünü yüklenmez. Ve Biz, bir resûl diriltmedikçe azap edici olmadık.

Hiç kimsenin bir başkasının suçunu günahını yüklenemeyeceği hakîkati Kurân’da 5 kez geçer. “Doğrusu hiçbir günahkâr, bir başkasının günahını yüklenmez. Ve muhakkak ki insan için, emeğinden başka bir şey yoktur.” (Necm:38-39) Vizr, ağır yük mânasındadır. Burada günahın yüklediği cezaî sorumluluk anlamındadır. Yani âhirette ceza çekecek kimse, hiç kimsenin günahının cezasını değil, herkes kendi suçunun cezasını çekecektir. Bu evrensel ilkenin fıkhî karşılığı “Ukubette niyâbet câri olmaz.’’ilkesidir. Yani cezalarda vekillik geçerli olmadığı genel kuralıdır. İnsanoğlunun doğumundan itibaren yüklendiği “ilk günah” Hıristiyan doktrini kesinlikle adâletsizliktir, haksızlıktır. Zira hiç kimse işlemediği bir suçtan sorumlu tutulamaz, yargılanıp cezalandırılamaz. Ayrıca, kişinin günahlarının bir azizin veya peygamberin kendini feda etmesi sayesinde “bağışlanabileceği” fikri reddedilmektedir. Mesela, Hz. İsa’nın insanlığın günahkârlığı için vekâleten kendini feda etmesi şeklindeki Hıristiyan doktrini. Bu Kurân’î ilkeyle, günahkâr ile Allah arasındaki herhangi bir “aracılık” ihtimali reddedilmektedir. “Ve yük taşıyan başka birinin yükünü yüklenmez. Ve eğer ağır yüklü kimse, onu yükletmeye başkasını çağırsa onun yakını dahi olsa hiçbir şey ona yükleyemez. Sen ancak gayb ile Rabbine hûşu duyanları ve salâtı ikame edenleri uyarırsın. Ve kim arınırsa, sadece kendisi için arınır. Ve dönüş sadece Allah’adır.” (Fâtır:18) Seçimler tamamen hür irade ile yapılmalıdır. Elçiler muhatabın azabı bile tercih edebileceğini hiçbir zaman unutmamalıdır. ‘’Ve Biz, bir resûl diriltmedikçe azap edici olmadık.’’ ifadesi bağlamda hiç değinilmemesine rağmen hemen kavimlerin helâkı ile ilişkilendirilmektedir. Bizce bu hem iç bağlama uymamakta hem de manayı daraltmaktadır. Azabın elçinin diriltilmesine bağlanması, Allah’ın maddî-manevî, dinî-sosyolojik yaşananların hepsinin bir sebep ve sünnet dâhilinde gerçekleştiğini hatırlatır. Yukarıdaki talih kuşu, şans, tesadüfî hayat anlayışı reddedilip başa gelen olumsuzlukların, mahrumiyetlerin/azabın iradeli-iradesiz elçilerin varlığı ile olduğu hakikatini ifade eder. Hiçbir şer kendiliğinden tesadüfen oluşmaz. Şimdi bunun sosyal sünneti/yasası açıklanacaktır.

16-Bir karyeyi helâk etmeyi irade ettiğimizde onun mütreflerine emrederiz. Böylece orada fesât çıkarırlar. Artık söz üzerlerine hak olur. Ve oranın altı üstüne getirilir.

(Karye için Bkz. En’am:123) Paylaşmayı hedefleyen, israfı yasaklayan, üstünlük kıstasını değiştiren Allah’ın ilkelerine, emirlerine toplumda ilk karşı çıkan mütrefler olmuştur. (Ayrıca Bkz. Vakıa:45)

Mütref, dilediğini yapan ve nimetleri bencilce israf eden, rahatı ve şımarıklığı için her türlü azgınlığı sergileyen demektir. Arapça “te-ri-fe” den gelir, fiil şekli de “etrafa” dır. Lügatte, ‘olumlu manada sulu ve taze oldu, kendine has bolluk içinde semirdi, bitkinin suyu bol oldu’ manâsındadır. Bu fiilden türeyen turfa, az bulunan ve kıymetli olan şey demektir. Türkçede “turfanda sebze veya turfanda meyve” şeklinde hâlen kullanılmaktadır. Turfanda mevsimin ilk yetişen ürünleridir. Olumsuz manada dünya kaynaklarını bencilce tüketerek semiren, dünyayı çocuklarından miras aldığını unutup kendi mülkü zanneden, ahlâkî bir endişe taşımadan zevke dayalı bir yaşam süren herkes mütreftir. İfrat ve tefrit de bu köktendir; aşırı gitmek, ölçüyü kaçırmak, eksiltmek, azaltmak demektir. Sosyolojik açıdan bir toplum harcayamayacağından fazlasını emeksiz elde ederse toplum çürümeye başlar. Tıpkı aşırı su verilen bir bitkinin köklerden başlayarak çürümesi gibi. Zevkler bireyi ve insan ilişkilerini çözerken, dert ve sıkıntılar insanları bir arada tutarak olgunlaştırır. Müşriklerin güçlerine rağmen mütref yaşamaları, sıkıntılarla birbirine kenetlenen müminlerin başarısına yardım etmiştir. Birlikte yaşamak için bencilliği bir kenara bırakıp paylaşmak olgunlaşmanın aslî şartıdır. Paylaşmadığımız her nimet zahmete dönüşerek bedenimizi ve insanlığımızı çürüten bir yüke dönüşecektir. Mütref yaşam, ihtiyaçlara değil zevklere dayalı yaşamdır. Hz. Muhammed’e ilk karşı çıkanlar mütref bir hayat yaşayanlardı. Azgınlaştıran zenginlikten ve bezdiren fakîrlikten kurtulmanın yolu sade bir yaşam tarzını benimsemektir. Dünya kaynakları açısından da bu en ideal olanıdır. Mütref yaşam bir tür bağımlılıktır. Bu bağımlılığın yolu haksız kazançla hakka girmekten geçer. “Emernâ” kelimesini “emmernâ” şeklinde okuyanlara göre âyetin mânası şöyle olmaktadır: “Bir ülkenin altını üstüne getirmek istediğimizde oranın şımarıklarını ve azgınlarına emir yetkisi ile iş başına getiririz.’’ şeklinde anlaşılmıştır. Âyetin baş kısmı, müfessirler tarafından şöyle de anlaşılmıştır: Bir ülkenin altını üstüne getirmek istediğimizde, o ülkenin varlıklı ve şımarmış kişilerini çoğaltırız. Bizce ikisi de doğrudur. Zira bunlar birbiri ile alâkalı unsurlardır. Biri olunca hâliyle diğeri de oluşacaktır. Eğer yaşadığınız toplumda mütref şekilde yaşayanlar fazlalaşıyorsa ve hukuka, siyasete, temel insanî ihtiyaçlara ve değerlere nüfuz ediyorlarsa artık sıradan halk için hayat yaşanmaz hâle gelecektir. Zira mütrefler şımarık tavırlarla size tepeden bakar, emreder, sizi aşağılar, elinizdekini alır ve yargı önüne bile çıkmadan saltanatlarına, dünya kaynaklarını bencilce sömürmeye devam edeceklerdir. Mütreflerin olduğu toplumlarda ekolojik denge ve gelir dağılımı bozularak uçurumlar oluşur. Canlılar ve dar gelirliler bu şartlar altında yaşam alanları daralarak daha da köleleşir ya da suça meylederek yine kendi gibi ezilen topluma zarar verir. İşte Kurân buna fesât demektedir. Allah’ın bu tarz toplumlarda yasası o kadar değişmezdir ki bunu İslamî inançtaki ülkeler de yapsa sonuç kaçınılmazdır. Ayaklar baş, başlar ayak olursa toplum hercümerç olarak alt üst olur. Bu sorun şehirleşme nimetinin yan tesiri, birlikte yaşamanın verdiği güç ve imkânlara yapılan bir nankörlüktür/şükürsüzlüktür. Mütrefleşme Hz. Nûh sonrası daha fazla şehirleşen nesillerin sorunu hâline gelmiştir ve maalesef akıbetler genelde aynıdır.

17-Nûh’tan sonra asırlarca nice nesiller helâk ettik. Ve Rabbin, kulların peşini bırakmayan suçları görmeye, haber vermeye kâfidir.

Zenb,  kuyruk anlamına gelen ‘zeneb’ kelimesinden türemiştir. İnsanın peşini bırakmayan günah, suç ve kabahat manasındadır. Çoğulu ‘zünûb’dur. Bu fiili işleyen kimseye müznib denir. Akıbeti kötü olan her söz ve fiil, ‘zenb’dir.

El-Habîr, her şeyin iç yüzünden en iyi haber alan, her şey hakkında en iyi haber veren demektir. Allah için el-Habîr iki anlama gelir: Birincisi, haber alan manasına gelir. Bu sıradan bir haber alma durumu değil, bir şeyin iç yüzünden tüm ayrıntısıyla ve en iyi biçimde haberdar olma durumudur. İkincisi, haber veren manasına gelir. Bu haber verme sıradan bir haber verme durumu değil, bir şeyin kimsenin görmediği ve bilmediği iç yüzünden/görünmezinden haber verme durumudur. Şu âyet Habîr isminin bu anlamını çok güzel ifade eder:  Ve sana bu haberin benzerini dahi verebilecek bulunmaz.  (Fâtır:14) Allah Hz. Nûh’tan sonraki kavim, topluluk ve şehirlerin kötü akıbetlerini bu yasa ile bize haber verir ki basiret gösterip aynı hatalara düşmeyelim.

18-Kim acele olanı irade ederse, irade ettiğimiz kimseye dilediğimiz oranda hemen veririz. Sonra onu cehennemlik kılarız. Kınanmış ve kovulmuş olarak ona yaslanır.

Âyetin son kısmında geçen “mezmûm” kelimesi kınanmış, “medhûr” kelimesi de kovulmuş, terk edilmiş anlamına gelmektedir. Bu iki kelimenin âyetin sonunda yer almasının bir sebebi, cehennem azabından kurtulmalarının imkânsızlığını anlatmak içindir. İsrâ sûresi 11. âyette “Ve çok aceleci olan insanın hayır için duası, şerri davet oldu.” temel ilkesi devam eden âyetlerde gerekçelendirilip örnekleri ile izah edildikten sonra yine tercih insana bırakılmıştır. Acele ile düşünmeden, ölçüp tartmadan, istenen mütref yaşam için gerekli olan imkânlardır. Mütref yaşama bağımlı olanlar, giderleri karşılamak için başkalarının hakkına göz dikmek zorundadır. Bu nedenle zulüm ve ifsâdına karşılık ona şer olarak yetecek olan yakıcı sonu ile uyarılır. Zira cehennem, kınanıp kovulmak dünyada da görülür. İnsanın irade edip elde ettiği şeyler hayırlı değilse onun cehennemine dönüşür. Rabbimiz sonuç odaklı değildir. Bizlerin de sonuç değil sefer odaklı olmamızı ister. Bu bakış, acele ile kestirmeden sonuca odaklanma hastalığından da bizi alıkoyacaktır. Hedef sadece zafer olursa o zafere götüren her yol mübah olacak, son nefeste iman isteyen fakat emek ve gayreti olmadığı için aracılar arayıp eteklerine yapışan çıkarcı bir tip oluşacaktır.

19-Kim âhireti irâde edip inanarak gereği şekilde gayret ederse artık onların gayreti, şükre değer olur.

İrâde kelimesinin kök anlamı, ‘bir mekanizmayı harekete geçiren kol’ demektir. ‘Erâde’ kelimesinden hemen sonra ‘’sa’y’’ kelimesinin gelmesi bu bakımdan anlamlıdır. Zira irâde bir ‘hareket’ başlatır ve devamı say’u gayrete bağlıdır. “Sa’y” den kasıt bir kulun hayatta iken âhiret için/gelecek için gösterdiği bütün çabalardır. Bu gayretlerin meşkûr olması yapılanların Allah’ın indinde güzel görülmesi ve teşekküre lâyık bulunup kişinin en sonunda ''Elhamdülillah!'' diyebilmesidir.

Eş-Şekûr, az amele çok ödül veren, şükre sınırsız karşılık veren, şükretme ihtimalini dahi ödüllendiren demektir. Kulun teşekkürü Allah’ın verdiği nimetleri dünyada kullardan teşekkür beklemeden paylaşmak iken, Allah’ın teşekkürü bu kısıtlı şükre çok ödülle mukabele etmektir. 18. âyetteki ‘yurîdu;’ istemek, murat etmek manasında âcil olanı/hazırda olanı arzulamak iken bu âyetteki ‘erâde’ ise irade ve tercihi âhiret istikametinde belirlemek demektir.

20-Bunları isteyen herkese veririz. Ve bunlar, Rabbinin lütfudur. Rabbinin lütfu kısıtlanmış değildir.

Atâ; arkası kesilmez ihsân, bağış ve lütuf demektir. Rabbimizin şükre değer bulduğu gayret, geleceği düşünerek yapılan emektir. 19. âyette ifade etmiştir. Emekten uzak ve aceleye getirilerek yapılan, planlanmamış çabaların ihsânla, lütufla karşılığını bulmayacağı haber verilmektedir. Rabbimizin sünneti gayet adâletlidir. Kim neyi çok irâde eder, ister ve çalışırsa Allah onu, ona vereceğini ifade etmektedir. Zira Allah emeğe değer verir. Sonuç odaklı bakış sürece dikkat etmediğinden o sonuca ulaştıracak emeği görmezden gelir.

21-Bak, nasıl onların bir kısmını bir kısmına fazîletli kıldık. Muhakkak ki âhiret, dereceler bakımından daha büyüktür ve fazîlet bakımından da daha büyüktür.

Fadl; iyilik, fazîlet, erdem, lütuf demektir. Faddalnâ, ‘Biz fazîletli, iyi kıldık.’ demektir. Bu erdemler bir üstünlük olduğu için ‘faddalnâ’ kelimesi birçok Kurân mealinde dolaylı manada ‘üstünlük, üstün kıldık’ şeklinde meallendirilmiştir. Kurân meallerinde bu dolaylı manaya çok başvurulmuştur. Hucurât 13’teki “ekremekum”, Âli İmran:139’daki “a'levne”, burada ve Kurân’ın pek çok yerinde kullanılan “faddalnâ” üç ayrı kelime olmasına rağmen ekseriyetle meallerde 'üstünlük' anlamında tercüme edilmiştir. Oysa üstün/gâlip gelme anlamıyla -ki bu da kategorik/hiyerarşik/kastsal bir üstünlük değildir- sadece Âli İmran sûresindeki 'a'levne' kelimesini  ‘üstün/gâlip gelme’ olarak karşılamak doğru olacaktır. Zira âli, âlâ üstün demektir. Bu yüzden burada fadl kelimesinin doğrudan ilk manasının verilmesi tercih edilmiştir.

Servet, mevki, sağlık, yaşayış, dış görünüş bakımından insanlar arasındaki farklar, onların insanlık dereceleri değildir. Dünyada Allah’ın koyduğu yasa gereği kim neyi en çok irâde eder ve o istikamette gayret gösterirse din, dil, ırk ayrımı yapılmadan Allah’tan bir ‘fazl’ olarak verilir.  Bu serbestlik ve objektiflik maalesef insanlar tarafından kast sistemi denilen elitik/sınıfsalcı bir sosyal hayata evrilmiştir. Aslında bu çarpık sosyal yaşamı oluşturan/kuran zihnî tasavvurun bir sonucudur.

İmkânlar içinde doğan, dış görünüşü güzel olan, bir ırka mensubiyet veya bir inancın içine doğanların diğer insan ve ırklardan üstün veya “şanslı” olduğu gibi bir zanla yetiştirilir. Oysa bunların üstünlük, şans, talih mi yoksa talihsizlik mi olduğu insanların irâde, tercih ve eylemleriyle birlikte zamanla tezahür edecektir. Parçaya ve zâhire bakarak hüküm vermek her zaman insanı yanıltacaktır. Son fırça vurulmadığı sürece bir resim tamamlanmadığı gibi, insanın yolculuğu son bulup hesap vermediği sürece bir insanın akıbeti de bizce malum olmayacaktır. Rabbimiz fazîleti (üstünlüğü değil) emeğe, çabaya, geleceğe yönelik geniş bir vizyonla çizilen hak edilmişlik olarak tanımlarken, toplumlar sonuç odaklı, miras yoluyla emeksiz elde edilenler ile değerlendirmektedir. Bu yamuk ve adaletsiz tasavvurun en önemli sebebi zihnî parçalanmadır. Kurân bu yamuk tasavvuru şöyle açıklar:

22-Allah ile beraber başka bir ilâh kılma! O zaman kınanmış ve hor görülmüş olarak kalırsın.

Kalırsın şeklinde meallendirdiğimiz “tak’ude” kelimesinin aslı “oturma” mânasına gelir. Kelime bu âyette, şirk kafasının oluşturduğu sınıfsalcı/elitik zihniyetin tevhid ehlini layık gördüğü yeri/konumu ifade etmektedir. Mekkeli müşrikler kişinin takvasına, merhametine, ihlâsına bakmazlardı. Parasına, kabilesine, ırkına ve asabiyetine göre kişiye değer biçerlerdi ve bu emeksiz elde edilen mirası birer fazîlet olarak görürlerdi. Bunları önemsemeyen, tevhidi, adâleti, paylaşmayı, say’u gayreti/emeği ve âhireti önceleyen Hz. Peygamberin onların sisteminde hor görülmesi, kınanması çok doğaldı. İnsanları zelîl eden, mütekebbir tipler peydahlayan, onların emek ve gayretlerine doğuştan miras olarak el koyan ruhban ve efendi sınıfını, tevhit yok eder. Kula, nesneye, hevâya velhasıl dünyaya kul olmamak için Rabbimiz tevhidi önerir ve bildirir.

23-Rabbin, ondan başkasına kul olmamanızı ve anne-babaya ihsanla davranmanızı bildirdi. Eğer ikisinden birisi veya her ikisi senin yanında kocarsa onlara “üff” bile deme. Ve onları azarlama ve onlara kerim söz söyle!

İhsân, ‘hasene’ kelimesinden türemiştir. Bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder. İhsân; iyilik etme, güzel davranma, ikram etme, lütuf, bağış, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. (Bkz Mürselât:44, Rahmân:60, A’râf:56) Âyette, ana babaya kayıtsız şartsız itaatin değil onlara iyilik ve ihsânda bulunmanın emredilmesi önemli bir detaydır. Zira anne-baba hak olmayan illegal işleri, ahlâksızlığı, şirki de emredebilir. Bu yüzden onlara itaat değil, ihsân emredilmiştir. Ebeveyn, insanın yokluk âleminden varlık âlemine çıkmasına bir sebep kılındığı ve bize emek verdikleri için emeğe değer veren Allah tarafından korunmaya alınmıştır. Allah’ın, ebeveyne ihsânı kendi tevhidinin yanında zikretmesi, ince bir nükte barındırmaktadır. İnsan birilerine, bir şeylere minnet duyacaksa buna en başta Allah’u Te’âlâ ve sonra da anne-baba layık görülmüştür. Bizlere emeği geçen kim varsa ona ihsânda bulunmak aynı zamanda şükürdür/teşekkürdür. Lokmân sûresi 14. âyette ana-babayı şükredilecekler arasında kendisinden sonraki sıraya Kurân şöyle koymuştur: “Ve Biz, insana anne ve babasına (bakmasını) vasiyet ettik. Onu, annesi zorluk üzerine zorlukla taşıdı. Ve onun sütten kesilmesi iki yıldır. (Hem) Bana (hem) anne ve babana şükret! Dönüş, Bana’dır.” (Lokman:14)

Tenher “azar, şiddetle reddetmek, kaba davranmak” mânasına gelmektedir. Anne babaya ihsân ile davranmanın bir boyutu da onlara “üff” bile dememek, hiçbir konuda onları azarlamamaktır. Size emek verenlere ihsân ile davranmak, insanı daha iyi, daha merhametli, daha vefâlı ve daha yumuşak kalpli kılacaktır. İnsana ve emeğe vefâlı olan Allah’a da vefâlı olup nankörlük etmeyecektir.

Üff, bıkkınlık ve tiksinti duymak sonucu oluşan sıkıntı ve bunalmayı ifade eder. İnsan yükü ağırdır. Anne baba yaşlanıp elden ayaktan düşünce bu yük genelde evlatların üzerindedir. Evlâdın böyle bir durumda ikram eden, gönül alan cümleler kurması yükünü hafifletecektir. Zira siz bir insandan ne kadar tiksinirseniz onun varlığı bile size yük olacaktır. Bir insanı ne kadar severseniz onun eziyeti bile sevginiz oranında hafifleyecektir. Rabbimiz bu âyetlerde yine rahmeti gereği insanın üzerindeki sorumlulukların oluşturduğu yükü hafifletmek için ona çıkış yolları sunmaktadır.

24-Ve onlara, merhamet ederek tevazu ile kol kanat ger! Ve de ki: “Rabbim, onların beni yetiştirdiği gibi ikisine de merhamet et!”

Vahfid cenâhake ibaresi lâfzen “Kanadını indir!” demektir. Bu, şefkat ve merhameti anlatan deyimsel bir ifadedir. Bir kuşun yavrularını korumak için kanatlarını açıp onları saklamasından gelir. Buradaki hitap Hz. Muhammed’e olursa ve o dönemde peygamberimizin ana-babası olmadığı için, “onlar” ile kastedilenler size sahip çıkan, size emek veren ve yetiştiren herkes olur ki Hz. Peygamber özelinde bu ona sahip çıkan ümmeti idi. (Bkz. “Ve müminlerden, sana tâbi olan kimselere kol kanat ger.” Şu’arâ:215) İnsan çevresindekilere ne kadar merhamet ve tevazu ile yaklaşırsa o oranda merhamet ve tevazu bulacaktır. (Bkz. “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.’’ Âli İmrân:159)

25-Rabbiniz, içinizdekini iyi bilir. Eğer sâlihler olursanız, muhakkak ki O, geri dönenler için mağfiret edicidir.

Sâlih amel, hedefi bir başkasına yönelik faydalı, ıslah edici, düzeltici davranışlar olmasına rağmen aslında öncelikli olarak yapana faydası olan bir amellerdir. Evvâbîn,  “geri dönmek, yönelmek, vazgeçmek” anlamlarına gelen âbe fiilinden türetilmiştir. Hatadan dönüp telafi edici ameller yapmak bağışlanmayı hak etmektir. Peki, ‘Sâlihler bu bağışlanmayı ve telafiyi nasıl sağlar?’ Sâlih amele örnek verilmiş midir?

26-Gariplere, miskinlere ve yol çocuklarına hakkını ver! Ve saçıp savurma!

İbn oğul, sebîl yol demektir. İbnissebîl; yol oğlu, yolcu, yolda kalmış, anne-baba gibi sahip çıkanı olmayan, yeri-yurdu, barınağı sokaklar olanlardır. (Ayrıca ‘kurba ve miskin’ için bkz. Rum:38)

Malını mülkünü Allah yolunda tasadduk eden ve ailesinin ‘Bize ne bıraktın?’ sorusuna ‘Size Allah ve Resulü’nü bıraktım.’ diyen Hz. Ebu Bekir malını saçıp savurmuş mudur? Tebzîr, “malı ifsâd etmek, yersiz harcamak” demektir. Bu kelime, savurganlığın miktarı ile değil, malın harcandığı yer ile ilgilidir. Buna göre eğer harcama normal yerlere yapılıyorsa, varlığın tümünün harcanması hâlinde bile bu davranış “tebzîr” kapsamına girmez. Ancak harcama hak olmayan bir yere yapılıyorsa, bu özellikteki tek kuruşluk harcama bile “tebzîr” kapsamındadır. Mücâhid ‘’Bir insan bütün varını yoğunu doğru bir amaç için harcarsa yaptığı tebzîr, yani “savurganlık” sayılmaz.’’ demiştir. İsrafta bir değerin boşa harcanması, hak ettiğinden fazlasını harcama, had ve hududu aşma varken tebzirde harcanan hedefin hatalı olması ve yapılan yardımın içine riyâ/gösteriş gibi yanlış bir niyetin bulaşması söz konusudur.

Âyette sayılan garip gureba; miskin veya sahipsiz yolcular, yolda kalanlar, malın verilmesi gereken yerlere birer örnektir. Menfaat, gösteriş ve desinler için, dünyevî bir karşılık ve minnet umarak yapılan tüm harcamalar tebzîr yani saçıp savurmadır. Ki haddizatında Hz. İsa’nın dediği gibi bu amaçla yapılan bütün harcamaların karşılığı/ödülü alınmıştır.(Matta:5, s.12-Yoksullara Yardım)

27-Muhakkak ki saçıp savuran, şeytânların kardeşleri oldular. Ve şeytân, Rabbine çok nankör oldu.

Araplar bir işi devamlı yapana onun kardeşi diye adlandırırlar. Mesela çok yolculuk yapana “Falanca, yolculuğun kardeşidir.” derlerdi. “Şeytânın kardeşleri” demek, şeytânî duygu ve düşüncelerle hasbî değil hesabî yapılan, riya bulaşmış amelleri sürekli yapıp bunu mizaç/huy haline getirenlerdir. Kefûr,  küfürde ve nankörlükte aşırı gitmek demektir. Mekke müşrikleri, yağma ve saldırı ile kazanıp biriktirdikleri mallarını şan ve şöhret için harcarlardı. Özellikle paylaşmayı, eşitliği, sınıfsal farkları reddedip tevhitten soğutmak için bu malları taraftar toplama adına harcıyor, Müslümanları maddî-manevî yıpratmaya çalışıyorlardı. Peki, sâlihât sadece maddî imkânları paylaşarak mı yapılır? Ya maddî imkânlarımız elvermiyorsa?

28-Rabbinden umduğun rahmet için onların yüzüne bakamıyorsan bari onlara yumuşak söz söyle!

Tu’ridanne‘a-r-d’ kökünden gelir ve yüze bakamama mânasındadır. Kavlen meysûra, “hoş bir söz” ifadesi “Yardım edemiyorsan hoş bir söz söyle!”, “Başa kakacaksan sadakayı verme de, hoş bir söz söyle!” anlamına gelmekte, “Karşındaki ihtiyaç sahibini incitmeden, hoş bir söz ile veremeyeceğini ifade etmelisin!” buyruğunu vermektedir. Zira maddî nimet mideyi, hoş bir söz ise gönlü doyurur. Buna göre insan, yardım isteyen birine olumlu cevap verme imkânına sahip değilse bile ümit verici, yatıştırıcı, merhametle, güzel sözler söylemelidir.

29-Ve boynuna elini bağlama ve hepsini açıp saçma! Aksi halde kınanmış ve malı tükenmiş olarak kalırsın.

‘’El bağlamak-el açmak” deyimleri, cimrilik ve müsriflikten kinayedir. Cimrilik ve savurganlık gibi aşırılıklar hem maddî hem de manevî yönlerden insana kaybettirir. Cimrilik insana saygınlık ve itibar kaybettirirken, savurganlık da insanın muhtaç ve zelîl durumlara düşmesine yol açar. Çözüm: ‘’Ve onlar, infâk ettikleri zaman israf etmezler ve kısmazlar. Ve bu ikisi arasında dengeli olurlar.’’(Furkân:67)

30-Muhakkak ki Rabbin, dileyene rızkı genişletir ve takdir eder. O, mutlaka kullarına haber verip görendir.

Habîr ve Basîr esmalarının bu sıra ile gelmesi haberdar olma ve görme manasına gelmediğini bize ifade etmektedir. Zira önce görme sonra haberdar olma gerçekleşir. O zaman bu âyette mana haberdar olma değil haber verme olmalıdır. Haberi bize vahyederek elçisi ile ulaştırmıştır. Şimdi de ne yapacağımızı gördüğünden âyet bahseder.

Kuşku yok ki Allah, her konuda olduğu gibi rızık konusunda da yasalar koymuştur. Bu yasaların başında, insan çabasının karşılıksız kalmayacağı ilâhî kuralı gelir. (Necm:39) Bir başka âyet, rızık konusunda ilk adımın insandan beklendiğini ifade eder. (Talâk:3) Rızkı dağıtan Yüce Allah kimine bol, kimine de az rızık vermeyi sebeplere bağladığını ifade etmektedir.

31-Yokluk korkusu ile evlâtlarınızı katletmeyin! Onları ve sizleri sadece Biz rızıklandırırız. Muhakkak ki onların katli, büyük bir hatadır.

Hıt'en, bilerek ve kasıtla işlenen hatalar için kullanılır. Yanına “kebir” gelmesi bu hata, yanlış ve yanılgının ne kadar büyük ve korkunç bir cinâyet olduğunu vurgulamak içindir.

İmlâk “bir şeye sahip olamamak, yokluk ve yoksulluk” demektir. Kelime hem geçişsiz hem de geçişlidir. Yani “yoksulluk” anlamına geldiği gibi “yoksul bırakılmak, yokluğa mahkûm ettirmek” anlamına da gelir. Dolayısıyla âyetteki ‘haşyete imlâk’ ifadesi hem “yoksulluk korkusu” hem de “yoksul bırakılmak korkusu” demek olur. Açlık veya yoksulluk değil, açlık ve yokluk korkusu insanı katil eder. O yüzden âyet bu korkuya dikkat çekmiştir. Arapça fakîr, miskin, kurba/garîp gibi kelimelerin kullanılmayıp imlâk kelimesinin seçilmesi bu yokluğun sadece maddiyâtla değil daha geniş anlamda olabileceğini düşündürmektedir. Zaten rızık, sadece azık demek değildir. Câhiliye kafası her şeyi menfaati ile ölçtüğü için menfaatine ters olanı hemen ortadan kaldırmak ister, ona düşman olurdu. (Krş. Enâm:151) Kız çocuğunu utanç verici bir şey olarak gören menfaatperest kafa onun kendi şanına, namına, şerefine halel getirip itibar ve menfaat kaybına sebep olacağı korkusu ile yavrusuna düşman kesilirdi. Ayrıca doğru namus anlayışından yoksun olan namusperestler ve ‘desinler’ putuna tapanlar da aynı vahşetten geri durmazdı. Anadolu’daki namus cinâyetleri bu şirkin günümüze kadar geldiğinin bariz bir örneğidir. Sonuç odaklı olarak, maddî rızık endişesi ile çocuklarını insanî değerlerden uzak yetiştiren, insanlıklarını kaybetme pahasına dünyevîleştiren anne baba, kendilerine emanet edilen evlatlarını manen öldürmektedir. Zira “Evlâtlarını öldürme onlara süslü gösterildi.” (Bkz. Enâm:137)

Günümüzde ekonomik zorluklar, olumsuz barınma koşulları ve eğitimsizlik gibi sorunlar kürtaj oranlarını etkilemektedir. Danimarka’ya bağlı özerk bir bölge olan Grönland'da resmi verilere göre 2013 yılından bu yana her yıl yaklaşık 700 doğum, 800 de kürtaj kayda geçmektedir. Sağlıklı doğum oranı kürtajla öldürülen bebeklerden azdır. Danimarka ve diğer batılı ülkelerde de oranlar her geçen yıl artmaktadır. Bunun temel sebebi zinanın, alkolün, kürtajın ahlâkî ve dinî bir yasak olduğuna dair ilkenin bu ülkeler genelinde gücünü yitirmesidir. Hükümetler doğum kontrol yöntemlerini ücretsiz olarak karşılamalarına rağmen ergenlerin alkol alarak aile, toplum ve inanç baskısı olmadan sözde özgürlük adı altında istenmeyen gebeliklere sebep olmaktadır. Grönland'ın başkentinde yaşayan 19 yaşındaki bir genç kız, son iki yılda 5 kez kürtaj olduğunu ve bu konuyu saklamadan, utanmadan konuşabildiğini, son kürtajını hem ailesi hem de arkadaşlarıyla paylaştığını, uluslararası araştırma yapan basın mensuplarına ifade edecek kadar insanlıklarını kaybetmişlerdir. Zira insanı salt organizma olarak gören, tesettür ve ahlâkı modernlik safsatası ile gereksizleştiren her toplumda bu cinâyetler artarak devam edecektir. Öldürülen çocuklar meşrû evlilikle edinilen çocuklar olduğu gibi zinâ sonucu doğan veya doğmadan kürtajla katledilen masûm sebillerdir.  

32-Ve zinâya yaklaşmayın! Çünkü o, fuhuş ve kötü bir yoldur.

Zinâ, bir kadınla veya kızla nikâhsız olarak cinsel temasta bulunmak demektir. Arapça “zenâ” fiilinden mastardır. Zinânın sözlük ve terim anlamı birdir. Zinâ eden erkeğe “zâni” kadına ise “zâniye” denir. (Bkz. Furkân:68) Hıristiyanlıkta zinâ, İsa Mesih’in dağdaki vaazında (Matta, 5) “Zinâ etmeyeceksin!” şeklindeki 7. maddesini yorumlamasıyla aydınlık kazanmıştır. Hıristiyanlar, on emrin zinâ ile ilgili yasağına uymaları yanında “Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zinâ etmiştir” (Matta: 5/28) şeklindeki İncil cümlesini göz önünde tutmak ve eğer bir göz sürçmelere sebep oluyorsa onu çıkarıp atmakla yükümlü kılınmışlardır. Zinâ suçu ve cezası, M.Ö. 1792–1750 yılları arasında hüküm sürmüş olan Babil kralı Hammurabi’nin yaptığı yasalarda da yer almıştır. Bu yasalar o dönemde Babil Devleti ile ittifak hâlindeki diğer 15 ülkede de uygulanmıştır. Bu devletler içinde meşhûr Asûr Krallığı da bulunmaktadır. Bu yasaların kaynağının ise daha önceki kent toplumlarına yüzyıllar boyunca yol göstermiş olan Sümer hukuku olduğu iddia edilmektedir. Ancak câhiliye döneminde erkekler çoğunlukla zinâyı ayıp saymazlar, hatta bununla övünürlerdi. Nitekim bu husus İmru’ul Kays’ın şiirlerinde açıkça görülmektedir. Yukarıdaki âyette “Zinâ etmeyin!” denilmeyip de “Zinâya yaklaşmayın!” buyrulması önemli bir husustur. Buna göre yalnız zinâ değil, kişiyi zinâ etmeye sevk eden yollar da yasaklanmıştır. Esasen bir kere bu yollara tevessül edildikten, yani insanı zinâ etmeye zorlayan ve cinsî arzuları kabartan bir ortama girildikten sonra bu arzuların ağır baskısı karşısında irâdenin gücü oldukça yetersiz kalır ve zinâdan korunmak son derece güçleşir. İnsanın bu psikolojik zaafını dikkate alan Kurân-ı Kerîm, prensip olarak önceden kötülüklere sevk edici sebepleri ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Buna seddizeria prensibi denir. Görüldüğü gibi İsrâ sûresi ilk âyetinden itibaren müminleri birlikte medenî bir şekilde yaşamaları için aile kurumunun tesisine ve sağlıklı bir şekilde yürütülmesine dair evrensel ilkeler vaaz etmektedir. Bozuk kültür, içgüdü ve dış dürtülerin etkisi ile her an bedevîleşen muhatap medenîleştirilmeye devam edilecektir.

33-Allah’ın haram kıldığı bir nefsi, haksız yere katletmeyin! Kim mazlûm olarak katledilirse, o takdirde onun velisini yetkili kıldık. Artık öldürmede haddi aşmasın. Muhakkak ki o, yardıma mazhar olmuştur.

Harramellâh ifadesi, “Allah’ın yasak kıldığı için dokunulmaz olan” anlamına gelmektedir. İlle bil’hak (haklı sebep) yani, hukukî bir yargı, haklı sebeplere dayanan bir savaş yahut nefsî müdafaa gibi gerekçelere dayanmadıkça. “Eşdeğer bir ceza” (kısas), Bakara 178’de kasten adam öldürme suçunun cezası olarak öngörülür. Aynı ceza türü önceki vahiylerde de bulunmaktaydı. (Bkz. Mâide:45) Bu cezalar Eski Ahid’de ayrıntılarıyla yer almaktadır (Çıkış: 21/23–25).

Kutile mazlûmen (mazlûm olarak öldürülme) ifadesine gelince, açıktır ki bu yalnızca taammüden işlenen cinâyete işaret etmektedir. Çünkü zulm kavramı Kurân’da kazara yahut bilmeden işlenen hatalar için değil, özellikle bilerek işlenen haksızlıklar için kullanılır. Câhiliye Arapları kendi yakınlarından biri öldürüldüğünde ölenin öcünü almak için uğraşır, sadece katili öldürmekle yetinmeyip katilin yakınlarını da öldürerek öç ve intikamda haddi aşarlardı. Hele katilin sülâlesinden güçlü olduklarında daha da ileri giderlerdi. Bunun sınırı aşmak, ileri gitmek olduğuna işaret edilmektedir. Ayrıca sadece ölüm cezası uygulanmalıdır. Araplar ölümü işkence ile uzuv ve organlarını kesme gibi bir zulme dönüştürüyorlardı. Bu sadist cezalandırma yöntemi ‘Artık öldürmede haddi aşmasın!’ uyarısı ile düzenlenmiştir. Bir cinâyette azmettirici, cinâyeti işleyen kadar veya daha büyük bir ceza almalıdır. Zira fitne adam öldürmekten kötüdür. (Bkz. Bakara:191) Âyetteki “Allah’ın haram kıldığı bir nefsi öldürmeyin!” emri sadece insanın bir başkasını öldürmesini değil, kişinin kendini öldürmesini de kapsamaktadır. Bu sebeple intihar da cinâyet kadar büyük bir günahtır. Burada “veli” kelimesinden maksadın birinci derecede yakınları olduğunu söyleyebiliriz. Veliye verilen yetki Bakara 178’e göre, kısas isteme veya diyet alma ya da affetmektir. Veli bu tercihini yine mahkemede, hukukun huzurunda yapacaktır; kendi başına kısas uygulayamaz ya da diyet alamaz. Yani dava hukuka teslim edilmiş olmaktadır. Âyetin sonundaki yardımdan maksat, Allah’ın katile verilecek cezayı takdir etmek sûretiyle maktûlün, zulme uğrayan mazlûmun yakınına yardım etmiş olmasıdır. Şu halde o kişi katil için tayin edilmiş olan cezanın uygulanmasıyla yetinmeli, aşırılığa sapmamalıdır.

34-En kuvvetli çağına erişinceye kadar, yetimin malına en güzel şekilde olmadıkça yaklaşmayın! Ve ahde vefa gösterin! Muhakkak ki ahd, mesûl kılar.

Ahd, mastar olarak “bir şeyin yerine getirilmesini emretmek, tâlimat vermek, söz vermek” manalarına gelir. Karşılıklı sözleşmeye de ahitleşme denir. Vefâ, verilen söze sevgi ve muhabbetten dolayı bağlılık göstermek, riâyet etmektir. Sadakâtte böyle bir muhabbet şartı aranmaz. Verilen söz vereni mesuliyet altına aldığından dolayı bu söze riâyet göstermemek vefâsızlıktır, beklentileri boşa çıkaran bir güvensizliğe sebeptir. İman özü itibari ile güvenilen ve güven veren olduğundan ahde vefâ, sebât, riâyet  (verilen sözde durmak) İslâmî şiarlardan biri ve belki de en ehemmiyetli olanlarındandır.

Önce çocukların öldürülmemesi sonra bir kişinin haksız yere katli ve arkasında bıraktığı yetimlerin gözetilmesi istenmektedir. Yetim, ebeveyninden yitik olduğu gibi, genel bir sahipsizlik anlamını da taşır. Yetim kalanlar her dönemde malları yüzünden sûistimal edilmişlerdir. Burada ‘Yetimin malına en güzel şekilde olmadıkça yaklaşmayın!’ ifadesi ‘Yetim malı veya hakkı bize geçer.’ düşüncesi ile onları terk eden yakın akrabaya da bir yol göstermektedir. “Ahde vefa gösterin!” emri, verilen sözlerin tutulması demektir. Birisinin öldürülmesi, arkada sahipsiz yetimler bırakması demek oluyordu ki bunlara öncelikli onlara sahip çıkacak olanlar Allah’a verdiği ahde/söze sâdık olan müminler olacaktır. Sözüne sâdık kalma ilkesi sadece fertler için ahlâkî bir emir olarak kalmamış, daha sonraları İslâm toplumunun ve devletinin iç ve dış ilişkilerinde tavrını belirleyen yol gösterici bir ilke olmuştur. Kurân bu ve devam eden âyetlerde sosyal yaşam için ahlâkî ve hukukî bir zemin oluşturmaya devam etmektedir.

35-Ve ölçtüğünüz zaman, ölçüye vefâ gösterin! Doğru bir kıstasla tartın! İşte bu, daha hayırlı ve tevîli daha güzeldir.

Kıst, genellikle “adâlet” diye açıklanmıştır. Böyle açıklanmış olmakla beraber “kıst” kelimesi tam olarak “adâlet” demek değildir. Çünkü “adâlet”, “bire bir karşılık, denge, denklik, eşitlik” demek iken, “kıst” kelimesi “nasip, hak edilmiş olan pay” demektir. (Lisanül-Arab) Burada, ölçüp tartma konusundaki uyarı, terazi ve metre gibi fizikî olanından tasavvur ve akıl gibi manevî olanına kadar, tüm ölçme ve değerlendirme araç ve yöntemlerini kapsar.

Te’vîl kelimesi, sözlük mânası itibariyle aslına dönmek anlamına gelen “evl” kökünden “tefil” vezninde mastar olup “döndürmek” ve “herhangi bir şeyi varacağı yere vardırmak” demektir. Te’vîl, bir lafzın arkasında yatan maksadı anlamaktır. Te’vîl, Kurân’ın indiği dönem Arapçasında, bir şeyin akıbeti, ortaya çıkması, mahiyeti ve hakîkati” gibi anlamlara gelmektedir. Bu âyette te’vîl “bir yere varmak” anlamını ifade etmektedir. Furkân 33. âyetteki en güzel tefsir ile buradaki en güzel ve hayırlı te’vîlin bağlam farklılığına rağmen açıklama olarak meallendirilmesi eksik kalacaktır. Zira tefsirde âyetlerin iç ve dış bağlamı ile indiği döneme yapılan sefer sonucu gerçekleşen anlam varken te’vîlde bu mananın arkasındaki maksadın şimdi ve bugüne getirilmesi söz konusudur. Ahsen/güzel ve hayırlı te’vîl, doğru ve adâletli bir zihnî değerlendirme ile evrensel kıstaslara/âyetlere sâdık kalarak (vefâ göstererek) gerçekleşir. Tabiî ki insan zihninin doğru sonuca ulaşmasının yolu sadece doğru bir metotla konuyu ele alması değildir. Bir de sağlıklı bilgi ile onu beslemesi gereklidir.

36-Ve ilmin olmayan bir şeyin ardına düşme! Muhakkak ki işitme, görme ve idrak, bunların hepsi ondan mesûl oldu.

Bilgimizin olmadığı konunun peşine düşmezsek hiçbir yeni şey öğrenemeyiz ve bilim üretemeyiz. Bu âyet bize ‘Araştırma, düşünme, karıştırma!’ mı diyor?

Lâ takfu ya da “lâ takaf”, “peşine düşme, ardınca gitme” anlamına gelir. (Ferrâ) İz sürücülük sanatına kıyâfe, bu işin uzmanına da kâif denilirdi. Beytin sonunda geldiği, peşi sıra olduğu için, şiirin kafiyesi de aynı mana kökündendir. İnsan bedenine arkasından bakıldığında görünen kısma kafa önden vech/yüz ve hepsine baş denmiştir. Bu âyette bilgisizlikle bir konunun ele alınmaması gerektiği uyarısı yapılmıştır.

Fuâd; Kurân-ı Kerîm’de 16 yerde zikredilir. Kelime manası “ısınmak, aktif hale gelip tutuşmak” demektir. Bir şeyin aşırı sıcak ve hararet üzere çevrilmesi, bulunmasıdır. Fuâd, idrak manasında olup çoğulu ef’ideh şeklinde gelir. Kurân’da kalp merkez, fuâd bu merkezin içindeki duruma göre aktifleşen bölgeler, lübb bu bölgelerdeki cevheri oluşturan noktasal temel birimlerdir. Maalesef beynin farklı fonksiyonlarını bilmeyen lügat, meal ve tefsirler; farklı köklerden gelen ve farklı bağlamlarda kullanılan bu kelimeleri kalp ve türevleri ile açıklamaya çalışmışlardır. Oysa insanın düşünme merkezi/kalbi olan beynindeki fuâdlar beynin loblarıdır. İrâde fuâdı (frontal/ön lob), duyu fuâdı (parietal lob vs.), görme ve görsel yorumlama ve okuduğunu anlamada oksipital lob olarak isimlendirilmiştir. Bu farklı isim ve işlevlerin bulunduğu bölgenin tamamına da ‘sudûr’ denmektedir. Âyette duyma değil de işitme (sem), bakma (nazar) değil de görme (basar) kullanılması bunun zihnî değerlendirmesine âtıfla fuâdın fonksiyonlarına bağlanmıştır.

‘Peşine düşülen şeyler’, zannî ve spekülatif olup ilmî veya bilimsel olmayan söylentilerdir. Komplo teorileri bu kapsama girebilir. Güzel ve hayırlı tevîl/yorum için düşüncelerin ölçüp tartılırken doğru bir kıstasa dayanması ve sağlıklı bilgi/ilim ile fuâdın beslenmesi gerekmektedir. Sağlıklı bilgiye dayanmayan, metotsuz ve rastgele, yanlı olarak fikir beyan etmenin altındaki asıl sâiki de bir sonraki âyet şöyle deşifre eder:

37-Ve yeryüzünde şımararak yürüme! Muhakkak ki sen, yeri delemez ve asla dağların boyuna erişemezsin.

Merah kelimesi, “aşırı sevinme ve şımarıklık” hâlidir ki bu hâl aklî değil hissî bir gurura, böbürlenmeye sebep olur. Fiil kalıbında (temrahûn) sadece Mümin 75’te geçmektedir. Yeri delip dağlara erişme bağlamdan anlaşıldığı üzere maddî değil mecâzîdir. Gurur ve kibirle, şımarık tavırlarla yeri delemez, yine bu şekilde duygusal ve disiplinden uzak haddini bilmeyerek dağlara erişilip yükselinemeyeceği, bilim üretilip ilerlenilemeyeceği veciz bir şekilde ifade edilerek muhatap uyarılmıştır. Gerçek mümin hayat yolunda ilerlerken zalimler gibi ‘Küçük dağları ben yarattım.’ modunda olmamalıdır. Kurân’ın istediği mümin, dengeli bir tasavvur, objektif bir kıstas ve sağlıklı bilgi ile kazandığı başarılar sonunda tevazu ve vakar içinde dengeli bir tutum sergilemelidir. Çünkü sahih bir Kurân ve hayat tevili/yorumu, kişiyi her türlü kir, kibir ve kötülükten de temizleyecektir.

İlmin/bilginin, emeğin olmadığı konularda fikir beyan ederek onun peşine düşüp yanlı tevîli savunmanın altındaki sâik, en doğru ve tam bilenin kendi olduğu zannıdır. Bir başka yanlış zan ise, bir konu hakkında çok emek vermekle her zaman için daha az emek verenlere kıyasla o konunun çok daha iyi anlaşılıp yorumlanabileceği zannıdır. Bu zannın temel sebebi ise emeğin âdeta putlaştırılmasıdır. Emeği putlaştıran şımarık ve küstah tavırlarla insanların aşağılanması, bilgi ve eleştiri ahlâkından mahrûmiyetin tezahürüdür. Bu mahrûmiyetin acı sonla bitmesi mukadderdir.  

38-İşte bütün bunlar kötü olduğu için Rabbinin katında da mekrûhtur.

Mekrûh sözlükte “çirkin bulmak, kötü görmek, istememek, meşakkat, sıkıntı, zorluk” gibi anlamlara gelen kerh kökünden türer. Mekrûh kelimesi “içerisinde zorluk ve sıkıntı bulunan, hoşa gitmeyen, çirkin ve kötü görülen şeyler” demektir. Bu âyet ve bağlamında kötülüklere sebep olan tutum ve davranışlar manasındadır. 22 ile 37. âyetler arasında dile getirilen mekrûh davranışları şu şekilde sıralayabiliriz:

1-Allah’la birlikte başka ilâhlar peyda etmenin oluşturduğu sınıfsalcı toplumun ürettiği düzenin kerih sonuçlar doğurup kötülüklere sebep olması. (İsrâ:22)

2-Ana babaya kötü davranmanın mekrûh görülmesi. (23-24)

3- Islâh edici amellerin sâlih niyetlerle yapılmaması (25)

4-İmkânların gariplerle miskin ve sahipsizlerle paylaşılmaması (26)

5- İhtiyaç sahiplerine hakkını verirken saçıp savurma, doğru hedefe ulaştıramama (27)

6- İsteyen bir kişiyi geri çevirirken onu incitme (28)

7- Cimrilik yapmamak, saçıp savurmamak (29)

8- Çocuklarınızı rızık endişesiyle ördürmeye kalkmamak (31)

9- Zinâya yaklaşmamak (32)

10- Haklı bir gerekçeye dayanmaksızın Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymamak (33)

11- Yetimin malına güzel ve uygun olmayan bir şekilde yaklaşmamak (34)

12- Verdiğiniz her (meşru) söze sâdık kalmak (34)

13- Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutmak, tartıp değerlendirdiğinizde dosdoğru kıstas ile tartıp değerlendirmek (35)

14- Bilgisizce, araştırıp öğrenilmeden birtakım konuların peşinden düşüp spekülasyonlar üretmek (36)

15- Kendini ayrıcalıklı zannedip kibir ve böbürlenmeyle, insanlara çalım satarak dolaşmak (37)

39-İşte bunlar, Rabbinin sana hikmetten vahyettiği şeylerdendir. Allah ile beraber başka ilâh kılma! Yoksa kınanmış ve hor görülmüş olarak cehenneme atılırsın.

Burada esasen hikmet de tarif edilmiştir. Sözlüklerde hikmet kelimesinin (çoğulu hikem) “yargıda bulunmak” anlamındaki “hükm” mastarından isim olduğu belirtilir. Ayrıca “engellemek, alıkoymak, gemlemek, sağlam olmak” manalarına gelen ihkâm mastarlarıyla anlam ilişkisi kurulur. Allah bizlere kerih gördüklerini anlatarak ilerlenmesi gereken sırâtımüstakîmin sınırlarını çizmektedir. Bizi iç ve dış ayartmalara karşı dizginleyen, doğru yolda tutan hükümlere/kararlara hikmet diyebiliriz. 39. âyet 22. âyete konuyu bağlamakta ve devam eden âyetlere bir geçiş gerçekleştirmektedir. Şirk mantığı temelde ilâh ve aracı ilâhlar ile zihni, arkasından hayatı ve sosyal sistemi parçalayarak elitik/sınıfsalcı bir hiyerarşi uydurur. Şimdi bu sıralamanın ve kırılmanın tasavvurdaki teolojik kökenine bir örnek verilecektir.

40-Rabbiniz, oğulları size mi seçti ve meleklerden kızlar mı edindi? Muhakkak ki siz, gerçekten azîm söz söylüyorsunuz.

İsrâiloğullarının ürettiği sahte inanç şekillerinden biri “Allah’ın çocuk edinmesi” idi. “Yahudiler, Üzeyir Allah’ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, İsâ Mesîh Allah’ın oğludur, dediler” (Tevbe: 30). Araplar arasında da Allah’ın haremi olduğu ve çocuk edindiği inancı veya fikri yaygındı. Müşrikler, meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanırlar, erkek çocukların ise kendilerine verildiğini iddia ederler, bundan dolayı gururlanırlardı. İşte âyet onların bu düşüncesini reddetmekte, çocuklar arasında cinsiyetlerine göre böyle bir değer ayırımı yapılmasını kabul etmemektedir. Necm sûresinin 27. âyette “Şüphesiz âhirete inanmayanlar, melekleri dişi isimlerle isimlendiriyorlar.” buyrulmaktadır. Görüldüğü üzere zaten meleğin dişisi erkeği olmamaktadır. (Bkz Meryem: 88–95) Yahudi ve Hıristiyanlar Allah’ın erkek çocuk edindiğini iddia ederken aslında erkeği kutsadıkları, Mekkeli müşriklerin de kızların velisi/sahibi Allah diyerek ona sahip çıkmayıp yine erkeği koruyup yücelttikleri anlaşılmaktadır. Bizim toplumumuz da sahipsiz ve değersiz yerler için ‘’Allah’ın dağı, Allah’ın terk ettiği yer’’ gibi ifadeler kullanılır.  Aslında ‘güce dayalı inançlar’ ayrı olsa da zihniyet ve mantık aynıdır. O da fizikî, kaba güce tapma. Kurân’ın ilkeleri evrensel olduğu gibi cinsiyet üstüdür. Cinsiyet, soy sop, nesep, gibi konular ne övünme ne de yerinme sebebidir.

41-Ve and olsun ki Biz, tezekkür etsinler diye, bu Kurân’ı farklı yönleri ile ifade ettik. Ancak onların nefretlerinden başka bir şeyi artmadı.

Sarrafnâbir şeyi bir yönden başka bir yöne döndürmek, evirip çevirmek demektir. Bu manadan kinaye olarak ‘açık-seçik ortaya koymak, beyan etmek, tekrar etmek, türlü biçimlerde ifade etmek’ manalarına da gelmektedir. (Bkz. Tâhâ:113) Eğer muhatap akıldan çok duygusunu kullanıyorsa sizin verdiğiniz farklı, zengin ve aklî örnekler/önermeler karşılık bulamayacaktır. Muhatabın menfaatine ters olmasına rağmen hakîkat olduğu açık olan teklif, duygusal bir zeminde haksız ve orantısız bir şiddet ve nefretle karşılanacaktır. Zaten nufûr kelimesi haktan uzak olmak, haktan veya bir şeyden rahatsız olup başka bir şeye kaçmak anlamındadır. Türkçemizdeki nefret kelimesi de bu köktendir.

42- De ki: “Eğer onların söyledikleri gibi onunla beraber ilâhlar olsaydı, o zaman onlar da mutlaka arşın sahibine bir yol ararlardı.”

Her şeyde bir vesile ve aracı arayan muhatap kendi iddiaları ile köşeye sıkıştırılmıştır. Sizin iddianız doğru olsa bile o çok değer verip taptığınız ilâhlar da yönetim makamında olan, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın rızası için çabalardı. (Bkz. “Sorsan onlara ‘Gökleri ve Yeri kim yarattı?’ Şüphesiz Allah diyecekler.” Zuhruf:38, Ankebût:61) Peki Allah’ı bildikten, onun arşın tek sahibi olduğuna inandıktan sonra ona ulaşmak için onun sevdiği dostları, velileri, putları, melek veya elçileri aracılar edinmenin ne zararı olabilir? İlk zararı subhân Rabb tasavvurunu bozması ve devamında hayatı bu çarpık tasavvurla okumayla sahte ilâhlar önünde kişinin onurunun, şahsiyetinin ve ben bilincinin zarar görmesidir. Bu karaktersiz ama dindar olan tip hem kendine hem de çevresine zulümden başka bir şey ortaya koyamayacaktır.

43-O, onların söylediklerinden subhândır ve üstündür, uludur, büyüktür.

Kurân; öncelikle insanın yaşam tarzına, tercihlerine ve sosyal hayatına yansıyan ilâh tasavvurunu düzeltmektedir. Ulu, yüce ve üstün olan bir Rabb tasavvurunu oluşturur ki, insanlar o Rabb’e ulaşmak için aracı ve yardımcıya asla ihtiyaç duymayacağını, o Rabb’in eksikliklerden münezzeh (subhân) olduğunu bilsinler. Buradaki büyüklük ulûhiyet/ilâhlık alanındaki büyüklüktür. Subhân oluşu da âlâ/üstünlükteki tenzihi pekiştirir. Bu sıfatların yan yana gelmesi insanın hemen genellemeye gidip Allah’ı yüceltme adı altında kendisinden uzak bilmemesi içindir.

44- Yedi gök ve yeryüzü ve onlarda bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur. Ve fakat onların tesbihlerini siz fıkhedemezsiniz. Muhakkak ki O; Halîm’dir, Ğafûr’dur.

Seb,  Arapçadaki yedi sayısına karşılık gelmektedir. “S-b-a” kökünden türetilmiştir. ‘Sebea’, ‘esbea’ ve ‘sebbea’ gibi muhtelif fiil kalıpları ise, esas itibariyle, yedi sayısına dayalı çeşitli anlamlar içermekte olup “bir topluluğun yedinci kişisi olmak, ipi yedi kat yapmak, bir işi yedi kez yinelemek” gibi anlamlar bunlardan bazılarıdır. Yedi rakamı lâfzen sayı ifade etse de mecazen çok katmanlılık ve çeşitliliği ifade eder. Nitekim Arapçada 7, 70, 700 sayıları kesretten kinaye olarak kullanılmaktadır. Bizdeki 10, 100, 1000 gibi. ‘İstersen onlar için yetmiş kez af dile…’ (Tevbe:80) âyeti ile ‘İyilikler(in karşılığı) on katından yedi yüz katına kadar artırılır.’ mealindeki hadis buna örnektir. Yine birinin, kendisine bir dirhem vermesi durumunda Arap, çokluk ifade etmek maksadıyla ‘sebbea‘llâhu leke’l-ecr: Allah ecrini yedi kat (yani kat kat) artırsın’ diye dua ederdi.’ Ancak bu ve diğer gökler ile alâkalı âyetlerde mana çokluktan kinaye olmaktan çok aritmetik bir sayıya işaret eder. Diğer bir ilginç nokta da Kurân’da 7 gök tabirinin tam 7 kez geçmesidir. Bu geçişler Mülk sûresi 3, Nûh sûresi 15, İsrâ sûresi 44, Mü’minûn sûresi 86, Fussilet sûresi 12, Bakara sûresi 29, Talak sûresi 12. âyetlerde gerçekleşmektedir. Bundan dolayı 7 rakamını çokluktan kinaye değil 7 aşama veya 7 katmanın iç içe ve birbirini kapsayan 7 küme şeklinde anlamak daha ağır basmaktadır. Zira Rabbimiz şöyle buyurur: “O ki yedi göğü birbirine uyumlu olarak yarattı.” (Mülk:3) “Böylece Allah onları iki günde yedi gök olmak üzere yerine koydu. Her göğe kendi işini vahyetti.” (Fussilet:12) Görüldüğü üzere burada aşama aşama genişleyen ve genişlemeye devam eden (Bkz. Zariyât:47) katmanlı, iç içe geçmiş tabakalardan bahsedilmiş ve her birine bir görev yüklendiği için bunun çokluktan kinaye olmayacağı ortaya çıkmıştır. Tüm varlık Allah’ı hamd ile tesbih etmektedir. Kurân’da tesbih konusunun işlendiği âyetlerde, insandan ziyade, insan dışındaki diğer mevcudâtın, Allah’ı tesbih ettiği teması ağırlıklı olarak işlenmektedir. Kurân’ın haber verdiğine göre, âlemdeki bütün varlıklar Allah’ı tesbih eder. Yani yaradılış amacına uygun hareket eder. Şu an atom ve atom altı düzeyde bile her şeyin hareket ettiğini bilmekteyiz. Bir atomun çevresindeki elektronlar saniyede bir milyon tur atmaktadır ve milyonlarca yıl geçse de asla durmayacaktır. Âyet yaratılan her şeyin hareket halinde olduğunu ifade ederek beşerüstülüğünü yine göstermektedir. Tesbihin; söylenen ve işitilen bir şeyden çok anlaşılan bir şey olduğunu bu âyetten fark edilmektedir. Dikkat edilirse burada ‘tesme’ûn’ (duymuyorsunuz) değil ‘tefkahûn’ (anlamıyorsunuz) gelmiştir. Yani, kâinatın tesbihi, Allah’ın onlara koyduğu yazılım istikametindedir. Tesbih durursa kâinat durur. Bu yazılım istikametinde olan her varlık Allah’ı hamd ile tesbih etmiş olur. Âyette bir diğer incelik tesbihin “hamd” kelimesi ile birlikte gelmesidir. Allah’ın buyruğuna baş eğip O’nun emrine uyan her şey, taşıdığı ilâhî sanatın eşsizliğiyle O’nu övmekte ve bu övgü ile varlığını sürdürmektedir. Âyetin şirk bağlamında gelmesi tapınılan şeylerin bile Allah’u Teâlâ’yı hamd ile tesbih ediyor olmasıdır. Ancak muhatabın onu fıkhedecek, anlayacak idrakten mahrum olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca Kurân muhatabın gökte olan ilâh ve aracılar inancını kullanarak Allah’ın münezzeh oluşunu ve ulûhiyetini öğretirken Ğafûr, Halîm, Habîr ve Karîb gibi sıfatlarla yakınlığını hatırlatmaktadır. Subhân oluşu, gâfil oluşu demek değilken kötülüklere fizikî müdahale etmeyişi halîm ve bağışlayıcı olmasındandır.

 45-Sen Kurân’ı kıraat ettiğin zaman, seninle âhirete inanmayanlar arasına görünmeyen bir set kıldık.

Kurân’ın tilavetinden değil de kıraatinden bahsedilmesi bu sürecin duyurma, ilan etmeden ziyade öncelikli olarak anlama, kavrama sürecine işarettir. Zira anlam alanında Kurân mantıksal argümanlar ve zihnî deliler sunduğu için muhatap bunları çürütmeye çalışır. Bu süreçte Kurân’ın öne sürdüğü argüman ve tekliflere karşı iki türlü engelden bahsedilmektedir. Birincisi “görünmez set” metaforu ile izah edilmiştir. Bu set/perde mesajın anlaşılmasındaki toplumsal algı, ön yargılar, bozuk kültür ve geleneklerin oluşturduğu görünmez, manevî engellerden kinayedir. Aynı zamanda set, görünmezliğiyle fark edilememesi yönüyle bir olumsuzluğa da işâret etmektedir. Şimdi kültürel, sosyolojik, manevî engelden sonra ikinci engel izah edilecektir.

46-Ve O’nu fıkhetmelerine engel olarak kalplerinin üzerine kapak ve onların kulaklarına tıkaç kıldık. Ve sen, Kurân’da Rabbinin tekliğini zikrettiğin zaman nefretle arkalarına döndüler.

Âyette kulûp/kalpler; bilgilerin toplandığı, fikirlerin hâlden hâle inkılâp ettiği, değişip dönüştüğü sinir ağının merkezidir. Kapak benzetmesi, içinin kültür ve hurâfelerle doldurulma potansiyeline bir göndermedir. Bu benzetme farklı ifadelerle şöyle zikredilir: “Dediler ki bizim kalplerimiz kılıflıdır.” (Bakara:88, Nisa:155) Bu hâl, konuları ön yargılı, baştan şartlanmış olarak değerlendirme ihtimaline veciz bir göndermedir. Tıpkı perde metaforundaki gibi kulaktaki tıkaç ve kalpteki kapak benzetmesi, kişinin iradesi ve gayreti ile açılabilecek bir umudu da içinde barındırır. Bu durum anlamamaya sebep değil, tercihler sonucu oluşmuş bir sonuçtur. Şimdi kabullenmedeki sebepler anlatılacaktır.

47-Biz onların seni dinlerken, anladıkları şeyi ve o zâlimlerin “Büyülenmiş birine tâbi oluyorsunuz.” diyerek fısıldaştıklarını çok iyi biliyoruz.

Necvâ, iki veya daha çok kimse arasında yapılan gizli konuşma olup fısıltı demektir. Bu âyette müşriklerin taraftar toplamak için yaptıkları kulisler ve gayriahlâkî iftiralar anlamında kullanılmıştır. Okunan Kurân’dan ‘Ne anladıklarını biz çok iyi biliyoruz.’ ifadesi aslında ‘Sözün güzelliği, dinleyenin algısı kadar anlaşılır.’ prensibinin Kurân’î beyanıdır. Güzel sözü anlamak güzelliğe aşina olmakla alâkalıdır. Kötü niyet, sûizan ve iftiralar, anlamanın önündeki gizli perdeler, kalpteki kapak ve kulaktaki tıkaçlardır. 

48-Bak, senin için nasıl misaller getirdiler ve bu yüzden dalâlette kaldılar. Artık yola güçleri yetmez.

Veya ‘darabe’ye vurma manasını verirsek âyeti şöyle meallendirebiliriz: “Bak seni nasıl misallerle vuruyorlar/yıpratıyorlar. Bu yüzden dalâlette kaldılar, artık ilerlemeye yardım bulamazlar.” Bu âyetin bize öğrettiği tutum; ortaya atılan fikri değil de o fikrin sahibini hedefe koymak, şahıslarla uğraşıp asıl meseleleri konuşmamanın müşrik tavrı olduğudur. Müşrik, yani bütüncül değil bölerek ve şahıslar üzerinden kast sistemi ile hayata bakan kafa, fikir üzerinde konuşmak yerine fikir adamlarını iftira, karalama ve kulislerle aşağılar. Şahıslarla uğraşan ve onları karalayan, kendini onların üstünde görüp Allah’a daha yakın bir konumda lanse eder. Aşağıladığını da dalâlet ile yaftalar. Bu tip insanlarla, emek ve sabır isteyen uzun soluklu projelere girilemez. Zira iftira, gıybet, karalama, tekfir, aşağılama hastalığı bağımlılık yapan bir haz oluşturur. Şirk ehli, halîm olma, müsamaha gösterme, sabredip yapıcı, birleştirici bir üslup kullanmaktan hoşlanmazlar. Bu nedenle sizi yarı yolda bırakırlar. Bu müşrik tavır, maalesef Kurân ehli olduğunu iddia edenlerde de kendini göstermektedir. Zira burada inanç, duygu ve taraftarlık zeminine bina edilmiştir. Şimdi de kendi aklını kutsayan, ilâhlaştıran, âhirete inanmayan ateist veya deist kesimin iddiaları zikredilecektir. Zira tek tip müşrik yoktur.

49-Ve dediler ki: “Biz, kemik ve ufalanmış bir yığın olduğumuz zaman mı? Gerçekten biz, yeni bir yaratılışla mı dirileceğiz?”

Sorudan muhatabın konuyu anladığı anlaşılmaktadır. Ancak anlamak inanmaya yetmeyebilir. Kurân’ın getirdiği en önemli ilkelerden biri öldükten sonra hesap için insanların dirileceği hakîkatidir. Bu ilke o kadar hayatîdir ki insanların suça, zulme, günaha ve haksızlığa yaklaşmasındaki en etkili unsurdur. Zira hesap için yeniden diriliş gerçeğini bir bedevîye inandıramazsanız onun yapamayacağı kötülük, işlemeyeceği cinayet yoktur. Ufalanmış kemik yığınının tekrar hayat bulmasını uzak görenlere verilen cevap şudur:

50-De ki: “Taş veya demir olun!”

Burada bedenin elementer dönüşümü ve en küçük moleküler bazdaki değişim ve dönüşüme bir gönderme yapılıp meydan okunmaktadır. Bir sonraki âyette de biyolojik başkalaşım konu edilecektir. Ölen bedenin başka bir canlıya hammadde sağlaması ve tabiatta gözlenen dönüşümden bahsedilerek tekrar dirilme delillendirilmektedir.

51-“Veya kafanızda büyüttüğünüz başka bir yaratılış olun. O zaman da bizi, kim geri çevirecek?” diyecekler. De ki: “Sizi ilk defa ortaya çıkaran.” Bunun üzerine sana başlarını sallayarak: “O, ne zaman?” diyecekler. De ki: “Yakın olması beklenir.”

Burada kafada/sudûrda olan materyalist düşünce öldükten sonra bedenin toprağa karışıp bir ağaca, bitkiye dönüşmesi ve onu büyütme düşüncesi veya inancı olabilir. Doğrusu da budur ki beden böyle bir süreçle topraktan gelir, toprağa döner. Ancak insan salt bir organizmadan ibaret değildir. Beden nasıl ki bir sünnetle hayat sahnesine çıkıp yaşıyorsa bunun tekrarlanma ihtimali üzerinden muhatap düşündürülmek istenir. Âyette “fetara” kelimesi ikinci doğum anlamına gelmektedir. İlk doğum annenin rahminden dünyaya, ikinci doğum toprağın rahminden âhiretedir. İhtimal edatı olan ‘asâ, bu gibi yerlerde (Krş. İsrâ:8) “belki” anlamında veya “umulur”  gibi ihtimal anlatan bir manaya gelmektedir. Zira kimse ölüp tekrar dünyaya geri gelmediğinden söyleyen ve muhatap için de bu konular gaybî konulardır ve mümin aynı zamanda gayba iman edendir. Buradaki ‘umma’ müminlere bir umut ve müjde iken, müşrikler için azap ve ceza anlamına gelmektedir. Aslında “De ki: Yakın olması beklenir veya umulur.” cümlesi ölümü ve hesabı insanın kendinden ve hayatından uzak görmemesi temennisidir. Zaten bir sonraki âyette ölüm ile dirilme arasında pek fazla bir sürenin geçmediği, bunların birbirlerine çok yakın süreçler olduğu şöyle ifade edilir:

52- Sizi çağıracağı gün, artık O’na hamd ile icabet edeceksiniz. Ve orada pek az kaldığınızı zannedeceksiniz.

Hamd ile tesbih etmeyenler sûr ile çağrıldığında hamd ile icabet etmek zorunda kalacaktır. Zira diriliş fıtratına kimse karşı koyamayacaktır. “Orada pek az kaldığınızı zannedeceksiniz.” cümlesi, öldükten sonra binlerce yıl kabirde kalınsa bile, diriltilecek insan için çok az bir süre gibi algılandığından “zan” kelimesi özellikle kullanılmıştır. Zira ölü, zamanı fark edemez, onun için zaman durmuştur. Bağlam tamamen kemik yığını olduktan, ölümden ve yeniden dirilişten bahsetmesine rağmen ne ilginçtir ki müfessirlerin çoğu (Taberi, Zemahşeri, Esed vs.) buradaki konuyu dünyada az kalmaya getirmişler ve zamanın göreceliği gibi uzak bir tevil yolunu seçmişlerdir. Aslında ilk muhatabın ölüm realitesi ve sonrası hakkında ciddi korku ve endişelerini besleyen bilinmezlik ve muğlâklıklara bir çözüm sunulmaktadır. Bunu es geçip dünya ve yaşam süresine konuyu bağlamak bizce asıl manadan uzaklaşmaktır. Dünya hayatının âhirete oranla çok kısa oluşu, zaten cennet ve cehennem anlatımlarında “Onların halleri orada ebedidir.’’ denilerek bol miktarda işlenmektedir. Bu âyetlerde birçok mitin üretildiği ölüm ve sonrası ile alâkalı bir açıklama getirilmiştir.

53-Ve kullarıma de ki: “En güzeli söylesinler!” Muhakkak ki şeytân, aralarını bozar. Muhakkak ki o, insana apaçık düşmandır.

Nezğ, “vesvese, dürtü, günahları süslü göstermek, rahatsız etmek, iki kişi veya toplumun arasına fitne sokup bozmak” anlamına gelmektedir. Âyet yeniden diriliş ve hesap gününün ne kazandıracağına dair bir açıklama barındırır. Şeytânî duygu ve düşünceler benmerkezci ve menfaatçidir. Menfaatperest olmanın aslında kazanç değil kayıp olduğu yine menfaatler kullanılarak anlatılmaktadır. Zira kendini düşünen insan bu sefer âhiretine yatırım yapmaya başlar. Bu hâl zamanla bir hûy, ahlâk, karakter ve mizaç hâline gelirse o kişiden güzel bir insan, güzel bir kul yaratılmış olur. Kurân en güzel sözü de âyette tarif etmektedir. İnsanların arasını yapan, onların dost ve kardeş bir şekilde yaşamalarına yardım eden sözler en güzel söz iken, tersi en kötü, çirkin ve Rahmân’ın sevmediği laflardır. (Bölücü şirk düşüncesinin tam zıddı için bkz. İsrâ 47-48) Düşmanın kişiler değil de şeytânî tavırlar olduğu da bu âyette ifade edilmiştir.

54-Rabbiniz, sizi iyi bilir. Dilerseniz size rahmet eder veya dilerseniz size azap eder. Ve seni, onlara vekil olarak göndermedik.

Âyet insanın ihtiyâr (seçme) gücüne atıfla “yeşâ” fiilini kullanmaktadır. İnsanlar imanı seçmede tamamen özgür bırakılmıştır. Peygamberin bile insanlara imanı kabul ettirmede bir baskısı, zorlaması, dayatması söz konusu olamaz. Peygamberlerin izinden gidene düşen Allah’ın rahmetini müjdeleyici ve azabından sakındırıcı olmaktır. Vekîl kelimesinin Kurân’da en çok kullanıldığı yer bu sûredir. (Bkz. İsrâ:2)

55-Ve Rabbin, göklerde ve yerde olan kimseleri iyi bilir. And olsun ki bir kısım nebîleri, diğerlerine fazîletli kıldık. Ve Dâvûd’a Zebûr’u verdik.

Kalın yazıyla yazılan her kitaba, zebûr ismi verilir. Zebûr, Hz. Dâvûd’a inen kitaba özel isim olmuştur. Zebûr, Kurân’da toplam üç yerde geçmektedir. (Krş. Enbiya:105, Nisâ:163) Günümüzdeki durumu ise “Mezmûrlar” adı altında Tevrat içerisinde bir bölüm olarak yer almaktadır. Kitab-ı Mukaddes külliyatında ve Ahd-i Atik bölümü içinde yer alan “Mezmûrlar” diye zikredilen kitabın içinde 150 Mezmûr vardır. İlk Mezmûr “Ne mutludur o adama ki, kötülerin öğüdü ile yürümez ve günahkârların yolunda durmaz.” cümleleriyle başlamakta, 150. Mezmûr da, “Bütün nefes sahipleri Rabbe hamd etsin, Rabbe hamd edin!” sözleriyle son bulmaktadır. Özellikle Hıristiyanların pazar ayinlerinde ve Süryani Ortodoksların namazlarında Mezmûr’dan seçilmiş parçalar okumayı ihmal etmedikleri bilinen bir husustur.

Peygamberlerin kendi aralarındaki bir üstünlük farkı söz konusu değildir. Maalesef bu ve benzeri birçok âyette fadlın, fazîlet ve kabiliyet farkları olarak değil de üstünlük olarak meallendirilmesi muhatabın zihninde hiyerarşik bir üstünlük anlayışına sebep olmuş ve bu durum Hıristiyan veya peygamberleri yarıştıran Yahudilerin düştüğü hataların benzerine düşülmesine yol açmıştır. “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” veya “Nûru Muhammedî, hakîkati Muhammedî” gibi tezler bu sınıfsalcı/elitik düşüncenin sonucu ortaya atılmıştır. (Ayrıca faddalna için bkz. İsrâ:21) Kurân burada bir üstünlükten değil farklı fazîletlerden bahsedip bir örnekle konuyu bağlar. O da Hz. Dâvûd’a Zebûr’un verilmesidir. Hz. İbrâhîm ve Mûsâ’ya sayfaların (suhûf) verilmesi, Hz. Dâvûd’a Zebûr’un verilmesi bir üstünlük kriteri değil, bir farklılık göstergesidir. Zira fazîletli kılma, üstün kılma anlamına gelmez. Bir hastaya Allah’ın şifa vermesi, onu diğer insanlardan üstün tuttuğu anlamına gelmez. Onun ona ihtiyacı olduğunu gösterir. Zira diğer insanlar zaten sağlıklıdırlar. Allah’ın fazîleti duruma, zamana göre kuluna yaptığı ihsânıdır. Hz. Eyüp’ün hastalığında Hz. Süleyman’ın mülkü bir işe yaramaz veya Uhud’da Hz. Mûsâ’nın asasının bir işe yaramayacağı gibi. Câlût’un karşısında Hz. Yakup’un güzel sabrı mı yoksa Hz. Dâvûd’un cesaret ve becerisi mi belirleyici olurdu? Önemli olan her şeye sahip olmak değil doğru zamanda, doğru yerde ihtiyaç duyulana sahip olmaktır. İşte buna Rabbimiz fadl demektedir. Bu âyette Allah “Neden Hz. Dâvûd’u ve onun kitabını gündeme getirmiş de başka bir peygamberi getirmemiştir?” sorusuna cevap olarak şunu söyleyebiliriz: Zira peygamberleri yarıştırma kafası daha çok Yahudileşmiş İsrailoğullarının ortaya attığı bir tez idi. Medine’de, Yahudiler ve üstün ırk tezi ile karşılaşacak olan Müslümanlar şimdiden hazırlanmaktadır.

56- De ki: “O’ndan başka öne sürdüklerinizi çağırın!” Oysa onlar, sizden bir darlığı giderme ve onu değiştirme gücüne mâlik değillerdir.

Kurân burada tüm inançların müntesiplerine seslenir. İnançlar, putlar, idolleşen ölmüş zatlar, türbe veya yatırlar, nazar boncuğu, kutsal haç, muska gibi semboller, objeler sizden bir kötülüğü deffediyor mu? Veya kötü hâli iyi hâle dönüştürmeye (tahvilen) güçleri yetiyor mu? Rabbimiz pragmatik/faydacı bakmamızı istiyor. Pragmatik yaklaşım faydacı ve eylemlerle ilgili demektir.

57-İşte o dua ettikleri bile Rabblerine daha yakın olmak için vesile ararlar ve O’nun rahmetini ümit ederler, O’nun azabından korkarlar. Muhakkak ki Rabbinin azabı, çekinmeye değerdir.

Âyette yardım istenen ve Rabbe yakınlık oranında sınıflandırılmış vesilelerden söz edilmektedir. Bu vesile kılınanların aslında Rahmân’a yaklaşmak için vesile arayan âcizler olduğu soru formatında ifade edilmiştir. Âyetin beyanından açıkça anlaşıldığına göre, şirk, bazılarının zannettiği gibi sadece Allah’tan başkasına rükû ve secde etmekten ibaret değildir. Allah’ın astında/dûnunda, berisinde yardımcılara yalvarma ve ilâhî yardım dilekleri de şirk kapsamına girmektedir. Çünkü yalvarmak ve yardım dilemek bir tür ibadettir. Bu ibadeti Allah’tan başkasına yaparak vesileler aramak kişiyi, kullara ve sembollere kul olmakla sonuçlanan bir sürece sokar. (Arâf:29-55- 205-206, Secde:16, Mümin:14-65) Kurân Mâide 35’te Allah yolunda kişinin kendi emeği ile mücadele etmesi gerektiğini, mücadelesini vesile edinebileceğini şöyle ifade eder: “Ey iman edenler! Allah’a karşı takvalı olun ve ona yaklaşmaya vesile arayın ve onun yolunda mücâhede edin ki felâha erebilesiniz.” (Mâide:35) Kurân’da iki yerde geçen vesile, olumsuz olarak başkasını ve başka şeyleri aracı vesile edinmek; olumlu olarak takva, emek ve mücâdele manasında kullanılmıştır. Allah’tan bir şeyler isterken başka kişileri vesile edinmenin Kurân’î bir karşılığı yoktur. Tevessül çeşitlerinden biri olarak kabul edilen falanca kişinin hatırına veya filancanın yüzü suyu hürmetine senden yardım diliyorum, onları vesile kılıyorum gibi âciz beşerleri, nesneleri, kabirleri, türbeleri vs. aracı kılma şeklinde yapılan tevessülün Kurân’î ve İslamî bir karşılığı yoktur. Metindeki kelimeler, burada adı geçen ilâh ve yardımcıların taştan yapılmış putlar değil, ya melekler ya da ölmüş azizler olduklarını göstermektedir. Bu âyette, insanların yardım dilediği hiçbir melek, aziz veya peygamberin hiç kimsenin yalvarmasına cevap verecek güçte olmadığı açıkça belirtilmektedir. ’’Onlar kendileri Allah’tan merhamet umar, azabından korkar ve O’na yakınlaşmak için vesile ararken siz nasıl onları vesile edinirsiniz?’’ şeklinde içinde reddiye bulunan bir soru ile âyet tamamlanır.

58- Hiçbir toplum yoktur ki biz onu kıyâm gününden önce helâk edecek veya şiddetli bir azâb ile azaplandıracak olmayalım, işte bu kitapta kayıtlıdır.

Mestûr kelimesi de, “satırlanmış, yazılmış; satır satır yazıya geçmiş” anlamına gelmektedir. Allah yarattığı kâinat için kanunlar koyduğu gibi değişmeyen sosyolojik yasalar da koymuştur.

Burada iki sınıf toplumdan bahsedilir. İlki doğal sebeplerle iktidar veya hükümranlık süreleri dolan topluluklar, diğeri de maddî-manevî hatalar sonucu erkenden tarih sahnesinden çekilenlerdir. Rabbimiz sünneti ile kayıtlı sosyolojik bir yasadan bahseder. O da hiçbir iktidarın, toplumun, devletin ilelebet yaşamayacağı hakîkatidir. Bir ülke yıkılır, yeni bir ülke ve toplum kurulur. Bu, tarihî ve açık bir hakîkattir. Müfessirlerce tercih edilen yoruma göre, âyetteki “helâk”ten maksat alelade ölüm, “azap”tan maksat ise, düşmanlar tarafından katledilmek veya çeşitli doğal musibetlere maruz kalmak sûretiyle tarih sahnesinden çekilmektir.

Sûrenin başındaki hicret emrini destekleyen bir ifade daha karşımıza çıkmaktadır. Mekkeli müşriklerin kurduğu düzenin ebediyen devam etmeyeceği, o devrin kapanıp yepyeni bir devrin açılmasının Allah’ın sünneti olduğu ifade edilmektedir. Zira zulümle abad olanın âhiri berbat olur.

59-Bizim âyet göndermemize mâni olan, ancak evvelkilerin onu yalanlamış olmalarıdır. Semûd kavmine gözlerinin önündeki dişi deveyi verdik. Ancak ona zulmettiler.  Ve biz o âyetleri sadece korkutmak için göndermedik.

Allah, resûlleri ile toplumu bekleyen sosyolojik helâkleri haber verdiği gibi maddî âfetleri de resûlleri ile önceden bildirir. Hatta maddî-manevî helâklerden kurtuluş yollarını da öğretir. Sadece korkutmak için değil, nasıl tedbir alınması gerektiğine dair âyetleri de gösterir. Semûd kavmi bu âyette örnek olarak sunulmuştur. Semûd kavmine gelecek âfet ile alâkalı uyarı, alâmet ve âyetler önceden ulaştırıldığı gibi, kaçmaları için gözlerinin önündeki yabani deve de bir âyet olarak gösterilmiş, ancak bu rahmete zulüm ile mukabelede bulundular. “Bizim âyet göndermemize mâni olan şey, ancak evvelkilerin onu yalanlamış olmalarıdır.”  Bu âyet, Hz. Muhammed’e mucizeler verilmemesinin sebebinin öncekilerin mucizeleri/âyetleri yalanlamaları olarak algılanmış ve anlatılmıştır. Bu yanlış anlaşılma, mucize kavramıyla ilgili zihinlerde bulunan algılar sebebiyle gerçekleşmiştir. Burada âyet kavramına mucize anlamı giydirildiği için âyetin anlamı Kurân’ın temel mantığına aykırı şekilde tevil edilmeye çalışılmıştır. Bu anlayışa göre, yalanlamalarına rağmen onca kavme defalarca âyet/ mucize gönderen Allah, sıra Hz. Muhammed ve etrafındakilere gelince geçmiş kavimlerin defalarca gönderilen âyetleri yani bu anlayışa göre mucizeleri inkâr etmeleri sebebiyle göndermemiştir. Oysa iç bağlam da tamamen evvelkilerin âyetleri yalanlamaları sebebiyle yine onlara âyet gönderilmemesiyle ilgilidir. Bunun temel sebebi de onların yalanlama eylemleridir. Burada âyetin hedefi ve örneklendirmesi âyetleri yalanlayan evvelkilerdir. Buna ilave olarak şunu sormak gerekir: Öncekilerin suçu sonraki nesillere fatura edilebilir mi? Kaldı ki hâşâ Allah tecrübe ederek mi öğrenir? Hayır. Bu sorulara klasik tefsir bakışı ile ve bu bakışın bulandırdığı zihinlerle izahlar getirilemez. Evvelkilerin âyetleri yalanlaması yeni âyetler almalarına engel olan bir sonla tarih sahnesinden silinmeleridir. Başka bir deyişle artık helak oldukları için âyet alamamalarıdır. Bunun örneği de hemen sonraki cümle olan Semûd’a dişi devenin gönderilmesidir. Deveyi evcilleştirip bulundukları bölgeyi terk etmek yerine devenin ayaklarını kestiler, (âyeti yalanladılar) bulundukları yerde kalakaldılar, gelecek azapla yok olup gittiler ve âyet alamayacak duruma düştüler. Ve bu durum tarihte her kavim için defaatle tekerrür etmiştir. Bu bakımdan bu âyet, yeni muhataplara bir uyarı anlamı taşır. Dolayısıyla bu bakışla âyeti tekrar okuduğumuzda sonuç şöyle olmaktadır: Evvelki ümmetlere/kavimlere Bizim yeni âyetler göndermemize mâni olan/engel olan şey, sadece o evvelkilerin gönderilen âyetleri yalanlamış olmalarıdır.’’ cümlesindeki âyetler, azabı haber veren uyarı, işâret ve alâmetlerdir. Bu alâmetlerin doğru okunması insanda korkuyla tedbirler üretmesine vesile olur. Ancak alâmetleri doğru okumamak, yalanlamak anlamına gelip maddî-manevî helâk ve azapla sonuçlanır. Şimdi Kurân’da muhatabın tedbir almasını sağlayacak korkutan uyarılara dair örnek verilecektir.

60-Ve biz sana muhakkak ki Rabbinin, insanları kuşattığını söylemiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyeti ve Kurân’daki melûn ağacı, insanlara sadece fitne kıldık. Ve Biz, onları korkutuyoruz. Fakat onların büyüdükçe büyüyen azgınlıklarından başka bir şeyi arttırmıyor.

Allah’ın insanları kuşatması, “O’nun hikmetinin ve kudretinin, insanları çepeçevre sarması ve kuşatması” demektir. Bu kuşatma, zaman ve mekânla alâkalıdır. Zira Allah insanların içinde bulunduğu hâli ve gelecekte onları bekleyen felâketleri çepeçevre kuşatandır. Muhît, Allah’ın bir esmasıdır ve genelde inkâr edenleri, münafıkları çepeçevre kuşatması anlamına gelir. (Bkz. Buruc:19-20) Ayrıca kelime sadece cehennemin bir sıfatı olarak kullanılır. (Bkz.Tevbe:49) Kurân’da kullanıldığından dolayı bu kuşatmayı hayırdan ziyade şer ve korkutucu son ile ilgili düşünmek daha doğru olacaktır.

Burada rüyet olarak meallendirdiğimiz rü’yâ, ibsar’dan farklı olarak somut ya da soyut, maddî ya da manevî akledilebilir her şeye delâlet eder.  Bildiğimiz “düş”ten farklıdır. Çünkü burada “görülen” değil ısrarla “gösterilen” bir şeyden söz edilmektedir. Müfessirlerin ekseriyetine göre âyete, “görüntüler” ile tercüme edilen “rü’yâ” kelimesi, Hz. Peygamber’in İsrâ gecesindeki müşahedeleridir. Allah elçisine gelecek ile ilgili bir öngörü, (previzyon) göstermiştir. İnsanların hayatını kurtaracak bu öngörü, hedef aslında topluma yön veren önderlerde olması gereken hayatî bir meziyettir.

“Kurân’da lanetlenen ağaç” çoğunluğun görüşüne göre, cehennemdeki ‘zakkum ağacı’dır. ‘’Böyle bir yerde konaklamak mı iyi, yoksa zakkum ağacı mı hayırlı?’’ (Saffat:62) Görüldüğü gibi Saffat sûresinde bu ağaç bir yerde konaklamanın, misafir olmanın zıddı olarak konumlandırılmıştır. “Lânetli” yahut “lânetlenmiş” ağaç genellikle bu ağaçtan yiyenlere lânet geleceği mânasında anlaşıldığı gibi, Arapların zararlı ve hoşlanılmayan yiyecekler için “melûn” demeleri de buradan gelir. Bu ifade esasen geleceğe yönelik müminleri bekleyen tehlikeyi haber verip onları korkutarak tedbir almalarını sağlayan âyet, işâret ve alâmettir. Yukarıdaki anlam akışı içinde ağaç, Mekke’den hicret etmeyip orada konaklamaya devam edenlere yapılmış bir kıyas ve benzetmedir. Vazgeçilemeyen mallar, hicret edilmediğinde zaten zehir zıkkıma (melûna) dönüşecektir. Ancak hicret edip-etmeme konusunda müminler arasında gönüllü olmayan, hurmalıklarından, taşınmaz mallarından vazgeçemeyenlerin olması ve bir an önce plânsız programsız kaçmak isteyenlerin ısrarı bu konuyu tam bir fitneye (baskı unsuruna) çevirmiştir. Aynı zamanda müşriklerin korkunç akıbetlerine bir gönderme yapmaktadır.

Fitne kelimesinin aslı ‘fetn’dir. “Fetn” sözlükte, altın ve gümüş gibi değerli madenlerin cevherini cürufundan ayırmak için onları ateşte eritmek demektir. Bu nedenle fitne, imtihanın en ağırı ve en zorudur. Kısaca “fitne” deneme ve imtihana tâbi tutmak, sınamak, maddî ve manevî sıkıntı, üzüntü, belâ ve felâketle imtihan etme gibi anlamlara gelir. Eğer Mekke, terk edilmezse bir daha âyet alamayacakları da 59’da şöyle ifade edilmişti: “Bizim âyet göndermemize mâni olan, ancak evvelkilerin onu yalanlamış olmalarıdır.” İsrâ sûresinin ilk âyetinde ifade edilen âyetleri göstermek için yürü/t/menin (rüyânın) gerçekleşmemesi durumunda âyetlerin gönderilmesine mâni olacak bir konjonktürün oluşacağı imâ edilir. İlk muhataba yapılan teklif şudur: Peygamberinizin âyet almaya devam etmesini ve aranızda yaşamasını istiyorsanız ona gösterdiğimiz rüyaya (öngörüye, vizyona, gelecek ile ilgili hedefe) uyun! Yoksa “âyetleri yalanlamış ve hayatı kendi ellerinizle cehenneme çevirmiş olacaksınız!” Konunun Âdem-İblis kıssasına getirilip yasak ağaç ve insanların imtihanına bağlanması manidardır. “Ve onlardan güç yetirdiklerini, onunla aldat. Evlâtlarında ve mallarında onlara ortak ol. Ve onlara vaad et.” (İsra:64) Şeytânın insanı aldatma argümanlarının dünyalıklar üzerinden anlatılması, peygamberin gördüğü rüyeti, vizyonu, hedefi onların dünyalıklar yüzünden görememeleri ve bu dünyalıkların nimet değil cehennem azığına dönüşeceği uyarısıdır. Hz. Âdem yasak ağaca yaklaşarak cennetinden olduğu gibi Mekkelilere de Allah’ın uyarısına rağmen verimli hurmalıklarından, mal ve evlatlarından kopmayıp ona yaklaşırlarsa hayatlarının cehenneme dönüşeceği ihbarı yapılır.

61-Ve meleklere: “Âdem’e secde edin!” dediğimiz zaman İblis hariç hemen secde ettiler. Dedi ki: “Ben, senin çamurdan yarattığın kimseye mi secde edeyim?”

Melâike, secde ve İblis için Bkz. Tâhâ:116

62- Dedi ki: “Senin görüşüne göre, benim üzerime mükerrem kıldığın kimse bu mu? Eğer beni kıyâmet gününe ertelersen, onun zürriyetinden pek azı hariç, mutlaka bana tâbi kılacağım.”

Mükerrem, ikram olunmuş demektir. İnsanın ilâhî ikrâm olan rûh ile donatılmasıdır. Bu bilgi ile eşyanın melekûtunun ona boyun bükmesi, insanı karanın ve denizin hâkimi konumuna yükseltmiştir (Bkz. İsrâ:70) Burada İblis tavrı takınan, kendini beğenip yetim Hz. Muhammed’e tepeden bakan müşriklerin tutumlarının kökenine bir ışık tutulmaktadır. (Bkz. “Ve dediler ki: “Bu Kurân’ın, iki beldeden, bir büyük adama indirilmesi gerekmez miydi?” (Zuhruf:31) “Ve dediler ki: “Bu nasıl elçi ki, yemek yiyor ve çarşıda pazarda dolaşıyor. Ona bir melek indirilseydi olmaz mıydı? Böylece onunla beraber uyarıcı olurdu.” (Furkân:7)

Âyetteki tâbi kılmak “ahtenikenne” ile ifade edilmiştir. Bu kelimenin kökü olan haneke fiili “bir şeyi anlamak, sağlamlaştırmak, hayvana yular, gem takmak sûreti ile kontrolü sağlamlaştırmak; tecrübenin insan aklını, görüşünü sağlamlaştırması” demektir. Yine bu kökten hanek, “alt çene kemiğine” verilen addır. İhteneke; at, katır gibi hayvanlar için “Alt çenesine ip geçirdi.” anlamına gelir. Buna göre şeytânî duygu ve düşüncelerin insana yular takıp onu istediği yöne çekeceğini âyet canlandırarak anlatır. Bu duygular, gem vurup yular takarak insana hâkim olmak ister. İnsanoğlunun bu zaafının ölene, hatta bunları gördüğü amel defterinde okuduğu kıyâm gününe kadar peşini bırakmayacağı ‘Beni kıyâmet gününe ertelersen…’ cümlesi ile anlatılmaktadır.

63-“Git! Artık onlardan kim sana tâbi olursa, o zaman muhakkak ki sizin karşılığınız, eksiksiz bir karşılık olarak cehennemdir.”

Hz. Muhammed de Allah’ın emirlerine uyulmaması durumunda insanları bekleyen akıbetin cehennem olacağını ifade eder. Bu âyette Allah’ın İblis’e söylediği ile Resûl Muhammed’in çevresindekilere söylediği arasında bir fark var mıdır? Bu konuşmalardan dolayı İblis’in Allah’ı gördüğü, melekler ile sanki hep beraber bir meydanda iken Allah’ın onlara seslendiği, yüz yüze iki insanın konuştuğu gibi konuştuğuna dair zâhirî bir algı oluşabilir. Aslında bu üslup, temel mesaj ve hikmetin muhatapta anlaşılması ve kalıcı olması için seçilmiştir. Buradaki rollerin somut karşılığı şöyledir: Hz. Âdem ile anlatılan Resûl Hz. Muhammed, melekler Resûl’e itaat eden sahabe, şeytân da ona düşman olup kendini yetim Muhammed’den üstün gören müşriklerdir. Vahye, gelen emirlere boyun bükmeyen, secde etmeyen şeytânlaşan müşriklerin Allah’ı görüp onunla konuşmasına nasıl ihtiyaçları yoksa Âdem-İblis kıssasında da İblis’in Allah’ı görmesine, karşılıklı konuşmasına gerek yoktur. Böyle anlamak hatalıdır. Şimdi insanların şeytânî duygu ve düşüncelerinin peşine nasıl düşeceği yine bu betimleme ile, soyut kavramların somutlaştırılarak muhatabın göz önünde canlandırmalarını sağlayan üslupla pasaj devam edecektir.  

64-“Ve onlardan güç yetirdiklerini, sesinle tedirgin et! Süvari ve piyadelerinle onları yaygaraya boğ. Evlâtlarında ve mallarında onlara ortak ol. Ve onlara vaad et!” Şeytânın vaad ettikleri aldanıştan başka bir şey değildir.

Bu âyetlerde hâşâ Allah şeytâna taktik mi vermektedir? Yani sen gözüne kestirdiklerine şunları şunları yap başarılı olursun mu diyor? Hayır! Burada şeytâna değil, bu betimleme üzerinden bizlere bir mesaj verilmektedir. Şimdi o mesajın peşine düşeceğiz. Süvari ve piyade benzetmesi ile hicret sonrası Mekkeli müşriklerin gerekirse savaşarak Müslümanları rahat bırakmayacakları, peşlerine düşecekleri üzerinden yapılan hicret karşıtlığını ve savaş çığırtkanlığını okumaktayız. Nitekim de öyle olmuştur. İstefezze kalıbı, “birinin temkin ve metanetini yok ederek kararsız kılmak, yerinden çekip atmak, tedirgin etmek’’ anlamına gelmektedir. Eclib kelimesi “bağırmak, çağırmak, yaygara koparmak” anlamına gelen celebe fiilinin emir kalıbıdır. Süvari ve piyadelerin düşman üzerine saldırdığında kendilerini ve diğer askerleri motive edip saldırganlaştıran, sürü güdüsü ile cesaretlendiren bağırışlara da denir. Âyetteki “onlardan güç yetirdiklerini”  ifadesi sürü güdüsü ile hareket edip kalabalıkların nispî güvenliğine sığınanlardır. Mekke’de kalmak, çoğunluğun içinde kalmaktı. Ancak bu sürünün başındakiler yüzünden yardan atlamak üzere olduğunu göremeyenler vardı. Evlât ve mal, soyun devamı ve mirasın sürekliliği anlamında insanın içindeki sonsuza kadar yaşama arzusunun yansımasıdır. Bunda âhiretin olmayışı, şeytânî duygu ve düşüncelerin ortak olmaya, kazanımlara, bozuk çevre ve dünyalıklara duyulan aşırı sevgi ile kendini onların önünde nesneleştirmeye, onlardan vazgeçemeyerek kul köle durumuna düşürmeye götürür. Zira terk edilemeyen senin değildir. Eğer insan malın efendisi ise onu istediği zaman azat eder, terk eder ama mal onun efendisi ise sonunda ölüm olsa da onu terk edemez. Ğurûr kelimesinin fiil hâli olan ğarre, bir kişiyi gaflet halinde yakalayıp ondan istediğini almayı ifade eder. ‘’Gâratin-nakah: Devenin sütü azaldı; fakat daha önce azalmayacağı zannediliyordu.’’ demektir. Mekke’deki müşriklerin zannı da din ticareti ve putlarla kazandıkları rantın kesilmeyeceğidir. (Hizbuşeytân için bkz. Mücadile:19)

65-Muhakkak ki Benim kullarımın üzerinde, senin bir saltanatın yoktur. Ve senin Rabbin, vekil olarak kâfidir.

Mala-mülke, eşe-dosta kul olmamanın yolu Allah’a kul olmaktan geçer. Şeytânî duygu ve düşünceler Rabbe tevekkül edenlerde saltanatını kurup onlara baş eğdiremez, sultan olamaz. İşte Kurân’ın zararı uzaklaştırması ve insanı özgür kılarak hayatını kolaylaştırması bu manaya gelmektedir.

66-Sizin Rabbiniz O’dur ki, onun fazlından arayasınız diye denizde gemileri sizin için yüzdürür. Çünkü O, size merhametlidir.

Burada gemi örneğinin verilmesi bir noktadan başka bir noktaya yapılacak hicret ile alâkalıdır. Detaylar 69. âyette verilecektir.

67-Ve size, denizde bir darlık dokunduğu zaman, Onun haricinde dua ettikleriniz kaybolur gider. Fakat sizi, karaya çıkarınca yüz çevirdiniz. Ve insan çok nankördür.

Durr, bu bağlamda “rüzgârın şiddetinden ve dalgaların korkunçluğundan ötürü meydana gelen boğulma korkusu” demektir. Messe kelimesinin kullanılma sebebi, dokunmanın geçici olmasıdır. Sıkıntı kalıcı değil geçicidir, yerini hemen ferahlığa bırakabilir, değişime müsaittir. Buradaki örnek batan gemi veya düşen uçakta insanların ölüm korkusu ile sergiledikleri davranış farklılıklarını konu almaktadır. Uçak, içindeki yolcular ile aniden irtifa kaybeder veya dev dalgaların arasında geminiz su almaya başlarsa artık o anda güzelliğin, zenginliğin, tanınmış biri olmanın, çok kudretli bir makama sahip olmanın aslında hiçbir değeri kalmamaktadır. Eskiden öncelediklerimiz bir anda aklımıza dahi gelmeyecek kadar önemsizleşirken, hiç önemsemediğimiz, sürekli kendimizden uzak görüp değer vermediğiniz, belki de yakıştırmadığınız ölüm gerçeği ve sonra ne olacağına dair sorular bir anda aklımıza hücum edecektir. Bu yaşanan panik insanın daha iyi, daha dürüst olacağına ve başkalarına daha çok yardım yapacağına dair yeminler ettiği, kendini acımasızca eleştirdiği bir öze dönüşe sahne olur. Fakat gemi sahiliselâmete çıktığı veya uçak güvenle indiğinde insan yine o değersiz konulara hemen geri dönerek yaptığı öz eleştirileri, yalvarmaları unutur. Oysa aslında yaşam her an sonlanacak kadar kırılgandır.

68-Öyleyse karada sizi yere geçirmesinden veya üzerinize, taş yağdıran bir fırtına göndermesinden emin mi oldunuz? Sonrasında bir vekil de bulamazsınız.

Mekke’de yaşayanları bekleyen maddî-manevî felâketler örneği üzerinden hicret yolculuğunu ölüm korkusu ile göze almayanlara üstü kapalı, dolaylı bir üslupla Kurân örneklemeler sunmaya devam etmektedir. Ölüm korkusu ile savaşmak istemeyen müminlere de Medine’de “Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde de bulunsanız yine kurtulamazsınız.” Nisa 78’de benzer bir uyarı yapılacaktır. İsrâ sûresi ilk âyetteki yönlendirmenin dolaylı ve üstü kapalı üslubundan dolayı mescidiaksa konusunda Habeşistan tecrübesi ileri sürülerek oraya hicretin daha doğru olacağını iddia edenlere cevaben pasaj şöyle devam etmektedir:

69-Başka bir sefer sizi oraya döndürmesinden böylece sizin üzerinize kasırga gönderip nankörlüğünüzden dolayı sizi boğmasından emin mi oldunuz? Sonra Biz’e karşı yardım da bulamazsınız.

Buradaki sefer yapılan Habeş hicretidir. Hz. Peygamber ve kendisine inananlar da daha önceki peygamberler ve ümmetlerinin âkıbetine maruz kaldılar. (Bkz. “Senden önce de gönderdiğimiz resûllerimizin sünneti budur. Ve sünnetimizde bir değişiklik bulamazsın.” İsrâ:77) Mekke müşriklerinin inananlara karşı takındığı olumsuz tavır sadece İslâm’ı reddetmekten ibaret değildir. Hz. Peygamber alaya alındı, ona inananlara baskı uygulandı ve bu baskılar İslâmiyet’in Mekke’de yayılmaya başlaması üzerine eziyet ve işkenceye dönüştü. Hatta Ammâr b. Yâsir’in babası Yâsir ve annesi Sümeyye işkenceyle öldürüldü. Amcası Ebû Tâlib tarafından himaye edildiğinden Hz. Muhammed bu tür eziyetlere başta doğrudan maruz kalmadı. Ancak ashabının başına gelenlere son derece üzülüyor ve işkenceleri engellemeye de gücü yetmiyordu. Resûl-i Ekrem, aralarında Hz. Osman ve karısı Hz. Rukıyye (Hz. Peygamber’in kızı), Ca‘fer b. Ebû Tâlib ve hanımı Esmâ bint Umeys, Osman b. Maz‘ûn, Zübeyr b. Avvâm, Hâlid b. Saîd ve karısı Ümeyme bint Hâlid, Abdullah b. Cahş, Abdullah b. Mesûd, Abdurrahman b. Avf, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Mus‘ab b. Umeyr gibi kişilerin de bulunduğu bir grup Müslümanın Habeşistan’a gitmesine izin verdi. Habeşistan Necâşîsi Ashame’nin semâvî bir dine mensup adâletli bir hükümdar olması ve Arapça bilmesi hicret için Habeşistan’ın seçilmesinde önemli bir sebep teşkil ediyordu. Ayrıca ulaşım kolaylığı ve muhacirlerin malî sıkıntılarını daha rahat şekilde giderebilmeleri imkânı da bu seçimi etkilemişti. On bir erkek ve dört kadından oluşan Müslüman kafilesi 615’te Mekke’den Şuaybe Limanı’na, oradan da bir tekneyle Habeşistan’a gitti. Bu hicret, Hz. Peygamber’in henüz tebliğinin ilk yıllarında iken Afrika ile temasa geçmesini sağladı. İlk muhacirlerin iyi karşılanması üzerine ikinci hicret kafilesine yetmişten fazla Müslüman katıldı (616). Böylece Habeşistan’a hicret edenlerin sayısı İbn İshak’ın kaydına göre kadın ve çocuklar hariç sekseni aşmakta ve toplam 108 kişiye ulaşmaktadır. Âyetteki ‘Başka bir sefer sizi oraya döndürmesinden böylece sizin üzerinize kasırga gönderip, nankörlüğünüzden dolayı sizi boğmasından emin mi oldunuz?’ ifadesi Habeşistan seçeneğinin olumsuz sonuçlanacağını ihbar etmektedir. Buradaki nankör, Habeş hicretini kendi sinsi planları için suiistimal ederek kullanan savaş çığırtkanlarıdır.

70-Ve doğrusu Âdemoğlunu mükerrem kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Ve onları temiz şeylerden rızıklandırdık. Ve onları fazlımızdan bol bol lütfedip yarattıklarımızın çoğundan daha fazîletli kıldık.

Âyetin birinci bölümünde kerramnâ yani mükerrem kılınma ile son bölümündeki faddalnâ yani bol bol lütfedilme ifadesinin kullanılması verilen ikrâmın mahiyetine bir göndermedir. ‘Tafdîl’ ikrâm edilen fazîletlerle gelen bir sonuçtur.

Beşerin insan olmasına yarayan akıl, vicdan, merhamet ve irade ikrâmlarını insan hayır yönünde kullanırsa bu ikrâmlar bir fazîlet ve meziyete dönüşürken, şer yönünde sûistimal ederse onu zayıflatan bir zaafa dönüşecektir. Bu zaaf da şeytânî duygu ve düşüncelere secde olarak Âdem-İblis kıssasında sembolize edilmiştir.

Dünya yaşam alanı olarak karalar ve denizlerden oluşur. Kara ve denizde avlanan, onları aktif kullanan insan yeryüzünün tüm imkânlarından istifade etmektedir. Buradaki insan, yeryüzünün doğal kaynaklarını tüketerek onu kirleten, ifsât eden beşerler değil yeryüzünün halîfesi olan ilk adamın izinden giden âdemoğullarıdır.

71-O gün bütün insanları, imâmları ile çağırırız. Böylece kitabı sağdan verilen kimseler, artık kitaplarını okurlar. Ve zerre kadar zulmedilmez

İmâm kelimesinin sözlük anlamı; önde olan, kendisine uyulan, önder, lider demektir. Peki, bu âyetteki imâmların çağrılması ile amel defterlerinin okunması arasındaki bağlantı, hikmeti nedir? İmâmları gelmeden amel defterini okuyamıyorlar mı? Hani hesap sorucu olarak kişi kendine yeterdi? (Bkz. İsrâ:14 “Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen sana yetersin!”)

Cevabı nüzulde daha önce inen şu âyet vermektedir: “Muhakkak Biz, Biz ölüleri diriltiriz. Ve takdim ettikleri şeyleri ve onların eserlerini yazarız. Ve her şeyi imâmımübînde saydık.” (Yâsîn:12) Bizce imamımübînden maksat Kur’ân-ı mübîndir. Çünkü Rabbimiz, insanlar için gerekli yol haritasını; iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini, hakkı, bâtılı, imânı, küfrü, cennete veya cehenneme götüren sebepleri apaçık olarak Kurân’da bir bir sayıp dökmüştür. İmâm; öncü olan, önderlik eden, kılavuzluk eden manasındadır. Kurân’ın bir adı da imamımübîndir. İmâmınız Kurân olsun. Şimdi İsrâ 71’e geri dönelim. Yapılanların hak mı, bâtıl mı, helâl mi, harâm mı olduğuna dair önceden bildirilmiş âyetler, kanunlar, kurallar olmalı ki yargılama sağlıklı bir şekilde gerçekleşsin. Her ümmetin kendilerini bağlayan o günün şartlarındaki şeriatleri ile mahkemeikübrada yargılanacakları ifade edilmektedir. Bu nedenle zerre kadar zulmedilmeyeceği belirtilmiştir. Zira kimse duymadığından, bilmediğinden yargılanmayacaktır.

72-Ve burada, kim kör ise artık o âhirette de kördür. Ve yoldan daha çok sapmıştır.

İlâhî yasaklara uymamanın zararı sadece âhiret ile sınırlı değildir. Hakîkate kör olmayı tercih edenler aslında dünyada iken artan bir sapma ile cezalandırılmaktadır. Bu sapmada sadece kişinin kendi ile alâkalı bir belâ değil, salgın bir hastalık gibi başkalarına da bulaşan bir virüstür. Bu virüs, vahyi alan ilk muhatap Hz. Muhammed’i bile etkileyecek kadar tehlikeli ve güçlüdür.

73-Ve neredeyse sana vahyettiğimiz şeyin dışında Biz’e iftira etmen için gerçekten seni fitneye düşürüyorlardı. Ve o zaman seni gerçekten dost edinirlerdi.

İndirilen yasaya uymak istemeyenlerin yasayı değiştirmek için girişimde bulunmaları doğaldır. Buradaki ahlâkî sorun yasanın faydasını bilmelerine rağmen kitaba değil kitabına uydurma çabasıdır. Bu ahlâksızlık ve ilkesizlikleri mahkemelerde özellikle savunma avukatlarında maalesef görmekteyiz. Müvekkili kurtarmak için haktan sapılıp iftira ve yalanların arkasına sığınılır. İdeal yargılamalarda kanunlar insanların menfaatlerine göre esnetilememeli, vekiller tarafından sûistimal edilmemelidir. Ancak, dünyanın en ideal yasaları da getirilse burada sorun o yasayı işletecek olan kaliteli bir insan nesli yetiştirmeye bağlıdır.

74- Ve seni sebat ettirmeseydik, and olsun ki sen, onlara biraz meylederdin.

Rukûn,  “meyletmek” yani “bir etki altında kalıp bir şeye sevgi ile yönelmek” demektir. Bu etki kötü olduğu gibi iyi de olabilir. Ama her iki âyette de kötü etkinin insanda meydana getirdiği psikolojik, yani içsel ve manevî oluşum ifade edilmektedir. İşte Hz. Âdem ve hesap gününe kadar ertelenen, insana secde etmeyen ancak insanı kendine boyun eğdiren şeytânî duygu ve düşüncelerin etkisi bu âyette en üst örnek üzerinden somutlaştırılmıştır. Zira Hz. Muhammed de sonuçta bir beşerdir ve imtihandadır. Allah ilâhî yönlendirmeleri olan âyetlerle, vahyettiği aklî delillerle başta elçisini sonra da inananları, evrensel insanî ilkeler etrafında sağduyu, akıl ve vicdana kodladığı hakîkat ve iyilik hassaları ile sebat ettirmiştir. Burada yardım gören Allah’ın dini değil kişilerin kendileridir.

75- O takdirde, elbette hayatın ve ölümün sıkıntılarını sana kat kat tattırırdık. Sonra senin için Biz’e karşı bir yardımcı bulunmazdı.

Hukukun kişilerin menfaati doğrultusunda delinmesi, aslında delene de uzun vadede kat kat zarar veren bir hukuksuzluk doğuracaktır. Zira bugün zâlim olan, yarın mazlûm olup dün deldiği yasaya muhtaç duruma düşebilir.

76- Gerçekten neredeyse, seni bulunduğun yerden çıkarmak için tedirgin ediyorlardı. Ve eğer öyle olsaydı, onlar da senden sonra sadece az bir süre kalabilirlerdi.

Minelard ifadesi “yurttan, ülkeden, bulunduğu mahal ve yerden” anlamına gelmektedir. Bu âyette neden bulunduğun yerden, mahalden çıkarılma ifadesi kullanılmıştır? Âyet, şeytânî savaş çığırtkanlarının, mal ve evlâtları kaybettirme korkusu ile yaptıkları baskıların/fitnenin müminlere hicreti kontrolsüz ve planlamadan aceleye getirebileceği ve bunun müminler için bir hezimete dönüşebileceğini ifade etmektedir. Zira hazırlıksız yapılan kaçışla, arkadan onları takip edecek olan müşrikler inananları tedbirsiz yakalamak ve tıpkı Kerbela’da pusuya düşürülen Hz. Hüseyin’e yapıldığı gibi kalleşçe müminleri yok etmek istiyorlardı. Kurân aklî delillerle doğru zamanlama, hicret rotası konusunda Hz. Muhammed’i sebat ettirmese idi 75. âyetin beyânı ile “hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat” çekeceği uyarısı önceden yapmıştır.  

77- Senden önce de gönderdiğimiz resûllerimizin sünneti budur. Ve sünnetimizde bir değişiklik bulamazsın.

Sünnet, olup biten değil, aksine belli bir standarda oturmuş sürekli davranış biçimidir. Sünnetullah kavramı ise, “Allah’ın öteden beri süregelen ve sürecek olan kendine özgü değişmeyen tabiî, psikolojik ve sosyolojik yasaları” anlamına gelmektedir. Burada insanın şeytânî yanı ile rahmânî yanının/melekelerinin mücadelesi söz konusudur. Peki, insanın rahmânî yanını güçlendirip şeytânî yanını dizginleyecek içsel eğitime bir örnek verilmiş midir?

78- Güneşin dönmesinden gecenin kararmasına kadar namazını ikâme et. Fecrin kurânında da... Muhakkak ki fecrin kurânı müşâhede edilir.

İkâme; bir şeyi kaldırıp dikmek, düzeltip doğrultmak, dosdoğru yapmak, özenle ve şartlarına riayet ederek uygulamak, devamlı ve itibarlı hâle getirmek anlamlarına gelir. Demek ki bu âyette namazın vakitlerinde bir doğrultma, şartlarına riayet ettirme kastı söz konusudur. Namaz kılınıyor, ancak güneşin hareketine daha az riayet ediliyordu. Şöyle ki bazen güneş doğduktan sonra sabah, bazen güneş tam tepeye gelmeden öğle veya batmadan akşamın kılınması şeklinde bir düzensizlik olmalı ki Rabbimiz 5 vakit namazı burada başlama ve bitiş zamanları ile düzenlemiştir.

 “Dülûk” ve “şems” kelimelerinden oluşan dulûku’ş-şems tamlaması “güneşin eğilmesi” anlamına gelir. Kelimeyi güneşin doğması veya öğle vakti şeklinde anlayanlar da olmuştur. Hz. Peygamber’in dulûki’ş-şems ibaresini güneşin yeryüzüne dikey duruşu olan “zevalden sonrası” olarak açıkladığı nakledilmiştir (Taberî). Klasik kaynaklarda İbn Ömer, Câbir, Atâ, Katâde ve Hasan’ın bu görüşü benimsedikleri bildirilir. Bu durumda “dülûk” kelimesinin içinde “öğle, ikindi ve akşam” yer almaktadır. Gecenin kararması ve soğuması (ilâ gasakıl leyli) ise “yatsıyı” ifade ederken âyetin sonunda sabah namazı yer aldığına göre bu âyette beş vakit namaz ifade edilmiştir.

Ğâsik, zifiri karanlık ve soğukluk demektir. Soğuk manası “Ğassâk ve hamîmden başka.’’ (Nebe:25) âyetinde “hamim" olan kaynar suyun zıddı olarak cehennem azabı için kullanılır. “Ğask”, gece karanlığının ilk vakitleridir. Ğasaka’l-leyl, gece karardığında denir. Gecenin tamamen kararması, bazılarına göre de “gece yarısı” anlamına gelir. Birinci görüş kabul edilirse bu, İşa (yatsı) namazının başlangıç vakti, ikinci görüş kabul edilirse de yatsı namazının vaktinin sona erdiği sınır anlamına gelebilir. Zımnen yatsının son vakti, dünyanın küre oluşu ve ışığın en yoğun karanlığının zıt yarımkürede öğlenin yaşandığı vaktin tam simetrisi olan gece yarısı olduğu anlamı çıkar.

Kurân kelimesinin bu bağlamda kitabımız “Kurân” ile bir alâkası yoktur. Burada kurân isim değil mastardır. Kelimenin meşhûr manası çok okunan, okunuştur. Kelimenin kök itibariyle ulaştığımız diğer manası ise “toplanış, kümelenme” demektir. Nitekim havuz, suyu toplayıp salıvermediği zaman “karae’l-mâu fi’l-havdi” denir. Cemde bir araya gelen dağınık unsurlar varken, burada ışığın yoğunlaştığı, odaklandığı bir kümelenme söz konusudur. Alak sûresinin tefsirinde “İkrâ” emrinin ne anlama geldiği açıklanırken de belirtildiği gibi kurân kelimesi “toplamak, birleştirmek” anlamına gelmektedir. (Krş. Kıyamet:17) “İnne aleynâ cem’ahu ve kurânehu.” “Muhakkak onu bir araya getirmek ve toparlamak Biz'e aittir.” (Kıyamet:17) Kurâne’l-fecr,  bu âyette fecr ışıklarından bahsedilmektedir. Kurân toparlanıp bir araya gelmek ise, o zaman âyetteki ‘kurânel fecr’in anlamı fecir ışıklarının bir araya geldiği zamanı anlatmaktadır. Yani ufka bakıldığında Bakara 187’de geçen “siyah ip-beyaz ip” benzetmesindeki ânı ifade eder. Zaten fecrisâdık olayında da Rabbimiz sizce (leke) der. Bu ifade doğu ufkundaki ışıkların toplanmasını, müşahede edilebilirliğini anlatmaktadır. Bilindiği üzere sabah namazının başladığı ân aynı zamanda oruca da başladığımız ândır. Kısaca bu ifadeden maksat doğu ufkunda güneş doğmadan önce kümeleşmeye başlayan kızıl(fecir) ışıklardır. Müfessirlere göre de bu âyet, beş vakit namazı ifade etmektedir. Şöyle ki güneşin dönmesi, yani zeval vaktinden sonra öğle ve ikindi namazı, güneşin batmasından sonra akşam ve yatsı namazları vardır. Sabah namazı ise ayrıca zikredilmiş ve bu namazın fecir ışıklarının toplanmaya başladığı ânın gözlemlenerek kılınabileceği belirtilmiştir. Sonuç olarak, “dulûku’ş-şems” öğle ve ikindiyi, “ğasaku’l-leyl” akşam ve yatsıyı, “kurâne’l-fecr” de sabah namazını ifade etmektedir. “İnne kur’ân el-fecri kâne meşhûdâ” ifadesiyle bu olayın görünür olduğu belirtiliyor. Şüphesiz ki, fecir ışıklarının toplanması işte o, çıplak gözle açıkça görülen (müşâhede edilen) bir olaydır.”

79- Ve nafile olarak gecenin bir kısmında uykudan uyan! Umulur ki Rabbin seni makamımahmûda ulaştırır.

Teheccüd kelimesinin kökü olan hecd kelimesi, ‘ezdad’dan olup iki zıd anlamı da ifade eder. Yani, hem “uyumak” hem de “uyanmak” demektir. “Hecd” sözcüğünün bazı türevleri şöyle meşhûr olmuştur: Hâcid; uyuyan, tehcid; uykuyu gidermek, uyandırmak, teheccüd; uykudan uyanıp salât ikâme etmek, müteheccid; geceleyin uyanıp salât ikâme eden kimsedir. Nâfileten, gönüllü olarak, boynuna borç olmadığı hâlde ilaveten yapılanlar demektir.

Makâm kelimesi mastar (kalkmak), ismimekân (kalkış yeri) ve ismizaman(kalkış zamanı) olarak da kullanılır. Kalkış yeri manasındaki ismimekân kullanılışı daha yaygındır. Makâm, kalkış yeri anlamında olmakla birlikte, bir yandan da oturulan mekân anlamına da gelmektedir. Tâhir b. Âşûr’a göre, makâmdan  “büyük bir iş için hazırlanan yer‟ kastedilmektedir. Kısaca makâm “ayakların bastığı yer, ayakta durulan yer, yaşanan yer, kendine ait özel/sınırlı yer‟ anlamlarına gelmektedir. İnsanlara nispetle “dünyevî bir toprak parçası, yurt‟ anlamında Şu’arâ 58 ve Duhân 26’da da kullanılmıştır.

Mahmûd kelimesi hamd kökünden ismimeful olup hamdedilen/övülen, imrenilen, herkesin istediği makâm anlamına gelir. Hiç övgü almayan hatta müşriklerce hakaretlere uğrayan bir insana “Bunlara katlan, ölünce Rabbin sana cennette yüksek bir makam verecek!” vaadi mi, yoksa “Kısa süre sonra herkesin övdüğü bir makâmında olacaksın!” umudu mu motive edici olur? Bizce makâmımahmûd ifadesi ile Hz. Peygamber’in bağımsız, özgür yeni bir vatana, aksa mescidine yani Medine’ye ulaşarak herkesin imrendiği bir makama yükseleceği umudu ve hedefi konmaktadır. Bu özgürlüğe, berekete ve mutluluğa ulaşmanın tek yolu, her tür alternatife rağmen vahye uymaktan geçiyordu. Kurân’ın çizdiği vizyona, gösterdiği rüyete uymak; ona olan ilgiyi artırıp Kurân’ı tedebbür etmeye bağlıdır. Bu yüzden gece kalkıp Kurân’ın tertîl ile okunması Müzzemmil sûresinde emredilmiştir. Gece tüm ilgiyi vahye odaklamak, düşmanın anlayamayacağı hikmetleri görmeye bağlıdır. Bu da ancak günlük 5 vakit kılınan namaza ek/ilave/nâfile olarak yapılacak Kurân eğitimiyle gerçekleşmesi umut edilmiş ve hedeflenmiştir.

80-Ve de ki: “Rabbim beni sadâkat ile girdir ve sadâkat ile çıkar ve bana senin katından yardımcı bir sultân ver.”

Sultân,  “selata” kökünden gelir. Selata, nüfûz ve etki altına almak demektir. Sultân kelimesi de, bu kökten türemiştir. Üstünlük, galebe çalma ve istilâ anlamında mastardır. Burhân ve hüccet manasına da gelir. Vâli ve hükümdara da denilir. Melik’ten farkı ise daha küçük topluluklar içinde kullanılmasıdır. Yani beldenin sultânı denildiği hâlde, beldenin meliki denmez. Ancak bu manada kelime müennes olur. Kurân’da “sultân” genellikle burhân ve delil anlamındadır. Kurân’daki kullanımlarının hiçbirinde siyasi bir anlam taşımaz. Siyasi anlam çok sonraları, özellikle Abbasiler döneminde ortaya çıkmıştır. Burada makamımahmut ve yardımcı bir sultanın (hüccetin, burhanın) verileceği vaadi; Allah resulünün insanları ikna etmede, onları yönlendirmede çektiği sıkıntılara binaendir.

Tefsirlerde genellikle âyetteki “giriş” ile Rasûlüllah’ın hicret sırasında Medine’ye girişinin, “çıkış” ile de Mekke’den çıkışının kastedildiği belirtilmektedir. (Taberî, Zemahşerî) Öncelikli hedef Medine iken arkasında bıraktığı Mekke’de de sözüne sâdık bir çizgi ile meyletmeden, fitneye düşüp sapmadan (Bkz. İsra:73-74), yurdundan çıkma hedefi Allah tarafından konmaktadır. Sadâkatle girme ve çıkma aslında yönetime işarettir. Zira âyet yönetme gücü manasına gelen sultân ile bitmektedir. İnsanların size inanması için olmazsa olmaz olan şey verilen söze, insanî değerler olan Kurân’î ilkelere sadâkattir. Bir yönetici veya siyasetçi insanlara yalan söylüyorsa, yönetim emanetine ihanet etmiş ve kendi sultânlığını ve gücünü kendi elleri ile yok etmiş demektir.

Ledünnî, Allah katından gelen anlamını ifade etmektedir. Allah kendi katından olan yardımı sadâkate bağlamıştır. Sözüne, işine, duruşuna sâdık olmak ilâhî yardımı hak etmektir.

81-De ki: “Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Muhakkak ki bâtıl geçicidir.

Hak kelimesi burada “değişmeyen gerçek” anlamına gelmektedir. (bkz Asr 3) Bâtıl da hakkın tam zıddı olan “sahte ve tutarsız” demektir. Bâtıl kendi başına bir var oluş hâli değil, hakkın yokluğu hâlidir. Hak aydınlık gibi iken, bâtıl ışığın olmama hâli olan karanlık gibidir. Hak ve bâtıl birbirine zıt olduğu gibi aydınlık ve karanlık da birbirine zıttır. Biri olunca diğeri yok olur. Hakkın aslî unsur oluşu sebebiyle bâtılın geçici oluşu mealde öne çıkarılmıştır.

82- Kurân’dan indirdiğimiz şeyler, inananlar için şifâ ve rahmettir. Ve zâlimlerin hasarından başkasını arttırmaz.

Kurân’ın şifâ oluşu bedensel ve zihinsel hastalıklarla ilgili değildir. Zira şifâ ve rahmet oluşu imân etmek gibi aklın fiili olan içsel bir inançla ilişkilendirilmiştir. Kurân nüzulüyle fikrî belirsizlikleri tedricen(aşama aşama) kaldırarak kalp tatminini hedefler. (Bkz. Ra’d 28) Kurân’ın fikrî çelişkilere şifâ olmasının şartı, âyetlerin rahmet ve merhamet nazarından değerlendirilmesidir. Kurân aklı ikna eder, sıkıntı ve bunalımları gidererek gönülleri tatmin eder, insanların ahlâkî seviyelerini yükseltir, böylece toplumun dirlik ve düzenini, huzur ve sükûnunu da sağlamış olur. Ancak zâlimlerin zulmüne karşı çıkarak, mazlûmları destekleyerek, muhatabındaki adâlet duygusunu harekete geçirerek, zâlimlerin maddî-manevî hüsranlarını artırarak zulüm sistemlerini müminlerin eli ile harap etmeyi hedefler.

83- Ve insanı nimetlendirdiğimiz zaman yüz çevirir ve yan çizerek uzaklaşır. Ve ona bir şer dokunduğu zaman umutsuzluğa kapılır.

Âyette dikkat edilirse nimeti Allah veriyor, şer ise sanki canlı bir varlık gibi hareket edip dokunuyor ve Allah’a isnat edilmez. Aslında burada bir vaka tespiti yapılmıştır. O da, bolluğa karşı insan karakterinin, duruşunun nasıl olumsuzluğa doğru yöneldiğidir. Darlık karşısında da ise umutsuzluğa düşer. Ayrıca şerrin dokunması ifadesi ise şerrin de bâtıl gibi geçici olduğuna işarettir. İmân güven ve gelecekle alâkalı bir umut sağlar. Tevekküle zarar veren, imkânların tükendiği zannına kişiyi sürükleyen vesvesenin asıl sebebi imân/güven kaybıdır. Şartlara göre şekil değiştirmek bir süre sonra yerini taklit ve şahsiyetsizliğe bırakır. Her insan Allah’ın el-Vâhit esmasından pay alarak biricik ve kendine özgü yaratılmıştır. Kurân sürüleşmeyi ve sonunda güdülmeyi yererken (Bkz. Bakara:104) omurgalı, şahsiyetli duruşu bu âyette olduğu gibi öne çıkarmaktadır. Hicret arifesi saf değiştirenler, üst perdeden yerilmektedir. Şimdi bu yan çizmenin kökenine inilecektir.

84-De ki: “Herkes kendi şâkul’üne göre hareket eder.” Öyleyse kimin daha çok hidâyet yolunda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.

Şâkiletihi kelimesi Türkçeye de geçmiş şekil, şâkul kelimesiyle mana yakınlığına sahiptir. Arapçada Şekl, “bir şeyin bir başka şeye hem biçim hem de eylem olarak uygun olması” anlamına gelir (Râğıb). Şâkul/çekul: Yer çekiminden faydalanarak dikey olarak inşa edilen herhangi bir şeyin yere tam olarak dik olup olmadığını ölçmeye yarayan araç. Hatta şakulün kayması değimi maddi manevi gidişatın yamulması sonucu gözlenen hal için kullanılır. Elmalılı ibareye “Herkes hissiyyat-ı mahsusasına göre iş yapar” karşılığını vermiştir. Muşâkele, “nitelik ve nicelikte uyum ve benzerlik” demektir. Ala şakiletihi onun şekli, durumu, onun gibi, ona benzeyen anlamında ayırt edici özelikler demektir. Kişi ve kişilere has, maddî, manevî şekli ifade ettiğinden onu diğerlerinden ayıran hüviyet (kimlik), benlik, karakter ve şahsiyet olarak anlaşılabilir. Bu nedenle mizacına göre, karakterine göre, niyetine göre, yol ve yöntemine göre gibi anlamlar verilmiştir. Sözüne sâdık olmayı karakter hâline getirenler zoru gördüğünde hemen saf değiştirmeyerek mücadele gücünü kendilerinde bulanlardır. Zaten sadâkat ve dürüstlük, insanın varlık ve darlığa karşı dağılmasına engel olan en önemli karakter unsurudur.  Buradaki suçlama, belli belirsiz bir rüyanın/vizyonun peşinden hicretle insanların hayatlarının riske atıldığı ve bu yolun dalâlet yolu olduğu iddiasıdır. Kendi karaktersizliklerini sürekli başkalarını dalâlette görerek ve karalayarak kamufle etme, şahsiyetsiz tiplerin sık uyguladığı kötü bir alışkanlıktır.

Karakter tamamen ve sadece doğuştan getirilen, davranışları belirleyen ana özellik olmayıp insanın seçimlerine göre şekillenen en önemli içsel amellerdendir. Tüm amaç herkese verilen bu boş sayfayı en ideal, en doğru biçimde doldurmak ve şekillendirmektir. Konunun rûha getirilmesi, kaderci bakışla karakterlerin yaratılışla ilintili olarak rûha bağlanması iddiasına ve sorusuna cevabendir. Bu bakış, aslında sorumlulukları almaktan kaçan beşerin bir savunma refleksi ve suçu başkalarına atma kolaycılığıdır. ‘Herkes kendi rûhuna, yaratılışına göre değil de zamanla kendi seçimleri ve amelleri ile şekillendirdiği karakterine göre hareket eder.’ cümlesi birçok soruya kendi içinde cevaplar ve çözümler sunmaktadır. Şöyle ki insanın dışa yansıyan davranışlarının kaynağı tasavvurudur. Bu tasavvurun doğru inşası ancak yaratanın ilâhî yönlendirmesine/bilgisine güvenip fıtrî olana tâbi olmakla gerçekleşir. Her insan istek ve arzuları doğrultusunda farklı bir karakter ve mizaç geliştirir. Kurân’ın teklifi bu karakteri uhrevî bir anlam ve amaç istikametinde geliştirip hayata bir rûh kazandırmaktır.  

85- Ve sana rûhtan sorarlar. De ki: Rûh, Rabbimin emrindendir ve size az bir ilimden başka bir şey verilmedi.

Bu ve bir önceki âyet başlı başına şu sorulara verilmiş muazzam izahlardır. Rûh bizim karakterimizin, mizacımızın, huyumuzun özü mü? Ölümsüz mü? Allah rûhumdan üfledim diyorsa, rûh tanrısal mı? İnsana ait tanrısal parça inancı, insanları ilâhlaştırmanın da kapısını ardına kadar açmıyor mu ve bunun sonucunda kutsal insanlar, tapınılan sefîl ruhbânlar ortaya çıkmıyor mu? Rûh göçü ve rûh çağırmalar meşrulaşmıyor mu?

Rûh kelimesinin geleneksel dinî terim anlamı, çok genel bir ifadeyle bedensel varlığı yaratıldıktan sonra insana kazandırılan cân şeklinde tanımlanmıştır. Ancak bu nefsin tanımıdır ve Kurân’ın tanımı bu bağlamla da alâkasız bir tanımdır. Âyette ‘’Rûhun ne olduğunu siz bilemezsiniz, size hiçbir ilim, bilgi zerresi bile verilmedi, araştırmayın, düşünmeyin!’’ denilmeyip bir izah getirilmesine rağmen ne hikmetse geleneksel dinî bakış bu izahları ve Kurân’da 21 farklı bağlamda yapılan rûh anlatımlarını görmezden gelmiştir. Boşluğu da mistik inançların beşerî yorumlarına terk etmiştir. Öncelikle Kurân’da “Allâhu yeteveffel enfuse” “Allah nefisleri, ölümleri sırasında alır.” (Zümer:42) denirken Kurân’ın hiçbir âyetinde rûhun alınmasından bahsedilmez. O zaman rûh beden ve cândan yani nefsten farklı bir şeydir. Zira kelime farklı ise mana da farklıdır. Rûh sözlükte “gitmek, geçmek; rüzgârlı olmak; geniş ve ferahlık verici olmak” manalarındaki ‘revh’ kökünden bir isimdir. Bu kök kelimenin maddî değil manevî, görünmeyen bir hüviyete sahip olduğunu belirtmektedir. Kelimenin ne olduğunu anlamak için âyetteki diğer ifadelerin üzerinde durmamız gerekmektedir.

Günlük dilde genellikle “buyruk” anlamında kullanılan “emr” kelimesi, Kurân’da “iş (oluş)” anlamında da kullanılmaktadır. Kelime tekil haliyle Kurân’da 153 kez geçmektedir. Kelimenin çoğulu olan “umûr” işler, buyruklar ise Hûd:97 ve Âli İmran 128. âyetlerinin de aralarında bulunduğu 13 âyette yer almaktadır. Bu bilgiler ışığında “Emrimizden bir rûh vahyettik.” ifadesinden, Allah’ın buyruklarından bir rûhun vahyedildiği şeklinde meallendirebiliriz. Bir sonraki 86. âyet “Ve eğer dileseydin, Biz sana vahyettiklerimizi (rûhu) mutlaka giderirdik.” şeklinde rûhu tanımlamaktadır. Rûhun ne olup olmadığını örnekleri ile ifade eden başka bir âyet şöyledir “Ve işte böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik. Ve sen, kitap nedir ve imân nedir bilmiyordun. Ve lâkin O'nu “nûr” kıldık. Kullarımızdan dilediğimizi O'nunla hidâyete erdiririz. Ve muhakkak ki sen, mutlaka sıratımustakîme hidâyet ediyorsun”. (Şûra:52) İsrâ 86. âyette olduğu gibi aktarılma ve alınma bağlamında gizli fısıltı şeklinde aktarılan ilâhî bilgiye(rûha) Kurân vahiy demiştir. İlâhî bilginin hayatı tamamen değiştirip ona bir anlam ve amaç katma vasfına rûh denmiştir. Muhatapta iz bırakan, mahiyetine göre geçen bağlamlarda ilâhî bilgiye Kurân kelam demiştir. Muhatabın idrak seviyesine indirilmesinden dolayı ilâhî bilgiye kavl/söz denmiştir. Geleceği ve muğlâklığı giderdiğinden nûr, doğru yolu göstermesinden dolayı hidâyet, hakkı bâtıldan ayırdığı için furkân, ikrâm etmesi ve çok okunup tekraren aktarıldığından dolayı ilâhî bilgiye “Kurân-ı Kerîm” denmiştir. Kadîm bir yasa ve töre oluşuyla ilâhî bilgiye bir dönem Tevrat, söz ve ahit oluşu ile İncil ve silinemezliği vurgulamak için Zebûr sıfatlarını almıştır.  Allah’ın isim ve sıfatları gibi vahyin de isim ve sıfatları vardır. Rûh da bunlardan sadece biridir. Rûh, İsrâ sûresi bağlamında, hayatı tamamen değiştiren, ona maddî ve sığ hedeflerden ziyade uhrevî ve yüce bir istikamet çizen, insanın kendi elleri ile şekillendirdiği karakterinde köklü değişime sebep olan Allah’ın emir, buyruk ve yönlendirmeleri manasındadır. “Ve size, az bir ilimden başka bir şey verilmedi.” cümlesi de Allah’ın sonsuz ilmi karşısında insana verilenlerin çok az olduğunu ifade etmektedir. “Ve eğer yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa ve denizler mürekkep ve onun yedi katı daha deniz eklenseydi, Allah’ın kelimeleri tükenmezdi. Muhakkak ki Allah; Azîz, Hakîm’dir. (Lokman:27) Allah’ın bilgisi olan ilâhî bilgiden/rûhtan insanoğluna çok az bir bölüm verilmiştir. O da indirilen âyetlerdir. Zira insanın kapasitesi sınırlı, üstelik ilâhî bilginin bir kısmı da gaybîdir. Bu âyetten 90. âyete kadar vahye dikkat çekilmesi bir önceki âyette geçen “rûh” kelimesinin vahiy anlamına geldiğinin iç bağlam delilidir.

86-Ve eğer dileseydin, Biz sana vahyettiklerimizi mutlaka giderirdik. Sonra Bize karşı bir vekil bulamazsın.

Burada resûlün âyetlere uyma ve uymama iradesinin kendisinde olduğu ifade edilmiştir. Zira seçimin ve iradenin olmadığı yerde ne imtihandan ne de ödül ve cezadan bahsedilebilir. İradesiz bir aracın yaptığı kazalar araca değil, onu kontrol edene/yönlendirene aittir. Eğer Allah Resûlü iradesi ile seçimini insan kalmak ve insanî değerlerde yükselmek yönünde kullanmasa idi ilâhî rûha tâbi olmamanın bedelini çekecekti.

87- Sadece Rabbinden bir rahmettir. Muhakkak ki O’nun senin üzerindeki fazlı büyüktür.

Kurân sadece ve sadece rahmet ve merhamet temelli okunduğunda büyük bir lutfa, fazl ve ikrâma dönüşür. (Bkz. Rahmân:1-2) Allah Resûlü özelinde insanoğlu günaha meyletse de Allah vahyi kesmediğini ve insanlara olan merhameti gereği bunu yaptığını ifade etmiştir. Bu rahmetteki lütfun, ihsânın, fazlın aranması Kurân’ın doğru, sağlıklı anlaşılıp tatbikine bağlıdır.

88-De ki: “Eğer ins ve cin bu Kurân’ın bir benzerini getirmek için içtimâ etseler; onların bir kısmı, bir kısmına arka çıksa da onun bir benzerini getiremezler.”

İns ve cin kalıbıyla “tanınan ve tanınmayanlar” kastedilmiştir. (Bkz. A’râf:38) Ayrıca bu kalıbın “herkes, tüm insanlar” anlamında ikinci bir meydan okuma manası da vardır. Nitekim yaş ve kuru kelimeleri beraberce kullanıldıkları zaman “her ne varsa, her şey” anlamını içerir. En’âm 59’daki “Yaş ve kuru hiçbir şey yok ki, apaçık bir kitapta bulunmasın.” ifadesi sadece yaşı ve kuruyu ifade etmeyip “her ne varsa, canlı-cansız, denizde-karada hepsini” ifade etmektedir. Sabah ve akşam kelimelerinden oluşan sabah-akşam kalıbı da Kurân’da sıkça yer almakta ve sadece sabah ve akşam vaktini değil günün tüm zamanlarını ifade için kullanılmakta ve cümleye süreklilik, daima, her zaman anlamı kazandırmaktadır. İki zıt anlamlı kelimenin bir arada takım veya tamlama hâlinde söylenmesiyle ikilinin yeni bir anlam kazanması sadece Arapça için değil, tüm dillerde geçerlidir. Türkçede buna birçok örnek verilebilir. Mesela tepe ve tırnak kelimeleriyle oluşturulan tepeden tırnağa ifadesinin vücudun her yeri anlamı kazanması gibi. Kurân’ın ins ve cin’i âciz bırakması, onun beşer kaynaklı olmadığına delil teşkil eder. 85. âyette vurgulanan “rûhun (vahyin) Allah’ın kendi işi olduğu” hususu bu âyetlerde de bir meydan okuma şeklinde pekiştirilmiştir.

Zahîr kelimesinin kökeninde sırt anlamındaki zahr vardır. İnşirah sûresi 3. âyette bu anlamda geçmiştir. Sırt, gücü temsil ettiğinden kelime daha sonra güçlü kimseleri ifade etmek için de kullanılmıştır. “Zahera aleyh”, ‘’Ona gâlip geldi.’’ demektir. Bu anlamdan yola çıkarak yardım eden kimselerde bu kelime kullanılmıştır. Zira birine yardım etmek, ona arka çıkmak, sırtlamak anlamındadır.

89- Ve and olsun ki Biz, bu Kurân’da bütün meseleleri farklı yönleri ile ifade ettik. Buna rağmen insanların çoğu hakîkati örtmek için direndi.

Sarf kelimesinin anlamı hakkında izahat İsrâ 41’de yapılmıştır. (Krş. Tâhâ:113) Bu âyette linnâs (insanlar için) ifadesine yer verilmiş ve böylece Kurân’ın tüm insanlığı muhatap aldığına dikkat çekilmiştir.

90- Ve dediler ki: “Sen, bize yerden bir kaynak akıtmadıkça sana asla inanmayız.”

Hayata anlam ve amaç katan, ona rûh kazandıran ilkelere uymak fedakârlık istediğinden insanlar neredeyse bütün resûllerden mucize beklemişlerdir. Aslında bu beklenti kitaba uymamak için öne sürülen bir bahanedir. “Biz onlara dedikleri gibi melekler indirmiş olsak da, ölüleri kendileriyle konuştursak da ve bütün mevcudâtı karşılarında fevc fevc haşrederek kefil göstersek de yine ihtimali yok güvenmeyecekler. Meğerki Allah dilemiş olsun, lâkin çokları bu hakîkatin câhilidir.” (Enâm:111)

Yerden pınar akıtmak şeklindeki mucize isteğinin arkasında Arapların yaşadığı susuz çölün etkisi vardır. Araplar suyu bol olan bir ülkede yaşasalardı, öyle anlıyoruz ki kendi menfaatleri istikametinde bu sefer başka bir mucize isteyeceklerdi. Bu ve devamındaki hurmalıklar, bahçeler, ırmaklar, altından yapılmış evler isteği aslında peygamberlere mucize atfedenlerin menfaatçi tipler olduğunu deşifre etmektedir. Zira sünnetullaha aykırı mucizevî isteklerde emek, gayret, alın teri gibi Allah’u Te’âlâ’nın sevdiği, değer verip üstün tuttuğu hasletler yoktur. Bedavacı kafa emeğe dayanmayan mucize ve olağanüstülükleri her zaman ve zeminde arzu etmiş, buna uygun hayaller kurgulamıştır.

91-Veya senin, hurma ve üzüm bağlarından bir cennetin olsun. Öyle ki onun aralarından, şarıl şarıl ırmaklar akıt.

Hicret bağlamı ile bu âyetleri düşündüğümüzde; bu isteklerin müşrikler tarafından dillendirilmesinin bir sebebinin de Hz. Muhammed’in çevresine, bereketli kılındığını iddia ettiği aksa mescidinde bunları bulamayacakları propagandasıdır. “Ey inananlar! Başınızdaki peygamber size gideceğiniz yerde bunları vaad ediyor mu ki siz ona uyup evinizi, bahçenizi, düzeninizi terk ediyorsunuz?” Önceki âyetlerde ifade edilen savaş çığırtkanlığından sonra dile getirdikleri argüman budur.

92-Veya iddia ettiğin gibi gökten üzerimize parçalar düşür. Veya Allah’ı ve melekleri açıkça getir!

Burada gökten taş parçaları yağdırma iddiası 68. âyete cevabendir. “Öyleyse karada sizi yere geçirmesinden veya üzerinize, taş yağdıran bir fırtına göndermesinden emin mi oldunuz? Sonrasında bir vekil de bulamazsınız. (İsrâ:68) Peygamberlik kurumunu yanlış anlayanlar, mucizede olduğu gibi gelecek olan âfetle alâkalı uyarıları da tehdit olarak algılamış ve meydan okumuşlardır. Ancak Allah âciz bir varlık gibi tehdit etmez, sadece merhameti gereği önceden uyarır. Tüm resûllerin beşîr/müjdeleyici olması mucize talepleri ile karşılanmışken, nezîr olmaları da tehdit olarak algılanmıştır. İşte Hz. Şuayb’e söylenenler: “Öyleyse eğer, sâdıklardan isen üzerimize gökyüzünden bir parça düşür!” (Şuara:187) İmân, özü itibari ile gaybî bir alan olduğundan Allah’ı ve melekleri görme gibi istekler ve mucizeler hiçbir resûl tarafından yerine getirilemez, getirilmemiştir. Zira sünnetullaha ters olağanüstülükler ve tabiatın seyrine müdahale gayba imânı iptal edip bu konuları bir müşâhedeye, pasif bir gözleme indirgeyerek imtihanı bitirecektir.  

93- Veya senin altından bir evin olsun veya göğe çık! Bize okuyacağımız bir kitap indirmedikçe senin yükselişine asla inanmayız. De ki: “Benim Rabbim, Sübhân’dır. Ben, sadece beşer bir resûl değil miyim?”

Âyetin ‘’Allah her şeye kâdirdir.’’ şeklinde değil de “De ki: benim Rabbim, Sübhân’dır.” şeklinde devam etmesi önemli bir nükte barındırmaktadır. Bu nükte de, ‘’Allah mucize göstermeye gücü yeter!’’ denilmeyerek bu tarz basit ve çocukça mucize ve olağanüstü talepleri yerine getirmekten münezzeh ve aşkındır vurgusudur. İsrâ sûresi, Allah’ı eksik ve noksanlıklardan tenzih ederek başlamıştır. İlk âyetteki ‘kulunu gece yürütmesi’ nasıl ki mucizevî bir yolculuk değilse buradaki nükte de aynıdır. Aslında bu kullanım Allah’ın; emeğin, çabanın sayugayretin olmadığı mucizelerden ve mucize beklentilerinden râzı olmadığını da göstermektedir. Maalesef Mekkeli müşriklerin mucize istekleri gerçekleşmemiş olmasına rağmen Hz. Muhammed’in vefatından sonra müşriklerin geçmişteki istekleri bu kez Müslümanlar tarafından yeniden üretilmiştir. Evrensel, fıtrî, insanî, ilâhî ilkelere, kitaba uymak istemeyenlerin arzu ve istekleri, uyduruk ve zorlama talepleri maalesef rivâyet, menkıbe ve mitolojilerle karşılanmıştır. Birkaç örnek üzerinden bunu somutlaştıralım: Hudeybiye günü halk susuz kalmış, Resûlullah’ın önünde bulunan su ibriğinden abdest aldığı sırada ona doğru varmışlardı. Hz. Nebi onlara: "Size ne oluyor!" diye sordu. "Mahv olduk ey Allah’ın Resulü! Mahv olduk ey Allah’ın Resulü!" dediler. Peygamberimiz "Ben sizin aranızda iken, siz mahv olmayacaksınız!" buyurdu. "Yâ Resûlallah! Yanımızda, sizin ibriğinizdekinden başka, ne abdest alacağımız, ne de içeceğimiz su var!" dediler. Bunun üzerine, Allah Resûlü elini ibriğin üzerine koydu ve "Alınız, Bismillah!" buyurdu. Kaynaktan fışkırır gibi, hemen parmaklarının arasından su akmaya başladı! Müslümanlar, ondan hem su içtiler, hem de abdest aldılar. Buhârî, Menâkıb: 25; Mağâzî: 35; Eşribe: 31; Müslim, İmâra: 72, 73; Müsned, 3: 329; İbni Hibban, Sahih, 8: 110. İsra 90. “Kaynak akıtmadıkça sana inanmayacağız” isteğinin Fetih sûresi bağlamında üretilmiş karşılığıdır. Şimdi de hurmalıklar isteğinin karşılığını okuyalım: Ebu Hüreyre naklediyor. “Tebük Savaşı yolculuğunda, ordu aç kaldı. Allah Resulü ‘Yiyecek bir şey var mı?’ diye sordu. Ben dedim ki: ‘Heybede birkaç tane hurma var.’ (Bir rivayete göre on beş tane) Efendimiz getirmemi istedi, ben de getirdim. Mübarek elini soktu, bir avuç çıkardı, bir kaba bıraktı, bereketle dua buyurdu. Sonra onar onar askerleri çağırdı, hepsi o bir avuç hurmadan yediler. Sonra ‘Getirdiğin şeyi al götür. Onu tut muhafaza et ve boşaltma.’ dedi. Ben aldım, elimi o heybeye soktum. Baktım ki, önceden olduğu kadarı yine elime geldi. Sonra Peygamber Efendimiz hayatta olduğu sürece, ardından Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman hayatta oldukları sürece o hurmalardan yedim. (Başka bir rivayette de o hurmalardan kaç yük, Allah yolunda sarf ettim demiş.) Sonra Hz. Osman’ın şehit edilmesi esnasında o hurma, kabıyla birlikte yağmalandı ve tahrip edildi.” Tirmizî, Menâkıb: 47, no. 3839; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:110 (muhtelif tariklerle); Müsned, 2:352; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:295; es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 22:56; Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, 3:191 no. 5933.

İsrâ 93. âyette Mekkeli müşrikler Hz. Muhammed’den göğe yükselmesini ister ve okuyacakları bir kitap getirmesini diler. Rivâyet kültürü Hz. Resûlü tıpkı bu âyette ifade edilen istek doğrultusunda yükseltir. Bakara sûresinin son 3 âyetini Resûl’e getirtir. (Müsned, I, 422; Müslim, “Îmân”, 279) Oysa ne Allah’ın ne de Resûl’ün müşriklerin imânına ihtiyacı var mı ki onların her istediğini Allah, elçisine/resûlüne yaptırsın. Müşrik, sığ kafa mucize görmeden veya mucize rivâyeti olmadan peygambere imân edemez. Neden imân edemez? Çünkü bunlara inanmayanları peygamberi inkâr etmekle, itibarsızlaştırma ile suçlar. Kurân’î, aklî, evrensel ve ilmî delilerle bu rivayetleri kabul etmeyenleri de inkârla suçlar. Zira bu menkıbe ve mitler olmadan imânının azalacağına, yok olacağına inanır. Aslında âyetin sonu ‘’Evet, ben istediğiniz tüm mucizeleri ilerde tek tek göstereceğim.’’ cümlesiyle değil  ‘’Ben, sadece beşer bir resûl değil miyim?’’ sorusuyla bitmiş ve gelecekte üretilecek olan tüm beşerüstü istek, rivâyet ve olaylara ilâhî cevabı vermiştir. Bu soru aslında tüm resûllere yapılan ithamlara verilmiş bir cevaptır. “Biz seni sadece bizim gibi bir beşer olarak görüyoruz” (Hûd:27) “Onlar da şöyle dediler: “Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz.” (İbrâhîm:10) Rabbinden, yeni bir zikir gelmeyegörsün. Onu, ancak alay ederek dinlerler. Onların kalpleri, önem vermemektedir. Ve zulmedenler, şöyle fısıldaştılar: “Bu (Hz. Muhammed), sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey mi? (Enbiyâ:2-3) Müşrikler hem “Bu sadece bizin gibi bir beşerdir.” Diyorlar, hem de olur olmadık beşerüstü mucizeler bekliyorlar. Bu tezâtı günümüz Müslümanları da savunmaktadır. Şöyle ki “Kul innemâ enâ beşerun miślukum” De ki: "Ben sadece sizler gibi bir beşerim.’’ (Fussilet:6 – Kehf:110) Hem bu âyetlere imân ederler, hem de dünyada hiçbir insanın yapamayacağı yukarda ifade ettiğimiz rivayetlere imân ederler. Resûl’ün “üsveihasene” en güzel, en ideal örnek olması gereken sıfatlarını yani beşerî sıfatlarını öne çıkaranları da mucize inkârcısı veya peygamber düşmanı olarak lanse ederler. Oysa Kurân’ın beşerlik vurgusu mucize isteğine bir reddiye olup ‘beşerlik ve mucize’ bir arada olamaz mesajını taşır. Başka bir ifadeyle bir beşerden beşerüstülükler beklemek abestir. Esasen insanı hayalî değil, ayakları yere basan, gerçekçi bir dünya ve imân algısına ulaştıran asıl unsur Resûl’ün sadece vahiy alan bir beşer olduğuna inanmaktan geçmektedir. Sonraki âyette de ifade edildiği gibi mucize gösteren resûl inancı hidâyete engeldir.

94- Hidâyet geldiği zaman insanların inanmalarına “Allah, beşer bir resûl mü diriltti?” demelerinden başka bir şey mâni olmadı.

Hz. Muhammed de dâhil olmak üzere resûllerin tamamını sadece cennetlik beşerler (kâmil insanlar) olarak görmeyip insanüstü olarak inanıp göstermek (lanse etmek) bu âyete göre dalâlettir. Bu uyduruk masallar; düşünen, sorgulayan insanların imânlarına da mâni olmaktadır. Allah Resûlü zamanında yaşananları ve günümüze kadar gelen rivayetleri mucize olarak görmeyenleri tekfir eden kafa Allah’ın, peygamberi insanların kendi cinslerinden göndermesindeki hikmeti bir türlü kavrayamamıştır. Rabbimiz onların bu iddialarına şöyle karşılık veriyor:

95- De ki: “Eğer yeryüzünde gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten melek resûl indirirdik.”

Bu âyetlerle Kurân, peygamberlik müessesesinin temel kuralını koymaktadır. İnsan olana insan bir peygamber gönderilir. İnsana; yedi kat semânın üstüne çıkabilen, ellerinden sular fışkırtan, hurmaları-gıdaları çoğaltan, gölgesi olmayan, 70 erkeğin gücünde olan, bakışıyla bir çocuğu felç eden, kütüğü ağlatan farklı yapıdaki bir varlık/mahlûk peygamber olarak tarihin hiçbir anında asla gönderilmemiştir. Âyette yer alan yemşûne’ dolaşan kelimesi, hayatı, davranışı ifade etmektedir. Allah Resûlü’nün yapıp sizin emek vermenize, uğraşmanıza çalışmanıza rağmen yapamayacağınız her şey bilin ki bidattir, uydurmadır. Allah Resûlü “Ben sadece bir beşer elçiyim.” deyince kâfirler “Öyleyse senin elçiliğine kim şâhitlik edecek?” dediler. Bunun üzerine aşağıdaki âyet nazil olur.

96- De ki: “Benimle sizin aranızda, şâhit olarak Allah yeter.” Muhakkak ki O, kullarını haberdâr eden, görendir.

Allah’ın şâhit olması aslında her şeyden haberdâr olmasıdır. Bu nedenle ‘habîran basîrâ’ ifadesini haberdâr olan ve gören şeklinde meallendirmek kendi içinde bir mantık hatasıdır. Allah yapılanlara şâhittir. Olmuş ve olacaklarla ilgili elçisi kanalıyla kullarını haberdâr eder ve kullarının bu habere karşı tasarruflarını da görendir.

Şehîd kelimesi sözlükte ‘hazır bulunmak, bilmek ve haberdâr olmak’ gibi anlamlar taşıyan ‘ş-h-d’ kökünden türemiştir. Allah’ın şâhit olarak yetmesi ne demektir? Allah’ın her şeyi görüp haberdâr olması ve resûlüne haber vererek onu düşmanlarının bir adım önüne geçirmesi, elçinin hak resûl olduğunun delilidir. Tutarlı,  ilâhî ve gaybî haber kaynağına sahip olmaları resûllerin tek ve en somut resûllük alâmetidir. Bunun kâhinlikten farkı, resûllerin bu sonuçlara ulaşmada kurdukları muazzam sebep-sonuç ilişkileridir. Ancak gelecekle alâkalı zannî bilgilere dayalı umulmadık kehânetlerde bulunmak, sebep-sonuç ile değil tamamen karşıdakine gösteriş yapmak ve etkileyici olmak için yapılır. Esas mucizenin, Allah’ın resûlü ile gaybî bilgilendirme yoluyla insanları haberdâr etmek olduğu şöyle ifade edilir: “Dediler ki: Ona Rabbinden âyetler (mucizeler) indirilmeli değil miydi?" De ki: "Âyetler (mucizeler) ancak Allah katındadır. Ben yalnızca apaçık bir uyarıcıyım." Kendilerine okunan Kitab'ı sana indirmemiz onlara (mucize olarak) yetmedi mi? Şüphesiz bunda inanan bir topluluk için rahmet ve öğüt vardır.” (Ankebut:50-51) Şu okuduğumuz hikmetlere “Allah, kimi ulaştırırsa, artık o…”

 97-Ve Allah, kimi ulaştırırsa, artık o hidâyettedir. Ve kimi dalâlette bırakırsa o takdirde onlar için O’nun astında evliyâ bulamazsın. Ve kıyâm günü onları kör, dilsiz ve sağır olarak yüzüstü haşrederiz. Onların me’vası cehennemdir. Ve Biz, onların çıldırtan alevini her sönmeye yüz tuttuğunda arttırırız.

Me’va; sığınacak yer, barınak anlamına gelmektedir. Me’va,  ayrıca mesken ve yurt anlamlarını da taşımaktadır. Manen kör, dilsiz ve sağır olan; cehennemi barınak zannedebilir, Allah’ın astında evliyânın kendini koruyacağı, şefaat edip savunacağı hatasına düşebilir.

Veli kelimesinin çoğulu evliyâdır. Velinin temel anlamı ‘yakınlıkla ve yardımla birlikte söz sahibi olma’ manasına gelmektedir. Nitekim aynı kökten gelen ‘vilâyet’ ve ‘velâyet’ bir işi yüklenme, emirlik, sorumluluğunu üstlenme, riyâset (yönetim ve yetki) manasındadır. Habv, ateşin yavaşlaması demektir. Bu ifade, ateşin alevinin dinip hafiflediğini gösterir (Râzî) İlâhî ve uhrevî alanlarda Allah’ın astında, berisinde veliler edinenlerde zamanla evliyânın, hata ve kusurlarına karşı körlük baş gösterir. Kula kulluğa götüren bu körlük, insanı sağlıklı ve yapıcı eleştiriden ve hakkı söylemekten alıkoyar, lal eder. Bu körlük ve dilsizlik süreci kendine sunulan düzeltici fırsatlardan, hak ve hakîkatten istifade edemeyeceği bir sağırlığa dönüşür. (Bkz. “Kulaklarına tıkaç kıldık.” İsrâ:46)

98-İşte bu, onların âyetlerimizi örtmeleri ve “Biz kemik ve toz haline gelmiş olduğumuz zaman mı gerçekten yeni bir yaratılışla diriltileceğiz?” demelerinin tam karşılığıdır.

Âhiretin yokluğu düşüncesi, hayatın tüm rûhunu yok eden, ömrü duyusal zemine, hazlara indirgeyen bir belâdır. Tabiattaki yeniden dirilişi, her doğan canlıyı ve hayat dolu tabiatı âyet olarak görmelerine rağmen üstünü örterler.

99-Ve onlar; Allah’ın, gökleri ve yeri yarattığını ve onun bir mislini daha yaratmaya kâdir olduğunu görmüyorlar mı? Onlar için, onda belirsiz olmayan bir ecel kıldı. Buna rağmen zulmedenler, sadece örtmek için direndi.

Dikkat edilirse mucize ile alâkalı âyetlerde ‘’Allah kâdirdir.’’ denmeyip ‘’Bu mucize taleplerinden münezzehtir/subhân’dır’’ şeklinde ifade edilerek bu yöndeki istekler reddedilmiştir. Subhân ifadesi, mucize isteklerinin basitliğini, çocukça bir istek olduğunu imâ eder. Ancak burada Allah’ın misli bir âlem yaratma potansiyelinden dolayı ‘kâdir’ oluşu hatırlatılmaktadır. Esasen mucize, her bahar dirilen tabiat, doğan ve büyüyen canlılar ile hayattaki muazzam denge ve süreklilik değil midir? Mucize olarak indirilen kitabın yettiği gibi, okumasını bilene tabiat kitabı ve insan kitabı da mucize olarak yeterlidir.

Kurân’ın indiği dönemlerdeki kozmoloji bilgisi, yıldızların sonsuz bir yakıtla yandığı, evrenin sonsuz olduğu şeklindeydi. Ancak Kurân bu ortamda her şeyin bir ecelinin olduğunu ve bu hayatın bir mislinin olabileceğini ifade ederek zamanının ötesinde kozmolojik bir hakîkati dile getirmiştir. Akla, mantığa, ilme ve insan psikolojisiyle mutabık kitaba uymamanın tek sebebi âyete göre yapılan zulümlerdir. Zâlim, çevresindekilere zulmetmek için öncelikle onların hak ve hukukunu örtecek yamuk bir tasavvurla hayata bakar. Bu yamuk tasavvurun mimarı benmerkezci (egosantrik, bencil) şeytânî duygu ve düşüncelerdir.

100- De ki: “Eğer siz, Rabbimin rahmet hazinelerine mâlik olsaydınız, yine de infâk korkusu ile kıstıkça kısardınız.” İnsan çok cimridir.

“Rabbin rahmet/merhamet hazineleri” altın, gümüş, para, pul veya dünyalıklar değildir. Allah’ın değer verdiği, merhameti/rahmeti doğuran hazineler; paylaşmak, cömertlik, acıma, empati/duygudaşlık, vicdân ve sağduyu gibi beşerin ünsiyet kurmasına yardım edip beşeri insan yapan erdem ve meziyetlerdir. Ancak tükenme korkusu ve kaygısı bu meziyet ve hasletlere engel olup cimriliği körükler, cömertliğe de engel olur. Beşer hayatta kalmak için benmerkezci hareket eder. Ancak insan tabiatı gereği, sonradan öğreneceği cömertlik ile cimriliği eğitmek zorundadır. Muhtaç olan bir varlık, ihtiyacını gidereceği şeyleri sever ve onları elinde tutmaya yönelir. Özgür olma potansiyeli olan insan dünyalıklara karşı müstağni olabildiği ölçüde güçlenir. Önemli olan her şeye sahip/mâlik olmak değil en az şeye ihtiyaç duymaktır. Âyette çok değerli bir düsturdan bahsedilir. O da erdemlere sahip olmak değil erdemlere ait olmaktır. İnsanî erdemlere müntesip olmak yerine değerleri sahiplenerek onları sûistimal etmenin altında, insanın “mış” gibi görünmesi ve buradan bir rant devşirmesi yatar. Bir iş adamı veya esnaf, dürüst ve güvenilir olduğunu ve bu değerlere sahip/mâlik olduğunu iddia ediyor; ancak bunun tam tersini yapıyorsa orada Rabbin rahmet hazinelerini kendi üzerinde göstermemiş, dünyalıkların elinden gideceği korkusu ile bu erdemleri kıstıkça kısarak cimriliğini ortaya dökmüş demektir.

101-And olsun Biz, Mûsâ’ya beyân olunan dokuz âyet verdik. Bunları İsrâiloğulları’na sor. Onlara gelmişti. O zaman Firavun şöyle demişti: “Ey Mûsâ! Ben, sana sihir yapıldığını zannediyorum.”

Hz. Muhammed’den mucizeler bekleyen, gelen âyetlere bakmayıp âyetleri getiren elçiyle uğraşanlar ile firavunlaşmış mantığın kafası aslında aynı çalışır. Bu kafa; kitap, âyet, alâmet ve ilkelere uyup kendini düzelteceğine şahıslarla uğraşıp konuyu kişiselleştirir. Firavun’a ve onun kavmine gösterilen 9 âyet kronolojik olarak Kurân’da şöyle ifade edilir: İlk ikisi kendi müdahalesi olmadan asânın kıvrılması ve beyaz el ile itibar iadesidir. Üçüncüsü Hz. Hârûn ile Firavun ve kavmine söylediği sözlü âyetlerdir. Bu sözlü âyetler de 9 başlık altında toplanmıştır. Kalan 5 alâmet/işâret tek âyette şöyle sıralanır: “Böylece onların üzerine ayrı ayrı âyet olmak üzere tufan, çekirge, kımıl, kurbağa ve kan gönderdik. (Arâf:133) Son âyet ise denizin açılmasıdır. (Duhân:24) Beyân olunan 9 âyet ile yıllara yayılan ve belli bir süreçte gerçekleşen âyetlerin aynı olmamalıdır. Zira burada beyân sonucu gerçekleşmiş diyalog söz konusudur. Mekkeli müşriklerin de itiraz edip sihir, büyü, mucize istemeye gerekçe kıldıkları evrensel ilkeleri Hz. Mûsâ örneği üzerinden tekrar okuyalım: 1-Allah’a eş koşmayın. 2-Haksız yere adam öldürmeyin. 3-Zina etmeyin. 4-Faiz yemeyin. 5-Büyü yapmayın (Büyü, sihir, mucize ile insanları kandırıp aldatmayın.) 6-Suçsuz insanı, öldürmesi için sultâna teslim etmeyin. 7-İsraf etmeyin. 8-Namuslu kadınlara iftira atmayın. 9-Savaştan kaçıp arkadaşlarınızı ölüme terk etmeyin. Ayrıca Muhammed Hamidullah gibi bazı müfessirler bu dokuz âyetin Tevrat’taki on emirden, cumartesi yasağı dışındaki evrensel hükümler olduğunu belirtmişlerdir. “Bunları İsrâiloğulları’na sor!” ifadesinden maksat, bu hususta onlardan bilgi almak olmayıp aksine Hz. Muhammed’den mucizeler bekleyenlere binlerce yıl önce yaşanmış olayların net olarak vahyedildiğini gösterip dikkati yine kitap ve âyetlere çekmektir. Şimdi Hz. Mûsâ’nın Firavun’a verdiği cevapla konu devam edecektir.

102- “And olsun bu basîretleri göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini sen biliyorsun. Ve ey Firavun! Muhakkak ki ben, senin mutlaka mahvolacağını zannediyorum” dedi.

Besâir basîret kelimesinin çoğulu olup “görme, görerek anlama, bir şeyin iç yüzüne vâkıf olma, sezgi” gibi anlamlara gelir. Burada kişinin başına gelecekleri olmadan görme, önceden âyetler ile sezme manasında kullanılmıştır. Besâir, aynı zamanda verilen dokuz âyetin amacını da belirleyen bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Zaten âyet denen alâmet ve işâretleri, doğru okuyup tedbirler üretene basîretli kişi denilmektedir.

Subûr, yıkılma, bozulma mahv olma anlamındadır. (Bkz. Furkân:13–14, İnşikâk:11) Bu kelime denizin med durumundan cezir durumuna geçmesi anlamına gelen “sebera” fiilinden türemiştir. Bu kelimenin sebira kalıbı “yara açılıp irini akmak” manasını ifade etmektedir. Âyette geçen “mesbûra” da mahvoluşun nasıllığına bir göndermedir. Buradan Hz. Mûsâ’nın Firavun’un denizdeki akıbeti ile alâkalı net olmasa da bir zannının olduğu açıkça görülmektedir. Zira Firavun’un denizde boğulması kendiliğinden, plânsız, programsız, rastgele bir kaçışın ardından gerçekleşmemiştir. (Ayrıntılı açıklama için bkz. Tâhâ:78) Zaten devam eden âyette mesbûra’nın/mahvoluşun nasıllığı açıklanmıştır.

103- Artık onları arzdan kazımayı irâde etti. Bu yüzden Biz, onu ve beraberindekileri bir araya getirerek boğduk.

İrâde kelimesinin kök anlamı, bir şeyin harekete geçmesini sağlayan kol demektir.  Bu anlamıyla isteme ve hissetmenin ötesinde bir eylem ve harekete işâret etmektedir. Firavun sadece istediği, arzuladığı, hissettiği için değil bizzat irâde ettiği/eyleme geçtiği için cezâsını bulmuştur. Firavun’la ilgili anlatılanlar iç ve dış bağlamla yani sûrenin geneli ve Mekkeli müşriklerin yaşadıkları ile aynen uyuşmaktadır. Şöyle ki Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber’e ve müminlere hayatı zehir edip onlara baskı ve şiddetle işkence ediyorlardı. Başta Hz. Muhammed olmak üzere tüm Müslümanları öldürmek istiyorlardı. Bu kıssa onlara şöyle bir uyarıda bulunmaktadır: “Hz. Mûsâ köleleşmiş İsrâiloğullarını, özgür, bereketli ve vaad olunmuş topraklara taşımak için isrâ/gece yürüyüşüne nasıl çıkardıysa siz de isrâ ile esâretten kurtulup yepyeni bir yaşam alanına kavuşacaksınız. Mekkeli müşriklere de ‘Siz de ordularınızı cem edip/toplayıp Müslümanların peşine düşerseniz sonunuz Hz. Mûsâ ve İsrâiloğullarının peşine düşen Firavun gibi olacak uyarısıdır.’ Âyetteki sebep-sonuç ilişkisine dikkat edilirse Allah’ın arzında insanlara yaşama hakkı tanımamanın sonuçları üzerinden bir ilişki kurulmuştur. Hz. Nebi’nin hendek stratejisi bu âyetlerden ilhamla gerçekleşmiş olabilir.

104- Ondan sonra İsrâiloğullarına dedik ki: “O topraklarda yerleşin!” Böylece vaad edilen gelecekte sizi bir araya getireceğiz.

Üskunû el-ard ifadesinde “yerleşip iktidar sahibi olmak, devlet kurmak” manası da vardır. (Krş. Kasas 5–6). Bizce buradaki “bir araya getirilmekten maksat İsrâiloğullarının ilerleyen yıllarda Kudüs’te kurdukları selam yurdu (Jerusalem) iken âyetin Mekke’deki Müslümanlara da umut veren bir gelecek hedefi çizdiği görülmektedir.

105- Ve Hakk’ı, Biz indirdik. Ve Hakk ile indi. Seni, müjdeleyici ve uyarıcı olmandan başka bir şey için göndermedik.

Hak bâtılın zıddıdır. Hak ile inmenin anlamı, boş ve bâtıl olarak değil bir amaç ve gayeye mebni olarak inmesidir. “Hakk’ı, Biz indirdik. Ve Hakk ile indi” ifadesi hedeflenen amacı gerçekleştirmek için inmesi istenmiş ve bu amaçta gerçekleşmiş demektir. Ayetteki ‘biz’ kullanımı istenilen amacın doğrudan değil, dolaylı ve zamana yayılan bir süreçle olacağını ifade etmektedir.

Mübeşşir; müjdeleyen, doğru ve sevindiren bir şeyi haber veren demektir. (Krş. Kehf:56) Nezîr, “uyarıcı” manasına gelir. Uyarmak ise, bir şeyin sonundaki tehlikeye dikkat çekerek muhatabını bilgilendirip o tehlikeden sakındırmaktır. Buradaki incelik müjdenin uyarıdan öncelikli oluşudur. Zira umut veren bir hedef ve gelecek vizyonu çizildikten sonra bu müjdeli sona ulaşmaya engel olan unsurlara karşı muhatap uyarılmalıdır. Âyette geçen hak kelimesine “değişmeyen gerçek” manası verilebilir. Çünkü o, çağların eskitemediği, bütün zamanlar ve toplumlar için geçerli olan, tarafsız, değişmeyen gerçekler Hz. Mûsâ’nın zamanında da aynıdır. Hz. Muhammed’in zamanında olduğu gibi günümüzde ve gelecekte de hak, hep hak olarak kalacaktır. Zaten tüm zulüm ve şer sistemleri insanların, inanma, barınma, beslenme, düşünme vs. gibi temel haklarına tecavüz ile kendini göstermektedir. “Seni, müjdeleyici ve uyarıcı olmandan başka bir şey için göndermedik” ifadesi mucize beklenilen resûlün üzerindeki baskıyı kaldıran bir rahmettir. İnsanî ilke, kural ve haklara uymak istemeyenler sürekli mucize istemiş ve üretmişlerdir. Aslında mucize ve kerametlere imân, objektif imtihan alanına, gaybî konuların korunmasına ve inkâr etme hakkı ve seçeneğine de bir tür saygısızlık ve dayatmacılıktır. Şimdi müjde ve uyarısıyla hayata rûh katan Kurân’dan bahsedilecektir.

106- Ve Kurân’ı bölümlere ayırdık. İnsanlara, onu kısımlar hâlinde okuman için parça parça indirdik.

Feraknâ fiilinin şeddeli okuyanlara göre mânası “Allah onu parça parça ayırıp indirdi.” şeklindedir. Allah bu kısımları ve konular arasındaki farkları da ‘hurufumukatta denen kesik harflerle’ yapmıştır. Li takree-hu, kitabı hem okumak ve öğrenmek hem de öğretmek manasını içinde barındırdığından bağlama uygun olarak aktarmak şeklinde meallendirilmiştir. Kök fiili mekese olan maks/müks kelimesinde “yavaş yavaş, parça parça, ağır ağır, tek tek” Kurân’ı hayattaki karşılıkları ile tedrîcî olarak anlayıp öğretme vurgusu vardır. Çünkü öğrenmenin yasası da böyledir ve insan böyle öğrenir.

107- De ki: “O’na inanın veya inanmayın! O’ndan önce kendilerine ilim verilen kimselere okunduğu zaman secde ederek çeneleri üstüne kapanırlar.”

Ezkân,  zikn kelimesinin çoğuludur ve “çeneler” anlamına gelmektedir. Secde kelimesi bu âyette “harûr” fiili ile teslim olarak yere kapanmayı ifade eder. Kurân’ın indirilmesinden önce “kendilerine ilim verilmiş olanlar” daha önce indirilen kitapları okuyup vahyin ne olduğunu bilen, rükû ve secde edenlerdir. (Bkz. “Secde et ve rükû edenlerle birlikte rükû et!” Âli İmrân:43) Buradaki vurgu, ehlikitabın secde ederken önce çenelerini, sonra alınlarını yere koyma geleneğine bir göndermedir. Bizde de bu gelenek el öperken yapılır. Karşıdaki kişinin büyüklüğü kabul edilerek önce çene, sonra alın ele veya eteğe temas ettirilir. Maliki mezhebinde el öpme mekrûh sayılmış, hatta bazı fakihler bunu “küçük secde” olarak adlandırmıştır. Kurân öncesi bu kadîm geleneği âyetin onaylamadığı, sadece yapılacak olan davranışı yine onların ritüelleri ile önceden bildirdiği anlaşılmaktadır.

108-Ve derler ki: “Rabbimiz Sübhân’dır. Eğer Rabbimiz vaad ederse o mutlaka yerine gelir.”

Peygamberin hak elçi olduğunun delili ilim sahipleri örneği ile ifade edilmiştir. İlim ve bilgiden uzak olanlar mucize ve keramet ararken ilim sahipleri resûlün mesajını duydukları anda imânları artarak secde etmişlerdir. Âyette Allah’ın vaadi gereği bir resûl ve mesaj geleceğine dair ehlikitabın beklentilerinin olduğu anlaşılmaktadır.

109- Ve çeneleri üstüne kapanırlar. Ve huşûları artarak ağlarlar.

Kurân’da türevleriyle birlikte 17 yerde geçen huşû kelimesi, Arap dilinde “bakışın yere dikilmesi, gözleri kapamak, sesi alçaltmak, kederli tavır takınmak, boyun bükmek ve tevazu” gibi anlamlar taşımaktadır. Araplar, toprak kuruduğu ve yağmur yağmadığı zaman “ardun haşiatun” duvar yıkılıp yere serildiği zaman “cidârun haşiun” derler. Bilindiği gibi toprak kuruduğu ve susuz kaldığı zaman daha mütevazı bir hâl alır. Lügat manalarının yanında, Kurân’daki “huşû” tam bir boyun eğiş ve bu boyun eğişin gerektirdiği eylemleri sergilemek demektir. Huşû, bilgi ve bilinçten kaynaklanır. Mesela Allah’ın büyüklüğü hakkında insanın bilgisi arttıkça mütevazılığı, küçüklük ve âcziyet bilgisi olan huşû’u da artar. Huşû bilinçli müminlere dünyada nispet edilir, kâfirlere ve münafıklara ise âhirette… (Krş. Meâric:44, Nâziât:9) Çünkü onlar ancak azabı görünce bu bilince ve âcziyetlerinin farkına varıyorlar.

İnsanlar hasretle beklediği canlı-cansız bir şeye kavuştuğunda genellikle çektiği hasreti ve sıkıntıları bir anda hatırlayıp sevinçle ağlarlar ve kavuştuğu şeye gayriihtiyarî sarılıp onu öpmek gibi bir refleks sergilerler. Bu davranış sosyalleşmenin sonucu olarak beyinde bazı kimyasalların salınımı ile stresin, üzüntüyü bir anda azaltıp dışa taşmasıdır.

110- De ki: “ Allah diye çağırın veya Rahmân diye! Hangisiyle çağırırsanız çağırın esmâülhüsna onundur.” Namazında ne bağır, ne de gizle! Bu ikisi arasında bir yol tut!

İsmin çoğulu olan esmâ ile “manevî güzel, en güzel” anlamındaki hüsnâ kelimelerinden oluşan esmâülhüsna terkibi vahiylerde Allah’a nispet edilen isimleri ifade eder. En güzel isimler ifadesi, bu âyet de dâhil olmak üzere Kurân’da dört yerde geçmektedir. (Bkz. Tâhâ:8) En güzel isimler Allah’ın olduğuna göre, o isimleri ile O’na dua edilmelidir. Bu âyetteki salât kelimesi, âlimlerin çoğu tarafından “namaz” manasına alınmış, bazıları da “dua” anlamına geldiğini söylemişlerdir. İster namazda okurken, isterse dua ederken olsun, yüksek sesle Allah’a emir verir gibi dua etmek duanın bize bakan yönüne zarar vermektedir. Ayrıca yapılan ibadete riyanın bulaşması riskini artırmaktadır. Önemli olan güzel ve güçlü nağmelerle ses gösterisi yapmak değil ilim sahipleri gibi içten, samimi bir hâletirûhiye içinde olabilmektir. Rabbimiz bizim ne dediğimize değil ne kastettiğimize bakmaktadır. ‘İster Allah deyin, ister Rahmân deyin!’ ilkesi ‘lafızcı olmayın’ emridir. İnancı takımlar gibi görüp onların fanatiği değil ‘müntesibi olun’ çağrısıdır. Lafız bir araçtır ve amacı manayı taşımaktır. Allah sadece Arapçayı değil tüm dilleri, mimikleri, kalpteki en ince sırları bile bilir. Sizin dua etmek için dudağınızı bile kıpırdatmanıza gerek kalmadan o sizin neye ihtiyacınız olduğunu bilir. O zaman buradaki sesin ayarlanması Allah’ın nazarından değil kulların nazarından değerlendirilmelidir. Sesi kısma emri ile ne kastedilir? Namaz bir Kurân eğitimidir. Beyin göz ile okuduğu veya ezberden okuduğunu işitirse bu öğrenmeyi iki kat daha da arttırır. Yüksek ses ile okumak sesi yorup dikkati dağıtacağından ağızdan çıkanı kulağın duyacağı tonda bir okuma metodu geliştirmek namazın insanın kendine yaptığı telkinlerin beden bulmuş hâline dönüşmesi için elzemdir. Burada ehlikitabın tavrı konu edildiğinden şimdi Yahudi ve Hıristiyanlaşan kulların saptığı konular ana başlıkları ile ifade edilecektir.

111- Ve de ki: “Hamd, çocuk edinmeyen Allah’a mahsustur ve O’nun mülkte ortağı yoktur. Ve O’nun, Kendisini zilletten kurtaracak bir veliye ihtiyacı da olmamıştır. O’nu tekbîr ile büyükle!”

Minezzulli kelimesi “güçsüzlükten, düşkünlükten, ihtiyaçtan” anlamına gelmektedir. Tekbîr, “Allah’ı büyük görmek, küçümsememek’’ anlamındadır. Allahu Ekber lafzının kısaltılmasıdır. ‘’Rabbini büyükle!’’ ifadesinden  ‘’O büyük zaten. O zaman bu yüceliği kavra, ona göre hareket et, O’nu hafife alma!’’ manası çıkar. Allah’a çocuk isnat eden Yahudi ve Hıristiyanlar aslında Allah’ın mülküne ortaklar oluşturmuştur. Bu yüzden ‘’Mülk Allah’ındır.’’ ilkesini hiçbir zaman hakkı ile ifade edip yaşayamamışlardır. Mülkün Allah’ın olması gerçeği, dünyadaki tüm savaşları, kavgaları, hırsla yapılan zulüm ve çoğaltma yarışını bitiren en temel ilkedir. Mülk kavgası ile müşrikler Müslümanları hicrete zorlamış, onlara işkence etmiştir. Zira dinî ticaretleri, Müslümanlar tarafından sekteye uğramakta idi. Allah’ı, dinî inançlara, dünyevî çıkarlara ve dünyevîleşmeye alet etmemek için sûre “Sübhân” ile başlamış “tekbîr” ile sonlanmıştır. Allah’ı tek büyük görmek; satın alınamayan, kimsenin kulu-kölesi olmayan, şahsiyetli ve özgür bir insan olmak için çok temel bir düsturdur.

İsrâ sûresinden anladıklarımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu âlemlerin Rabbi olan Allah bilir.

 


 
Eklenme Tarihi : 23.07.2020 00:22:25
Okunma Sayısı : 6425