İbrâhîm Sûresi
Sûre adını, 35–41. âyetlerde geçen Hz. İbrâhîm’in kıssasından alır. Kurân’da birçok yerde, Hz. İbrâhîm anlatılmasına rağmen bu sûreye bu ad neden verilmiştir? Hz. İbrâhîm’in duasının bu sûrede bulunması sûrenin bu ad ile meşhûr olmasına sebep olmuş olabilir. Sûrenin üslûbu ve ihtiva ettiği konular, onun Mekke döneminin son yıllarında indirildiği izlenimi vermektedir. Sûrenin zamanını Boykot sonrası 10. yılın başı olarak tespit edebiliriz. Sûre bölümlerinin birbiriyle bağlantılı oluşu, sûrenin bütün olarak bir defada yahut peş peşe bölümler hâlinde indiğini göstermektedir. Bu sûre, Basralıların sayımına göre 50 veya 51 âyet, Küfelilere göre 52, Medinelilere göre 54, Şamlılara göreyse 55 âyettir. Zîra hem sûre isimleri hem de sûre numaraları beşerîdir, değişkenlikler arz edebilir.
1-Elif-Lâm-Râ. Rabblerinin izni ile insanları karanlıklardan nûra; Azîz, Hamîd olanın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.
Elif, tevhit; lâm, şirk konularının kategorizasyonuna işâret eder. Zaten ilk konular da bu minvaldedir.
Nûr kelimesi ışık, aydınlık, parlaklık; eşyayı ortaya çıkaran ve onun gerçekliğini gösteren tecelli, yansıma demektir. (Bkz. Fâtır:20) Dikkat edilirse karanlıklar çoğul, aydınlık ise tekil olarak gelmiştir. Bunun sebebi kaynağın, yaratanın, kökenin tekliği iken; sapmaların muhtelif oluşudur. Zulumât kelimesi çoğuldur, tekili “zulmet” şeklinde gelir. Kurân’daki nûr ve zulmet kelimeleri, benzetme şeklinde ve daha çok tevhit (elif) ve şirk (lâm) anlamında kullanılmaktadır. Karanlık ışığın, şirk de tevhidin yokluğudur. Bu âyette Kurân’ın indiriliş gayesi de özetlenmiştir. Kurân; insanı insanlıktan çıkaran, onursuzluğa mahkûm eden, zulme sürükleyen karanlık ve kötülüklerden aydınlığa çıkarma amacını net olarak birçok âyette ortaya koyar. Bir insan Kurân okuduğunda geleceğe umutla bakmıyorsa, karamsarlık bulutlarını dağıtıp içini huzurla doldurmuyorsa bir şeyleri eksik yaptığı için Allah’ın iznine nâil olamamış demektir. İlk adım bizim Kurân’ı okumamız ve bu minvalde münkerden uzak durup sâlih ameller yapmamızdır. (Bkz. “Onu, sâlih amel yükseltir.” Fâtır:10)
Azîz; şeref, değer ve üstünlük gibi anlamlar taşıyan “a-z-z” kökünden türemiş bir sıfattır. Hamîd, “h-m-d” kökünden türemiştir. Olumlu ve imrenilen özellikleri bulundurduğu için çok övülen, övgüleri boşa çıkarmayan gibi anlamlar taşır. İnsanın içinden dışına doğru yaşadığı aydınlanma süreci ona izzet ve değer kazandırırken; imrenilen, övülen hasletleri yaşatmasına da imkânlar sağlayacaktır.
2-O Allah ki, semâlarda ve yeryüzünde ne varsa O’nundur. Ve şiddetli azâba rağmen örtenlerin vay hâline!
Bu âyette Rabbimiz göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsinin kendisine ait olduğunu vurgulayarak insanları kendilerinin olmayan şeylere bağlanmamaları noktasında uyarmaktadır. Emâneti mülkiyet görmek “Mülk Allah’ındır!” âyetini örtmek olacağı unutulmamalıdır. (Bkz. Nûr:42)
3-Onlar, dünya hayatını sevip âhiret hayatına tercih ederler. Ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Ve onu eğriltmek isterler. İşte onlar, uzak bir dalâlet içindedirler.
Yestehibbûn kelimesi “habbe” kelimesinden türemiştir. Habbe “sevdi” anlamına geldiği için bundan türetilen “istehabbe” sevip tercih etmek, sevgi nesnesi olarak seçmek manasına gelmektedir. Vudd da, hubb da sevgidir. Vudd, sonradan kazanılarak öğrenilmiş bir sevgi/muhabbet iken; hubb/habbe, tohum manasından dolayı biraz daha insanın genlerine işlemiş, korku ve gelecek kaygısını temel alan, dünyalıkları çoğaltma güdüsünün sebebidir. Bu sevgi, kalbe kök salarsa büyür ve yayılır. Dünyaya duyulan ölçüsüz sevgi, bir anda onu elde etmek ve çoğaltmak için tüm yolları mubah kılabilir. Allah’ın yolu; kişiyi paylaşımcı, adâletli, merhametli, güvenilir ve dürüst kılarken, dünyevîleşen zehirli sevgi; kendi çıkarlarına hizmet eden bencil bir adâlet anlayışına, her an her şeyi yapabilecek, güven vermeyen bir tip oluşturur.
Uzak bir dalâlet içinde olmak anlamındaki “fî dalâlin ba’îd(in)” sapmada ilerlemeyi ve geri dönüşsüz bir noktaya ulaşmayı ifade etmektedir.
4-Ve gönderdiğimiz hiçbir resûl yoktur ki, kendi kavminin lisânıyla onlara beyân etsin diye göndermiş olmayalım. Artık Allah, dilediğini dalâlette bırakır, dilediğini hidâyete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hakîm’dir.
Tebyin; iletme, duyurma, bildirme, tarif etme ve uygulamalı olarak gösterme gibi anlamlara gelmektedir. Kurân’da “beyyene” fiili kimi yerde bu en geniş çağrışımlarıyla, kimi yerde ise sadece “duyurma-iletme” anlamıyla kullanılmıştır. Âyette Hz. Peygamber’e Kurân’ın indirildiği bildirilmekle kalınmayıp ona Allah’ın hükümlerini açık ve anlaşılır bir lisân ile ortaya koyması, duyurup anlaşılmayı sağlaması görevi de yüklenmiştir. Bu muhatapların yaptığı seçimlerin objektif olabilmesi için elzemdir. Dileyenin hidâyeti, dileyenin dalâleti seçebilmesi Kurân’ın hedeflediği inanç ve düşünce özgürlüğünün net bir ifadesidir. Müşrikler Kurân’dan önceki kutsal kitapların genellikle İbranice veya Süryanice indirilmiş olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle bu dillerin ilâhî vahyin özel dili olduğunu sanan bazı kimseler Kurân’ın da Hz. Peygamber’e bu dillerden biriyle indirilmesi gerektiğine inanıyor, Arapça olarak indirilmiş olmasını yadırgıyorlardı. (İbni Âşûr-Derveze) Her peygamberin ancak kendi kavminin diliyle gönderilmiş olması, bütün insanlardan tek bir dil ile mesela Arapça ile anlaşmalarının, yalvarıp niyazda bulunmalarının istenmediğini gösterir. Lisânlar sadece ve sadece manayı taşıyan birer araçtır. Aracı kutsamak maksadı göz ardı etmekle sonuçlanır. Bunun yanında âyetikerimenin işâret ettiği önemli noktalardan birisi de, resûllerin izinden gidenlerin, içinde bulundukları toplumun diline hâkim olmaları gerektiğidir. İlâhî maksat, muhataba tam ve doğru bir şekilde aktarılmalıdır ki dalâlet ve hidâyet sadece muhatabın hür tercihine göre belirlensin. “Artık Allah, dilediğini dalâlette bırakır, dilediğini hidâyete erdirir.” Allah her kavmi, kendi lisânı ile uyarmayı dilemiş ve bu yönde resullerini göndermiştir. Allah’ın hâkim hükümlerinin muhatabına kaybettiği izzeti ve değeri de kazandıracak mahiyette oluşu, Azîz ve Hakîm esmaları ile verilmiştir.
5- Ve doğrusu Mûsâ’yı, “Karanlıklardan nûra çıkar ve onlara Allah’ın günlerini hatırlat!” diye âyetlerimizle kavmine gönderdik. Muhakkak ki bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için âyetler vardır.
Birinci âyetteki karanlıklar ile aydınlık; burada Hz. Mûsâ ve İsrâîloğulları üzerinden örneklendirilip tefsir edilmiştir. İsrâîloğulları için karanlıklar/zulümat, kölelik ve Firavun’un zulmü iken; aydınlık/nûr da Hz. Musa’ya indirilen kitabın rehberliğinde hürriyetlerine kavuşmaları ve Firavun’un zulmünden kurtulmalarıdır. Araplar Eyyâmu’l-Arab (Arab Günleri) deyimiyle kazandıkları önemli hadiseleri ve meşhûr savaşları; Arap tarihine ait, ona yön veren, önemli, kritik olayları kastederlerdi. Bu nedenle, âyetteki “eyyâmullâh” Allah’ın günleri ifadesi de bu özgürlüğün asıl sebebine bir göndermedir. İsrâîloğulları Allah’ın emirlerini yerine getirdikleri dönemlerde/günlerde nura ulaşmış iken Allah’ın emirlerini önemsemedikleri günlerde/dönemlerde karanlıklara sürüklenmişlerdir. İsrâîloğullarına geleceklerinin kimsenin ipoteği altında olmadığı, Allah’ın günleri kullanımı ile özgürlüğe atılan adımlar olarak hatırlatılmıştır.
Şükr kelimesinin kökü “hayvanın yediği besini, verdiği süt ve semizliği ile belli etmesi” demektir. (Lisanül Arab) Şekûr ise sözlükte, çok şükreden demektir. Sürekli şükür hâlinde olmak, nimete karşılık vererek onu isrâf etmeden doğru kullanmaktır. (Ayrıca şükür için Bkz. İnsân:3)
Sabır; direnmek, sıkıntılara göğüs germek, kararlı olmak demektir. Sabır, yalnızca acılara ve felâketlere dayanma, katlanma değil varlığa ve dünyevîleşme karşısında da kararlı bir şekilde durabilmektir. Bu şükrü kaybeden sabırsızlık belâsına dûçâr olur. Burada şükür ve sabır neden sonuç olarak birbiri ile ilişkilendirilmiştir. Çok sabretmek için yoku değil varı/olanı görmek gerekir buda ancak çok şükretmekle mümkündür. Şimdi varı görmenin önemi Hz. Musa’nın dilinden zikredilecektir.
6- Ve Mûsâ kavmine şöyle demişti: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın! Sizi Firavun ailesinden kurtardı. O, sizi azâbın en kötüsüne zorluyor ve oğullarınızı boğazlıyor ve kızlarınızı hayatta bırakıyordu. Ve bunlarda Rabbinizden azîm bir belâ vardır.”
Uzkurû/ hatırlayın kelimesini, “Düşünün!” şeklinde de anlayabiliriz. Hz. Mûsâ, hürriyetlerine kavuşan; ancak nereden geldiğini unutarak şükretmeyen kavmine nimeti hatırlatarak sabırlarını artırmaktadır. Toplumlar, maruz kaldıkları travmatik olayların verdiği acıyı dindirmek için yaşadıkları olumsuzlukları unutma eğiliminde olurlar. Hz. Mûsâ burada başlarına gelen kötülükleri değil, o zulümden kimin onları kurtardığını (eyyamullah) ve nasıl özgür kaldıklarını bir nimet olarak hatırlatmıştır. Zîra nimeti hatırlamayan ve onun kıymetini bilmeyen onu vereni de önemsemez, buna nankör (ekmeğe kör) denmektedir. Hafızasız toplumlar başlarına gelen belâ ve musîbetlerden gerekli dersi çıkaramaz ve sürekli aynı hatalara düşerek geleceklerini kaybederler. Yapılması gereken topluma yön veren âkil insanların/aydınların, ara ara nereden geldiklerini, ne tür sıkıntılarla bu nimetlere kavuştuklarını hatırlatarak toplumsal hafızayı diri tutmalarıdır.
“Ebnâehum” lügat açısından “oğulları” anlamına gelir. “Nisâehum” ise, bu durumda ilerde kadın nüfusu oluşturacak olan oğulların karşıtı kızlar anlamına gelir. (Bkz. Arâf:127) Zîra Hz. Mûsâ’nın annesi ve kızının yaşamasına izin verilmişken babadan bahsedilmemiş, Firavun’un askerleri de erkek çocukların öldürülmesi talimatını almıştır. Firavun’un melelerinden çıkan bu fikir âyette (min âli fir'avne) Firavun’un ailesi olarak ifade edilerek Arâf 127 ile de tam bir uyum sağlanmıştır. Rabden gelen azîm belâ Allah’ın sünneti ile alâkalıdır. Balık hafızasında olan toplumlar dostu düşman, düşmanı dost zanneder. Bu tür ahmak toplumları köleleştirmek çok kolaydır. (Bkz. Zuhrûf:54) İşte bu zillet hâline Kurân; Rabbin değişmez ve objektif sosyolojik kanununa atfen “Rabbinizden azîm belâ vardır.” şeklinde özetlemiştir.
7- Ve o zaman Rabbiniz size duyurmuştu: Eğer şükrederseniz artırırım ve eğer örterseniz muhakkak ki azâbım şiddetlidir.
Bir sonraki âyette “Ve Mûsâ dedi ki:” şeklinde cümle başladığı için bu 7. âyet Hz. Mûsâ’dan ziyâde tüm resûllerin kavimlerine duyurduğu evrensel bir prensiptir. Şükür, verilenlerin tüketilmesi değil, farklı ve yararlı bir nimete dönüştürülerek onların üretilmesidir. Bakılıp beslenen bir koyunun sütü, yünü ve doğurduğu kuzular ile artması, o hayvanın sahibine şükrü yani teşekkürdür. Bu bağlamda kaynakların verimli kullanılması ile değerlendirilip arttırılmasına şükür, nimetin/kaynakların geri dönüşümsüz tüketilip isrâf edilmesine, hebâ olmasına küfür/örtmek denmektedir. Bu da hem nimete hem de o nimeti bizlere musahhar kılan Rabbe yapılmış bir nankörlüktür, küfürdür. Bunun neticesinde oluşan mahrûmiyeti de Kurân şiddetli azâp olarak tanımlamıştır.
8-Ve Mûsâ dedi ki: “Eğer siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi, nankörlük etse bile muhakkak ki, Allah Ğanî'dir Hamîd'dir.”
Bu âyette tekfûr, şükrün karşıtı olarak kullanıldığı için nimeti örtme, vereni inkâr etme manasında nankörlük olarak meallendirilmiştir. (Ayrıntı için Kâfirûn sûresine bakınız) Bu âyetler, Hz. Mûsâ’nın İsrâîloğullarına vefatından önce hatırlattığı öğütlerdir. Bunlar Kitab-ı Mukaddes’in Tesniye bölümünü oluşturmaktadır. Dün Hz. Mûsâ’nın diliyle bu söz İsrâîloğullarına söylenmişti, bugün de bizlere söylenmektedir. Rabbe değil onun nimetine nankörlük eder, hoyratça dünyayı kirletirseniz Ğanî ve Hamîd olana değil asıl kendinize zarar verirsiniz. Ğanî kelimesi bir şeye ihtiyaç duymamak ve zengin olmak gibi anlamlar taşır. Muhtaç olmanın zıddıdır. Bu isim, genellikle Kurân’da Allah’ın insanların yararı için koyduğu kurallar, ibadetlerin akabinde zikredilir. Böylece o buyruklara uymanın esas faydasının Allah’a değil, onları uygulayan insanlara döneceğine dikkat çekilir. Pek çok inanç sisteminde tanrıların; kulluğa, insanların o dine girmelerine muhtaç olduğu gibi bir imaj çizilir. Bunun altında yatan asıl sebep dinden geçinenlerin rant ve nüfûz elde etme arzularıdır. Onların anlattığı inanç sisteminde din bir siyasi parti, hâşâ yaratan da sanki o partinin siyasi lideri konumuna düşürülür. Bu bilinçaltı düşünüldüğünde, Kurân’ın mesajının önemi daha iyi anlaşılmış olur. Zîra Kurân, Allah’ın hiçbir şeye, bu arada insanların yaptıkları iş ve ibadetlere muhtaç olmadığı; aksine dine ve ibadete ihtiyaç duyanın insan olduğunu özellikle öne çıkarır. (Bkz. Fâtır:15, Neml:40) Birileri “İslam’ın, Kurân’ın buna ihtiyacı var!” “Kurân yetim!” “İslam sahipsiz!” diyorsa bilin ki orada İslam’ın veya Kurân’ın sırtından bir rant devşirme, güç devşirme plânları vardır. İnsanlık var olalı beri, hiçbir zaman ve zeminde Allah’ın yol gösteren ilkeleri sahipsiz kalmamıştır. Zîra dinin sahibi Ğanî ve Hamîd olan Allah’tır. Hamîd, iyilik, güzellik ve erdemlilikle niteleyip övmek gibi anlamlar taşıyan “h-m-d” kökünün türemiş şeklidir. El-Hamîd, “bütün iyilik ve güzelliklerle, sayısız nimet ve lütuflarına karşı övülen, tek ilâh olan Allah’ın esmâsıdır. Ğanî ve Hamîd esmâlarının cümlenin sonuna kattığı vurgu zımnen, iyi ki Allah (Hamîd) hiçbir şeye muhtaç değildir (Ğanî)
9- Sizden öncekilerin, Nûh kavminin, Ad ve Semûd ve onlardan sonra gelenlerin önemli haberi size gelmedi mi? Onları, Allah’tan başkası bilemez. Onların resûlleri, onlara beyyinelerle geldiler. Fakat onlar, ellerini ağızlarına bastılar. Ve dediler ki: “Gerçekten biz onunla gönderildiğiniz şeyi önemsemedik. Ve muhakkak ki, bizi kendisine davet ettiğiniz muğlâk şeye karşı ikilem içindeyiz.”
Nebe kelimesi, sıradan haberleri değil, muhatabı için hayatî önem taşıyan haberdir ve bu haberi doğru olarak sadece vahiy yoluyla öğrenebiliriz. (Bkz. Necm:36, Fâtır:14, Nebe:2, Sâd:67) “Ellerini peygamberlerin ağzına basmaları” mecazî bir ifadedir. Resûllerin söylediklerini dinlemeden lafı onların ağzına tıkmaları anlamındadır. Arapça el anlamına gelen “yed”, aynı zamanda güç anlamına da gelmektedir. Bu manadan hareketle “Ellerini ağızlarına bastılar.” ifadesi, “Güç kullanarak, zorla peygamberleri susturdular.” demektir. Toplumları geçmişten dersler çıkararak geleceğe ilişkin uyaranları susturmak, onları felâket tellalı olarak lanse etmek, suçlamak aslında fikir ve inanç özgürlüğünü düşünsel değil, fizikî engellerle bastırmaya çalışmaktır.
Şekk kelimesi, “ş-k-k” kökünden gelir. Bir şeyin 2’ye ayrılması veya 2 âdet olmasıdır. Dolayısıyla ihtimal 2’ye indiğinde bu kelime kullanılır. Yakın anlamdaki şüphe kelimesi de “ş-b-h” kökünden gelir. Benzemek anlamındadır. Benzeyenler ve ihtimaller 2’den fazla olursa şüphe kelimesi kullanılır. (Bkz. Neml:66, Sâd:8)
Rayb kelimesi “r-y-b” kökünden gelir. Kurân’da on yedi yerde geçen bu kelime, ya Kurân’ın içeriği ile alâkalı ya da yeniden dirilişin kesinliği konusunda zikredilmiştir. Semantik alanı içerisinde her türlü belirsizliğin, kararsızlığın, muğlâklığın genel adıdır. Kısaca; uzakta-karanlıkta bir cismin ne olduğunun anlaşılmaması ve ihtimalin/benzerlerinin çok olması “şüphe”; o şeyin yaklaşması sonucu erkek veya kadın olup olmadığı gibi ihtimalin 2’ye düşmesi “şekk”/ikilem; hiçbir şüphe ve endişeye mahal kalmadan gerçeğin ayan beyân ortaya çıkmaması “la rayb” ile ifade edilir. (Krş. Secde:2) Küfretmenin yani hakîkati önemsemeden geri plâna atmalarının gerekçesi; davetin muğlâk oluşu (rayb) ve vahyin istekleri ile atadan öğrenilen nefsanî yaşantı arasındaki derin farkların oluşturduğu ikilem (şek) olarak ifade edilmiştir.
10- Onların resûlleri şöyle dedi: “Gökleri ve yeri yarıp ortaya çıkaran Allah için mi ikileme düştünüz? Peşinizi bırakmayan suçlarınızdan sizi mağfiret etmek için davet ediyor ve sizi belli bir zamana kadar tehir ediyor.” Dediler ki: “Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz. Babalarımızın kulluk etmiş olduğu şeylerden bizi alıkoymak istiyorsunuz. Öyleyse bize açıkça bir sultân getirin!”
Allah, Kurân ile yaptığı çağrıya kulların uymaları hâlinde toplumlarının ömrünün “eceli müsemmaya” kadar uzatacağını burada vaad etmektedir. Aynı açıklama Hz. Nûh tarafından da kavmine yaptırılmıştır. (Bkz. Nûh:4) Burada, ikilem manasındaki şek de tefsir edilmiştir. Yaşanan ikilem atalar inancı ile fıtrata-vicdana hitap eden Allah’ın buyrukları arasında yaşanan ikilemdir. Allah, fıtrî olmayan ve peşlerini bırakmayan kötü davranışlardan bir miğferin koruması gibi korumak, mağfiret etmek için yapıp yapmamaları gerekenler konusunda elçileri ile önceden kullarını uyarmaktadır. Ancak uyarı ve davetlerin içeriği ile değil, resûlün insanüstü/olağanüstü şeyler getirmesi ile ilgilenen muhatap yine, bile isteye hikmeti, bozuk niyeti ile görmezlikten gelmiş, hedef şaşırtmıştır. Burada nüfûz ve etki altına alan her söylem, (kanıt, delil, mucize) sultân kelimesi ile özetlenmiştir.
11-Onlara resûlleri şöyle dedi: “Biz de ancak sizin gibi beşeriz. Ve lâkin Allah, kullarından dilediğini nimetlendirir. Biz, Allah’ın izni olmaksızın, size bir sultân getiremeyiz. Artık inananlar Allah’a tevekkül etsinler.”
“İllâ bi-iżni(A)llâhi” ifadesi “Ancak Allah’ın izni ile…” demektir. Allah, varlığı yaratırken yasaları ile neyin mümkün, neyin na-mümkün olduğunu belirlemiştir, dilemiştir. Mucizeler, ilâhî sünnete aykırı olağanüstülükler, Allah’ın izni ve dilemesi dışındadır. Resûllerin beyânı da bu minvalde olmuştur. O beyân da “Bizler sizden mümkünü isterken, siz neden bizden imkânsızı istiyorsunuz?” sorusudur. “Ve lâkin Allah, kullarından dilediğini nimetlendirir.” Âyetteki nimet için ilk yapılacak yorum Allah’ın insanlarla vahiy aracılığı ile konuşmasıdır. Zîra en büyük nimet ilâhî yönlendirmelerdir. Nimet verilenlerin yolu da dosdoğru yoldur. (Bkz. Fâtiha 6)
Tevekkül kelimesi, “v-k-l” kökünden türemiş, tefe’ul babından mastardır. Lügat manası vekâlet vermek, teslim olmak, terk etmek, bırakmaktır. Allah’a tevekkül, onun hayata koyduğu psikolojik, sosyolojik, maddî ve manevî yasalarına güvenmek, yasalar istikametinde hareket etmek ve tezat oluşturmadan bilinçli bir duruş sergileyebilmektir.
12- “Ve biz niçin Allah’a tevekkül etmeyelim? Ve bizi, yollarımıza yönlendirmiştir. Ve sizin bize yaptığınız eziyetlere elbette sabredeceğiz. Artık tevekkül edenler, Allah’a tevekkül etsinler.”
Sabır bir bekleme hâli değil mücadele ve direnme hâlidir ki, direnme tevekkül ile birleştirilmiştir. Kurân, Allah’ın yasalarına muhalif olağanüstülükler istemek yerine, bu yasalara yaslanarak yapılan gerçekçi bir direnişten bahsetmektedir. 5. âyette, sabır-şükür ilişkisi, burada da tevekkül için sabır formülü sunulmuştur.
13-Örtenler, resûllerine dediler ki: “Sizi kesinlikle bu yerden çıkaracağız veya bizim milletimize döneceksiniz.” Artık Rabbleri onlara: “Muhakkak ki zâlimleri helâk edeceğiz.” diye vahyetti.
Te’ûdunne fiili “avd” kökünden gelir ve bir hâlden başka bir hâle intikal etme anlamı taşır. Dikkat edilirse âyette dinimize değil “…milletimize döneceksiniz.” ifadesi kullanılmıştır. Doğru meallendirme, peygamberlerin daha önce küfür dini içinde bulunduğu, sonra bundan ayrıldıkları vehmini de ortadan kaldırmaktadır. Ancak ne hikmetse çoğu meal müellifi “…dinimize döneceksiniz.” şeklinde meal vermiştir. Hâlbuki Kurân’da geçen “din ile millet kelimelerinin” köken birlikteliği bile yoktur. Bu kelimelerin birbiri yerine kullanılması çeviri hatalarına tipik bir örnektir. Millet, kabile veya kavim demek değildir. Millet kavramı, daha çok, aynı sosyal ve kültürel kurallar/çizgiler etrafında bir araya gelen insan topluluğunu anlatır. Ümmet, inancı da kapsar ve milletten daha geniş kapsamlıdır. Millet, toplumun adı olmaktan çok; toplumun üzerinde ittifak ettiği kuralları ifade etmektedir. Şirk sistemi toplumsal kast yani hiyerarşik köle-efendi sistemine dayanır. Müslüman buna karşı durduğunda o milletin kurulu sisteminden dönmüş olur. Bu durum bir arada, tek millet olarak yaşamaya engeldir. Farklı inanç, kültür, etnik grubun ortak paydalar üzerinde bir arada yaşaması demek olan millet kavramını Kurân yerine göre olumlu, (Bkz. “milete İbrâhîme” Âli İmrân:95) yerine göre burada olduğu gibi olumsuz manada kullanmıştır. Burada önemli olan farklı grup ve toplulukları bir arada tutan harcın, maruf ve fıtrî/evrensel ilkelerden beslenmesidir. Yoksa şeytânî arzu ve istekler, gasp, yolsuzluk, zulüm, saltanat da bazı grup ve toplumları bir araya toplayarak onları zulüm milleti hâline getirebilir. Bu âyette zâlimlerin helâk olacağı vaad edilmiştir. Enâm 129’da zâlim milletler için ilâhî bir yasa açıklanmaktadır: Yaratılış düzenine karşı koymaya çalışan mafya, çete ve zâlimleşen devletlerin birbirlerine musallat edilerek helâk edileceği şöyle beyân edilmektedir: “Böylece Biz, işledikleri günahlar sebebiyle zâlimlerin bir kısmını bir kısmına musallat ederiz.” Zalimlerin zulümle işgal ettiği makamlar hak sahipleri tarafından doldurulur işte ayetin devamı…
14- Ve onlardan sonra sizi mutlaka o yere yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan ve vaadimden korkanlar içindir.
Yeryüzü salih, iyi kullara vâris kılınmıştır. (Bkz. Enbiya:105) Dikkat edilirse Allah’ın kendisinden korkmak değil de makamından ve vaadinden korkmaktan bahsedilir. Zîra Rahmân ve Rahîm olan Allah; şerli, korkutucu bir Rabb tasavvuruna sürekli mesafe koymaktadır. Peki Allah’ın makamından korkmak ne demektir? O’nun yasalarının kesinliğinden ve adam kayırmama tabiatına saygı duymaktır. Hâkimlerin hâkimi olan Allah dünyada din, dil, ırk ayırt etmeksizin sosyolojik sünnetler belirlemiştir. Adâlet ile yönetilmeyen zâlim toplumlar, er-geç yerlerini daha ilkeli, tutarlı, âdil toplumlara bırakır. Zîra zulm ile abad olanın âhiri berbat olur. İşte bu akıbete sürüklenmenin sebebi Allah’ın vaadidir. Vaadinden sakınmak; tüm davranışlarını buna göre düzenlemek, duygu ve düşünceleri doğruya, güzele, iyiye, hakka ve adâlete kanalize etmekle mümkündür.
15- Ve fetih istediler ve bütün inatçı zorbalar kaybettiler.
Cebbâr, cebirden mübalağalı ismifâildir. Yani çok cebredici, istediğini yapmaya mecbûr bırakan demektir. Cebbâr, insan için kullanıldığında olumsuz anlamda canının istediğini yapan ve yaptıran zâlim/zorba anlamına gelir.(Bkz. Kâf:45)
Anîd, inat eden, inatçı demektir. Lisanül-Arap’ta anîd için şu tarif yapılır: Doğru olan bir şeye doğruluğunu bile bile karşı çıkan, hakîkati gördüğü hâlde kibrinden geri adım atmayana denir.
İsteftehu fiilinin hüküm anlamındaki “fetehat” kökünden gelmesi mümkündür. İsteftehu fiilindeki zamir hem inananlara hem de kâfirlere râci ise, o takdirde âyet şöyle anlaşılır: İki grup da, Allah’tan yardım istedi. Fakat Allah sulhu savunanlara yardım etti ve zâlim, inatçı zorbalar kaybetti. Fetih kelimesini lügat manası olan açmak anlamında okursak anlam “İnsanlar önlerinin açılmasını, kör düğüme dönüşmüş sosyal ilişkilerin ve sorunların çözülmesini istediler.” şeklinde olur. Bu mana düşünüldüğünde toplumlar, önlerinin açılmasını istiyorlarsa çözüm cümlenin devamındadır. Sulh ve selâmet için sorunları cebir ve zorbalıkla çözmekten vazgeçmelidirler. Zîra “Bütün inatçı zorbalar eninde sonunda kaybeder.” bunun istisnası yoktur.
Hâbe kelimesi, başaramamak, kaybetmek, umutların boşa gitmesi manalarına gelmektedir. Allah’tan zafer, fetih istemenin kuralı bellidir. O da zorbalıkta inat etmemektir. Ne adına olursa olsun zorbalık zafere değil, cehenneme götürür.
16- Onun ardında cehennem vardır ve kanlı sıvıdan içirilir.
Verâ kelimesi, bir kimsenin önünde veya arkasında demektir. O hâlde, “verâ” lafzı, bunlardan her biri hakkında kullanılabilir. Dikkat edilirse arka manasındaki “dübür” değil, “verâ” kullanılmıştır. Bu kullanım manaya şöyle bir genişlik kazandırmıştır: Cehennemin bu zorbaların arkasında olması, geçtikleri yerleri cehenneme çevirmeleri; önlerinde olması da bu zulümlerinin yanlarına kâr kalmayacağı manalarını kapsar. Sadîd kelimesi; yaradan taşan, kanla karışık sızan, akan sıvılar için kullanılır. Kandan, gözyaşından beslenen zâlim zorbaların sonunun da misli ile yapılması manidardır.
17- Onu yutmaya çalışacak ve boğazından kolayca geçiremeyecek. Her yerden ona ölüm gelecek ve o ölemeyecek. Ve onun ardından ğalîz bir azâp...
Ğalîz kelimesi; katı, sert, ağır, çetin gibi anlamlara gelmektedir. Hak-hukuk demeden insafsız ve adâletsizce başkalarının hakkını yiyen, yağmalayan cebbârlara fırsat tanınmamalı, o gasbettiklerinin tadına varmadan boğazları sıkılmalıdır. Zîra haksız kazancın sefâsı kamuya duyurulursa, bu başkalarını teşvik edebilir. Bu durum zâlim ve zulme yandaşlık etmek isteyen menfaatperest akbabaların sayısını arttıracaktır. Aynı zamanda bazı suçlarda ölüm cezası bile hafif kalabilir. Bu hakîkat Kurân’da şöyle ifade edilir: “Bugün yok olmayı bir defa istemeyin, defalarca isteyin!” (Furkân:14) “Nerdesin ey ölüm! Gel de bizi bu durumdan kurtar!” diyecekler ama ölemeyecekler. Ölümü temenni ettiren, ölümü aratan korkunç azâpların içinde olacaklar. (Bkz. İnşikâk:11)
18- Rabblerini örtenlerin amelleri fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu kül gibidir. Kesbettiklerinden hiçbir şeye kâdir olamazlar. İşte o uzak bir dalâlettir.
Buradaki “ramâd” kül benzetmesi manidardır. Kesbetmek bir değeri ele geçirmektir. Ancak bunlar; hakları örterek cebirle/zorla ele geçirdikleri için hem o değere hem de kendilerine zulmetmişlerdir. Değerin yanması; küle dönmesi, elde avuçta bir şey kalmaması ve tutanı da yakmasıdır.
Zor günlerde insanı ayakta tutan; değer yargıları ve ilkelerdir. Kötüler kötülükleri ile değerlerini yakar, kaybeder. Hem yanan amelleri hem kendileri zaman içinde savrulur, yok olur, gider. İşte uzak dalâlet tam da budur.
19-Allah’ın, semâları ve yeri hak ile yarattığını görmüyor musun? Eğer, dilerse sizi giderir ve yeni bir halk getirir.
Hak kelimesinin zıddı bâtıldır ve bâtıl, anlamsızlık ve amaçsızlığa delâlet eder (Bkz. Asr:3, Tûr:35, Enbiyâ:18). Hak kelimesinden kasıt, Allah’ın gökleri ve yeri boş yere değil, ancak bir amaca mebni, tutarlı bir şekilde yaratmasıdır.
Halk, insan nesli, insanlık manasına geldiği gibi var etme ve varlık manasına da gelir. Yukarıdaki âyette Râzî’nin aktardığına göre İbni ‘Abbas “yeni bir varlık yaratma” olarak anlamıştır. Sonuç olarak “bi halkın cedidin” yeni bir yaratılış ile yaratılan topluluklar manasındadır. Burada göklerin ve yerin gözlemlenmesi, üzerinde düşünülüp çalışma prensiplerinin/sünnetinin öğrenilmesi öğütlenmiştir. Zîra ekolojik dengenin bozulması, yaşamı riske sokan felâketleri tetikler. Âyetin nankör insana hatırlattığı, insanların ne Yaratan ne de dünya için vazgeçilmez olduğudur. Bu âyet, insanoğlundan önce kulluk eden türlerin olduğuna bir işaret de olabilir.
20- Ve bu, Allah’ın izzetine halel getirmez.
Azîz; şeref, değer, izzet ve üstünlük gibi anlamlar taşıyan ‘a-z-z’ kökünden türemiş bir sıfat olup “değerli, şerefli, izzetli’’ anlamına gelir. Allah bunu yaparsa bu Allah’ın izzetine yani değerine, şerefine bir halel, bir eksiklik getirmez. Aynı zamanda insan ırkının yeryüzünden silinmesi yine onlara verilen özgür irâdenin kötü kullanımındandır. Ekosistemi insanın tam yaşayacağı şekilde yaratmış olan Allah, özgür irâdenin kötü kullanımı sonucu gerçekleşen ifsadın sorumlusu tutulamaz, kader adı altında suçlanamaz. İnsanlığın kendi bindiği dalı kesmesi Allah’ın izzetine halel getirmez. Zîra Allah önceden bizlere, irâdeli ve irâdesiz resûlleri ve vahiy ile uyarılarda bulunmuştur. (Aynı ibarenin benzer bir bağlamda kullanılmasıyla ilgili Bkz. Fâtır:16–17)
21-Ve hepsi Allah’ın huzurunda ortaya çıktılar. Böylece zayıflar kibirlenenlere dediler ki: “Muhakkak ki, size tâbi olduk. Artık Allah’ın azâbından bir şeyi bizden savabilir misiniz?” Dediler ki: “Eğer Allah, bizi hidâyete erdirseydi elbette biz de sizi hidâyete erdirirdik. Şikâyet etsek de, sabretsek de bizim için aynıdır. Bizim için sığınacak bir yer yoktur.”
Mehîs kelimesi, mastar olarak kurtuluş, kaçış; ismimekân olarak sığınak anlamlarına gelir. Bir kimse, kaçmak istediği zaman bu kelime kullanılır. Bu kelimenin temelinde zorluk ve sıkıntı vardır.
Du’afâû kelimesi ‘za’af’ kökünden türemiştir. ‘Za’af’, kuvvetli olmanın zıddıdır. Za’af sahibi kimseye, yani kuvvetli olmayana ‘za’if’ denilir ki, Türkçede ‘zayıf’ şeklinde söylenmektedir. ‘Za’af’, bedende, nefiste, akılda, düşüncede, bir şeyin nitelik ve niceliğinde olabilir. Istiz’af’ sözlükte, zayıf görmek, zayıf bırakmak, zayıf bir hâle getirmek, zillete düşürmek (aşağılamak) demektir. Mümin hiçbir konuda zayıf düşmemelidir. Zîra bu zillet durumu onu hidâyetten uzaklaştırabilir. Kendisini büyük görenler önünde, ezilmesine sebep olabilir. Kendi görüşüne, inancına güvenmeyen; zayıf, edilgen tipler kolayca kibirlilere hayran olup onlar gibi olmayı isterler.
İstikbar kelimesi, sözlükte büyüklenme, kendini büyük görme, böbürlenme, insanları küçük görme anlamlarına gelir. Zilletin panzehiri istikbar değildir. Özenilen tip aslında kişinin aynasıdır. İlim ve irfan bakımından örnek şahsiyetlere imrenmek kişinin değerini, kapasitesini, hedefini ve potansiyelini gösterirken; pop yıldızı, futbolcu veya oyunculara özenme ise henüz kâmil bir karaktere sahip olunmadığını ve bunu da o kişinin hedeflemediğini gösterir.
Hidâyet kelimesinin kökü “çölde yolunu bulmaya” denir. Zıddı dalâlet olup yolunu kaybetmek, çıkmaz sokağa sapmaktır. Müşrik kafanın kurduğu “Allah bize hidâyet etseydi, biz de size hidâyet ederdik.” cümlesi iki açıdan hatalıdır. Birinci açıdan suçu Allah’a fatura etmesi ile kadercidir ve iftiradır. İkinci açıdan sanki kendilerine tâbi olanları hidâyete erdirme güçleri varmış gibi bir yalana dayanmasıdır. Anlıyoruz ki bu şarlatanlar dünyada iken kendilerinin hidâyete erdiğini ve hidâyet dağıtabildiklerini iddia etmiş ve zayıf düşünceli kitleleri peşlerinden sürüklemişlerdir. Bu iki grubun da cehennemde olması, zayıf düşmüş olmanın mazeret olarak kabul edilmediğini de göstermektedir.
22- Ve şeytân emir yerine getirildiğinde dedi ki: “Muhakkak ki; Allah, size hak olanı vaad etti. Ve ben de size vaad ettim. Fakat ben, vaadimden hilaf ettim. Ve ben, sizin üzerinizde bir sultâna sahip değilim. Sadece sizi davet ettim. Böylece siz, bana icâbet ettiniz. Artık beni kınamayın! Kendinizi kınayın! Ve ben, sizi kurtaramam. Siz de, beni kurtaramazsınız. Gerçekten ben, sizin beni ortak koşmanızı daha önce de örterdim. Muhakkak ki, zâlimlere elîm bir azâp vardır.”
Bu bölüme ilişkin tefsirinde Râzî şöyle bir açıklama getiriyor: “Bu âyet göstermektedir ki, gerçek şeytân (eş-şeytânu’l-aslî) insanın [kendi] arzu, heves ve kompleksleridir. Yukarıda zayıflar, kibirlileri suçlarken; kibirli olanlar da kendilerini savunmuş ve konu asıl sebebe gelmiştir. O asıl sebep tâbi olanların ve tâbi olunanların şeytânî duygu ve düşünceleridir. Şahıslaştırılan bu şeytânî vasıflar konunun anlaşılması için burada konuşturulmuştur. İnsanın şeytânî yüzü; sürekli onun yanındaymış, ona yardım edip onu kurtarmak istiyormuş gibi vaatlerde bulunur. Bu vaatleri vesvese yolu ile yapar. Burada şeytânı ontolojik bir varlık hâline getirip suçu ona yıkmanın hatalı olduğu ve herkesin hatayı kendisinde araması gerektiği şöyle ifade edilmiştir: “Artık beni kınamayın, kendinizi kınayın!” Râzî’nin de ifade ettiği gibi asıl şeytân insanın kendi nefsi, arzu ve hevesleridir. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, fikrî ve duygusal olarak kendini yetiştirmemiş, güçlü olmayan insanları; şeytânî duygu ve düşüncelerinin kuklası olmuş müstekbirler yönetir.
23- Ve inanan ve sâlih amel yapanlar, altlarından nehirler akan cennetlere dâhil edilirler. Orada Rabblerinin izni ile hâlit kalırlar. Onları orada ihyâ eden “selâmdır.”
Tahiyye kelimesi, hayat kelimesiyle aynı köktendir. Hayat kelimesi, “bitki ve hayvanlardaki gelişen güç; duyan, hisseden güç; işleyen akıllı güç; üzüntünün geçmesi; ebedî olan âhiret hayatı; Allah’ın kendisiyle nitelendirildiği hayat” anlamlarıyla çeşitli şekilde kullanılır.(el-Müfredat) Selâm, bütün bu anlamlarla birlikte insanı ihyâ eder. Selâm sadece basit bir söylem değil, büsbütün bir eylem hâlidir. Selâm, “barış, huzur, esenlik, saadet, af, mağfiret” anlamlarında olup “her türlü kötülüklerden, meşakkat, mihnet, kusur ve âfetten kurtulmak” manalarını kapsar. Müminler hem dünyada hem de âhirette birbirleri ile karşılaştıkları zaman böyle bir duada bulunurlar. Bu, aslında İslam/barış dinine müntesip olan her müminin/güven veren kişinin hayat parolası gibidir. Barışı, esenliği, huzuru hayatında bir numaraya koyan insanların oluşturduğu toplumlar bulundukları yeri altlarından nehirler akan cennetlere çevirirler. İhya olunmuş bilinçli bir selâmlaşma ahlâkı, medenî toplumlarda gözlemlenir ve bu ahlâk birlik ve beraberliğe, sevgi ve muhabbete zemin oluşturur. İnsanlara hayırlı sabahlar/günler demek, hayırlı bol kazançlar dilemek, merhabalaşmak toplum ile barışık, mutlu ve özgüvenli insanların yapageldiği bir alışkanlıktır. Toplumu bir arada tutan selâmlaşmayı devam eden âyet temiz kelime olarak vasıflandırır ve bunu teşvik etmek için bir benzetme yapar.
24- Allah nasıl örnek verdi, görmedin mi? Temiz bir kelime, temiz bir ağaç gibidir. Onun aslı sâbittir ve onun dalları semâdadır.
Arapçada “darbımesel”, içindeki parlak tasvir ve sağlam incelik dolayısıyla akılları esir alıp dimağlarda iz bırakan özlü ve akıcı benzetmelere denir. Burada güzel manasındaki “ahsen” veya “hüsün” değil de “tayyib” kelimesinin kullanılması, güzelliğin sadece ağdalı, kafiyeli, süslü bir söz değil aynı zamanda temizleyici, verimli ve faydalı olduğunu ifade etmek içindir.
Tayyibât, sözlükte “hoş ve lezzetli olmak” anlamındaki tîb (tâb) kökünden türemiş; duyuların ve nefsin haz aldığı, faydalı, hoş ve lezzetli bulduğu şeyleri ifade eder. Buradan hareketle tayyib, ağaç örneği üzerinden verildiği için onun meyvesini işâret etmektedir. Zaten bir sonraki 25. âyette “O her zaman Rabbinin izni ile meyvesini verir.” şeklinde bir geçiş yapılacaktır. Ağacın temiz olması hem meyvesinin hem gölgesinin faydalı, hoş ve verimli olması manasındadır.
Kelimeten, bir kelime demektir. Rağıb, kökü olan “kelm” ibaresini “Duyma veya görme gibi iki histen birisiyle tanınan, algılanan bir tesir olup bunun için etkisi açık bir yaralama (cerh) anlamına gelir.” demektedir. Kelâm kelimesi de bu kökten olup “etkili söz” demektir. Kelime, gerek duymanın gerek görmenin etkisi altında mananın telkini yönünden sadece “duymayla anlaşılan” kelâm sözünden daha geneldir. Okunan veya işitilen bazı kelimeler zihinde daha çok çağrışımlara/dallanmalara sebep olur. Zaten kavl/söz ve kelimeyi/kavramı birbirinden ayıran kelimedeki/kavramdaki zengin çağrışımlardır. Bu nedenle “kelime”, “kavrama” karşılık gelirken; “söz”, “kavle” karşılık gelir.
Toplumu bir arada tutan selâmlaşmanın ardından faydalı, temiz, hoş bir kelimenin, kökü bakımından sağlam bir ağaca benzetilmesi manidardır. Beynin yapısı da tıpkı bir ağaç gibidir. Sinirler beyin sapından çıkıp nöral dallanmalar yapar. Kavramlar/kelimeler dallanmaları arttırarak beyni besler. Temiz düşünceler ile beslenen zihin sâlih ameller üretebilir. O zaman kelimeyitayyip, İslam/selâm dininin kitabı olan Kurân’ın da bir sıfatıdır. Aslının ilâhî sabitelerden gelmesi, onu faydalı, temiz ve temizleyici yapar. Kökü, kökeni, fıtrî ve evrensel ilkelere bağlanan her kavram kendisine sarılanı yüceltecektir.
25- O her zaman Rabbinin izni ile meyvesini verir. Ve Allah, insanlara etkileyici misâl verir. Umulur ki, onlar tezekkür ederler.
“O her zaman meyvesini verir.” cümlesi, yapılan iyilik ve güzelliklerin, bir tebessüm ile alınan gönüllerin mutlaka karşılığının, mükâfatının olacağını vaad eder. Rabbin izni de bu istikâmettedir. Rab koyduğu yasalar gereği temiz kelimeler ile zihin dünyasını, iç âlemini besleyenlerin yeri ve zamanı geldiğinde mükâfatını alacağını vaad etmektedir. Zîra temiz fikirler mutlaka güzel ahlak ve sâlih amel olarak meyvesini verir. Âyetin sonundaki “leallehum/umulur ki” kaydı, bu hakîkati herkesin bildiği; ancak çoğunluğun hatırlamadığı ve umursamadığına bir göndermedir.
26- Ve habîs bir kelimenin durumu da; cüssesi yerin üstünde, dayanaksız ağaç gibidir.
Rabbimiz “tayyibe” kelimesinin karşıtı olarak “habîse” kelimesine yer vermiştir. Tayyib; hoş, lezzetli, temiz, faydalı, sağlıklı iken habîs; nahoş, lezzetsiz, pis, kirli ve zararlı gibi anlamlara gelmektedir. Habis kelimenin aslı içteki hainlik ve kötülüktür. (Ragıp) Bu, demirin kiri/pası gibidir. Hz. Ali der ki: “Tayyip işler yapan ondan daha temiz, habîs işler yapan ondan daha kötüdür.” İnsanın aklını kötü fikir ve ahlâksız düşüncelerle, suça sürükleyen ideolojiler ile doldurması, insanı zamanla içerden çürütüp güçsüzleştirecektir. Böyle insanlar bırakın yük alıp destek olmayı, herkese yük olurlar.
İctisas “cüssenin tamamını almak, boylu boyunca yatırmak” demektir. Burada artık faydalı meyve ve gölgesi olan bir ağaçtan değil, boylu boyunca yere serilmiş ham bir kalastan bahsedilmektedir. Benzer bir kullanım münafıklar için şöyle yapılmıştır: “Onları gördüğünde cüsseleri hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerini dinlersin. Onlar âdeta sıralanmış kütükler gibidirler.” (Münafikûn:4) Habîs olan kelime, kirli niyetler ile ortaya atılmış ve hayatı kirleten düşünceler demektir. Eğer burada kavl kullanılsa idi hayatı kirleten çirkin sözler diyebilirdik. Ancak buradaki kelime kullanımı habîs olanın sadece sözler değil “düşünce ve duyguları da kapsadığını” göstermektedir. Peki, dünya hayatında sırâtımüstakîmden ayağımızı kaydıran bu kirli duygu ve düşüncelerden kurtulmanın yolu nedir?
27- Allah inananları sabit sözle, dünya hayatında ve âhirette sebât ettirir. Ve zâlimleri dalâlette bırakır. Allah dilediğini yapar.
Allah’ın dilediği/istadiği; sâbit (değişim ve dönüşümün olmadığı) ilâhî sözlerinden ve hayata koyduğu değişmez/sâbit sünnetinden anlaşılmaktadır. Hayatı inşâ eden değişmez yasalardan dolayı yaşama kılavuzu olan vahyin de sâbit olması beklenir. Sâbit söz, insanlıkla yaşıttır ve her zaman ve zeminde muhataplarını karanlıklardan nûra çıkarmayı hedeflemiş, insanın sırâtımüstakîmden kaymasına engel olmuştur. Ancak bazı kimselerin bu sâbit/değişmez öğretiyi seçmeme özürlüklerini de yine Allah önceden dilediği için işlediğimiz âyette fâil Allah’tır. Sonuç olarak fıtrî ve evrensel olanı seçmenin mükâfatı hidâyet, zulmü tercihin faturası dalâlettir.
Sâbit sözlerin Hz. Âdem’den son resûl Hz. Muhammed’e kadar indirilen tüm vahiyler olduğuna dair delilimiz bir sonraki âyettir. “Bi el kavli es sâbit” sâbit sözler ile demektir. Bu, yıkılan ağaç benzetmesine bir âtıftır. Sapasağlam, yıkılmadan, insan onuruna yaraşır değerlere müntesip, şahsiyetli kişilerin inandığı/güvendiği sözler/ilkeler vardır. Allah’ın zâlimleri dalâlette bırakması, onları sapıklık içerisinde bırakması demektir. Allah’ın hidâyet etmesi, insanı bu durumdan sâbit ve sağlam sözleri/âyetleri ile kurtarmasıdır. Bu nedenle hidâyet Allah’tan, dalâlet ise insanın kendi tercihindendir.
28- Görmedin mi? Allah’ın nimetini örterek değiştirdiler ve kavimlerini yokluk diyarına sürüklediler.
Allah’ın nimetinden kastın bağlam düşünüldüğünde; insanları hak ve hakîkat üzerinde sâbit kılan, onları temizleyen, habîsten uzak tutan, Allah’ın resûlleri ile gönderdiği değiştirilemez olan mesajları olduğu anlaşılmaktadır. Bu nimet sayesinde 5. âyette, İsrâîloğullarının Hz. Mûsâ ile kölelikten kurtulup özgür oldukları, karanlıklardan çıkıp nûra ulaştıkları da hatırlatılmıştır. (Benzer bir kullanım için bkz. “Bugün size dininizi ikmâl ettim. Üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.” Mâide:3)
Bevâr kelimesi yokluk anlamındadır. Bâre-Yeburu‘dan gelme mastardır. Rağıb’ın da dediği gibi, aslında çokça tembel demektir. Nitekim aşırı tembellik yokluklara, bireysel helâklere ve fesâda yol açar. Ehallû kelimesi “h-l-l” kökünden gelir helâl de aynı köktendir. Helâl bir şeyin serbest olması harâm ise yasak, dokunulmaz olması demektir. Burada diyarlarının, evlerinin, hanelerinin Allah’ın evrensel ilkelerini-nimetini örtmeleri sebebi ile yokluk ve mahrûmiyet yurduna dönüşmesinden bahsedilir. Bu yokluk ve perişanlığa asıl sebep kötülüklerden, bencilliklerden beslenen bir kesimin olmasıdır. Bunların akıbeti şöyle özetlenir:
29- Cehenneme yaslanırlar. Ve ne kötü karar yeri!
Sâbit, değişmez, evrensel ve fıtrî ilkeleri (kelimeleri) örtmek cehenneme sırtını dayamak ve habîsten güç alıp beslenmek demektir. Bu tarz sosyal yapılara Kurân şirk sistemi der. Zîra dünyevîleşmek ve menfaatperestlik insana her türlü suçu işletir ve zâlimler yetiştirir.
30- Ve onun yolundan saptırmak için Allah’a denkler kıldılar. De ki: Metâlanın! Artık sizin gidişatınız mutlaka ateşedir.
Endâd kelimesi denk, benzer ve rakîp manalarına gelen “nidd” kelimesinin çoğuludur. Dikkat edilirse Allah’ın astında veya Allah ile beraber denilmeyip “denkler kılmaktan” bahsedilmesi buradaki şirkin farklı oluğunu bize gösterir. Bağlamda dünya nimetlerinin araç olmaktan çıkarılıp amaç hâline getirilmesinin insanı nasıl şirke sürükleyebileceğinden bahsedilmektedir. Amaç dünyalık metâ olunca bunun ateş, kaos ve zulümle sonuçlanan kısa vadeli menfaatten başka bir getirisi olmayacağı haber verilmiştir. Çözüm; mülkiyetin emânet olduğuna inanarak yapılan paylaşımlardır.
31- İnanan kullarıma de ki: Dostluk ve alışverişin olmadığı o gün gelmesinden önce salâtı ikâme etsinler! Onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve aleni infâk etsinler!
“İnanan kullarıma söyle!” ifadesi inanmayan kulların da olduğu sonucunu bize vermektedir. Eğer “ibâdiye/kullarım” sadece olumlu bir manada olsa idi burada “inanan” gibi bir eklemeye ihtiyaç kalmazdı. Sadece kullarıma söyle denilmesi yeterli olurdu. Demek ki Allah’ın inanan kulları olduğu gibi inanmayan, örten, şirk koşan, münafıklık eden kulları da vardır. Salât kelimesi, namaz kastedilen âyetlerde kame-ayağa kalkmak, dikilmek fiilinden türeyen “ekîmu, yukîmu, kâimun, ekâmtum” kelimeleri ile birlikte geçer. İkâme; bir şeyi kaldırıp dikmek, düzeltip doğrultmak, dosdoğru yapmak, özenle hayata yansıtarak uygulamak anlamlarına gelir. Burada bireysel eğitim olan namazın ayağa kaldırılıp hayata yansıması ve sosyal yardımlaşma olan infâk ile meyvesini vermesi istenmektedir. İnfâk kelimesi, “ne-fe-ka” kökünden türemiştir. “Elden çıktı, bitti, tükendi.” anlamlarına gelir. Nafaka; harcanan para veya ihtiyaçların tamamı için gerekli kazanç anlamında kullanılır. İnfâk ise; malı veya benzeri ihtiyaç maddelerini hayır yolunda kullanarak değerlendirmek, ihtiyaçları gidermektir. İnancın gerektirdiği bir amel olan infâk, âyette gizli ve aşikâr/aleni ifadesi ile nitelenmiş, böylece bu güzel davranışın her ortamda yapılması teşvik edilmiştir. Buna göre, infâk eyleminin öncelikli riyâdan korunmak için gizli yapılması, teşvik için ve gizli yapmanın mümkün olmadığı durumlarda da açıktan yapılması emredilmiştir. (Bkz. Yâsîn:47, Secde:16, Rad:22)
32- O Allah ki, semâları ve arzı yarattı ve semâdan suyu indirdi. Böylece onunla size semeresini rızık olarak çıkardı ve denizlerde emri ile akıp gitmesi için yüklü gemileri size musahhar kıldı ve nehirleri de sizin emrinize musahhar kıldı.
Âyette semâların/göklerin yaratılmasından bahsedilirken, suyun “indiği tek bir semâdan” bahsedilir. Zîra nem sadece “troposfer” katmanında bulunur. Yağmur, kar gibi yağışlar sadece troposferden gelir. Atmosferde bulunan su buharının %99'u troposferde bulunur. Ayrıca dikkat edilirse “Gökleri ve yeri sizin için yarattı.” şeklinde herhangi bir ifade yoktur. Mahlûkatın insan için, insanın da Allah için yaratıldığı ön kabulünü bu bağlamda Kurân onaylamaz. Nedeni 33.âyette izah edilecektir.
Semerât, genel olarak ağaçta yetişen (meyveler) manasında kullanılır. Fulk; yüklü gemiler demektir. Yüklü gemilerin Allah’ın izni ile akıp gitmesi suyun kaldırma kuvvetine bir göndermedir. Suya yüklenen potansiyel, insana bahşedilen akıl ile ortaya çıkmıştır. Peki, neden “Gemiyi ve nehirleri sizin için yarattık denilmemiş de musahhar kıldık.” denilmiştir? Dikkat edilirse hem insan yapımı gemi ve hem de insanın dahlinin olmadığı güneş ve ay için de musahhar ifadesi kullanılmıştır. Neden?
33- Ve ikisi de devamlı hareket hâlinde olan güneşi ve ayı size musahhar kıldı. Geceyi ve gündüzü de size musahhar kıldı.
Deebe fil ameli “Bir işi hep aynı düzende yürüttü. Aksatmadan, araya fasıla koymadan devamlı yürüttü.” demektir. “Daibeyni” süreklilik ifade eden deib’den gelmektedir.
Âyette Allah, “sehhara” kelimesi ile geceyi, gündüzü, güneşi, ayı insanın hizmetine sunduğunu ifade etmektedir. Yüce Allah tüm kâinatı, göksel cisimleri ve yerel oluşumları insana hizmet etsinler diye mi yaratmıştır? Eğer öyle olsaydı “Güneşi, ayı sizin için yarattım.” derdi. Burada mussahar kıldığından bahseder. Peki, musahhar kılmak nedir? Bu ifadenin “Sizin için yarattım.” demekten farkı nedir?
Teshir kelimesi, bir şeyi hizmete koşmak, itaat ve boyun eğdirmek demektir. Musahhar, ismifâil olup işi hizmete hazır hâle getiren demektir. Bu mana düşünüldüğünde mussahar kılmak o varlığın içindeki potansiyelden istifade edecek yeteneğe ve aklî melekelere işâret eder. 32 ve 33. âyetler güneş enerjisinden, döngüsel güneş ve ayın hareketleri sayesinde elde edilen takvimlerden, suyun kaldırma prensibi göz önünde bulundurularak tonlarca yükü taşıyan gemilerden, nehrin debisi ve gücünden, diğer canlılara göre insanoğlunun daha fazla istifade edebileceğine ve etmesi gerekliğine dikkat çekilmiştir. “Sizin için yarattım.” cümlesi bir anda insanın emâneti mülkiyet görmesine, doğadaki tüm canlıların kendisi için yaratıldığı vehmine kapılıp “onları hunharca katletmesine sebep iken”, musahhar kılmak şeklindeki ince kullanım insana verilen akıl ile mahlûkatı yok etmek değil “ondan azâmî istifade etme nimetine” dikkat çekmiştir. Emre amade kılınan dünyayı ve mahlûkatı kirletmek, yok etmek nankörlükten başka bir şey değildir.
34- Ve ondan istediğiniz her şeyden size verdi. Ve eğer Allah’ın nimetini saysanız onu hesaplayamazsınız. Muhakkak o insan, gerçekten çok zâlim ve çok nankördür.
Tuhsu fiili taşla saymak anlamına gelen ihsa’dan alınmadır. Çünkü Araplar bizim parmaklarla saymaya güvendiğimiz gibi, taşla saymaya güveniyorlardı.
Zalûm; çok zâlim, zulme, haksızlığa çok meyyal demektir. Nimetleri yerli yerinde sarf etmeyen, onun sadece kendisi için yaratıldığı vehmine düşen “el-insan” nimeti kendisine musahhar kılana şükrü terk etmektedir. Bu nankörlük; nimetin içindeki temiz enerjiden, üretken potansiyelden istifade etmek yerine onu tüketmeye götürür. İşte bunları yapanların tamamına nimeti örtmek manasında “keffârun/çok nankör” denilmiştir. Âyette zalûm ve keffâr olarak “el-insanın” yani insan türünün sıfatlandırılması onun üstün özelliklerde ve yüksek bir potansiyelde yaratılmış olmasındandır. Hayvanlar ne nankörlük edebilir ne de çok zulmeden olabilir. Zîra bunlar için en başta belirli bir aklî seviye lazımdır. Bu ancak doğaya zarar veren, nimetleri israf eden, halîfelik potansiyelinde olan insanın yapabileceği bir zarardır. Beşer bu potansiyelde olmadığı için Kurân’ın hiçbir yerinde ona zâlim, câhil, keffâr gibi sıfatlar isnât edilmez. Bkz. (İnsan çok acelecidir. İsrâ:11) (İnsan zâlim ve câhildir. Ahzâp:72)
35- Ve bir zamanlar İbrâhîm demişti ki: “Rabbim, bu beldeyi emin kıl! Beni ve oğullarımı, putlara tapmaktan içtinap ettir!
İbrâhîm ismi nüzûl sürecinde ilk defa A’lâ sûresinin 19. âyetinde kısaca geçmektedir. Daha sonra geçtiği yerlerde Hz. İbrâhîm’in hayatından örnek sahneler sunulmuştur. Burada ise bağlama uygun, ihtiyarlık döneminden bir kesit sunulacaktır. Bağlamda, inanç özgürlüğünün önemi ve bu nimetin üstünü örtmenin/nankörlüğün yaşatacağı olumsuzluklar işlenmektedir. Şükür-küfür, sabır-tevekkül bağlamında bir örnek verilecektir. (Hz. İbrâhîm için ayrıca bkz. Meryem:41–50, Şuarâ:69–87, Sâd:45, Zâriyât:24) Hz. İbrâhîm güvenli yaşam alanının zıddı olarak putlara tapınmayı, şirki işâret etmektedir. Oğullar ile bu güvensizliğin gelecek olan nesilleri de kapsadığına işâret edilmiştir. Zîra güvenlik ve barışın olmadığı bir beldede diğer nimetlerin değeri kaybolmaktadır. İstenecek olan ilk şey şimdi ve gelecek için barış ve güvendir.
Esnâm kelimesi sanem kelimesinin çoğuludur. Bu kelime sadece maddî anlamda yapılan putlar anlamına gelmez. Allah’tan başka ilâhî güç, tapınacak kadar kutsallık atfedilen ideoloji, nesne ve insanları da kapsamaktadır. (Bkz. Şuarâ:71, Arâf:138) Hz. İbrâhîm şirkin oluşturduğu sistemin dalâlet olduğunu ifade ederek sözlerine şöyle devam etmektedir:
36- Rabbim! Muhakkak ki onlar, insanların çoğunu dalâlete düşürdü. Böylece kim bana tâbi olursa, artık o elbette bendendir. Ve kim bana âsi olursa, artık Sen muhakkak ki, Ğafûr'sun, Rahîm'sin!
Burada dalâlet “esnam” denilen putlara isnat edildiği için bu putların cansız putlardan ziyâde “kutsallık atfedilen ideoloji, nesne ve şeytânlaşmış insanlar” olma ihtimali daha kuvvetli görünmektedir. Peygambere tâbi olmak, onun getirdiği mesajı kabullenmek, ona inanmak anlamına gelmektedir. “Bendendir!” ifadesi, “Benim ümmetimdendir, benim dinimdendir, benim yolumdandır!” gibi anlamlara gelmektedir. Dikkat edilirse burada Hz. İbrâhîm, kendisine tâbi olmayıp karşı gelenlere, şirki savunanlara kesinlikle beddua etmemekte, onların hükmünü, hesabını Ğafûr ve Rahîm olan Allah’a bırakmaktadır. Bu örnek tutum Allah’ın mağfiret etmek için hazır olduğunu hatırlatır. Hz. İbrâhîm’in duası ile yaptığı telkin, Allah’ın şirke düşmüş kullarına bile merhamet edebileceği gerçeğidir. Ğafûr, günahın ve hataların telafisi sonucu yapılan yanlışların kişiye vereceği zararlardan koruyan, esirgeyen demektir. Rahîm; Ğafûr oluşunun gerekçesi olarak özündeki merhameti bu tarz örnekler ile (mağfiret ve af gibi) gösteren demektir.
37- Ey Rabbimiz! Ben, zürriyetimden bir kısmını ekin bitmeyen bir vadiye, Senin Beyt-i Harâm’ının yanında iskân ettim. Ey Rabbimiz! Salâtı ikâme etmeleri için bir kısım insanların düşüncelerini onlara meylettir. Ve onları ürünlerden rızıklandır! Umulur ki onlar şükrederler.
Hz. İbrâhîm zürriyetinden bir kısmını ekin bitmeyen bir vadiye neden yerleştirme ihtiyacı duymuştur? Bunun bize örnekliği nedir? Neden suyun olduğu ve ekin biten daha yaşanılabilir bir yerde onlara bir hayat imkânı sunmamıştır? Hz. İbrâhîm’in kurduğu cümleler ile istediklerine/dualarına bakıldığında buradaki kararın Allah’tan aldığı bir vahiy doğrultusunda olmadığı anlaşılmaktadır. Eğer vahiy sonucu bunu yapsa idi duasındaki istek ve temennilere gerek kalmayacaktı. “Emreden Allah onları rızıklandırır.” şeklindeki tevekkülü ile o bölgeden ayrılması gerekirdi. Kaldı ki yaptığı fiilin fâili olarak sürekli kendisini işâret edip “inni eskentu”/Ben yerleştirdim.” diyerek bu kararından ailesinin zarar görmemesini temenni etmektedir. Bir de burada Kâbe, Beytullah gibi isimler değil de neden “Beyt-i Harâm” kelimesi seçilmiştir? Peki, bu olay gerçekleştiğinde o vadide bir beyt var mıdır? Hayır, henüz bir ev yoktur. Hz. İbrâhîm’in bu kararının önemli bir gerekçesi vardır. İlki şirkin oluşturduğu güvensizlikten zürriyetinin bir kısmını kurtarma niyetidir. Zîra Hz. İbrâhîm “Rabbim, bu beldeyi emin kıl!” şeklinde dua etmektedir. Demek ki tevhidi savunanların can, mal güvenliği yoktur. Buradaki “Beyt-i Harâm” isminin seçilmesi de bu minvaldedir. Zîra vadi coğrafi konumundan dolayı kimsenin uğramadığı (harâm), dokunulmaz; tercih edilmediği için de kısmen güvenli bir mahiyete sahiptir. Hz. İbrâhîm zürriyetini böyle bir mahrûmiyet bölgesine bırakmak zorunda kaldığı için kendisini suçlu hissetmekte ve bunun fiili tevbesini oraya bir ev inşâ etmekle gerçekleştirmek istemektedir. İşte ilgili âyetler: “Ve bir zamanlar İbrâhîm ve İsmâîl beytin temellerini yükseltiyorlardı. “Rabbimiz, bizden kabul buyur. Muhakkak ki Sen, Semî’sin Alîm’sin.” (Bakara:127) Hz. İbrâhîm’in telafi etme niyeti “Bizden bunu kabul buyur!” demesinden anlaşılmaktadır. Devam eden âyette Hz. İbrâhîm’in tevbesi şöyle ifade edilir: “Rabbimiz, bizim ikimizi sana teslim olanlardan kıl, zürriyetimizden de sana teslim olan bir ümmet (kıl) ve bize ibâdetinin (kurallarını, menasik’lerini) göster ve tevbemizi kabul et. Muhakkak ki Sen, Sen, Tevvâb’sın Rahîm’sin.” (Bakara:128) Hz. İbrâhîm yılın çoğunda kurak geçen, arazisi az olduğu için ziraata elverişli olmayan bu bölgeye ailesini koymak zorunda kaldığından dolayı yaşadığı derin pişmanlığı, fiili tevbesi olan yaptığı evden anlamaktayız. (Mekke’nin bu durumu için bkz. “Kureyş’in güvenliği için… Onların kış ve yaz yolculuklarında güvenliği için… Artık bu beytin Rabbine kul olsunlar ki, onları açken doyurdu ve onları korkudan emin kıldı.”) (Kureyş:1-4) Allah bu nimetleri tevhid ile sağlamıştır. Bu güvenliğin temellerinin atılması Hz. İbrâhîm ile örneklendirmiştir. Şirkin oluşturduğu güvensizlik, tevhidin oluşturduğu adâlet ile giderilir. Hz. İbrâhîm’in zürriyetini tehdit eden şirk zulmüne karşı onları korumasının asıl sebebi de resûllük görevinin devamı ve tevhidin bayraktarlığını yapacak birilerinin arkasından kalması gerektiği isteği/niyeti olabilir. Zîra gizlediği ve bunun sonucu ortaya çıkan; aleni, yeni durum şöyle ifade edilmektedir:
38- Rabbimiz! Muhakkak ki Sen, bizim gizlediğimiz şeyi de aleni olanı da bilirsin. Yeryüzünde ve semâda hiçbir şey, Allah’a gizli değildir.
Eğer rivayetler doğru ise Hz. İbrâhîm’in köklü bir aileye mensup olmayan Hacer annemizi ve oğlunu yaşadığı emin olmayan bölgeden uzaklaştırması kuvvetle muhtemeldir. Zîra Sare annemizden ziyâde Hacer annemizi koruması, onun güvenliğini sağlaması daha güç olabilirdi. Beytin sembolize ettiği değer şu âyette özetlenmiştir: “Muhakkak ki, mübarek ve âlemlere hidâyet olan ilk beyt(ev) insanlık için Bekke'de yapılmış beyttir.” (Âli İmrân:96) Bu evin bereketi insanlığın mağaradan kurtulup medenileşmesine, aile olabilmenin değerine ve önemine yaptığı vurgudandır. İşte bu değerler toplumun temellerini oluşturan değerlerdir. Beytin temellerinden yükseltilmesi ve hidâyetin sembolü olmasının bir manası da bu değerlerle temellendirilmesi ve kurucu ilkelere dayanmasıdır.
39- Hamd, kocamışken bana İsmâîl ve İshâk’ı hibe eden Allah’a mahsustur. Muhakkak ki benim Rabbim, duayı işitendir.
“V-h-b” fiili “karşılıksız vermek, bağışlamak, hibe etmek” anlamına gelir. El-Vehhâb, Kurân’da Allah için kullanılır ve “yaratıklarına karşılık beklemeden maddî-manevî pek çok nimet veren, ikrâmında devamlı olan, lütfu, ihsân ve rahmeti bütün varlıkları kuşatan” demektir. Verilen bir lütûf için şükredilir ama burada Hz. İbrâhîm hamd etmektedir. Hamd daha çok olumsuzluklardan kurtulma anlamında kullanılırken şükür bunun oluşturduğu gelecek nimetlere teşekkür anlamındadır. Burada bağlam dikkate alındığında güvensiz bir beldede hem kendi hem ailesini kurtarıp ihtiyarlık çağına kadar yaşatan Allah’a hamd edilmiştir. Bu hamdin bir manası da risâlet görevinin sekteye uğramadan devam etmiş olmasıdır. Şükür herkese yapılırken, çocuk nimetini sadece Allah hibe edebileceği için burada hamd Allah’a tahsis edilmiştir. Burada dikkat edilirse önce İsmâîl sonra İshâk zikredilmiştir. Bu durumda “Beyt-i Harâma” bırakılan İsmâîl ve annesi olmalıdır. Salâtın ikâmesini neden Hz. İbrâhîm sürekli vurgulamaktadır ve bağlam ile alâkası nedir?
40- Rabbim, beni ve zürriyetimi salâtı ikame edenlerden kıl! Rabbimiz, duamı kabul buyur!
Salâtın ikâmesi bireysel bir eğitim olan namazın içi doldurularak düşünceyi, bilinci ve hayatı ayağa kaldırmasıdır. Zîra namaz ilâhî ve fıtrî değerlerin insanı insan yapan ilkelerin günde 5 vakit kişinin kendisine hatırlatması ve tevhidî duruşun sembolüdür. Sonuç olarak namaz, insanın kendine yaptığı telkinlerin beden bulmuş hâlidir, kendine yaptığı duadır. Kendisine dua eden, başkasına da dua olur. Kendisine dua etmeyen başkasına beddua olacaktır. Zira doğruyu, iyiliği, adâleti sağlayan tevhid inancını kendisine hatırlatmayan, başkalarına beddua olacaktır.
41- Rabbimiz, hesabın ikâme edildiği gün beni, ana-babamı ve inananları mağfiret et.
Hz. İbrâhîm’in duasındaki aile vurgusu devam etmektedir. Bireyselleşmenin arttığı benmerkezci dünyada, paylaşma ve fedakârlık isteyen aile mefhumu zayıflatılmaktadır. Hz. İbrâhîm, bencilce değil benlik bilinci ile başkalarını ve toplumu kapsayan bir duada bulunmuş, sulh ve selâmet için ömrünün sonuna kadar âdeta yürüyen dua olmuştur. Duadaki sıralama önce bireysel inşâ, sonra bunun en yakınlara yansıması, sonra bu değerlere inanan topluma yayılması şeklinde bir tertip öğretilmiştir.
42- Ve Allah’ı, zâlimlerin yaptığı şeylerden gâfil olduğunu hesap etme. Sadece onları, gözlerin açılacağı güne tehir eder.
Hz. İbrâhîm tevhit uğruna hem gençlik döneminde ailesi ve kavmi tarafından taşlanma ve ateşte yakılma gibi tehditlere maruz kalmış hem de ilerleyen yaşlarında putperestler tarafından zürriyetinin yok edilmesi tehlikesi ile karşı karşıya gelmiştir. Âyet tüm zâlimlere Allah’ın kötülüklerden gaflet içinde olmadığı ve yapılan zulümlerin hem bu dünyada hem de âhirette mutlaka karşılığını bulacağını vaad etmiştir.
43- Bakışlarını dikip koşanların başları, kendilerine dönemez. Ve onların düşünceleri hevâ ile doludur.
Hevâ, hava ile benzerdir. Aklın işlevinin, eylem ve fonksiyonunun bittiğini, boşa çıktığını ifade etmektedir. Zîra akıl değerli olanı hedeflemelidir. Ef’ideh kelimesi fuad’ın çoğuludur. Kalp kelimesi Kurân’da müstakil olarak bulunduğundan fuada da kalp demek kelime farklılığını yok saymak olacaktır. Fuad “insanın göğsündeki kalp” için değil, “insandaki şuur, idrak, hissiyat, heves, ilke, düşünce, niyet ve irade merkezi” için kullanılır. (Lisanül Arab) Bu sebeple ef’ideh, insanın ''bilinçüstü ve karar verme merkezi''ni ifâde eder. (Bkz. Hümeze 7, Secde 9, Mülk 23) Aklı sadece nefsanî hevâ ile dolu olan birinin gözünü diktiği, hedeflediği de yine bunlar olacaktır. Bu insanlar o kadar hevâlarına tâbi olurlar ki durup kendilerine dönüp bakacak, öz eleştiri yapacak fırsatı dahi bulamazlar. Konu Hz. İbrâhîm’in yoluna uymayan, hatada ısrar edenlerin akıbeti ile devam etmektedir.
44- Ve azâbın onlara geleceği gün ile insanları uyar. Artık zâlimler der ki: “Rabbimiz, bizi yakın bir ecele kadar ertele ki senin davetine icâbet edelim ve resûllere tâbi olalım.” Daha önce, sizin için bir zarar olmadığına yemin eden siz değil misiniz?
Ecel; önceden belirlenmiş bir zaman diliminin, sürenin sonu demektir. (Bkz. Arâf:34–185, Rad:38) Yakın bir ecel hatayı telafi etmek için yeni bir ömür değil çok kısa bir süre istediklerini ifade etmek içindir. Bazen çok büyük günahların telafisi için çok küçük zamanlar kâfi gelebilir. Yeter ki ömür sermayesi ve imkânlar tükenmeden buna niyetlenelim. Bu âyette öldükten sonrası ile ilgili yapılan yeminler âhiret ve hesap gününün kesinlikle olmayacağına dair müşriklerin kesin kanaate erdiklerini göstermektedir. Dünyada okuduklarımız, gözlemlerimiz, düşüncelerimiz her ne olursa olsun, ölüm ve sonrası ile ilgili, tıpkı müşriklerin düştüğü sabit fikirlilik hâline benzer bir ön yargı bizlerde de olmamalıdır. Gelecek ile ilgili kesin kanaatler hem dünyada hem âhirette yanılgı ve pişmanlıktan başka bir şey getirmez.
45- Ve siz nefislerine zulmedenlerin meskenlerine yerleştiniz. Ve onlara ne yaptığımız size belli oldu. Ve size misaller ile örnekler verdik.
Geçmiş kavimlerden âhiret yokmuş gibi yaşamış olanlar Kurân’da birer ibret vesikası olarak sürekli hatırlatılır. “Ra” hurufu mukattası da bu konu ile ilgilidir. (Bkz. Yûnus:1) Âhiret ve hesabın olmadığına kesin kanaat getiren biri fırsatını bulduğunda her türlü bencilliği ve kötülüğü yapma potansiyelindedir. Yapılması gereken önceki nesillerin hatalarından tecrübeyi bir bilinç damıtıp tarihin tekerrür etmesini önlemektir.
46- Ve onlar plânladı. Ve onların plânları Allah’ın katındadır. Onların plânları dağları yerinden etse bile...
Mekr kelimesi; tuzak, hile, plân ve tedbir gibi anlamlara gelmektedir. Burada insanların dünya üzerindeki dev, sağlam plânları, ölümsüzmüş gibi kurguladıkları doymak bilmez istek ve entrikalarına dağları oynatan mekr ile bir gönderme yapılmıştır. Dağ benzetmesi plânların tamamen dünyevî olduğunu ifade eder. Âhiretin yokluğu ölmeden dünyanın son zerresine kadar sömürme açlığını doğurmuş ve bu açlık hem o nesilleri hem dünyayı tüketmektedir.
47- Öyleyse sakın Allah’ın resûllerine vaadinden döneceğini hesap etme. Muhakkak ki Allah, Azîz’dir, Zuntikam’dır.
Âyetin ilk muhatabı Resûlullah olmakla beraber verdiği mesaj geneldir. Peki, Allah Resûlü Hz. Muhammed veya inananlar Allah’ın vaadinden döndüğünü gerçekten hesap etmiş olabilir mi? Bağlamdan anladığımız müşriklerin plân ve entrikaları Allah’ın Resûlü’nün ve inananların gözünde dağ gibi sağlam ve büyük görünmüş olmalı ki bu tarz uyarı âyetlerine muhatap olunmuştur. (Bkz. “Onlara dokunan sıkıntı ve zorluklarla öylesine sarsıldılar ki resûl ve onunla birlikte olan müminler, “Allah'ın yardımı ne zaman?” dediler. İyi bilin ki Allah'ın yardımı yakındır.” Bakara:214)
Azîz olan Allah, insanların vicdanlarına öyle ilkeler yerleştirmiştir ki iyilik, paylaşma, erdem eninde sonunda galip gelmektedir. Kötülük ne kadar güçlü görünürse görünsün (dağ benzetmesi) özünde sadece bir imajdan ibarettir.
İntikam kelimesi; öç almak, cezalandırmak, bir işi kerih görüp ayıplamak, yadırgamak, çabuk yemek anlamlarındaki “n-k-m” kökünden türemiştir. Burada Allah için intikam değil intikam sahibi ifadesi kullanılmıştır. Allah Zulazîz değil Azîz’dir ama intikam değil intikam sahibi manasında Zuntikam’dır. Bu kullanım farkı hikmetlidir. Tıpkı Zulcelâl kullanımında olduğu gibi. Allah’ın sıfatı olarak müntekîm ve zû-intikâm; zâlimleri, zorbaları, azgınları, suç ve günah işleyenleri, önce bu davranışlarından sakındıran, hâllerini düzeltmeleri için onlara mühlet veren, sonra isyana, hatalara ve azgınlığa devam etmeleri sonucu yaptıkları tercihler ile onları baş başa bırakması anlamındadır. Yoksa Allah’ın intikamını insanın öç alması gibi algılamak subhân Allah tasavvuruna aykırıdır. Hâşâ Allah intikam peşinde koşmaz. Zîra intikam peşinde koşmak âcizliktir. Allah’ın intikamı, koyduğu değişmez yasalar ile savaşma sonucu oluşan trajik tabloyu ifade için kullanılmış bir teşbihtir. Misalen, Allah insanları bu dünyada ölümlü yaratmış ve dünyalıkların geçiciliğini her fırsatta irâdeli-irâdesiz resûlleri ile göstermiştir. Ancak kişi inatla emaneti mülkiyet bilip elindekini paylaşmaz ise Allah’ın koyduğu yasa gereği o kişi dünyevîleşir, menfaatperest bir cimri hâline dönüşür. İnsanlıktan uzak bu bencil tiplerin çevrelerinde bir tane bile samimi dostun kalmaması, malın malı olmamaları, yaşlandıkça taptıkları malların onlara bir fayda sağlamadığını görmeleri bu âciz kişinin seçimlerinin faturasını ödemesi anlamında Allah’ın aldığı izzetine yakışan intikamıdır. Dünyada her şey bir sebep-sonuç prensibine göre işler, yapılan hatalı tercihlerin kötü sonuçları Allah’ın intikamıdır. (Mücrimlerden alınan intikam için bkz. Rûm:47, Muntekim için bkz. Arâf:136)
48- O gün arz, başka bir arzla değiştirilir ve semâlar da… Ve onlar, Vâhid, Kahhâr olan Allah için ortaya çıkarlar.
Tübeddel kelimesi bedel ile aynı köktendir, değişim, çevirim ya da karşılık olarak değiştirmek demektir. (Bkz İnsan:28, Furkân:70, Fâtır:43, Vâkıa:61, İbrâhîm:28) Bu değişimde yerin ve göklerin kanunları şöyle etkilenebilir: Cevherinin bırakılıp özelliklerinin değiştirilmesi ya da cevherin değiştirilmesi şeklinde olabilir. İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre de yer yine bu yerdir ancak sıfatları değişecek demektedir. Arzın yani yeryüzünün başka bir arz ile değiştirilmesi âhiretin farklı bir gezegende yaşanacağına bir âtıf olabilir. Allahualem.
Vâhid, yüce Allah’ın tek olduğunu, eşi ve benzerinin olmadığını ifade etmektedir. (Bkz. Sâd:65, Rad:16) Kahhâr, her şeyin O’nun kudretine yenik ve mahkûm olması, irâdesine karşı konulamayan anlamına gelmektedir. Kahhâr, mutlak otorite sahibi olmayı ifade etmektedir. (Bkz. Sâd:65, Ra’d:16) Tevhitteki adâlet ve ondan sapmanın oluşturduğu kahruperişanlığa bir gönderme yapıp bir sonraki âyete geçilmiştir.
49- Ve o gün, mücrimleri dip dibe zincire vurulmuş görürsün.
Asfâd kelimesi “safed” kelimesinin çoğulu olup “demir zincir ve halkalar” özellikle “esir bağlayacak bağ ve bukağı” demektir. Fiil kalıbı “bukağı ile sağlam bağlamak” anlamına gelen safede kalıbıdır.
Mükarranîn kelimesi ise “bağlanmış, derdest edilmiş” anlamına gelmektedir. Bu kelime, ilişki kurmak, bağlamak, ilâve etmek, birbirine geçirmek anlamına gelen “karane” kelimesinden türemiştir. Arapçada, bir şeyi bir şeye bağlayıp ona bitiştirdiğin zaman, “karantu’ş-şey’e bi’ş-şeyl” denilir. Mücrimlerin dünyada işledikleri suçlar zincirleme kötülüklere sebep olur. Bu yıkım tıpkı kartopu etkisi gibidir. Mücrimlere misli bir muamele yapılması dikkat çekicidir. Suç ve kötülüğün topluma yayılmadan engellenmesi zincirleme reaksiyonların ve suç salgınının önüne geçecektir.
50- Onların gömlekleri katrandandır ve onların yüzlerini de ateş bürür.
Serâbîl kelimesi, “gömlek, elbise” anlamına gelen sirbâl’in çoğuludur. Katırân ise Arapçadaki anlamıyla aynen Türkçeye de geçmiştir. Zift gibi koyu kıvamlı, yapışkan akışkanlara verilen genel bir isimdir. Katran bazı madenlerden elde edildiği gibi “ebhel” denilen bir ağaçtan alınan reçine ve öz suları ile de elde edilirdi. Yapılan kötülükler insana yapışıp onu kirletir. Sonunu bile bile işlenen suçlar, sağlıklı çalışan bir adâlet sistemine karşı giyilmiş birer deli gömleğidir.
51- Bu, Allah’ın her nefsin kesp ettiğine karşılığını vermesi içindir. Muhakkak ki Allah, hesabı çabuk görendir.
Hisâb kelimesi “saymak, hesap etmek”, anlamına gelirken hesaba çekmek manasında mastardır. Kelime “sayma, sayım” anlamında isim şeklinde de kullanılır. Terim olarak, insanların hesaba çekilecekleri âhiret safhalarından birini ifade eder. Kurân’da “yevmü’d-dîn” din kelimesindeki borçluluk manası ile “yevmil hisab” kullanımı birbirini tamamlamaktadır. İnsanlar içinde hesabını verebilecek bir hayat yaşayan bireylerin sayısı ne kadar artarsa adâlet sistemi o oranda hızlanacaktır. Hesabın seri sorulması mağduriyet ve adâletsizliklerin de önüne geçecektir.
52- Bu, insanlara bir bildiridir. Onunla uyarılmaları ve O'nun tek ilâh olduğunun bilinmesi ve ulûlelbâbın tezekkürü için…
Âyetin başındaki hazâ zamiri nereye gitmekte, yani neyin yerini doldurmaktadır? Bazı âlimler, ondan maksat Kurân’ın tamamı, bazıları da İbrâhîm sûresidir, görüşünü benimsemişlerdir. Ama cümlenin devamına baktığımız zaman bu kelimenin, özeli değil de geneli konu edindiği anlaşılmaktadır. Burada şimdiye kadar inen âyetlerin kastedilmesi kuvvetle muhtemeldir. Zira sûre burada sonlanıp yeni bir bölüme hurufumukattalar ile başlanacaktır.
Belağ kelimesi, mastardır ve bildirme, tebliğ anlamına gelir. Başta İbrâhîm sûresi sonra nüzulde bu âyete kadar inen kısımlarda insanlar için nasihat ve uyarılarılar bulunmaktadır. (Krş. Enâm:19, Enbiyâ:106, Âli İmrân:138)
Tezekkür aklın geçmişten aldığı bilgiyi yeri geldiğinde hatırlayıp tecrübeye çevirmesidir. Bu nedenle sıradan bir düşünme değildir. (Bkz. Fecr:23, Furkân:50, Fâtır:37, Nâziât:35, Vâkıa:62, Neml:62, Sâd:29, Arâf:3–57, Secde:4, Zâriyât:49, İbrâhîm:25)
Elbâb kelimesi lubb kelimesinin çoğuludur ve akıllar demektir. Bir şeyin lübbü, onun özü ve hülasası demektir. Bundan dolayı akla “lübb” adı verilmiştir. Sağlam kapıya da elbâb denmiştir. “Ûlû” kelimesi de sahip manasını ifade eder. (Bkz. Sâd:29, Ra’d:19) İlk âyetteki insanları Rabbin izni ile karanlıklardan aydınlığa bu kitabın nasıl çıkarabileceği örnekleri ile sûre boyunca izah edilmiştir. Bu örneklerdeki ince gönderme ve detaylarında ululelbâbın tezekkür etmesi için verildiği bu âyette ifade edilerek sûre sonlandırılmıştır. Kurân, verilen emek oranında, sağlıklı düşünen taliplerini yetiştiren bir kılavuzdur. İbrâhîm sûresinden anladıklarımız şimdilik bunlardır. En doğrusunu el-Alîm olan Allah bilir.