فَإِن زَلَلْتُمْ مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

209- Hakikatin apaçık belgeleri size geldikten sonra şayet siz yine (Haktan) kayarsanız biliniz ki hiç şüphesiz Allah her şeye gücü yeten, hükmünde tam isabet edendir. (Bakara:209)



.





ŞEMS SÛRESİ

ŞEMS SÛRESİ

وَالشَّمْسِ وَضُحَاهَا

1- And olsun güneşe ve onun aydınlığına.

Duhâ; günün ilk vakitlerinde güneşin yükseldiği zamandır. Ancak bu sûrede “duhâhâ”ifadesi güneşin doğması ile parlayan ışığı, aydınlığı ifade eder.

------------

وَالْقَمَرِ إِذَا تَلَاهَا

2-Ve onu izlediğinde aya.

Telâ,kelimesinin aslı te-le-ve’dir ve temel anlamı bir kişiyi, aralarında hiç kimsenin bulunamayacağı kadar yakın bir şekilde izlemek ve ona uymak/tâbi olmaktır. Bu, bazen bedenle izlemeyi bazen de hükmünde birine uymayı ifade eder. Tuluv, ayın güneşi bir yörüngede takip edişidir. Zira, güneşin çekim gücü sayesinde güneş sistemindeki tüm gezegenler onu izlemektedir. Okumak mânasında tilavet de bu köktendir.

------------

وَالنَّهَارِ إِذَا جَلَّاهَا

3- Ve ortaya çıktığında gündüze.

Nehâr,ışığın iyice her tarafa yayıldığı zaman olan gündüz demektir. Tecelli; ortaya çıkma, parlama gibi manalara gelmektedir.

------------

وَاللَّيْلِ إِذَا يَغْشَاهَا

4-Ve bürüdüğünde geceye.

Yeğşâ,ğaşiye kökünden gelir. Ğışeveh kelimesi de aynı köktendir. Bir şeyi örtmek,kaplayıp bürümek anlamındadır. Sûre, 1 ve 3. âyet ile 2 ve 4. âyetlerin birbirini tamamlayacak şekilde, iç içe bir anlatımı ve şahitliğiyle başlamaktadır. Rabbimiz, yaşamın olmazsa olmazı olan âfak âyetlerine dikkat çekmektedir. Güneş; aydınlığı ve atmosferin varlığı ile gündüzü oluştururken,ortalığı kaplayan gece sayesinde ayın güneşi tilavet edişi müşahede edilmektedir.

------------

وَالسَّمَاء وَمَا بَنَاهَا

5-Ve semâya ve onu bina edene.

Semâ, ‘yükseklik, yücelik’ anlamındaki ''es-sümüvv'' kelimesinin türevlerindendir. Her yüksek ve yüce şeye ''es-sema'' denilir. Gökyüzüne sema denilmesinin sebebi, yeryüzünden yukarıda olmasındandır.

Benâhâ,“yapmak, bina etmek” anlamına gelen “benâ” dan gelir. Gökyüzünün kat kat ve aşamalı olarak oluşmasını tam anlatan bir kelime seçilmiştir.

------------

وَالْأَرْضِ وَمَا طَحَاهَا

6- Ve arza ve onu yayana.

Gökyüzünde ışığın yayılması “duhaha” ile, yeryüzünde canlılığın, bitki örtüsünün yayılması da “tahaha” ile ifade edilmiştir. Şems sûresindeki ses uyumu ve yaşamın oluşum sıralaması muazzamdır. İlk önce güneş, arkasından ay, gündüz, gecenin farklılığı ve atmosferin oluşumu, arkasından yeryüzündeki canlılığın ısı ve ışık farklılıkları ile çeşitlenip yayılması etkileyici bir belağat ile özetlenmektedir.

------------

وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا

7- Ve nefse ve onu düzenleyene.

Nefs kelimesinin ilk anlamı insanın “kendi, zatı” demektir. Nefs denilince her şeyden önce “insan” hatıra gelse de, Allah’ın yarattığı her canlı varlık aslında bir nefis’tir. Ankebût 57’de “Tüm nefisler ölümü tadıcıdır.” ifadesi her canlı varlığın bir gün mutlaka öleceği hakikatini hatırlatmaktadır.

Sevvâ kelimesinin aslı ''s-v-y''dir. Metre ve tartı gibi ölçümlerdeki denkliği anlatır. Seviye de aynı köktendir. Rabbimiz önce canlılığın oluşması için gerekli ortamı hazırlamış, arkasından bu canlıların nesillerini devam ettirmeleri ve dünya kaynaklarını geri dönüşümlü olarak kullanmalarını sağlayan sistemi düzenlemiştir. Bu düzenleme fizikî yapıları, ömürleri ve canlıların besin zincirindeki konumlarını da içermektedir.

------------

فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا

8- Böylece ona fucûrunu ve takvasını ilham etti.

Bu âyet; ilk 7 âyet ile bundan sonraki 7 âyeti birbirine bağlayan sûrenin merkez âyetidir, anlatılanların ana fikridir.

İlham,damla damla yutmak anlamına gelir. İlham vahiyden farklıdır. Vahiy, dışarıdan duyulmayacak şekilde fısıldamak, gizli bir şekilde bilgilenmek iken ilham,aşama aşama öğrenilenler ile edinilen tecrübevî bilgidir ve kesbîdir. Vahiy,dışarıdan belli olmayan, tecrübe ile elde edilemeyecek, fıtrî ve vehbî bilgi anlamındadır. Nahl 68'de arıya ilham değil vahyedildiği ifade edilmiştir. Zira arı, tecrübe ile damla damla kazandığı bir ilhamla bu bilgiyi edinmez.

Fucûr,yarıp çıktı anlamındaki ''fe-ce-ra'' kökünden gelir. Fıtrattan çıkarak kötülükve isyana düşmektir. Bebek ve çocukların kötülüğü sonradan öğrendikleri bilinmektedir. Bu yüzden damla damla, aşama aşama öğrenmeyi anlatan ilhamın kullanılması önemli bir inceliktir.

Takva,“veka” fiilinden gelir. Bu fiilin mastarı olan ‘vikaye, tevkıye, vikae’ kelimeleri sözlükte; bir şeyi korumak, himaye etmek, zarar verecek şeylerden çekinmek, bir şeyi başka bir şeyle, bir tehlikeye karşı korumaya almak demektir. Takvada sonradan öğrenilen bir üst davranış seviyesidir.

Fücûr,ilkel bir duygudur. İnsan, bu duygunun zararlarından sonradan edindiği ve enüst/dış yapı haline getirdiği takva ile korunur. Ruhtan mahrum beşerler fesatçı karıp kan dökerek edindikleri  hayatta kalma güdüleri ile hareket ederler. Üflenen ruh ile bir üst aşamaya yükselen beşer takvalı davranmak şartı ile insan olmayı hak edecektir.

------------

قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا

9- Kim onu temizlerse felâha ermiştir.

Bir üsteki âyette, önce fücûrdan bahsedildiği için bu âyette fücûrdan temizlenmenin önemi vurgulanırken, bir alttaki âyette de takvanın heba edilmesinden bahsedilmiştir. İlkel, vahşi ve bencil olan fücûrdan arınan insan sükûn bulup,felâha/kurtuluşa erecektir. Arınma için bkz. Ala:14

------------

وَقَدْ خَابَ مَن دَسَّاهَا

10- Ve kim, onu gömerse heba etmiştir.

Kim ki takvanın üstünü kapatır, vicdanının sesini duymazsa insanlığını ve hayatını heba etmiş olacaktır. Bu bağlamda fıtratının, insanlığının ve hakikatin üstünü örtüp gömenlere Kur’an kâfir demektedir. ( Bkz. Kafirun sûresi.) Bundan sonraki âyette fücûru öğrenip, insanlığının üstünü örten bir kavimden örnek verilecektir. Fücûrdan temizlenip felâha kavuşmanın yolu, takvayı üstünü örtmek sûretiyle heba etmemeye bağlıdır.

------------

كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا

11- Semûd, haddini aştığı için yalanladı.

Yalanlamak sadece dil ile olmaz. Asıl yalanlama, insanlıktan çıkıp haddi aşarak verilen imkânları heba etmekle olur. Semûd kavminin en değer verdiği şey su idi ve çok su içen bir deve ile imtihan edildiler. Amaç imtihanı geçip vazgeçemedikleri bu su uygarlığından doğal âfet gelmeden kurtulmalarını sağlamaktı.

------------

إِذِ انبَعَثَ أَشْقَاهَا

12- En şakîsi harekete geçtiğinde…

Kavmin en azgını öne atılarak diğerlerinin de vahşileşmesine, takva yerine fücûra yönelmelerine öncülük etmiştir. Semûd maddeye değer vermekten vazgeçip şahsiyet kazanacağına, baskın/alfa erkeği takip eden vahşi bir sürü gibi hareket etmiştir.

------------

فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ نَاقَةَ اللَّهِوَسُقْيَاهَا

13- Bunun üzerine Allah’ın elçisi onlara dedi ki: “Şu Allah’ın dişi devesidir ve bırakın o suyunu içsin.”

Nâkah,''dişi deve'' demektir. Ancak Araplar her dişi deveye değil, sadece 5 yaşına basan dişi develere “nâkah” derlerdi. Bu tür develer; eti, sütü ve gücü itibariyle göçebe ve hayvancılıkla geçinenler için çok önemli bir ekonomik değeri ifade etmektedir.

Devenin Allah’a izafe edilmesinden maksat, onun Allah tarafından diğer develere göre mûcizevî bir şekilde var olması değildir. Zaten evrendeki her şeyin yaratıcısı Allah’tır ve evrendeki tüm varlıklar da Allah’ındır. Bu nedenle, Allah’ın devesi kullanımı ile kastedilenin bundan daha başka bir şey olduğu anlaşılmaktadır.

Bilindiği gibi, Kur’an’da Kâbe’ye Beytullah (Allah’ın Evi) denilmekte ve Kâbe Allah’a izafe edilmektedir. Allah’ın Evi, “Allah’tan başka hiç kimsenin olmayan,kimsenin sahiplenemeyeceği ev” demektir. Bu özellik onun tüm insanlığa, kamuya ait olduğunu göstermektedir. Allah’ın evi; kamuya açık, kamu yararlarının konuşulduğu, kamu haklarının gözetildiği, herkesin hür ve eşit olduğu bir yerdir. Bu anlamda bütün camiler/ mescitler de Beytullah‘tır.

Bir varlığın Allah’a izafe edilmesi onun tüm insanlığa emanet edildiği anlamındadır. Nâkah, kelime anlamıyla o dönemde toplumun fakirlerinin,yetimlerinin, miskinlerinin, kısaca ihtiyacı olan herkesin ortaklaşa sahip olduğu, serbestçe sütünden, gücünden ve yavrusundan istifade ettiği, kamu malı olan beş yaşında güçlü bir dişi devedir. Günümüzde bu deyim hayır kurumlarına,sosyal yardım vakıflarına karşılık gelebilir. Aç ve yoksul insanların nâkah sayesinde açlıktan, sefaletten, kula kulluktan kurtulmaları o günkü Semûd kavmi ileri gelenlerinin hoşuna gitmemiştir. Çünkü kendilerine kulluk edenlerin kulluktan kurtulması, kendilerini bütün ihtiyaçların üzerinde gören bu tâğûtların hoşuna gitmiyordu. Kur’an tâğûtların bu tutumuna değişik sûrelerde tekrar dikkat çekecektir.

------------

فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْرَبُّهُم بِذَنبِهِمْ فَسَوَّاهَا

14- Böylece onu yalanlayarak vahşice doğradılar. Peşlerini bırakmayan suçları yüzünden Rabbleri onların üzerini azapla kapladı, sonra orayı tesviye etti.

Akr kelimesi, genel anlamda “yaralama” anlamını kaybederek özellikle deve, at,koyun gibi hayvanların ayaklarının (inciklerinin, diz ile topuk aralarının)kesilmesi anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Araplar; deve, at, sığır ve koyun gibi hayvanları keserken önce kılıçla hayvanın inciklerini kesip sonra da yere yıkılan hayvanı boğazladıklarından, bu sözcük de hayvanı bu şekilde vahşice öldürdüklerini anlatmaktadır.

Zenb,sözlükte kuyruk anlamına gelen ‘zeneb’ kelimesinden türemiştir. Kişinin suçu işlediği anda değil de belirli bir süre sonra, hoş olmayan sonuçlar doğuran bütün fiiller hakkında kullanılır ki, meydana getirdiği sonuca göre değerlendirilen işler demektir. Buna göre Kur’an, kişinin yaptığı iş sonuç itibariyle ona vebal yüklüyor, ceza almasına sebep oluyor ve peşini bırakmayacak bir suçsa ona “zenb” demektedir. Kur’an’da tekil ve çoğul olarak sık sık kullanılan “zenb”in,  meallerde günah, suç ve vebâl olarak çevrilmesi bizce içerdiği manayı tam olarak karşılamamaktadır. Bu nedenle ''zenb''i ''peşini bırakmayan suç'' olarak meallendirmek daha isabetli görülmektedir.

Demdeme,fiilinin tekrarıyla elde edilen bir fiildir. Tekrar tekrar düzlemek, azap etmek manasından alınmıştır. Demme; boya veya yaldız sürmek, badana yapmak, gemiyi zift ile kalafatlamak gibi, bir şeyi bir şeye sürüp sıvamaktır. Semud kavmi bir gece vakti, volkanik bir patlama sonucu, alevlerin her tarafı sarması ile taştan oydukları evlerin içinde helak olmuşlardır.

Sevâ,“tesviye, düzleme” mânasına gelmektedir. Helake sebep olan mekân değil içindekilerdi. Ebedî kalacaklarına inananların bir anda yok olması mekânın yeni yaşamlara hazırlığı “sevâ” ile ifade edilmiştir. Zira hiç kimse veya hiçbir kavim dünya için, hayat için olmazsa olmaz değildir. Benzer bir anlatım Firavun ve saltanatı için de kullanılır “Ve ekinler ve kerim mekânlar ve orada zevk içinde yaşadıkları ni’metleri terk ettiler işte, böylece sonraki kavmi onlara varis kıldık. Sonuçta ne gök ağladı üzerlerine ne yer ne de kendilerine bir mühlet verildi.'' (Duhan:26-29)

------------

وَلَا يَخَافُ عُقْبَاهَا

15- Ve akıbetlerinden korkmadılar.

Ukbâhâ;onun akıbeti, sonucu demektir. Bu zamir, deveyi boğazlamaya koyulan Semûd kavmine ve o şâkî’ye racidir. Yani bu işin neticesinden korkmadıkları kastedilmiştir. Zira Hz. Salih, kendilerine tanınan ve âkıbetlerinin felaket olacağı süreyi şu âyette açıklamıştır: “Buna rağmen onu vahşice doğradılar.Bunun üzerine (Salih şöyle) dedi: “Yurdunuzda üç gün daha metalanın. Bu yalanlanması olmayan bir vaaddir.” (Hud:65)

 

------------


 
Eklenme Tarihi : 8.9.2018 23:40:57
Okunma Sayısı : 4011